Dünyadaki zulümlere karşı Müslümanların tavırları nasıl olmalı?

Dünyadaki zulümlere karşı Müslümanların tavırları nasıl olmalı?
Tarih: 14.07.2017 - 00:28 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Müslüman ülkelerinde yapılan o kadar ağır zulümlerin, tecavüzlerin karşısında cemaatlerin ve tarikatların tavırları nasıl olmalıdır?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

- Bu konuda kimler ne demiş, şeklinde detaylara girmek şu anda bizim için mümkün görünmemektedir. Bu sebeple, Kur’an ve sünnet çizgisinde -bilebildiğimiz kadarıyla- bir değerlendirmede bulunacağız. Bu değerlendirme mümkün olduğunca açık, delilli ve özet halde bazı maddeler şeklinde olur:

Bu sıkıntıların sebebi ve çıkış yolu:

I. Bu Sıkıntıların Sebebi:

Evet, bugün İslam aleminin karşılaştığı sıkıntıların haddi hesabı yoktur. Dökülen masum kanlar, ayaklar altında çiğnenen namuslar, tahrip edilen diyarlar, talan edilen mallar, evlerini terk etmek zorunda kalanlar, mülteci ve dilenci durumuna düşenlerin hepsi, İslam âlemine ve Müslümanlara aittir.

İslam ümmetine karşı, dininden gelen samimi bir hamiyet, imanından gelen sağlam bir haşmet, iman kardeşliğinden kaynaklanan bir şefkat taşıyan her müminin kalbi, her zamanınkinden daha yaralıdır.

- Bu, ciğerleri dağlayan musibet ve felaketlerden bir çıkış yolu yok mu?

Elbette vardır. Her hastalığın bir ilacı, her derdin bir devası olduğu gibi, Müslümanların başına gelen bu dertlerin de elbette bir dermanı vardır. Yeter ki, bu felaketlerin gerçek sebeplerini doğru olarak teşhis edip ona göre doğru tedavi uygulayalım.

Önce şunu kesin olarak biliyoruz ve bilmeliyiz ki, biz müminler için doğru teşhis de doğru tedavi de ancak Kitap ve sünnetin rehberliğinde mümkündür.

Tarih bize gösteriyor ki, Müslümanlar Kitap ve sünnete bağlı kaldıkları, dinlerine sımsıkı sarıldıkları sürece maddi-manevi terakki etmiş, adaletle bezenmiş hâkimiyetiyle insanlık camiasına huzur ve barış getirmişler. Dinden uzaklaştıkları nispette de izzet mertebelerinden zillet derekelerine düşmüşler.

O halde mevcut sıkıntıların sebeplerini de çıkış yollarını da bu iki kutsi kaynaklardan öğreneceğiz.

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız sürece asla delalete düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve  benim sünnetim. Bu ikisi (kıyamette) bulunduğum havuza varıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar.” (Hâkim,1/172)

manasındaki bu sahih hadiste işaret edildiği üzere, bu iki kaynaktan yüz çevirmemiz, yanlış yollara düşmemize sebep olmuştur.

- İşte başımıza gelen “Bu derdin sebebi nedir; bunun tedavisi nasıl olur?” diye bu kutsi kaynaklara soruyoruz. Onların verdikleri cevaplar şu merkezdedir:

1)  “Hepiniz toptan, Allah'ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp parçalanmayın.” (Al-i İmran, 3/103) mealindeki ilahi emri dinlemediniz.

Allah’ın ipi olan Kur'an’ı ve onun hakiki tefsiri olan sünnetin çizgisini bıraktınız; nefislerinizin arzu ve isteklerinin peşine takıldınız, garazkârlık damarınızla İslam kardeşliği düşüncesini havaya savurdunuz; ideolojik heva ve hevesinize uygun gördüğünüz el-hannas gibi bazı insan kılıklı şeytanları melek deyip himayesine sığındınız; buna mukabil bu ideolojik heveslerinize uygun görmediğiniz melek gibi mümin kardeşlerinizi şeytanlaştırmaya çalıştınız. Allah’ın vahiy ipini bırakınca, ipi kopmuş tesbih taneleri gibi sağa-sola savuruldunuz. Böylece sefil ve rezil bir duruma düştünüz.

2) “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır; onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin, kendi yolundan sapanları da en iyi bilendir; doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl, 16/125) mealindeki ilahi emirler ortada iken, siz onları dinlemediniz; insanları güya hidayet yoluna davet ediyordunuz; bizzat kendiniz hidayet yolundan saptınız.

Hikmet ölçülerini bırakınca, şunun, bunun telkinleriyle akıl ve mantıktan uzak işlere bulaştınız; dengesiz hareket edip uluslararası camiada sağı-solu belli olmayan değersiz bir millet olarak damgalandınız. Yalnız Allah’ın elinde olan hidayet ve dalaleti kendi elinize almaya yeltendiniz.

İslam’ın güzelliklerini tebliğ etmek yerine, kendi kaprislerinizi insanlara zorla dayatmaya kalkıştınız. İslam’a muarız olanlarla en güzel şekilde; İslam’ın güzel, şefkatli, merhamet dolu yüzünü göstermek yerine, bir Müslüman olarak herkese asık suratınızı göstermekle, İslam’ın o güzel imajını ortadan kaldırdınız.

İslam dinine -bilmeyerek de olsa- yaptığınız bu hıyanetin cezasının bir kısmını bu dünyada çekmek üzere bu sefalete mahkum oldunuz.

3) “Siz insanlar(ın iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği teşvik eder, kötülükten sakındırır, Allah'a hakkıyla iman edersiniz. Eğer Kitap Ehli de iman etseydi, onlar için hayırlı olurdu. Gerçi onlardan mü'minler de vardır; fakat çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Al-i İmran, 3/110) mealindeki ilahi fermanı dinlemediniz.

İnsanlık camiasının hayrına olan maddi manevi işler yapmakla görevli olduğunuz halde, kötü işler yapmayı görev edindiniz; bu hayırlı ümmetin şerefini kırdınız, geçmişini lekelendirdiniz.

Tarih boyunca prensip olarak Allah’ın rızasını esas almış, adaleti, muhabbeti, sadakatı, feragati, dürüstlüğü -düşmanların da tasdikiyle- şiar edinmiş bir ümmetin çocukları olarak, bu güzel hasletlerin tam tersini yaptınız ve bu günkü tersliklerle yüz yüze geldiniz.

4) Bilindiği gibi, Kureyş suresinde belirtildiği üzere, şirk ortamında, müşriklerin yaşadığı bir yerde, 360 putun ilah edinildiği Kabe’nin bulunduğu Mekke’de -o İlahi Mâbed hatırına- tahakkuk etmiş “emniyet ve güven ortamının” önemine, onun da Allah’ın büyük bir nimeti olduğuna vurgu yapılmıştır.

Bu surede ve daha birçok ayette emniyet ve asayişin  önemine, müspet hareketin lüzumuna vurgu yapıldığı halde, güven ve emniyetin aleyhine geçtiniz. O emniyetli, güvenli, adaletli, hakkın hatırını âli tutmuş ve mazlumların sığınağı olmuş Müslüman ecdadınızın tam tersine emniyetsiz, güvensiz, adaletsiz, hakkın hatırını bir kenara bırakan, asayişi ihlal eden ihtilalci olanların hizmetine girdiniz.

Mesleği tamir olan bir dinin mensubu olarak, tahribatçılarla omuz omuza verdiniz. Ve bunun bir sonucu olarak da büyük tahribata, hasarete uğradınız ve perişan oldunuz.

5) “Ey iman edenler! Allah’a da itaat edin, peygambere da itaat edin ve sizden olan idarecilere de (itaat edin!) Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve âhiret gününe (gerçekten) inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resûl’üne götürün. Bu daha hayırlıdır ve sonuç bakımından da daha güzeldir. (Nisa, 4/59) mealindeki ayette, müminlerin bütün işlerini Kur’an ve sünnete göre yapmaları, ihtilaf ettikleri konuları da bu iki kutsi kaynağa müracaat ederek çözmeleri tavsiye edilmiştir.

Bu ayetin emrine uymayan Müslümanların bugünkü perişan hallerinin asıl nedeni üzerinde ciddi düşünmenin zamanı çoktan gelmiştir.

6) Yine sahih bir hadis rivayetine göre, “Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

“İleride (öyle bir zaman gelecek ki) diğer milletler -yiyicilerin yemek tabağına üşüştükleri gibi- sizin başınıza üşüşürler.”  

“O gün sayıca az mı olacağız?” şeklinde bir soru sorulunca da

“Hayır, bilakis o zaman sayıca çoksunuz, fakat selin önünde sürüklenen çar çöp gibisiniz. Ve Allah düşmanlarınızın kalbinden mehabetinizi çıkarıp atar; sizin kalplerinize de VEHEN/dünya sevgisi ile ölüm kaygısını koyar.” buyurdu.” (Ebu Davud, h no: 4297)

Bu hadisten de anlaşılıyor ki, özellikle son iki asırdır, Müslümanlar kitap ve sünnetin çizgisinden uzaklaştıkları için, ahiret hayatından ziyade dünya hayatını sevmeye başladılar. Dünyanın sevgisi kalplerine girince de onları âşık oldukları sevgili dünyadan ayıracak olan ölümden nefret etmeye, aşırı korkmaya, kaygılanmaya başladılar.

Bu korku ve kaygıları sebebiyle imanın haşmetini, İslam’ın izzetini göstermedikleri için insanlık camiasında -sayı bakımından çok olmalarına rağmen- değersiz hale geldiler. Ve bu durumu fırsat bilen düşmanları onları çar çöp gibi önlerine katıp istedikleri yerlere sürüklediler.

Bugünkü sefaletimiz bu hadisin bir mucize olduğunu tasdik ettiği gibi, eski izzetimize kavuşmak için de yeninde samimi müminler haline gelmemizin şart olduğunu ders vermektedir.

II. Bu Sıkıntılardan Çıkış Yolu:

İslam ümmetinin içinde bulunduğu sıkıntıların çıkış yolunu bulmak için yine o kutsi iki kaynağımıza müracaat edeceğiz.

a) Takva sahiplerine Allah özel lütuflarda bulunur

“Ey iman edenler! Eğer Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız O, size iyi ile kötüyü ayıracak bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.” (Enfal, 8/29)

Bu ayette dikkat çeken noktalar şunlardır:

Takva: Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek, Allah’a karşı gelmekten sakınmaktır.

Furkan: Mealde “anlayış” olarak tercüme edilen bu kelime, doğru ile yanlışı fark edecek, hak ile batılı birbirinden ayırdedecek bir feraset ve basiret anlamına gelir.

Örtmek: Bu dünyada (Razi tefsiri) kusurları, kabahatleri gizlemek, üstüne perde çekmek manasına gelir.

Bağışlamak: Ahirette (Razi tefsiri) söz konusu suçları, kusurları affetmek, onları yok saymak manasına gelir.

Buna göre, Müslümanların doğru yolu bulmalarını sağlayan feraset ve basiret sahibi olmaları; bu dünyada işledikleri eski kusurlarının örtülmesi, özellikle düşmanlarına karşı onları küçük düşüren yanlış davranışlarının gizlenmesi, belki de düşmanların zihninden de silinmesi; ahirette ise onların bağışlanıp cennete konulmasının bir tek şartı vardır: Kitap ve sünnette tespit edilen takva sahibi olmak/Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek...

Ayetin son cümlesinde Allah’ın büyük lütuf sahibi olduğu vurgulanmak suretiyle az bir samimiyetin çok büyük mükâfatlarının olduğuna işaret edilmiştir.

b) Takva sahiplerine üç mükâfat vardır

“Kim Allah’tan korkar, O’na karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir.  Kim Allah’tan korkar, O’na karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir. İşte bu, Allah’ın size indirdiği buyruğudur. Kim Allah’tan korkar, O’na karşı gelmekten sakınırsa, Allah, onun kötülüklerini örter ve onun mükâfatını -kat be kat- büyütür.” (Talak, 65/2, 4, 5) mealindeki ayetlerde peş peşe “Allah’tan korkmanın karşılığına” vurgu yapılması büyük önem taşımaktadır.

Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmenin karşılığı olarak gösterilen hususların her biri hayati önemi haizidir.

Evet, surenin 2. ayetinde  Allah, O’na karşı gelmekten sakınanlara, “içinde bulundukları sıkıntılı işlerinde bir çıkış yolu” vadediyor. Surenin 4. ayetinde ise, onlara o sıkıntılı “işlerinde kolaylık” vadediyor. Surenin 5. ayetin de ise, onların kusurlarının örtüleceğini ve kat kat mükafatlar verileceğini müjdeliyor.

c)Takvalı olanlara özel bilgi verilir.

“Allah’tan korkun/O’na karşı gelmekten sakının, Allah size ilim şu öğretir.” (Bakara, 2/282)

mealindeki ayette Allah’a itaat etmenin karşılığında, kişinin istidat ve kabiliyetin ötesinde bir ilim verileceğine işaret edilmiştir.

İlim sahipleri olan bu gerçek Kur’an’ın talebeleri, bu vehbi ilim, hikmet ve ferasetle iyiyi kötüden ayırt edecek duruma gelirler. Kendi zararlarına çalışmazlar.

d) Samimi iman şuuru zaferin garantisidir

“Müminlere yardım etmek ise, üzerimize bir haktır.” (Rum, 30/47)

mealindeki ayette Allah’ın yardımı müminlerle beraber olduğuna işaret edilmiştir.

Sağlam bir iman şuuru, Allah’ın rızasını, vahiyle gelen ilahi emirleri, sebepler dairesindeki hikmetleri esas almayı ön görmektedir. Samimi bir mümin, Kitap ve sünnetten aldığı derslerle, Allah’ın değişik hikmetlerle yarattığı sebepler dairesinde gereken tedbirleri aldıktan sonra, Onun sonsuz kudret ve rahmetinin himayesine sığınır, ona güvenir, ona dayanır, ona tevekkül eder.

e) Aklıyla hikmete, kalbiyle rahmete dayanan kazanır

Allah’ın Hakîm isminin bir tezahürü olan sebepler örgüsüne riayet etmekle beraber, O’nun sonsuz rahmetine güvenip tevekkül eden kimsenin sırtı yere gelmez.

“(Resulüm! Yapacağın) İşler hususunda onlarla/arkadaşlarınla istişâre et. Bir işe de azmettin mi artık Allah’a tevekkül et! Şüphesiz ki Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/159)

mealindeki ayette önce istişare, sonra tevekküle yer verilmesi, tevekkülün sebeplerden sonraya ait bir safha olduğunu gösterir. Çünkü, istişare de bir sebeptir.

Allah’ın kâinatta cari olan kanunlarının birer parçası olan gerekli sebeplere yapıştıktan sonra, Allah’a samimi tevekkül edenlere Allah yeter.

“Kim Allah’a tevekkül ederse Allah, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şey için bir ölçü koymuştur.” (Talak, 65/3)

mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

f) Allah’ın dinine sahip çıkanlara Allah’ın sözü var

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı hak yolda sabit kılar.” (Muhammed, 47/7)

mealindeki ayette Allah’ın verdiği söz her zaman geçerlidir.

III. Müslümanların Sorumluluk Derecesi

Her Müslümanın her sorun karşısında aynı derece sorumlu olmayacağı açıktır. Bu konuyu Kitap, sünnet ve Ehl-i sünnet alimlerinin görüşleri çerçevesinde incelediğimizde şunları görüyoruz:

1) İslam’da “teklif-i malayutak/insanın gücünün üstünde” bir sorumluluk yoktur.

“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle ortadan kaldırın, gücünüz yetmezse dilinizle karşı çıkın, ona da gücünüz yetmezse kalben buğzediniz. Ki bu da imanın en zayıf  mertebesidir.” (Müslim, İman, 78; Tirmizi, Fiten, 11; İbn Mace, Fiten, 20)

manasındaki hadisten de anlaşıldığı üzere, bir kötülüğe, bir zulme karşı koyma sorumluluğu, kişilerin güçleri nispetinde farklı şekillerde ortaya çıkar.  

Maddi güce sahip olanların kötülüğe fiilen müdahale etmesi, buna gücü yetmeyenin diliyle/sözleriyle karşı çıkması, buna da gücü yetmeyenlerin kalben ona buğzetmesi, asla taraftar olmaması icap eder.

Bu hadisi yorumlayan İslam alimlerine göre, fiilen kötülüğe müdahale etmek, gücü elinde tutan vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi; dil ile düzeltmek/karşı çıkmak, alimlerin vazifesi; kalben buğzetmek ise diğerlerinindir.

Hz. Huzeyfe’nin ifadesiyle gücü nispetinde bu üç görevden birini yapmayan kimseler artık birer “canlı cenaze” hükmündedir. (bk. Gazali, İhya, Beyrut, ts., 2/311)

Keza, iyiliği emir, kötülükten sakındırma görevinden sorumlu olanlar, akıllı, ergin, mümin, güçlü olanlardır. Deli, çocuk, kâfir ve âciz/güçsüz kimseler bu işte yetkin değillerdir. (Gazali, İhya, 2/312)

2) İslam, saldırıyı değil, müdafaayı emretmektedir.

“(Ey İman edenler!) Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah'ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup caydırırsınız. Allah yolunda her ne infak ederseniz, size 'eksiksiz olarak ödenir' ve siz haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfal, 8/60)

mealindeki ayette bu hakikati çok berrak bir şekilde görmek mümkündür.

İslam âleminin fiziki yapısını savunmak için maddi hazırlığa ihtiyaç vardır. Ayette o gün en güçlü savaş unsuru olan atların hazırlanmasının emredilmesi, İslam yurdunun fiziki yapısını -muhtemel saldırılara karşı- savunup korumaya yöneliktir.

Ayette yer alan “Onlara (düşmanlarınıza) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın” mealindeki ifadede ise, İslam ümmetinin her devirdeki şartlara uygun olarak gerekli olan kuvveti hazırlaması emredilmiştir.

Burada belirlenmiş bir/birkaç cihaz yerine, geniş kapsamlı bir kelime olan “kuvvet” kavramının kullanılması, başlı başına harika bir belagatin zirvesini ve Kur’an’ın zaman-mekân üstü evrensel konumunu gösteren bir i’caz parıltısıdır. Çünkü, “kuvvet” kavramı, Asr-ı saadet'ten kıyamete kadar her asrın çarşısında revaçta olan mücadele biçiminin maddi ve manevi hazırlığı kapsamaktadır.

İslam âlemi olarak, karada, denizde, havada bu asrın en etkin silahı olan konvansiyonel, nükleer ve benzeri silahlar edinmesi, silahlı güçler kurması en az bir farz-ı kifâyedir.

Bunun yanında ve daha da önemlisi, dini ilimlerle birlikte asrın fen bilgilerini okuyup öğrenmek ise, farz-ı ayındır.

Kılıçla tankların muharebe sahasına çıkanlar kadar, cehaletle ilim meydanına çıkanlar da rezil ve zelil olmaya mahkumdur.

Şüphesiz, İslam yurdunun manevi yapısını (Kur'an ve sünnet çizgisindeki Ehl-i sünnet akidesini) korumak için de -iman ve amel olarak- İslam dinini öğrenmeye, ilim sahasında hazırlık yapmaya daha fazla ihtiyaç vardır.

Nitekim, Nebevi Medresede talim edilen şudur:

“Peygamber onlara/müminlere Allah’ın ayetlerini okur(ve açıklar), onları (her türlü cehalet kirlerinden) tezkiye edip arındırır. Onlara kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti (sünneti) öğretir.” (Al-i İmran, 3/164)

2) İmam-ı Gazali’ye göre, ferdi ve içtimai sahada kötü bir gidişatı düzletmek/veya ona “dur!” demek, önemli bir vazifedir. Ancak bu vazifenin sorumluluk boyutu genel anlamda şu dört duruma göre değerlendirilir:

a) Kötülüğe fiilen mani olmak elinden gelmediği gibi, söz ile öğüt vermesi halinde de olumlu bir sonuç alamayacağını, üstelik bundan ötürü darbedileceğini bilen kimsenin böyle bir iş yapması vacip değil, hatta yerine göre haram olur.

b) Fiili veya sözlü olarak bir kötülüğü ortadan kaldırmaya gücü yeteceğini ve herhangi bir sıkıntı, bir eziyet de görmeyeceğini bilen bir kimsenin söz konusu kötülüğe müdahale etmesi vaciptir.

c) Kötülüğe -fiili veya sözlü olarak- müdahil olması durumunda herhangi bir eziyete maruz kalmayacağını, fakat kötülüğün ortadan kalkmasına da hiç bir katkı sağlamayacağını bilen bir kimsenin böyle bir görevi üstlenmesi vacip olmamakla beraber, -İslam’ın bir şiarını gösterdiği için- yine de müstehaptır.

d) Kötülüğü ortadan kaldırabileceğini, ancak oldukça eziyet de göreceğini bilen bir kimsenin de böyle bir görev üstlenmesi vacip değil, müstehaptır. (bk. Gazali, İhya, 2/319)

Önemli olan bir kötülüğü ortadan kaldırırken, benzer veya daha büyük bir kötülüğe sebebiyet vermemektir. “Kaş yaparken göz çıkarmak” kabilinden olmamalıdır.

Bazı yerlerde bakıyoruz ki, hınçlarını tatmin etmek için düşmandan yalnız bir adam öldürürler, ardından otuz müminin öldürülmesine sebep olurlar. Bu gibi sakat tutum ve davranışları İman şuuruyla, İslam vicdanıyla, aklın mizanıyla tartamazsınız..

3) Bugün, İslam aleminde yaşanan olayların arka planındaki güçler kim olursa olsun, görünürdeki taşeronlar mümin olan kimselerdir. Müminler arasındaki savaşların haram olduğu izaha muhtaç değildir.

"Kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır." (Nisa, 4/93)

mealindeki ayette ve benzeri ayetlerde Müslümanlar arasındaki savaşın hem dünyada (ölmek, tahribat yapmakla) hem ahirette büyük bir zarar olduğunun altı çizilmiştir.

"Bir Müslümanın kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur. Zina eden evli, cana karşılık can, dinini terk eden ve İslâm toplumundan ayrılan kimse." (Buhârî, Diyet, 6; Müslim, Kasâme 25; Ebû Davud, Hudud, I; Tirmîzî, Hudud, 15)

- Çağımızda veya günümüzde “Dinini terk eden kimse” ile ilgili hükmün istismarı kadar başka bir çağda yapıldığını düşünemiyoruz.

- “İki Müslüman birbirine kılıç çekerse, öldüren de öldürülen de cehenneme gider." (Ebu Bekre der ki:) “Ey Allah’ın Resulü! Kâtili anladık da ya maktul niçin cehenneme gider?” dedim. “Çünkü, o da -bütün gücüyle- arkadaşını öldürmek için çaba gösteriyordu.” diye buyurdu.” (Buharî, İman, 22; Rikak, 31; Fiten, 10; Müslim; Fiten, 14)

Bu hadiste geçen açıklamaya göre, biri adam öldürmekten dolayı cehennemlik bir işi yapmıştır, diğeri ise, taammüden / kasten, cehenneme girmeyi gerektirecek adam öldürme işine, bilerek ve isteyerek teşebbüs ve azmetmiştir. İslam’a göre bu ikisi de suçtur, fakat bu iki suç eşit değildir. Buna göre, adam öldüren kimse olan katilin cehennemde kalmasının süresi ile, taammüden -katle teşebbüs ve azmetmek suçundan- cehenneme girenin kalacağı süre çok farklıdır. Biri -söz gelişi- yirmi yıl yatarsa, öbürü altı ay veya bir yıl yatar. (krş. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 13/32-34)

4) Konumuzla ilgili asrın müceddidi Bediüzzaman’ın görüşlerini bir kaç madde halinde şöyle özetlemek mümkündür:

a) Barış ortamı, savaş ortamından daha çok İslam’a hizmet eder. Kökeni itibariyle de barış anlamına gelen İslam dininin temel hedefi, insanları öldürmek, düşman saymak değil, onlara dünya ve ahiret saadetini temin etmektir. Kur’an’ın ders verdiği temel konuların iman esasları, adalet ve ubudiyet olması da, İslam dininin asıl maksadını göstermektedir.

"Kolaylaştırınız! Zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!" (Buhari, Cihad, h. no:1732; İbn Hacer, 163/69)

manasındaki hadis-i şerifin ifadesinden de İslam’ın bu güzel amacını anlamak mümkündür.

"Allah ondan (Mekke fethinden) önce yakın bir fetih daha gerçekleştirdi." mealindeki ifadeyle Kur'an, zahir olarak Müslümanların aleyhinde görünen Hudeybiye antlaşmasının aslında büyük bir fetih olduğunu vurgulamıştır. Gerçekten, bu antlaşma ile maddî kılıçlar atılmış, Kur'an'ın gerçekleri haykıran ilim, irfan ve ahlâkî değerlerden oluşan manevî elmas kılıcı, hazırlanan zemininde akıl ve gönülleri fethetmiştir. Kur'an'ın ilmî, aklî ve insanî değerlerini yakından görenler guruplar halinde İslâm'a girmişleridir. (bk. Lem'alar, s. 29)

b) İslam aleminin en büyük gücü ittihat ve ittifaktadır.

İttihad-ı İslam mefkuresi, Müslümanlara can veren, kardeşliklerini pekiştiren bir iksir olduğu gibi, gayr-ı müslimlere karşı da ilim ve irfan ile mücadele etmeye, insani erdemleri layık oldukları yerlerine konumlandırmaya yöneliktir.

Bediüzzaman hazretlerinin “ittiha-d-ı Muhammedi” ile ilgili söylediği şu ifadelerinde bu gerçeğin altı çizilmiştir:

“Bu ittihadın nizamnamesi Sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevahi-i şer'iyedir. Ve kılıçları da, berahin-i katıadır. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Taharri-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksadları da, i'lâ-i Kelimetullah'tır. Şeriatta yüzde doksandokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir.” (bk. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 20)

c) Bir barış dini olan İslam’da hak, adalet, hikmet ve muhabbet temel gayedir.

Evet, “İslâmiyet, selm ve müsalemettir (barış ve anlaşıp uzlaşma dinidir); dâhilde niza ve husumet istemez.” (bk. Sözler, s. 719).

“Ey insafsız adam! Şimdi bak ki: Mümin kardeşine kin ve adavet ne kadar zulümdür. Çünkü nasıl ki sen âdi küçük taşları, Kâbe'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de: Kâ'be hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsaf-ı İslâmiye; muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mümine karşı adavete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı, iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!.."

"Evet tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.” (bk. Mektubat, s. 263-264)

d) “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır.”

Bu konuda Bediüzzaman’ın yaklaşık yüz sene önce yaptığı tespitler ve reçeteler günümüzde aynen geçerlidir.

Evet, onun bahsettiği üç düşmanımız olan “cehalet, zaruret (fakirlik), ihtilaf” şu anda da yakamızı tutmaya devam etmektedir. ​“Bu üç düşmana karşı; san'at, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz” ifadesinden anlaşılıyor ki, bizim en büyük düşmanlarımız dışarıda değil, kendi  içimizdedir.

Önce dini ilimler yanında modern bilimleri hakkıyla öğrenerek cehaletten kurtulacağız. Sonra asrın teknik ve teknolojisini kullanacak, sanayi devrimini yaparak fakirlik belasından kurtulacağız.

Bununla beraber, bizi birbirimize bağlayan binlerce ittifak rabıtalarını keşfederek, belki de en büyük düşmanımız olan ihtilaf askerlerini tarumar edeceğiz.

Tüm insanlarla barış içinde yaşamaya çalışacağız. “Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur.” Uluslararası camiada tek başımıza hareket etmeyeceğiz. Bizi aşan işlere burnumuzu sokmayacağız. “Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz." (bk. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 15)

e) 1950’den önceki tek parti şefliği döneminde, Bediüzzaman ve talebeleri başta olmak üzere Müslümanlara yapılan eziyetlerin haddi hesabı olmadığı bu devirde, bazı siyasi çalkantılardan istifade etme cihetine gitmemiştir.

Keza, İngiliz ve İtalya gibi bazı devletlerin Türkiye’ye savaş açmaya çalıştıklarında, Bediüzzaman Hazretleri savaşın olmaması için gece-gündüz dua etmeye başladı. Oysa böyle bir savaş, kuvvetli ihtimalle mevcut istibdat hükümetinin devrilmesine ve Müslümanların daha müsamahakâr bir hükümete kavuşup nefes almalarına vesile olabilirdi.

İşte bu durumu nazara alan bazı kimselerin, Bediüzzaman Hazretlerinin bu fırsatı niçin değerlendirmediğini sormalarına karşılık “Lem'alar” adlı eserde iki ayrı şekilde cevap verilmiştir. Bu iki cevabı da takdim etmekte fayda mülahaza diyoruz:

1)  "Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana, hem alâkadar olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimal ile ferah verecek bir teşebbüs etmek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek bilakis beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum. Bazı zâtlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: "Sana işkence eden bu mübtedi' ve kısmen münafık baştaki insanların takib ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?"

"Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki: Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir."

"Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır."

"Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılab eder. Hem nur, hem topuz.. ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle nura sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!” (bk. Lem'alar, s. 104)

2) “Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebilerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadı ve kuvve-i maneviyesinin menbaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyic etmekle şeair-i İslâmiyenin bir derece ihyasına ve bid'aların bir derece def'ine medar olacağı halde, neden şiddetle harb aleyhinde çıktın ve bu mes'elenin asayişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette mübtedilerin hükûmetleri lehinde tarafdar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid'alara tarafgirliktir?"

"Elcevab: Biz, ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz. Fakat kâfirlerin kılıcı ile değil. Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılınçlarından gelen faide bize lâzım değil. Zâten o mütemerrid ecnebilerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler(...)"

"Kadir-i Küll-i Şey, bir dakikada bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek, semanın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-i şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.(bk. Lem'alar, s. 104-105)

f) “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.”

"Biz (İslam ümmeti olarak) Kalû Belâ'dan Cem'iyet-i Muhammedî'de (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Cihet-ül vahdet-i ittihadımız tevhiddir (birliğimiz ortak paydası tevhid inancıdır). Peyman ve yeminimiz imandır. Mademki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü'min i'lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san'at silâhıyla i'lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz."

"Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz(yabancılara/gayr-ı müslimlere karşı mücadelemizde maddi silahları değil, İslam’ın güneş gibi açık olan ilmi, akli deliller kullanacağız). Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler(eski bedeviler) gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.” (bk. Hutbe-i Şamiye, s. 88)

Bunları takdim ettik ki, “Anlayan kulaklar onu iyice anlasın!..” (Hakka, 69/12)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun