Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed'in putları kırmasının, kâfirlerin Kur'an'ı yakmasından ne farkı vardır? Hz. İbrahim, "Putlar sizinle konuşabiliyor mu?" sorusunu karşılık, “Allah sizinle konuşabiliyor mu?” diye cevap alsaydı, putperestlerin durumuna düşmez miy

Tarih: 13.05.2011 - 02:08 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

İki sorudan meydana gelen sorunun cevabını da ayrı ayrı vermekte yarar vardır:

Birincisi: Putların kırılması ile Kur’an’ın yakılması meselesidir.

Önce yanlış ile doğruyu, hak ile batılı, gerçek ile hayali, tevhit inancı ile putçuluğu aynı tartının kefelerine koymak, cennet ile cehennemi aynı kefeye koymak kadar akıl ve izandan uzak bir karşılaştırmadır.

Kur’an’ın bir ismi de Furkan’dır ki; hak ile batılı, doğru ile yalanı, yararlı olanla zararlı olanı -kalın çizgilerle- birbirinden ayıran kitap manasına gelir. Putlar, hiçbir fikrî altyapıya sahip olmayan insanların körü körüne ilah edindiği taş, tahta ve benzeri nesnelerden meydana gelen yanlış ve yalanın bir simgesidir. Fikrî altyapıya sahip olmayan putçuların tek silahı kaba kuvvettir. Akılları gözlerine inmiş, gözlerinin önünde olduğu için değişik kuruntular besleyerek canları pahasına onları koruyan ve karşı tarafı kaba kuvvetle sindirmekten başka bir şey bilmeyen o insanlarla nasıl mücadele edilir?

Bu fikrî seviyesizlik yüzünden, Kur’an’ın ilmî, fikrî, aklî mücadelesine karşı koyamadıkları için, onlarca Müslümanları en acımasız işkenceye tabi tutan ve bir kısmını öldüren ve hepsinin yurtlarını, yuvalarını bırakıp yabancı diyarlara göç etmek durumunda bırakan bu adamlara karşı güvercin mi uçuracaktı Müslümanlar?

İslam dininin maksadı, bağcıyı dövmek değil, üzümü yemek olduğu için, Kur’an on üç yıl boyunca Mekke devrinde putçuluğun yanlış bir düşünce olduğuna, kâinat sarayının tek bir ustasının, tek bir sultanının bulunduğuna dair kanıtlar getirip durdu. Fakat derin düşünce mahrumu o günkü materyalist putçular, gerçeklere karşı kulaklarını tıkadılar ve “babalarımızdan böyle gördük” deyip putlara tapmaya devam ettiler.

İslam dini, bu basit fikirli cahil insanlara fikrî altyapıyı hazırlamak, düşünce atmosferinde egzersiz yapmalarına imkân vermek, sadece gözleri ile değil akılları ile de görmeye gayret etmelerine ön ayak olmak için onlara her türlü fırsatı tanıdı. Fakat putlardan başka bir katma değere sahip olmayan bu insanları hizaya getirmek, onlara hakkı göstermek, yolunu tıkadıkları hakkın yolunu açmak için iki yol vardı. Ya bu putçuların ileri gelenlerini kılıçtan geçirip diğer insanların özgürce düşünmeleri sağlanacak veya bu yanlış düşüncenin simgesel kaynağı olan putlar ortadan kaldırılacaktı.

Üzümü yemeyi asıl maksat yapan İslam dini, bağcıları dövmek yerine üzüm bağlarındaki put dikenlerini koparıp atmayı tercih etmiştir. Mekke fethini gerçekleştiren Hz. Peygamberin -ta Medine’nin içine kadar saldırıp Uhud savaşında- yetmiş sahabeyi şehit eden bu azgın düşman katilleri affetmesi bunun en açık kanıtıdır.

Daha önce de eski kavimleri helak ettiği gibi bunları da helak edebileceğini, ancak tercihin kendisine bırakıldığını bildiren Allah’ın bu buyruğuna karşı,

“Allah’ım bunları affet, bunlar cahildir, gerçeği bilmiyorlar, bunlardan samimi kulluk edecek ve putçuluğu ellerinin tersiyle itecek, tevhid inancını her tarafa yayacak nesillerin gelmesini ümit diyorum..”

manasına gelen ifadeleri de Hz. Muhammed’in bütün maksadının, iman üzümünü yemek ve yedirmek olduğunun açık göstergesidir.

İslam dininin, diğer din mensuplarının kendi dinî inançlarını serbestçe söyleyip gereğini yerine getirmelerine izin vermesi, Necran Hristiyanlarının ibadetlerini rahatça yapmaları için bizzat kendi mescidini onlara tahsis etmesi, Yahudilerle ilk günden itibaren Medine’de birlikte yaşamak için gereken anlaşmayı yapması, İslam’ın din-vicdan özgürlüğüne tanıdığı imkânların tarihî belgeleridir.

Bin yıldan fazla bir zaman içerisinde İslam’ın ve Müslümanların dünyaya hâkim olduğu devirlerde, İslam coğrafyalarında bile gayri müslimlerin emniyet içerisinde yaşamış oldukları bir gerçektir. Bu, tanınan özgürlüğün başka bir kanıtı değil mi?

İkinci soru: “Hz. İbrahim, 'Putlar, siz bir şey sorduğunuzda sizinle konuşabiliyor mu?' şeklindeki sorusuna 'Hayır!..' yanıtı alıyor. Kafirler de bize 'Allah sizinle konuşabiliyor mu?' dese, biz de putperestlerin durumuna düşmüş olmaz mıyız?”

Önce şunu unutmamak gerekir ki, din imtihanı gayba(görünmeyen hakikatlere) iman üzerine kurulmuştur. İmanın esaslarının başında ise Allah’a iman gelir. Bu da Allah’ın görülmemesini gerektirir. Bu sebeple, görülmeyen Allah ile gözle görülen putları bu şekilde karşılaştırmak çok talisiz bir algılama biçimidir.

Gözle görülen ve cansız olduğunda şüphe olmayan akılsız, dilsiz, sağır putların konuşamadıkları delile ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Oysa, hiçbir zaman görmediğimiz Allah’ın nasıl olduğunu, -vahyi nazara almadan, peygamberi düşünmeden- konuşup konuşmadığını söylemek için elimizde insan aklı açısından hiçbir kriter yoktur.

O hâlde Allah’ın varlığı ve birliğini öğrendiğimiz gibi, konuşup konuşmadığını öğrenmek için de başvuracağımız tek kaynak vardır; o da vahiydir. İnsaflı bir münazarada bu ölçüyü kabul etmek zorundayız. Yani, gözle gördüğümüz putların konuşup konuşmadıklarını anlamak için, onların cansız nesneler olduklarını görmek yeterlidir. Fakat, Allah’ın konuşup konuşmadığını bilmek için, gözü değil, aklı, mantık muhakemesini devreye sokmamız gerekir.

Öyleyse, “Allah bizimle konuşur mu?” sorusuna cevabımız “Evet”tir. Çünkü, bir çok yönden insanların sözü olmadığını, Allah’ın kelamı olduğunu dava eden Kur’an gibi eşsiz bir kitap ortadadır. On beş asırdan beri semavî ve ilahî kimliğini ispat etmiş bu kitap, Allah’ın kelamı olduğuna göre, Allah bizimle konuşmuştur. Hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek olan ilham, keramet, rüya, önsezi gibi maddî bedenimizin işi olmayan gaybî işlere vakıf olmamızın arka planında Allah’ın konuşması, yani; manevî telsiz ve telefonu vardır. Görmeyen, işitmeyen, konuşmayan bir varlığın gören, işiten, konuşan yaratıkları var etmesi düşünülebilir mi?

Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. İnsanlık camiasında Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar -bildiğimiz kadarıyla- yüz dört kitap ve sahifeler gönderen Allah, bu kitapların kendisine ait olduğunu ispat etmek için de bunları ellerine verdiği elçilerini özel manevî üniformalarla/mucizelerle donatmıştır.

Bütün çeşitleriyle vahiy, Allah’ın konuşması anlamına gelir. Allah’ın bu ilham yollu konuşmasına mazhar olmasaydı; arı bal yapabilir miydi? İpek böceği ipek dokuyabilir miydi? Hayvanlardan olan anneler bile yavrularına bu kadar şefkat gösterirler miyidi?

Özetlersek, 124.000 peygamberin aldıkları vahiylerle, yüz binlerce evliyanın kerametleriyle, milyonlarca  ilim ve basiret erbabının akıl ve basiretleriyle, feraset ve gönülleriyle gördükleri, hissettikleri Allah’ın konuşması kadar açık bir gerçek olabilir mi?

Diğer taraftan,

"Eğer Rabb'inin kelimeleri (ni yazmak) için bütün denizler mürekkeb olsa, bir o kadar daha yardımcı getirsek bile, Rabbimin sözleri bitmeden denizler tükenirdi." (Kehf, 18/109).

"Şâyet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de, -arkasından yedi deniz daha katılarak- mürekkeb olsa, yine Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok kî Allah mutlak gâlib ve yegâne hüküm ve hikmet sâhibidir." (Lokmân, 31/27)

gibi ayetlerde Allah’ın kelimelerin bitmez tükenmez olduğu haber verilmiştir.

"Allah'ın kelimeleri bitmez" demek, O'nun san'atının acâiblikleri bitmez, demektir. O hâlde bu âyetlerdeki kelime, acîb şey, demektir. Bunun îzah şekli acâibliklerin Allah Teâlânın "Ol" emriyle olmasıdır. Bu da bir konuşmadır.

Bir zâtın varlığını hissettiren en kuvvetli eser, onun konuşmasıdır. Bir kimsenin sözünü işitmek, onun varlığını bin delil kadar hatta gözle görme derecesinde isbat eder.

Biri kâl yâni söz, diğeri hâl olmak üzere iki dil vardır. Bunların ikisi de insanlara söylerler. Kâl dilinin kelimeleri sözler ise, hâl dilinin kelimeleri de çeşitli hallerdir. Şâirin:

“Ve fi külli şey’in lehü ayetün; tedüllü ala ennehü vahidün” dediği gibi, "Her şeyde O'nun varlığını, birliğini gösteren bir alâmet vardır."

Şu büyük kâinat, şu hâle göre büyük bir kitap gibidir. Bu kâinat ve onda yaratılan her şey, o Yüce Yaratı'cının ululuğunu gösteren birer hâl kelimeleridir. Ağaçlar ve denizler -bilfarz- varlıklar kitabında mevcut hâl kelimelerinin yazılmasına kâfî gelse bile, o denizlerin damlaları ve o ağaçların da zerreleri birer hâlî kelime olduğundan, tekrar onların da yazılması için onlar kadar başka ağaçlar ve denizler olması lâzım gelir ki nihâyetsiz bir teselsül devam eder gider.

Cenâb-ı Hakk'ın kelam sıfatının tecellî ettiği kelimeleri olduğu gibi, kudret sıfatının da tecellî ettiği cisimli kelimeleri vardır. İlim sıfatının da kaderle ilgili kelimeleri vardır. Onlar da tüm varlıklardır. Özellikle hayat sâhibi küçük yaratıkların her biri birer rabbânî kelimedir. Bunlar da ezelî mütekellim olan Allah Teâlâ'yı söz şeklinde olan kelimelerden daha kuvvetli bir şekilde ifâde ederler. Çünkü bunlar sözde kalmamış fiiliyâta dökülmüşlerdir. Gözle görülen görülemeyen tüm varlıklar düşünülünce, bunları, denizler mürekkeb, ağaçlar kalem olsa yazmakla bitiremezler. (bk. Nursi, Şualar, s. 128; Mektûbat, s. 448; İşâralu'l-İ'câz, s.157)

Mâdem ki,

 "Bizi bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sâdece "Ol" dememizdir. O hemen oluverir." (Nahl, 16/40)

âyetinin de sarâhatinden anlaşıldığı gibi, varlıklar, Allah Teâlâ'nın yaratma emri olan "Ol" kelimesiyle yaratılmışlardır. O hâlde bütün varlıklar tek tek büyük kâinât kitâbının sözleri demek olan kelimeleri mesâbesindedir ve kelimeleri demektir. Zerrelerden (atomlardan) kürelere kadar varlıkların tümü Allah'ın birer kelimesidir. Bu kelimeler, Allah'ın sözlü kelâmı olan Kur'ân-ı Kerîm'in tercümanıdırlar. Bu iki ilâhî kelimeler topluluğu -ki ikisine de kitâp diyoruz- birbirilerini kavlen ve fiilen tasdik eder ve açıklarlar. Çünkü her ikisi de aynı Yüce Zât'ın esmâ ve sıfatlarının tecellîleridir.

Büyük müfessir İmam Fahreddîn er-Râzî'nin de dediği gibi, Allah'ın sun'unun yâni yaratmasının ve yarattığı varlıklardaki hârikaları ve acaiplikleri yâni hayret verici yaratılışları varlıkları ve o varlıklardaki ilâhî san'at gerçekleri, bitmez tükenmez. (Tefsir-i Kebîr, XXV/156-157)

Görünen görünmeyen o varlıkları ve o varlıklardaki ilâhî sanatları ve ilâhî gerçekleri yazmaya ne ağaçlar yeter ne denizler! Denizler, ağaçlar tükenir, Rabbimin kelimeleri tükenmez!

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun