Had cezalarında af yetkisi kimlerdedir?
- Had cezaları affedilebilir mi, eğer affetme yetkisi varsa bu yetki kimlerdedir?
- Had cezaları nelerdir?
- Had cezalarının özellikleri ve farkları var mı? Detaylı bilgi verir misiniz?
Değerli kardeşimiz,
Ana hatlarıyla belirtmek gerekirse hadlerde hakim kendi bilgisine dayanarak hüküm veremez; suçun usulüne uygun şekilde ispatının sağlanması gerekir.
Ayrıca, hadlerde kanun koyucu ve devlet başkanının veya suç mağduru sayılabilecek tarafın af, sulh, cezada arttırma ve indirim yapma veya onun yerine başka bir ceza teklif etme gibi yetkileri yoktur.
Bu kısa bilgiden sonra detaylara gelince:
Haddin Mahiyeti ve Kapsamı
İslâm hukukunda cezaî müeyyideler çeşitli açılardan ayırımlara tâbi tutulur. Bunlardan en bilineni cezaların had, kısas-diyet ve tazîr şeklinde üç gruba ayrılarak ele alınmasıdır.
Bu ayırım, cezanın infazında hâkim olan hakkın mahiyeti ve cezanın şâri tarafından belirlenmiş olması ölçüleri birlikte gözetilerek yapıldığından suçların tasnifinden kanunlaştırma, yargılama ve infaz prosedürüne kadar İslâm ceza hukukunun birçok alanında geçerliliğini korumuş, klasik doktrin de hemen hemen bu ayırım üzerine oturtulmuştur.
Cezaların, bazı müelliflerce yapıldığı gibi şâri tarafından belirlenenler ve kulların (yetkili mercilerin) takdirine bırakılanlar şeklinde ikiye ayrılıp birinci kısmın kendi arasında had-kısas şeklinde tekrar ikiye ayrılması da mümkün olup bu ayırım yukarıdaki tasnifin bir başka görünümüdür.
Fıkıh mezheplerine ve bazı fakihlere göre ayrıntıda görüş farklılıkları bulunsa da İslâm hukuk literatüründe had ile genelde Allah hakkı yani toplum hakkı olarak yerine getirilmesi gerekli olan, miktar ve keyfiyeti şâri (nas) tarafından belirlenmiş cezaî müeyyideler kastedilir.
Bu cezaî müeyyideleri gerektiren suçlara had suçları (cerâimü’l-hudûd), bazen da mecaz olarak had/hadler denilir. Kuran’da bu grupta dört cezadan söz edilir:
1. Zina edene 100 sopa (celde) vurulması. (bk. Nur 24/2)
2. İffetli bir kadına zina iftirasında bulunan kişiye seksen sopa vurulması ve ayrıca şahitliğinin kabul edilmemesi. (bk. Nur 24/4)
3. Hırsızın elinin kesilmesi. (bk. Mâide 5/38)
4. Silahlı gasp, yol kesme ve eşkıyalık gibi suçları işleyenlerin öldürülmesi, asılması, el ve ayaklarının çapraz kesilmesi veya sürgün edilmesi. (bk. Mâide 5/33-34)
Kuran’da yer almasa da hadislerde bu cezalar ya özel olarak adlandırılır ya da genel olarak had kelimesiyle ifade edilir. (bk. Buhârî, “Ḥudûd”, 12, 21, 27, 42, “Enbiyâʾ”, 54; Müslim, “Ḥudûd”, 8, 40; Ebû Dâvûd, “Ḥudûd”, 5, 10-12)
Bu cezaların had grubunda yer aldığında, had cezası olarak adlandırılmasında, kanun koyucu ve devlet başkanına bu cezaları azaltıp çoğaltma veya başka bir ceza türüne çevirme yönünde esasa müteallik bir takdir ve tasarruf hakkı tanınmayacağında İslâm hukukçuları görüş birliği içindedir.
Hangi tür suç ve cezaların had kapsamına dahil olduğu tartışması, cezaların af ve sulha konu olması veya kanun koyucunun takdirine bağlı olarak değişikliğe tâbi tutulabilmesi sonucunu doğrudan etkilediğinden büyük bir önem taşır. Bu yönde yapılan tartışmaların, Kuran’da zikredilen cezaî müeyyidelerden ziyade Hz. Peygamber (asm)’in söz ve uygulamaları ile belirlenip tatbik edilen suç ve cezalarda yoğunlaştığı görülür.
Bunun bir sebebi Resul-i Ekrem (asm)’in, cezası Kuran’da yer almayan herhangi bir suça sabit bir ceza uygulayıp uygulamadığı konusunda farklı rivayetlerin nakledilmesi, daha önemli diğer sebebi de Hz. Peygamber (asm) Efendimizin uygulamasının Allah hakkı için önerilmiş değişmez bir ceza (had) olmasının yanı sıra devlet başkanı sıfatıyla ve o günkü şartlara bağlı olarak kullanılmış bir takdir hakkı (tazîr) olması ihtimalini de taşıması ve bu konuda farklı yaklaşımların bulunmasıdır.
Zina
Zina suçu için Kuran’da öngörülen cezanın bekârlara tahsis edilip zina eden kimsenin evli olması durumunda taşlanarak öldürülme (recm) cezasına çarptırılması şeklindeki ayırımla zina eden bekârın ayrıca belli bir müddet sürgün edilmesi Hz. Peygamber (asm)’in emir ve uygulaması ile gündeme gelmiştir. (bk. Buhârî, Ḥudûd, 21, 30-32)
Recm cezasını meşru gören Ehl-i sünnet fakihleri onu aynı zamanda had cezası olarak adlandırmakta da görüş birliği içindedir. Bekara uygulanan sürgün cezası ise Hanefîlere göre değişmez bir ceza değil devletin takdirine bağlı olarak verilebilecek bir cezadır.
Kuran ve Sünnette şarap içme ve sarhoşluk açıkça yasaklanmış olmakla birlikte şarap içen kimseye Hz. Peygamber döneminde sayı ve keyfiyet bakımından farklı celde cezalarının ve ilave cezaların uygulanmış olması (Buhârî, Ḥudûd, 4), Hz. Ebu Bekir’in şarap içene kırk, Hz. Ömer’in ise sahabe ile yaptığı istişare sonunda seksen sopa vurdurması (Şevkânî, VII, 156-157), bu cezanın ne ölçüde had cezası sayılacağıyla ilgili tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Hanefî, Malikî ve Hanbeli fakihlerine göre şarap içene (sarhoşa) uygulanacak seksen celdenin tamamı had; Şâfiîlere göre ise ilk kırk celde had, ikincisi tazîr grubunda yer alır. Her iki taraf da şarap içene kırk veya seksen celde uygulanacağında sahabe icmaının bulunduğunu ileri sürer.
İrtidat, Dinden Çıkmak
İslam hukukçularının çoğunluğu, irtidad eden kimseye belli kayıt ve şartlarla da olsa ölüm cezasının uygulanmasını had olarak adlandırır ve değerlendirir. Bu cezaî müeyyide sınırlı birkaç hadise ve uygulama örneğine dayanıp (Şevkânî, VII, 216 vd.) üstelik bu konuda farklı yorumlara elverişli başka rivayetler de bulunmakla birlikte klasik doktrinde böyle bir temayülün oluşmasına fakihlerin tecrübe birikiminin, özellikle de Hz. Ebû Bekir dönemi irtidad olaylarının ve İslâm devletinin siyasî birliğinin korunması yönünde tedbir alma zaruretinin etkili olduğu söylenebilir.
Bununla birlikte Hz. Peygamber (asm) ve Hulefa-yi Raşidîn döneminde irtidadın mücerret bir din değiştirmeden öte yeni kurulmakta olan içtimaî dinî örgüyü ve siyasî birliği ciddi şekilde tehdit ettiği veya böyle bir tehlikeye zemin hazırladığı, bu sebeple dinden çıkana o günkü şartların gereği ve kullanılan idarî-siyasî takdir hakkının sonucu olarak böyle bir cezanın uygulandığı da ileri sürülebilir.
Nitekim bazı hukukçular, hadislerde mürtedin öldürülmesiyle ilgili bir gerekliliğin değil devlet başkanının takdirine bağlı olarak ruhsatın bulunduğunu, bu cezayı Resûl-i Ekrem (asm)’in tazîr cezası olarak uyguladığını söylerler. (Avva, Fî Uṣûli’n-niẓâmî, s. 161-166)
Klasik doktrinde, irtidad eden kimsenin öldürülmesi ilke olarak benimsenmekle birlikte kaynakların önemli bir kısmında irtidadın had grubunun dışında ayrı bir başlık altında ele alınması ve devlet başkanına diğer hadlere kıyasla çok daha fazla yetkiler tanınması böyle bir yorumu haklı kılabilir. (Mesela bk. Kudûrî, III, 181-213; IV, 148-149; Şîrâzî, II, 221-224, 265; İbn Kudâme, el-Muġnî, IX, 8, 34; Abdurrahman Şeyhîzâde, I, 592, 688; İbn Âbidîn, IV, 3, 221)
Hanefî fakihlerinden Şemsüleimme es-Serahsî, Kâsânî ve Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin eserlerinde irtidadı hadler arasında saymayıp devletler arası hukuk bölümünde ele almaları da dikkat çekicidir. (el-Mebsûṭ, X, 98; Bedâʾiʿ, VII, 134; Kenzü’d-deḳāʾiḳ, VII, 129)
İsyan, İhtilal
Meşru devlet başkanına karşı isyan ve ihtilâl (bağy) suçu, içinde birkaç suçu barındırabilen karma bir eylem olduğundan bunun hangi aşamasına ne tür cezanın uygulanacağı ve verilecek cezanın had mi tazîr mi olduğu İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır.
Bağy suçu ve cezasıyla ilgili olarak Kuran’da ve hadislerde doğrudan bir hükmün bulunmayışı, öte yandan bu eylemin suç mu yoksa zalim bir yöneticiye karşı bir cihad mı sayılacağı konusunun genelde mezheplere ve bakış açılarına göre değişen sübjektif bir değerlendirmeye dayanması, bu suç ve cezanın had grubunda yer almasını güçleştirmektedir.
Hanefî mezhebi hariç diğer üç Sünnî mezhebin kaynaklarının önemli bir kısmında bağyin had suçları arasında sayılması ise, kısas-diyet dışında kalan ve Allah hakkı olarak infaz edilen cezaları genelde had olarak adlandırma alışkanlığı, bağy suçunun diğer had suçlarını içinde barındırması durumunda işlenen alt suçlara had cezasının uygulanmasının kaçınılmaz oluşu, bazan da devlet başkanına çok geniş bir takdir hakkı tanımanın yol açacağı olumsuzlukları önleme gibi sebeplerle açıklanabilir.
Öte yandan bilhassa Hanefîlerde bağy, tazmin ve kısas sorumluluğu gibi bazı yönlerden adi suç değil olağan üstü durum ve savaş hukuku kapsamında görülmüş, diğer adi suçlara göre bir kısmı suçlu lehine birtakım farklı ve istisnaî hükümlere tâbi tutulmuştur. (Serahsî, IX, 127-128; İbn Kudâme, el-ʿUmde, s. 575-578; Abdurrahman Şeyhîzâde, I, 707-712)
Mesela el-Mebsûṭ, Bedâiʿu’ṣ-ṣanâʾiʿ ve Kenzü’d-deḳāʾiḳ’ta irtidad gibi bağyin de devletler arası hukuk (siyer) bölümünde ele alınması bu açıdan dikkat çekicidir.
İrtidad suçunun Hz. Peygamber (asm) ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde ortaya çıkışı ve cezalandırılış şekli, bağy suçunun mahiyeti ve suçlunun tâbi tutulacağı hukukî işlem ve cezaî müeyyide konularında doktrinde yer alan tartışmalar ve belirsizlikler dikkate alındığında Hanefîlerin genel çizgisine ve birçok çağdaş İslâm hukukçusunun kanaatine uyarak had suçlarının zina, kazf, hırsızlık, sarhoşluk ve eşkıyalık şeklinde beş temel suçla, had cezalarının da bunlar için Kuran ve Sünnette belirlenen cezalarla sınırlandırılması isabetli görünmektedir. (Kādîhan, III, 467; Abdurrahman Şeyhîzâde, I, 592; Zerkā, II, 605)
Kasani ve İbn Nüceym gibi bazı Hanefî fakihlerinin eşkıyalık suçunu hadler arasında saymamaları ise bu suçu hırsızlık suçunun ikinci türü (es-serikatü’l-kübrâ) kabul etmeleri sebebiyledir. (Bedâʾiʿ, VII, 90; Baḥrü’r-râʾiḳ, VII, 72)
Had Cezalarının Özellikleri
Kısas ve diyetle birlikte hadler, İslâm’ın muhafazasını esas aldığı beş temel değerin (akıl, din, can, ırz ve mal) korunması ilkesinin önemli bir parçasını teşkil eder.
Klasik dönem İslâm hukukçularının da ifade ettiği gibi kısas ve diyet cezası insan hayatını, şarap içme ve sarhoşluk için öngörülen ceza aklı, zina ve kazf suçlarına uygulanacak cezalar ırzı, hırsızlık suçuna verilecek ceza malı, irtidadın cezalandırılması dini, eşkıyalık ve bağy suçu için öngörülen cezalar da bu değerlerden birkaçını ve sonuçta kamu düzenini korumayı hedef alır.
Bu sebeple gerek kısas ve diyet gerekse had cezaları, İslâm’ın kötülüğü önleyip iyiliği hâkim kılma ilke ve gayretinin bir parçasını teşkil eder; İslâm toplumunda suçun işlenmesini en aza indirme, işlendiğinde ise suça denk bir ceza vererek hem şahsî hakları hem de toplum hukukunu, içtimaî yapıyı ve vicdanı koruma yönünde önemli bir rol üstlenir.
Bu iki grup cezanın tespiti yetkili mercilerin ve hâkim sınıfın takdirine bırakılmayıp şâri tarafından belirlenerek cezalandırmada hukukun üstünlüğü, eşitlik ve genellik korunmuş, cezalandırma siyasetinde tutarlılık ve devamlılık sağlanmış, ayrıca kanun koyucunun takdirine bırakılan tazîr suç ve cezalarının tespitine de örnek sunulmuştur. Bundan dolayı hadler, İslâm hukukunun Kur’an ve Sünnetin nassına dayanan kısmının önemli bir öğesini ve bariz bir özelliğini yansıtır.
Had suç ve cezaları gerek kısas ve diyete gerekse tazîr suç ve cezalarına göre bazı özellikler taşır.
- Adam öldürme ve müessir fiil suçları öncelikle suç mağduru kişilerin özel haklarını ihlâl ederken hadler ilk planda Allah yani toplum hakkını ihlâl eden suçlardır. İslâm hukuk düşüncesinde “Allah hakkı” tabiriyle belirli bir kişi ve zümreyi değil kamu yarar ve düzenini ilgilendiren haklar kastedilir.
Nitekim Hanefî usulcülerinden Abdülazîz el-Buhârî, Allah haklarının bütün âlemin genel yararıyla ilgili bulunduğunu, bu hakların Allah’a nisbet edilmesinin sırf Allah’ı tazim için olup gerçekte ise bunların toplumun bütün fertlerine ait olduğunu vurgulama ve şahısların keyfî müdahalelerine karşı onları koruma altına alma amacını taşıdığını belirtir. (Keşfü’l-esrâr, IV, 1255)
Bu sebeple kısas ve diyetin infazı şahsî hakkı, hadlerin yerine getirilmesi ise bütün toplumun hukukunu ilgilendirir.
Kısas ve diyette toplum hakkı, hadlerde ise şahsî haklar ikinci planda kaldığından kendi gruplarındaki suçun yargılama usulüne ve cezanın infazına doğrudan etki etmez; belki ayrı bir müeyyide ve tedbirle bu hakların da korunması cihetine gidilebilir.
Öte yandan tazîr cezasında kanun koyucuya geniş bir takdir hakkı verilmişken hadlerde bu çok sınırlı tutulmuş ve had suç ve cezaları nasla ayrı ayrı belirlenmiştir. Bu da hadlerin tazîrle farkını belirleyen temel nokta olmuştur. Karafî hadlerle tazîr arasında on farktan söz etmekteyse de (el-Furûḳ, IV, 177-183) bunların bir kısmı bu temel özelliğin tâli sonuçları, bir kısmı da ispat ve infaz prosedürüyle ilgilidir.
Özetle belirtmek gerekirse hadlerde hâkim kendi bilgisine dayanarak hüküm veremez; suçun usulüne uygun şekilde ispatının sağlanması gerekir. Hadlerde kanun koyucu ve devlet başkanının veya suç mağduru sayılabilecek tarafın af, sulh, cezada arttırma ve indirim yapma veya onun yerine başka bir ceza teklif etme gibi yetkileri yoktur.
Hadlerde şahsî haklar ikinci planda kaldığından ilgili olabilecek şahıslara da had cezalarında af, sulh, indirim veya değişikliği talep yönünde bir hak ve yetki tanınmamakla birlikte Şafiî ve Hanbelî fakihleri, hırsızlık ve kazf suç ve cezasında şahsî hakkı daha galip gördükleri için cezaya hükmedildikten sonra bile mağdurun suçluyu affetme yetkisine sahip olduğunu kabul etmişler, diğer fakihler ise bunu suçun mahkemeye intikal etmesine kadarki dönemle sınırlı tutmuşlardır.
Aynı türden had suçlarının bir araya gelmesi halinde tek bir ceza ile yetinilir.
Hadlerin infazı devletin yetkisi dahilinde olup infaz kamu adına yapılır; bu sebeple şahısların kural olarak infazı talep yönünde bir hakkı bulunmadığı gibi hadlerde mirasçılık da cereyan etmez.
Hadler prensip olarak şikayete bağlı bir suç değilse de hırsızlık ve kazf suçları kısmen istisnaî hükümler taşır.
Hadlerin ispatına ayrı bir titizlik gösterildiğinden ikrar edenin ikrarı ile bağımlı tutulmaması, şahitlerin cinsiyet ve sayısıyla ilgili bazı şartların aranması, suçun sübutunda şüphenin bulunması halinde suçun sabit görülmeyip cezanın uygulanmaması gibi ilkeler benimsenmiştir.
Başta Hanefîler olmak üzere fakihlerin önemli bir bölümünün kısas-diyet ve had cezalarında kıyası ve genişletici yorumu uygun görmeyişi, konuyla ilgili naslarda talîlin cereyan etmeyeceği anlamından ziyade kısas-diyet ve had cezalarını Kur’an ve Sünnette belirlenmiş şekliyle koruma altına alma, cezalandırmada kanuniliği ve genelliği sağlama, keyfî ve haksız uygulamaları önleme gibi amaçlar taşır.
Bütün bu özellikler, netice itibariyle diğer ceza türleri için de geçerli olan cezalandırmada kanunîlik, genellik, şahsîlik, şüpheden sanığın faydalandırılması, suç-ceza dengesinin korunması gibi ilke ve amaçları da korumuş olmaktadır.
Had Cezalarının Uygulanması
Had cezalarından amaç hem suçluyu tedib ve ıslah etmek, suçun işlenmesine ve tekrarlanmasına engel olmak, hem de toplumun hukukunu ve ortak değerlerini koruyup maşerî vicdanı tatmin etmek olduğundan bu suçların işlenmesini ve aleniyet kazanmasını önlemek kadar suçun karşılığı olan cezayı uygulamak da önem taşır.
Hz. Peygamber (asm), suçların mümkün olduğu ölçüde örtülmesini ve şüphe bulunduğunda hadlerin uygulanmamasını istemiş, suçunu itiraf etmek isteyenleri başlangıçta dinlemekten kaçınmış, diğer taraftan da “Allah’ın koyduğu cezalardan bir cezanın infazının yeryüzüne kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlı olacağını” ifade ederek, sabit olan bir suça gereken cezayı vermenin adalet ve rahmet olacağına işaret etmiştir. (İbn Mâce, Ḥudûd, 3)
İspat ve yargılamayla ilgili gerekli şartlara uyularak infaz edilen had cezası meşrû bir hakkın icrası demektir. Suçun nevine göre recm, celde, sürgün, el veya ayağın kesilmesi şeklinde uygulanacak olan hadlerin suçlu için mağfiret vesilesi ve günahına kefaret olacağı ümit edilir. (Buhârî, Ḥudûd, 8, 14; Tirmizî, Ḥudûd, 12)
Hadlerin devlet başkanı veya vekili tarafından uygulanması ilkesi, bu cezaların kamu adına infaz edilmesinin ve hadlerin infazına verilen önemin tabii sonucu olup bazı hadlerin infazında devlet yetkilisinin hazır bulunması da istenir.
Hadlerin toplum huzurunda ve alenen infazı ise hadlerin uygulanmasının ıslah edici ve suçun işlenmesini önleyici etkisinden azami ölçüde faydalanmayı amaçlar.
Cezanın ispatı için gereken şahitlik şart ve nisabının infaza kadar devam etmesinin, recm cezasının infazında şahitlerin hazır bulunması ve aktif görev almasının istenmesi, suçun ispatında her türlü şüpheyi önlemeye yönelik tedbirler olarak görülebilir.
Hadlerin infazında şüphesiz adalet ve hakkaniyet esastır. Suçlunun cezaya güç yetiremeyecek derecede hasta ve zayıf oluşu gibi durumlarda hadlerin infazı tecil edilebilir veya hafifletilebilir. Hz. Peygamber (asm)’in, zina eden çok zayıf ve ihtiyar bir sahabîye 100 celde yerine çok dallı bir ağaç parçasını vurmayı yeterli gördüğü, âdet gören cariyenin celde cezasını da özürlü hâlinin sona ermesine kadar tehir ettiği rivayet edilir (Ebû Dâvûd, “Ḥudûd”, 34; Şevkânî, VII, 126)
Hz. Ömer (ra)’in de kıtlık sebebiyle aç kalıp hırsızlık yapan kimselere had uygulamaması aynı anlayışın bir sonucudur.
Had Cezalarının Düşmesi
Hadlerde devletin veya suç mağduru sayılabilecek tarafın af, sulh ve şefaat yetkisi bulunmadığından bunların hadleri ıskat edemeyeceği açıktır.
Şüphe ise, haddi düşüren değil suçun sübut bulmasını engelleyen bir role sahiptir.
İspatında gösterilen titizlik ve suçun örtülmesi ilkeleri gereği suçlunun itirafı ile sabit olan zina, hırsızlık ve sarhoşluk suçlarının cezası suçlunun itirafından vazgeçmesiyle sakıt olur. Vazgeçmenin mahkeme kararından önce veya sonra olması sonucu değiştirmez.
Aynı şekilde şahitlerin ifadelerini geri almaları veya belli hadlerde şahitlerin infaz öncesinde ölümü de hadleri düşürür.
Suçlunun tövbesinin irtidad suçunda mutlak, eşkıyalıkta belli şartlarda cezayı düşürücü etkisi vardır.
Diğer hadlerde ise Hanbelîler ve bazı Şafiîler, suçlunun yakalanıp mahkemeye sevk edilmeden önce tövbe etmesinin belli şartlarda cezayı düşürdüğü, Hanefîler, hırsızın çaldığı malı yakalanmadan önce iade edip tövbe etmesinin haddi düşürdüğü görüşündedir.
Burada ilgili hadislerdeki yönlendirmeden de hareketle suçlunun ıslahına ve suçun aleniyet kazanmasının önlenmesine öncelik verildiği söylenebilir.
Kazf suçunda şahsî hak baskın olduğundan onun zaman aşımıyla düşmeyeceğinde görüş birliği varsa da zaman aşımının diğer hadlere etkisi âlimler arasında tartışmalıdır.
Fakihlerin çoğunluğu ile Züfer b. Hüzeyl gibi bazı Hanefîlere göre kısas ve diyet gibi hadlerde zaman aşımı cezayı düşürmez.
Hanefî fakihlerinin çoğunluğuna göre ise kazf haddi hariç diğer hadler zaman aşımıyla düşer. Hanefîlerin bu görüşü, suçun ispatında herhangi bir şüphe ve tereddüdün bulunmaması yönünde gösterdikleri titizlikten kaynaklanmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA
Meḳāyîsü’l-luġa, “ḥdd” md.
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ḥdd” md.
İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, I, 352-353.
Lisânü’l-ʿArab, “ḥdd” md.
Wensinck, el-Muʿcem, “ḥdd” md.
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥdd” md.
Tehânevî, Keşşâf, I, 285-287.
el-Muvaṭṭaʾ, “Ḥudûd”, 10.
Müsned, IV, 226.
Buhârî, “Büyûʿ”, 96, “Şüfʿa”, 1, “Şeriket”, 6, “Meġāzî”, 53, “Ḥudûd”, 4, 8, 12, 14, 21, 27, 30-32, 42, “Enbiyâʾ”, 54.
Müslim, “Ḥudûd”, 8-9, 40.
İbn Mâce, “Ḥudûd”, 3.
Ebû Dâvûd, “Aḳżıye”, 14, “Ḥudûd”, 1, 5, 10-12, 23-25, 34, 35-38.
Tirmizî, “Ḥudûd”, 12.
Kudûrî, el-Muḫtaṣar (Abdülganî b. Tâlib el-Meydânî, el-Lübâb içinde, nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1961, III, 181-213; IV, 148-149.
Mâverdî, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, Küveyt 1989, s. 285-290.
Ebû Ya‘lâ, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, Kahire 1966, s. 257.
Şîrâzî, el-Müheẕẕeb, Kahire, ts. (Matbaatü Îsâ el-Bâbî el-Halebî), II, 221-224, 265.
Serahsî, el-Mebsûṭ, IX, 36-205; X, 98, 124-136; XXIV, 2.
Kâsânî, Bedâʾiʿ, VII, 33, 90, 134, 140.
Kādîhan, el-Fetâvâ, III, 467.
İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire 1975, II, 456.
İbn Kudâme, el-Muġnî, Kahire 1969, IX, 8, 34.
a.mlf., el-ʿUmde, Mekke, ts., s. 575-578.
Şehâbeddin el-Karâfî, el-Furûḳ, Beyrut, ts. (Âlemü’l-kütüb), IV, 177-183.
Ebü’l-Berekât en-Nesefî, Kenzü’d-deḳāʾiḳ (İbn Nüceym, el-Baḥrü’r-râʾiḳ içinde), VII, 129, 150.
Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, IV, 1255.
Fîrûzâbâdî, Beṣâʾiru ẕevi’t-temyîz (nşr. M. Ali en-Neccâr – Abdülalîm et-Tahâvî), Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), II, 437; VI, 128.
İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr (Kahire), V, 2, 5, 186.
İbn Nüceym, el-Baḥrü’r-râʾiḳ, VII, 3, 72, 129.
Abdurrahman Şeyhîzâde, Mecmaʿu’l-enhur, İstanbul 1309, I, 592-712.
Şevkânî, Neylü’l-evṭâr, VII, 126,156-157, 161-162, 216 vd.
İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr (Kahire), IV, 3, 118, 221; V, 38-40.
Bilmen, Kamus, III, 187-304.
Zerkā, el-Fıḳhü’l-İslâmî, II, 605-613.
Abdülazîz Âmir, et-Taʿzîr fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Kahire 1969, s. 13-80.
Abdülhâliḳ en-Nevâvî, et-Teşrîʿu’l-cinâʾî fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye ve’l-ḳānûni’l-vażʿî, Beyrut 1974, s. 21-266.
M. Ebû Zehre, el-Cerîme, Kahire 1974, tür.yer.
a.mlf., el-ʿUḳūbe, Kahire 1974, tür.yer.
Karaman, İslâm Hukuku, I, 125-158.
Ebü’l-Meâtî Hâfız Ebü’l-Fütûh, en-Niẓâmü’l-ʿiḳābiyyü’l-İslâmî, Kahire 1976, tür.yer.
Ahmed el-Husarî, el-Ḥudûd ve’l-eşribe, Amman 1980.
Abdülkerîm Zeydân, el-Medḫal, Bağdad 1982, s. 399-414.
Muhammad Salim al-‘Awwa, “The Basis of Islamic Penal Legislation”, The Islamic Criminal Justice System (ed. M. Cherif Bassiouni), London 1982, s. 127-147.
a.mlf., Fî Uṣûli’n-niẓâmi’l-cinâʾiyyi’l-İslâmî, Kahire 1983, tür.yer.
Subhî el-Mahmesânî, en-Naẓariyyetü’l-ʿâmme li’l-mûcebât ve’l-ʿuḳūd fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Beyrut 1983, I, 117-135.
Abdülfettâh Mustafa es-Sayfî, Ḥaḳḳu’d-devle fi’l-ʿiḳāb, İskenderiye 1985, tür.yer.
Abdülazîz el-Hayyât, el-Müʾeyyidâtü’t-teşrîʿiyye, Beyrut 1986, s. 47-91.
M. Ebû Hasan, Aḥkâmü’l-cerîme ve’l-ʿuḳūbe fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Amman 1987, s. 221-419.
Abdülkādir Ûdeh, et-Teşrîʿu’l-cinâʾiyyü’l-İslâmî, Kahire 1977, I-II, tür.yer.
İbrahim Çalışkan, “İslâm Hukukunda Ceza Kavramı ve Had Cezaları”, AÜİFD, XXXI (1989), s. 367-397
bk. DİA Had. md.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet