Cuma günü devletin selameti için dua etmek caiz mi?

Tarih: 17.07.2012 - 17:27 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Cuma namazlarındaki imam efendinin hutbede ettiği duada veya camide edilen herhangi bir duada, devletin selameti için edilen dualara el açıp amin demeyenler var. Bu konuda ne dersiniz?..

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Dârülharp; İslâm'ın siyasî otoritesinin dışında kalmış olup, yönetim tarzı ve yürürlükteki hukuku İslâmî olmayan bölgeler. Genel olarak İslâm hukukunda kâfir ve İslâm düşmanı yöneticilerin hâkimiyet ve yönetimleri altındaki toprakları anlatmada kullanılır.

Ö. Nasuhî Bil­men Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu'nda Darü'l-İslâm ve Da­rü'l-Harb'i şöyle tarif eder:

«Darü'l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti al­tında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadecı bulunmayan gayr-i müslimlerin hâki­miyeti altında bulunan yerler de Darü'l-Harb'tir»(1)

İslâm hukukçuları, ülkeleri, İslâmî hükümlerin uygulanıp uygulanmamasına göre tasnif etmişlerdir. Dârülharpte ikamet edenlere genel olarak harbî denir. Harbîler, dârülislâm yönetimi ile bir emân anlaşması yapmadıkları müddetçe, kanları ve malları mübah sayılır. Kâfir bir insanın malının ve canının masun olabilmesi için Müslüman olması veya İslâm devleti ile anlaşma yapmış olması gerekir. Bir harbî gizlice ve emân dilemeden darülislâma girip de yakalandığında kanı ve malı mübah sayılır. Darülharpte Müslüman olan bir kimsenin ise hicret etmeden evvel, bulunduğu bölge fethedildiğinde, elindeki mallar kendisine kalır, ancak gayr-i menkul malları ganimet hükmündedir.(2)

Darülharpte ikamet edip İslâm ülkesine gelmemiş olan Müslümanlar İslâm ülkesinde yaşayan bir fert gibi görülürdü; dârülislâma hicret etmek istediğinde engellenmezdi. İmam-ı Azam'a göre sadece Müslüman olmakla masun sayılmıyor; İslâm devletinin otoritesine girmekle can ve malını emniyete alabiliyordu.

Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve ve Hanefî mezheblerinin «Darülharb» ve «Darülislâm» hakkındaki hükümlerini izah edelim:

Şafiî mezhebine göre, bir diyar ya­hut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmis ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «DarüIislâm»dır. Böyle bir memle­ket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslüman­larla barış halinde bulunan gayri müslimlerin ülkeleri de «Darülharb» değildir.(3)

İmam-ı Şafiî'nin içtihadı açık ve te'vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye; Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkant, Kırım bile «Darülharb» değil, «Darülislâm»dır. İmam-ı Şafiî'ye göre, bir diyarın «Darülharp» olması için, Müslümanla­rın idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.

Hanefî mezhebinde, bir «Darülharp», «ahkâm-ı İslâm'ın bazısının icrası ile «Darülislâm»a inkılâp eder (3). Bu hususta ittifak vardır. Bir «Darülis­lamın, «Darülharb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi İmamı A'zam Hazretlerine, diğeri ise İmameyn'e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) ait­tir.

İmam-ı A'zam'a göre «Darülislâm»ın «Darülharp»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «Darülislâm»dır, «Darülharb» değildir.

1. İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edil­mediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darülharb» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur:

«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olma­sına itibar eder.»(4)

Yani, bu şartın ta­hakkuku için bir İslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şe­kilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimi­yetinde bir noksanlık olursa orası «darülharb» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bay­ram namazlarının ifa edilmesiyle orası «Darülislâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre, «Bir diyar­da İslâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa o diyar «Darülis­lâm »dır.»

İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse, orası yine «Darülislâm»dır(5). Bezzaziye'de, «Pey­gamber Efendimiz (S.A.V.) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimizin (S.A.V.) İslâm icraatına başlamasıyla o beldenin «Darülislâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir(6).

2. O diyar «Darülharb»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hu­dutlarından herhangi bir tarafı «Darülislâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «Darülharb» olamaz. Çünkü İmam-ı Azama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağ­lûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve ananevî ilişkilerini devam et­tirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»

Bu noktada bir hususun açıklanma­sında fayda vardır. Gayri müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayri müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini mü­dafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya ve Bulgaris­tan'daki Müslüman köyler gibi.) Nite­kim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifa­deleri kullanılmıştır. Yoksa kendini mü­dafaaya muktedir ve müstakil bir İlâm devleti, her taraftan gayri muslim dev­letlerle kuşatılmış olsa da, yine «Darülharb» olmaz.

3. İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal gü­venlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayri muslim azınlık­ların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak.

Bu üçüncü şart, ancak bir İslâm bel­desinin kâfirlerin istilâsına uğraması ha­linde geçerlidir.

Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:

«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması müşriklerin hâ­kimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam, sonradan arız olana değil de, asıl olana itibar ederler. Bu­rada asıl olan ise, oranın «Darülislâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin ora­da kalmış olması, asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «Darülislâm» hükmünde devam eder."(7)

Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdü­ğü bu üç şartı bir misal ile izah edelim.

Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafın­dan işgal edilmiştir. Müslümanların hiç­bir cihetle mal ve can güvenliği kalma­mış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edil­miştir. Bu ülkenin hiçbir İslâm ülkesi ile de sınırı yoktur, İmam-ı A'zam'ın ile­ri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte ta­hakkuk ettiği için orası «Darülharb»dir.

İmameyn ise, «Darülislâm»ın «Darülharb»e inkılâp etmesini «Orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayri müslimlerin Müslümanlar üze­rinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir İslâm beldesinin gayri müs-limlerce tamamen istilâ edilmesine bağ­lıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâ­kimiyeti altında bulunduğu ve içerisin­de küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edil­diği için, îmameyne göre «Darülharb»dir. Şayet Batum'da herhangi bir İslâm ahkâmına müsaade edilirse, (Bayram ve cuma namazlarının kılınması gibi) ora­sı yine îmameyne göre, «Darülharb» olmaktan çıkar.

Müslüman, ister darülislâmda ol­sun, ister darülharbte, her halükârda Allah'ın emirlerini yapmak, yasakların­dan da kaçmakla mükelleftir. İbadet, in­sanın yaratılış gayesi, varoluş hikmeti­dir. Hiçbir hal, onu, bu ulvî vazifeyi ifa­dan alıkoyamaz.

İslâmiyetin günümüzde tüm dünya­da çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İngiltere, Almanya, Afrika ve Amerika'da İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bili­nen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayr-i îslâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanların, inanç ve ibadetle­rinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayret­leri boş bir çaba olmaktan öteye gide­mezdi. Bu ise, gayr-i müslim memleket­lerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olu­namaz neticesini doğururdu.

Daha da ötesi, İslâm'a yeni giren bir kimse(*) dinî vecibelerini bir tarafa bırakıp, hükmü altında bulunduğu devleti ele geçirme mücadelesine girmesi gerekirdi. Bu takdirde, Müslüman olmak, iman ve hidayet meselesi olmaktan çıkar, içinde yaşadığı devleti ele geçirmeyi amaçlayan siyasî bir faaliyet, ihtilalcı bir mahiyet kazanırdı. İslâm’ın inkişafına, bu telâkkiden daha büyük bir darbe, daha zararlı bir anlayış düşünülebilir mi?

Şu halde, darülislâm'da ibadetin hükümsüz olduğunu söylemek, Müslümanları gayri müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koy­mak, onları gayri müslim muamelesine maruz kal­ma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.

Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de, dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telâkkisidir. Halbuki günahın hükmü, darülis­lâm'da da, darülharbte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve me­suliyeti sabittir. Ancak günahların dün­yevî cezalarını, merci olmadığı için, dar-ı harbte tatbik etme imkânı yoktur.

Darülharbte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da, ha­ramların serbestiyetine delil olamaz. Zi­ra bu muameleler, darülharbte, ancak gayri müslimlerle Müslümanlar arasın­da cereyan eder ve Müslümanların fay­dasına olduğu takdirde caiz olur. Bu ba­kımdan, bir Müslüman bir gayri müslimden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.(8)

Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz:

Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, on­lara iman hakikatlanm öğretmek, gönül­lerine Allah'ın marifet, muhabbet ve mehafetini nakşetmektir; onlara İslâm'ın esaslarını ta'lim ettirmek, kalb ve dimağ­larına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve be­raberliği, itaat ve hürmeti, şefkat ve mer­hameti te'sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmet­leri bırakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vacib olan «Darülharb» mes'elesini, İslâm'ın en büyük bir mes'elesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzur­suz ve kalbleri müşevveş etmekten baş­ka bir şey değildir.

Kaynaklar:

(1) Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. m, s. 394.
(2) Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.
(3) Kuhistanî, c. II, s. 311.
(4) Serahsî, Mebsût, c. X, s. 114.
(5) İbn-i Âbidin, Dürrü'l-Muhtar Şerhi, c. IV, s. 175.
(6) Bezzaziye, c. VI, s. 312.
(7) Serahsî, a.g.e., c. X, s. 114.
(*) Mukarrer bir kaidedir ki, dar-ı harbte kü­für; dar-ı islâm'da da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen, dar-ı harbte herhangi bir mahal­de, sahipsiz bir ölü bulunsa, o ölü tereddütsüz kü­für ehlinden kabul edilir. Götürüp gayr-i müslim mezarlığına defnedilir. O ölünün Müslüman oldu­ğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki dar-ı İslâm'da sahipsiz bir ölü bulunsa, ona, hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muame­lesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak, islâm me­zarlığına gömülür.
(8) Ahmed Şahin, Dinî Bilgiler, s. 187, 2. bas­kı, Cihan Yayınları, İst.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 5.000+