Adalet konusunda en çok merak edilenler

1 Kul hakkı nedir?

Kul hakkı, geniş bir kavram. Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüzler maddî hukuk, kalp ve ruhuna verilen zararlar ise mânevî hukuk olarak değerlendirilmeli.

Kulun maddî hukukuna en büyük tecavüz, öldürme hâdisesi. İnsanın yaşama hakkına son verme, onun bu kâinatla olan bütün münasebetlerini bir anda kesip atma, kulu, Rabbine ibadetten alıkoyma, İlâhî eserleri tefekkürden, rahmanî nimetlere şükürden menetme cinayeti. Allah’ı tesbih eden yetmiş trilyona yakın hücrenin bütün bu tespihlerini bir kurşunla delip geçme yahut bir bıçakla kesip atma ihaneti.

Fıkıh âlimlerimiz katlin üç yerde câiz olduğunu söylerler.

- İmandan sonra küfre girme,
- Evli olduğu halde zina etme,
- Haksız yere bir insanın kanına girme.

Bunlar dışında insanın hayatına son verilemiyor.

“Kim bir nefsi, kısas yahut yeryüzünde fesat çıkarma sebeplerinin biri olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide, 5/32)

mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri, şu enteresan beyanda bulunur:

“Bir mâsumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için de olsa heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.” (Sünuhat)

Yâni, Allah’ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, Onun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli ile bütün insanların katli arasında fark yoktur.

İnsanoğlu her nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah’ın kulu olduklarını unutuyor. “Ben Allah’ın bir kuluna zulmedersem, Onun kahrına hedef olurum.” diye düşünemiyor. Bunun içindir ki, kendisine İlâhî ikazlar geliyor.

Bu rahmanî ikazlara tercüman olma sadedinde Allah Resulü  (asm.) de ümmetini defalarca ve değişik şekillerde ikaz etmiştir.

Sadece üç misâl:

“Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 63, Cihâd 180, Mezâlim 30, 35, Meğâzî 60; Müslim, İman 31)

Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59)
“Kaçmayarak, yalnız Allah’tan sevap bekleyip sabrederek, düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, borçlarından başka bütün günahlarına kefaret olur. Bunu bana Cibril söyledi.” (Müslim, İmara 117)

Bu son Hadis-i Şeriften çok önemli bir hakikat dersi alıyoruz: Şehitlik de kul hakkını kaldırmıyor.

Allah yolunda canını veren bir mümin bunun büyük mükâfatını görmekle birlikte, kullara olan borçlarından kurtulamıyor. Zira kul hakkının affını Cenâb-ı Hak kula bırakmış. Aynı şekilde, samimi tövbe eden bir müminin de geçmiş günahları affolunuyor, ama kul hakkı bu affa da girmiyor.

“Tövbekâr olanlar hakkında hukukullah dâvâsı takip edilmez. Ancak hukuk-u şahsiye dâvâsı kalır.” (bk. Hak Dini Kur’an Dili)

Meselâ, gıybet eden bir insan gıybet ettiği kimseden helâllik almadıkça bu günahın cezasından kendini kurtaramaz.

Kur’an-ı Hakîm’de, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tespit eden birçok âyetlerden sonra, “İşte bu Allah’ın hudududur, onu tecavüz etmeyin.” mealinde İlâhî ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududuna tecavüz olarak kabul ediliyor. Artık böyle bir cinayeti işleyen insan kime iltica edecek, kimden yardım dileyecektir?

İnsan, Allah’ın kulu olduğundan onun hukukuna riayetsizlik de İlâhî azabı netice veriyor ve bu noktada hukuklar birleşiyor.

Kendi parmağımızı niçin kesemez, hayatımıza neden kastedemeyiz? Çünkü, ne beden bizim ne de ruh. Haneyi harap etmeye de hakkımız yok, misafiri oradan çıkarmaya da. Yaparsak ne olur? Allah’ın mahlûkatında Onun rızası dışında tasarrufa kalkışmış oluruz. Bu ise hem hukukullaha karşı bir isyan, hem de kul hakkını ihlâldir. Demek ki aynı fiil ile iki hukuka birden tecavüz ediliyor.

2 Şahitlikte niçin bir erkek şahit yerine iki kadın şahit istenir?

İslam hukukunun temelini teşkil eden meseleler vahye dayanır. Ana hatlarıyla Kur'an'da yer alır. Yani hukuki esaslar kâinat Yaratıcısı tarafından tespit edilip tayin edilmiştir. Hangi devir, hangi iklim ve şartlar içinde yaşanırsa yaşansın bu esaslar toplumların huzur kaynağı ve rahat vesilesidir. Çünkü hükümler insan yaratılışına en uygun olanıdır. Kur'an'daki hükümler incelendiğinde, ilk göze çarpan husus bu hükümlerde insanın hem bedeni, hem de ruhi yapısının dikkate alınmış olasıdır.

Şahitlik meselesinde de bunu görmek mümkündür. Şahitlikle ilgili ayet-i kerimenin meali şöyledir.

"Erkeklerinizden iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa şahitlerden razı olacağınız bir erkek; biri unuttuğunda, şaşırdığında diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir..."(Bakara, 2/282)

Demek ki, buradaki esas mesele kadının yaratılışı ile doğrudan alakalıdır. Onun psikolojik yapısının bir gereğidir. Kadının esas mizacı heyecandır ve heyecanlarıyla yaşar. Bunun için düşünceler, aklından çok kalbine işler, tesirleri de o şekilde gelişir. Hadiseler karşısında pek tarafsız kalamaz. Merhamet ve şefkat tarafı ağır bastığından hadiselere sezgisiyle yaklaşır.

Bu hususiyetlerinden dolayı Kur'an, "Kadınlar unutabilirler, onun için şahitlikte onlara bir yardımcı verilmeli." diyor. Bunu, kadını yaratan Yüce Allah ifade buyuruyor. Öyle ise bu değişmeyen bir kaidedir. Kadınların içinde unutkan olmayan, bazı erkeklerden daha güçlü hafızaya sahip olanlar yok mudur? Şüphesiz vardır, ama umumi olarak kadınlarda bu psikolojik hal daha çok görülür. Hadiseyi akıllarında fazla tutamamaları normaldir.

Diğer yandan, kadın daha çok içe dönüktür. Kendine has bir dünyası vardır. Gün boyu ev işleriyle iç içedir. Çocuklarının bakımı ve terbiyesi ile meşguldür. Ticaret, alışveriş, iş hayatı siyasetle çok az kadın ilgilenir. Dış dünyanın bu kadar uzağında olan bir kadın hariçte olan hadiselere nasıl vakıf olacak, mahiyetlerini nasıl öğrenecek, aklında nasıl tutacak, şahitliğini ne nispette tam yapabilecektir?

İslamiyet şahitlik meselesinde kadına erkek kadar bir mükellefiyet yüklemeyip, iki kadının şahitliğini, bir erkeğe denk tutmakla onun hakkını zayi etmemiş, aksine onu korumuş, bir günaha düşmesini önlemiştir. Çünkü şahitlik büyük mesuliyet gerektiren bir iştir, ağır bir vazifedir.

Bu hususta bir ayet-i kerimede şöyle buyrulur:

"Şahitliği gizlemeyin. Onu kim gizlerse şüphesiz kalbi günahın acısından sızlar. Allah işlediklerinizi bilir."(Bakara, 3/283)

Hadis-i şeriflerde şahitliğin ne kadar mühim bir mesuliyet taşıdığına işaret edilirken, yalancı şahitliği de büyük günahlar arasında zikredilir.

Evet, İslamiyet kadını büyük günahlara düşmekten korumuş, onun bazı zaaflarına kapılıp, heyecanlanarak yahut hissi davranarak yalancı şahitlik gibi bir günaha girmesine mani olmuştur. Yanına bir yardımcı kadın vererek bunun tedbirini almıştır. İşte bundan dolayı bazı şahitliklerde iki kadın bir erkek yerine geçmektedir.

Bazen kadınlar şahitlik yapacağı meselede kıskanç davranabilir, rekabet hissi baskın gelebilir. Bunun için hadisenin bazı taraflarını gizleyerek, adaletin tecellisine gölge düşürebilir. Fakat iki kadın şahitlik yaparsa, birisinin gizlediğini öbürü açığa vurarak şüpheler ortadan kalkmış olur.

Diğer taraftan, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine eşit tutulması, hiçbir zaman kadının erkeğin yarısına eşit olduğunu göstermez. Çünkü bu sadece şahitlik meselesinde her türlü teminatın bulunmasına önem verildiğinin bir göstergesidir. Kadın hangi çeşit davalarda şahitlik yapar, hangilerinden muaftır, hangilerinde erkeğin yarısı sayılır?

İslam hukuku, zina, içki ve hırsızlık gibi had cezalarını gerektiren suçlarda ve kısas gibi cezalarda kadını muaf tutmuş, onun şahitliğini kabul etmemiştir. Bu davalardan zina cezasında dört erkeğin, diğerlerinde ise iki erkeğin şahitliğini esas almıştır. Alışveriş, ticaret, nikâh, talak gibi muamelata giren davalarda ise iki erkek yoksa, bir erkekle iki kadının şahitliğini şart koşmuştur.

Fakat erkeklerin vakıf olamayacağı, bekaretin tespiti, doğum anında anne ve çocukla ilgili vuku bulacak hallerde, süt kardeşliğinin tespiti gibi meselelerde tek kadının şahitliği de kafi gelmektedir. Hatta, Hz. Ömer boşanma hadisesinde bile bir kadının şahitliğini kâfi görmüştür. Çünkü şahitlikte asıl mesele hakkın zayi olmaması, adalete gölge düşürülmemesi, hakkın tecelli etmesidir.

Had cezalarında ve kısasta kadının şahitliğine müracaat edilmemesinin bir hikmeti, bu çeşit meselelerde en ufak bir şüpheye mahal verilmemesi hassasiyetidir. Çünkü kısas gibi bir davada eksik bir beyanla, bir hak zayi olabilecek veya bir insanın kısas edilmesi söz konusu olacaktır. Kadınlardaki unutkanlık ve hislerine mağlup olmak gibi bir arıza, bu meseleye gölge düşürebilir.

3 Öldürmenin caiz ya da farz olduğu durumlar hakkında bilgi verir misiniz?

Başkasının hayatına kıymak, katl. Cinayet, bir terim olarak insanın hayatına ve vücut tamlığına karşı işlenmesi yasaklanmış fiillerdir. Cinayet, öldürme ve yaralama olmak üzere iki kısma ayrılır. Öldürme, dünya ve ahirette cezayı gerektiren bir fiildir. Dünyadaki cezası kısas, ahiretteki ise cehennem azâbıdır. Çünkü o, dünyada Allah'ın yaratmasına tecavüz, toplumun ve toplum hayatının emniyetini tehdid eden bir fiildir.

Kur'an-ı Kerim'de adam öldürmenin haram olduğunu bildiren birçok ayet vardır. Bu ayetlerin birinde şöyle buyurulur:

"Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça kıymayın. Kim mazlum olarak öldürülürse biz onun velisine (mirasçısına hakkını isteme konusunda) bir yetki vermişizdir. O da öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar kılınmıştır." (İsrâ, 17/33)

Âdem (a.s.)'ın oğlu Kâbil'in Hâbil'i öldürme suçu, öldürmenin insanlığa tecavüz anlamına gelen bir suç olduğunu gösterir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

"Bu yüzden İsrâiloğullarına şu gerçeği hükmettik: Kim bir canı, bir can karşılığında veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmaksızın, öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur." (Mâide, 5/32)

Katil için kısas cezası şu ayetle sabittir:

"Ey iman edenler, öldürenler hakkında size kısas (misilleme) yazıldı. Hür hür ile; köle köle ile; dişi dişi ile kısas edilir. Fakat öldürenin lehinde, öldürülenin kardeşi (velisi) tarafından cüz'î bir şey af olunursa kısas düşer. Artık örfe uyarak, maktulün velisine güzellikle ödemede bulunmak gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve esirgemedir. O halde kim bu aftan ve diyetin edâsından sonra, katile veya yakınlarına karşı tecavüzde bulunursa, onun için pek acıklı bir azap vardır. Ey akıl sahipleri kısasta sizin için bir hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız." (Bakara, 2/178-179)

Kısas hükmü, geçmiş semâvî dinlerde de yer almıştır:

"Biz onda (Tevrat'ta) onların üzerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır. Sonuç olarak yaralar birbirine kısastır. Fakat kim bu hakkını bağışlarsa, o kendisine keffârettir. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse onlar zalimlerin ta kendileridir." (Mâide, 5/45)

Kur'an-ı Kerim, başkasını kasden öldüren katil için bir ceza daha bildirir:

"Kim bir mümini kasden öldürürse, cezası içinde ebedî kalıcı olmak üzere cehennemdir. Allah ona gazabetmiş ve lânet etmiştir. Ve ona büyük bir azap hazırlamıştır." (Nisâ, 4/93)

Hadiste, kişinin ancak üç durumda ve hâkim kararıyla öldürülebileceği bildirilmiştir. Hz. Peygamber (asm.) şöyle buyurmaktadır:

"Müslümanın kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur. Zina eden evli, cana karşılık can, dinini terkeden ve İslâm toplumundan ayrılan kimse." (Buhârî, Diyet, 6; Müslim, Kasâme 25; Ebû Davud, Hudud, I; Tirmîzî, Hudud, 15)

Bu hadisi İbni Mesud (ra) rivayet etmiştir. Başka bir rivâyet şöyledir:

"Kişinin kanı üç durumda helâl olur: İmandan sonra kâfir olan yahut evlilikten sonra zina eden yahut da haksız yere bir cana kıyan kimse."

Katlin ve intiharın haramlığı konusunda çeşitli hadisler nakledilmiştir:

"Bir müminin öldürülmesi, Allah katında, dünyanın sona ermesinden daha büyük bir olaydır."

"Şüphesiz, sizin kanlarınız ve mallarınız; bu gününüzün, bu ayınızın ve bu beldenizin haram olduğu gibi birbirinize haramdır." (Buhâri ilim, 37; Hacc, 132; Hudûd, 9; Müslim, Hacc, 147; Tirmîzî, Fiten, 6)

Kasden öldürmenin cezasını hadis tesbit etmiştir. Hz. Peygamber (asm.) şöyle buyurdu:

"Kasden öldürmede kısas vardır. Ancak, maktulün velisinin affetmesi halinde durum değişmektedir."

Yani başkasını kasden öldüren, maktulün akrabaları tarafından affedilmedikçe ona kısas uygulanması gerekir.

Kasden adam öldüren kimse asî ve fâsık olur. Onun işi Allah'a kalmıştır. Dilerse ona azap eder, dilerse bağışlar. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre katilin tövbesi makbûldür. Böyle diyenlerin delilleri şu ayetlerdir:

"Şüphesiz Allah, kendisine şirk (ortak) koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar." (Nisâ, 4/48, 116)

"Şüphesiz Allah bütün günahları mağfiret eder." (Zümer, 39/53)

İbn Abbâs (r.a.) katilin bağışlanabileceği konusunda aksi görüştedir. Çünkü birisini kasten öldürenin cehenneme gireceği, Nisâ sûresi 93. ayetle sabittir. Diğer yandan yüz kişi öldüren kimsenin tövbesinin bile kabule şayan olduğunu bildiren hadis-i şerif malûm ve meşhurdur. (Buhâri, Enbiya, 54; Müslim, Tevbe, 46-47). Kâtilin, sürekli cehennem ateşine gireceğini bildiren ayetin, tövbe etmeden ölmesi haliyle ilgili olduğu, yahut durumunun Cenâb-ı Hakk'ın dilemesine bağlı bulunduğu öne sürülmüştür.

Şâfiî mezhebi, öldürmenin hükümlerini beş kısma ayırır: Farz, haram, mekruh, mendub ve mubah.

1. Farz: Mürted (dinden çıkan)'ın tövbe etmediği ve düşman savaşçısının İslâm'a girmediği yahut cizyeyi vermediği zaman öldürülmesi farzdır.

2. Haram: Kanının dökülmesi caiz olmayan masum kimsenin öldürülmesi haramdır.

3. Mekruh: Bir kimsenin, kâfir olan hasmını Allah'a ve Resulüne sövdüğü zaman onu öldürmesi mekruhtur.

4. Mübah: Kısas tatbik edilecek kimseyi veya devlet başkanının savaş esirini öldürmesi mubahtır. Çünkü o maslahata göre öldürüp öldürmemekte serbesttir. Nefis müdafaası için saldırganı öldürmek de mubahtır.

Dört büyük mezheb imamı, öldürmenin mübah olduğu halleri şu şekilde sıralarlar:

Bir kimse yabancı birisinin evine girdiğini; yabancı bir erkeği karısı veya yakın akrabası ile zina ederken görse onu öldürmesi helâldir. Katile kısas gerekmez. Zina, erkekle kadının rızası sonucu oluşmuşsa, Hanefi ve Hanbelîlere göre kadının kocası onları suçüstü yakalaması halinde her ikisini de öldürebilir. Eğer erkek, kadını zinaya zorlamışsa kadının bu erkeği öldürmesi mübah görülmüştür.

Ahlakı bozmaya çalışan insanları cezalandırmak veya zina edenlere gereken cezayı vermek devlet yetkililerinin vazifesidir; halk kendisi bu cezayı veremez. Devlet yetkilileri ceza vermedikleri takdirde onlar mesul olur. Ancak bir Müslüman kardeşimize bir kötülüğün yapıldığını gören kimse, elbette ona engel olamaya çalışacaktır. Bu bir ibadettir. Elinden geliyorsa devlet yetkililerine teslim edip şahit olarak cezalandırılmasını da sağlayacaktır. Ancak ona kendisi ceza veremez.

4 İslam'ın kul hakkına verdiği değeri anlatır mısınız?

İslâm dininde, insanın hayatı gibi, inancı, namusu, hürriyeti, malı, mülkü, şeref ve haysiyeti de muhafaza altındadır. Zira insanın dünya ve ahiretteki huzur ve saadeti bunlara bina edilmiştir.

Kulun maddî yahut manevî hukukuna riayet etmemek, Allah katında büyük bir suçtur ve İlâhî affın dışında bırakılmıştır. Yani, bir kulun hukukunu çiğneyenleri ancak o kul affedebilir. Kul, hakkını almadıkça yahut hakkından vazgeçmedikçe Allah o suçu affetmemektedir. İslâm dininde herkes birbirinin hukukuna saygı göstermekle sorumludur.

İnsan toplum hayatı süren bir mahluktur. Şu hâlde insanlar arasında sayılamayacak kadar içtimai münasebetler vardır. Bu münasebetlerin hak ve adalet üzerine kurulu olması gerekir. Aksi hâlde, kul hakkına tecavüz ve zulüm ortaya çıkar.

Kur'an-ı Kerim kulun manevî hukukunu o kadar muhafaza eder ki, müminlere suizannı (müminin hareketlerini kötüye yormayı), tecessüsü (başkasının hatalarını araştırmayı) ve gıybeti yasaklar.

Ey inananlar! Zandan çok sakının, zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayın; kimse kimseyi çekiştirmesin; biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?”(Hucurat, 49/12)

Şimdi insafla düşünelim: Gıybeti ve suizannı bile yasaklayan bir din hiç anarşiye, teröre, haksız yere adam öldürmeye müsaade eder mi?

5 İslam'ın adalet anlayışı nasıldır?

Allah Teala Hazretleri bir ayet-i kerimede;

“Muhakkak, Allah, adaleti, iyiliği, yakınlara yardım yapmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar.” (Nahl, 16/90)

buyuruyor. Demek ki, Cenab-ı Hakk zulme ve bozgunculuğa razı değildir.

Adil-i mutlak olan Allah, zalimlerin yaptıklarından asla gafil değildir ve zulüm ve ihanet edenler, şüphesiz İlahi adalet önünde hesaplarını en ince teferruatına kadar vereceklerdir.

Yine başka bir ayet-i kerimede zalimlere değil taraftar olmak, onlara kalben meyletmenin ve zulümlerini hoş görmenin bile ne kadar tehlikeli olduğu şöyle anlatılır:

“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş (cehennem azabı) size dokunur.”( Hud, 11/113)

Bir ayet-i kerimede de,

“Muhakkak, Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 4/58)

buyurulur. Burada dikkat çekici bir nokta, adalet konusunda “müminler” denilmeyip “insanlar” denilmesidir. Buna göre, dost ve düşman ayırt edilmeksizin herkese adaletle muamele etmek gerekmektedir.

Nitekim şu ayet-i kerime de aynı hakikati ders verir:

“Kim zerre kadar hayır işlese onu (karşılığını) görecek. Her kim zere kadar şer işlese onu (karşılığını) görecek.” (Zilzal, 99/7-8)

İslam’da adaletin önemli esaslarından biri de, birisinin hatası ile başkalarının, akraba ve dostlarının, milletinin ve devletinin sorumlu tutulamayacağıdır. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim'de;

“Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez.”(Fâtır, 35/18)

buyurur. Herkes kendi günahının cezasını çeker. Cinayeti kim işlemişse, cezayı da ancak o çekmelidir ve çekecektir. Şu var ki, bir insan bir başkasının günah işlemesine sebep olmuşsa, bu durumda hem günahı işleyen, hem de o günaha sebep olan kişi ceza göreceklerdir.

Cenab-ı Hak, kullarının birbirlerinin hukuklarına tecavüz etmemeleri için Kur’an-ı Kerim’de birçok sınırlar belirlemiş ve bunları “Allah’ın hudutları” diye tanımlamıştır. Bu sınırları aşanların zalim olacaklarını ve İlâhî azaba uğrayacaklarını, tehdit ile, ders vermiştir.

Peygamberimiz de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:

“Allah dünyada insanlara azap edenlere azap eder.” 

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de adalet ile hükmetmeyen zalim kavimlerin akıbetlerinin çok kötü olacağını bir çok ayette haber veriyor. Bunlardan, misal olarak, iki tanesini nazara verelim:

“Nice kasabaların halkını haksızlık yaparlarken yok ettik. Artık damları çökmüş, kuyuları terk edilmiş, sarayları bomboş kalmıştır.” (Hac, 22/45) 

“Halkı zalim olan nice kasabaları kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka milletler var ettik.” (Enbiya, 21/11)

İslâm dini başka dine mensup olan insanların da hak ve hukukuna riayet edilmesini emreder. Sulh halinde, onların hakları da aynen Müslümanların hakkı gibi saklıdır, koruma altındadır. Nitekim, Hanefi mezhebinde, “sulh halinde, Müslüman olmayan bir insanı haksız yere öldüren bir Müslüman’a da kısas uygulanır”, yani o da ölüme mahkum edilir.

Peygamberimiz bu gibi kimseleri bir hadis-i şerifinde şöyle tehdit etmektedir:

“Kim bir zımmiye eziyet ederse, ben onun hasmıyım (düşmanıyım). Ben kimin hasmı olursam, ahirette onun yakasını tutarım.” (Keşfü’l Hafa, II/218, hadis no: 2341)

Gerçek bu iken, İslâm’ın ruhundan uzaklaşmış bazı Müslümanların terör ve zulme bulaşmalarının kaynağını, dinde değil, onların cehaletlerinde ve nefse mağlup olmalarında aramak icap eder.

Malumdur ki, insan hatadan hâli değildir; işlediği bir hata ancak onu mahkum eder. Bu şahsî hata yüzünden onun dinini sorumlu tutmaya kalkışmak, insaf ve adalet ölçülerine sığmaz.

Bu konuda çok önemli bir noktaya da kısaca değinmek icap ediyor:

Müslümanların gerçek İslâmiyet’i, asli kaynaklarından öğrenip yaşamalarına mani olan ve onları sefahate teşvik ederek dinden uzaklaştıran ve ülkelerini insafsızca sömürerek onları fakirliğin pençesine düşüren mihraklar, bu kimselerin anarşi afetine düşmelerinden birinci derecede sorumludurlar. Bu menfaat şebekelerinin, başkalarını suçlamak yerine, bir nefis muhasebesi yapmaları ve vicdanlarını sorgulamaları daha isabetli olur.

6 Boynuzsuz koyun boynuzludan hakkını alacak, hadisini açıklar mısınız?

Hayvanlarda cüz’i irade vardır. Çünkü, siz bir hayvana güzel davrandığınız zaman size korkmadan yaklaşır; kötü davranıp dövdüğünüz zaman sizi gördüğünde sizden kaçar. Buradan da anlıyoruz ki, hayvanların cüz’i iradesi vardır. Fakat teklifi iktiza edecek kadar değildir. Yani insanların taşıdığı “ibadet ve Allah’a itaat hususunda isterse yapar istemezse yapmaz” iradesi cinsinden değildir.

Şerita kanunlarını ikiye ayırmak mümkündür. Bunlardan biri şeri kanunlardır. Bunlardan insanlar sorumludur.

Diğeri ise fıtri kanunlardır. Yer çekimi kanunu, ateşin yakma kanunu gibi. Kendini boşluğa bırakan yere düşer ve acıyla peşinen cezasını çeker.

İşte vahşi hayvanların helal rızıkları leşlerdir. Ayrıca birbirlerine tecavüz edemezler. Bu fıtri kanun onlara ilham ile bildirilmiştir. Yaratılışından gelen bir his ile onlara bildirilmiştir. Nasıl ki bir kuş yaşamının gereklerini ilham ile öğrenir. Onun gibi yaşamında yapması gerekli şeyler de fıtri olarak ilhamen bildirilir.

Bu nedenle canlı hayvanlara zarar veremezler, güçlüyüm diye zayıfı ezemezler. Böyle yapan bir hayvan ya dünyada ya da ahiretin haşir meydanında cezasını çeker. Akıl omadığı için de cehenneme girmezler.

- Hayvanlar ilhama nasıl mazhar olurlar?

Hava karardığında bir ağacın dalları arasına saklanan serçelerden, yuvalarına dönen karıncalara, bir kaya parçasının kuytuluklarında gizlenen balıklardan, ormanın izbe bir köşesinde kendine emniyet arayan ceylana kadar her canlıyı sevk ve idare eden ayrı bir âlem. Hepsi bir ilham ile, bir sevk-i kaderî ile geceleyeceği yeri en güzel biçimde belirliyor. Ertesi gün, güneşin ilk huzmelerinin ufukta belirmesiyle birlikte başlayan çeşitli, karmaşık, müthiş bir mesai. Görevlilerin hepsi bir his ile yola çıkar, bir tarafa yönelir, uçar, koşar, yürür, yüzer... Ama hiçbiri nereye gittiğini, saatin kaç olduğunu, kaç saat mesai yapacağını, ne zaman yuvasına döneceğini bilmez. Ama hepsinin de işi mükemmel görülür: İlhamla...

Hayvanlar, kendilerine ilham eden Rablerini, yine ilhamla bilirler. Bir hayvan, kendisinin ne olduğunu, kaç ayağı bulunduğunu, midesini, ciğerini bilmese bile var olduğundan haberdardır. Ve bu varlığı korumak ister. Elinden almaya kalkışırsanız sizden kaçar. İşte kendi varlığını ilhamen bilen ve bundan memnun olan her canlının kalbinde, bilemeyeceğimiz bir keyfiyette, bu ihsana teşekkür duygusu mevcuttur. Evet, kendini bilenin Rabbini de bilmesi gerekir. Bu mânâ, hayvanların hepsinde geçerlidir. Lâkin Rablerini bilişleri de kendilerini bilmeleri gibi, çok cüz’îdir, ama gerçektir.

Göz göze geldiğimiz herhangi bir hayvan, bizim ruh dünyamızı bilmekten ne kadar uzak ise, biz de onun iç âlemini bilmekten o kadar uzağız. Bizim bildiğimiz, onun sadece bedeni ve organlarıdır. Kanında nelerin yüzdüğünü bilsek bile, içinden nelerin geçtiğini bilemeyiz. Öyle ise, iç âlemlerinin cahili olduğumuz canlıların, Rablerini bilmediklerini nasıl iddia edebiliriz?

- Hayvanların mahşerdeki durumu nasıl olacak?

Canlıları zîhayat (canlı), zîruh (ruh sahibi) ve zîşuur (akıl ve şuur sahibi) olarak üçe ayırırsak, bitkiler sadece zîhayattır, canlılar içinde yer alır. Hayvanlar ise hem zîhayat, hem de zîruhturlar. İnsanlar, melekler ve cinler ise hem zîhayat hem zîruh hem de zîşuurdurlar. Bunların içinde ise insanlar ve cinler mükellef varlıklardır; Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla vazifelidirler, hayatları boyu bir imtihana tâbidirler. Ölünce de ya cennette veya cehenneme gireceklerdir.

Hayvanlar ise akıl ve şuur gibi kendilerine mesuliyet yükleyecek duygulardan mahrum olduklarından, günah-sevap, hayır-şer, cennet-cehennem gibi mefhumlar onlar için söz konusu değildir.

Tek hücreli varlık olan amipten balinaya varıncaya kadar bütün hayvanlar ruh sahibidirler. Esas itibariyle ruhun kendisi bâkîdir, ölmez, yok olmaz, bozulmaz. Ruhun geçici olarak misafir olduğu vücut ise ölür, dağılır, gider.

Kur’ân-ı Kerim'de de açıkça ifade edildiği gibi, ruh Cenab-ı Hakk'ın emri, kudreti ve tasarrufu altındadır. Ruh üzerinde Allah’tan başka hiçbir varlık tasarrufta bulunamaz. Onu yaratmak Allah’a ait olduğu gibi, muhafaza etmek de Allah’a aittir.

Mahşerdeki duruma gelince; esas olarak mahşerde iki sınıf mahlukat diriltilecek, hesaba çekildikten sonra ebedî yurdu belli olacaktır. Bunlar insanlar ve cinlerdir.

Hayvanların durumu ise tamamen farklıdır. Onlar da diriltilecek, mahşer yerine getirileceklerdir. Bu hususta iki âyet meâli şöyledir:

“Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında”(1)

“O öyle bir gündür ki, insan kendi eliyle işlediklerine bakar. Kâfir de, ‘Ne olurdu’ der, ‘ben bir toprak olsaydım.' (2)

Bu âyetlerin tefsirinde Abdullah bin Ömer, Ebû Hüreyre ve İmam Mücahid’in rivayetlerine göre, Cenab-ı Hak mahşer gününde hayvanları da diriltip huzuruna getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek, sonra da onlara, “Toprak olun!” buyuracak, sonunda onların hepsi de toprak olacaklardır. Hayvanların bu haline gıpta ile bakan kâfirler, Allah’tan, kendilerini de toprak yapmasını isteyeceklerdir. (3) Fakat insanlar cezasını çekeceğinden hayvan gibi muamele görmeyecektir.

Hayvanlar her ne kadar mükellef varlık olmasalar da onlar da belli nisbette haklaştırılacaklardır. Nitekim bir hadiste Peygamber Efendimiz (asv),

“Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas sûretiyle hakkı alınacaktır.”

buyurarak âhirette hiçbir haksızlığın karşılıksız kalmayacağını bildirirler. Yine hadis âlimlerinin ifadesine göre, karınca karıncadan hakkını alacaktır. (4)

Bediüzzaman da bu meseleyi şöyle izah eder:

“Gerçi cesetleri fena bulur, fakat ervahları (ruhları) bâki kalan hayvanat mâbeyninde (hayvanlar arasında) da onlara münasip bir tarzda dar-ı bekada mücâzat (ceza) ve mükâfat vardır.” (5)

Evet, hayvanların ruhu bâki kalacak, Cenab-ı Hak onların ruhunu muhafaza edecektir. Fakat ruh Allah’ın emir ve iradesi altında bulunduğundan nasıl muhafaza edileceğini ancak O bilir.

Dipnotlar:

1. Tekvir Sûresi, 5.
2. Nebe Sûresi, 40.
3. bk.Taberi, Nebe 40. ayetin tefsiri)
4. Tirmizî, Kıyâmet, 2; Elmalılı Hamdi Yazır. Hak Dini Kur'an Dili, 8:5599.
5. Lem'alar, (Osm.) s. 887.

7 Allah çok insanlara, araba, apartman, mal, mülk, şan, şöhret vermiş. Bazı insanlara da fakirlik, dert, musibet, elem, keder vermiş; sonraki insanlar çok mu kötü, yoksa Allah öbürlerini çok mu seviyor?

Böyle bir soru, ancak öğrenmek maksadı ile sorulabilir. Yoksa başka türlü günaha girilmiş olur. Esasen, içinde böyle bir derdi olan insanın da bunu sorması lâzımdır.

Allah (C.C) dilediğine at, araba, han, hamam, taksi, apartman verir; dilediğine de fakr u zaruret. Fakat, bütün bunlarda, âile ve sâireden gelen bazı sebepler de inkâr edilmemelidir. Meselâ, bir insanın mal kazanma dirâyet ve kiyâsetini inkâr etmek mümkün olmadığı gibi, kendi devrinin şartları içinde kazanma yollarını bilmesi de kazanç sebebi olması bakımından inkâr edilemez. Bununla beraber Allah (C.C), bazı kimseler, liyâkat izhar ettiği halde, yine onlara mal-menâl vermiyor. Mâmâfih, zayıf bir hadis-i şerifde; "Allah, malı istediğine, ilmi ise isteyene verdiği" ifade edilmektedir ki, mevzûmuz itibariyle oldukça manidardır...

Bir de mal-mülk mutlaka hayır sayılmamalıdır. Evet, bazen Allah (C.C) mal-menâl, dünyevî huzur ve saadet isteyenlere, istediklerini verir; bazen de vermez. Ama, Allah'ın (C.C) hem vermesi, hem de vermemesi hayırlıdır. Zira, sen iyi bir insan ve verileni de yerinde kullanacak isen, senin için hayırlıdır. İyi bir insan değil ve istikametten de ayrılmış isen, Allahın vermesi de vermemesi de senin için hayırlı değildir.

Evet, istikametin yoksa, fakirlik senin için küfre bir vesiledir. Çünkü, seni Allah'a karşı başkaldırmaya sevk eder de her gün Ona karşı bir isyân bayrağı açarsın. Yine, şayet sen istikamette değilsen; kalbî ve ruhî hayatın da yoksa, senin zenginliğin senin için bir belâ ve musibettir.

Şimdiye kadar çok kimseler bu imtihanı kaybetmiştir. Nice servet sahibi kimseler vardır ki, servet içinde yüzdükleri hâlde, nankörlüklerinden ötürü, kalplerinde tecellîden en ufak bir parıltı ve aydınlık yoktur.

Binâenaleyh, bunlara Cenab-ı Hakk'ın mal ve menâl vermesi bir istidraçtır. Dolayısıyla da sapmalarına bir vesiledir. Ama bunlar, her şeyden evvel ruhî ve kalbî hayatlarını öldürdükleri ve Allah'ın verdiği fıtrî kabiliyetleri çürüttükleri için, buna müstahak olmuşlardır.

Bu arada, Efendimizin (S.A.V) şu hadislerini kaydetmek de yerinde olur.

"İçinizde öyleleri vardır ki, ellerini kaldırıp Allaha kasem ettikleri zaman, Allah (C.C), onların yeminlerini yerine getirir. Ve yeminlerinde hânis kalmaz. Berâ İbn-i Mâlik. onlardan birisidir."

Halbuki Enesin kardeşi Berâ'nın ne yiyeceği ne de yatacak bir yeri yoktu, kût-u lâyemûtla yaşıyordu. Işte, Berâ gibi saçı başı karışık, nice pejmûrde görünüşlü ve perişan sayılacak kimse vardır ki, onlara büyük insanlar nazarıyla bakılmış ve kalplerinin büyüklüğü, içlerinin aydınlığıyla değerlendirilmişlerdir. Ve işte bunlardır ki, Resûl-ü Ekrem (S.A.V) diliyle, yemin etseler, Allah yeminlerinde yalan çıkarmayacağı kişiler olarak vasıflandırılmışlardır.

Onun için; müstakilen ne servet ne de fakirlik bir felâket, veya nimet sayılmamalıdır. Belki yerine göre fakirlik, Allahın en büyük nimetlerindendir. Allah Resûlü (S.A.V) irâdesiyle fakirliği ihtiyar buyurmuş.

"Emâ terdâ en tekûne le hümüd-dünyâ ve lenâI-âhiretü. (İstemez misin dünya onların olsun, âhiret bizim.)"

buyurmuşlardır. Hz. Ömer, dünya servetleri devlet hazinesine aktığı hâlde, bir fakir insan gibi, kût-u lâ yemûtla geçinmiş ve fazlasını istememiştir.

Ama, öyle fakirlik de vardır ki, -Allah muhafaza buyursun- küfür ve dalâlettir. Meselâ: Yukarıdaki sözler tahkik niyetiyle bir müminin ağzından çıkmasaydı da, bir nankörün ağzından çıksaydı, Allah'ın nimetlerine karşı şikâyet eden o kişi, kâfir olurdu.

Demek ki, yerine göre fakirlik nimet, yerine göre de devlet. Asıl mesele, kalpte tasdik edecek bir unsurun bulunmasıdır. Yani, "Ya Rabbi, senden ne gelirse gelsin makbûlümdür."

"Hoştur bana senden gelen, ya hılat ü yahut kefen,
Ya taze gül, yahut diken, Iûtfun da hoş, kahrın da hoş."

Şarkî Anadolu'da; "Senden, o hem hoş, hem bu hoş" derler.

İnsan hilat da giyse, servet içinde de yüzse, Allah'la beraber olduğu takdirde, Abdülkadir Geylanî gibi, yine ayağı velilerin omuzunda ve mübarek başı da Resûl-ü Ekremin (S.A.V) dâmenine dokunacaktır. Ama Allah ile münasebeti yoksa, o fakirin dünyâsı da hüsrân, âhireti de hüsran olacaktır. Kezâ, Allah ile beraber olmayan zengin, zâhiren dünyada mesut gibi görünse de, neticede ağır bir hüsrâna uğrayacaktır.

8 Eşitlik ve adalet aynı şey midir; değilse, aralarındaki fark nedir?

Çoğu zaman, eşitlik mefhumunun, adaletle karıştırıldığını görüyoruz. Eşitlik, iki şeyin her yönden denk olması demektir. Adalet ise her hak sahibine hakkını vermek ve haksızları cezalandırmak şeklinde tarif edilir.

İnsana iki, koyuna ise dört ayak verilmesinde bir eşitsizlik vardır, ama adaletsizlik yoktur. İnsana böylesi, koyuna da öylesi yaraşır...

Mutlak eşitlik, yâni her şeyin her yönüyle birbirinin aynı olması adalete zıttır.

İnsanların sanatlarına bir göz atalım: Bir şair, kasidesinde her harfi kelimenin tamamını dikkate alarak yazar. Her kelimeyi, şiirin bütününü nazara alarak yerleştirir. Her mısraı da şiirin tümünü gözeterek kaleme alır. Burada mutlak eşitlik değil, adalet söz konusu... İlk mısra başa düşer, son mısra arkada kalır, ama hepsi aynı gayeye hizmet ederler.

Bir fabrikatör, fabrikasının büyüklüğünü, bölmelerini, motorlarını, kazanlarını, tâ en küçük cıvatasına varıncaya kadar her şeyini hikmet ve adaletle tanzim eder. Ve ortaya mükemmel bir fabrika çıkar. Mutlak eşitlik bu nizamı harap eder...

Bir ressam da öyle değil mi? O, çizdiği her bir tabloda her deseni yerli yerine oturtur. Renkleri, şekilleri mutlak eşitlikle değil, adaletle taksim eder. Neye ne yakışırsa onu onunla boyar. Kime ne münasipse ona o şekli verir. Ve ortaya harika bir eser çıkar...

Cenâbı Hakk'ın şu âlemdeki icraatı da eşitlik üzerine değil, adalet esasına göre cereyan ediyor. İnsanlar arasında mutlak eşitlik olsaydı her şeyden önce, anne, baba ve evlât kavramlarından söz edilebilir miydi? Bütün insanların, bütün yönleriyle eşit olmaları halinde artık ortada toplum hayatı diye bir şey kalmaz. Bu faraziye ile, ne peygamber (as.), ne ümmet, ne kumandan, ne nefer, ne baba ne evlat, ne işveren, ne işçi, ne öğretmen ne talebe kalır. Bilmem böyle bir cemiyet hayatı düşünülebilir mi?

Diğer varlıklara da bir göz atalım:

Mutlak eşitlik olsaydı ne yer kalırdı, ne de gök!.. Şimşek çakıyorsa, bulutların elektrik yüklerinin aynı olmadığındandır.

Ruhumuzla bedenimizi düşünelim. Mutlak eşitlik olsaydı hangisi hangisine hükmedecekti? Organlarımızın hepsi el yahut tamamı kalp olsaydı hayatımızı sürdürebilir miydik?..

Serçe ile kedinin eşit olmadıkları mâlûm. Ama, her ikisinde de ilâhî adalet bütün berraklığı ile okunmakta... “Kedilik” mahiyeti neyi gerektiriyorsa, ruh hâletinden, diş ve tırnak yapısına, vücut çevikliğine kadar hepsi adaletle verilmiş; hiçbir şey noksan bırakılmamış. Aynı şekilde, “serçelik” mahiyeti de neyi icap ettiriyorsa, ona da o kabiliyetler ve o vücut yapısı eksiksiz takdim edilmiş.

İşte adalet budur. “Niçin o serçe oldu, bu kedi?” diye bir soru sormaya kimsenin hakkı yoktur. Sorulursa, “Allah böyle olmasını istemiştir.” diye cevap verilecektir. Aksini irade etseydi o soru yine sorulacaktı.

Kaldı ki, ne o serçe ne de o kedi, başka bir âlemde imtihana tâbi tutulmuş değiller. Tâ ki, başarılarına karşılık, kendilerine verilen hayat makamını az bulsunlar. Onlar daha düne kadar, yokluk karanlıklarında Allah’ın lütfunu gözlemekteydiler. Hiçbir hakları yokken Cenâbı Hak onlara, şu hazır bedenlerini ve ruhlarını ihsan etti. Onlar da bunu şuurlu bir şekilde biliyormuşçasına, hallerinden memnun olarak sürdürüyorlar hayatlarını. Ruhlarında, kadere itirazın zerresi dahi bulunmuyor.

İşte bütün bunlar İlâhî adaletin harika tecellileri. Biz bu tecellileri ibretle seyretmeliyiz ve şu geçici dünya hayatında insanların farklı tarzlarda imtihan edilmelerini de bu şuurla değerlendirmeliyiz. Hikmeti ancak âhirette anlaşılabilecek olan bazı farklılıkları hemen itirazla karşılamamalıyız.

9 Peygamberimiz'den önceki dönemlerde yaşayanların (fetret ehli) imanı hususunda İslam'ın görüşü nedir? Onlar imansız gittiklerinden dolayı cehennemlik midirler?

Fetret, kesinti, aralık, fasıla mânâlarında kullanılmaktadır. Dinî bir tabir olarak da iki peygamber arasında geçen zaman için kullanılır.

Buhari'de geçen bir hadis-i şerifte fetret için Hz. İsa (a.s.) ile Hz. Peygamber (a.s.m.) arasında geçen zaman kastedilir.(1)

Bazı âyet-i kerimelerden anlaşılıyor ki, İslâmiyet’ten önce Arapların peygamberlerin gönderilmesi ile ilgili bilgileri oldukça zayıftı. Kur'ân'da, Arap müşriklerinin

"Rabbimiz, peygamber göndermek dileseydi, şüphesiz ki, melek bir peygamber gönderirdi."(2)

dediklerini belirtmekte, böylece onların peygamberlik hakkındaki, dolayısıyla hak dinlerle ilgili görüşlerinin ne derece zayıf olduğu ifade edilmektedir.

Araplar her ne kadar Hz. İbrahim'i (a.s.) peygamber olarak bilmiş olsalar da onun peygamberliğini yalnızca kendi zamanıyla sınırlı olduğunu kabul ediyorlardı. Hz. İbrahim ile Hz. Peygamber (a.s.m.) arasında geçen üç bin senelik uzun bir süreden dolayı, İbrahim Aleyhisselâmın tebliğ etmiş olduğu Hanif dininin hükümlerini bilen pek yoktu.

İslâm âlimleri fetret ehlini üç kısımda inceler:

1. Cenab-ı Hakk'ın varlık ve birliğini kendi aklı ve zekâsının yardımıyla düşünüp bulan ve bilen kimseler: Kus bin Sâide ve cennetle müjdelenen sahabilerden Said bin Zeyd'in babası Zeyd bin Amr gibi.

2. Tevhid inancını bozup değiştirerek putperestliği kabul eden ve kendilerine göre din uydurup insanları kendi çevresinde toplayanlar: Araplar arasında putperestliği çıkaran Amr bin Luhay ve diğer müşrikler gibi.

3. Ne mü'min ne de müşrik, herhangi bir müsbet veya batıl bir inanca sahip olmayıp, bütün ömrünü gaflet içinde geçiren; akıl ve zihnini bu nevi meselelerle meşgul etmeyen kimseler. Cahiliye devrinde bu sınıfa giren insanlar da vardı.

Bu üç sınıftan ikinciler putperest olduklarından cehennemliktir. Üçüncü sınıfa girenler ise, gerçek mânâda fetret ehli olduklarından bunlar cehennem ehli olmayacaklardır. Çünkü, kendilerine hak ve hakikati tebliğ edecek bir peygamber gelmediği, küfrü gerektirecek bir halleri de olmadığından ehl-i necattırlar. Bu hususta bütün Ehl-i eünnnet ittifak etmişlerdir.(3)

Birinci sınıfta bahsedilen Kus bin Sâide ile Zeyd bin Amr ise, binlerce insanın arasında Allah'ın varlık ve birliğine inananlar olduklarından, o zamanlar bir peygamber gelmediğinden herhangi bir peygamberin de ümmeti olmadıklarından ve ayrıca Peygamber Efendimize de yetişemediklerinden, Cenab-ı Hak onları tek başlarına ayrı bir ümmet olarak haşredecektir. Yine ehl-i necattırlar, îmanları sayesinde ebedi hayatlarını kurtarmışlardır. Haşrolurken sadece "tek bir ümmet" olarak mahşer yerinde bulunacaklardır. Bunlar "müstesna" insanlardır, Allah'ın lütuf ve ihsanına mazhar olacaklardır.

Fetret ehlinin ibadet ve dinî hükümlerle mükellef olmadığı muhakkaktır. Ancak Allah'a iman etmekle mükellef olup olmadığı hakkında Ehl-i sünnetin itikadı birer mezhebi olan Mâturidî ve Eş'arî mezhepleri arasında ihtilaf vardır. İmanı Maturîdî'ye göre, bu insanlar Cenab-ı Hakk'ın kendilerine verdiği aklı kullanıp, yer, gök ve içindekilere ibret nazarıyla bakıp Allah'ın varlığını idrak etmelidirler. Eş'arî'ye göre ise, fetret ehli Allah'a inanmakla mükellef değildir. Zira kendilerine bir peygamber gelmemiştir. Cenab-ı Hak

"Biz bir peygamber göndermedikçe hiçbir kimseye azap etmiş değiliz."(4)

buyurmaktadır. Dolayısıyla, bunlara bir peygamber gelmediği için azaba müstahak değillerdir.

Bediüzzaman da zikrettiğimiz âyet-i kerimeyi delil getirerek şöyle der:

"Ehl-i fetret ehl-i necattırlar. Bil-ittifak teferruattaki hatîatlarından (hatalarından) muahazeleri yoktur. İmamı Şafiî ve İmam Eş'arîce küfre de girse, usûl-u imânîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî irsal (peygamber göndermek) ile olur ve irsal dahi, ıttıla (bilmek) ile teklif (mesuliyet) tekarrur eder. Madem gaflet ve mürûr-u zaman (geçen zaman) enbiya-i sâlifenin (geçmiş peygamberlerin) dinlerini setretmiş (örtmüş); o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfi (gizli) kaldığı için hüccet (delil) olamaz."(5)

Peygamberimizin (a.s.m.) gönderilmesinden sonra, davetini duymayanlarla ilgili olarak İmam Gazalî'nin insanları üç sınıfta incelediğini görmekteyiz:

1. Peygamberin (a.s.m.) davetini duymamış, kendisinden haberdar da olmamıştır. Bu sınıfa giren insanlar kesin olarak ehl-i necat olup cennetliktir.

2. Peygamberin (a.s.m.) davetini, gösterdiği mucizeleri ve güzel ahlâkını duymuş olmakla beraber îman etmemiştir. Bu sınıf kesin olarak azaba uğratılacaktır.

3. Peygamberin (a.s.m.) ismini duydukları hâlde, aleyhinde yapılan menfî propagandalardan başka bir şey duymadıklarından, kimse onlara doğruyu söyleyip onları teşvik etmediğinden, alâka duymamaktadırlar. Bunların da ehl-i necat olacaklarını, yani cennete gireceklerini umarım.

Âhir zamanda bir çeşit fetret devrinin yaşandığını belirten Bediüzzaman, umumî harplerde ölen böyle birtakım masumların da ehl-i necat olacaklarına dikkati çekmektedir. Bediüzzaman'ın ifadesi aynen şöyledir:

"Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammediyeye (a.s.m.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hz. İsa'nın din-i hakikisi hükmedecek ve İslâmiyet ile omuz omuza gelecek. Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan Hz. İsa'ya mensub Hristiyanların çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadettir."(6)

Kaynaklar:

1. Buharı, Menakıbü'l-Ensar: 53.
2. Fussilet Sûresi, 14.
3. Tecrid-i Şarttı Tercemesi, 4:544.
4. İsrâ Sûresi, 15.
5. Mektubat, 360-361.
6. Kastamonu Lahikası, s. 77.

10 İslam'ın adalete verdiği önem nedir?

Allah-u Teala Hazretleri bir ayet-i kerimede;

“Muhakkak, Allah, adaleti, iyiliği, yakınlara yardım yapmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar.” (Nahl, 16/90)

buyuruyor. Demek ki, Cenab-ı Hakk zulme ve bozgunculuğa razı değildir.

Adil-i mutlak olan Allah, zalimlerin yaptıklarından asla gafil değildir ve zulüm ve ihanet edenler şüphesiz İlahi adalet önünde hesaplarını en ince teferruatına kadar vereceklerdir.

Yine başka bir ayet-i kerimede zalimlere değil taraftar olmak, onlara kalben meyletmenin ve zulümlerini hoş görmenin bile ne kadar tehlikeli olduğu şöyle anlatılır:

“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa ateş (cehennem azabı) size dokunur.”(Hud, 11/113)

Bir ayet-i kerimede de

“Muhakkak, Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 4/58)

buyurulur. Burada dikkat çekici bir nokta, adalet konusunda “müminler” denilmeyip “insanlar” denilmesidir. Buna göre, dost ve düşman ayırt edilmeksizin herkese adaletle muamele etmek gerekmektedir.

Nitekim şu ayet-i kerime de aynı hakikati ders verir:

“Kim zerre kadar hayır işlese onu (karşılığını) görecek. Her kim zere kadar şer işlese onu (karşılığını) görecek.”(Zilzal, 99/7-8)

İslam’da adaletin önemli esaslarından biri de birisinin hatası ile başkalarının, akraba ve dostlarının, milletinin ve devletinin sorumlu tutulamayacağıdır. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim'de;

“Hiçbir günahkar, başkasının günahını yüklenmez.”(Fâtır, 35/18)

buyurur. Herkes kendi günahının cezasını çeker. Cinayeti kim işlemişse, cezayı da ancak o çekmelidir ve çekecektir. Şu var ki, bir insan bir başkasının günah işlemesine sebep olmuşsa, bu durumda hem günahı işleyen hem de o günaha sebep olan kişi ceza göreceklerdir.

Cenab-ı Hak, kullarının birbirlerinin hukuklarına tecavüz etmemeleri için Kur’an-ı Kerim’de birçok sınırlar belirlemiş ve bunları “Allah’ın hudutları” diye tanımlamıştır. Bu sınırları aşanların zalim olacaklarını ve İlâhî azaba uğrayacaklarını, tehdit ile, ders vermiştir.

Peygamberimiz de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:

“Dünyada insanlara işkence edenlere Allah ahirette azap verir.”(Ebu Davud, Harac, 32)  

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de adalet ile hükmetmeyen zalim kavimlerin akıbetlerinin çok kötü olacağını bir çok ayette haber veriyor. Bunlardan, misal olarak, iki tanesini nazara verelim:

“Nice kasabaların halkını haksızlık yaparlarken yok ettik. Artık damları çökmüş, kuyuları terk edilmiş, sarayları bomboş kalmıştır.”(Hac, 22/45)
“Halkı zalim olan nice kasabaları kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka milletler var ettik.”(Enbiya, 21/11)

İslâm dini başka dine mensup olan insanların da hak ve hukukuna riayet edilmesini emreder. Sulh halinde, onların hakları da aynen Müslümanların hakkı gibi saklıdır, koruma altındadır. Nitekim, Hanefi mezhebinde, “sulh halinde, Müslüman olmayan bir insanı haksız yere öldüren bir Müslüman’a da kısas uygulanır”, yani o da ölüme mahkum edilir.

Peygamberimiz bu gibi kimseleri bir hadis-i şerifinde şöyle tehdit etmektedir:

“Kim bir zımmiye eziyet ederse ben onun hasmıyım (düşmanıyım). Ben kimin hasmı olursam, ahirette onun yakasını tutarım.”(Keşfü’l Hafa, II/218, hadis no: 2341)

Gerçek bu iken, İslâm’ın ruhundan uzaklaşmış bazı Müslümanların terör ve zulme bulaşmalarının kaynağını, dinde değil, onların cehaletlerinde ve nefse mağlup olmalarında aramak icap eder.

Malumdur ki, insan hatadan hali değildir; işlediği bir hata ancak onu mahkum eder. Bu şahsî hata yüzünden onun dinini sorumlu tutmaya kalkışmak, insaf ve adalet ölçülerine sığmaz.

Bu konuda çok önemli bir noktaya da kısaca değinmek icap ediyor:

Müslümanların gerçek İslâmiyet’i, asli kaynaklarından öğrenip yaşamalarına mani olan ve onları sefahate teşvik ederek dinden uzaklaştıran ve ülkelerini insafsızca sömürerek onları fakirliğin pençesine düşüren mihraklar, bu kimselerin anarşi afetine düşmelerinden birinci derecede sorumludurlar. Bu menfaat şebekelerinin, başkalarını suçlamak yerine, bir nefis muhasebesi yapmaları ve vicdanlarını sorgulamaları daha isabetli olur.

11 Bu dünyada uğranılan haksızlıklara; bu dünyada mı mücadele edilmeli ve nereye kadar mücadele edilmeli?

İnsan başkasına haksızlık yapmaktan sakınacağı gibi, başkalarını haksızlık yapmaktan da alıkoymağa çalışmalıdır. Bu bir görevdir. Şu var ki, kendimize yahut bir başkasına yapılan haksızlığı giderme konusunda bazı İslamî ölçüler vardır. Bunlara uyulması gerekir.

Mesela, "bir kötülük, bir haksızlık görüldüğünde onun el ile olmazsa dil ile önlenmesi, o da olmazsa kalben o işe karşı olmakla mukabele edilmesi" Peygamberimiz (asm)'in bir emridir. (bk. Müslim, İman 78; Tirmizi, Fiten 11) Bu hadis-i şerifi yetkili âlimlerimiz şöyle açıklamışlardır:

"Münkeri, yani kötülüğü el ile men etmek devletin ve diğer yetkililerin vazifesidir.

Dil ile men etmek ise alimlerin, bu konuda bilgi sahibi olan kişilerin vazifesidir.

Elinde bir yetki olmayan, o kötülüğü dil ile önleyecek ilim gücünden de mahrum bulunan kimseler ise, kalpleriyle buğz edecekler, yani o kötülüğe iç alemlerinde karşı çıkacaklardır."

Buna göre, bir haksızlığa maruz kalındığında onun izalesi için yetkili makamlara müracaat etmek, o kötülüğü önleme gücüne sahip kişiler varsa onların devreye girmesini sağlamak gerekir. Bütün bunların bir sonuç vermediği hallerde ise, kişinin o hakkını alması mahşer meydanındaki büyük hesap gününe kalmış demektir.

"Hakkını helal etme" meselesine gelince, bu bir fazilettir; kişi kendi hukukuna karşı yapılan tecavüzleri dilerse affedebilir. Mümin kardeşinden gördüğü bir kötülüğe karşı, misliyle yahut daha fazlasıyla mukabele etmeyip af yolunu tutanlar, bunun büyük ücretini ahirette mutlaka görürler. Ancak haklarını isteme hakları da saklıdır. Tercih, kişinin kendisine kalmıştır.

12 İyi insanlar her zaman kazanır mı?

Okuldan kaçan öğrencilere bakıp, onları güya rahat rahat geziyorlarmış gibi görmek ne kadar doğru olur? 

Bu bakış açısı aldatıcıdır. Görünüşte kazanan, okuldan kaçan gibiyse de gerçekte kazanan okuluna sürekli devam eden, ders çalışma zahmetine katlanan ve imtihan sıkıntılarını çekenlerdir. Ama bunun farkını okul devam ederken herkes göremeyebilir.

İşte ahiretin tarlası ve eğitim yeri olan dünyayı böyle değerlendirmek gerekir. Bu dünyada asıl kaybedenler, Allah’ın kulu olduğunun farkında olmayanlar ya da farkında olduğu halde bunun gereğini yapmayanlardır. Ancak bunun farkını herkes bu dünya okulunda göremeyebiliyor. Dünya hayatı bittikten sonra herkes, çok açık ve net olarak görecek ve bilecek, ama iş işten geçmiş olacak.

Şu halde iyiler hiçbir zaman kaybetmezler, aksine her zaman kaybedenler hep kötülerdir. Fakat bunun farkına varmak biraz zaman alacağa benziyor.

Hz. İbrahim (as) ile Nemrud'un hali, bizim için güzel bir örnektir. Nemrud başta güya kazanmış gibi göründüyse de neticede ebedi kaybedenlerden oldu.

İbadet iki kısımdır:

1. Müsbet ibadetler,
2. Menfi ibadetler.

İbadetin müsbet kısmı bildiğimiz, namaz, oruç gibi ibadetlerdir. Menfi kısmı ibadet ise hastalık, musibet ve doğal felaketler karşısında sabretmektir. Böylece insan, aczini ve zayıflığını hissedip Rabbine sığınması ve sabretmesi neticesinde büyük sevaplar kazanır.

Diğer yandan, belaların en şiddetlilerine Allah’ın en sevdiği kulları olan -başta Efendimiz (asm) olmak üzere- peygamberler ve sâlih kullar maruz kalmıştır. Eğer zannedildiği gibi musibet mutlaka kötü bir şey olsaydı, o zaman Allah, en sevdiği kullarına bela ve musibetleri vermezdi. Çünkü hadis-i şerifte ifade edildiği gibi:

“En ziyade musibet ve zorluklara maruz kalanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridir.”(1)

Müminlerin işledikleri günahlara mukabil, çoğu kez bu dünyada başlarına bela ve musibet gelmektedir; ta ki cezası bu dünyada temizlensin ve ahirete kalmasın. Ancak kâfirlerin ve zalimlerin işlediği günahlar ve zülümler büyük olmasından dolayı, bu dünyadaki bela ve musibetler onların cezalarına mukabil gelmediği için cezaları tamamen ahirete bırakılmakta, ebedi ceza yurdu olan cehenneme ertelenmektedir. Bu dünyada bile küçük suçların cezaları küçük mahkemelerde verildiği halde, büyük suçların cezası büyük mahkemelerde verilmektedir.

Elbette binlerce, milyonlarca insanın ahını alan bir insanın hesabı bu dünyada görülmez. Cehennem gibi bir ceza ancak onların suçlarına mukabil gelir.

1) el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:343; Buharî, Merdâ: 3; Tirmizî, Zühd: 57; İbni Mâce, Fiten: 23; Dârimî, Rikâk: 67; Müsned, 1:172, 174, 180, 185, 6:369.

13 Avukatlık yapmak caiz midir?

İleriye dönük, fayda ve zararlarını bir tarafa bırakarak günümüzde Hukuk Fakülteleri gibi okullarda okumak, fıkhın yorumsuz hükmüyle caizdir. 

Sorunuzun cevabı ve ilave bilgi için tıklayınız:

Hukuk fakültesinde tahsil görüp , bugünkü şartlarda / yönetimde vukatlık yapmak caiz midir?

14 Ömrünü imanlı olarak geçirip, son anda kafir olarak ölenin cehenneme, bir kafirin yetmiş sene imansız yaşayıp son günlerinde iman edip cennete girmesi nasıl açıklanabilir?

Soruda geçen konuyla ilgili Abdullah İbni Mesûd'un şöyle bir açıklaması var:

"Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, sizden biri, cennetliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cennet arasında sadece bir arşın mesafe kalır da sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer, cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve cehenneme girer. Yine sizden biri cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesafe kalır; sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer ve o kişi cennetliklerin yaptığı işleri yapmaya devam eder de neticede cennete girer." (Buhârî, Bed’ü’l-halk 6, Enbiyâ 1, Kader 1; Müslim, Kader 1)

Abdullah İbni Mesûd, yaygın olarak meydana gelmese bile, bazı kere herkesin dikkatini çeken bir hususa açıklık getirmektedir. Bu husus, hayatı boyunca cehenneme girmeye sebep olacak işleri yapıp sonunda cennetlik olmak veya cennete girmeye vesile olacak işleri yapıp sonunda cehennemlik olmaktır.

Allah’ın bir lütfu olmak üzere, birinciler çok görülürse de ikinci sınıfa girenler son derece azdır. Ömrünü küfür ve isyân bataklığında geçirmiş veya günahlara dalmış nice insanın, hayatının sonunda hakikatı seçtiği ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanacak iyi işler yaptığı bilinen ve görülen bir gerçektir.

Bu rivayet, insan ile cennet veya cehennem arasındaki mesafeyi arşın gibi kısa bir uzunluk birimiyle açıklarken, bu ikisine girmede davranışlarımızın önemini ortaya koymuş, iyi ve güzel işler yapmamız, kötü ve çirkin işler yapmaktan da sakınmamız gerektiğine dikkatimizi çekmiştir.

Bazı rivayetlerde, İbni Mes’ûd’a ait olan bu ifadelerin, peygamberimiz’in (asm) sözü olarak nakledildiğini görmekteyiz. (bk. Bagavî, Şerhu’s-sünne, I, 128 vd.; Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 18 vd.)

Bu konu hakkında birkaç maddeyi beraber analiz etmek lazımdır.

1. Allah’ın hiç kimse ile bir anlaşması yoktur. Yani, “Ey insan, belirli bir süre iman ve İslam dairesinde ömrünü geçirsen sana imanla gitmeyi kendime farz kılarım.” diye bir sözü yoktur. Onun için ömrümüzün sonuna kadar korku ve ümit arasında yaşamak gerekir.

2. Münkir yahut müşrik olma tehlikelerinden kurtulup da Allah’a iman eden bir kalp, istikamete ermiştir. Bir de kalpteki imanın istikameti var. Bu da ehlisünnet itikadıyla mümkün. Buna sadece bir misal: Kader imanın bir rüknü. Kulun cüz’î iradesini inkâr eden Cebriye mezhebi de, kulu kendi fiilinin hâlikı kabul eden Mutezile de istikametten uzaklaşmıştır. Orta yol, ihtiyarî fiillerde kesbin, yâni istemenin kuldan, yaratmanın ise Allah’tan olduğuna inanmak. İşte istikamet budur.

3. Gerçi “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.” hadis-i şerifi mevcuttur. Fakat bu gibi rivayetler genellik ve çokluk ifade etmektedirler, yüzde yüz anlamında değildir.

4. Bir memur otuz sene devlet dairesinde çalışır ve devletten istifa edebilir. Böyle bir memura artık devlet memuru denmez. Veya bir şoför 1000 km.’lik bir yolculuğa çıkar. 995 km’lik mesafeye kadar arabayı iyi kullanır. Sonra gideceği yere 5 km kala arabayı şarampole sürer ve feci sona sebep olabilir. Bunlar gibi bir insan yetmiş sene mü’min olarak yaşar; daha sonra manen İslam dairesinden istifa edebilir.

5. Diğer taraftan yetmiş yıl Allah'ı inkar eden bir adamın, bundan sonra iman edip cennete gitmesi de bunun tam aksidir. Sorunuza göre olayı tersinden alırsak böyle bir soru daha çıkar. Binlerce yıl karanlıkta kalmış bir odaya ışık yakmakla hemen aydınlanır. Yine binlerce yıl aydınlık olmuş bir odanın ışığını söndürmekle de hemen kararır. Ne önceki karanlık sonraki aydınlığa, ne de önceki aydınlık sonraki karanlığa tesir eder. İman ışıktır; söner sönmez insanın kalp odası kararır.

6. Bununla beraber önce inanıp sonra inkar eden birisinin, hiç inanmayan birine göre cehennemde azaplarının bir olmayacağını Allah’ın rahmetinden ümit ederiz.

7. İnsan her zaman ümit ve korku arasında olmalıdır. İman eden birisi "Ben artık cennetliğim, ne yapsam bana zarar vermez." diyerek, geleceğinden emin olabilir. Diğer taraftan kâfir olan birisi de "Ben artık ne yapsam kurtulamam, çünkü cehennemliğim." diyebilir. Bunun ikisi de yanlıştır.

8. İman bir süreçtir. Sebat ve istikamet imanın gereklerindendir. Allah’ın bizden istediği yalnız iman etmek değildir; imanla ölmektir. Yani süreci tamamlamaktır. Mesela, bir otomobil yarışmasında yarışmaya birincilikle başlamaktan çok birincilikle tamamlamak temel gayedir. Son on saniyesine kadar birincilikle devam edip son anda kaybedebilir. Nice futbol maçlarında beş sıfır öne geçtikten  sonra, bu başarıyı sonuna kadar koruyamadıkları için mağlup düşen takımlar olmuştur. Çünkü başarı bir süreçtir. Doksan dakikaya dağıtılmıştır. İnsandaki, iman başarısı ise bir ömrün tümüne dağıtılmıştır.

9. İman, tıpkı toprağa atılan bir tohum gibi, zamanla tekamül eder, olgunlaşır. Bu süre içinde bakıma, korumaya ve beslenmeye muhtaçtır. Efendimiz (sas), imanın zamanla eskidiğini, yıprandığını ifade eden beyanları vardır. Devletler zamanın şartlarına göre kendilerini yenileyemediklerinde sonlarını hazırladıkları gibi, zamanın itikadı ve fikri şüphe ve tereddütlerine karşı beslenemeyen bir iman da zamanla istikametini kaybedebilir.

10. Bu rivayet, insanın yaptığı iyi ve güzel amellerle gururlanmamasını, kendini beğenme, kibirlenme ve kötü huy gibi sevilmeyen hallerden uzak durmasını tavsiye etmekte, öte yandan işlediği bir takım günahlar sebebiyle Allah’tan ümit kesmeyip korku ile ümit arasında bir hayat sürmesi icâb ettiğini bize öğretmektedir.

11. Ayrıca, bu rivayet, dünyada insanlar hakkında cennetlik cehennemlik gibi kesin hükümler vermenin doğru olmadığını da göstermektedir.

Bu gibi nedenlerden dolayı bir insanın yapması gereken şey; daima imanlı bir şekilde kabre girmesi için Allah’a dua etmesi ve imanına uygun bir hayat sürmesidir.

15 Allah kullarını imtihan ederken adaletsizlik yapar mı?

Hayır, Allah kullarına adaletsizlik etmez. Adaletsiz olması için buna ihtiyacının veya bazı kullarını kayırmaktan dolayı -haşa- menfaatinin olması gerekir. Halbuki Allah'ın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. İmtihanda da herhangi bir adaletsizlik söz konusu değildir. Allah herkesi durumuna, kapasitesine ve kendi şartlarına göre imtihan eder.

Dünyada imtihanlar çok çeşitli; kimi servetinden imtihan olmakta, kimi servet düşmanlığından. Kimi sıhhatinden, kimi hastalığından. Kimi borçlu kalmaktan, kimi ise alacaklı olmaktan...

Allah fakir bir kulunu zekattan sorumlu tutmazken, onun sabretmesini istemiştir. Onun zekat imtihanı yoktur. Zengin bir kulunun ise zekat imtihanı vardır. Zekatını vermeyen bir kul, bu noktatdan imtihanı kaybeder ve ahirette bunun hesabını verir ve cezasını görür.

İnsanlar fıtrat olarak aynı yaratılmadığı için imtihanlarının da farklı olması hikmettendir. İnsanlarda binlerce duygu ve hissiyat vardır. Her insanda bu duyguların inkişafı farklıdır. Mesela kadınlarda şefkat hissi erkeklere göre daha fazladır. Bundan da anlaşılıyor ki imtihan sorularının aynı olması değil farklı olması hikmete muvafıktır.

İmtihanın zorluğuna göre mükafat da artmaktadır. Soruları zor olan bir imtihandan kişi elli puan alsa, kolay olan bir imtihandan da yüz puan alsa, görünüşte dereceleri aynı olmasa da hakikatta aynı olabilir. Rakamsal olarak diğeri daha üstün gözükse de değer olarak aynı olabilir. Bazen insanın başına gelen bir zor musibet başkasının başına gelen on sıkıntıdan daha çok sevap kazandırabilir. Mühim olan meselenin iç yüzünü anlayabilmektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Allah çok insanlara, araba, apartman, mal, ...Bazı insanlara da fakirlik, dert, ... sonraki insanlar çok mu kötü, yoksa Allah öbürlerini çok mu seviyor?

16 İnsanların dünya nimetlerinden aldıkları paylardaki farklılık, ilâhî adalet yönünden nasıl yorumlanabilir?

Bu soruyu soran bazı kimseler, adalet ile eşitliği karıştırırlar. Bu kâinattaki her varlıkta ve her olayda eşitlik değil, adalet hakimdir. İnsan yüzüne bu nazarla baktığımızda gözle kulağın, burunla ağzın eşit olmadığını, ama her birinde tam bir adaletin hükmettiğini görürüz.

Her insanın hayatı müstakil bir eserdir ve dünya kurulduğundan beri, bu eser ilk ve son olarak yazılmıştır. Hâl böyle olunca, insanların her birini içinde bulunduğu bütün şartlarla birlikte düşünmek, başından geçen farklı hâdiselerle ve imtihan edildiği değişik olaylarla beraber nazara almak gerekiyor. Bir insan hakkında vereceğimiz hüküm diğerine ölçü olmuyor. Birisini yükselten aynı hâdise, berikini alçaltabiliyor. Birinin hakkında hayırlı olan, diğeri için şer olabiliyor. Birinin nefret ettiğine bir başkası can atabiliyor. Herkes kendi şartları içinde bir imtihana tâbi tutuluyor. Önemli olan bu şartların farklılığı değil, bu imtihandan başarıyla çıkmaktır.

Bazı dünya nimetlerinden faydalanma noktasında, insanlar arasında birtakım farklılıklar görülüyor. İnsanoğlu, böylece, "kadere teslim ve kısmete rıza hususunda" da ayrı bir imtihan geçiriyor. Bu imtihanı kazanan fakirler çok olduğu gibi, kaybeden zenginler de az değildir. Çünkü, kısmetine razı olmayan insan, ne kadar varlıklı olursa olsun, daha fazlasına göz dikerek kadere isyan yolunu tutabilir. Yine, dünya payından az hisse alan nice fakirler de kendilerinden daha fakir insanları düşünerek şükür yolunu tutabilirler.

Servet imtihanı oldukça ağırdır. Zekâtını eksiksiz vermek, bununla da yetinmeyip fakirleri sadakayla sevindirmek, o şaşaaya rağmen tevazu içinde yaşamak, kalbini dünyaya kaptırmamak ve maddî imkânlarına güvenmemek bu imtihanın en önemli sorularıdır. Bunlar, nefsin hiç mi hiç hoşuna gitmez.

Mevki ve makam sahipleri için de benzer bir tablo çizilebilir. Biz kendi aklımızca, servet ve makam sahiplerinin daha fazla şükür ve ibadet edeceklerini sanırız. Ama uygulamada çoğu kez bunun aksiyle karşılaşırız. İbadet ehlinin, genellikle, fakirler ve orta gelirli kişiler olduklarını görürüz.

Yanlış anlaşılmasın; zengin olmak ve ileri makamlara çıkmak elbette istenmeli ve bu konuda gerekli sebeplere baş vurulmalı. Ama, elde edilemeyince de üzüntüye kapılmadan, gam ve kederde boğulmadan, “Hakkımda hayırlısı böyle imiş.” denilebilmelidir.

Bir gün bu imtihan meydanı kapanacak. Her şey gerilerde kalacak. Mahşer meydanına gelen insanlar, oraya imanlarından ve salih amellerinden başka bir şey getirecek değiller. Bu nokta dikkatten kaçmamalı. Önemli olan, bu kısa dünya hayatında şöyle veya böyle yaşamak değil, o dehşetli meydana, dünya imtihanını kazanmış birisi olarak gelmektir. Çünkü, böyle bir gelişin mükâfatı ebedî saadettir.

Şu nokta da çok önemlidir: Bu dünya hayatını zehir eden hâdiseleri kendimiz ihdas ediyoruz. Birbirimize yük oluyor, zulmediyor, azap çektiriyoruz. Kalp kırmaktan, mal gasp etmeye kadar bizi rahatsız eden her ne varsa, hepsinin arkasında kendi nefsimiz, kendi irademiz yatıyor. Bunlar olmasa, hepimiz ilâhî takdirle gelen bütün musibetlere karşı teslim, tevekkül ve rıza ile dayanabilir, sabredebiliriz.

Hâdiseleri güzel yorumlama hissini kaybetmişsek, her şeye menfi nazarla bakıyorsak, ruhumuzda kıskançlık, hırs, haset hâkim olmuşsa, kanaat nedir bilmiyorsak dünya hayatımızı kendi elimizle harap ediyoruz demektir. Artık ne başkalarıyla kavga edelim, ne de kadere itirazda bulunalım. Dünyanın en ileri makamları da bize verilse, en büyük servetlerin de sahibi olsak, bu ruh ve bu ahlâk bizde oldukça saadeti yakalamamız mümkün değildir.

Zenginin zekâtını, sadakasını tam olarak verdiği,

“Komşusu aç iken tok olan benden değildir.”(Hakim, IV/167)

hadisindeki tehditten herkesin korktuğu, güzel ahlâkın bütün şubeleriyle hâkim olduğu bir beldede insanlar bir cennet hayatı yaşarlar. Dikkat edersek, bizi rahatsız eden hususlar kaderden düşen payımız değil, insanların nefislerinden gördüğümüz zararlar, yanlış davranışlar, haksızlıklar, zulümlerdir.

İnsanlar belli hedeflere, makamlara yahut servetlere iki yolla ulaşırlar. Bunlardan birisi, meşrudur, diğeri gayrimeşru.

Bir insan, zorbalık, haksızlık veya sahtekârlık yaparak yahut kul hakkını bir şekilde çiğneyerek bazı menfaatler elde etmiş olabilir. Şuurlu bir Müslüman, bu tip kazançlara heveslenmek şöyle dursun, onlara sahip olmaktan Allah’a sığınmak mecburiyetindedir. “Falan hırsızlık etti de servet sahibi oldu; bana böyle bir fırsat düşmedi.” diyen insanın, Allah ve âhiret inancı sarsılmış demektir. Bu adamın asıl zararı, kaybettiği o maddî servetler değil, yitirdiği insanî ve İslâmî değerlerdir. Buna ağlamalı, buna üzülmeli ve bunlara yeniden kavuşmanın yollarını aramalıdır.

Servet ya meşrudur, alın terinin neticesi, gayretin mahsulüdür;

“Doğru ve dürüst tacir, kıyamet gününde sıddıklar ve şehitlerle beraber haşr edilecektir.”(bk. Tirmizî, Zühd, 37; Ebû Dâvûd, İlim, 13)

hadis-i şerifindeki müjdeye dahildir veya gayrimeşrudur, haksızdır, üzerinde zulüm damgası vardır. Hz. Mevlâna’nın, “Zalimlerin malları uzaktan güzel görünür, ama hakikatte mazlum kanıdır, vebalidir.” dediği türdendir.

Kazanç meşru ise sahibine düşman olunmaz, gayrimeşru ise ona heveslenilmez. Her iki hâlde de bizim başkalarıyla fazla işimiz yok demektir. Biz haksız kazanç üzerinde durmak istemiyor ve söz konusu soruyu, “Meşru kazanç noktasında, kullar arasında görülen farklılığın hikmeti nedir?” şeklinde kabul ediyoruz.

Çoğu insan, zengin olmayı ve lüks içinde yaşamayı saadetle karıştırır. Nice varlıklı insanlar saadetten mahrumdurlar. Öte yandan orta gelirli yahut fakir nice insanlar da mesut bir ömür geçirirler.

Saadet; servet ve makamla değil, imanla, salih amelle ve güzel ahlâkla yakalanır. 

17 Yıllarca küfrün yolunda yürümüş kişiler iman ettiklerinde, kul hakkı dahil tüm günahları affedilir mi?

İslam kaynaklarından anladığımız kadarıyla, şirk-küfür üzere ölenlerin bu suçları hariç, kul hakkı da olsa diğer suçları Allah tarafından affedilebilir.

“Şu kesin ki: Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, ama dilediği kimse hakkında bunun dışındaki diğer günahları affeder. Her kim Allah’a şirk koşarsa, haktan çok uzağa sapmış olur.” (Nisa, 4/116)

mealindeki ayetinde ifade edilen -şirk hariç- genel af kapsamı, kul hakkını da içine almaktadır.

Ancak ayette, günahların mutlaka affedileceği değil, af kapsamında olup affedilebileceğine işaret edilmiştir. Ayette meal olarak yer alan “ama dilediği kimse hakkında bunun dışındaki diğer günahları affeder.” ifadesi, affın herkse için kesin olduğuna değil, Allah’ın dilemesine bağlı olarak, bazı kimselerin ve bazı günahların affına delâlet etmektedir.

Şüphesiz günahların affı, özellikle tövbeye bağlı olarak cereyan etmesi Allah’ın bir prensibidir. Tövbenin makbul olması durumunda günahların affedileceği birçok ayet ve hadislerde ifade edilmiştir. Konuya bu açıdan bakıldığında, kul hakkının affı diğer günahlardan farklı bir özelliğe sahip olduğu anlaşılır. Çünkü kul hakkına taalluk etmeyen günahların tövbesi, pişmanlık, suçu itiraf etmek ve samimi tövbe etmekle gerçeleşebilir. Fakat kul hakkını, ayrıca söz konusu hak sahibinin de helal etmesi gerekir; bu oldukça zordur. Bu sebeple, kul hakkının affı diğer günahların affından çok daha zorluk göstermektedir.

Şayet dünyada bu mesele haledilememişse, ahirette haksızlığa uğramış kişinin hakkını alıp almaması konusu ön plana çıkar. Bu hususta iki sahih hadisten birinde hakkını alan, diğerinde -bir şekilde- hakkından vazgeçen bir hak sahibinin durumu anlatılmıştır: O hadislere geçmeden önce korku-ümit dengesini ders veren şu hadis-i şerife kulak vermekte fayda vardır:

Hz. Enes(r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) buyurdu ki: “Zulüm üç çeşittir: Allah’ın asla affetmeyeceği zulüm; Allah’ın affedeceği zulüm ve Allah’ın göz ardı etmeyeceği zulüm.

a. Allah’ın asla affetmeyeceği zulüm, Allah’a ortak koşmaktır. Çünkü şirk büyük bir zulümdür.

b. Allah’ın affedeceği zulüm ise, kulların kendileri ile Rableri arasında (ki ilişkilerinde) kendilerine yaptıkları zulümdür.

c. Allah’ın göz ardı etmeyeceği zulüm ise, kulların birbirlerine karşı yaptıkları zulümdür ki, haklarını birbirlerine ödetmedikçe onu terk etmeyecektir.” (Suyutî, el-Camiu’s-Sağir, 2/94)

Şimdi de kıyamet günü  hakkını almaya kararlı olan bir kimse karşısındaki zalimin durumunu gösteren hadis-i şerifi görelim:

Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Hz. Peygamber (asm) “Müflis kimdir, bilir misiniz?” diye sordu. Oradakiler:

“Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimse demektir.” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

“Asıl müflis, kıyamet günü bir yandan, namazı ile, orucu ve zekâtı ile gelir. Öte yandan, buna hakaret etmiş, ona iftira etmiş, berikinin malını yemiş, şunun kanına girmiş, bunu dövmüş olarak gelir. Bu yüzden, yaptığı iyilik ve sevapları ona, buna dağıtılacaktır. Borcu ödenmeden sevapları biterse, bu defa kendisi onların günahlarını yüklenecek ve sonra da cehenneme atılacaktır.” (Müslim, Bir, 59)

Allah’ın kul hakkını da bir vesileyle affettiği hadisin rivayeti ise şöyledir:

Hz. Enes anlatıyor: Resulullah (asm) şöyle buyurdu:

Kıyamet günü, iki kişi aziz olan Allah’ın huzurunda diz çökerler. Birisi:

“Ey Rabbim! Bu kardeşimdeki hakkımı al.” der. Yüce Allah:

“Kardeşinin bir iyiliği / sevabı kalmamış ki... Artık onunla nasıl bir muamele yapmak istiyorsun.” diye buyurur. Adam,

“Ya Rab! Benim günahlarımı alsın.” der.

(Bu arada Hz. Peygamber şöyle devam eder: “O gün öyle çetin bir gündür ki, insanlar günahlarını sırtlamak zorundadır.”)

Allah adama “Başını kaldır da (şu tarafa) bak.” deyince, adam başını kaldırıp bakar ve ‘Ya Rab! Altından yapılmış menzilleri, altından yapılmış, incilerle süslenmiş köşkleri görüyorum; bunlar hangi peygamber veya hangi sıddîk, yahut hangi şehit içindir?’ diye sorar. Allah: “Kim bedelini öderse onun olur.” diye buyurunca, adam; ‘Ya Rab! Buna kim güç yetiebilir ki?’ der. Allah: “Senin buna gücün yetiyor.” deyince, adam; ‘Ne ile bunları satın alabilirim?’ diye sorar, Allah: “Kardeşini affedersen bunlar senin olur.” diye cevap verir. Bunun üzerine, adam: ‘Onu affettim.” der. Allah da: “O halde kardeşinin elinden tut cennete götür.” diye talimat verir.

(Bu hadisi buyurduktan sonra Hz Peygamber (asm) şöyle devam etti)

 “Ey Allah’ın kulları! Allah’tan korkun, birbirinizle barışık olun -küsleri barıştırın-, Şüphesiz, Allah (kıyamet günü) Müslümanların arasını buluyor/onları barıştırıyor.”(bk. et-Terğib ve’t-Terhib, 3/309; Kenzu’l-ummal, h. no: 8863).

Kâfirlerin imana gelmelerinden sonra bütün günahlardan kurtulmaları, onların ilahî devlet vatandaşlığına ilk defa adım atmalarından dolayıdır. Müslümanlar iman etmekle, hep İslam vatandaşı olduklarından, İslam’a aykırı davranışları onlar için geçerli olan kanunlara, prensiplere göre değerlendirilir.

“İslamiyet daha önceki suçları kesip atar / men eden bir kimsenin kâfir iken yaptığı suçlarını gözardı eder, onları görmezlikten gelir, onun için yeni bir sayfa açar.” (Ahmed b. Hanbel, 4/199)

mealindeki hadiste bu hakikate işaret etmektedir.

18 Haram malı sadaka olarak vermek hayır mıdır? Müslümanların sırtından haram yollarla kazandığı parayı, kişinin elinden zorla alıp fakire fukaraya dağıtsa, günah mı işlemiş olur?

Haram yoldan kazancı olan kimselere, devlet ve devletin yetki verdiği kimseler engel olabilir ve mallarına el koyabilir. Devletin yetki vermediği kimseler böyle mallara el koyamadığı gibi istediği gibi de kullanamaz. Buna dikkat etmek gerekir. Çünkü haramı engellemek için kullanılan yolun da helal olması lazımdır.

Haramı helal olmayan bir yolla engellemek de doğru değildir. Ancak kendi isteğiyle bu malları veya paraları verirse, o zaman fakir fukaraya veya hayır kurumlarına verilebilir.

"Haram yolla elde edilen parayı veya malı ne yapmak gerekir?" konusuna gelince:

Haram yollarla elde edilen para veya mal da haramdır. Meşru olmayan yoldan kazanılan bir malı, bir parayı şahsın kendisinin yemesi caiz olmayıp, haramdır. Eğer bu mal hırsızlık, gasp gibi yollarla haksız yere ele geçirilmişse, insanın onu kazancından ayırması, uzaklaştırması gerekir. Bu halde sahibi belli ise, malın ona verilmesi gerekir. Esas sahibi ölmüş olunca da hak mirasçılarına verilir. Şayet sahibi kaybolmuşsa, ortaya çıkana kadar bekletilir. Çıkınca da meydana gelen artışlarla birlikte sahibine teslim edilir.

Gerçek sahibi bilinmeyen mal, birkaç şekilde olur. Ya sahibi ölmüştür, ya kaybolmuştur veya millet malından haksız bir şekilde alınıp zimmete geçirilmiştir. Ayrıca bugün sık sık karşılaşılan bir hal olan faiz yoluyla da geçmiş olabilir. Esas olan, mümkün mertebe faiz müesselelerine para yatırmamaktır. Fakat çeşitli sebeplerle bankada bulunan paraya faiz tahakkuk etmişse, onun sarfı da yukarıda zikredilen haram mallarla birlikte mütalâa edilebilir.

Sahibi bilinmeyen haram malı veya faiz yoluyla ele geçen parayı sarf hususunda İslâm hukukçularının farklı görüşleri bulunmaktadır. Bu meseleyi haram malın sarfı bahsinde anlatan İmam Gazalî Hazretleri, iki ciheti dikkate vermektedir. Birisi, o malın tasadduk edilmesi, öbürü ise, temiz bir mal olmadığı gerekçesiyle fukaraya sadaka olarak verilemeyeceğidir.

İkinci görüşü benimseyen âlimlerden Fudayl bin İyad, eline geçen iki dirhem paranın helâl yoldan kazanılmış olmadığını fark edince, onu götürüp taşların arasına koymuş ve “Ben ancak helâl ve temiz olan malı tasadduk ederim. Kendim için hoş görmediğimi başkası için de uygun görmem.” demiştir.

İmam Gazalî, Hz. Fudayl’ın bu hâlini anlattıktan ve bu görüşü bir derece kabul ettikten sonra, bu görüşleri destekleyen naklî delilleri sıralamaktadır.

Resul-i Ekrem (asm) bir ceneza defninden dönüşünde Kureyşli bir kadının verdiği ziyafete davet edilmiş; önüne konulan kızartılmış koyunun haram olduğu bildirilince, “Bunu kaldırın ve esirlere yedirin.” buyurmuştur.(Tirmizî, Savm: 3)

Yine bir diğer naklî delil de şöyle:

Bizans’ın İranlılara galip geleceğini haber veren Rum Sûresinin ilk âyetleri nâzil olunca, müşrikler Peygamberimizi (asm) yalanlayarak alaya aldılar. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (ra), Peygamberimizin (asm) müsaadesiyle müşriklerle bahse girişti. Sonunda Kur’ân’ın verdiği haber doğru çıktı. Hz. Ebû Bekir (ra) de iddiada ortaya konan develeri müşriklerden aldı. Ancak bu arada kumar haram kılındığı için, Resul-i Ekrem Efendimiz (asm),

“Getirdiğin bu mal şüphesiz haramdır. Onu Müslümanlara sadaka olarak ver.”

buyurdu. Bilindiği gibi, karşılıklı bahis de kumara girmektedir.

Her iki görüşle ilgili geniş açıklamalarda bulunan İmam Gazalî özet olarak şunları söylemektedir:

"Zarurî olarak bilinir ki, bu malı hayırlı bir yere sarfetmek, denize atmaktan daha hayırlıdır. Bunun ne atana, ne de malın sahibine bir faydası vardır. Halbuki bir fakirin eline verildiği takdirde, o fakir faydalanacağı gibi, mal sahibine de duacı olacaktır."

“Kendimiz haramı nasıl yemiyorsak, fakirlere de yedirmeyiz.” görüşünde olan âlimlere ise Gazalî şu cevabı vermektedir:

“Bu söz doğrudur. Fakat bu mal ona ihtiyacımız olmadığı zaman bize haramdır, fakire ise helâldir.”(İhyâ, 2: 127-132)

Bu durumda gerek faizli parayı, gerekse başka yollardan ele geçmiş bulunan parayı fakirlere tasadduk etmek mümkün olduğu gibi, bir hayır kurumuna vermek de mümkündür. Sadaka olarak verilen bu paradan ne bir ecir beklenir, ne de sevap. Sadece para en uygun bir şekilde elden çıkarılmış olur.

19 Doğuştan engelli insanların bir suçu mu vardı ki öyle yaratıldılar?

Allah mülk sahibidir; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Onun icraatına karışamaz ve icadına müdahale edemez. İnsanın hücrelerini yaratan, organlarını tanzim eden ve ona insanî bir hüviyet bahşeden Allah'tır. İnsan bu nimetleri lütfeden Allah'a daha evvel bir şey vermemiştir ki, Onun karşısında bir hak iddia edebilsin.

Eğer insan, kendisine verilenler mukabilinde Allah'a bir şey vermiş olsaydı, “Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!” gibi iddialarda bulunmaya; “Niye iki tane değil de bir ayak verdin?” diye itiraz etmeye belki hakkı olurdu. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. İnsanın, Rabbine karşı ne hakkı var ki, onun yerine getirilmemesi sebebiyle bir haksızlığa uğramış olsun?

Cenab-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, o kulundan çok az bir şey almakla ona pek çok şey vermiş olur. Demek ki zahiren olmasa bile, hakikat da bu o kuluna Allah'ın lütfunun ifadesidir.

Tıpkı bir kulunu şehit edip ona cenneti vermesi gibi... Bir insan, muharebede şehit olur. Bu şehadetle Allah'ın huzurunda, sıddıkların, salihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları “Keşke Allah bize de harp meydanında şahadeti nasip etseydi.” derler. Binaenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Bazı kimseler, bu mevzuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile yanlış düşünseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, Allah'a yönelmeye vesile olmuştur. Bu itibarla bir kısım asi ve nankör kimselerin, bu meseledeki itirazları haksızdır, yerinde değildir.

20 Biri haksız yere başka birine beddua ederse bu beddua tutar mı?

Allah her şeyin içyüzünü bilmektedir. Bu bakımdan başkasına haksız yere beddua etmek caiz değildir.

Rasûlüllah Efendimiz:

"Ben lânetçi olarak gönderilmedim." (Müslim, birr 87)

buyurur. "Bir mü'mine lânet (beddua) etmenin, onu öldürmek gibi" olduğunu bildirir. (Buhârî, edep 44) Yapılan bir lânetin (bedduanın) yerine vardığında haksız yere yapıldıgını görünce sahibine döneceğini haber verir. (Tirmizî, birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45)

21 Bize söven birisine nasıl karşılık vermemiz gerekir?

Peygamberler sabrın en büyük örnekleridir. Çünkü onlar bütün güçlükleri sabırla karşılamışlardır. Dileğimiz Allah (c.c.)'ın bizi, "belâlarına çok sabreden ve nimetlerine çok şükreden" kullarından eylemesi olmalıdır (İbrahim, 14/5).

Sabrın sonu selâmettir. Sabır, iman ve ibadetin, ilim ve hikmetin, kısaca bütün faziletlerin başıdır. Sabırlı insan iyi insandır. İyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa ereceklerini Allah Teâlâ haber vermiştir. Sabır zafere giden yoldur (Asr, 103/1-3).

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur:

"Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hakk sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiçbir kimseye verilmemiştir." (Tirmizi, Birr, 76).

"Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 307)

Ayrıca Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/ 155).

Bu ve benzeri âyetlerden Allah Teâlâ'nın insanları çeşitli sıkıntılara uğratarak imtihan ettiğini ve bu imtihanı sabredenlerin kazandığını öğreniyoruz.

Sabırla bütün zorluklar halledilmekte, her türlü engel aşılmaktadır. Onun için atalarımız, "Sabırla koruk, helva olur." demişlerdir.

Hz. Peygamber (asm) şöyle buyuruyor:

"Mü'minin işi hayrete şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu özellik yalnız mü'mine özgüdür. Zira sevinirse şükreder. Bu ise onun için hayırlıdır. Başına belâ gelirse sabreder. Bu da onun için hayırlıdır." (Riyâzüs-Sâlihin, 1, 54).

Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Allah'ın dinini tebliğ ederken hepsi çeşitli sıkıntılara uğramış, kendilerine eziyet edilmiş, yurtlarından çıkarılmış. Hükümdarlar tarafından zindana atılmış ama onlar daima sabretmişlerdi. Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayet-i kerime vardır. Rasulullah (asm)'ın hayatı ise, baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her Müslümana düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allah'tan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.

Peygamberimize (asm) hakaretler ettiler, namazda iken üzerine deve işkembesi bıraktılar yine de Peygamberimiz (asm) onları affetti, bağışlanmaları için dua etti.

Bir Müslümanın da kendisine söven kimselere aynı şekilde karşılık vermesi doğru olmaz. Hak aranacaksa kanun dairesinde hak aranabilir. Kavga etmek, söverek karşılık vermek doğru değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bu dünyada uğranılan haksızlıklara; bu dünyada mı mücadele edilmeli ve nereye kadar mücadele edilmeli?..

22 Bazı insanlar, bu asırda İslami hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslam hükümleriyle hükmetmeyen herkesi, hemen küfürle itham ediyorlar. Bu konuda orta yolu nasıl bulacağız?

Bazı insanlar, bu asırda İslami hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslam hükümleriyle hükmetmeyen herkesi, niyetlerine bakmaksızın, hemen küfürle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır diğeri, tefritte. Yani ikisi de aşırı, ikisi de istikametten sapmış...

Önce birinci yanılmadan söz etmek isteriz:. Meşhur bir kaide vardır. "Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur." El, dendi mi parmaklar onun lazımıdır. Eli, parmaksız düşünemezsiniz. Ve böyle bir elden istifade edemezsiniz. Yüz dendi mi, göz ondan ayrılamaz. Gözsüz bir yüzün önemli bir yanı eksik demektir. Gözün de akı karasından ayrılamaz. Parmak elin, göz yüzün, göz bebeği de gözün lazımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak düşünürseniz bir fayda elde edemezsiniz. İslami hükümler de böyledir. Bir bütün olarak düşünülmelidir. Ve ancak o zaman, ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura, saadete kavuşturur.

İslam'ın temel şartlarının ihmale uğradığı, şahsi ve ailevi hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece sıradan muameleler ve ceza hükümlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin, böyle bir cemiyete tatbiki mümkün olmayabilir. Olsa bile, birçok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla İslam dışı bir fikre düşer. Müslüman görünür, ama bir İslam düşmanı olarak yaşar.

Bu durumda, İslami hükümlerin insanları ıslah edemediği iddia edilemez. Noksanlık hükümde değil bünyededir; toplumun yapısındadır.

Gelelim, istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette, İslam'ı tam tatbik etmeyen, hükmünü ona göre vermeyen veya veremeyen bir insana hemen "kâfir" damgası vurmak da insaf değildir. Zira, iman küfre zıttır. Bir insan İslam'a zıt bir hüküm veriyor, bir icraat yapıyorsa, bunu İslam'ı reddederek yapacaktır ki küfre girsin. Aksi hâlde onun küfründen değil günahından, isyanından söz edilebilir.

İman gibi küfürde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak, "İslam'ın şu husustaki hükmü şöyle ama, ben onu kabul etmiyor ve şöyle hareket ediyorum." derse küfre girer. Böyle bir niyeti ve iradesi yoksa, işlediği hata, verdiği yanlış hüküm tamamen cehlinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa, yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa bu adama kafir demek ehl-i sünnet itikadınca mümkün değildir. Bunu ancak, büyük günah işleyenin kafir olduğuna hükmeden "Hariciler", yahut böyle bir kimsenin imanla küfür arasında kalacağını savunan "Mutezile" iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalalet olduklarında bütün Ehl-i sünnet alimleri müttefik...

Çok dikkatli olmak gerek, İslamı savunuyorum derken, bilmeden dalalet ehli olma tehlikesi de mevcut...

23 "Adalet mülkün temelidir." sözünü açıklar mısınız; mülk tam olarak ne ifade ediyor?

Hadis olduğu veya Hz. Ömer (ra)'e ait olan bir söz olduğu yolunda rivayetler vardır.

"Mülk"den maksadın, her tür idari sistemlerin ayakta durmalarının tek şartının adaletle, yani kulların hak ve hukukunu muhafaza etmekle mümkün olabileceği çok beliğ bir şekilde ifade edilmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Adalet Mülkün Temelidir...

24 Meşru müdafaa hangi hallerde gerekir?

Meşru müdafaa, diğer bir ifade ile insanın kendisini savunması İslam hukukunun önemli esaslarından biridir. Meşru müdafaayı gerektirecek hususlar başlıca üç kısımdır:
Nefis müdafaası, mal müdafaası ve namus müdafaası.

1. Nefis Müdafaası

İnsanın, canına, bedenine yönelik bir tecavüze karşı kendisini savunması, mütecavize karşı koyması, ona teslim olmamasıdır. Bu husustaki hüküm şöyledir:

“Bir kimse kendisine silah çeken birisini öldürürse, hakkında ne kısas ne diyet ve ne de tazir cezası gerekmez. Hadisenin gece ve gündüz, şehrin içinde veya dışında olması arasında da fark yoktur. Mütecaviz öldürülmekten başka bir yolla savuşturulamıyorsa, sen onu öldürmezsen, onun seni öldüreceğini yakinen biliyorsan, bu durumda onu öldürebilirsin. Fakat, kovalamak, hafifçe yaralamak veya başka bir yolla savuşturmak mümkünse, onu öldürmek caiz olmaz."(1)

2. Mal Müdafaası

Meşru müdafaada ikinci yol mala mülke yapılan tecavüzdür. Mesela, geceleyin evine giren hırsızın malını alıp götürdüğünü gören kimse, hırsızı takip edip yakalasa, hırsız da malları vermeye yanaşmasa ve hırsızı öldürmeden malları alamayacağını biliyorsa, bu durumda da hırsızı öldürmesiyle katil sayılmaz, hukuk karşısında masumdur. Fakat bağırarak, feryat ederek, etraftan halkın toplanmasını temin ederek veya emniyet güçlerine haber vererek malını kurtarması mümkünse, bu durumda hırsızı öldüremez, öldürürse cinayet işlemiş olur, hatta kısas bile gerekir.(2)

3. Namus Müdafaası

Meşru müdafaada üçüncü yol da ırz ve namusa yapılan tecavüz karşısında yapılan müdafaadır. Namusuna tecavüz eden bir mütecavizi öldüren kimse katil sayılmaz. Onun hakkında İslam hukuku bir muamele yapmaz. Bu husustaki esas şöyle belirtilir:

“Bir kimse, kendisine cebren zina fiilinde bulunmak isteyen bir mütecavizi öldürmekten başka bir tarik ile (yolla) defedemeyeceği cihetle katletse, hakkında katil ahkamı cari olmaz.”(3)

Bir kimsenin hanımı veya kız kardeşi gibi mahremlerinden birinin namusuna yapılan tecavüze karşı koyması ve mütecavizi öldürmesi hâlinde de o kimseye bir hüküm tahakkuk etmez.

Mütecavizi öldüremeyen, ona karşı koyamayan kimsenin kendisinin ölmesi durumunda ise uhrevi mükafatı da yüksektir. Bu hususta Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyururlar:

“Dini ve canı uğrunda öldürülen kimse şehittir.”(4)

“Bir kimse malı uğrunda haksız yere öldürülürse ona cennet vardır.”(5)

Türk Ceza Kanununun 49. maddesinin 2 numaralı bendinde meşru müdafaa şu şekilde düzenlenmektedir.

“Gerek kendisinin ve gerek başkasının nefsine veya ırzına vuku bulan haksız taarruzu filhal defi zaruretinin bais olduğu mecburiyetle işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.”

Türk Ceza Kanunu bir kimsenin malı uğruna yaptığı müdafaayı meşru saymamaktadır. Bu daraltma, hukuk çevrelerinin tenkitlerine maruz kalmaktadır.(6)

Fakat şu hususu bilhassa dikkate almak gerekir: Meşru müdafaanın öldürmeye varan kısmı, İslam hukukunda, kesinlikle öldürmekten başka bir çarenin olmadığına inanması halinde tahakkuk edebilir. Aksi takdirde dünyada mes’uliyetten kurtulamayacağı gibi, ahirette de

“Kim bir mü’mini kasten öldürürse onun cezası ebediyen cehennemdir.”(7)

mealindeki ayet-i kerimenin beyanına göre, büyük bir cezaya çarptırılacaktır.

Dipnotlar:

1. İbni Abidin, Reddü'l-muhtar, 5:351.
2. Feteva-yı Hindiyye, 6:7.
3. Istılahalat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3:125.
4. Tirmizi, Diyat:21.
5. Müsned, 2:221
6. Sulhi Dönmezer ve Sahir Erman. Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, 2:124.
7. Nisa Sûresi, 93.

(bk. Mehmed PAKSU, Çağın Getirdiği Sorular)

25 Albert Einstein Tanrı için "Kendi yarattıklarını ödüllendirip cezalandıran bir varlık olamaz." demiştir. Einstein gibi büyük ve dindar bir dehanın bu sözlerinden ne anlamalıyız?

Bu soruya kısa kısa bir kaç noktaya işaret ederek cevap vermekte yarar vardır.

Einstein, Yahudi asıllı olmakla beraber onun öyle abartılacak bir dindar olduğunu söyleyemeyiz. Zaten bu tür ünlü bilim adamları veya filozofların sadece Allah’a inanmaları bile onları “dindar” olarak anılmalarına yeterli bir nedendir.

Farz-ı muhal Einştein çok dindar dahi olsa, biz dinimizi ondan öğrenecek değiliz. Matematik, Fizik gibi ilimlerde dahi olmak, din konusunda da dahi olmak anlamına gelmez. Nice dahiler var ki tanrıtanımazlıkta öncü rol oynamışlardır.

Bu adamın sözlerinin ne anlama geldiği üzerinde kafa yormak bize hiçbir fayda sağlamaz.

Bununla beraber, onun böyle bir söz söyleyip söylemediğini kesin olarak tespit etmek büyük önem arz etmektedir. Ayrıca yapılan tercümenin ne kadar doğru olduğu da düşünmeye değer bir husustur.

Elimizde Allah’ın kelamı, Resulullah’ın sünneti ve milyonlarca İslam alimlerinin fikirleri ortada iken, başkasından medet ummak veya etkisinde kalmak biz müminlere yakışmaz...

Allah’ın, itaat edenlere mükâfatı, isyan edenlere ceza vereceğine dair pek çok ayet vardır. Bu hususa işaret eden bir kaç ayetin meali şöyledir:

“Öyle ya, mümin olan, hiç fâsık gibi olur mu? Bunlar asla bir olamazlar. İman edip, güzel ve makbul işler işleyenlere, yaptıklarına karşılık olarak Me’va cennetleri vardır. Yoldan çıkmış fâsıkların ise barınakları cehennemdir...”(Secde, 32/18-20).

“Kâfirler bölük bölük cehenneme sürülür. (...)Rabblerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük cennete sevkolunurlar.”(Zümer, 39/71,73).

“...Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. Kim de itaatten yüz çevirirse, onu gayet acı şekilde cezalandırır.”(Feth, 48/17).

Allah, bütün yarattıklarını sever ve merhamet eder. Fakat kişi kendi iradesiyle seçmiş olduğu dalaletin neticesinde cehennemi hak ediyorsa, bu durumu “Allah, kulunu sevmiyor.” diye değerlendirmek Allah’ın rahmet ve adaletini suçlamak olur.

Nitekim terbiye ve eğitimde hem ceza hem mükafat uygulaması vardır. İkisi de adalet ve merhametten gelir. Allah da kullarını terbiye eder.

Çalışıp işinin hakkını veren, alnının teriyle para kazanan bir adamla, tembel ve görevini alaya alan, işinden kaytarıp başkalarının üzerinden geçinmeye çalışan bir adama aynı ücret verilip, aynı imkânların sağlanması acaba ne kadar âdil, ne kadar makul olabilir?

Dünyaya niçin geldiğini bilerek vazifelerini yapmak için çabalamış bir insanla, keyif içinde gaflete dalmış, kulluğunu unutmuş, nefsine ve yaratılanlara zulmeden bir insanın, aynı mekânda yani cennette olması haksızlık değil midir?

Adalet sahibi olan bir hükümetin, zalimler için de elbette hapishaneleri olması lazımdır.

Adaletin varlığı ceza ve mükafat ile ortaya çıkar. Küfür ve sapıklıkla, yarattıklarının haklarına girenleri, Cenab-ı Hak cehennem ile cezalandırıyorsa, elbette sonsuz adalet ve hikmet sahibi olduğundandır. Çünkü bu dünyada zalimce yaşayanları ahirette cezalandırmaması Allah’ın adalet ve hikmetine zıttır.

Allah’ı inkâr etmek, Allah’ın kâinatta görünen sıfat ve isimlerini de kabul etmemek ve hiçe saymak demektir. Hem tüm yaratılanlar aslında Allah’ın isimlerini üzerlerinde gösteren aynalar gibidirler. Ve bu vazifeyi yapmak onlar için en büyük vazife ve en büyük şereftir.

Fakat Allah’ı inkâr eden biri tüm varlıkların bu kutsi vazifede olduklarını da reddetmiş olur. Onları değersizleştirir. Ve tüm kâinat kendilerini ve vazifelerini küçük gören her inkârcıdan hak isteyecek Allah da mahlukatının hakkını muhafaza için adaletinin gereği olarak kâfirleri cehenneme dahil edecektir.

Herkesin cennete gitmesi imtihan sırrını ortadan kaldırır.

“Hayır! Kim bir kötülük yapar ve günâhı kendisini kuşatır (da kâfir olarak ölür)se, işte onlar cehennem ehlidirler! Onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar.”

“Îmân edip sâlih ameller işleyenlere gelince, işte onlar cennet ehlidirler. Onlar (da) orada ebedî olarak kalıcıdırlar.” (Bakara, 2/81, 82)

İnsan imtihan için bu dünyada olduğunu unutmamalıdır. İmtihan gereği olarak, kazananlara mükâfat olacağı gibi kaybedenler için de elbette bir ceza söz konusudur. Eğer herkes cennete gitseydi imtihan sırrı ortadan kalkacak ve yaratılışa zıt bir hal ortaya çıkacaktı.

Bir ülkede herkes, hiç imtihan edilmeden çok önemli makam, mevki ve yüksek maaş kazansa, hatta tembeli de çalışkanı da hemen ya doktor ya öğretmen ya avukat vs. oluverse, o memleketin hâli ne olur acaba? Çalışkan, namuslu kimselere bu, zulüm olmaz mı? "Adalet nerede, merhamet nerede?.." diye feryat edilmez mi?

“İşte onlar var ya, mükâfâtları Rabblerinden bir mağfiret ve altlarından nehirler akan cennetlerdir; (onlar) orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Artık (böyle) amel işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir!” (Âl-i İmran, 3/136)

Cennet, cennete layık olanlar için Allah’ın bir ihsanı, ikramı, mükafatıdır… Şayet Allah, herkesi cennete koysaydı cennet mükâfat olmaktan çıkardı.

26 Bu dünyada Allah'a isyan eden kâfirlerin, günahlarından dolayı başlarına bir felaket gelmemesinin, ceza çekmemesinin hikmeti nedir?

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadislerinde

“Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.”1 buyururlar.

Gerçekten de kâfirlerin içinde bulundukları maddî imkân ve rahat ile mü’minlerin çektikleri sıkıntı ve meşakkatlere baktığımızda, bu hadis-i şerifin mânâsını daha iyi anlamış oluruz.

Mü’minin hizmet ve meşakkat yeri dünyadır. Zira ebedî saadeti kazanmak için devamlı bir imtihana tâbidir. İmtihan ise, beraberinde sıkıntı ve meşakkati taşımaktadır. Mü’min dünyada ibadetin külfetine, imanın üzerine yüklediği vazifeye kendisini uydurmakla imtihanı kazanabilecektir.

Onun dünyadaki küçük hata ve günahlarına Cenab-ı Hak birtakım belâ ve musibetleri musallat ederek affına vesile yapmaktadır. Hatta bir hadis-i şerifte

"Ayağına batan dikene varıncaya kadar, mü’mine eza veren her şey onun günahlarının silinmesine ve manevî makamının artmasına birer vesile"2

olduğu buyurulmaktadır.Bu bakımdan dünya mü’min için bir nevi ceza ve imtihan yeri olmaktadır. Ebedî saâdete nisbetle hayatı, görünürde meşakkat ve sıkıntı ile geçtiğinden “Dünya mü’minin zindanıdır.” buyurulmuştur.

Kâfirlere gelince, görüp görecekleri rahmet yalnız bu âlemdedir. Yani kâfirin bütün saâdeti kısa dünya hayatındaki zahirî rahat ve saadetidir. Kâfir ebedî cehennemi hak ettiğinden, bazı iyiliklerine mükâfat olarak dünyada rahat içinde bir nevi cennet hayatı yaşamaktadır.3 Cezası kısa dünya hayatında çekmekle kurtulacak cinsten olmadığından âhirete bırakılmaktadır. Nitekim dünyada da öyle olmuyor mu? Bazı küçük dâvâlar mahallî mahkemelerde hemen halledilip karara bağlanırken, büyük dâvâlar, daha büyük merkezlere havale edilmektedir. Bunun için kâfirler dünyada kısa da olsa bir nevi cennet hayatı yaşamaktadırlar.

Yalnız bu husus hadisin ifade ettiği maddî ve zahirî cihetlere bakmaktadır. Yoksa mânen ve hakikaten mü’min dünyada bir cennet hayatı yaşadığı gibi, kâfir de mânen cehennem gibi ruhî ıztıraplar çekmektedir. Çünkü rahat ve refah içinde yaşamak başka, mânevî bir huzur ve saadet; vicdanî bir rahat içinde yaşamak daha başka bir şeydir.

İlk bakışta ne kadar meşakkatli olursa olsun, mü’minin imanı ruhunda manevî bir cennet hükmüne geçmektedir. Kâfirin küfrü ise onun mahiyetinde mânevî bir cehennemi saklamaktadır.

Evet, maddî vücudun rahatı demek, her zaman ruhun ve vicdanın rahatı demek değildir. Nice maddî saltanat ve imkân içinde olup da ruhî ıztırapların kıskacında kıvrananlar olduğu gibi, maddî sıkıntılar içinde olup da ruhî ve vicdanî huzur ve rahat içinde olanlar vardır. Buna delil olarak, bugünkü Avrupa cemiyetinde görülen ve gittikçe artan intihar vakalarıdır. Dıştan bakıldığında her türlü konfor ve rahat vasıtaları ile kuşatılmışlardır.

Fakat insan ruh ve kalbinin gıdası başka şeylerdir. Madde, ruha bir şey veremiyor. Bunun içindir ki, aklı hareket halinde olan insan, içinde bulunduğu hayatın mânâ ve mahiyetini kavrayamayınca bin bir türlü manevî işkence içinde kıvranmaya başlıyor. Neticede, çareyi düşüncenin kökünü kesecek olan sefâhet, meşru olmayan oyun ve eğlencelerde arıyor. Halbuki sefâhet ve günahların ruhî ıstıraplara yaptığı tesir, sadece ve sadece geçici bir uyuşturucu rolünden ibarettir. Tesiri gidince, ruhtaki ıstırap bütün dehşetiyle kendini açığa çıkarıp, insanı, nihayet hayatına son vermeye kadar götürebilmektedir.

Mü’min ise, ne kadar maddî sıkıntı ve meşakkat içinde olsa da, önünde ebedî bir saadet olduğunu düşünerek sabreder ve tevekkül eder. Ondaki bu ruh teslimi, ruh sükûnuna, bu da iki cihan saadetine vesile olur. Bunun içindir ki,

“Ehl-i sefahet ve dalâlet, dünyada dahi bir manevî cehennem içinde azap çektiklerini ve ehl-i iman ve salâhat, dünyada dahi bir manevî cennet içinde İslâmiyet ve insaniyet midesiyle ve imanın tecelliyatıyle ulvî zevkler tadabilecekleri”4

ifade edilmektedir. Hattâ iman derecesine göre bu zevkin ve lezzetin artacağı bir gerçektir.

Evet, iman, cennetin bir manevî çekirdeği ve küfür ise cehennem zakkumunun bir tohumu olduğu muhakkaktır.

Bunun için, mü’min zahiri sıkıntılarına aldırmaksızın Allah’ın çizdiği hayat programı içinde kalmaya, haram dairesine girmemeye çalışmalıdır. Aslında “Cennet ucuz olmamakla beraber” helâl dairesinde kalmakla kazanılan ebedî saadet de o kadar pahalı değildir.

Hülâsa,

“Her kim hayat-ı fâniyeyi (geçici hayatı) esas maksat yapsa, zâhiren bir cennet içinde olsa da mânen cehennemdedir. Ve her kim hâyat-ı bâkiyeye (ebedî hayata) ciddî müteveccih ise saadet-i dareyne (iki dünya saadetine) mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını cennetin intizar (bekleme) salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder...”5

Dipnotlar:

1. Müslim, Zühd, 1; Tirmizi, Zühd:16, İbni Mace, Zühd, 3.
2. Müslim, Birr, 46.
3. Lem'alar s. 43.
4. İman ve Küfür Muvazeneleri, s 9.
5. Sözler, s.35, 36.

27 Kadın-erkek eşitliği söz konusu mudur?

Bu soruya hemen "evet" veya "hayır" demek çok zor. Çünkü, soru bu hâliyle yeterince açık değil. Onu bir başka soru ile açmak gerekiyor. "Nerede? Hangi konuda? Ne yönden?" gibi. Eğer, "hukukî açıdan" soruluyorsa, cevap olarak "evet" diyebiliriz.

Eğer, her hususta denilirse, o zaman, bu soruya cevap vermeye gerek kalmayacaktır. Zira, cevabı sorunun içindedir. Madem ki, iki ayrı cinsten söz ediliyor; öyleyse mutlak eşitlik nasıl düşünülebilir?

Kadınla erkeğin eşit oldukları sahalar bulunduğu gibi, erkeğin kadını çok gerilerde bıraktığı, yahut onun çok gerisinde kaldığı sahalar da mevcut. Onun için, meseleyi sadece bir tek madde çözümlemek mümkün değil.

Şayet, "Kadınla erkek arasında iyi insan, üstün insan olma noktasında bir fark var mıdır?" diye sorulursa, o zaman şunu hemen belirtmek isteriz: Hakimiyet başka, üstünlük ve fazilet daha başkadır. Bu ikincisinde hemen çalakalem şu yahut bu üstündür, demek çok zordur. Çünkü, kadın olsun erkek olsun, her insan Allah ın kuludur. O, hangi kulunu üstün tutuyor, daha çok seviyorsa ve hangi kulundan razı ise üstünlük ancak onundur. İlahi ferman olan Kur'an'a baktığımızda, üstünlük ölçüsü olarak, karşımıza cinsiyetin değil takvanın çıktığını görüyoruz. Evet, Allah indinde üstünlüğün ölçüsü takvadır.

Nedir takva? En kısa ifadesiyle Allah'tan korkmak, günahlardan sakınmak, Onun razı olmadığı hareket, tavır, hâl ve sözlerden uzak durmak. Onun rızasına ermeyi en büyük maksat bilip, bunu kaybetmekten son derece korkmak. İşte, kim böyle yaparsa üstün insan, faziletli insan odur. Bu noktada cinsiyete itibar edilmemiştir.

Takva dendi mi hemen salih ameli hatırlıyoruz. Salih amel, yani, hayırlı, güzel işler görmek. Onda da cinsiyete itibar edilmiyor. Mesela, okunan her Kur'an harfine karşılık on sevap verilmişse, bu bütün insanlar için böyledir. Kadına daha az, erkeğe daha çok sevap söz konusu değil.

Soruyu bir de psikolojik yönden ele alabilir ve şöyle sorabiliriz: Kadınla erkek arasında psikolojik yönden farklılık var mıdır?

Bu soruya hiç tereddüt etmeden "elbette" diye cevap veririz. Kadınla erkek arasındaki psikolojik farklılık kendini çocukluk çağından itibaren göstermeye başlar. Erkek ve kız çocukların oyuncakları farklıdır. Bir kız çocuğu en çok oyuncak bebekleri sever. Henüz evlilik nedir bilmediği o yaşlarda, bebeklerini bağrına basar, öper, elbiselerini değiştirir, beşikte sallar ve uyutur. Günün büyük bir kısmını onlarla geçirir. Erkek çocuk ise, taksi, uçak, tabanca gibi oyuncaklara daha fazla rağbet gösterir.

Bu çocuklar büyüdüklerinde bu defa, sohbetleri değişir. Erkeklerin toplantılarında daha çok, iş hayatı yahut politika konuşulurken, kadınlarda ön sırayı ev eşyaları ve örgüler alır.

Kabiliyet yönünden de iki cins arasında bariz bir fark var. Erkek, terkip ve tahlilde, kadın ise taklit ve ezberde daha ileri. Bir misal ile anlatmak gerekirse; erkek bir mimari eseri ortaya koymakta, onun bütün bölümlerini güzelce yerleştirmekte, kadından daha ileri. Kadın ise, o eserin herhangi bir bölmesini ince nakışlarla süslemekte erkekten çok daha hassas.

Erkek dış aleme daha açık. Şefkatte kadından geri, ama teşebbüs kabiliyetinde ileri. Kadın ise erkeğe nispeten daha içe dönük. Bunun en büyük faydası, yavrusuna ve yuvasına göstereceği ihtimam.

Bu iki cinsin zafiyetleri de farklılık gösteriyor: Erkekte, tahakküm ve baskı hastalığı mevcut. Kadında ise, gösteriş ve desinler belâsı.

Kadının en bariz bir özelliği de hassasiyetidir. Buna "teessürilik" deniliyor. Kadın, çevreden etkilenmekte erkekten daha hassas. Dolayısıyla, telkine kapılmaya, aldatılmaya ondan daha müsait.

Kadında sezgi gücü, erkekten çok kuvvetli. Değişikliğe ondan daha çok ihtiyaç duymakta, yenilik ve heyecana daha açık. Vücut büyüklüğü itibariyle ve güç ile kuvvet yönünden, kadın erkekten genellikle daha geri. Bunun neticesi olarak, sığınma ihtiyacı kadında kendini daha fazla hissettiriyor. Ama bazılarında bu ihtiyaç, aşağılık kompleksine dönüşüyor; bu da erkeklik kompleksi olarak kendini gösteriyor.

Kadın, hayat arkadaşına (ona nispetle) daha çok bağlı. Ondan daha vefalı. Dünya sevgisinde erkekten çok ileri.

Kadını bu psikolojisi içinde değerlendirmek ve onun erkekleşmesine değil, ideal bir kadın olmasına çalışmak gerekir.

Etrafımıza şöyle bir göz atalım: Bütün canlılarda bedenler ve ruhlar arasında mükemmel bir uygunluk var. Ceylan ruhunu, aslan bedenine sokmak ve onu aslanca davranmaya zorlamak, en başta o sevimli ruha zarar verir. Her kükreyişte ruhundaki letafetten birazını kaybeder; her hamlede kendi öz güzelliğinden bir parçayı harap eder. Kadın ve erkek eşitliği diyerek kadını erkekçe davranışlara itmek de en başta kadına zarar verir.

Aslında, bu vadide gösterilen kasıtlı ve yoğun faaliyetler, bir bakıma hiçbir şeyi değiştirememiştir. "Hüküm çoğunluğa göre verilir." kaidesinden hareketle şöyle diyebiliriz: 

Kadınlar yine fabrikatör olmaktan çok işçi, hâkim olmaktan çok kâtip, amir olmaktan çok sekreter, pilot olmaktan çok hostes, patron olmaktan çok tezgâhtardırlar. Zira, yaratılışı değiştirmek mümkün değildir.

Maalesef, kadına lâyık olduğu yeri bir türlü veremedik. Ya onun rızkı bize bağlıymışçasına, kendisine aşırı derecede hükmetmeye kalktık, ona haksız muamelelerde bulunduk, yahut, kendisine çok fazla fırsat verdik, onu erkekliğe heveslendirdik ve mahvettik.

28 İslâmî manada adalet kavramlarını nasıl anlamalıyız?

Adalet; hak ve hukuka uygunluk, her hak sahibine hakkını vermek ve haksızları cezalandırmak, hukuk önünde herkese eşit davranmak demektir.

Adaletin zıddı zulümdür. Zulüm; başkasının mülkünde onun izni olmaksızın tasarruf etmek, hak ve hukuk dinlememek manasına gelir.

Allah hakkında zulüm muhaldir. Çünkü mülkün ondan başka sahibi yoktur. Gerçeği böylece tespit ettikten sonra adalet konusuna girebiliriz...

Adaletin iki temel esası var: Birincisi, ihkak-ı hak, diğeri zalimleri cezalandırmak. İhkak-ı hak, her yaratığa, her hayat sahibine varlığı için gerekli her şeyin en güzel surette verilmesi demektir. Kendimizden örnek verelim: Organlarımızdan hangisinin yerini veya şeklini beğenmiyoruz? Hangisinin vazifelerine itirazımız var? Sayılarını noksan mı buluyoruz fazla mı? Göz yüze, parmak ele takılmış. İki kulağa karşılık bir ağzımız var. Ayaklarımız altta, başımız üstte yer almış... Bu ilâhî tanzime kim itiraz edebilir!...

Her bir ağaç her bir hayvan her bir çiçek her molekül her atom ve semadaki her sistem ihkak-ı hakkı güneş gibi göstermiyor mu?.. İnsanoğlu adaletin bu tecellisi üzerinde çok durmuş ve onu anlamada hayli yol almış. Astronomiden biyolojiye, tıptan jeolojiye kadar yazılan bütün eserler, bir bakıma bu hakikatin tefsiri...

Adaletin diğer yönü ise, zâlimlerin cezalandırılması, her ferdin lâyık olduğu mükâfatını yahut cezasını görmesi... İşte, akıl ve vicdan emrediyor ki, adaletin birinci yönünün sonsuz bir hikmetle işlediğini gören insan, ahirete bakan bu ikinci yönüne karşı da iman ile, teslim ile mukabele etsin. Ama, gel gör ki, uygulama böyle olmuyor!.. Nice insan, âhiretteki tecelliyi bu dünyada arıyorlar. Zaten, adalet tartışmalarının çoğu bu yanlış arayıştan kaynaklanmıyor mu?”

Geçenlerde peygamber efendimizin doksan dokuz esma-i hüsna’yı saydığı hadis-i şeriflerini okudum. Adl isminden önce ve sonra gelen isimler dikkatimi çekti. Adl’den önce Basîr ve Hakîm; Adl’den sonra ise Lâtif ve Habîr isimleri sayılmıştı...

Şöyle düşündüm:

Her şeyin her şeyini her an gören ve yaptığı her işini hikmetle yapan Allah, elbette mutlak âdildir. En ince şeyleri bilip kullarına sezilmez yollardan lütuflarda bulunan ve her şeyin iç yüzünden haberdar olan Allah, elbette sonsuz derecede âdildir.

Diğer isimleri de aynı şekilde tefekkür edebiliriz:

Rahman ve Rahîm olan Allah, şüphe yok ki kullarına adaletle muamele eder...

Kahhar ve Cebbar olan Allah, muhakkak ki adaleti en iyi tatbik edendir...

Gaffar ve Settar olan Allah, kulunu cezalandırırsa, artık o kul bunu hak etmiş demektir...

29 Laikliğin İslam'a göre yeri nedir?

Günümüzdeki laiklik, bütün dünyada farklı kesimlerin farklı zihniyetlerine paralellik göstermektedir. Dine karşı alerjileri olanlar, bunu dine karşı kullanmak istiyorlar. Dine karşı saygılı olan kesimin de bunu bütün dinlere karşı saygılı bir fenomen olarak algılamaları normaldir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Günümüzdeki laiklik acaba dinimizle çatışmakta mıdır?

30 Tazminat parası almak caiz mi? Askerde iken bir olaydan dolayı ameliyat oldum; dalağım alındı ve beni çürüğe ayırdılar. Herhangi bır tazminat veya maaş durumu olmadı. Ben dava açarak tazminat veya maaş alsam, bu bana helal olur mu?

Hukuk çerçevesinde ve yürürlükteki yasaların ön gördüğü şekilde ödenen kıdem tazminatı caiz olduğu gibi; herhangi bir haksızlığa veya mağduriyete maruz kaldığınızda, yasaların size verdiği yetkileri kullanarak tazminat davası açmanız ve yolsuzluk ve usulsüzlük olmadıkça, hukukun verdiği hak ve yetkiler çerçevesinde tazminat almaya hak kazanmanız halinde, ödenen tazminatı almanız caizdir.

Hile, aldatma, rüşvet gibi meşru olmayan yollarla hukuk kanallarını yanıltılmamak şartıyla; hukukun kendi kuralları çerçevesinde verdiği tazminat kararı dinen de makbuldür. Bu karar sonucunda alınan para helâldir.

İlave bilgi için tıklayınız:

TAZMİNÂT

31 Yüce Rabbimiz, insanların belki de çoğunun günah işleyip bedel olarak cehenneme gideceğini yüce ilmiyle bildiği halde, neden onları yarattı?

Bu konunun anlaşılması marifetullahtan örülmüş sağlam bir altyapıya bağlıdır. Bunun temellendirilmesi ise kaynak kitaplara ihtiyaç duymaktadır. Bununla beraber biz konuyu birkaç madde halinde özetleyip bazı noktalara işaret edip ferasetinize havale edeceğiz:

Önce şu husus iyi bilinmelidir ki, Allah’ın -sonsuz ilim ve hikmetle- yaptığı, yapacağı işlerini kısacık aklımızla tartmakta zorluk çekebiliriz. Bu gibi durumlarda Kur’an’da sık sık hatırlatılan “Allah’a tevekkül” etmeyi unutmayalım. Tevekkül demek, Allah’a güvenmek demektir. Allah’a güvenmek demek, Allah’ın –asla zulmetmez- bir âdil/adalet sahibi olduğuna, -asla abesle iştigal etmez- bir hakîm/hikmet sahibi olduğuna, -asla yanılmaz- bir alîm/ilim sahibi olduğuna inanmak demektir.

Allah’ın isim ve sıfatları mütedahil/iç içe daireler gibidir. Yerine göre bir sıfat merkezde olur, diğerleri de onunla irtibatlı olurlar. Sıfatlardan bazılarının tecellisi, diğer bazılarını devre dışı bırakmaz. Örneğin, yaratmak söz konusu olduğunda merkezdeki isim “Hâlık=Yaratan”dır. Fakat yaratıcılık vasfı, ilim, hikmet, kudret gibi vasıfları da ister. Demek ki, yaratıcılık vasfı, ilim, hikmet ve kudretten soyutlanmış bir şekilde algılanamaz. Keza, Rububiyet vasfı (Allah’ın kâinatı terbiye edip eğitmesi, yerli yerince oturtması, mükemmel yönetmesi, idare etmesi) söz konusu olduğu yerde, ilim, kudret, hikmet, merhamet, adalet vasıflarını görmemek mümkün değildir.

“Allah kullarına asla zulmedici değildir.” (bk. Al-i İmran, 3/182; Enfal, 8/51) mealindeki bir çok ayet, Allah’ın sonsuz adaletine işaret ettiği gibi, bugün fen bilimlerinin ortaya koyduğu bilimsel keşifler de kâinat çapında harika bir ölçünün, bir ekolojik dengenin, bir adaletin varlığına şahitlik etmektedir. Kâinattaki harika düzeni dizayn eden elbette Allah’ın sonsuz hikmet ve adaletidir.

Dünya imtihanı, zıt duyguların varlığını gerektirir ki, insan oğlu özgür iradesini hangi tarafa kullanırsa ona göre bir değer veya değersizlik kazansın. Aklın, vicdanın sesi, kulağı olan iyi duyguların karşısında nefsin, şeytanın sesi olan kötü duyguların olması âdil bir imtihanın şartıdır. Bu sebepledir ki, İnsanlık camiasında, bir yandan melek gibi insanlar, diğer taraftan el-hannas gibi insanlar vardır. Böyle zıtlarla örülü bir ortam olmasaydı, ne Hz. Ebu Bekir gibi -insanlık camiasını şereflendiren- bir sadakat ve dürüstlük timsali, ne de Müseyleme-i kezzap gibi -insanlığın yüz karası- bir yalan makinesi ortaya çıkabilirdi.

Demek ki, cennet  adam istediği gibi, cehennem de adam ister.

Ayrıca bilinmesi gereken bir husus da şudur ki, cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değildir. Gerçekten Allah’ın bütün işlerinin adalet ve merhamet dolu olduğuna tam iman etmeden, O’na güvenmeden, O’na teslim olmadan cennete girmek zordur. Cehennemin lüzumsuz olmadığını gösteren unsurlar ise binlercedir. Her gün insanlık camiasında yapılan zulümler, işlenen cinayetler, inkâr ve isyanlar “zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağırıyorlar.

İmtihanın en önemli özelliği, herkes tarafından hemen anlaşılmayan sorular ihtiva ediyor olmasıdır. Yani akla kapı açılır, fakat aklın iradesi elinden alınmaz. Bir imtihanın bütün soruları basit ve herkes tarafından hemen anında anlaşılabilir bir şekilde ise, bu imtihan yapmacık ve ciddiyetten yoksun demektir.

İmtihanın en büyük maksadı, bilenlerle bilmeyenleri, çalışkanlarla tembel olanları, aklını kullananlarla kullanmayanları birbirinden ayırt etmektir. Buna göre, eğer gök yüzünde “La ilâhe illallâh – Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.” yazılarak,  aklın iradesini elinden alacak şekilde insanları Allah’a iman etmeye zorlayan açıklıkta bir imtihan olsaydı, Hz. Ali gibi ilmin zirvesinde olan bir kimse ile cehaletin sembolü haline gelmiş Ebu Cehil aynı seviyede kalmış olacaklardı. Hz. Ebu Bekir gibi dürüstlük ve samimiyetin simgesi olan bir kimse ile, yalancılıkla ün yapmış Müseyleme-i kezzap gibi bir yalancı aynı noktayı paylaşmış olacaklardı. Bu ise, imtihan sırrına aykırıdır.

Demek ki, İlahî imtihanda eşitlik ve adalet anlayışı bakımından bazı noktaların biz insanlara açık olmaması da bir imtihan sırrıdır. Çünkü, insanoğlu her zaman, her an bir çeşit imtihana tabi tutulmaktadır. Bu imtihanların bazı noktalarının kapalı olması imtihanın bir gereğidir.

Bu pencereden baktığımızda şunları söylemek mümkündür:

- Allah âdildir, asla kimseye haksızlık etmez. Bu konuda ve bize farklı gelen diğer konularda tek rehberimiz “Allah kullarına asla zulmedecek değildir.” (Al-i İmran, 3/182; Enfal, 8/51; Hac, 22/10) mealindeki ayetlerde vurgulanan gerçek olmalıdır.

- İslam’da çocukların ve delilerin imtihana tabi tutulmamaları bu konudaki ilahî adaletin açık bir yansıması olarak değerlendirilmelidir.

 - Konuya “Biz bir peygamber göndermeden kimseye azap edecek/ceza verecek değiliz.”(İsra, 17/15) mealindeki ayetin vurguladığı hakikat penceresinden bakmak gerekir. Şekli ne olursa olsun, insanın gerçekleri algılamasına engel olan sosyolojik, psikolojik, biyolojik, çevresel herhangi bir baskı ve engelin olması durumu, yukarıdaki ayetin mesajı kapsamındadır.

- İman şuuruyla konuya yaklaştığımız zaman rahatlıkla diyebiliriz ki; hiçbir bilimsel keşif, Allah’ın adaletini yok sayamaz. Hiçbir “inanç geni” insanın özgür iradesini ortadan kaldıramaz. Hiçbir çevre faktörü Allah’ın adaleti ölçüsünde göz ardı edilmez. Aklın ve iradenin yüzde yüz ortadan kalktığı bir ortamda hiçbir sorumluluk söz konusu olamaz. Allah’ın mesajını algılamaktan uzak bir atmosferde yaşayan hiçbir insan cezaya çarpılmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah bazı insanları cehennem için mi yaratmıştır?

Allah Teala kullarını yaratmadan önce cennet veya cehenneme gideceğini bildiği halde cehennemlikleri neden yarattı?

Kader zulmeder mi?

Eşitlik ve adalet aynı şey midir? Değilse, aralarındaki fark nedir?

İnsanların dünya nimetlerinden aldıkları paylardaki farklılık, ilâhî adalet yönünden nasıl yorumlanabilir?

32 İslam'a göre suçlu niçin cezalandırılır?

Cezalandırmada tarih boyunca muhtelif telakkiler hakim olmuş ve cezaların gayesi, bu telakkiler ışığında belirlenmiştir. Batıda, eski devirlerde (takriben 18. asra kadar) cezaların gayesi; yıldırma, intikam ve teşhirden ibaretti. Yakmak, çarmıha germek, uzuv kesmek, kemik kırmak, kızgın demirle dağlamak, vs. o devirlerde çok görülen ceza şekilleriydi.

Ayrıca o devirlerde, suç ile ceza arasında uygunluk da yoktu. İdam cezası bazen en basit suçlar için bile uygulanabilirdi. İngiliz Ceza Kanununda, 18. asra kadar 200 kadar suça idam cezası tatbik edilmiştir. Fransız Ceza Kanunu ise, 215 ayrı suça idam cezası uygulamıştır. Bu suçların çoğu da hafif suçlardı.

Zamanla ferdî intikamın yerine, içtimaî ve ilâhî intikam gayesi kaim olmaya başlamıştır. İçtimaî intikamda, korkutma ve yıldırma; İlâhî intikamda ise, işlenen suçun keffaretinin ödenmesi maksatları hâkimdir. 18. asırdan itibaren batılı mütefekkirler, cezalardaki intikam gayesi ile mücadele etmişler ve onun yerine cezalandırmada başka gayelerin ikamesine çalışmışlardır.

İSLÂMDA CEZANIN GAYELERİ

İslâm ceza hukukunda cezanın gayesi; suçluya zulmetmek, işkencede bulunmak veya ondan intikam almak değildir. Zira Hz. Peygamber (asm), insanlar üzerinde terör estirmek ve istibdad kurmak için değil, alemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

Dini naslardan (ayet ve hadislerin ifadelerinden) ve müçtehitlerin ifadelerinden anlaşıldığına göre, İslâm'ın cezalandırmada takib ettiği gayeler şunlardır:

1. Suçu umumî önleme

İslâm hukukundaki ceza tatbikatında ibret vericilik ve suç işlemeyi önleyicilik esas alınmıştır. Yani İslâmî cezalar, suç işlenmeden önce suçun işlenmesine engel olacak ve başkalarına ibret verip onların suç işleme meylini kıracak özelliktedirler.

Bu sebeple İslâm'da ağır cezalar, halkın gözü önünde icra edilir. Cezalandırmanın alenî olarak halk huzurunda yapılması, insan psikolojisiyle yakından ilgilidir.

İbret vericilik ve önleyicilik gayesi; cezalandırma işleminin teşhiri ve halkın huzurunda alenî olarak ifası ile en güzel şekilde temin edilmiş olur. Çünkü böylelikle halkın suça karşı nefret duyma ve ayıplama duyguları daima uyanık tutulmuş olur. Hiç kimse, suçlunun o andaki durumuna düşmek ve halkın huzurunda utanç verici hallere girmek istemez. Bu duygu da suça olan meyli kırar.

2. Hususî önleme

İslâmî cezalarda suçluyu ıslah gayesi de vardır. Ceza, suçlunun ahlâkını güzelleştirmek, onu uslandırarak bir daha suç işlemeyecek şekilde ıslâh etmek için uygulanır.

İslâm'da cezalandırma, babanın çocuğunu terbiyesi veya doktorun hastasını tedavisi gibidir. Yoksa suçluya zulüm ve işkence etmek, intikam almak için değildir.

3. Keffaret

Suça karşı ceza, mutlak adaletin gereği olan keffarettir. Ceza suçun keffaretini, karşılığını ödetmek suretiyle mutlak adaleti sağlar. Böylece mağdur taraf da tatmin ve teskin edilmiş; cemiyette huzur ve asayiş temin edilmiş olur. Bu sebeple Resûlüllah Efendimiz (asm) bir hadîslerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Adaletin tahakkuku için yeryüzünde uygulanan bir ceza, yeryüzü halkı için, 30 sabah yağmur yağmasından hayırlıdır." (Ibn Hanbel, Müsned, II / 402)

Kötü bir iş yapana, yaptığıyla mukabele, adalet gereğidir. Kur'an'da bu hususa şöyle temas edilir:

"Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür. Fakat kim affeder, tarafları sulh ederse, mükafatı, Allah'a aittir. Şüphe yok ki o zalimleri sevmez..."(Şuara, 26/40)

Görüldüğü gibi, suç işleyenin müstahak olduğu miktarda cezalandırılması adalet gereği olmaktadır. Bununla birlikte mağdurun, suçluyu affetmesinin ayrı bir fazileti vardır.

Cezalandırmada mümaselet de şarttır. Yani verilen ceza, işlenen suça denk ve uygun olmalıdır. Verilen cezanın suça nisbetle ağır olması, cemiyette adaletin değil, zulüm ve huzursuzlukların kaynağı olur. Cezanın keffaret vasfı taşıması; suçlu açısında da büyük bir lütuf ve rahmettir. Zira fakihlerin ekseriyetinin görüşüne göre, bir suçun dünyada çekilen cezası, bu suçun günahlarını örter, ahirette ayrıca o suçtan ceza görmeyi kaldırır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuşlardır:

"Kim suçlardan birini irtikab eder de onun cezasına çarptırılırsa, bu, onun keffaretidir." (Ömer Nasuhi Bilmen - Hukuki İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye K., I / 33)

Cezalandırmada ıslâh gayesi esas alındığı içindir ki, suçlu suçu işledikten sonra bir pişmanlık gösterirse, mümkün mertebe cezanın uygulanmaması cihetine gidilir. Çünkü bu durumda cezalandırmanın en mühim gayesi tahakkuk etmiştir.

Hz. Peygamber Efendimiz (asm), kendisi bizzat gelip hırsızlık yaptığını itiraf eden birine "Senin hırsızlık yaptığını sanmıyorum."(1) demiştir.

Aynı şekilde Sahabeden Maiz adlı biri Resûlüllah'a gelip zina yaptığını büyük bir pişmanlık içinde ikrar edince ona,

"Sen iyi düşün. Zina yapmamış, sadece öpmüş veya bunun gibi bir şey yapmış olabilirsin."

demiş, böylelikle ona ikrarını geri aldırmak istemiştir. Fakat Maiz ikrarında ısrar etmiş ve neticede zina cezasına çarptırılmıştır.(2)

Burada şunu belirtmek gerekir ki, bu her iki durumda da suç kesinlik kazanmamıştır. Çünkü suçun işlendiğini bilen ve gören yoktur. Suçlu, yaptığı işten pişman olarak suçunu bizzat itiraf ve ikrar etmektedir. Kendinin bu ikrarı olmasa, ona hukuken suç isnadı mümkün değildir.

Bu sebeple Resûlüllah Efendimiz (asm), onların, işledikleri suçlardan dolayı gerçek bir pişmanlık içinde olduklarını görünce, suçlarını bizzat kendilerinin itiraf ederek hukuken sübut bulmasını istememiştir. Onların sadece kendi kendilerine tövbe ve istiğfarda bulunmalarını yeterli bulmuştur.

Suçlunun ikrarına ihtiyaç olmaksızın, delil ve şahitleriyle kesinleşmiş bir suç vakıasında ise, durum bundan farklıdır. Suçlunun pişmanlık duyması burada nazara alınmaz.
Zira, had cezalarında suçludan ziyade cemiyetin (kamunun) menfaati esastır. Bu gibi ağır suçların cemiyet içinde yaygınlaşmaması, fitne ve huzursuzluklara sebep olmaması için, suçlunun durumu ne olursa olsun hukuken sâbit olan suçun cezası infaz edilir. Ancak kısas bundan müstesnadır. Çünkü kısasta maktülün velileri, suçluyu affetmek yetkisine sahiptirler. Ve Kur'an'da bu af teşvik edilmiştir.

Tâzir denilen, cezası hâkimin takdirine bırakılmış suçlarda ise, daha ziyade suçlunun durumu esas alınır. Hakim suçluda ıslâh olacak bir hal görürse, cezayı kaldırabilir veya hafifletebilir. Tabii ki bu arada kamunun menfaati de gözetilmelidir.

Dipnotlar:

(1) Ahmed b. Hanbel, Baki Müsnedü'l-Ensar, 21480
(2) Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314 vd.

33 Bir işte Müslüman olanı kayırmak caiz midir?

Yüce Allah, varlığı en güzel şekilde yaratmış ve

“ …Yaptığınız işi güzel yapın; Allah işini güzel yapanları sever.”1

ayetiyle, insana işini en iyi bir şekilde yapmasını emretmiştir. Her alanda işini en güzel bir şekilde yapmak, dinimizde “İhsân” kelimesiyle ifâde edilmektedir. Nitekim sevgili Peygamberimiz (asm), “İhsan nedir Ey Allah’ın Rasulü?” sorusuna

“...Allah’ı görüyormuş gibi kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu görmesen de o, seni görüyor...”2

şeklinde cevap vererek, yapmakta olduğumuz her işi Yüce Allah’ın görüp gözettiği ve amellerimizin O’na arz edileceği bilinciyle yapmamız gerektiğini haber vermiştir.

Dinimiz, tüm yararlı işleri Allah’a kulluk kapsamında bir ibadet olarak nitelendirmekte, yapılan işi önemseyip güzel ve sağlam yapmayı emretmektedir. Sevgili Peygamberimiz (asm)

“Allah her şeyde ihsânı farz kılmıştır...”3

buyurarak, insanın yaptığı her işi ve görevi kurallarına ve tekniğine uygun olarak, sağlam, güzel, kaliteli, en iyi ve en mükemmel bir şekilde yapmasını istemektedir. Sevgili Peygamberimiz (asm) diğer bir hadis-i şeriflerinde de

“Yüce Allah, yaptığınız işi sağlam ve iyi yapmanızdan hoşnut olur.”4

buyurmaktadır.

İş yapmak, bir eser ortaya çıkarmak insana özgü bir yetenektir. İşi güzel ve sağlam yapmak ise işini benimsemiş sorumluluk sahibi kişilerin bir özelliğidir. Mensubu olduğumuz yüce dinimiz bizlere, her alanda daha iyiyi ve güzeli ortaya koymayı öğütlemektedir. Dinimiz, baştan savma hiçbir tutum ve davranışı, gayesiz bir hareketi, rast gele yapılan bir işi makbul görmemiştir. İnançta sağlamlık, davranışlarda samimiyet, alışverişlerde doğruluk, sanatta incelik, yapılan her türlü işte kalite ve dürüstlük dinimizin emrettiği güzelliklerdendir

Dinimizce, yapılan işin güzel olabilmesi için öncelikle niyetin düzgün olması ve kişinin; “işini güzel yapma” arzu ve gayreti önemli görülmüştür. Bu arzu ve gayret insanı, işlerinde başarılı, kendini yenileyen, yapıcı bir niteliğe sahip kılar. Vicdanı temiz bir mü’min, hangi işte çalışırsa çalışsın “saatini doldurma” ve “baştan savma” şeklinde bir anlayışa sahip olamaz. Böyle bir anlayışla yapılan işten elde edilen kazancın helal olmayacağı da asla unutulmamalıdır.

Müslüman’ın iş hayatındaki en belirgin özelliği, işini düzenli ve en güzel biçimde yapmasıdır. Mü’min, fert, aile ve toplum olarak, hayatı anlamlı kılacak ve huzur ortamı oluşturacak güzel bir çalışma sergilemelidir. İlim adamı ilmî çalışmasında, tüccar ticaretinde, işçi iş yerinde, kamu görevlisi görev yerinde, kısacası herkes kendi işinde, dinimizin “işi güzel ve sağlam yapmak” olarak telakki ettiği ve öğütlediği “İHSAN”ı hedeflemelidir.

İş hayatında bu güzel prensibi getiren dinimiz, başkalarına yaptırılacak işin de en güzel şekilde yaptırılmasını ve her işin ehline verilmesini emretmiştir. Sevgili Peygamberimiz (asm),

“İş, ehil olmayana verildiği zaman kıyameti bekleyiniz.”5

buyurarak, işlerin verimli ve sağlam yapılmasının, onun ehline verilmesiyle ancak mümkün olacağını, aksi takdirde bozulmanın ortaya çıkacağını ifade etmiştir.

İşini sağlam ve güzel yapmak, her şeyden önce fedakârlığı, ciddiyeti ve özveriyi gerektirir. En güzeli ortaya koyma idealini getirmiş olan yüce dinimizin çalışma hayatıyla ilgili ölçülerini bilerek dengeli bir şekilde bunları her işimizde tatbik etmek hedefimiz olmalıdır. Unutmayalım ki bir kimsenin işini güzel yapması hayatı da güzel yaşamasıdır.

“Gerçek şu ki iman edip iyi işler yapanlara gelince, elbette biz işi iyi yapanların ecrini zayi etmeyiz.”6

İş yaptırırken kişinin hem uzman hem de dindar olması tercih edilmelidir. Bununla beraber işi yaptırırken uzman olması ön plandadır. İş konusunda uzmanlığı aynı olan iki kişiden dindar olanı tercih edilebilir. Çünkü Allah korkusu işi daha sağlam yapmasına vesile olur. Başkasının hak ettiği işi Müslüman olduğu için hak etmeyene vermek ise caiz değildir.

Dipnotlar:

1. Bakara, 2/195.
2. Buhârî, İmân, 37. I, 18
3. Müslim, Sayd, 57
4. Beyhaki, Şu’abu’l-İman, 4/334
5. Buhari, İlim, 2
6. Kehf,18/30

34 İnsan hürriyetini sınırlandırmak, insana bir sıkıntı ve azap değil midir?

Bir balık, deniz içinde dilediği yöne gidebilir. Ama onun bu hürriyeti, deniz ile sınırlıdır. Ondan dışarı çıkması yasaklanmıştır. Karalar, ormanlar onun için yasak bölge. Tilkilerle, aslanlarla arkadaşlık etmesi, sanki, haram kılınmış. O, denizde yaşayacak ve ömrünü diğer balıklarla geçirecektir. Bu hürriyet kısıtlaması onun zararına değil faydasınadır.

İnsanın denizi de “helâl dairesi”dir.

“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” (Sözler)

İnsan, bu daire içinde kalmak şartıyla, istediği gibi hareket edebilir, dilediği gibi safa sürebilir. Ama bu dairenin dışı, onun için cehennem tarlasıdır.

Buna göre, hürriyeti şöyle de tarif edebiliriz:

“Hürriyet, helâl ve haram dairelerinden dilediğini seçebilme yetkisi ve netice itibariyle de cennet ve cehennem yollarından istediğine girme serbestisidir.”

Kul, hür olmaz. Nasıl olsun ki, kölenin bile hürriyeti söz konusu değil. Kulluk ise, kölelikten çok daha ileri bir bağımlılık. Mutlak mânâda ve sınırsız bir hürriyete sahip olmadığımızı nefsimize iyice kabul ettirmek için şöyle bir düşünelim:

İnsanoğlu, eliyle işitip, gözüyle koku alıp, kulağıyla görebiliyor mu? Hayır.

Öte yandan, aklıyla hıfzedip, kalbiyle anlayıp, hafızasıyla sevebiliyor mu? Cevap; yine Hayır.

Demek ki, insan her organını ve duygusunu yerinde kullanmaya mecbur. Onu yaratan, organlarını yerli yerine koyan ve ruh âlemini akıl almaz bir şekilde tanzim eden, her duyguyu, her hissi ayrı vazifelerde çalıştıran biri var.

Bu organların ve duyguların önüne iki saha açılmış: Helâl ve haram meydanları. Ayağıyla dilediği yere gidip gözüyle istediği yöne bakabildiği gibi, aklını her sahada kullanabiliyor ve hafızasına, olur- olmaz, her şeyi doldurabiliyor.

Bu sermayelerden her biri insanın akıl ve vicdanına emrediyorlar ki: “Bizi dilediğin gibi yönlendiremezsin! Sen irade sıfatını doğru değerlendirmeli ve bizi yaratılış gayemizde kullanmalısın!..”

İnsan iradesine tanınan bu hürriyet, bu serbesti, bu seçme hakkı, ne yazık ki, çoklarınca yanlış değerlendiriliyor.

İnsanoğlu, babasına, amirine, devletine karşı gelme hürriyetine sahip olmadığını çok iyi bildiği hâlde, nasıl oluyor da, Rabbine, Hâlikına, Mâlikine karşı kendini hür ve serbest sanabiliyor!?..

Asrımız alimlerinden Bediüzzaman Said Nursi, hürriyet konusunda çok önemli bir noktaya şöyle parmak basıyor:

“Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.” (Hutbe-i Şamiye)

Hür olduğunu, dilediği gibi hareket edebileceğini iddia eden bir insan, gerçekte nefsinin esareti altına girmiştir. Nefsi ona kötülüğü emreder; o da bu emre kayıtsız şartsız itaat eder. Bu esaret, rezil bir esarettir. Bir alimin hizmetine girmiş bir insanla, bir soygun şebekesinde çalışan bir başka insan ilk bakışta aynı noktada birleşirler: İkisi de emir altındadır. Ama birincisi büyük bir şereftir, sonu ilim ve irfana çıkar. Diğeri ise rezalettir; neticesi azap ve zindandır...

35 İslam'da adalet, vicdan, hukuk ilişkisini açıklayabilir misiniz?

Bu üç kavramı bir entegrasyona tabi tutarak değerlendirmek gerekirse;

Adalet: Geniş anlamıyla, her şeyin hakkını vermek, haklar arasında dengeli bir statü kurmak, hakkın küçüğüne-büyüğüne bakmadan hakkın hakkettiği değer ölçüleri kullanmak, sosyolojik açıdan gereken hak-hukuku korumak için kâinatta mevcut olan ontolojik hukuk normlarına riayet etmek anlamında kullanılan bir kavramdır.

Vicdan: Kalbî, aklî ve hissî yanlarıyla fıtrat kanunlarına uygun bir performans gösterdiği takdirde, içsel bir denge ve enfusî bir adalet mekanizmasını oluşturmuş olur. Vicdan, fıtrî olmayan şeyleri reddeder. Adaletin ilk yansıma alanı, insanın yaratılışında var olan iştiha, öfke ve akıl kuvvetidir.

- İştiha kuvvetinin/şehevî  kuvvetin adalet ölçüsü; iki aşırı uç olan fücur (helal-haram demeden nefsin arzu ve isteklerinin peşine takılmak) ve humud durumundan (nefsin yapması gereken işlevlerinden mahrum olmasından) uzak bir çizgide, iffet çizgisinde yürümesidir.

- Öfke kuvvetinin adalet ölçüsü; iki aşırı uç olan tehevvur (Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz, insanlara acımaz bir gaddarlık) ve cebanet (kişinin hakkını savunamaması, korkmaması gereken yerde bile korkaklık gösterme) tavırlarından uzak bir şekilde, şecaat/kahramanlık çizgisinde yürümekten ibarettir.

- Aklın adalet ölçüsü ise; yine iki aşırı uç olan şımarık, demagojik bir zekâ ile geri zekâlılık kulvarından uzak, hikmet çizgisini takip etmektir.

Bu üçlü mekanizmanın sağlam çalışması, adaletin temel harcı olan iç dinamiklerin âdilce harekete geçirilmesi anlamına gelir. Vicdanları adalet anlayışıyla donanımlı olan insanların oluşturduğu toplumlarda adalet mekanizmasının çalışma şansı oldukça fazladır. Yani, insanların yaratılışında var olan adalet ölçüsünün kullanılması durumunda hem vicdanları hem de toplumları huzura kavuşturur.

Her toplumun kendine mahsus bir kamu vicdanı olduğuna göre, -evrensel olmayan değerlendirmelerde- hukuk sistemi, gerçek adaleti yansıtmak için bu maşerî vicdanın kabul ettiği adalet mekanizmasını harekete geçirmek durumundadır.

Hukuk ise: Normatif prensipler ihtiva eden bir mekanizmadır. Söz konusu normatif unsurlar, kamu vicdanını tatmin, kamu güvenini temin ettiği oranda âdil sayılırlar. Bir toplumun sosyolojik dengelerini, psikolojik izdüşümlerini göz ardı eden bir hukuk felsefesinin duayenlik ettiği bir normatif hukuk, gerçek anlamda adaleti sergileyemez.

İlave bilgi için tıklayınız: 

ADALET.

36 İslam'a göre baş keserek idam yapılır mı?

- Veda hutbesinde -meal olarak- yer alan “Birbirinizin boynunu vurmayın / başını kesmeyin.” şeklindeki ifadenin amacı, insanların dinden uzaklaşarak haksız yere birbirini öldürmemeye yönelik bir uyarı yapmaktır. Yoksa, herhangi bir ölüm şeklinin seçimine yönelik değildir.

- İslam âleminde genellikle idamlarda, kılıçla baş kesme usulü tercih edilmiştir. Bunun sebebi, kılıcın idam edilen kimseye daha az eziyet verdiği, ölümünü daha çabuklaştırdığı varsayımıdır. Yoksa, kılıcın özel bir şerefi, bir fonksiyonu yoktur. Bu sebeple, bu gün en kolay idam usulü olarak, mahkuma kılıçtan daha az eziyet verdiği, daha çabuk öldürdüğü tespit edilen herhangi bir idam şeklini benimsemekte dinî açıdan hiçbir sakınca yoktur.(bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 6/285; et-Teşriu’l-Cinaî el-İslamî, 2/154).

37 Anne ve baba, kendinden ayrı yaşayan evli çocuklarının mallarından izinsiz alırsa kul hakkına girmiş olur mu?

Hadis alimlerinin sahih olduğunu ifade ettikleri bir hadise göre bir kimsenin oğlunun malı babasının malı demektir; 'Sen de malın da bana aittir, baban içindir' buyurulmuştur. (bk. Fethu’l-Barî, V/211-212; Tuhfetu’l-Ahvezî Şamile, III/482)

Bu hadisin hükmü, bundan çıkarılacak olan hukuki sonuç hakkında alimlerin farklı ictihadları vardır. Bu ictihadlar arasında diğer naslara ve 'mülkiyetle ilgili genel ilke ve kurallara' göre daha isabetli olanı şudur: Evladın mülkü olan nesne aynı zamanda babanın mülkü değildir. Eğer böyle olsaydı, oğul vefat edince onun malı yalnız babaya ait olurdu, oğlun çocukları, eşi, annesi varis olamazdı.

Hadis 'mülkiyet' değil, 'ibaha' ifade ediyor; bunun da manası 'babanın, evladına sormadan da ihtiyaç duydukları kadar oğul malını alıp kullanabilecekleri'dir. Bu hüküm (sonuç) da kayıtsız şartsız olmayıp bazı şartlara bağlıdır:

1. Babanın aldığı mal oğula zarar vermeyecek.

2. Alınan mala oğul muhtaç bulunmayacak.

3. Baba malı bir oğuldan alıp diğer çocuklarına vermeyecek.

4. Aldığı miktara ihtiyacı olacak ve ihtiyacından fazlasını almayacak.

5. İhtiyaç meşru olacak; mesela içki veya sigara almak için oğul parasını alması caiz değildir.

Muhtaç olan baba ve annenin nafakalarının, mali gücü müsait olan oğula, muhtaç olan evladın nafakasının da babaya ait olduğunda ittifak vardır.

Bununla birlikte, baba evladının malından habersiz olarak yese ve içse, evladın da buna gönlü olmasa bile bu helaldir. Böylece baba haram yemiş olmaz. Diğer taraftan oğul babaya ve anneye bakmak zorundadır. Ancak evlat babanın malını izinsiz ve gönülsüz yemesi doğru değildir. (bk. Muğni’l-muhtac, 5/183; İbni Abidin, 5/696; Mevsuatu’l-kuveytiyye, 45/202)

Yan hısımlara gelince:

Akrabaya hakkını vermeyi (el-İsrâ: 17/26), onlara iyilik ve ihsanda bulunmayı (en-Nisâ: 4/36) emreden âyetler ile yakından uzağa akrabayı gözetmeyi, onlarla ilgilenmeyi (sıla-i rahimi), yardıma ve iyiliğe önce akrabadan başlamayı emir ve tavsiye eden hadisler akraba nafakasının hukuki kaynaklarıdır. Bu nasları değerlendirme ve uygulamada müctehidlerin üç gruba ayrıldıklarını görüyoruz:

a) Hanefîlere göre kan hısımı olup, aralarında evlenme caiz olmayan akraba, şartlar gerçekleşince karşılıklı olarak nafaka alacaklısı ve borçlusu olmaktadırlar; kardeş, amca, dayı, yeğen, hala, teyze bu kabildendir.

b) Hanbelî mezhebine göre, asabe ve belli hisse sahibi (ashâbu'l-feraiz) olarak vâris olanlar nafaka ilişkisi ile de birbirine bağlıdırlar.

c) İbn Kayyim gibi bazı müctehidlere göre evlenme mâniine de bakılmaksızın, sıra geldiğinde birbirine vâris olanlar gerektiğinde nafaka alacaklısı ve borçlusu da olurlar. Bu ictihad, nafaka alacaklılarının çerçevesini en geniş tutan, naslara ve İslâm'ın ruhuna da en uygun olan ictihaddır.

Nafaka borçlusu akraba birden fazla olursa -karı-koca, çocuk-baba arasındaki bazı durumlar müstesna- nafaka borcu, her şahsın mirasındaki payı ölçüsündedir.

Usûl, fürû ve zevcenin nafaka hakkı hâkimin hükmüne bağlı değildir; bunlar, hakları olan nafakayı, borçlunun rızasına ve hazır olmasına bakmaksızın alırlar.

Diğer akrabanın nafakası, ya borçlunun rızası, yahut da hâkimin hükmü ile elde edilir.

Nafakaya muhtaç olup akrabası da bulunmayan şahısların geçimlerini devlet sağlar. Fıkıh kitapları beytü'l-malın (devlet hazinesinin) giderlerini sayarken bu gibi şahısların geçimlerini de zikretmişlerdir. Rasûl-i Ekrem (s.a.), 'Kim ölür de mal bırakırsa (bu mal) ailesine aittir, kim de bakılacak çoluk çocuk bırakırsa onlar bana aittir' buyurarak devletin bu vazifesini dile getirmiştir.

38 Hırsızlık yapanın elinin kesilmesi, çalışamayacağı için, onu yeniden hırsızlık yapmaya mecbur etmeyecek midir? Bu nasıl caydırıcılık olur?

Cevap 1:

Konuları bütüncül bir bakış açısıyla analiz etmediğimiz zaman, yorumlarımızda hata yapma payımız her zaman söz konusudur. Konuyu fazla uzatmamak için doğrudan hırsızlık vakası üzerinde duralım: Hırsızlık olayında iki taraf vardır: Birinci taraf, malı çalınan mağdur insanlar, ikinci taraf ise cezayı hak eden gaddar bir hırsız.

İnsan olarak bu iki kişiyi adalet ölçüsünde tartacağız. Ne yapalım ki, mazlumun malı korunmuş olsun, zalimin de eli engellenmiş olsun.

Eğer burada caydırıcı bir müeyyide olmazsa, ne malı koruyabilir, ne de hırsızın elini engelleyebiliriz. Hapis gibi cezaların caydırıcı olmadığının en büyük kanıtı, bugünkü hırsızlık vakalarının bilançosudur. Her şeyin hikmetini en iyi bilen Allah, çalışmadan, alın teri dökmeden, başkasının mağduriyetine acımadan malını çalmakta menhus bir lezzetin olduğunu, nefs-i emare sahiplerinin bu çirkin işi kolay kolay bırakmayacaklarını, bunun engellenmesinin tek yolu hırsızlık eden elin kesilmesi olduğunu bilmiş ve hükmünü vermiştir.

- Her hırsız, fakirlikten ötürü bu işi yapmıyor. Bunu alışkanlık haline getiren, yorulmadan çok para kazanma peşinde olanların haddi hesabı yoktur.

- Fakir olsa bile, eli kesilenin kendisi ve bakmak zorunda olduğu insanları aç bırakmamak devletin görevidir. Hırsız kimse de bunun dışında değildir. Nitekim, Hz. Ömer, bir kıtlık döneminde hırsızlık yapanlara ceza uygulamamış ve: “İnsanların karnını doyurmadan, onlardan kanunlara uymayı istemeyiz” demiştir.

- Hırsızın elinin kesilmesiyle ilgili Kur’an’ın hükmü -deyim yerindeyse- en çağdaş bir hükümdür. Çünkü bu çağ kadar hırsızı, şehir eşkıyası, kapkaçı, gaspçısı bol olan başka bir çağ olmamıştır. Bunlara karşı alınan yüzeysel ve düzeysiz cezaların caydırıcı olmadığına dair -hırsızlar hariç- herkse hem fikirdir.

İslam tarihinde, bu cezanın âdil bir şekilde uygulandığı ilk üç asırda, hırsızlık suçundan ötürü, kesilen ellerin sayısı yalnız altıdır. (bk. İsmail el-Fehranî, “eş-Şeriatü beyne’s-salihin ve’l-Murcifin” el-Ehram, 17 Yenayır, 2011)

Şu anda, dünyanın her bir şehrinde her gün bu suçlar sebebiyle, talan edilen bunca servet yanında, en az bir veya birkaç-el değil, baş kesilmekte / mal sahibi zalimce öldürülmektedir. Buna caydırıcı bir önlemle dur demeye, her çağdan daha çok bu çağın ihtiyacı vardır

-  İlginçtir, hırsızın durumuna acıyoruz da malı çalınan, hayatı boyunca on yıllarca çalışıp zor biriktirdiği bütün servetini hırsıza kaptıran mal sahibinin bu durumunu pek dikkate almıyor gibi davranıyoruz. Bu adamın da çoluk çocuğu yok mu? Kendisi de muhtaç duruma düşmemiş mi?

İnsanın aklına -malına sahip çıkmadığı eleştirilerine hedefi olmuş- Nasrettin hocanın meşhur şu sözü geliyor, “Yani hırsızın hiç mi suçu yok?”.

- Bir zamanlar, kendini bilmez bir cahilin, hırsıza verilen cezayı bahane ederek İslam şeriatına hücum etmesine karşılık, bazı İslam alimleri çok güzel cevap vermişlerdir. Bunu da bilmek bizim de soru soran kardeşimizin de hakkı olduğunu düşünüyoruz.

İtiraz eden demiş ki: İslam dininde kim haksız yere bir kimsenin elini keserse beş yüz altın diyet ödemek zorundadır. Durum böyle iken , nasıl olur da -değeri beş yüz altın olan- bir el yarım altın çaldığı zaman kesilir?

Şöyle cevap vermişler: İnsanın canını koruma adına elin diyeti beş yüz olarak hükme bağlanmıştır. Ama insanın malını koruma adına da hırsızın eli değersiz sayılmıştır. Böylece beş yüz değerinde olan bir el yarım altın çaldığında kesilmeyi hak eder. Bir başka alim de şu cevabı vermiştir: Bir el, emin olduğu sürece değerlidir, hain olunca da değerden düşer. 

Ne güzel hikmetli sözler.. Gerçekten Allah’ın hikmetini böyle anlamak veya anlamaya çalışmak gerekir.

Cevap 2:

Konuyla ilgili ayetler dikkatle okunduğunda sorunuzun cevapları da görülecektir: “Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza, Allah'tan bir ibret olarak ellerini kesin. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Kim bu haksız davranışından sonra tövbe eder ve halini düzeltirse bilsin ki Allah onun tövbesini kabul eder. Şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkiyeti Allah'a aittir. O, dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar. Allah her şeye kadirdir.” (Maide Suresi, 5/38-40)

- İslâm, meşru kazançtan doğan malın korunmasını dinin temel hedeflerinden saymış ve telef olmaması için her türlü tedbiri almıştır. Bu cümleden olmak üzere kişinin haksız olarak başkasının malına el uzatmasını da kendi malını saçıp savurmasını ve israf etmesini de haram kılmıştır. Şu halde hırsıza verilen ceza sadece hukuk düzenini korumayı değil, aynı zamanda ilâhî emirlerin yani din ve ahlâk kurallarının yaşatılmasını da amaçlar.

- İnsanların her çağda ve her toplum yapısında daha çok iki şeye ihtiyacı var: Ciddi bir eğitim ve ağır cezaî müeyyide. Biri kafayı, kalbi ve vicdanı aydınlatıp insanı fazîlet ve olgunluğa yükseltir. Diğeri ise, nefsin tuğyanını, haklara tecâvüzü önleyici mahiyettedir. Aksi halde olumlu bir sonuç elde etmemiz mümkün değildir. İslâm tarihinde aksine bir uygulama, kötülerin çoğalmasına, iyilerin azalmasına ve böylece dengenin serden yana bozulmasına neden olmuştur. Bunun için İslâm Hukukçularına göre, yol kesip adam öldürenin, yol kesip mal ve namusa el uzatanın hapse atılması frenleyici ve ıslah edici bir çare ve yol olamamıştır. Bu ölçüdeki uygulamanın her yerde kötülerin cesaretini kırıcı, toplumu düzeltici nitelikte olmadığı bilinmektedir.

Ama ciddi bir eğitimle birlikte ağır cezaî müeyyidelerin durdurucu, cesareti kırıcı, kötüleri caydırıcı olduğu, bu yüzden iyilerin çoğalmasını sağlayıcı, güven ve huzuru gerçekleştirici bulunduğu görülmüştür.

Çünkü güven ve huzur içinde yaşamak, mal ve canın korunmasıyla toplum hayatına bağlanmak herkesin tabii hakkıdır. Bunu ortadan kaldırmaya veya zedelemeye kimsenin hakkı yoktur. O bakımdan mütecavizleri az bir ceza ile tecziye etmek, onların cesaretini artırmaktan başka bir şeye yaramaz, görüşü ağırlık kazanmıştır. Öyleyse verilecek hüküm, ayette geçen “yaptıklarına karşılık bir ceza, Allah'tan bir ibret” ifadesi ile, hem suçu işleyenlere bir ceza hem de nefislerine uyup suç işleyecek olanlara da bir caydırıcı olması gerekir.

- Hırsız yaptığına pişman olur, tövbe eder ve tövbesinde samimi olduğu anlaşılırsa eli kesilmez. Ancak bunun tespit edilebilmesi için hırsızın bir süre hapsedilmesi ve göz altında bulundurulması gerekir. (bk. İbn Âşûr, VI, 193; Ateş, H, 524)

- İslâm'ın temel amacı insanları cezalandırmak değil, aksine onları huzur içerisinde ve mutlu bir şekilde yaşatmaktır. Bu sebeple İslâm suç işlemeyi önlemek için caydırıcı cezaî müeyyidelerin yanında dinî, ahlâkî, sosyal ve iktisadî tedbirleri de almıştır. Bu cümleden olarak Kur'an'da fakirlere, yoksullara, darda kalanlara, ihtiyaç içinde kıvrananlara devlet bütçesinden hisse ayrılması istenmiş (bk. Tevbe Suresi, 9/60), "(Zenginlerin) mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır" (Zâriyât Suresi,51/19) buyurularak zenginlerin fakirlere yardım etmeleri emredilmiştir. Öte yandan, haram olan şeylerden zaruret hallerinde yenilip içilebileceğine dair ruhsat verilmiştir (bk. Bakara Suresi, 2/173). İslâm'ın, bu ve benzeri sosyal yardımlaşma konularındaki emirleri uygulandığı takdirde insanları hırsızlığa sevkeden sebepler büyük ölçüde ortadan kalkar.

- Göz ardı edilmemesi gereken bir husus aslî hüküm ve müeyyide ayıranıdır. Müeyyideler (yaptırımlar) hukuk sisteminin gayeleri değil, amaçlanan hükümlerin korunup desteklenmesini sağlayan düzenlemelerdir. Eşya hukuku alanında Kur'an'ın temel buyruklarından biri, mülkiyet hakkına saygı gösterilmesi ve sahibinin rızâsı olmadan bir malın ister zorla ister gizli yollarla alınmamasıdır. Bu buyrukla hedeflenen amacın gerçekleştirilmesi için kuşkusuz değişik yaptırımlar düşünülebilir. Nitekim insanlık tarihi bu konuda hangi yaptırımın daha başarılı olacağıyla ilgili tecrübelerle doludur. Fakat bu alanda geliştirilen yöntemlerin tatmin edici bir başarı düzeyine ulaşabildiğini söylemek kolay değildir.

- Bütün bunlar, Kur'an'ın bir taraftan insanlık onurunun ayaklar altına alınmasına ve toplumunun huzur ve güvenliğinin altüst olmasına yol açan hırsızlık eylemine fırsat vermeyecek düzenlemeler yapılması üzerinde önemle durmasını, diğer taraftan da -bütün tedbir ve çabalara rağmen- böyle çirkin bîr fiilde ısrar edenlere karşı sert ve kararlı bir tavır takınmayı telkin etmesini daha anlaşılır kılmaktadır. Bir başka anlatımla, burada mal aleyhine işlenen cürümler arasında hırsızlığın yeri belirlenirken, bu fiilin iman ve ahlâk açısından Müslüman kimliğiyle bağdaşamayacak bir nitelik taşıdığının vurgulandığına dikkat edilmelidir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.m.)'in bazı hadislerinde de bu nokta üzerinde durulmuştur (Müslim, Hudûd, 9). 

Yalnız başına okunduğunda sadece ağır bir ceza hükmü içerdiği düşünülebilecek olan bu âyetin, Kur'an'ın ilkeleri ve Hz. Peygamber'in uygulamaları ışığında incelendiğinde, burada öncelikle, İslâm'ın dinî ahlâkî buyruklarını içine sindirmiş bir toplumda hırsızlık olarak nitelenebilecek bir eylemin yargıya intikal edebilecek düzeye gelmesinin çok düşündürücü olduğuna dikkat çekildiğini söylemek mümkündür. Nitekim, cevabın başında ifade edildiği gibi, Resûlullah'ın mektebinde yetişmiş bir devlet adamı olan Hz. Ömer hırsızlık vak'alarında cezalandırma alternatifinden önce sanığın niçin çaldığı sorusu üzerinde durmuş ve ceza hukukunun temel ilkelerinden olan "kusur" şartının gerçekleşmediği kanaatine vardığı durumlarda ceza uygulanmamasına karar vermiştir.

Cevap 3: Hırsızlık yapan insanların cezasını devlet yetkilileri verir. Eğer devlet yetkilileri bu cezayı vermiyorsa halktan birileri bu cezayı veremez. Bu durumda şahsın tevbe etmesi gerekir.

Cevap 4: Hırsızın kolunun kesilmesi, insan hakları açısından ağır bir ceza olmaz mı?

Cevap 5: Hırszılık cezasının verilmesi için bazı özelliklerin bulunması gerekir. Bilgi için tıklayınız:  HIRSIZLIK.

39 Allah'ım bize adaletinle değil merhametinle muamele eyle, duası -haşa- Allah'ın adaletinde bir şüphe olduğunu mu gösterir?

Bunun manası şudur:

“Allah’ım! Hak kazanma esasına dayanan adaletinle değil, lütuf ve ihsana dayalı kereminle muamele et... Çünkü adalet hakkın ifasıdır. Eğer bana hakkettiğimi verirsen mahvoldum demektir, zira ben adalet ölçüsüne göre cezayı hakkeden konumdayım. Hak edip etmemeye göre değil, fazl-u keriminle benimle muamele et ki hakketmediğim halde lütuflarına mazhar olayım…”

Temel ilke olarak dinî hükümler, kul ile Allah arasındadır ve sonuçları ahirete havale edilir. Sevap ve cezası Allah’a aittir. Sevap kişinin amellerindeki ihlâsına göre değişkenlik gösterir. Cezalandırmasında ise Allah adaletiyle azap da edebilir, merhametiyle af da.

Şimdi, yüce huzurunda boyun büküyor, huşû ile iki büklüm oluyoruz. Şayet bizi cezalandıracak olursan adaletinle muamele etmiş olursun; yok eğer onca günahlarımıza, kusurlarımıza ve isyanlarımıza rağmen o hududu olmayan rahmet ve merhametinle muamelede bulunur ve affedersen, o da senin fazlın olur;

Senin fazlın bizim hayal sınırlarımızı bile aşacak kadar büyüktür.

Ey rahmeti gazabının önünde bulunan, kullarının tövbelerini kabul buyuran ve dua dua yalvaranların nidalarına icabet eden Yüce Rabbimiz!

Amellerimizdeki eksikliklere ve sözlerimizdeki kırık-döküklüğe değil, hakkındaki hüsn-ü zannımıza ve rahmetine bağladığımız ümidimize göre muamele et ve bizim dualarımıza da icabet buyur; bizi hüsrana uğratma!

40 Mübarek günlerde sevap ve günah durumu nedir?

Rabbimiz "Rahmetim gazabımı geçmiştir." buyurmaktadır. Bu bakımdan mübarek gün ve gecelerde yapılan ibadetlerin sevabını kat kat fazla vermektedir.

İşlenen günahların da cezası kat kat vermesi adalet iken, rahmetinden dolayı günahları kat kat yazmamaktadır. Bununla beraber manevi rahmetin sağnak gibi yağdığı bu gecelerde, kişi günahlarla meşgul olursa, o rahmetten mahrum kalmış olur.

41 Günaha girmemek için susmak, hakkını aramamak caiz midir? Ya da insanın hangi durumlarda susması caizdir?

Her Müslüman, üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her Müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz:

“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.”(Müslim, İman 78)

Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve cezalandırsak, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadisi şerifin manasını nasıl anlamalıyız?

El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi; dil ile düzeltmek alimlerin vazifesi; kalben buğz etmek ise diğerlerinindir.

Ayrıca yapılacak tavsiyenin ya da açıklamanın karşıda oluştıracağı durum da önemlidir. Çünkü kaş yapayım derken gözü çıkarmak gibi, iyilik yapayım derken daha çok zarar verme ihtimali de vardır. Bu açıdan eğer nasihat zarar vermeyecekse yapmak gerekir.

Tebliğde takip edilecek yolların birincisi, her insan kendi nefsiyle mecadele etmelidir. Sonra İslamı yaşayarak canlı örnek olmalıdır. Hatalı da olsa karşısındaki insanı sevmeli ve kalben kin ve nefret duymamalıdır. Bundan sonra hastasına şefkatle yaklaşan bir doktor gibi, hatalı kimseye de şefkat, merhamet ve iyilikle nasihatte bulunabilir. Ancak bu nasihatin ona zarar vermeyeceğini bilirse yapabilir; yoksa susması daha hayırlıdır.

Diğer taraftan konuştuğu zaman yalan söylemek zorunda kalacaksa asla konuşmamalıdır. Ya doğruyu söylemeli, ya da eğer doğru söylemek zarar verecekse susmalıdır.

Bize yapılan haksızlıklara tavrımızın nasıl olacağına gelince:

Bu dünyada uğranılan haksızlıklara; bu dünyada mı mücadele edilmeli ve nereye kadar mücadele edilmeli?.. Yoksa ahirette mi o insanlardan şikayetçi olup hakkını helal etmemeli?

42 Bu dünyada masum insanların başına gelen / gelecek olan musibetlerin mükafatı nerede verilmeye başlanır?

Bela ve musibetlerin mü’minler için bu dünyada yaptığı hataların karşılığı olduğunu ifade etmiştik. Ancak bu musibetlerde günahsız ve masum insanlar da zarar görmekte, canları ve malları heder olabilmektedir. Bu noktada akla gelen sorulardan ilki şu sorudur:

“Bu musibetlerden sadece günahkarlar nasiplerini alsalar, masumlar almasalar olmaz mı?”

Ayette geçtiği gibi,

“Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.” (Enfal, 8/25)

Bu ayetten almamız gereken bazı dersler vardır. Fakat akla gelen ilk konu “neden musibetlerin sadece zalimlere gelmeyip masumları da içine adlığı konusudur.” Yani musibet gelince kurunun yanında yaş da yanmakta, masum insanlarda canlarını ve mallarını kaybedebilmektedirler.

Bunun cevabı, bu dünyanın tecrübe ve imtihan yeri olması sırrında yatmaktadır. Yani eğer musibet geldiği vakit sadece zalimler ve günahkarlara isabet etse, masumlar ve günahsızlar bu musibetlerden korunsalar o zaman imtihan sırrına zıt bir durum ortaya çıkardı.

“…bir deprem oluyor, yıkılan binaların altından sadece günahkarlar ölü çıkıyor, diğerlerine bir şey olmuyor; diğer taraftan bir sel felaketi geliyor zalimler boğuluyor, masumlar gaybi bir el ile kurtarılıyor. Bunu duyan günahkar insanlar artık tövbe etmeye başlıyor, çünkü tövbe etmezse ibadetlerini yapmazsa bu dünyada hemen musibete maruz kalacağı düşüncesine kapılıyor…”

İmtihan gereği olarak, bir musibet geldiği zaman hem iyileri hem de kötüleri beraberce içine alıyor. Böylece imtihan sırrı kaybolmuyor. Eğer musibetlerde ve zulümlerde iyiler kurtulup sadece kötüler zarar görseydi, imtihan sırrı kaybolurdu. Kötüler de iyi olmak zorunda kalırlardı. Böylece Ebubekir (ra.) ruhlu insanlar ile Ebucehil ruhlu insanlar aynı seviyede kalırdı. Bu açıdan bazen hiç suçu olmayan günahsız kimseler de zulme maruz kalabilmektedirler.

Bu musibetlerde masumlara Cenab-ı Hakk’ ın Rahmetinin büyük mükâfatları söz konusudur. Çünkü o masum insanların fani malları onlar hakkında sadaka olup bâki bir mal olmakta ve sona eren hayatları ise ebedi bir hayatı kazandıracak şekilde, bir nevi şehitlik mertebesi onlara kazandırmaktadır. Elbette bu dünyadaki az ve geçici bir zahmete karşılık, büyük ve ebedi bir saadeti, mükâfatı kazanmak az bir mükâfat değildir.

Zulmedenler yaptıklarının cezasını bu dünyada olmasa bile ebedi alemde hakkıyla çekeceklerdir. Bu bakımdan adalet yerini bulacaktır. Zulme uğrayanlar ise hem zalimlerden haklarını alacaklar, hem de suçsuz ve günahsız olduğu halde bu zulme uğramasından dolayı da Allah'ın lütfuna ve rahmetine mazhar olarak ebedi alemde sonsuz nimetlere gark olacaklardır. Hatta günahsız olarak böyle zulümlere maruz kalanlara ahirerette durumları ve sorulacak olsa, "Çok az zahmetle çok büyük mükafat aldık ve zulmedenlerin cezalarını hakkıyla aldıklarını da gördük, çok memnunuz." diyeceklerdir.

Ayrıca böyle zulümlere maruz kalanlar, bir rahmet eseri olarak Allah'ın değişik ihsanlarına mazhar olabilirler.

Allah hiç bir kuluna zulmetmez; kullarına zulmedenlerin cezasını ise onlara zaman tanısa bile asla ihmal etmez.

“Allah’ın rahmetinden azla rahmet edilmez.
Allah’ın gadabından fazla gadap edilmez.”

Fakat masumların bu musibetlerden dolayı büyük mükafatlar görürler. Musibetler onların günahlarına kefaret olur, derecelerini artırır. Eğer musibete maruz kalanlar, henüz teklif çağına gelmemiş çocuklar ise, zerre kadar hayrı ve şerri neticesiz bırakmayan Cenab-ı Hakk'ın rahmetinden umulur ki, onlara ahiret aleminde diğer çocuklardan çok daha ileri bir saadet bahşetsin.

İnsanın başına gelen musibetlerin mükafatı bazen bu dünyada verilebilir; ancak daha çok ahiret alemlerinde verilir.

43 Kamuya ait bir araziden veya ormandan izinsiz toprak almak caiz midir?

Kamu arazileri, kişilerin şahsi tasarrufta bulunamayacağı arazilerdir.

Devletin ya da o kamu arazisinin bulunduğu mahaldeki devletin görevlendirdiği ilgili amirin izni olmaksızın, kamuya ait arazilerdeki ağaçları kesmek, ağaçların meyvelerinden yemek, o arazinin ürünlerini almak veya araziyi işgal etmek, kamu haklarına ihlal kapsamında değerlendirilmektedir. Kamu haklarına tecavüz ise haramdır.

Kamuya ait yerlerden toprak almak yasak değilse ve umumi izin varsa caizdir.

44 Siyasi olaylardan ve eylemlerden uzak durmaya çalışanlar, kötü emeli olan insanların ekmeğine yağ sürmekle ve haksızlığa karşı bir tepki göstermemekle itham ediliyorlar. Bu insanlara nasıl bir cevap vermeliyiz?

Buna belli bir cevabı tespit etmek zordur. Çünkü karşı tarafın gerekçelerini iyi bilip ona göre bir argüman geliştirmek gerekir.

Bununla beraber, işin ifrat ve tefrit tarafına kaçmadan konuşmak gerekir. Yani eğer “Hiç kimse siyaset yapmasın, siz de yapmayın.” derseniz, “uzak durmakla kötü emeli olan insanların ekmeğine yağ süreceğiz” yargısını haklı çıkaracaksınız. Çünkü, sahneden iyi insanlar çıkarsa ister istemez orası kötü insanlara kalır.

Müslümanlar olarak, kendi aramızda iş bölümü yapmak zorundayız. Bir kısmı siyasetle uğraşsın ki, zaten uğraşmaktadır. Ama bütün insanlar siyasetle meşgul olsa, diğer çok önemli işler sahipsiz kalır. Örneğin, herkes siyasetle iştigal etse, o zaman bütün insanları kucaklaması gereken iman hizmetine darbe vurulmuş olur. Halbuki bütün siyasetlerin üstünde bir öneme sahip olan İman ve İslam hizmetini yapmak için hiçbir partiye açıktan bağlı olmamak gerekir. Çünkü, eğer siz A partisine bağlı iseniz, B partisine mensup olanların yanında “karşı tarafsınız”. Bu durumda ağzınızdan kuş tutsanız size kulak asmazlar. En halis, en samimi olan söz veya davranışınızı hep bir “siyaset propagandası” olarak görürler. Bu ise İslam’a büyük bir zarardır.

Ayrıca siyasetle meşgul olmak herkese gerekmez; yalnız siyasî olanlara gerekir. Dört yılda bir olacak bir seçim esnasında vereceğimiz her oy bizim siyasetimizi belirler. Yani bu da bir siyasettir. Ancak, doğrudan siyaset içinde olmayan halkın lüzumsuz yere, “bir saatte yapacağı işi / oy işini”  dört yıl boyunca diline dolamak ve her yerde onu konuşmak gerçekten akla ziyandır. Çünkü “Dervişin fikri ne ise zikri de odur.” Gece-gündüz işi gücü siyasetle iştigal eden kimsenin “Rabbini, peygamberini, dinini ve kendini düşünmeye” fazla vakti kalmaz.

En büyük siyaset, siyasetsizliktir. Çünkü bu tavrınızla çok daha güzel neticeler alma imkânına sahip olabilirsiniz. Eğer maksat, iyi insanların iş başına gelmelerini sağlamak ise, bunun tek çaresi vardır; milletin evladını iyi yetiştirmek, imanlı yetiştirmek, ahlaklı yetiştirmek... Çünkü iş başına geçenler bu milletin fertleri arasından seçilirler. Toplumda iyi insan yoksa veya çok az ise o zaman işi hangi iyi insana bırakırsınız? Bu gün iş başında olan bazı iyi insanlar varsa, bunun  tek sebebi, daha önce toplum fertlerini iyi yetiştirmeye yönelik olarak yapılan hizmetlerdir. İşte siyasetsizlik siyaseti…

Ahlaklı, dürüst, Allah korkusuna sahip, fazileti esas alan, "halka hizmeti Hakk’a hizmet" olarak kabul eden bir anlayış olmadıktan sonra,  adamın adı “Müslüman / mümin” olmuş ne yazar. Nitekim, bu unvanı taşıyan nice kimselerin “keseyi doldurmaktan” başka işlere vakit bulamadıklarına şahit olmuşuzdur.

Bu sebepledir ki, Bediüzzaman Hazretleri 1950’lerde şu tespitte bulunmuştu:

“Şu zamanda İslam adına her hangi bir partinin başa geçmesi isabetli değildir. Çünkü ahlak o kadar bozulmuştur ki, yirmi kişiden birine itimat edilmez...”

Yani, din adına ortaya çıkıp da her türlü ahlaksızlığı yapanların bu “kırık notları” halk tarafından yanlışlıkla “din” hanesine yazılır. Bu ise İslam’a yapılan en büyük hıyanettir.

Bir ordunun karacısı, havacısı, denizcisi vardır; hepsinin hedefi yurt savunmasıdır. Eğer bütün ordu sadece havacı veya karacı veya denizci olsa düşmana karşı ta baştan mağlup olmuş demektir. Bunun gibi, kendini Allah’ın dinine hizmete adayan kimseler bir sivil ordu gibidir. Bir kısmı ilimle, bir kısmı güzel ahlakla, bir kısmı sosyal hizmetle, bir kısmı idare / siyasetle uğraşmalıdır ki, toplum her yönden mükemmel olsun.

Bir ülke düşünün ki, üniversiteleri, sivil toplum hareketleri, sosyal aktivite sahipleri, sanayici ve esnaflarının iş yerleri, hepsi birer askerî kışlaya dönmüş, böyle bir ülkede terakki, huzur ve de onur namına bir şey kalır mı? İşte bir sermeşk, artık buna göre aşk edebilirsiniz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Dinimiz siyasette ne oranda yer vermiştir, dindar bir insan siyasette yer alablir mi?

Bir Mayıs gibi eylemleri yapmanın ve protesto yürüyüşlerine katılmanın bir sakıncası var mıdır? ...

45 İnsanlara dünyada verilen nimetlerin farklı olması, adalet açısından nasıl değerlendirilir?

Allah mülk sahibidir; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Ona karışamaz ve Onun îcâdına müdâhale edemez. Senin vücudunun zerrelerini yaratan, tüm sistemini düzenleyip insanî kimlik bahşeden Allah'tır (c.c). Sen bunları sana lûtfeden Allah'a daha evvel bir şey vermemişsin ki, Onun karşısında bir hak iddia edebilesin..

Eğer sen, sana verilenler karşılığında Allah'a bir şey vermiş olsaydın, "Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!" gibi iddialarda bulunmaya; "Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye belki hakkın olurdu. Halbuki sen Allah'a (c.c) bir şey vermemişsin ki -hâşâ- O' na adaletsizlik iddiasında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin O' na karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de sana karşı haksızlık edildi!..

Allah Teâlâ Hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş: hem de insan olarak... Dikkat etsen; senin altında birçok mahlûkat var ki, pekâlâ onlara bakıp ne kadar fazla nimetlere mazhar olduğunu düşünebilirsin.

Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aciz bir mahluk olduğunu, zayıflığını, ve ihtiyacının ne kadar fazla olduğunu hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularını geliştirirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki görünüşte olmasa bile, hakikatte bu ona, Allah'ın lûtfunun ifâdesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesi gibi... Bir insan, savaş esnasında şehit olur. Bu şehit olmakla haşirde kurulacak büyük mahkemede ve Allah'ın huzurunda, sıddîklerın, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları "Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi!" derler. Bundan dolayı, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür.

Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, kötümserlik ve aşağılık duygusu ile sapsalar bile, pek çok kimselerde bu gibi eksiklikler, daha fazla, Allah'a yönelmeye vesile olmuştur. Bu itibarla zararlı böcekler gibi bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının yayılmaya çalışılması yerinde bir davranış değildir. Bu konuda esas olan, ebedi hayata aday olan ruhlarında o âleme âit arzuları uyarmaktır. Bu ârızalıda, ârızaların itmesiyle Hakka yönelmesi; başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmaları şeklinde kendini gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir.

"Her işte hikmeti vardır, Abes fiil işlemez Allah..." (Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri)

Bu soruyu soran bazı kimseler adaletle eşitliği karıştırırlar. Bu kâinattaki her varlıkta ve her olayda eşitlik değil adalet hakimdir. İnsan yüzüne bu nazarla baktığımızda gözle kulağın, burunla ağzın eşit olmadığını, ama her birinde tam bir adaletin hükmettiğini görürüz.

Her insanın hayatı müstakil bir eserdir ve dünya kurulalı beri, bu eser ilk ve son olarak yazılmıştır. Hâl böyle olunca, insanların her birini içinde bulunduğu bütün şartlarla birlikte düşünmek, başından geçen farklı hâdiselerle ve imtihan edildiği değişik olaylarla beraber nazara almak gerekiyor. Bir insan hakkında vereceğimiz hüküm diğerine ölçü olmuyor. Birisini yükselten aynı hâdise, berikini alçaltabiliyor. Birinin hakkında hayırlı olan, diğeri için şer olabiliyor. Birinin nefret ettiğine bir başkası can atabiliyor. Herkes kendi şartları içinde bir imtihana tâbi tutuluyor. Önemli olan bu şartların farklılığı değil, bu imtihandan başarıyla çıkmaktır.

Bazı dünya nimetlerinden faydalanma noktasında, insanlar arasında birtakım farklılıklar görülüyor. İnsanoğlu, böylece, kadere teslim ve kısmete rıza hususunda da ayrı bir imtihan geçiriyor. Bu imtihanı kazanan fakirler çok olduğu gibi, kaybeden zenginler de az değildir. Çünkü, kısmetine razı olmayan insan, ne kadar varlıklı olursa olsun, daha fazlasına göz dikerek kadere isyan yolunu tutabilir. Yine, dünya payından az hisse alan nice fakirler de kendilerinden daha düşkün insanları düşünerek şükür yolunu tutabilirler.

Hâdiseleri güzel yorumlama hissini kaybetmişsek, her şeye menfi nazarla bakıyorsak, ruhumuzda kıskançlık, hırs, haset hâkim olmuşsa, kanaat nedir bilmiyorsak dünya hayatımızı kendi elimizle harap ediyoruz demektir. Artık ne başkalarıyla kavga edelim, ne de kadere itirazda bulunalım. Dünyanın en ileri makamları da bize verilse, en büyük servetlerin de sahibi olsak, bu ruh ve bu ahlâk bizde oldukça saadeti yakalamamız mümkün değildir...

46 Doktorun hatasından kaynaklanan bir ölüm veya sakat kalma durmunda, diyet gerekir mi?

İşinin ehli olan bir doktor, tedavi ve ameliyatta yapılması gerekeni yapmış ise, ihmal, tedbirsizlik vb. kusuru yoksa sakatlanma, iyileşmeme ve ölümden sorumlu olmaz, diyet ödemesi de gerekmez.

Doktorun ihmal ve hatası yüzünden sakatlık veya ölüm vukubulursa, mahkemenin vereceği cezaya ek olarak "diyeti tamamlayacak kadar" daha ödeme yapması gerekir.

Ancak kasıtsız öldürme ve yaralama, sakatlama durumlarında diyeti, yalnızca doktor ödemez; onun akrabası, varsa sendikası veya birliği, sağlık bakanlığı... ödemeye katılır. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman)

Bir şeyin, onu yapanın isteğine uygun olmayan bir şekilde vuku bulması diye tarif edilen "hata" (Zeydan, 1979: 115; Karaman, 1999: 250), ne vücub, ne de eda ehliyetini ortadan kaldırır. Ancak, hata bazı tasarruflarda bir özür olarak kabul edilmiştir. İçtihat yoluyla meydana gelmiş olan hata Allah haklarında bir mazeret teşkil eder ve sahibini günahkar olmaktan kurtarır. Yine yapılma, şüphe bulunduğu zaman uygulanmayan had ve kısas gibi cezalarda da bir şüphe teşkil eder (M. Koçak, 1991: 97).

Kasdi suçlar dışında kalan, ancak fail-fiil ve hukuk kuralı arasında manevi bir bağın kurulabileceği “taksirli” davranışlara cezai bir takım neticeler tanınmıştır.

Taksir, iradi olarak islenen bir icra ya da ihmal fiilinin fail tarafından istenmemiş olmasına rağmen, kanunun cezalandırdığı sonuçların meydana gelmesi halidir. Kasıtlı ve taksirli suçlar, manevi sorumluluk esasına göre cezalandırılır. (Çolak, 2003: 128; bk. Apaydın, H. Yunus, “Hata”, XVI, DİA. İstanbul, 1997, 438-439).

Tıbbi müdahalede bulunan doktor, hastasına karşı bir suç islemek maksadıyla değil, onu iyileştirmek için hareket eder. Doktorun mesleğini icra etmekten ibaret bulunan maksadı, kast ve kastla işlenebilen suçu bertaraf eder ve ancak tıbbi müdahale kusurlu bir şekilde yapılmışsa doktorun taksire dayanan ceza sorumluluğu olabilir. (Dönmezer ve Erman, 1999: II, 46). Ancak, hakkın kötüye kullanılması halinde ve özellikle mesleğe ait objektif ve sübjektif sınırlar aşıldığı takdirdedir ki, hukuka uygunluk sebebi bulunmaz. (Dönmezer ve Erman, 1999: II, 51).

Hakkın kullanılmasının sübjektif sınırı ise, tıp meslek ve sanatının gerektirdiği şekilde hareket edilmesinden, tecviz edilmeyecek mesleki bir hatanın yapılmamasından ibarettir. Böylece hakimin sorumsuzluktan yararlanabilmesi için gerekli ilk sınır, müdahalenin tıp sanatının ve biliminin kurallarına uygun olmasıdır. Her doktorun kendi mesleğinin gerektirdiği bilgileri edinmiş olması asıldır. Bu bilgiler bakımından, bir acemiliği, dikkatsizliği varsa doktorun taksiri vardır ve taksire dayanan ceza sorumluluğunun kabulü gereklidir. (Dönmezer ve Erman, 1999: II, 52).

Doktorun hastalığı teşhis edip tedaviyi uyguladıktan sonra, teşhiste hata ettiği ve verdiği ilacın hastalık olmayan bölgeye etkisi sonucu hastanın ölümüne sebep olması, takdirde hataya örnek olabilir. Böyle bir durumdaki doktor, sahasında yetkili olup tüm gayretini harcadıktan sonra, düşmanlık ihtimali de söz konusu değilse sorumlu olmayacağı görüşüne varılmıştır. (Ceburi, 1988: 402).

Toplumun doktora olan ihtiyacı nedeniyle tıp ilminin öğrenilmesi, İslam dininde farzı kifaye olarak değerlendirilmiştir. Tıbbi müdahale görev olarak değerlendirildiğinde prensip olarak tıbbi müdahale sonucu doktorun sorumlu olmaması gerekir. İslam hukukçuları doktor müdahalesi sonucu meydana gelen zararlı neticelerin kalkmasının sebeplerinde farklı görüştedirler. Ebu Hanife’ye göre sorumluluk hastanın veya kanuni temsilcisinin izni ile kalkar (Kasani, ts: VII / 305).

İmam Şafii ise hastanın izni, başka türlü tedavi olma imkanının yokluğu ve tedavi kastı gerekçesinden hareketle doktordan sorumluluğun kalkacağı görüşündedir (Şafii, 1973: VI, 172, 175). İçine zehir karıştırılmış bir içeceği tedavi kastı ile içen kişi de nefsine zarar verme kastı olmadığından isyankar sayılmamıştır (Şafii, 1973: I, 70).

Açık hata, tedbir alınması mümkün iken, ihmal edilip istenmeyen neticenin meydana gelmesidir. Usulüne göre ameliyat yapmayıp sonuçta hastanın bir organının fonksiyonunu kaybetmesidir. Hukukçular fahiş hatanın tazmini gerektirdiği konusunda müttefiktirler (Ebu Zehra, 1976: 428).

İslam hukukçuları doktorun tıbbi müdahalesinin hasta üzerinde meydana getirdiği zarardan sorumlu olmasını farklı sebeplere dayandırmışlardır. Ebu Hanife’ye göre, sorumluluğun kalkması iki sebebe dayanır. Birincisi tababet içtimai bir zarurettir. Elde olmayan sebeplerden dolayı meydana gelecek zarardan doktor sorumlu tutulduğunda meslek erbabı mesleğini rahatlıkla icra edemeyecek ve toplumun zararına bir durum ortaya çıkacaktır. İkinci olarak hastanın veya kanuni temsilcisinin rızası olmalıdır (Kasani, ts: VII, 305).

İmam Malik ise hekimin sanatını icrada yetkili olmasını esas almıştır. Ancak doktorun tıbbın belirlediği kurallara aykırı hareketi ve mesleğini icra anındaki hatasından sorumlu olacağını belirtmiştir (İbn Rüsd, 1985: II, 349).

Hata Benzeri: Bu tür hatada, kişi fiili kasten yapmakta, fakat tedbirsizliği ve kusuru sonucu yasak olan netice meydana gelmektedir. Fail suç olan neticeyi kasten işlememekte fakat tedbirsizliği ve kusuru, yasak olan neticenin meydana gelmesine sebep olmaktadır. Mesela sopa ile birisine vurması sonucu ölümüne kast etmediği halde vurma sonucu ölmesi gibi (Cessas, 1993: II / 316).

Kişinin suç teşkil eden fiili hiçbir şekilde yapmayı düşünmediği halde bu fiilin meydana gelmesidir. Uyuyan bir kimsenin bir çocuğun üzerine düşerek onun ölümüne yol açması böyledir. Hatada hata benzerinden daha ağır bir durum olmaktadır. Zira hatada kişi hukuken yasaklanmayan bir neticeyi elde etmek isteyerek bir fiili kastediyor, ancak tedbirsizlik ve kusuru yüzünden o fiilden yasaklanan bir sonuç meydana geliyor, avı kastederek atılan kurşunun bir insana isabet etmesi gibi (Cessas, 1993: II, 316; Udeh, 1990: I / 407).

Fiilin aslı mubah olduğu halde hedefte ne olduğunu iyice tespit etmeden kurşun atmak ise yasaklanmış bir harekettir. Bu nedenle suçun unsurları tam teşekkül etmediğinden cezası da eksik olmaktadır (Abdulaziz Buhari, 1992: IV / 381).

Bu açıklamalara göre doktorun hatasının olup olmadığı, eğer varsa ne kadar bulunduğu belirlenmelidir. Doktorun bir ihmali yoksa bir sorumluluğu da yoktur. Böyle bir konuda kötü niyet ve kasıt aranmamalıdır.

Ancak doktorun ihmali söz konusuysa, ihmalinin olduğu da isbat edilirse bir diyet vermesi gerekir.


Kaynaklar:

- ABDULAZİİZ BUHARİİ, A., 1992, Kesfü’l-Esrar ala Usuli’l-Pezdevi, I- IV, Kahire,

- APAYDIN, H. Y., 1997, “Hata”, XVI, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 438-439 , 1996, “Hacir”, XIV, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 513-517s.

- AKBULUT, A., 2001, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, Pozitif Matbaacılık, Ankara, IV+1-327s.

- ÇOLAK, M., 2003, İslam Hukukunda Ceza Ehliyetini Etkileyen Durumlar, Basılmamış Doktora Tezi, Erzurum, I-X+ 1-192s.

- BİLMEN, Ö. N., 1985, Hukuki İslamiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, I/VIII, Bilmen Basım ve Yayınevi, İstanbul CESSAS, E., 1993, Ahkamu’l-Kur’an, I, Beyrut

- DÖNMEZER, S.- ERMAN, S., 1999, Nazari ve Tatkiki Ceza Hukuku, I/III, İstanbul

- GÖZÜBÜYÜK, A..S., 1983, Hukuka Giris ve Hukukun Temel Kavramları, “S” Yayınları, 4. Baskı, Ankara, I-XV+ 1-189s.

- KASANİ, A., ts, Bedaiü’s-Sanai Fi Tertibi’ş-Şerai, VII, Beyrut,

Not: Ümit Karslı'nın, "Mezheplere Göre Ceza Ehliyeti ve Günümüz Hukukuyla Mukayesesi" isimli tezinden istifade edilerek hazırlanmıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

DİYET...

47 Mısır, Tunus, Yemen ve diğer İslam ülkelerinde yaşanan olayları nasıl değerlendirmeliyiz, bakış açımız ne olmalıdır?

Konuya ışık tutacak bazı noktalara -birkaç madde halinde- kısaca işaret etmenin uygun olacağını düşünüyoruz.

Orta Doğu'daki gelişmeler istikbaldeki Kur’an’ın hakimiyetinin müjdecisidir.

Bu olaylar “Küfrün devam edeceğini, ama zulmün devam etmeyeceğini” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2/107) ifade eden hadis-i şerifin maddî bir tefsiri hükmündedir.

Şunu da belirtelim ki, gerçek dindarlık kıvamına ulaşamamış, takva mertebesine erememiş, koltuk hesabını yapmaktan, hesap gününün hesabını yapamamış olan nice insanlar vardır ki, görünürde dindar olmalarına rağmen, gerçekte dinin gerçeklerini hazmedemedikleri için despot olabilirler. Meşhur tarihî şahsiyet olan Haccac-ı Zalim de böyle bir kişiliğe sahipti.

İslam dünyasındaki milletlerin zulme karşı direnişleri, imanlarının artmasına paralel olarak özgüvenlerinin de arttığının göstergesidir. Hakikî iman sahibi kimse, ne tezlili ne de tezellülü kabul eder. Yani, başkasına kul-köle olmadığı gibi, başkasını köleleştirmeye da vicdanı razı olmaz.

Hz. Ömer (ra)’in o zamanki Mısır valisine söylediği şu sözü özellikle Mısır halkı için çok önemli olsa gerektir:

“Annelerin hür doğurduğu insanları ne zamandan beridir, siz kendinize köle yapmaya başlamışsınız!” (Kenzü'l-ummâl, 7/660)

Belki de Mısır halkının ve diğerlerinin bu günkü zulme baş kaldırması, Hz. Ömer (ra)’in haykırdığı bu gerçekten de aldıkları ilhamdan olabilir.

Tabii ki, iman esareti istemediği gibi, aslında insanlık mahiyeti de zulmü kaldırmaz. Şairin dediği gibi;

“Ne mümkün zulm ile bidad ile imha-yı hürriyet;
Çalış idraki kaldır muktedirsen ademiyetten.”

İşte bundan dolayıdır ki, bu memleketlerde sosyalist, liberal ve birçok farklı kesimden vicdanlı insanların, insanlık ortak paydasında bir araya geldiklerini görüyoruz.

Despotların kurduğu ordular da artık halkın direnişine karşı despotça yaklaşmanın doğru olmadığını anlamış ve halkın çocukları olarak onların yanında yer almaya başlamışlardır. Mısır’daki askerlerin örnek davranışı bunu kanıtlamıştır.

Rahmet-i ilahiyeden ümit ediyoruz ki, Kur’an ve İslam ahlakını bize pahalıya satmaz. Bir anda bulutları bir tarafa atıp bir kış gününde güneşli bir gün havasını insanlara tattırdığı gibi, şu ahir zaman fitnesinden örülü zulüm bulutlarını da sonsuz kudret ve rahmetiyle ortadan kaldırsın; insanlığa Kur’an güneşinin aydınlattığı bir bahar havasını tattırsın inşallah...

48 Sokaklara bırakılan bazı çocukların başlarına nelerin geldiği bilinmektedir. Allah'ın buna izin vermesindeki hikmet nedir?

Allah insanların iyileri ile kötülerinin birbirinden ayrılması için bir imtihan açmıştır. Bu imtihana girenlerin aklı başında, erginlik çağına girmiş kimseler olmalarını şart koşmuştur. Bu husus da açıkça gösteriyor ki, imtihana tabi olanların hepsi, imtihanın temel mantalitesi olan asgarî ehliyette müşterektir. Bu imtihanda insanların, kendi iç dünyalarında var olan pozitif-negatif donanımlarını ayarlamak ve hepsini yaratılış gayelerine uygun işlevlere yönlendirmek hususunda başarılı olup olmamak gibi bir test söz konusudur.  İmtihanın âdil bir şekilde cereyan etmesi için, bu testin özgür iradeye bağlı olarak gerçekleşmesi gerekir. Bu sebeple, Allah’ın insanlar tarafından kötü bir eylemin yapılmasına izin vermesi, bir adalettir.

Şayet Allah, yapılacak bütün kötülükleri engellerse, imtihan diye bir şey ortada kalmaz. Bu takdirde, pozitif davranışlara sahip kimselerle negatif davranışları meslek edinenler arasında bir fark kalmaz, hepsi de iyi, akıllı, başarılı insan muamelesi gürmüş olacaklardır ki, bu imtihan sırrına, hatta insanların yaratılış amacına ters düşen bir uygulama olur. Herhalde, hiç kimse, bir hırsız ile mal sahibinin aynı konumda olmasını, bir katil ile maktulün aynı konumda görülmesini, masum, şerefli insanların zalim şerefsiz kimselerle aynı kategoride değerlendirilmesini istemez.

Şunu da vurgulayalım ki, söz konusu olan sokak çocuklarına sahip çıkmadığımız zaman, bütün toplum mesul olur. Onlar ise, İslam’ı öğrenebilme imkânını bululuncaya kadar sorumlu değiller. Fakat, onların akıllarıyla, araştırmalarıyla, maddi-manevi duygularıyla böyle bir imkânı bulup bulmadıklarını ancak Allah bilir. Âdil olan Allah, bu bilgisi istikametinde onları değerlendirecektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

-Çocukların başına gelen musibetlere neden engel olunmuyor?

49 Allah, neden günahkâr insanlara bu dünyada mal mülk veriyor; hedeflerine ulaştırıyor?

Hikmet dünyasında yaşıyoruz. Bu dünyada ister kafir olsun ister Müslüman olsun, kim şartlara riayet ederse, vesilelere yapışırsa o kazanır. Müslüman olsun kâfir olsun, her kim ulaşmak istediği sonucun ön şartlarını yerine getirir, sebeplerine, vesilelerine tam riayet ederse, başarı onun olacaktır. Hangi üründen hangi şartlarda hangi tekniklerle ve nasıl bir planlama ile verim alınacağı bellidir. Bu şartlara kim uyar, bu vesileleri kim yerine getirirse başarı onundur.

Ancak vazifesini yapmayıp ve bu emirleri dinlemeyip hiçe sayan insanlar, elbette bu yapıklarının cezasını çekecektir.

Allah'ın bu dünyada kötülüklere direkt engel olmaması ise, imtihan dünyasında olmamızdandır. Bu dünya bir imtihan salonudur ve yanlış yapana da doğru yapana da müsade edilmiştir. Eğer yanlış yapanlara müdahale olsaydı, bu imtihan salonunun bir anlamı kalmazdı.

Sevap işleyenlarin başına güller saçılsaydı ve günah işleyenlarin başına da dikenler atılsaydı, artık bu dünya bir imtihan salonu olmaktan çıkacak; ceza ve mükafat yeri olacaktı...

- Zalimin cezası nerede verilir?..

Müminlerin işledikleri günahlara mukabil çoğu kez bu dünyada başlarına bela ve musibet verilmektedir. Taki cezası bu dünyada temizlensin ve ahirette ceza görmesin. Ancak kâfirlerin ve zalimlerin işlediği günahlar ve zülümler, büyük olmasından dolayı bu dünyadaki bela ve musibetler onların cezalarına mukabil gelmediği için, cezaları tamamen ahirete bırakılmaktadır. Bu dünyada bile küçük suçlar küçük mahkemelerde verildiği hâlde büyük suçların cezası büyük mahkemelerde verilmektedir.

Elbette binlerce milyonlarca insanın ahını alan bir insanın hesabı bu dünyada görülmez. Cehennem gibi bir ceza ancak onların suçlarına mukabil gelir...

50 Allah'ın rahmeti sonsuz deniliyor; rahmeti sonsuz olduğu için zalimleri affedecek mi? Dünyada o kadar çok zulüm ve haksızlık yapılmaktadır. Güçlü devletlerin yaptığı zulumlerden tutun da, kızların okulda başını açan kişilere kadar kötülükler...

Adalet mülkün temeli, zulüm, bu temele yerleştirilmiş bir dinamit; adalet, Hakk’ı ve halkı hoşnut etmenin en emin yolu, zulüm, bu yolda yürekleri hoplatacak bir gulyabâni; adalet hakkın sesi ve soluğu, zulüm bir nefsânîlik hırıltısı; adalet, dünya ve âhiretin biricik emniyet vesilesi, zulüm bir gadr ü cevr dumanı, sisi; adalet, ubûdiyet de dediğimiz hakikatin Kur’ân’daki adı, zulüm hakikî insanî değerlere karşı saygısızlığın bir unvanı; adalet evrensel barışın en sağlam köprüsü, zulüm insanî ufku kirleten bayağılığın en denîsi...

Zulüm ile şimdiye kadar kimse payidar olmamıştır; olmuş gibi görünenlerin de yanına kalmamıştır. Atalarımız ne hoş söylerler:

“Zulm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur.”

Aslında, böyle birinin evvelinin de, âhirinin de berbâd olduğu açıktır; zira zulmün, bazen küfrün önünde bir günah hâline geldiği de olur ki, işte o zaman “gayretullah”a dokunur ve eden de hemen bulacağını bulur. Doğrusu insan küfre karşı mesafeli bulunduğu kadar zulümden de uzak durmalıdır; zira Allah nezdinde mazlumun âhı bir duâdır ve bu duânın kabulü de ilâhî adaletin muktezasıdır. Dememişler mi:

"Zâlimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var,
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var."

Zulüm bir haddini aşmışlık ve haksızlık, böyle bir günahı irtikâp eden zâlimin hasmı da Allah’tır. O çok merhametli olduğu kadar “ihkâk-ı hak” eden bir Âdil-i Mutlak’tır. Rahmetiyle ve hilmiyle zalime mehil üstüne mehil verir ama mazlumu, mağduru da sonuna kadar çiğnetmez. Bugün olmasa da yarın kendini bilmezlere haddini bildirir ve her şeye kâdir olduğunu gösterir.

İnsanın hür ve muktedir olması, ona başkalarına zulmetme hakkını vermez; kuvvet, hakkın emrinde olduğu sürece değerler üstü değer kazanır; hürriyet de başkalarının haklarına saygılı davranıldığı ölçüde hakikî kıymetini bulur ve kalıcı olur.

Hürriyet ve kuvvet mevzuunda, Hakk’ın takdir buyurduğu sınırlar içinde kalma, adalet ve istikamet; bu konuda sınır tanımamazlık ise, bir zulüm ve haksızlıktır. Adalet hemen her konuda dengeyi koruma ve itidalli olmanın Kur’ân kaynaklı adı; zulüm ise her alanda dengeleri alt-üst etmenin ürperten unvanıdır. Ancak her zulmün aynı seviyede olmadığı da bir gerçektir:

İnsanın tevhid çizgisini koruyamayıp, Hâlık-mahlûk, abd-Mâbud münasebetindeki inhirafı demek olan şirk en büyük zulüm; açıktan açığa hak-hukuk tanımama, başkalarına cevr ü cefada bulunma, onları aldatma, itibarlarıyla oynama, gıybet etme... gibi hususlar ikinci derecede birer zulüm; Allah’ın emir ve yasaklarını dinlememe, haramlara karşı kat’î tavır alıp meşrû dairedeki zevklerle yetinmeme ise farklı bir zulümdür. Hangi çeşidi olursa olsun Kur’ân-ı Kerim adalet ve ubûdiyet üzerinde durduğu kadar zulüm ve haksızlığa da vurguda bulunur ve mü’minleri inhiraf, cevr, cefa ve gadrin her çeşidinden uzak durmaya çağırır.

Kur’ân farklı yerlerde, değişik ifade ve üslûplarla zulmün her çeşidinden tahzirde bulunur ve

“Kâfirler Bize değil, kendilerine zulmediyorlardı.”1

diyerek, haksızlığın dönüp zalimin başına dolanacağını vurgular.

“O münkirler zâlimlerin ta kendileridir.”2

fermanıyla zulüm ile küfrün bir vâhidin iki yüzü olduğuna dikkati çeker;

“Allah, asla zâlimleri sevmez.”3

beyan-ı sübhânîsiyle zulüm hakkında kesin hükmünü ortaya koyar;

“Allah zâlim bir toplumu hidayete erdirmez.”4

tehdidâmiz ifadesiyle zulmün de tıpkı kibir ve inhiraf gibi imandan mahrumiyete sebebiyet verdiğini/vereceğini hatırlatır;

“Allah onlara zulmetmedi, onlar kendi kendilerine zulmediyorlar.”5

müstemir âdetini aksettiren beyanıyla tarihî tekerrürler devr-i dâimi arkasındaki ana unsuru bir kere daha nazara verir;

“O gün zâlimlerin yâr ve yardımcısı yoktur.”6

terhib edalı sözleriyle zalimin sû-i akıbetini ihtar eder;

“Hak kendisine geldikten sonra Allah’ın demediğini O’na mal etmeye kalkan müfteriden veya kendisine gelen hakikati yalan sayandan daha zâlim kim olabilir?”7

tezkiriyle Kur’ân’a karşı meydan okumanın çok büyük bir küstahlık olduğunu ifade buyurur;

“Halkı zâlim olan ülkeleri cezalandırdığında Rabbinin cezaya çarpması işte böyledir.”8

kahır televvünlü fermanıyla tarih boyu şirazeden çıkanların mutlaka cezalandırıldıklarını haber verir;

“Zulmedenleri o korkunç sayha çarpıverince, bulundukları yerde dize geldiler.”9

ihbar-ı sübhânîsiyle haksızların her zaman helâk edildiklerini/edileceklerini tekrarlar ve bizi kendimize gelmeye çağırır.

Bunlar gibi daha onlarca âyât-ı beyyinât, zalimin dünyevî ve uhrevî akıbetini hatırlatmanın yanında, onlara en küçük bir meylin dahi ebedî hüsrana sebebiyet vereceğini ısrarla vurgular ve bize sürekli adalet ve istikamet içinde olmayı salıklar.

Kur’ân-ı Kerim çok geniş bir zulüm tablosu çizer, onu çeşitlendirir ve her türünden sakınmamızı ister: Ona göre, Allah’ın yasakladığı şeylere el uzatma, emrettiği hususlara karşı lâkayt kalma; vicdanlara baskıda bulunma, insanları dinî vecibelerini yerine getirmeden alıkoyma; fuhşa girme, münkerâta açık durma; halkın hukukuna tecavüz etme, milletin malını hortumlama; haram-helâl tanımama ve Allah’ın kurallarına başkaldırma; fitne ve fesada sebebiyet verme, başkaları hakkında iftira, gıybet ve tezvirde bulunma; dine hizmet edenlere karşı tavır alma, düşmanlık veya çekememezlik mülâhazasıyla onlarla uğraşma; mü’minler hakkında sûizanna girme ve onlara karşı hazımsız davranma; yalan söyleme, sözünden dönme ve emanete hıyanet etme; dini ve diyaneti şahsî, siyasî çıkarlarına vasıta yapma; mukaddes değerleri, dünyevî belli hedeflere ulaşma yolunda kullanma ve dinî değerlerle dünyevîlik arkasında koşma... gibi hususların hemen hepsi birer zulümdür ve bunlardan uzak durulması emredilmiştir.

Zannediyorum, şöyle-böyle, az buçuk Kur’ân muhtevasından haberdar olan herkes, onda zulüm konulu pek çok âyetle karşılaşacak ve o âyetlerin özü ve fezlekeleriyle ürperecektir. Kocaman bir mücellet konusu sayılan böyle bir hususu bir makale çerçevesinde ifade edemeyeceğim açıktır. İsteyen bu önemli konuyu öyle de ele alıp açabilir...

Zulüm mevzuunda İnsanlığın İftihar Tablosu’nun beyanları da ayrı bir önem arz etmektedir; zulmün kıyamet günü üst üste karanlıklar hâlini aldığı,10 O’nun tembihlerinden; mazlumun intizarından sakınılması,11 O’nun tahzirlerinden; her sabah ve akşam

“Allah'ım, zulmetmekten, zulme uğramaktan, birinin hukukunu çiğnemekten, biri tarafından hukukumun çiğnenmesinden Sana sığınırım.”12

sözleri, O Lâl ü Güher’in bize armağanlarından;

“Allah zalime mehil üstüne mehil verir, bir kere de onu derdest etti mi, artık iflah etmez.”13

şeklindeki terhib edalı beyanı, canlara can O Cânân’ın ikazlarından;

“Ümmetimden iki zümre şefaat yüzü görmez: Zulümle oturup kalkan zâlim ve dinde aşırılıklara düşen gâlî.”14

ifadeleri, O Nurefşân Sima’nın “Makam-ı Mahmûd”a çağrı sayılan beyanlarından;

“Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona haksızlık yapmaz ve onu kendi yalnızlığıyla baş başa bırakmaz.”15

irşadları, O Mürşid-i Kâmil’in özlü ifadelerindendir ve bu tür beyanların daha yüzlercesinden söz etmek de mümkündür.

Maalesef, günümüzde yukarıda kısaca temas edip geçtiğimiz zulümlerin hemen hepsi irtikâp edilmekte ve hepsine karşı da sessiz kalınmaktadır. Evet bugün belli kesimlere karşı haksızlık diz boyu; her türden tecavüz, tiranlarınkine denk; karalama, iftira ve tezvir, medyanın eli ve dilinin ulaştığı alan vüs’atinde; şeref, haysiyet ve onurla oynama ahvâl-i âdiyeden; din ve vicdan hürriyetine saygı, seminer ve konferanslardaki bildirilere emanet; demokrasi, ideolojilere göre yorumlanma ibtizaline mâruz; öyle ki, onun adına operasyonlar yapılıyor, ırz çiğneniyor, namus payimâl oluyor, iktidarlar devriliyor, sun’î iktidarlar oluşturuluyor, nesiller asimile ediliyor, “hak” deniyor, bin bir mesâvî işleniyor ve kaba kuvvet temsilcileri dünyanın gözünün içine baka baka tarihte emsali görülmemiş zulümler irtikâp ediyorlar. İnleyen inleyene, yığınlar:

"İlâhî! Bir müeyyed, bir kerîm el yok mu, tutsun da,
Çıkarsın Şark’ı zulmetten, götürsün fecr-i mev’ûda?”

(M. Âkif ERSOY)

diyor ve bir kurtarıcı el bekliyor. Çoklarında ümitler sarsık, iradeler mefluç, heyecanlar sönük ve hemen herkesin ekstradan lütuflar bekler gibi bir hâli var; yok ciddî bir gayret, sistemli bir hareket ve mefkûrevî bir aksiyon; ruhlar çaresizlik anaforlarına kapılmış gidiyor ve sineler hissizlik ve sessizlik murakabesi içinde. Böyle bir mağmumlar dönemini seslendiren merhum Âkif biraz da şiirin serâzat havasına teslim çığlıklarını şöyle yükseltiyordu:

"İslâm’ı elinden tutacak, kaldıracak yok...
Nâ-hak yere feryad ediyor: Âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî?
Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i ilâhî!"

İlâhî adalet her zaman vardı, şimdi de var; ama o, adaletten pay alma liyakatine göre lütfedilir.. bir vakt-i merhûna bağlı tecelli eder.. zulmün gayretullaha dokunmasıyla harekete geçer.. aktif bekleyip bakalım;

“Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.” (Erzurumlu İbrahim Hakkı).

Biz kendimize gelip duyguda, düşüncede, ruhta ve gönülde dirileceğimiz, dirilip içtimaî adaleti gerçekleştireceğimiz âna kadar yeryüzündeki bu korkunç mezâlim böyle devam edeceğe benzer. Yapılması gerekli olan şeyleri yapmadan, ne kaderi tenkit ne de şuna-buna sövüp saymakla, hiçbir problem halledilemez. Aksine bu hâlimizle daha fazla günahlara girmiş, rahmete liyakat hakkımızı da kaybetmiş oluruz.

Bize düşen, bütün benliğimizle bir kere daha Allah’a yönelmek, yüce mefkûremiz adına harekete geçmek ve kusursuz bir sa’y ü gayretle gerilmektir. İsterseniz son sözü yine büyük heyecan şairine bırakalım:

"Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mu’tâdı,
Ne sandın! Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?
Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı;
Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı;
Cihan kanûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!
Ne yaptın? “Leyse li’l-insâni illâ mâ-se’â” vardı!.."

İlave bilgi için tıklayınız:

İslam'ın Adalet Anlayışı Nasıldır?..

Dipnotlar:

1. Bakara sûresi, 2/57
2. Bakara sûresi, 2/254
3. Âl-i İmran sûresi, 3/57
4. Bakara sûresi, 2/258
5. Tevbe sûresi, 9/70
6. Âl-i İmran sûresi, 3/192
7. Ankebût sûresi, 29/68
8. Hûd sûresi, 11/102
9. Hûd sûresi, 11/67
10. Buhârî, Mezâlim, 8; Müslim, Birr, 56-57
11. Buhârî, Zekât, 63; Müslim, İman, 29
12. Ebû Davud, Salât, 367; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/191
13. Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân, Hûd sûresi, 11/5; Müslim, Birr, 61
14. Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 8/281, 20/214
15. Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 32.

51 Allah neden bütün kullarından aynı ibadetleri istiyor? Neden namazı sadece zenginlerden değil de fakirlerden de istiyor?

Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerîm'inde:

“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder.” (Bakara, 2/286.)

buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir.

Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:

- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.

- Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te'hire kalır.

- Ramazan'da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.

- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mes'ul olmaz.

- Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir. Ancak namaz kılması farzdır. Çünkü fakir olması namaz kılmasına mani değildir. Misâller çoğaltılabilir...

Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kullan için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir. Allah Teâlâ mutlak adaletiyle kullarının mes'uliyetlerini bedenî ve malî durumlanyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hak, kullarının akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir.

Şu hakikati de bilmek icab eder: İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O'na karşı ibâdetini yapar.

Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kadar akıl ihsan etmiş, akıl hastalan ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

52 "Birisini öldüren insana verilecek en adil ceza, onun öldürülmesidir." Bunu izah eder misiniz?

Kısas; kasten adam öldürme ve müessir fiil suçlarında, suçlunun işlediği fiile denk bir ceza ile cezalandırılması anlamına gelmektedir. Kısas cezası İslam hukukunda vardır. Kısas cezası Kitap ve sünnet delillerine dayanır. Kur`ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

"Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hür hür ile köle köle ile kadın kadın ile kısâs olunur. Öldürülenin velisi tarafından, öldüren lehine bir şey affolunursa (diyet için) yapılacak uygulama örfe göre normal olmalı ve en iyi bir şekilde ona ödenmelidir. Bu size Rabbinizden bir kolaylık ve rahmettir. Artık bu hükümden sonra kim haddi aşarsa ona acı bir azap vardır. Sizin için kısasta hayat vardır, ey tam akıllı insanlar." (Bakara, 2/178-179).

"Her kim haksız olarak öldürülürse, onun velisine yetki verdik. O da öldürmede haddi aşmasın. Çünkü ona yeterince yardım olunmuştur." (İsrâ, 17/33).

"Biz Tevrat`ta onlara şu hükümleri farz kılmıştık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır. Yaralarda da kısas vardır. Fakat kim hakkından vazgeçerse, bu onun günahlarının affına bir sebeptir. Kim Allah`ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir." (Mâide, 5/45).

Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

"Kim kasten öldürürse, bunun hükmü kısastır." (Ebû Davud, Diyat, 5).

İnsanlığın temel hak ve özgürlüklerinden birisi de hayat hakkıdır. Allah Teâlâ, hiç kimseye haksız yere bir diğerinin hayatına kastetme yetkisi vermemiştir. Öldüren kişiye verilecek herhangi bir ceza hayat hakkına denk gelmemektedir. Madem katil masum kişinin hayat hakkına kast etmiştir. Buna denk gelecek ceza da kendi hayatı ile bedelini ödemektir.

Haksız yere adam öldürmenin büyük bir suç ve günah olduğu ilâhî dinlerin or­tak temalarındandır. Tevrat'ta şöyle geçmektedir:

"Bir kimseyi vurarak öldüren kimse, mutlaka öldürülecektir." (Çıkış: 21/13).

"Bir kimsenin komşusuna kini olur ve onu hile ile öldürürse, öldürülmesi için onu mizbahından bile alacaksın." (Çıkış: 21/14).

"Bir kimse bir adamı öldürürse, mutlaka öldürülecektir." (Levililer: 24/17).

53 Kutsal topraklara giden bazı kadınların, oradaki mafya ve çeteler tarafından kaçırılıp ahlaksızlık yapıldığını söylüyorlar. Rabbim neden kendisine gelen bir bayanın kötülüklere maruz kalmasına müsaade ediyor?

Dünya bir imtihan yeridir. İmtihan olanlar sadece mazlumlar değil, zalimler de imtihan olmaktadır. İmtihanın âdil bir şekilde cereyan etmesi için insanların özgür iradeleriyle hareket etmeleri gerekir. Bu sebepledir ki, kâfirler Hz. Zekeriya (as), Hz. Yahya (as) gibi peygamberleri öldürebilmişlerdir. Hz. Muhammed (asm)’in dişlerini şehit edebilmişlerdir. Allah’ın binlerce salih kullarını, velilerini öldürmüşlerdir.

Biraz da abartılı bir şekilde şayi olan “hacdaki olayların” varlığı, peygamberlerin öldürülmesinden daha kötü değildir. Eğer Allah, her kötülüğü engelleseydi, o zaman ortada imtihan diye bir şey söz konusu olmayacaktı. Hacdaki çirkinlikler kadınların isteği dışında, zorla meydana geldiği için onların -dinî açıdan- namuslarının kirlenmesi söz konusu değildir ve onlar günahkâr da olmazlar.

Bu konuda dikkat edilmesi gereken en önemli nokta şudur ki, imtihanda kaybedenlerin, sınıfta kalanların faturasını -hâşâ- Allah’a kesmektir. Unutmayalım ki, adalet, ihkak-ı hak demektir. İhkak-ı hak ise hem zalim hem de mazlumun varlığını gerektirir. Mazlum yoksa zalim de yoktur. Mağdur yoksa, gadreden de yoktur. Cehenneme giden yoksa cennete giden de yoktur.

Ve dünyanın hadiseleri gösteriyor ki, cennet ucuz olmadığı gibi, cehennem de lüzumsuz değildir.

54 Allah haksızlıklara neden müsade etmektedir? Allah neden hakedenin yanında değil?..

Allah insana hür iradesi ile hareket etme özgürlüğü vermiştir; insan ister, Allah yaratır. Örneğin ateş inanan birini yakmasa, ama inanmayanı yaksa, namaz kılanın başına güller, kılmayanın başına taşlar yağsa, o zaman herkes Müslüman olur ve Ebu Bekir (ra) ile Ebu Cehil arasında fark kalmazdı.

Allah, kainatta koyduğu kanunlara uyanlara ve uymayanlara fark gözetmeden muamele etmeli ki imtihan devam etsin.

Ayrıca her şeyde bir hayır ciheti vardır. İstediğimiz bir şey olmadığı zaman çok üzülüyoruz. Ancak daha sonra o işin olmaması hakkımızda daha hayırlı olduğunu farkediyoruz. Demek ki zahiren kötü olan bir şey hakikatte bizim için hayır olabilmektedir.

Her musibet kahır değidir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım. Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

“Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.”(bk. Hâkim, el-Müstedrek, III/343; Müsned, 1/172, 174, 180, 185, VI/369)

Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.

Konuyla ilgili harika bir tespit:

“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.” (Sözler)

İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: "Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş?" Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.

İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel... Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.

Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.

“Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir.” (bk. Buhari, Tevhid: 15, 35; Müslim, Tevbe: 1)

hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

Nur Küllayatı'nda, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.

İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir:

“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” (Bakara, 2/216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî:

“Rahmetim gazabımı geçti.”(bk. Aclunî,Keşfü'l-Hafâ, 1/448)

Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir: “Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret...

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek: Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.

55 Baba oğlunu öldürürse, diyeti kime vermesi gerekir?

- Bilindiği gibi, “Babaya -oğlunu öldürmekten ötürü- kısas uygulanmaz.” (Tirmizî, Diyat, 9; Darimî, Diyat, 6; İbn Hanbel, 1/16, 22, 40; Hakim, 4/369) mealindeki hadis-i şerif gereğince, İslam hukukunda babaya kısas uygulanmıyor.

- Kendisine kısas uygulanmayan babanın diyet vermesi gerekir. Bu hususta âlimler ittifak halindedir (bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 6/267-68).

- Babası tarafından öldürülen kimsenin çocukları varsa, bu diyet onlara verilir, yoksa, annesine, kardeşlerine verilir. Diyetin taksimatı, -kural olarak- mirasın taksimatına uygun bir sırayı takip eder.

56 İnsan sözü kanunlara tabi olmak ne derece doğrudur? Allah'ın kanunları varken, bizim toplum hayatında kul yapısı kanunlara uymamız şirktir gibi bir şey dediler, bu ne derece doğrudur?..

İslâm âleminin bir çok ülkelerinde uygulanan ceza kanunları yasalaştırılırken her ülkenin millet meclisinde tabii ki İslâmî usul ve kurallara başvurulmaz ve İslâm hukuku da onlar için ölçü değildir. Daha ziyade onlar güçlü ülkelerde uygulanan kanunları ölçü alıyor.

Bununla beraber, katil, zina, hırsızlık ve masum bir kimseye zina suçunu isnat etmek suretiyle iftira ve içki içmek gibi İslâm'da müeyyideleri belirtilmiş olan suçlar ile, dinen suç olmayan fakat kanunen suç sayılan şeyler hariç, diğer suçlar için verilen ceza ile söz konusu olan İslâm devletlerinde ve diğer Müslüman olmayan devletlerde verilen ceza arasında tezat yoktur. Yani birbirine tevafuk edebilir. Çünkü İslâm'da müeyyideleri belirtilmemiş suçlar için verilecek cezanın cins ve miktarının takdiri, zamanın alim ve müctehidlerine bırakılmıştır. Bu cezalar hapis olabilir. Zira İslâm'da müeyyideleri belirtilmemiş suçların cezası tazirdir. Tazirin de çeşitleri vardır, ağırı vardır, hafifi vardır (1).

Yalnız İslâm dininin suç olarak kabul ettiği birçok şey var ki, dünyanın bir çok ülkesinde bugünki kanunlara göre suç değildir. Meyhane ve genelevi açmak ve çalıştırmak gibi.

Bugün bir çok ülkede hükmü geçerli olan kanunların suç olarak kabul ettiği birçok şey, İslâm'a göre suç değildir. Genel olarak devletin kanunlarınca yasak olmayan bir şeyi yapmak dinen caiz değilse bunları yapmak haramdır. Kanunen yasak olan bir fiil dinen caiz olsa bile devlet kanunları bunu yasakladığı için onlara tabi olmak gerekir.

1. İbni Abidin c. 4, s. 308

(Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar II/248)

57 Atalarının yaptığı hatalar evlatlarından çıkar, sözünü açıklar mısınız?

"Her kötü fiil işleyen babanın çocuğu da kötü fiiller işleyecek" diye bir kaide yoktur. Ancak bazı insanlar bu tarzda bir cezaya maruz kalmış olabilirler. Çocuk, anne ve babası günah işledi diye günah işlemez, çocuk üzerinde herhangi bir baskı zorlama olmadan kendi iradesiyle günahı seçmiştir...

İlave bilgi için tıklayınız:

Baba veya annenin zulmünün çocuklarında çıkmasını nasıl açıklarız?

58 Bir insanı öldüren hayvanın öldürülmesi şart mıdır?

Kâinatın tabii dengelerini ve bu dengelerden birini teşkil eden hayvanları yaşatmaya gayret etmeliyiz.

Zararsız olan hayvanların hastalık yayma tehlikesi veya meşru bir gerekçe olmadan, öldürülmeleri caiz değildir. İnsanlara veya mallarına saldıranların dışında kalan bütün hayvanların karada ve suda yaşayanlarının fuzûli ve keyfi bir şekilde öldürülmelerinin yasak ve mesûliyeti gerektirdiği bildirilmiştir.

Ancak herhangi bir kasıt olmaksızın, sahipsiz bir hayvanın ölümüne neden olmak ise vebali hafifletmekle birlikte, yine de tövbe ve istiğfar edilerek ve sadaka vererek Allah'tan af dilemeyi gerektirir. Eğer sahibi varsa, ayrıca kendisine bedelini tazmin etmek ve helallik almak gerekir.

Ayrıca, bir hayvanın öldürülmesi zorunlu olursa, bu, bir anda, acı çektirmeden ve korkutmadan yapılmalıdır.

Bir hayvan bir insanı öldürürse, hayvanlığını göstermiş olur. Hayvanların akılları olmadığı için, sorumlu tutulamazlar. Sahibi de hem Allah katında sorumlu olur ve hem de insan hakları açısından dolaylı suç işlemiş olur.

Dolayısıyla bu hayvanların sahiplerinin bir kusuru varsa, mahkemeye başvurulur, o hayvanın sahibi şikayet edilir, cezalandırılır veya tazminat cezasına çarptırılır. Ancak zarara neden olan hayvan öldürülemeyeceği gibi, ona zarar verecek bir şey de yapılamaz.

59 Allah'in adaleti sadece Müslümanlar için mi geçerli, yoksa Müslüman olmayanlar için de geçerli midir?

Allah’ın adaleti Müslüman olsun olmasın herkes için geçerlidir. Allah -dinine bakmadan- herkes için geçerli olmak üzere, insanlara haksızlık ve zulüm yapmayı haram kılmıştır. İnsanlara zulmü haram kılan Allah’ın, bizzat kendisi -adaletten ayrılıp- zulüm yapar mı?

“Kim makbul ve güzel işler yaparsa kendi lehine, kim kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına asla zulmetmez.”(Fussilet, 41/46)

mealindeki ayette yer alan “Rabbin kullarına asla zulmetmez.” mealindeki cümlede, din ayırımı yapılmadan, hiçbir kula zulmün yapılamayacağına, dolayısıyla herkese adaletli davranılacağına vurgu yapılmıştır.

Bu konuda pek çok ayet vardır. Özellikle, doğrudan kâfirlere hitap eden bir ayetin meali şöyledir:

“Allah yolundan saptırmak için kibirle, kabararak tartışmasını sürdürür. Onun hakkı dünyada bir rüsvaylık olduğu gibi, kıyamet günü de ona can yakıcı azap tattıracağız."

"O vakit kendisine: 'İşte bu, dünyada işlediklerinin cezasıdır. Yoksa Allah kullarına en ufak bir haksızlık bile yapmaz.' denilir.”(Hac, 9-10).

Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onu görür. Kim zerre kadar bir kötülük yapmışsa, o da onu görür.” (Zilzal, 99/7-8)

mealindeki ayet ise küçük-büyük hiçbir iyilik veya kötülüğün boşa gitmeyeceğini, mutlaka karşılığının verileceğini bildirir.

"Zerre", görünür görünmez derecede gayet küçük karınca, güneş ışınında sezilebilen zerrecikler demektir. Burada maksat, beşer duyusunun ilgilenebileceği en küçük şeyle, sorumluluğun asgarisini bildirmektir. Asıl maksat, en küçük bir hayır veya şerrin Allah nezdinde kaybolmayacağını açıklamaktır.

60 Recmden dolayı çocuğun yetim bırakılmasını nasıl anlayabiliriz?

1. Zinanın hükmü İslam Dininde açıktır. Suçunu hakimin huzurunda dört defa ayrı ayrı itiraf ederek cezanın verilmesini isteyen veya dört şahidi bulunan birisi hakkında karar verilir. Şayet bu insan evli ise recm cezası, bekar bir insan için ise verilecek karar recm değildir, yüz değnek (sopa) cezasıdır.

Fakat suçunu itiraf etmeyen veya yaptığı bu fiili kimse görüp şikayet etmemiş ise, bu insanın yapacağı tek şey, günahından dolayı pişmanlık gösterip bir daha yapmamak üzere tövbe etmektir.

Buna göre zina suçunu işleyen bir kimsenin cezayı alması için yeterli şartların gerçekleşmesi gerekir.

Ayrıca böyle bir suç işleyen kimse suçunu itiraf etse bile şu anda bunun cezasını uygulayacak bir merci yoktur. Geriye iki şey kalıyor; biri kul hakkıdır, varsa helalleşmek gerekir. Diğeri de Allah hakkı için tövbe, istiğfar etmek ve bir daha o günaha girmemektir.

2. Sizin de dikkatinizi çektiği gibi, kadın hamileyse çocuk doğuncaya ve annesine muhtaç olmayacak duruma gelinceye kadar ceza uygulanmıyor. Bu durum çocuğun hakkına ne kadar önem verildiğini göstermektedir.

Çocuk artık annesi olmadan da hayatını sürdürebilecek durumdadır. Annesi olmasa bile babası, akrabaları ona bakmakla yükümlüdür. Eğer böyle birisi yoksa devlet o çocuğun maddi ve manevi her türlü ihtiyacını karşılamak zorundadır.

Sizin ortaya koyduğunuz mantıkla hareket edilirse, o zaman ailesine bakmakla yükümlü her suçluya da ceza verilmemesi ve hapse atılmaması gerekirdi...

61 Mekke ve Medine gibi mübarek beldelerde yaşayıp ibadet edenler, burada yaşamayanlardan daha şanslı ve avantajlı mı oluyorlar?

Peygaberimiz (asm) bu hadisleri o zaman hicaz bölgesinde olanlara söylemiştir. Zaten orada bulunanların büyük çoğunluğu orada iskan etmektedirler.

Buradaki ifade, kim olursa olsun, orada namaz kılan herkes içindir ve bunda herhangi bir adaletsizlik yoktur. Hem oraları ziyaret etmeye teşvik vardır. Bu mübarek beldelerde kılınan namazların fazileti fazla olduğu gibi, orada işlenen günahta yerine göre daha ağır olur.

Dışarıdan orayı ziyarete gelip namaz kılanlar, ayrıca yolculuk zahmetinden dolayıda ayrıca yüksek mükafat alacaklarıdır. Orada yaşayanlara böyle bir mükafat yoktur.

Hem Allah kişinin niyetine göre mükafat verir. Devamlı bu mübarek beldelerde bulunup oralarda namaz kılma arzu ve niyetinde olan imkanı olmayan bir Müslüman da Allah'tan yüksek mükaftlar ve orada namaz kılmış gibi sevap umabilir. Bu Allah'ın rahmet ve adaletine daha yakındır.

Bu konuda çeşitli rivayetler vardır. Bir hadis-i şerifinde Resulullah (asm) şöyle buyurmaktadır:

"Üç mescitten başka bir yere (ibadet etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Benim mescidim." (Buharî, Fedâilü's-Salat, 1, 6).

Mescid-i Nebî'de kılınan namaz, diğer mescitlerde kılınan namazlardan çok daha faziletlidir. Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan Resulullah (asm)'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir:

"Mescitimde namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer mescitlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlıdır." (Ahmed b. Hanbel, I/184);

Başka bir rivayette "daha faziletlidir" (Hanbel, I/16; Nesai, Mescid, 4) buyrulur.

62 Çalıştığımız halde istediğimiz sonuca ulaşmamamız adaletsizlik mi yoksa hayır mı? Çalışmayla bir yerlere gelineceğine inanmıyorum...

Allah, Rahman ve Rahimdir; her şeyin en iyisini verir; bazen vermemesi bazende vermesi hayırlı olur. Onun için Allah'tan bir şey isterken hayırlısını talep etmek gerekir. Yani, isteyeceğimizi güzel belirler ve isteriz. Fakat ısrarlı olmamalıyız. Çünkü, bir şeyde ısrar etmek, ilahi hikmeti ve rahmeti ittiham anlamındadır.

Peygamberimiz (a.sm) zamanında mescid bülbülü olarak bilinen biri (Salebe) devamlı olarak ibadet ve mescit işleriyle uğraşırdı. Bunun için ona "mescid kuşu" denilirdi. Bu zat daha sonra Peygamberimiz (asm)'den devamlı zengin olması için dua istiyordu. Peygamberimizde (a.s.m) ona, senin için en hayırlısı budur, durumuna şükret deyip, yatıştırırdı. Fakat dua edilmesi hususunda ısrarlı olunca, Peygamberimiz (asm) ona dua etti. Bunun neticesinde az bir maldan başlayan bir ticaret başlattı; daha sonra malları gittikçe arttı. Önce bazı namazların cemaat namazlarını kaçırmaya, daha sonra mescide gelememeye, daha sonra hususi ibadetinde aksamalar başladı. En sonunda öyle bir zenginleşti ki, artık mallarının hesabını bilemez oldu. Kendisine gönderilen zekat memurlarına "zekatını vermeyeceğini ve öyle bir şey olamayacağını" ifade edecek kadar dine ve Allah'ın emirlerine karşı koymaya başladı. En sonunda hakkında bir ayet nazil oldu ve onun mallarının artık İslam dairesine kabul edilmeyeceği ifade ediliyordu. Peygamberimiz (asm)'in "Salebeye yazık oldu!.." ifadesine mazhar oldu.

Bu kıssadan da yola çıkarak diyebiliriz ki, biz elimizden geldiği kadar çalışıp gayret göstereceğiz, kazanmak için gereken her şeyi yapacağız. Buna rağmen elde edemediğimiz zaman hakkımızda bunun hayırlı olduğunu düşünüp razı olacağız.

Nasıl dua etmeliyiz?

Duanın çeşitleri var. Mesela sizin yarın bir imtihanınız var. Bu imtihanın duası çalışmaktır. Buna fiili dua denir. Çalışmayı yaptıktan sonra ellerinizi kaldırır, “Ya Rabbi, bana hayırlısını nasip et!..” demeniz sözlü bir duadır. Safi ve halis bir şekilde ve neticeye kanaat ederek dua etmek gerekir. Çünkü, bazen istediğimiz bir şeyin hakkımızda hayırlı olmayacağını Allah bilir, fakat biz bilemeyiz. Sonsuz rahmet sahibi Allah’ımız da bunun hayırlı olmayacağını bildiğinden dolayı, farklı bir şekilde kabul eder.

Hazreti Meryem validemizin doğma vaktinde annesi O’nu mescide adar. Ve O’nun erkek değil kız olduğunu görünce epey şaşırır ve üzülür. Alimlerimiz bu durumu misal getirerek derler ki, Allah muhakkak yaptığımız duaları kabul eder. Bazen daha farklı ve daha güzel bir surette kabul eder. İşte Hz. Meryem 100 erkek değerinde bir kız. Allah annesinin duasını kabul etmedi denilmemeli; aksine daha güzel bir surette kabul etti denilmelidir. Bazen de dünyada hiç kabul edilmedi zannedilir. Fakat cennette daha ulvi ve güzel şekilde kabul edilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Rızık konusunda Allah'ın adaleti nasıldır?..

63 Hz. Ömer, Hz. Fâtıma'nın karnına vurup oğlu Muhsin'in düşmesine sebep mi oldu?

Soruda yer alan konulara maddeler halinde cevap vermek istersek:

1. Şehristani (Muhammed b. Abdulkerim) 548/1153’te vefat eden, bazılarına göre Orta Çağ’ın en büyük filozoflarından olan Müslüman bir ilim adamıdır. Dinî kişilik olarak; Batınîlik ve itikat bozukluğu ile suçlanır. Şiiliğe ve İsmaililiğe meyilli bir şahsiyet olduğu söylenir. Şiilik ve İsmaililiğe temayülü ile birlikte, İbn-i Teymiyye’ye göre bazen Eş’ari de görünebilmektedir.(1)

Ancak ne ilginçtir ki Şehristani bu iddiayı desteklemek için değil, tam tersine yalanlamak ve çirkinliğini göstermek için kitabına almıştır. Şehristani’nin bu kitabında, Nezzam'ın yanlışlarını saydığı yerde yaptığı açıklamalar şöyledir:

“On Birinci Mesele: (Nezzam’ın) Rafizî düşünceye yatkınlığıdır. Sahabenin büyükleri hakkında akıl almaz sözler söylemiştir. Ona göre imamet ancak açık nass ve tayin ile belirlenebilir. Ali'nin (radıyallahu anh) imameti de bizzat Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) nassı ile sabit olmuş, ama Ömer (radıyallahu anh) bunu gizlemiştir…”

En-Nazzâm iftiralarında daha da ileri giderek şunu iddia etmiştir: Ömer (radıyallahu anh) Biat günü Fâtıma'nın (radıyallahu anh) karnına öyle sert vurdu ki, karnındaki bebeğini düşürmesine neden oldu. Bir yandan da şöyle bağırıyordu: 'Evini içindekilerle birlikte yakın!' O anda evde Ali (radıyallahu anh), Fâtıma (radıyallahu anha), Hasan (radıyallahu anh) ve Hüseyin'den (radıyallahu anh) başkası yoktu...”

Nezzam'ın fikirlerinin eleştirildiği bu açıklamadan, Nezzam'ın fikirlerine destek çıktığı yargısına varılmış ve böylece Şehristani de bu olayı sanki kabul edenlerden gibi gösterilmeye çalışılmıştır.

2. Hatırlayalım ki; Hz. Ali, Ehl-i Sünnet hadisçilerine göre, kendisi ve kendisini ilgilendiren konularda, Şiiliğe destek verme bakımından hakkında en çok hadis uydurulan sahabelerden birisidir. Bu açıdan bazı kimselerin Hz. Ali ve ailesi hakkında zihniyetlerine uygun hadisler uydurmaları veya uydurulan mevzu hadisleri kitaplarına almaları son derece normaldir. Bu ve benzerleri hakkında beklenmedik şeyler değildir. Muhassin b. Ali olayı da bunlardan biri olmalıdır.

3. Bu tür uydurma rivayetler ve dedikodular sadece Şia ve taraftarlarının eserlerine değil başka tarih kitaplarına da girmiştir.(2)

4. Hz. Ömer’in Hz. Ebu Bekir’e biat gününde, Hz. Fatıma’nın, yani Hz. Ali’nin evine gidip Hz. Fatıma’yı evin kapısı ile duvar arasına sıkıştırması, onun karnına tekme atması veya yumruk vurması ve bu sebeple Hz. Hasan ve Hüseyin’den sonra dünyaya gelecek üçüncü çocuğu Muhsin (Muhassin)i düşürmesi uydurması da bunlardan biridir.

5. Oysa Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde kaydettiği üzere; Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’dan olma üçüncü oğlu normal doğumla dünyaya gelmiş, Hz. Ali ona da ilk iki çocuğuna vermek istediği “Harb” adını koymak istemiş, fakat Hz. Peygamber torunlarından ilk ikisine “Hasan ve Hüseyin” adlarını verdiği gibi, bu torununa da “Muhsin (Muhassin)” adını vermiş ve bu çocuk küçük yaşta vefat etmiştir.(3)

Özetle, bir düşük söz konusu değildir.

Hz. Ali’nin Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhassin Konusunda Anlattıkları

Bizzat Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve Muhsin / Muhassin adlı oğullarının doğumları ve isimlendirilmeleri konusunda şunları söyler:

“Ben harbi, darbı sever bir adamdım.(4) Hasan doğduğu zaman ona 'Harb' ismini koymuştum. Rasulullah aleyhissalatü vesselam geldi 'Gösterin oğlumu.' (dedi). Bana 'Ne isim koydunuz ona?' diye sordu. 'Harb ismini koydum.' dedim. 'Hayır, O Hasan’dır.' buyurdu."

"Hüseyin doğduğu zaman da yine Ona 'Harb' ismini koydum. Rasulullah aleyhissalatü vesselam geldi: 'Gösteriniz oğlumu bana! Ne isim koydunuz ona?' buyurdu.
'Harb ismini koydum.' dedim. 'Hayır O Hüseyin’dir.' buyurdu."

"Üçüncü oğlum doğduğu zaman, yine ona 'Harb' ismini koydum. Rasulullah aleyhissalatü vesselam geldi: 'Gösteriniz oğlumu bana! Ne isim koydunuz ona?' buyurdu.
'Harb ismini koydum.' dedim. 'Hayır O Muhassin’dir.' buyurdu."

"Sonra da: 'Ben, bunlara, Harun aleyhisselamın oğulları olan Şebber, Şebir, Muşebbir’in isimlerini koydum.' buyurdu.”(5)

Olayın farklı yönlerle ele alınması

Muhsin’in Hz. Ömer sebebiyle düşük olarak doğduğu dedikodusu ve iftirasını başka açılardan ele aldığımızda da bunun gerçeklere aykırı olduğu ortaya çıkar:

- Bu uydurmanın ve dedikodunun sağlam bir senedi söz konusu değildir.

- Şehrisitani açısından konuya bakarsak, Nazzam’ın böyle söylediğini aktarmak ve tenkit etmek için eserine almıştır.

- Hem, böyle bir olay ve çocuk düşürme söz konusu olsaydı, başta Hz. Ali, Hanımı Hz. Fatıma, hilafet konusunda Hz. Ali’yi destekleyenler bunu anarlar, hilafet konusunda da Hz. Ömer’in yaptığı bu uygunsuz davranıştan söz ederler, olay o gün hayatta olan Medine’li ve Mekke’li sahabeler ve başkaları tarafından dile getirilir ve halife seçimiyle ilgili diğer ayrıntılar hadis, siyer ve tarihlerde yer aldığı gibi, bu olay da nahoş bir hadise olarak ana kaynaklara girer ve üstü kapatılamazdı.

- Ayrıca, mezkur çocuk Hz. Ömer’in vurması, sıkıştırması veya tekmelemesiyle düşseydi, o gün evde olan Hz. Ali ve taraftarları ona müdahale eder, Hz. Ömer’le aralarında kavga çıkabilir, yahut düşük konusunda davacı olup, Hz. Ömer’in cezalandırılmasını isteyebilirlerdi.

- Eğer bir düşük olayı yaşansaydı; Hz. Ali, Hanımı veya taraftarlarının en azından Hz. Ömer’e kırılması, küsmesi söz konusu olur; bu herkes tarafından duyulur; daha sonraları barışsalar nasıl barıştıkları, barışmasalar niye barışmadıkları kaynaklara ve tarih kitaplarına girerdi. Çünkü Hz. Ebu Bekir’e, Hz. Fatıma’nın Rasulullah’ın miras bırakmadığı hadisi yüzünden babasından miras alamaması sebebiyle yaşadığı kırgınlık ve daha sonra barışmaları kitaplarda yer almışsa da(6) çocuk düşürme olayı ile ilgili bir kırgınlık veya barışma yahut bununla ilgili meseleler nakledilmemiştir.

- Ayrıca bir düşük olayı olsaydı, bu durum bütün tarihlerde, ayrıca Hz. Fatıma ve çocukları konusunda, Hz. Fatıma’nın hayat hikayelerinde ilgi çekici bir motif olarak yer alır, bunun üzerinde hadisçiler, tarihçiler, mezheplerle ilgilenenler tartışırlardı.

- Hz. Ebu Bekir hicretin on birinci yılı başlarında halife olmuştu. Bundan yaklaşık altı yıl sonra, Hicretin 17. Yılında Hz. Ömer halife iken; Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’dan olma Ümmü Gülsüm adlı kızıyla bir evlilik yaptı. Böyle bir düşük yapma olayı olsaydı Hz. Ali: “Muhsin’in ölü doğumuna sebep oldun, onu öldürdün, şimdi de onun kız kardeşiyle evlenmek istiyorsun, ben kızımı sana vermem.” diyebilirdi.(7)

- Ayrıca Hz. Ebu Bekir halife olunca, irtidat (dinden dönme) olayını bastırmak için hilafetinin ilk zamanlarında bir gün bir askeri birliğin başında komutan olarak, Zülkassa’ya kadar atına binerek gitmişti. Hz. Ali durumdan haberdar olunca, bunu bir tedbirsizlik olarak düşünmüş ve atına atlayarak orada onunla buluşmuş ve onu geri getirmişti. Ona; “Bizi kendinle (başına bir şey getirerek) musibetlendirme. Vallahi (ölürsen) senin yüzünden bir musibete düşersek, senden sonra ebediyen İslam’ın düzeni olmaz.” demişti.(8) Bu olay üzerine askerin başına bir başkası tayin edildi.

Bundan anlaşılıyor ki, Hz. Ebu Bekir’in halifeliğinin ilk zamanlarında Hz. Ali ile Hz. Ebu Bekir’in araları iyiydi, Hz. Ali onun başta kalmasını istiyor, bir tedbirsizlikle ölmesini istemiyordu. Halifeye yardımcı oluyordu. Eğer düşük konusu ve biatla ilgili bir dargınlığı ve kırgınlığı olsaydı, bunu yapmayabilirdi.

Sonuç olarak, bütün bunlar dikkate alınırsa, Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği ve diğer kaynaklarda yer aldığı gibi, Muhsin b. Ali normal doğumla dünyaya gelmiş, yaşamış ve küçük yaşta vefat etmiştir. Bazı kaynaklarda yer alan düşük yapma olayı, dedikodusu ve iftirası hilâf-ı hakikattir, ikna edici, makul ve inandırıcı değildir.

Dipnotlar:

1. bk. Harman, Ö. Faruk, “Şehristanî”, DİA, XXVIII, İstanbul 2010, s.467-468.
2. Olayın girdiği bazı tarih kitapları için bkz. http://www.islamguest.net (Muhsin b. Ali b. Ebu Talib Kimdir?) Bihâru’l-Envâr, el-Hicâc’alâ ehli’l-Lücac, el-Vâfi bil-Vefeyât, Mîzânu’l-l’tidâl, Buhûsun fi’l-Milel ve’n- Nihal, el-İsâbe, Tehzibut-Tehzib, Ensâbu’l-Eşrâf, el-İmâm ve’s-Siyase, Ya’kûbî, Tarih, el-Maârif el-İstiâb, el-Avâsım Mine’l-Kavâsım.
3. Ahmed b. Hanbel Müsned, I, 98; Sarıcık, Murat, Dört Halife Dönemi, Nesil Yayınları, İstanbul, 2010, s.442. Diyarbekri, Tarihu’l-Hamis, I-II, Dârussâder, Kahire, 1283, II, 283; Sarıcık, Murat, Hz. Muhammedin Çağrısı-Medine Dönemi, Nesil Yayınları, İstanbul, 2009, s.98; Öz, Mustafa, “Ali Evlâdı”, DİA, İstanbul, 1989, II, 392-393; (İbn-i Sa’d, Tabakat, III, 19-20’den)
4. Zehebi, Ahmed b. Osman, A’lâmun-Mübela, I-III, Dâdül Maârif, Mısır ty, III, 165; Köksal, Âsım, İslam Tarihi I-XI, Şamil Yayınevi, İstanbul 1981, IV, 161.
5. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-VI, Beyrut 1968, I, 98; Buhari, Muhammed b. İsmail, Edebu’l-Müfred, Kâhire 1973, s.213-214; Hakim, Ebu Abdullah, el-Müstedrek, I-IV, Riyad, ty, III, 165-166; Köksal, IV, 161 (Olayı M. Asım Köksal’ın Tercümesiyle buraya aldık.)
6. Sarıcık, Murat, Hz. Ali İlk Üç Halife ile Kavgalı mıydı, Nesil Yayınları, İstanbul 2002, s.83-89; İbn-i Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübra, I-VIII, Beyrut ty, VIII, 27; İbn-i Kesir, el-Bidaye, I.VI, Matba’atü’s-Sâde, Mısır 1932, VI, 393; Heytemi, Ahmed b.Hacer, es-Savâ’iku’l-Muhrika, el-Mektebetü’l-Kâhira, Kâhire, 1385, s.13; Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte, I-XVIII, Akçağ Yayınları, İstanbul ty,  V, 383, 449.
7. Evlilik için bk.. Sarıcık, Hz. Ali İlk Üç Halife ile Kavgalımı mıydı, s.101, 196 vd.
8. İbn-i Kesir, el-Bida’ye, VI, 315-316; Heytemi, Savâik, s.144; Kandehlevi, Muhammed b. Yusuf, Hayatu’s –Sahâbe, I-III, dâru’s-Sa’b, Beyrut ty., II, 16; (el-Kenz III, 131, Ebu Nuaym’dan).

64 Ceza olarak cehennemde sonsuza kadar yanmak nasıl açıklanabilir?

“Bir ceza, bu cezaya sebep olan suçun bir daha işlenmemesi için verilir.” yargısı isabetli değildir. Çünkü; 

a. İnsanlık tarihi boyunca, farklı şekillerde de olsa, idam cezası söz konusdur. Kitab-ı mukaddes ve Kur’an’da da vardır. 

b. Bugün de en uygar kabul edilen ABD’de ve diğer bazı ülkelerde idam cezası vardır. Ve yakın zamana kadar bizim ülkemizde ve Avrupa’da da idam cezası vardı. İdam cezasının ilgili kişiyi ıslah etmeye yönelik olduğunu söylemenin imkânsız olduğu ortadadır. Demek ki cezanın sırf ıslah için olduğu tezi doğru değildir. 

c. Eğer cezalar kişinin ıslahına yönelik olsaydı, bu takdirde her suça aynı cezayı vermek gerekirdi ki, o süre zarfında ıslahı mümkün olsun. 

d. Bugün Medeni hukukta olduğu gibi, İslam hukukunda da farklı suçlara farklı cezaların verilmesi gösteriyor ki, her suçun uygun bir karşılığı, münasip bir cezası vardır. Çünkü adalet, ihkak-ı hak demektir. Yani hakkettiğini vermektir. Allah katında -her şeyin- sonsuz ilahî hikmet ve adaletle tanzim edilen bir karşılığı vardır. Bir itaat fiiline, güzel bir işe ceza vermek ne kadar adaletsizlik ise, herhangi bir suç fiiline mükâfat vermek de o kadar adaletsizliktir. Dolayısıyla, kötü işler cezayı gerektirir. Kişilerin ıslahı tâli derecede bir meseledir. 

Kâfir olsun, müşrik olsun, mümin olsun, herkese tövbe kapısını açık bırakan ve samimi pişmanlık duyan kimselerin tövbesini kabul ederek suçlarını bağışlayan Allah bununla sonsuz rahmetinin gereğini yapmıyor mu?.. Ayet ve hadislerden anlaşıldığı üzere Allah, milyarlarca günahkâr insanı -cehenneme koymadan- af eder. Bu husus, Allah’ın sonsuz af ve merhametini göstermiyor mu? 

Ayrıca Allah’ın, kalbinde zerre kadar iman taşıyan herkesi sonunda cehennemden kurtarması onun sonsuz rahmetinin yansıması değil mi?

“Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten (ve ancak Cenab-ı Hakk’ın bildiği bir müddet geçtikten) sonra Allah: ‘Bir hardal tanesi kadar imanı olanları cehennemden çıkarın.’ buyuracak ve çıkarılacaklardır…” (Buharî, İman, 15; Müslim, İman, 147-149)

mealindeki hadis-i şerifte bu husus çok açık olarak ifade edilmiştir. Bu hadisten de anlaşıldığı üzere, kalbinde bir zerre de olsa iman bulunmayan kâfirlerden başka cehennemde ebedî kalacak tek bir kişi yoktur.

Küfür/inkar üzere ölen bir kimsenin affa kabil olmadığı, Allah’ın sonsuz gazabına uğradığı için cehennemden başka kalacak yeri yoktur. Zira, cennet küfür yeri değildir. İnkârcılık ve küfür unsurunu taşımasına rağmen cennete girmesi, ne fiil-karşılık münasebetine, ne suç-ceza prensibine, ne de ihkak-ı hakadalet kanununa uyar. 

Bediüzzaman Hazretlerinin, konuyla ilgili sorulara verdiği cevaplar ve açıklamalar özetle şöyledir:

Soru:

- Küfür masiyeti az bir zamanda olmakla beraber cezası ebedidir, sonsuzdur. Cezanın bu şekilde olması Allah’ın adaletine nasıl muvafık düşer? Muvafık olduğunu kabul etsek, Allah’ın ezeli hikmetine nasıl uyar? Ona uygun olduğunu da kabul etsek, rahmet-i Rabbaniye buna nasıl izin verir?

Cevap:

Cezanın sonsuzluğunu kabulle beraber, küfür altı cihetle mahdud bir zamanda sınırsız bir cinayettir:

1. Küfür üzere ölen bir kimse, şayet ebedi dünyada kalsa ebedi kâfir olacaktı. Çünkü ruh cevheri bozulmuştur. Bu durumda olan bozuk bir kalp, sonsuz cinayete elverişli bir haldedir. 

2. Küfür her ne kadar sınırlı bir zamanda ise de, sonsuz olana karşı işlenmiş bir cinayettir, yani vahdaniyete şahitlik yapan umum kâinatın sonsuz şehadetlerini yalanlamaktır. 

3. Küfür, sonsuz nimetlere karşı küfrandır, nankörlüktür.

4. Küfür, Allah’ın sonsuz olan zat ve sıfatlarına karşı bir cinayettir.

5. “Ne arz ne sema beni içine almadı. Ama mü’min kulumun kalbine yerleştim.” (Acluni, Keşfü’l-Hafa, II, 195) hadis-i kudsisinin sırrıyla, insanın vicdanı her ne kadar dış görünüşü ve mülk cihetiyle sınırlı ise de batını ve melekût cihetiyle kökleri ebede uzanır. Bu cihetle o, sonsuz gibidir. İşte bu vicdan, küfürle kirlenir, bozulur.

6. Zıd zıddına ters ise de ekser hükümlerde ona denk olur. Böylece iman ebedi lezzetleri meyve verdiği gibi, küfürden de ebedi elemlerin meydana gelmesi normaldir. İman ve küfür birbirine tamamen zıddırlar. Ama bu, her ikisine de ebedi karşılık verilmesine engel değildir. Biri ebedi saadeti netice verirken, diğeri ebedi hüsranı netice verir.

Bu altı ciheti mezc ile tam idrak eden kimse, sonsuz cinayete mukabil sonsuz cezanın tam adalet olduğu sonucuna varır. (bk. İşaratü'l-İcaz, s.80)

Soru:

- Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennem'de hapis nasıl adalet olur?

Cevap:

"Sene, üç yüz altmış beş gün hesabıyla, bir dakikada cinayet, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adaletle elli yedi trilyon iki yüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstahak olur. Elbette 'Halidina fiha ebeden' adalet-i İlahî ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor.” (bk. Lem'alar, Yirmi Sekizinci Lem'a)

Bununla beraber, kâfirlerin dahi cehennemde bir ünsiyet peyda edeceklerine dair İslam alimlerinin beyanları vardır.

Muhyiddin Arabî Hazretleri, “Onlar orada ebedî kalacaklardır.” mealindeki âyet-i kerimeyi tefsir ederken, kâfirlerin cehennemde ebedî kalmakla birlikte, azabı ebedîyen aynı seviyede tatmayacaklarını kaydeder ve zamanla oraya mahsus ayrı bir hayat çeşidine girip, eski azaplarından bir bakıma kurtulmuş olacaklarını söyler. 

Nur Külliyatı'nda geçen şu cümleler de o büyük velînin bu keşfini, az farkla, doğrular mahiyettedir:

“Kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmiş ise de amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nev’i ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden âzade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a'mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadîsiye vardır.” (bk. İşaratü’l-İ’caz, s. 81)

Bediüzzaman Hazretlerinin “Evvelki şiddetlerden âzade olma” ifadesinden, azabın ebediyen devam edeceği, ama şiddetinin öncekilerden daha hafif olacağı anlaşılıyor. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri ise azabın, yerini âdî, süflî, bayağı bir hayata bırakacağı ve kafirin cehennemde bu hâliyle ebediyen kalacağı kanaatindedir. Bu iki görüş arasında çok küçük bir farkı görmek mümkün olduğu gibi, aralarını telif etmek de mümkündür.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Fetret" ne demektir? İslam alimlerine göre dinden haberi olmayanların durumu ne olacaktır? 

Mekke’de doğan bir çocukla, dünyanın her hangi bir yerinde doğan İslam’dan habersiz bir çocuk manevi mesuliyet yönünden bir tutulabilir mi?

Cehennemde ebedi kalmak nasıl adalet olur?

Cehennemde olanların belli bir süre sonra azaba alışacakları konusunu açıklar mısınız?

65 Eğer Tanrı kötülüğü engelleyebilecek ise ve bunu istiyorsa, kötülük nereden geliyor?

- Allah kötülükleri engellemeye çalışmıyor; çünkü insanları imtihana tabi tutmuştur. Bu imtihanda kazananların yanında kaybedenler de olacaktır. Kazanma ve kaybetme, iyilik ve kötülüklerin işlenmesiyle ortaya çıkar. Eğer Allah bütün kötülükleri engellerse, o zaman imtihan diye bir şey ortada kalmaz

- Allah bütün kötülükleri engelleyebilecek kudrettedir. Çünkü o Kadir-i Mutlak'tır. Ancak yukarıda da ifade edildiği üzere, Allah bir imtihan açmıştır. Bu imtihanın bir gayesi de iyi insanlar ile kötü insanları birbirinden ayırmaktır.

Eğer bütün kötülükler ortadan kalksa hiçbir iyilik de söz konusu olmaz. Çünkü gecenin olmadığı yerde gündüzden, karanlığın olmadığı yerde aydınlıktan, cehaletin olmadığı yerde ilimden, tembellerin olmadığı yerde çalışkanlardan, cahillerin olmadığı yerde alimlerden söz edilemez. Bu takdirde, Hz. Ebu Bekir ile Ebu Cehil aynı seviyede kalırdı.

Okullar olmazsa, kimin bilgili, tahsilli, kim cahil olduğu nerede anlaşılacak?

Madem ki, öğretmennin öğrencileri sınıftan geçirmeye gücü yetiyor, öyleyse onlar neden geçirmiyor, denilebilir mi?

İmtihanın âdil olması için -derecesine, şekline göre- herkes için eşit seviyede olması, eşit unsurları, eşit soruları içermesi gerekir. Doğru cevap verme ihtimali yanında yanlış cevap verme ihtimalini de barındırmalıdır.

“Eğer inkâr edecek olursanız, bilin ki Allah sizden müstağnidir, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ama kullarının inkâra sapmalarına razı olmaz. Eğer şükrederseniz, bundan hoşnut olur. Hiçbir kimse başkasının günah yükünü taşımaz. Sonunda hepinizin dönüşü Rabbinize olacak ve O da yaptıklarınızı size tek tek bildirecek ve dilerse bunların karşılığını verecektir. Gerçekten O, kalplerin en derin yerinde olan şeyleri dahi bilir.” (Zümer, 39/7)

mealindeki ayet ve benzerlerinde Allah’ın kötülüğe razı olmadığı açıkça ifade edilmektedir.

Allah sonsuz kudret sahibi olmasına rağmen razı olmadığı, istemediği işlerin yapılmasına müsaade etmesi imtihanın gereğidir.

“Eğer dileseydik bütün insanlara hidayet verir, doğru yola koyardık (Yani: imtihana tabi tutmadan herkesi imtihansız veya bütün kötülükleri ortadan kaldırarak- hepsini cennet yoluna koyardık.) Lâkin 'Cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım.' hükmü kesinleşmiştir.” (Secde, 32/13)

mealindeki ayette kötülüklere neden izin verildiği açıkça ifade edilmiştir.

- Allah hakkında “art niyetli” sözcüğünü kullanmak şuurlu bir imanla bağdaşmaz. Yukarıdaki ayette geçtiği üzere, “Eğer inkâr edecek olursanız bilin ki Allah sizden müstağnidir, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.”

Allah, sadece insanların birbirlerine karşı yaptıkları kötülüklere müsaade etmemiş, aynı zamanda doğrudan kendisini inkâr eden, kendisine ortak koşanlara da müsaade etmiştir. Bu husus “art niyet” hezeyanını tamamen saf dışı bırakır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah bu dünyadaki kötülüklere neden müsaade ediyor?

Çocukların başına gelen musibetlere neden engel olunmuyor? ...

Bu zülümler olacaksa insan yaratılmasa mıydı? ...

66 Cezalar ahirete bırakılıyorsa, bu dünyada insanların ceza vermesi ne anlama gelir?

- İlahi adalette temel prensip, iyili ve kötülüğün karşılığı “Din günü = karşılığın verildiği gün” olarak bilinen kıyamet gününde tahakkuk eder. Ancak, ilahi hikmet, bazen ahiretteki karşılığın bir sinyali olan iyiliğin mükafatını dünyada verdiği gibi, cehennemi hatırlatan kötülüğün karşılığını da dünyada verir. Özellikle müminlerin bütün dünyevi sıkıntıları günahlarına kefaret olur.

- “İnsanların insanlara ceza vermesi” durumunu iki şekilde mütalaa edilebilir.

Birincisi, Allah’ın dininde yer almadığı ve ön görülmediği halde, bazı insanların diğer bazı insanları cezalandırmasıdır. Bu tür bir cezalandırma usulü İslam’a göre gayrimeşrudur ve bu cezaları uygulayanlar, yaptıklarından sorumludur. Örneğin, hırsızlık, zina, adam öldürme cezaları gibi “resmi devlet mahkemeleri” tarafından tespit edilmesi ve cezasının da devletin vermesi gerekirken, kendi başına bu cezayı uygulamaya kalkan fertler, bununla büyük bir vebal işlemiş olurlar ve bu tür davranışlar bir nevi anarşidir.

İkincisi, İslam’ın ön gördüğü şartlar dahilinde resmi hukuk mahkemeleri tarafından suçun tespit edilmesi ve gereken cezanın verilmesi şeklinde tahakkuk eden ecza şeklidir. Bu tür dünyevi cezaların ön görülmesinde, dünyevi sıkıntıları, uhrevi sıkıntılardan daha fazla önceleyen insan psikolojisinin rolü büyüktür.

Dünya hayatının huzur ve güven içerisinde devam etmesi için, zulmün her türlüsünü engellemek gerekir. Hazır lezzetleri veresiye lezzetlere; hazır sıkıntıları ileride olacak sıkıntılara tercih etme temayülünde olan insanoğlunu, her zaman cennet sevdası veya cehennem korkusu zulümlerden alıkoymaya yetmiyor. Bunun tek çıkar yolu, dünyada da bazı suçların ceza görmesidir. Aslında, yeryüzü hilafet payesine mazhar kılınan insanın, bu tür hukuki müeyyideleri çalıştırması, Allah’ın hükümlerini yeryüzünde tatbik etmesi tam da bu halifelik mertebesiyle büyük bir uyum içindedir.

- Özetle, Allah’ın, İslam şeriatının ön görmediği bir ceza zulüm olduğu gibi, ön görmediği bir cezalandırma usulü de bir zulümdür. Bu sebeple, insanların insanları cezalandırması meşruiyetini Kur’an ve snnetteki hükümlerden alır. Aksi tutum ve davranışların hepsi gayri meşrudur...

67 Nizam-ı alem için birisi idam edilebilir mi?

- Önce, İslam şeriatında hadleri / cezaları belirlenmiş olan zina, hırsızlık gibi suçlara, başka ceza veremezsiniz. Yani hırsızı öldüremezsiniz. Ancak cezaları belirlenmemiş olan bazı suçlara “tazir” cezası verilir. Bu ceza hâkimin vicdani kanaatine göre belirlenir.

Nizam-ı alem / nizam-ı devlet / nizam-ı memleket için 30-40 değnekten ölüm cezasına varan bir tazir cezası uygulanabilir. Bununla beraber, böyle maslahatın tespit edilmesi ancak bir şura meclisi tarafından kararlaştırılabilir. Yoksa şahsi kanaatler özellikle -takva yoksunu- zamanımızda pek çok zulümlere meydan açabilir.

- Hak etmediği halde, sırf nizam-ı alem için -adalet-i mahzaya göre- kimse idam edilemez. Çünkü adalet-i mahzaya/hakiki adalete göre, “hak” haktır, hakkın küçüğüne büyüğüne bakılmaz. En büyük bir hakkın hatırı için de olsa sahibinin rızası olmadığı sürece hiçbir hak feda edilmez.

Ancak adalet-i mahzanın tatbiki mümkün olmadığı zaman adalet-i izafiye cihetine gidilir. Adalet-i izafiye demek, gerçek bir adalet olmamakla beraber, başka çıkar yolu olmadığı için başka kötülüklerin önünü almaya yönelik olarak tatbik edilebilir.

Mesela, bir gemide doksan dokuz cani bulunsa, bir tek masum olsa adalet-i mahzaya göre o gemi asla batırılmaz. O tek masumun hukukunu göz önünde bulundurmak zorunludur.

Bunun gibi bir düşman ordusunun kalesine siper olarak kullanılan bir mümin asla öldürülemez, ölmemesi için de o kaleye top atılamaz. Ancak, bu kaleye top atılmadığı durumda bir mümin yerine yüzlerce müminin öldürülmesi söz konusu olacaksa, adalet-i izafiye devreye girer ve o mümin ölse bile o kaleye top atılır. Böylece büyük bir fitne ve fesat engellenmiş olur. O mümin de şehit olur.

- Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerine kulak vermekte fayda vardır:

“Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki 'Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde bozgunculuk yapmamış bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.' -mealindeki- ayetin mana-yı işarîsiyle: Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk'ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka meseledir.” (bk.Mektubat, 53 - 54)

İlave bilgi için tıklayınız:

Osmanlı'da Padişahların idam cezası verdiği biliniyor. İslam'a göre ...

68 Masum insanları öldüren canilere beddua etmek caiz midir?

Allah Teala hiçbir zaman zulmün devam etmesine müsade etmemiştir. İnsanlık tarihine baktığımızda, zulmeden insanlar ve devletler er veya geç zulümlerinin cezasını çok feci bir şekilde çekmişlerdir.

Biz de bu zülmün en kısa zamanda biteceğini ve Müslümanların bu zülümden kurtulacağını kati bir şekilde ümid ediyoruz. 

Ayrıca zulümden dolayı ölen insanlar, ahirete şehadet rütbesi ile gitmektedirler. Kısacık, dağdağalı ve meşakkatli dünya hayatına mukabil, ebedi bir hayatı kazanmalarına vesile olmuş olur.

İslâm bilginleri arasında kimlere lanet ve beddua edilip kimlere edilmeyeceği konusunda görüş ayrılığı vardır. Bilginlerin bir bölümü Müslümanlara hiç bir şekilde lânet edilemeyeceği görüşündedir. Bilginlerin diğer bir bölümü ise, fasık olan Müslümanlara lânet edilebileceğini kabul ederler. Kâfirlere lânet edip edilemeyeceği de tartışma konusu olmuştur.

Bazı bilginler, kâfirlere kayıtsız şartsız lanet edilebileceğini kabul ederken, bazıları da bunun vacib olmadığını, onlara lanet edilebilmekle birlikte lanet etmemenin daha güzel ve yararlı olacağını savunmuşlardır. (Fahruddin er-Razi, Tefsir-i Kebir Ter. III/188; İbn Mace, Tercüme ve Şerh, X/148).

69 Ehl-i Sünnetin cumhurunun görüşünü bırakıp, şaz bir görüşle amel etmenin hükmü nedir?

Mezhepler arasında her zaman ortak bir kanaate varılamamaktadır. Zaten mezheplerin ortaya çıkış sebebi de budur.

Bazen aynı mezhep içerisinde farklı görüşler olabilmektedir. Hatta İmam Şafi örneğinde olduğu gibi, Mısır öncesi fetvaları farklı iken, içinde bulunulan şartlar gereği Mısır sonrası fetvaları farklı olmuştur.

Bir başka örnek vermek gerekirse, Hanefilikte Ebu Hanife bir konuda bir görüş ortaya koyarken öğrencileri olan Ebu Yusuf, Muhammed veya Züfer başka görüşler ortaya koyabilmektedir.

Şaz görüş meselesine gelince; herhangi bir zaruret olmadığı müddetçe, şaz görüşle amel etmek uygun olmaz. Ancak günümüz şartları farklılaşır da mezhebin o konudaki meşhur görüşü Müslümanların sıkıntısını gideremiyorsa, şaz görüş dediğimiz görüşte de nassa aykırılık yoksa ve o sorunu çözüyorsa, elbette o görüşle de amel edilebilir.

Şu husus da akıldan çıkarılmamalıdır ki; fıkhi mezhepler arasındaki farklılıklar asılla ilgili değil, füruata dair konulardır.

70 Yüce Allah kafire de dünyada bol rızık bahşetmekte, işlerini kolaylaştırmaktadır. Bunu nasıl yorumlamalıyız?

İmtihan gereği olarak bazı sıkıntılar olsa da Allah'ın inayeti her zaman müminlerle birliktedir. Yine imtihan gereği olarak kafirler de bolluk içinde ve rahat içinde yaşayabilirler. Aksi durum olsaydı, imtihanın bir anlamı olmazdı.

Dünyada iman edenler bolluk ve zenginlik içinde olsalar, kafirler de fakirlik içinde olsalar, hiç kafir kalmaz herkes iman etmek zorunda kalırdı. Bu durumda da imtihan diye bir şey olmazdı. 

Bazen Allah'ın yardımı sıkıntı suretinde karşımıza çıkabilir. Şayet bazı sıkıntılarla karşılaşmasak, gaflete dalıp cehennemlik olabiliriz.

Demek ki bizi cehennemden alıkoyup cennete sevkeden sıkıntılar gerçekte sıkıntı değildir. Kafirleri de azgınlaştırıp yoldan çıkartan rahatlık gerçekte rahatlık değildir.

Meselenin zahirine değil hakikatine bakmak ve ona göre hadiseleri yorumlamak gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Herkesin çevresi, ortamı, ailevi yaşantıları farklı olduğu için, sorumlulukların da eşit olmadığını düşünüyorum. Böyle bir düşünce doğru mudur?

71 Gayri müslim bir ülkede avukatlık yapmanın hükmü nedir?

Avukatlık, hakimlik ve savcılık gibi meslekleri icra eden kişiler, takibini üstlendikleri davalarda muhakeme, bilgi ve birikimlerini ortaya koyarak fikrî mesai; davanın takibi için de (kısmen) fizikî ve maddî emek sarf etmektedirler. Avukatların aldıkları ücret de harcanan bu mesai ve emeğin karşılığıdır. Dolayısıyla, üstlendikleri davalarda dinen meşrû olmayan hususları savunmadıkları, hak, adâlet ve nesafet ilkelerine bağlı kaldıkları sürece, avukatların aldıkları ücret helâldir.

Fakat dinen meşru olmayan veya hak, adalet ve nesafet ilkeleriyle bağdaşmayan hususları savunmaları durumunda, işlenen günaha ortak oldukları gibi, bunun karşılığında alacakları ücret de dinen şaibeli hale gelir.

Bu itibarla, dinen ve ahlaken yanlış işlerle uğraşan kimselere ücret karşılığında yardımcı olunması, davalarına girilmesi, onları hukuk çerçevesi içinde hukukun tanıdığı imkânlar dâhilinde savunmanız doğru değildir, günahtır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Avukatın müvekkili lehine faiz istemesi caiz midir? ...

72 Hak söz konusu olduğunda, inananlarla inanmayanlar arasında hiç fark yok mudur? Hz İsa'ya, "Putperest Roma'ya vergi verelim mi?" diye sorulduğunda, "Sezar'ın hakkını Sezar'a verin." diyor. Bu bütün semavi dinlerde böyle miydi?

Öncelikle bu sözün Hz. İsa (as)'a ait olduğu kesin değildir. Bu söz ona ait değilse zaten delil olmaz. Ayrıca bir Müslüman gayri müslim bir ülkede yaşıyorsa, oradaki kurallara göre vergisini vermelidir.

Hak konusunda Müslüman kafir ayrımı olmaz. İslam ülkesinde yaşayan insanlar, hangi dinden olursa olsun haklarını alırlar, haksızlığa maruz kalmazlar.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bir İslam ülkesinde Müslümanlar dışında kimseler de yaşayabilir mi? Bunlara ne gibi haklar verilir?

MÜSTE'MEN (Eman verilmiş, Yabancı)

73 Kâbe'ye afetlerin gelmesine Allah neden müsade etmiştir?

Bu dünyada âdetullah kanunları icra edilmektedir. Allah suya kaldırma kuvveti vermiştir; ister kafir olsun ister mümin olsun her ikisi için de bu kural geçerlidir. Ateşe yakma özelliği vermiştir. Kafir de ondan istifade edip zarar göreceği gibi Müslüman da aynı şartlara tabidir. Mesela bir peygamber de soğuk ve sıcaktan etkilendiği gibi, bir müşrik de aynı şekilde etkilenmektedir. İşte bu misaller gösteriyor ki, bu dünyada herkes aynı şartlar içerisinde imtihan etmektedirler.

Zaman zaman peygamberler mucize göstermiştir; ancak tamamen imtihan sırrını ortadan kaldırmamıştır.

İşte Kâbe-i Mükerreme de Allah'ın bu dünyada koyduğu kanunlara tabidir. Kâbe günümüze kadar bir çok kez yıkılıp tamir görmüş, sel baskınları olmuştur. Ancak Ebrehe'nin Kâbeye saldırması esnasında, Allah, ebabil kuşlarını Ebrehe'nin üzerine göndererek bu saldırıyı önlemiştir. Ancak bu husus devamlı olsaydı o zaman imtihan sırrına zarar verirdir. Allah Teala insanları gafletten uyandırmak için bazı mucizelere izin vermiştir; ancak bu devamlı olmamıştır.

Peygamberler en az sıkıntıyı çekmesi gerekirken en fazla sıkıntıyı onlar çekmiştir. Buda gösteriyor ki bu dünyada Allah her şeyi hikmet ölçüsünde yapmış ve imtihanı eşit şartlarda gerçekleştirmektedir.

74 "Ezmezsen ezilirsin. Her zaman ezen ol, yoksa ezilirsin." gibi bir düşünce cazi mi, Müslümana yakışır mı?

Böyle bir düşünce ve yaklaşım kesinlikle bir Müslümana yakışmayacağını ifade edelim. Dinimiz ister Müslüman olsun ister kafir olsun hiç bir insana en küçük bir zararın dahi verilmesini yasaklamış ve bunu "kul hakkı"na gireceğini ve böyle bir davranışı günahların en büyüklerinden saymıştır.

Gerçek adaleti Allah Kur'an'da, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan adaletle hükmetmek, insanların hakkını korumak, zulme asla rıza göstermemek, zalime karşı mazlumdan yana tavır almak, ihtiyaç içinde olanlara yardım eli uzatmak olarak emretmektedir. Bu adalet, bir karar vermek gerektiğinde her iki tarafın da hakkını korumayı, olayları çok yönlü değerlendirmeyi, ön yargısız düşünmeyi, tarafsızlığı, hakkaniyeti, dürüstlüğü, hoşgörüyü, merhameti ve şefkati gerektirir. Bunlardan birinin eksikliğinde, ya da birinin ağır basmasında gerçek adaleti uygulamak zorlaşır.

Örneğin olayları itidalli değerlendiremeyen, heyecanına ve hislerine kapılan bir insan sağlıklı karar veremeyecek, bu duygularının etkisinde kalacaktır. Oysa adaletle hükmeden bir kişi tüm kişisel duygu ve düşüncelerini bir tarafa bırakmayı, kendisinden yardım talep eden iki tarafa da hakkaniyetli davranmayı, her şart ve durumda doğrulardan yana olmayı, dürüstlükten ve doğruluktan asla taviz vermemeyi Kur'an ahlakı ölçüsünde kendine yol edinmelidir. Kişi, öyle bir ahlaka sahip olmalıdır ki, kendi çıkarlarından önce karşı tarafı düşünmeli, kendisine bir zarar gelecek olsa dahi, eğer hak karşı taraftan yanaysa, adil olabilmelidir.

"Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır." (Maide, 5/8)

ayetinde de bildirildiği gibi, Allah insanın tüm yaptıklarını bilmektedir. Allah'tan korkup sakınan ve ahiret gününde hesaba çekileceğini bilen bir kişi, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için adaletle hükmeder. Bilir ki, Allah tüm yapıp ettikleriyle, söylediği her sözle ve aklından geçen her düşünceyle onu ahiret gününde sorguya çekecek ve bunlarla eksiksiz bir şekilde karşılık görecek… İşte bu nedenle de, insanın Allah'ın rızasını kazanması, cehennem azabından kurtulması ve Allah'ın sonsuz nimetlerine kavuşabilmesi için yapması gereken şey, Kur'an ahlakını eksiksiz bir şekilde yaşamaktır. Bunun için her insanın, bu ahlaka ulaşmak için bireysel olarak çaba sarf etmesi, tüm bencil isteklerini ve kişisel menfaatlerini bir yana bırakıp, adaleti, merhameti, hoşgörüyü, şefkati ve barışı kendine yol edinmesi gerekir. Allah Kur'an'da gerçek adaleti ayrıntılı olarak tarif etmekte, her türlü anlaşmazlığın adaleti ayakta tutmakla çözüleceğini bildirmektedir. Adil yöneticilerden ve adil insanlardan oluşan bir toplumda her türlü anlaşmazlığın kolaylıkla çözüleceği açıktır.

Kur'an'da adaletin eksiksiz olarak tarifi yapılmış, iman edenlere karşılaşacakları olaylar karşısındaki tutumları ve adaletin nasıl uygulanacağı bildirilmiştir. Bu iman edenler için çok büyük bir kolaylık ve Allah'tan bir rahmettir. Bu nedenle de iman edenler hem Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak, hem de huzurlu, güvenli ve barış içinde bir hayat yaşayabilmek için insanlar arasında eksiksiz bir şekilde adaleti uygulamakla sorumludur. Adalet, dil, ırk, etnik köken gözetilmeden, tüm insanlar arasında eşit olarak uygulanmalıdır Dünya üzerinde gelişen olayları incelediğimizde adaletin yer, zaman ve kişilere göre farklı şekilde uygulanabildiğine şahit oluruz.

Örneğin bazı toplumlarda kişilerin tenlerinin rengi adaleti uygulayan kişilerin kararına etki eder. Beyaz ten rengi olan bir kişiyle siyah ten rengi olan kişiye aynı durumlarda, aynı kararla hükmedilmez. Bazı toplumlarda ırk çok büyük bir önem taşımaktadır. Geçtiğimiz yüzyılda Hitler'in Ari ırkı diğer ırklardan üstün görüp, milyonlarca insanı sırf ırkları nedeniyle yok etmek istemesi bunun bir örneğidir. Günümüzde de ırkları, tenlerinin rengi nedeniyle zalimce ve adaletsiz muamelelerle karşılaşan insanlar vardır. ABD'de ve Güney Afrika'da yıllarca siyah ırka ikinci sınıf insan muamelesi yapılmış, çok sayıda Asya ve Afrika ülkesinde sırf ırk farklılıkları yüzünden çok şiddetli tartışmalar yaşanmıştır. Oysa Kur'an ayetlerinde farklı halkların ve kabilelerin yaratılmasının hikmetlerinden biri, insanların "birbirleriyle tanışmaları" olarak bildirilir.

Hepsi de Allah'ın kulu olan farklı milletler veya kabileler, birbirleriyle tanışmalı, yani birbirlerinin farklı kültürlerini, dillerini, örflerini, yeteneklerini öğrenmelidir. Farklı ırk ve milletlerin bulunmasının bir amacı, çatışma ve savaş değil, kültürel bir zenginliktir. Bu çeşitlilik Allah'ın yaratışındaki bir güzelliktir. Bir insanın daha uzun boylu, birinin kısa boylu olması, bir kişinin teninin beyaz diğerinin sarı renk olması bu kişiye herhangi bir üstünlük getirmediği gibi, bir eksiklik olarak da nitelendirilemez. Bunların her biri Allah'ın takdir etmesiyle ve çok büyük hikmetlerle yaratılmıştır. Ancak bu farklılıkların Allah Katında hiçbir önemi yoktur. İman eden bir insan tek üstünlüğün takva ile, yani Allah korkusu ve Allah'a imandaki üstünlükle olduğunu çok iyi bilir. Allah, Hucurat Suresi'nde bu gerçeği şu şekilde bildirir:

"Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (k erim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır." (Hucurat, 49/13)

Ayette de bildirildiği gibi, Allah'ın emrettiği adalet anlayışı hiçbir ayrım yapmadan her insana eşit, hoşgörülü ve barış içinde bir tavrı gerektirir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) de yaşadığı dönem boyunca farklı ırktan halklara karşı büyük bir adaletle davranmıştır. İnsanların ırkları nedeniyle farklı muamele görmesini her zaman şiddetle eleştirmiş, böyle bir ahlakı "cahiliye ahlakı" olarak tanımlamıştır. Peygamberimiz (sav), kavmine, cahiliye toplumunda insanların sadece renkleri ya da ırkları farklı olduğu için birbirlerine karşı düşmanca duygular besleyebildiklerini hatırlatmış ve Müslümanları Kur'an'da çirkin gösterilen bu davranıştan sakınmaya davet etmiştir. Bundan 1400 yıl önce Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) aracılığıyla insanlara bir rahmet olarak gönderilen Kur'an'da, tüm bu ilkel mantıklar ortadan kaldırılmış, tüm insanların, rengi, ırkı, dili ne olursa olsun eşit olduğu bildirilmiştir. Peygamberimiz (sav) cahiliye inancında var olan, insanları ırka ve renge göre değerlendirme anlayışının basitliği üzerinde durmuş ve Veda Hutbesinde Arap kavmine hitaben şöyle söylemiştir:

"Soylarla övünülmez. Araplar, Arap olduklarından Acemlerden; Acemler de, Acem olduklarından Araplardan üstün sayılamazlar. Çünkü Allah Katında en yüce olanınız, ona karşı gelmekten en fazla kaçınanınız (en takvalınız)dır."

Peygamberimiz (sav) bu sözleriyle insanlara bir kez daha Hucurat Suresi, 13. ayette bildirilen, insanlar arasındaki üstünlüğün sadece takvaya göre olabileceği gerçeğini hatırlatmıştır. İslam, Peygamber Efendimizin (sav) de bildirdiği gibi bu ilkel bakış açılarını tamamen ortadan kaldırmaktadır. Islam ahlakının yaşandığı bir ortamda, bir insan ne Yahudi, ne zenci, ne de Kızılderili olduğu için suçlanamaz, farklı bir muameleye maruz kalamaz, mağdur edilemez. Bu, Allah'ın takdiridir ve Allah her insanı en güzel şekliyle yaratmış, en güzel sureti vermiştir. İnsanlara düşen her zaman ve herkese karşı adil, saygılı, hoşgörülü, merhametli, barışçıl ve sevgi dolu olmaktır. Bunun yanı sıra kişinin fakir ya da zengin olması da müminin adaletle hükmetmesini engellemez, kararlarını etkilemez. Bir insanın sadece maddi güç sahibi olduğu için diğer insanlara haksızlık yapması, zulmetmesi ve bundan da hiçbir karşılık görmeden kurtulması çok büyük bir haksızlıktır.

Oysa günümüzde bazı dünya devletlerine baktığımızda, zenginleri kollayan, fakirlere ise ikinci sınıf insan muamelesi yapan bir anlayışın hakim olduğu görülmektedir. Buna göre bazı zenginler adaletten daha fazla faydalanmakta, fakirlerden üstün tutulmayı kendilerinde bir hak gibi görmektedirler. Dahası, adalet mekanizmalarını kendi menfaatleri için yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Bu anlayış dinin yaşanmadığı toplumlarda çok büyük adaletsizliklere neden olmakta, insanların bir bölümü çok büyük bir sefaletle mücadele ederken, diğerleri zenginliklerinin verdiği ayrıcalıkları kullanmaktadır.

Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen adaletin hakim olması, insanlar arasında toplumsal barışın sağlandığı bir hayatın hakim kılınması mümkündür. Bu, Kur'an ahlakının hakim kılınmasıyla ve insanların Kur'an ahlakından taviz vermemeleriyle olabilir. Çünkü Allah bir ayetinde şu şekilde emreder:

"… Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın…" (Nisa, 4/135)

Allah'ın bu emri uyarınca Allah'tan korkan mümin, karşısındaki kişi fakir de olsa zengin de olsa, her ne şart olursa olsun, mutlaka adaletle hükmeder, o kişinin maddi durumu nedeniyle farklı bir tutum içine girmez. Çünkü zenginlik ya da fakirliğin Allah'ın insanları denemek için yarattığı geçici dünya şartları olduğunu bilir. İnsan öldüğü zaman dünyadaki malının ve mülkünün hiçbir değeri kalmayacak, sadece takvasıyla karşılık bulacaktır. Allah'ın hoşnut olacağını bildirdiği tavır ise hakkaniyettir, adalettir, dürüstlük ve doğruluktur. Bu güzel ahlakın karşılığı ise sonsuz ahiret mükafatlarıdır. Allah yetimler konusunda kesin bir adaleti emretmiştir; Kur'an'da adaletin ayakta tutulması konusunda verilen örneklerden biri de yetimlerin malları konusundadır.

Ayetlerde yetimlerin mallarını, onlar bu malları kontrol edebilecek yaşa gelene kadar, en adil şekilde kullanmak emredilmiştir. En'am Suresi'nde şu şekilde buyurulur:

"Yetimin malına, o erginlik çağına erişinceye kadar -o en güzel (şeklin) dışında- yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı doğru olarak yapın…"(En'am, 6/152)

Allah başka ayetlerinde de, yetimler erginlik çağına ulaşmadan onların mallarını çarçabuk tüketmeye çalışmamayı hatırlatmakta, insanları tamamen adil bir tutumla hareket etmeye çağırmaktadır. Bu konudaki ayetlerden bazıları şöyledir:

"Yetimlere mallarını verin ve murdar olanla temiz olanı değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir suçtur." (Nisa, 4/2)

"Yetimleri, nikaha erişecekleri çağa kadar deneyin; şayet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma gördünüz mü, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık maruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şahid bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter." (Nisa, 4/6)

"Erginlik çağına erişinceye kadar, -o da en güzel bir tarz olması- dışında yetimin malına yaklaşmayın. Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur." (İsra, 17/34)

Ayetlerde bildirilen ahlakın aksi yönünde hareket ederek yetimlerin mallarını zulümle tüketenler ve adaletsizce harcayanlar sonsuz azapla uyarılmışlardır.:

"Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir." (Nisa, 4/10)

ayeti ile insanları adaletsiz davranmaktan menetmiştir. Bu örnekte de görüldüğü gibi Kur'an'da tarif edilen adalet insanın tüm hayatını kapsayan bir adalettir. İnsanın adaleti uygulama konusunda gösterdiği titizlik ise, o kişinin ebedi hayatında cennet veya cehenneme gitmesine etki etmektedir. Verilecek karar kendi yakınları ile ilgili olsa dahi, mümin adaletle hükmetmekle sorumludur.

Adaletin tarifi yapıldığı zaman belki içinizden adaletli davranmanın çok kolay olduğunu, tüm kararlarınızda her zaman adil davrandığınızı geçirmiş olabilirsiniz. Ancak vereceğiniz adil bir kararın neticesinde bir yakınınız, anneniz, babanız ya da bir akrabanız fiziki ya da manevi bir sıkıntıya girecek olsa, acaba bu kararı kolaylıkla verebilir misiniz? Sevdiğiniz, fakat doğru yoldan sapmış bir kişi hakkında karar verirken de tarafsız, dürüst ve hakkaniyetli olabilir misiniz? Bu soru karşısında birçok insan duraklar.

Gerçekten de böyle bir durumda adil olmak bazı kişilere zor gelebilir. Sevdiği bir kişiye, başka birine olduğundan daha toleranslı davranabilir, bir an olsun bazı gerçekleri görmezden gelebilir. Ancak asıl önemli olan insanın her şart ve durumda adaletten hiçbir şekilde taviz vermemesi, Allah'ın

"Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun..." (Nisa, 4/135)

ayetine titizlikle uymasıdır. İnsanlarda güven duygusu oluşturacak olan da karşılarındaki kişinin her şart altında doğrulardan yana tavır alacağını bilmektir. Sadece kan veya dostluk bağı olduğu için yakınların korunup-gözetilmesinin, adalet bekleyen kişilerde huzursuzluk oluşturacağı ve güvensiz bir ortam meydana getireceği kesindir. Özellikle de yönetici konumundaki kişilerden bu yönde bir tavır görmek, toplumda çok büyük bir tahribat meydana getirir. Ancak Kur'an'ın hükümlerine göre hareket eden bir kişi Allah'ın

"… Söylediğiniz zaman -yakınınız dahi olsa- adil olun. Allah'ın ahdine vefa gösterin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz." (Enam, 6/152)

şeklinde bildirdiği tavsiyelerine uyar. Bu tavır onun Allah'a olan güçlü imanının ve güzel ahlakının bir göstergesidir.

Kur'an'da bu konuda Hz. Musa (as)'nın hayatından bir örnek haber verilmektedir. Kasas Suresi'nde şu şekilde bildirilir:

"(Musa) Halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi, orda kavga etmekte olan iki adam buldu; bu kendi taraftarlarından, şu da düşmanlarından. Derken taraftarlarından olan, düşmanlarından olana karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine ona bir yumruk attı ve işini bitiriverdi. (Sonra da "Bu şeytanın işindendir; o, gerçekten açıkca saptırıcı bir düşmandır." dedi." (Kasas, 28/15)

Bu olayda Hz. Musa (as) kendi taraftarlarından birisinin kavgasına şahit olur. Musa Peygamber (as) yakınlarından olan bu kişinin yanında yer alır ve onunla birlikte diğer kişiye karşı çıkar. Bu tartışma esnasında karşı taraftaki kişiye yumruk atar ve onu istemeden öldürür. Ancak daha sonra çok büyük bir hata yaptığının farkına varır.
Bu, iman eden bir kişinin adalet anlayışını tarif etmesi bakımından çok önemli bir örnektir. Çünkü kimin haklı kimin haksız olduğunu araştırmadan, sadece kendi yakını, akrabası ya da dostu olduğu için bir kişiyi desteklemek Allah'ın beğenmediği bir ahlaktır. Nitekim kutlu bir peygamber olan Hz. Musa (as) da bu gerçeği hemen anlamış, yaptığı hareketi "şeytanın işi" olarak nitelendirmiştir.

Hz. Musa (as)'nın "şeytanın işi" olarak tarif ettiği "hizipçilik duygusu", tarih boyunca dökülen kanların en büyük sorumlusudur. İnsanların adalet ve hakka göre değil, her ne surette olursa olsun kendi ailesini, aşiretini, kavmini, yandaşlarını veya ırkını haklı çıkarmaya yönelik saplantıları, sayısız çatışma ve savaşın çıkış noktası olmuştur. Bu kışkırtmaya karşı müminin göstermesi gereken tavır da yine Hz. Musa (as)'nın hayatı örnek verilerek Kur'an'da bildirilmektedir. Hz. Musa (as), şeytan insana vermeye çalıştığı bu kötü duygunun bir zulüm olduğunu vicdanıyla hemen anlamış, şeytanın kışkırtmasıyla işlediği hatadan dolayı tevbe edip, Allah'a sığınmıştır.

Kıssanın devamında Hz. Musa'nın bu örnek ve vicdanlı tavrı şöyle anlatılır:

"Dedi ki: "Rabbim, gerçekten, ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla." Böylece (Allah) onu bağışladı. Şüphesiz. O, bağışlayandır, esirgeyendir. Dedi ki: "Rabbim, bana verdiğin nimetler adına, artık suçlu günahkarlara destekçi olmayacağım." (Kasas, 28/16-17)

Bir topluluğa karşı duyulan kin müminleri adaletten alıkoymaz. Bir insanın adil karar vermesini, sağduyulu düşünmesini ve akılcı davranmasını engelleyebilecek etkenlerden biri karşısındaki kişiye ya da topluluğa olan kızgınlığı, kinidir. Aslında bu, günümüz cahiliye toplumlarında oldukça yaygın bir bakış açısıdır. Bazı insanlar düşmanca duygular besledikleri kişilere karşı her türlü adaletsizliği, ahlaksızlığı kolaylıkla yapabilirler. Bu kişinin üzerine işlemediği suçları atar, masum olduğunu bilseler dahi bu kişi aleyhinde şahitlik yapabilirler. Sadece bu gibi düşmanca tutumlardan dolayı suçsuz yere birçok insan çok büyük mağduriyetler yaşayabilmektedir. Bazı kişiler doğruyu bilmelerine rağmen kendilerine düşman gördükleri kişilerin lehinde şahitlik yapmaz, ellerinde bu kişinin suçsuzluğunu kanıtlayacak delil olsa bile ortaya çıkarmazlar.

Hatta bu kişinin başına büyük bir bela gelmesi, haksızlıklarla karşılaşması ya da zulüm görmesi söz konusu kişilerde büyük bir sevinç uyandırır. En büyük tedirginlikleri ise adaletin üstün gelmesi ve bu kişinin suçsuzluğunun ortaya çıkmasıdır. İşte bu nedenle de cahiliye toplumunda insanların birbirlerine güvenmeleri çok zordur. Herkes bir an sonra karşısındaki kişiden kötülük göreceği endişesiyle yaşar. Birbirlerine karşı güvenlerini kaybetmelerinin sonucunda ise yardımlaşma, hoşgörü, şefkat, merhamet, kardeşlik gibi insani özelliklerini zamanla yitirir, birbirlerinden nefret eder hale gelirler.

Oysa iman eden bir kişinin bir topluluğa ya da kişiye karşı hissettiği duygular, onun aldığı kararlarda kesinlikle etkili olmaz. Karşısındaki kişi ne kadar kötü ahlaklı olursa olsun, ne kadar düşmanca bir tutum içinde olursa olsun, iman eden kişi bir karar vermesi gerektiğinde tüm bu duygularını bir kenara bırakıp, adaletle davranır, adaletle karar verir, adaleti tavsiye eder. O kişiye karşı hissettikleri aklının ve vicdanının önüne geçemez. Vicdanı ona her zaman Allah'ın emir ve tavsiyelerine uymayı, güzel ahlaktan asla taviz vermemeyi söylemektedir. Çünkü bu, Allah'ın iman edenlere Kur'an'da bildirdiği bir emridir.

Maide Suresi'nde şu şekilde bildirilir:

"Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır." (Maide, 5/8)

Ayette de bildirildiği gibi, adil bir tavır sergilemek takvaya en yakın olandır. İman eden bir kişi, ancak adaletle davrandığı zaman Allah Katında bir hoşnutluk kazanacağını bilir. Güzel ahlakına şahit olan her insan bu kişiye güvenir, yanında rahat eder, her türlü sorumluluğu ve görevi gönül rahatlığı ile kendisine verebilir. Böyle kişiler, düşmanları tarafından dahi saygı ile karşılanır. Hatta onların bu tavrı, inkar eden birçok insana örnek olarak iman etmelerine vesile olabilir. Nitekim bu konuda bizim için en güzel örnek Hz. Muhammed (sav)'dir. Peygamberimiz (sav)'in, hiçbir ayrım yapmadan, hoşgörü ve merhameti herkese göstermiş olması, o dönemde yaşayan Hristiyan, Yahudi, dinsiz, müşrik her kesimden insanın kalbinin İslam'a ısınmasına vesile olmuştur.

Günümüzde yaşayan müminler için de kuşkusuz en güzel örnek Peygamber Efendimizin (sav) Kur'an'da da bildirilen uygulamalarıdır. Günümüzde de aynı Asr-ı Saadet döneminde olduğu gibi, Hristiyan, Yahudi, Budist, Hindu, ateist, dinsiz, müşrik, putperest gibi çok farklı inançlara sahip insan toplulukları birarada yaşamaktadır. Bir Müslüman karşısındaki insanın inancı ne olursa olsun hoşgörülü olmakla, affetmekle, adil ve insancıl davranmakla yükümlüdür. Çünkü her insanın ileride iman etme, Müslüman olma, Allah'a teslim olma ihtimali vardır. İman eden bir kişinin bu gerçeği aklından hiç çıkarmaması gerekir.

İman edenlere yükletilen sorumluluk Allah'ın dinine güzellikle, barışla ve hoşgörüyle davet etmektir. Bu doğruları uygulayıp uygulamama, iman edip etmeme kararı karşı tarafa aittir. Bir kişiyi iman etmeye zorlamak, bazı şeyleri zorla kabul ettirmeye çalışmak Kur'an ahlakına aykırı bir tavırdır. Allah bunu Kur'an'da şöyle bildirmiştir:

"Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir." (Bakara, 2/256)

75 Az miktar bir para çalan kişi ile yüksek miktarda para çalan kişi şeriatte aynı cezayı mı alır?

Şeriat, hırsızlık cezası için asgari bir mal şartı koymuş (iki koyun bedeli kadar).

Bu miktar ve daha fazlasını zaruret bulunmadan çalan cezalanır.

Hırsızlık cezasının şartları hakkında detaylı bilgi için tıklayınız:

HIRSIZLIK

76 Recm / recim cezasında, şahitlerin ilk taşları atma zorunluluğu mantıksız değil midir?

Hanefi  mezhebine göre, recim cezasında ilk taşlamanın şahitlerden başlaması -istihsanen- vaciptir. Çünkü Hz. Ali böyle bir uygulama yapmıştır ve oradaki sahabiler de sükutla da olsa bunu onaylamışlardır. (bk. el-Cezeri, el-Fıkhu Ala’l-Meahibi’l-Arbaa, 5/70;  V. Zuhayli, el-Fıkhu’l-İslami, 6/57-58)

- Eğer şahitlerden biri taşlamadan vaz geçerse, İmam Azam ve İmam Muhammed’e göre bu ceza verilmez. Bir rivayete göre bu Ebu Yusuf da aynı görüştedir. (bk. el-Cezeri, Zuhayli, a.y.)

- Maliki mezhebinin -şahitlerin ilk taşa atmaları hakkındaki- görüşü ihtilaflıdır. Bazılarına göre onlar da Hanefiler gibi düşünürler. (Zuhayli, a.y.)

Bununla beraber, Malikilerin/özellikle İmam Malik’in bu konuda kendilerince herhangi bir delil olmadığı için net bir görüş ortaya koyamamıştır. (bk. Zuhayli, a.y.)

- Şafii ve Hanbeli mezhebine göre ise, şahitlerin taşlamayı başlatmaları vacip değil sünnettir. Daha kuvvetli olan rivayete göre İmam Ebu Yusuf da bu görüştedir. (bk. Cezeri, a.y; Zuhali, a.y.)

- Burada ister vacip ister sünnet kabilinden olsun, şahitlerin herkesten önce taşlamaya başlamalarının ön görülmesi, İslam’da çok benimsenen “cezayı kaldırma” fırsatını yakalamaya yöneliktir. (Cezeri, a.y; Zuhali, a.y.)

Nitekim hadiste de “Hadleri/cezaları şüphelerle defedip engelleyin.” buyurulmuştur.

- İmam Ebu Yusuf’a göre, şahitler zinanın vukuuna şahadet ettikten sonra, ilk defa taş atmaktan imtina eder veya recim mahalline gelmezlerse, İmam yine de ilgilileri recmeder. Çünkü  suç şahitlerin şahadetiyle sabit olmuştur; artık haddi ikame etmek gereklidir. (bk. el-Cezeri, a.y.)

- Hanefi mezhebi kaynaklarında farklı görüşler vardır:

Bazılarına göre, şahitlerden bazıları ilk defa taş atmaktan imtina eder veya ölürlerse yahut da orada hazır bulunmazlarsa, recim cezası düşer, uygulanmaz. (bk. İbn Abidin, er-Reddü'l-muhtar, 4/11)

Diğer bir görüşe göre ise, recim esnasında ilk defa şahitlerin taş atmaları -istihsanen- şart olmakla beraber, haddin tatbiki, esnasında şahitler ilk defa taş atmaktan imtina etseler veya orada bulunmasalar bile yine bu recim haddi tatbik edilir. (bk.el-Bahru’r-Raik, 5/57; İbn Abidin, 4/90 )

- Özetle, Hanefi mezhebine bağlı alimlerin farklı içtihatları vardır ve kaynaklarda farklı bilgiler verilmiştir.

Kâsani’nin verdiği bilgiye göre, şahitlerle sabit olan ve recmi gerektiren bir zina suçunun haddini tatbik esnasında ilk defa şahitlerin taş atmaları gerekir. Şahitler ilk defa taş atmaktan imtina da ederlerse yahut hepsi veya bir kısmı ölür ya da kaybolurlarsa recim haddi tatbik edilmez. Bu görüş İmam-ı azam, Muhammed ve bir rivayette de Ebu Yusuf’a aittir.

Diğer bir rivayete göre, İmam Ebu Yusuf bu konuda İmam Şafii gibi düşünmüş ve şahitler ilk defa taş atmazlar veya orada bulunmazlarsa bile, yine de had cezası tatbik edileceğini söylemiştir. Kâsani, Ebu Yusuf ve İmam Şafii’nin görüşünün kıyasa daha uygun ve daha isabetli olduğunu bildirmiştir. (bk. Bedaiu’s-Sanayi, 7/58; el-Mebsut, 9/51)

- Açık bir ifadeye rastlamamakla beraber, anladığımız şudur ki: Eğer erkeğe şahitlik edip de sonra kadına (veya tersine önce kadına şahitlik edip de sonra erkeğe) şahitlik etmezse, ilk defa recmedilen zaten edilmiş ve iş bitmiştir. Artık ikincisi buna bağlı olarak recmedilmez.

Bu husus, bir hukuk skandalı olarak görülmemelidir. Bilakis, “Şüphelerle hadleri defedin.” hadisin emriyle en az bir kişinin cezası kaldırılmıştır. Önceki kişi hukuk şartlarına uygun recmedildiği gibi, ikincisi de hukuk şartlarına uygun cezadan kurtulmuştur.

“Erkek recmedilmezse kadın da serbest bırakılır." hükmü bizce de doğru bir tespittir. Çünkü, erkek recmedilmemişse, (şahitlerin ilk defa taş atmaktan imtina etmek gibi) cezanın tatbiki için şartlar oluşmamış demektir. Bu şartlar erkek ve kadın gibi iki unsurdan ziyade “zina fiili” gibi aynı suça bakar. Suçun birliği cezanın birliğini gerektirdiği gibi, birinin hukuk açısından cezadan kurtulması, aynı suça iştirak eden diğer ortağının da kurtulması adaletin gereğidir.

- Bununla beraber, sonuç olarak diyebiliriz ki, Kâsani’nin de ifade ettiği gibi, bu konuda en doğru görüş, İmam Şafii, İmam Ahmed ve İmam Ebu Yusuf’un görüşüdür. Şahitlerin ilk defa taş atmaları gerekmez.

- Evet, alimlerin büyük çoğunluğunu teşkil eden (Hanefilerin dışındaki) üç mezhebe göre şahitlerin recmin tatbik edildiği yerde hazır bulunmaları şart değil, müstehaptır. Malikilere göre müstehap bile değildir. (bk. el-Mevsuatu’l-Fıkhiyetu’l-Kuveytiye, 4/147)

Öyleyse bugün, İslam hukuku söz konusu olduğunda cumhurun görüşü esas alınabilir.

77 Adaletten vazgeçen ibadetten de vazgeçmiştir, anlamında bir hadis var mıdır?

Hadis olarak böyle bir bilgiye rastlayamadık.

Ancak bu sözün manası doğrudur. Çünkü adaletle muamele etmek de bir vecibedir, bir ibadettir, bir kulluk görevidir.  

O halde adaleti terk eden kişi, o konuyla ilgili ibadeti, ubudiyeti, kulluğu terk etmiş demektir.

78 Allah'ın evreni yaratma sebebi olan insan, evrende neden bu kadar az yer kaplıyor?

- İnsanın az yer kaplaması, maddi açıdandır, yoksa manevi olarak kainatı içine alan çok nadide bir sanat eseridir. Bir çekirdeğin, bütün ağacı ve özelliklerini içine alması ve küçük bir ağaç olması gibi, insan da kainat ağacını ve kainatın bütün özelliklerini içine alan küçük bir kanattır.

- Bir insanı bütün olarak değerlendirdiğimizde, onun kalbi ona denktir denilebilir. Bunun gibi, büyük bir insan hükmünde olan kainata, o kainatın kalbi hükmünde olan insan da kainata denktir denilebilir.

- Ayrıca çok değerli ve çok kıymetli şeyler az olur. Madenler içinde altın, taşlar içinde elmas azdır. İşte, Allah'ın bu adeti, kainat içindeki insanlar için de geçerlidir.

- Diğer taraftan, insanın evrenin en mükerrem varlığı olması, demek değildir ki, evren yalnız insan için yaratılmıştır. Çünkü, insanı pek az ilgilendiren milyarlarca gezegen vardır. Allah’ın evreni yaratmasının önemli bir maksadı, kendi isim ve sıfatlarının tecellilerini görmek, sonsuz ilim, kudret ve hikmetinin maharetlerini ortaya koyan tezahürlerini göstermektir.

- Bununla beraber, Allah insanoğlu için yeryüzünü bir yaşama mekanı olarak seçmiştir. İnsan evrenin en mükerrem varlığıdır. Bu açıdan insan evrenin bir nevi sebebi gibidir. Çünkü bir ağaçtan maksat meyvedir. Evren ağacının meyvesi de insandır.

Yeryüzü, göklere nispeten küçük bir mekân olmakla beraber, bütün göklere karşı muvazeneye gelmektedir. Nitekim, Kur’an’da sürekli olarak “göklerin ve yerin Rabbi” gibi ve benzeri ifadelerde daima yeryüzü tartının bir kefesine, gökler ise diğer kefesine konulmuştur.

- Kur’an’da ifade edildiği üzere, insanoğlunun topraktan yaratılması, öldükten sonra yine toprağa konulması, daha sonra tekrar topraktan çıkarılması, onun topraktan bir mekân olan yerküresinde yaşamasıyla örtüşmektedir.

- Allah, evrenin bir fihristi, bir küçük örneği olan insanoğlunu, kâinatın bir fihristi ve küçük bir örneği olan yerküresinde ikamet ettirmesi, ontolojik belagat üslubu içinde son derece hikmetli düşmüştür.

Allah’ın, kainatı küçük mikyasta içine alan yerküresini maddi-manevi bakımdan bütün varlıkları küçük mikyasta içine alan insanoğluna ikametgâh yapması Onun kusursuz, israfsız iktisat prensibi yansıtması bakımında da çok manidardır.

- Burada sorunun cevabını özetleyen enfes bir açıklamayı vermek uygun olur diye düşünüyoruz:

"Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir.

Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz’üdür.

İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami’, en bedi’, en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten;

- bütün kâinatın kalbi, merkezi,
- bütün mucizât-ı san’atın meşheri, sergisi
- ve bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi
- ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve mâkesi
- ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medarı ve çarşısı
- ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı
- ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işleyen destgâhı
- ve menâzır-ı sermediyenin sür’atle değişen taklitgâhı
- ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.

İşte, arzın (yer küresinin) bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor; mükerreren رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ (göklerin ve yerin Rabbi) der.” (Nursi, Sözler, s. 177)

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Madem uçsuz bucaksız kainattaki en önemli meyve ve gaye insandır ve onun imtihan edilmesidir, neden o zaman bu en önemli han ve meşher için kainatta kum tanesi kadar küçük ve önemsiz bir yer ayrıldı?

79 Bekar bir kadının hamile kalması, zina ettiği anlamına mı gelir?

Zina suçunun ikrar ve şahitlik dışında bir yolla ispatı ihtilâfa yol açmıştır.

İkrar: Kişinin zina ettiğini kendisinin söylemesidir. Kişinin gönüllü ikrarının zina suçu için bir ispat vasıtası olduğu müctehidler tarafından ittifakla kabul edilmiştir.

Şahitlik: Dört erkeğin, zina suçu işlenirken bizzat gördüklerini söylemeleridir.

Bu ikrar ve şahitlik dışında, zina suçunun varlığı için hâkimin kişisel bilgisi gibi yolların asla ispat vasıtası olamayacağı ittifakla benimsenirken, evli olmayan kadının hamileliğinin ortaya çıkışı Mâlikîler tarafından zina suçunun ispatı olarak değerlendirilmiştir.

Hamileliğin tecavüz, şüpheye dayanan bir birleşme veya birleşme yaşanmadan bulaşma gibi sebepler sonucunda da oluşabildiği düşünüldüğünde, zina davasında karînelerle ispatın isabetli bir yol olamayacağı ortaya çıkmaktadır. Zira had suçlarında kesinlik aranmakta ve herhangi bir şüphe halinde cezanın düşmesine hükmedilmektedir.

İslâm hukukunun bu hassasiyeti ve her fiili mutlaka cezalandırma isteklisi olmadığı dikkate alındığında ikrar ve şahitlik dışında kalan, sesli ve görüntülü araçlar dahil diğer ispat yollarının babalık vb. davaların aksine zina davasında dikkate alınmamasının isabetli olacağı söylenebilir.

Bu özet bilgiden sonra sorularınıza gelince:

Cevap 1:

Maliki mezhebine göre, kocası olmayan bir kadında ortaya çıkan “hamilelik”, zinanın bir delildir. (bk. İbn Cüzey el-Kelbi, el-kavaninu’l-Fıkhıye, 1/233-234)

- Kaynakların verdiği bilgiye göre, sahabe hamile olmayı zinanın alameti/delili olarak kabul etmişlerdir. Maliki mezhebi alimleri de bu görüşü benimsemişlerdir. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 12/154; V. Zuhali, el-Fıkhu’l-İslami, 6/47)

- İbn Abbas’tan gelen rivayete göre, Hz. Ömer’in (recm cezasıyla ilgili daha sonra neshedilen bir ayetten söz ederken) söylediği şu

“Şüphesiz recim cezası evli bir adamın yaptığı zina haddidir. Bu da (dört) şahitlerin şahitlik etmeleri veya ortada bir hamilelik durumu veya itiraf söz konusu ise, gerçekleşir.” (Ebu İshak eş-Şirazi, el-Muhezzeb, 3/334)

manasına gelen sözleri sahabenin “hamileliği” zinanın delili olarak kabul ettiklerini göstermektedir.

- Bu hadis rivayeti için bk. Buhari, Hudud,31; Müslim, Hudud,15 (1691), Muvatta, Hudud, 8, 10.

Cevap 2:

Bildiğimiz kadarıyla ne Asr-ı saadette ne de daha sonraki asırlarda “şahitlik” yoluyla bir zina suçu sabit olmamıştır. Nitekim İbn Teymiye de “Asr-ı saadetten kendi zamanına kadar şahilik yoluyla bir zanin suçunun tespit edilemediğini” bildirmiştir. (bk. Şeyh İbn Useymin, el-Mumetta’, 6/157).

İbn Teymiye miladi 1328’de öldüğüne göre, yaklaşık yedi asırlık İslam tarihinde “şahitlik yoluyla zinanın tespiti” gibi bir olay tahakkuk etmemiştir.

- Ondan sonra da şimdiye kadar böyle “dört şahitle zinanın tespiti” gibi bir olayın tahakkuk ettiğine dair bir bilgiye sahip değiliz. Eğer olmuşsa da bir ikiyi geçmez. Bunun zaten çok zor olduğu bir gerçektir.

- Bediüzzaman Hazretlerinin konuyla ilgili şu sözleri de “şahitlik olayı”nın nerdeyse imkânsız görüldüğünü göstermektedir:

“Gıybetin en fena ve en şenii ve en zalimane kısmı, kazf-ı muhsanat nev'idir. Yani gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zina isnad etmesi; en şeni' bir günah-ı kebair ve en zalimane bir cinayettir... (Bunun içindir ki Kur’an) şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen merdud-uş şehadettir. Ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir. Kur'an-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektir.” (bk. Barla Lahikası, s. 267-268)

Cevap 3:

Cumhurun hamileliği zinanın sübutu için delil kabul etmemelerinin gerekçesini şöyle sıralamak mümkündür:

a) Cumhura göre, Hz. Ömer “Hamilelik recmin sebebdir.” derken, maksadı: “söz konusu hamilelik şayet kesin bir şekilde zinadan olduğu” tespit edilmişse, bir delil olur demektir. (bk. İbn Hacer, 6/155)

b) “Had cezalarını, şüphe ile/elinizden geldiği kadar uygulamayın.” (Tirmizi,Hudud, 2; İbn Mace,Hudud,5; İbn Hcaer, a.g.y) manasındaki hadise göre, hadleri en ufak bir şüpheyle de olsa uygulamamak gerekir. Hamilelik gibi zorla olması mümkün olan bir olguyu kesin bir delil olarak kabul etmek isabetli, değildir.

c) Nitekim, İbn Ebi Şeybe ve Beyhaki’nin rivayetine göre, Hz. Ömer’e kocası olmadığı halde hamile olan bir kadın getirildi. Hz. Ömer durumunu sordu. Kadın özetle şöyle cevap verdi: “Ben kafası (uykusu) ağır olan bir kadınım. Bir gün uykuda iken bir adam gelip üstüme çıkmış ve ben uyandığımda iş içten geçmişti.” Bunun üzerine Hz. Ömer ona cezayı uygulamaktan vazgeçti.” (İbn Ebi Şeybe, Musannaf, 5/512; Beyhaki, es-Sünenu’l-Kübra, 8/410)

d) Rivayete göre, Hz. Ali’ye, kocası kaybolan/uzun zamandır orada olmayan bir kadın getirildi ve zina suçunu işlediğini itiraf etti.

Ancak Hz. Ali: “Herhalde uykudayken böyle bir şey başına geldi.” dedi. Kadın: “Hayır.” dedi.

Bunun üzerine, Hz. Ali: “Herhalde istemeden adam seni buna zorladı!..” dedi. Kadın, buna da “Hayır.” cevabını verdi. (Beyhaki, es-Sünenu’l-Kübra, 8/384)

Hz. Ali “Belki de kocan (gizlice) geldi ve seninle beraber oldu.” dedi. Kadın buna da “Hayır.” cevabını verdi. (İbn Hanbel, 2/386)

Hz. Ali’nin bu tavrı, hamileliğin kesin zinadan olduğu tespit edilmeden bir delil olamayacağını göstermektedir.

e) Bu hadis rivayetlerini esas alan üç mezhepten Hanefilere göre, zorlama, yanlışlık gibi ihtimaller olduğu sürece -kocası olmayan bir kadının- hamilelik durumu zinanın delili olamaz.

- Şafiilere göre, Kur’an ve sünnette zina suçunun sabit olması için, şahit ve itiraf esas alınmıştır. Bu sebeple, bu iki delilin dışında herhangi bir delil zina suçunu ispat etmez. (bk. el-Cezeri, el-Fıkhu Aala’l-Mezahibi’i-Arbaa, 5/83-86)

80 Hamile kadın zina itirafından ve ikrarından dönebilir mi?

a. Öncelikle ifade edelim ki, zina gibi dinen had cezasını gerektiren bir suç işlediğini ikrar eden kişi, bütün mezheplerde bu suçu mahkemeye intikal etmediği sürece bu ikrarından dönebilir.

Ayrıca mahkemeye intikal etmediği sürece de Müslümanların bunu örtmeleri uygun olur. Zira Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"Hadleri aranızda bağışlayınız. Bana  (mahkemeye) ulaşan haddin uygulanması ise vacip olmuştur." (Ebu Davud, Hadler, 4376)

Görüldüğü gibi hadis-i şerif, daha hakime ulaşmadan önce haddi gerektiren suçları bağışlamayı teşvik etmektedir. "Suçu bağışlamak"tan maksat gizlemek, hakime intikal ettirmemektir.

Ayrıca hadisteki "affediniz" emri vücub için değil, istihbab içindir. Yani suç işleyenin durumunu gizlemek, hakime götürmemek vacip değil müstehaptır.

Ancak hadiste de belirtildiği gibi, haddi gerektiren bir suç hakime intikal etmiş ve ceza kesinleşmiş ise, artık haddi uygulamak vacip olur; af söz konusu olamaz.

b. Aynı şekilde zina, hırsızlık gibi dinen had cezasını gerektiren bir suç mahkemeye intikal etmiş ise, hakimin suçu işleyen kişiye bu ikrarından dönmesi için telkinde bulunması da meşrudur.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm)'e çaldığını kesin bir dille itiraf eden bir hırsız getirildi, ancak çaldığı mal yanında bulunmuyordu. Efendimiz (asm) "Senin bir şey çaldığını zannetmiyorum." buyurdu.

Adam: "Evet çaldım." dedi ve bu sözü iki veya üç defa tekrarladı.

Bunun üzerine Rasulullah (asm) emretti, adamın eli kesildi.

Adam tekrar Rasulullah'ın huzuruna getirildi. Rasulullah: "Allah'tan bağış dile ve ona tövbe et." buyurdu.

Adam: "Estağfirullahe ve etubu ileyh./ Allah'tan bağış diler ve ona tövbe ederim." dedi.

Bunun üzerine Rasulullah (asm) de üç kere "Allah'ım! Onun tövbesini kabul et." dedi. (Ebu Davud, Hadler, 4376)

Açıkça görüldüğü gibi hadis-i şerif, haddi gerektiren bir suç işlediğini ikrar eden kişiye, ikrarından dönmesi için telkinde bulunmanın meşruiyetine işaret etmektedir. Zira Efendimiz (asm)'in kendisine getirilip de bir şey çaldığını söyleyen bu kişiye "Senin bir şey çaldığını zannetmiyorum." buyurması buna delildir.

Hırsıza ikrarından dönmesi için telkinde bulunmanın meşruiyeti, Hz. Ömer, Ebu Hureyre, Ebu Derda gibi sahabelerden rivayet edilmiştir. İshak ve Ahmed b. Hanbel de telkinde bulunmakta bir sakınca görmezlerdi. Şevkani de bu hadisin haddi düşürmeye sebep olacak bir şeyi telkin etmenin müstehap oluşuna delil olduğunu söyler.

Konuyla ilgili diğer bir örnek de şudur:

Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber Efendimize gelerek "Beni temizle." dedi. Peygamberimiz, "Yazık sana, çık git, Allah`a tövbe ve istiğfar et." buyurdu.

Mâiz, pek uzaklaşmadan geri döndü ve "Ey Allah`ın Resulu! Beni temizle." dedi. Hz. Peygamber aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi.

Dördüncü ikrarında "Seni hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan!.." dedi.

Hz. Peygamber "Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu.

Böyle bir rahatsızlığı olmadığını söylediler.

"Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam kalkıp içki kontrolü yaptı. Onda şarap kokusu tesbit edemedi.

Hz. Peygamber (asm) tekrar "Sen zina ettin mi?" diye sordu. Mâiz "Evet!.." cevabını verdi.

Artık emir buyurdular ve Mâiz recmedildi.

Recimden sonra onun hakkında bazıları Mâiz`in helâk olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü.

Daha sonra yanlarına gelen Resulullah (asm) "Mâiz b. Mâlik için dua edin." buyurdu. "Allah Mâiz'e mağfiret eylesin." dediler.

Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi." (Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu`r-Râye, III, 314 vd.)

Zina suçunun isbatı için, zina ikrarında bulunanın akıllı, ergin olması ve zorlama altında bulunmaması gerekir. Ayrıca ikrarın dört defa yapılması gereklidır. Çünkü hadiste geçen Mâiz b. Mâlik`e Allah elçisi dört defa ikrar esasını uygulamıştır. Hanefi ve Hanbelîlerin görüşü budur.

Şâfiî ve Mâlikilere göre ise, tek ikrar yeterlidir. Bunlar da işçinin kendi patronunun eşiyle zina etmesi olayına dayanırlar. Çünkü orada dört ikrardan söz edilmemiştir. (Buhârî, Âhad,I, Şurüt, 9; Müslim, Hudûd, 25; el-Bâcî, el-Müntekâ, VII,135; Ibn Kudâme, el-Muğni, VIII, 191 vd.)

c. Kişi, ceza uygulanmadan önce veya ceza uygulanırken ikrarından dönerse, sözü kabul edilir ve ceza tatbik edilmeyerek salıverilir. Bu konuda dört mezhep de aynı görüştedir. (Kasani, Bedai', 7/61; Nevevi, Mecmu, 4/150; Hureşi, Şerhu Muhtesarı Halil, 8/81)

Ancak İmam Ahmed'in bir görüşüne göre, zina ettiğini ikrar eden kişinin, ikrarından dönmesi kabul edilmez; aksine bu ikrarına binaen ceza infaz edilir. (Detaylı bilgi için bk. İbn Kudame, Muğni, 9/119; el-Furuu' libni Muflih, 6/160)