DARÜ`L-İSLAM
İslam alimlerine göre bir yerin harp diyarı olması için hangi şartların olması gerektiğini ve Türkiyenin harp diyarı olup olmadığını kısaca özetleyelim:
Önce Darü'l-Harb ve Da-rü'1-İslâm mefhumlarının tariflerini vermekte fayda görüyoruz. Ö. Nasuhî Bilmen Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu'nda Darü'l-İslâm ve Darü'l-Harb'i şöyle tarif eder : «Darü'l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadecı bulunmayan gayr-i müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de Darü'l-Harb'-tir» (1).
Sadece bu tarifler dahi dikkatle mütalâa edilirse Türkiye'nin diyar-ı islâm olduğu ve bu vatana darü'1-harb diyenlerin bu iddialarında hiçbir hakikat payı bulunmadığı açıkça anlaşılır.
Zaten bu mevzuda ortaya atılan görüşler mücerret iddia olmaktan ileri gidememiştir. Bir delile dayanmayan, hakikat payı olmayan mücerret iddialara ise itibar edilmez. Her ilimde olduğu gibi şer'î ilimlerde de mes'elelerin kesin delillere istinad etmesi asıldır. Ve yine her ilimde hüküm, o sahanın mütehassıs âlimlerine aittir. Şer'î ilimlerin mütehassısları başta dört büyük mezhebin imamları olmak üzere müctehidler ve fıkıh âlimleridirler. Bu sebeble kim olursa olsun din adına konuşan bir kimse müçtehidin-i izamın içtihadlarını, fıkıh âlimlerinin fetvalarını aynen intikal ettirmek mecburiyetindedir. O zevat-ı kiramın fikirleri bütün zamanlara kâfi ve vâfidir. Tarihçe sabittir ki, bugüne kadar müçtehidin-i izam hazretlerini hiçbir kimse aşamamıştır. Kendilerinden sonra gelen hiçbir müdakkik âlim, onlara müsavat iddiasında bulunmadığı gibi, bu asırdaki bir takım haddi mütecavizler de ortaya mücerred iddiadan başka bir şey koyamamışlardır.
Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve ve Hanefî mezheblerinin «Darü'1-Harb» ve «Darü'l-İslâm» hakkındaki hükümle rini izah edelim:
Şafiî mezhebine göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmis ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «Darü'I-İslâm»dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslümanlarla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de «Darü'1-Harb» değildir (2).
İmam-ı Şafiî'nin içtihadı açık ve te'vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye; Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkant, Kırım bile «Darü'1-Harb» değil, «Darü'l-İslâm»dır. İmam-ı Şafiî'ye göre, bir diyarın «Darü'1-Harb» olması için, Müslümanların idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.
Hanefî mezhebinde, bir «Darü'l-Harb», «ahkâm-ı İslâm'ın bazısının icrası ile «Darül-İslâm»a inkılâp eder (3). Bu hususta ittifak vardır. Bir «Dar-ı İslamın, «Dar-ı Harb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi îmamı A'zam Hazretleri'ne, diğeri ise İmameyn'e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) aittir.
İmam-ı A'zam'a göre «Darü'l-İslâm»-ın «Darü'I-Harb»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «Dar-ı îslâm»dır, «Darü'1-Harb» değildir.
l- İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darü'1-harb» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur
«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olmasına itibar eder'» (4). Yani, bu şartın tahakkuku için bir îslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şekilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimiyetinde bir noksanlık olursa orası «darü'1-harb» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bayram namazlarının ifa edilmesiyle orası «Darü'l-İslâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre, «Bir diyarda islâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa o diyar «Darü'l-İslâm »dır.»
İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse orası yine «Darü'l-İslâm»dır (5). Bezzaziye'de, «Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimizin (S.A.V.) islâm icraatına başlamasıyla o beldenin «Darü'l-İslâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir (6).
2- O diyar «Darü'l-Harb»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı «Darü'l-İslâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «Da-rü'1-Harb» olamaz. Çünkü İmam-ı A'zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an'anevî ilişkilerini devam ettirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»
Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayr-i müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayr-i müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya ve Bulgaristan'daki Müslüman köyler gibi.) Nitekim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir îslânı devleti, her taraftan gayr-i muslini devletlerle kuşatılmış olsa da, yine «Darü'l-Harb» olmaz.
3- içinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayr-i muslini azınlıkların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıy-la ortadan kalkmış olacak.
Bu üçüncü şart, ancak bir İslâm beldesinin kâfirlerin istilâsına uğraması halinde geçerlidir.
Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:
«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması müşriklerin hâkimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam, sonradan arız ola-ııa değil de, asıl olana itibar ederler. Burada asıl olan ise, oranın «Darü'l-İslâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin orada kalmış olması, asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «Darü'l-îslâm» hükmünde devam eder (7).
Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdüğü bu üç şartı bir misal ile izah edelim.
Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafından işgal edilmiştir. Müslümanların hiçbir cihetle mal ve can güvenliği kalmamış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edilmiştir. Bu ülkenin hiçbir îslâın ülkesi ile de sınırı yoktur, îmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte tahakkuk ettiği için orası «Darü'1-Harb»dir.
İmameyn ise, «Darü'l-lslâm»m «Da-rü'l-Harb»e inkılâp etmesini «Orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayr-i müslimlerin Müslümanlar üzerinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir îslâm beldesinin gayr-i müs-limlerce tamamen istilâ edilmesine bağlıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâkimiyeti altında bulunduğu ve içerisinde küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edildiği için, îmameyn'e göre «Darü'1-Harb»dir. Şayet Batum'da herhangi bir islâm ahkâmına müsaade edilirse, (Bayram ve Cuma namazlarının kılınması gibi) orası yine îmameyn'e göre, «Darü'1-Harb» olmaktan çıkar.
Şimdi îmam-ı A'zam'm öne sürdüğü üç şartın memleketimiz için geçerli olup olmadığını inceleyelim :
Memleketimiz - lillâhilhamd -, asırlardan beri «Diyar-ı îslâm»dır. Bu keyfiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelâta taallûk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlâk ve ibadete ait hükümler açıkça ve serbestçe ifa edilmektedir. Kaldı ki muamelâta taallûk eden hükümlerin de büyük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanunî bir engel yoktur. Devletimiz bir kısım dinî hizmetleri bizzat deruhte etmiş ve bu hizmetleri yürütmek üzere «Diyanet İşleri Başkanlığı»nı kurmuştur. Vaazlar kürsülerden dinî telkin etmekte, islâm'ı anlatmaktadır. Bütün vilâyet ve kazalarda fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur'an Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak varlığını devam ettirmektedir. Binlerce cami ve mescidlerden, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, cemaat namazları, cuma ve bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müslümanlar hac ve umre ibadetini yapabilmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in ve İs-lâmî eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapılmaktadır. Dinî bayramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir. Müslü manlar evlâtlarına istediği ismi koyabilmekte, hatim duası, mevlit, sünnet düğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulması mecbur tutulmuştur. Devletin açmış olduğu binlerce Îmam-Hatip Okulu ve dinî yüksek okullardan, din adamı yetişmektedir. İslâm ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyonlarında dinî programlar halka takdim edilmekte, özellikle mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu programlar yoğunlaştırılmaktadır
Bu hale göre, îmam-ı A'zam'm zikrettiği birinci şart, yani «Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbiki şartı» Türkiye için kesinlikle bahis konusu değildir. Yine bu hale göre, İmameyn'in ileri sürdükleri şartlar da memleketimiz için geçerli değildir. Zaten İmameyn'in sözünü ettikleri birinci şart, İmam-ı A'zam'm birinci şartıyla aynıdır, îkinci şart olan «gayr-i müslimlerin Müslümanlara yüzde yüz galebesine» gelince, Müslüman milletimiz, elhamdülillah, Rusya, Yunanistan yahut Bulgaristan'daki Müslümanlar gibi gayr-i müslim bir devlet tarafından idare edilmemektedir. Bu milletin ida recileri bu millettendir ve onun bağrından çıkmıştır. Kısacası, bu millet kendi kendini idare etmektedir.
İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü ikinci şarta gelince, bu şart da Türkiye için mevzu bahis olamaz. Memleketimizin sınırlarının büyük bir kısmı İslâm devletleriyle muttasıldır. Kaldı ki, ikinci şartla ilgili izahlarımızdan da kat'î anlaşılacağı üzere Türkiye'nin her tarafı, faraza, gayr-i müslim devletlerle de kuşa-tılsa Türkiye yine «Darü'1-Harb» olmaz. Zira, Türkiye müstakil bir devlettir, kendini müdafaa edecek güçtedir ve istik-lâliyetini devam ettirmektedir.
Üçüncü şart da, memleketimiz için kesinlikle düşünülemez. Evvelâ milletimiz bir yabancı devletin idaresi altında değildir ki eman şartından yani mal ve can güvenliklerinden söz edilebilsin. Memleketimizde azınlıkların dahi mal ve can güvenlikleri ve ibadet hürriyetleri mevcuttur. Bir gayr-i müslim devlette eman ile yaşayan bir tek müslimin dahi mevcudiyeti, o beldede müşriklerin tam hâkim olmadıklarına delil sayılırken, elli milyon Müslümamn emin olarak yaşadığı bu memlekete «Dar-ı Harb» denilemiyeceği güneş gibi zahir ve bahir bir hakikattir.
Elhasıl: Yukardaki izahlarımızdan anlaşıldığı gibi, İmam-ı A'zam Hazretlerinin ileri sürdüğü üç şartın hiçbiri Türkiye için bahis konusu değildir. Zaten Şafiî mezhebine göre, daha önce Müslümanların hükmettiği bir belde, (Rusya'nın birçok kısımları, Kırım, Kafkasya, Buhara, Sernerkant, Endülüs, Bulgaristan) kıyamete kadar «Darü'l-İslâm»dır.
Dara'1-Harb mes'elesini ileri sürenlerin iddia ettikleri bir husus da, İslâm idaresi olmayan bir memlekette yapılan bütün ibadetlerin bâtıl olduğu fikridir.
Bu fikir ve iddianın, hiçbir ser'î delili, dinî mesnedi yoktur.
Müslüman, ister dar-ı İslâm'da olsun, ister dar-ı harbte, her hal ü kârda Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından da kaçmakla mükelleftir. İbadet, insanın yaratılış gayesi, varoluş hikmetidir. Hiçbir hal, onu, bu ulvî vazifeyi ifadan alıkoyamaz.
İslâmiyetin günümüzde tüm dünyada çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İngiltere, Almanya, Afrika ve Amerika'da İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bilinen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayr-i îslâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanların, inanç ve ibadetlerinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayretleri boş bir çaba olmaktan öteye gidemezdi. Bu ise, gayr-i müslim memleketlerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olunamaz neticesini doğururdu. Daha da ötesi, İslâm'a yeni giren bir kimse (*),
Şu halde, dar-ı İslâm'da ibadetin hükümsüz olduğunu söylemek, Müslümanları gayr-i müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koymak, onları gayr-i müslim muamelesine maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.
Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de, dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telâkki-sidir. Halbuki günahın hükmü, dar-ı İslâm'da da, dar-ı harbte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve mesuliyeti sabittir. Ancak günahların dünyevî cezalarını, merci olmadığı için, dar-ı harbte tatbik etme imkânı yoktur.
Dar-ı harbte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da, haramların serbestiyetine delil olamaz. Zira bu muameleler, dar-ı harbte, ancak gayr-i müslimlerle Müslümanlar arasında cereyan eder ve Müslümanların faydasına olduğu takdirde caiz olur. Bu bakımdan, bir Müslüman bir gayr-i müs-limden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.(8).
Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz :
Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, onlara iman hakikatlanm öğretmek, gönüllerine Allah'ın marifet, muhabbet ve me-hafetini nakşetmektir; onlara İslâm'ın esaslarını ta'lim ettirmek, kalb ve dimağlarına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve beraberliği, itaat ve hürmeti, şefkat ve merhameti te'sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmetleri bırakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vacib olan «Darü'1-Harb» mes'elesini, İslâm'ın en büyük bir mes'elesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzursuz ve kalbleri müşevveş etmekten başka bir şey değildir.
Kaynaklar:
(1) Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. m, s. 394.
(2) Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.
(3) Kuhistanî, c. II, s. 311.
(4) Serahsî, Mebsût, c. X, s. 114.
(5) İbn-i Âbidin, Dürrü'l-Muhtar Şerhi, c. IV, s. 175.
(6) Bezzaziye, c. VI, s. 312.
(7) Serahsî, a.g.e., c. X, s. 114.
(*) Mukarrer bir kaidedir ki, dar-ı harbte küfür; dar-ı islâm'da da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen, dar-ı harbte herhangi bir mahalde, sahipsiz bir ölü bulunsa, o ölü tereddütsüz küfür ehlinden kabul edilir. Götürüp gayr-i müslim mezarlığına defnedilir. O ölünün Müslüman olduğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki dar-ı İslâm'da sahipsiz bir ölü bulunsa, ona, hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muamelesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak, islâm mezarlığına gömülür.
(8) Ahmed Şahin, Dinî Bilgiler, s. 187, 2. baskı, Cihan Yayınları, ist.
BENZER SORULAR
- DARÜ`L-HARB
- CUMA NAMAZINDA DEĞİŞİK GÖRÜŞ OLARAK HANEFİ İCTİHADI
- Cuma günü devletin selameti için dua etmek caiz mi?
- Cuma günü devletin selameti için dua etmek caiz mi?
- Dârülharp nedir; şartları nelerdir? Çeçenistan darulharp mıdır?
- Dâru'l-harp (dârülharp) olmanın şartları nelerdir, Türkiye dârülharp midir?
- DAR-I HARP`TE FAİZ
- DÂRÜ'L-HARB / DÂRÜLHARP
- DÂRÜ'L-AHD
- DÂRU'R-RİDDE