Bir kimse bir Müslümana yardım ederse Allah da ona yardım eder mi?

Tarih: 18.07.2025 - 16:03 | Güncelleme:

Soru Detayı

"Bir kimse, bir müminden dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyamet gününde o müminin sıkıntılarından birini giderir. Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse, Allah da ona dünya ve âhirette kolaylık gösterir. ..." şeklinde uzun bir hadis okumuştum.
- Bu hadisin kaynağı var mı?
- Açıklamasını yapar mısınız?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

- Ebû Hüreyre (ra)den rivayet edildiğine göre, Nebî (asm) şöyle buyurdu:

« من نَفَّس عن مؤمن كُرْبة منْ كُرب الدُّنْيا ، نفَّس اللَّه عنْه كُرْبة منْ كُرَب يومِ الْقِيامَةِ ، ومنْ يسَّرَ على مُعْسرٍ يسَّرَ اللَّه عليْه في الدُّنْيَا والآخِرةِ ، ومنْ سَتَر مُسْلِماً سَترهُ اللَّه فِي الدنْيا والآخرة ، واللَّه فِي عوْنِ العبْد ما كانَ العبْدُ في عوْن أَخيهِ ، ومنْ سلك طَريقاً يلْتَمسُ فيهِ عِلْماً سهَّل اللَّه لهُ به طريقاً إلى الجنَّة . وما اجْتَمَعَ قوْمٌ فِي بيْتٍ منْ بُيُوتِ اللَّه تعالَى ، يتْلُون كِتَابَ اللَّه ، ويَتَدارسُونهُ بيْنَهُمْ إلاَّ نَزَلَتْ عليهم السَّكِينةُ ، وغَشِيَتْهُمُ الرَّحْمةُ ، وحفَّتْهُمُ الملائكَةُ ، وذكَرهُمُ اللَّه فيمَنْ عنده . ومنْ بَطَّأَ به عَملُهُ لمْ يُسرعْ به نَسَبُهُ »

"Bir kimse, bir müminden dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyamet gününde o müminin sıkıntılarından birini giderir. Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse, Allah da ona dünya ve ahirette kolaylık gösterir. Bir kimse, bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter. Mümin kul, din kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da o kulun yardımındadır."

"Bir kimse ilim elde etmek için bir yola girerse, Allah da ona cennetin yolunu kolaylaştırır."

"Bir cemaat, Allah Teâlâ’nın evlerinden bir evde toplanıp Allah’ın kitabını okur ve onu aralarında müzakere eder, anlayıp kavramaya çalışırlarsa, üzerlerine sekinet iner ve kendilerini rahmet kaplar. Melekler onları kuşatırlar, Allah Teâlâ da onları kendi nezdinde bulunanların arasında anar. Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi, nesebi öne geçirmez." (Müslim, Zikr 38).

Bu hadis, müminler için büyük önem ifade eden kâideleri ve edepleri bir arada toplamış bulunmaktadır. Bunların bir kısmı, daha önce açıkladığımız hadislerde geçmişti. Müminlerin birbirlerine karşı görevlerinin neler olduğunu öğrendiğimiz hadislerdeki engin hoşgörü, insan saygısı ve sevgisi, öncelikle dikkat etmemiz gereken özelliklerdir.

Bir mümine yardımcı olmak için, onun mümin olma niteliği yeterlidir. Daha önce geçtiği gibi zâlim bile olsa, “mümin kardeşimiz” olma özelliği devam eder. Günahkâr ve fasık da olsa, mümine yardımdan geri durulmaması gerekir. Çünkü bu alaka ve yardımlaşma, onun imanını korumasına vesile olabilir. Her şeye rağmen, müminler birbirini terketmemeli, aralarındaki ilişkiyi kesmemelidir.

Küçük bile olsa bir üzüntü, keder, güçlük, sıkıntı bazı insanlar için önemli ve büyük görünür. Böyle bir durumda onlara yardımcı olmak da aynı şekilde önem ifade eder. Bunun neticesinde büyük bir hayra vesile olunabilir. Bizim hiç önemsemediğimiz bazı şeyler, başkaları için öncelikli ve çok önemli bir konu olabilir. Bazı sahabîlerin nasıl Müslüman olduğuna baktığımızda, karşımıza bunun çok çarpıcı örnekleri çıkar. Daha sonraki asırlarda, hatta günümüzde bile bunun misallerini sıkça görmekteyiz. İnsanın bu özelliğini çok iyi bilen Peygamber Efendimiz (asm), hayatı boyunca yaptıklarıyla bize örnek olduğu gibi bu yönde öğretici ve eğitici emir ve tavsiyelerde de bulunmuşlardır. İnananlara düşen görev, her konuda olduğu gibi bu yönde de Resûlullah Efendimiz’i kendilerine yegane rehber edinmektir.

Küçük ve önemsiz sayılan herhangi bir sıkıntıyı bile mümin kardeşinden gideren kimseden, Allah kıyamet gününde daha büyük sıkıntıları giderir. Çünkü bir insana hangi şekilde olursa olsun yardımcı olmak bir iyiliktir. Allah Teâlâ:

“Kim iyilik getirirse, ona getirdiğinin on katı vardır.” (En’âm. 6/160),

 buyurur. İyiliğin karşılığının, yalnız iyilik olacağı da Allah’ın vaadidir (bk. Rahmân, 55/60).

Darda kalana yardım, dinimizin önemli insanî prensiplerinden bir diğeridir. Darda kalan, borcunu ödeyemeyen fakirdir. Bu durumda olanın, mümin veya kâfir olması arasında fark gözetilmemiştir. Zaruri ihtiyaçlarını karşılayamadığı için borçlu duruma düşen her insana yardım etmek, İslam’ın bağlılarına emrettiği âlemşümul prensiplerindendir. Bu yardım, alacaklının borçluya mühlet vermesi, borcunun bir kısmını veya tamamını bağışlaması şeklinde olabilir. Allah Teâlâ’nın buna karşılık mümine dünya ve ahirette kolaylık ihsân etmesi, hemcinslerine karşı yaptığı iyiliğin mükâfatıdır. Müminlerin görevleri sadece din kardeşlerine yardımcı olmak, iyilik yapmakla sınırlı olmayıp, inancı ve milliyeti ne olursa olsun, bütün insanları kapsayıcı niteliktedir. Nitekim Kur’an ve Sünnet’in bu konudaki naslarından istinbât olunan hükümler, fıkıh kitaplarımızın ilgili bahislerinde etraflıca ele alınır.

Komşuluk hukuku ve insanlığa karşı görevlerimiz, Allah ve Resûlü’nün emirleri çerçevesinde âdeta kanunlaştırılır. İslam devletine, yöneticilere ve Müslüman fertlere ait görevler ayrı ayrı ele alınıp sayılır. Bütün bunlar, İslam’ın tüm zamanları ve mekânları kapsayıcı özelliğinin sonucudur. Müslümanların, İslam’ın bu yönlerini çok iyi anlayıp uygulaması ve insanlık alemine anlatması, özellikle günümüzde mutlaka yerine getirilmesi gereken bir vecibedir.

Müminlerin din kardeşlerine yardımları süreklilik arzetmelidir. Yardım ve iyilik, sürekli oldukça, Allah’ın yardımı da ardı arkası kesilmeksizin devam eder. Çok kere ifade edildiği gibi, bu yardımlar maddi ve manevi olabilir.

İslam, kişinin fiillerini nasıl kalp, dil ve el ile yapılanlar olarak ayırıyorsa, yardım da kalple, dil ve el ile olabilir. Müminin, kardeşinden bir zararı gidermesi veya ona bir fayda sağlaması da yardımdır. Zararı giderme ve fayda sağlama kalbî bir amel olabileceği gibi, bedenî bir fiil de olabilir. Burada aslolan, yapılan iyiliklerin devamlı olması ve bir fiille yetinilmemesidir. Çünkü iyiliğin daha fazlası daha çok iyiliktir.

İlim öğrenmek, İslam’ın çok önem verdiği konulardan biridir. Dünya ve ahiret mutluluğu, ilim ve bilgi sahibi olmakla elde edilir. Kur’an’ın ilk nâzil olan ayetlerinin “oku” emriyle başladığını hepimiz biliriz. Allah Teâlâ:

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) buyurarak, bizi ilme ve öğrenmeye teşvik eder. İnsanlık için lüzumlu olan bütün ilim dalları ve bilgi alanları bu genel hükmün içindedir. Fakat insana hakkı ve bâtılı, doğruyu ve yanlışı, faydalıyı ve zararlıyı, hayrı ve şerri öğreten din ilimlerinin önceliği ve herkes için belli bir seviyede zarureti vardır. Çünkü İslam’ın zorunlu bilgileri, Müslüman olan her ferde farzdır. Fakat herkes Kur’an’ın ve Sünnet’in ilimlerinin her birini öğrenmeye güç yetiremez. Bunun gibi, din alanı dışında kalan ilim ve bilgi dallarını da herkesin keyfiyetiyle değil, ismen bile bilmesi mümkün değildir; buna ihtiyaç da yoktur. Ancak, toplumun ve insanlığın ihtiyaç duyduğu her alanda, ilim ehli kişiler yetiştirmek İslam toplumu için bir vecîbedir. Bunu yapmazsak, hiçbir fert sorumluluktan kurtulamaz.

Öte yandan, Müslüman toplumlar dünyaya ayak uyduramaz ve hayatiyetlerini devam ettirmede güçlük çeker. Peygamber Efendimiz (asm) bizi bu yarışta geri kalmamaya, bilâkis önde olmaya teşvik eder. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak bu sayede mümkün olur. Bu faziletli gayretin içinde olan müminlere Allah cennetin yollarını açar. Çünkü ilim ehli, İslam’ın üstünlüğünü anlayan, anlatan ve başkalarına gösterip isbat eden kimselerdir.

İlim öğrenmenin arkasından, Kur’an okuyan ve onu anlayıp kavramaya çalışan, aralarında müzakere eden bir topluluktan bahsedilmesi dikkat çekicidir. Şu halde, mümin için ilmin temeli Kur’an’la başlar. Kur’an, sürekli okunması, müzakere edilmesi, anlaşılması, mânalarının kavranılması ve hayata uygulanması gereken bir kitaptır. Sadece lafzının okunması ve bununla yetinilmesi, böylece iyi mümin olunabileceği yönündeki anlayış doğru olmadığı gibi, Kur’an’ın bizzat kendi lafzına ve muhtevasına da aykırıdır.

Kur’an okumak, şüphesiz ki faydalı ve sevabı çok olan bir iş, bir ibadettir. Ancak, her ibadetin kendine has bir takım şartları ve riâyet edilecek edepleri olduğu da bilinmektedir. Mümin kişi, Kur’an okurken, kendisini Allah’ın huzurunda duruyormuş ve Allah da kendisine bakıyormuş gibi hissetmelidir. Kalben sanki Allah’ı müşahede ediyor ve Rabbi kendisine hitap ediyormuşcasına bir terbiye üzere bulunmalıdır. Kur’an’ın anlamını bilenler, okudukları âyetlerde geçen Allah’ın zâtını, sıfatlarını, fiilerini, yüceliğini düşünmeli; affını, rahmetini, mağfiretini dilemeli; Allah düşmanlarının helak oluşlarını, yok oluşlarını, onların ibret verici âkıbetlerini gözlerinin önüne getirmeli; peygamberleri ve Allah dostlarını hatırlamalıdırlar. Kısacası, Kur’an’ı farkına vararak okumalıdırlar. Manaya vâkıf olmayanlar ise, yukarıda da ifade edildiği gibi bir ibadet vakar ve saygısı içinde bulunmalıdır. Mümkünse, Kur’an’ın tefsirini okumalı, anlamaya çalışmalı, güç yetiremiyorsa, âlim ve fâzıl kişilerin vaaz, nasihat ve sohbetlerine katılmaya gayret etmelidir.

Her Müslüman, öncelikle Kur’an’ı doğru bir şekilde okumayı öğrenmelidir. Hadisimizde geçen ve “müzakere etmek, anlayıp kavramaya çalışmak” diye terceme ettiğimiz “tedârüs” kelimesi, hem bir kimsenin lafızları okuyuşunun en doğru şekilde olması için iyi bilen bir başkasına okumasını hem de manaların anlaşılması ve hakikatların kavranılması için ilminin yapılmasını ihtiva eder. Yani hem öğretimi hem eğitimi kapsar. Bunun neticesinde, böyle yapanların üzerine sekînet iner. Sekinet tabiri, vakar, tatmin olma, Allah korkusu, Allah’a karşı saygı, kalbin kendisiyle sükûn ve huzura kavuştuğu davranış ve bunun neticesinde hasıl olan duygu anlamlarına gelir. Kur’an’ın nuruyla kalbin aydınlanması, nefsânîlikten kaynaklanan zulmetin, karanlık ve sıkıntı verici duygu ve düşüncelerin gidip, yerine aydınlık, insana manevi haz veren his ve düşüncelerin gelmesidir. İşte bütün bunlar, sekînet kelimesiyle ifade edilmiştir.

Hadiste tilâvet ile tedârüs ayrı ayrı zikredilmiştir. Biz tedârüsü müzakere diye tercüme ettik. Müzakere diye anladığımız tedârüsün neleri kapsadığına işaret etmiş bulunuyoruz. Cebrâil (as)’ın Peygamber Efendimiz (asm)’le Kur’an’ı karşılıklı müzakere ettikleri sahih hadislerde açıkça belirtilir. Tilâvet ise, mücerret bir okuma değildir. Kur’an’ı okuyanın sanki Allah’ın huzurunda duruyormuşçasına ve Allah Teâlâ kendisine bakıyormuş gibi bir edep içinde bulunarak okumasıdır. Böyle bir kimse kalbiyle âdeta Allah’ı müşahede eder, onun kelâmının mânalarını düşünür, nebîlerin ve Allah’ın sevdiklerinin hallerini gözünün önüne getirir, okuduğu Kur’an’ın ahkâmını hayata geçirmeyi hedefler.

Kur’an’ı okuyup onunla meşgul olan ve ilmini tahsil edenlere Allah Teâlâ’nın bir başka ihsanı da onları Allah’ın rahmetinin dört bir yandan kuşatması, rahmet ve bereket meleklerinin çepeçevre sarıp koruma altına almalarıdır. Bu eşsiz mükâfat, onların dünya hayatında başlayan ecir ve karşılıklarının bir bölümüdür. Öte yandan, bu melekler, Kur’an’la bu kadar iç içe olan kimselerin haberini Allah’ın katına ulaştırdıklarında, Cenab-ı Hak kendilerini nezdinde bulunan meleklerin yanında anar. Böylece en yüce makamda isimleri anılır ve duaya nâil olurlar. Ahirette karşılaşacakları mükâfatlar ise, pek çok sahih hadiste zikredilmiştir. 

Bir kimse, hasebi, nesebi, soyu, sopu sebebiyle cennete giremez. İnsanın yaptığı iyi işler, ibadet ve taati cennete girmesine vesiledir. Fakat hasebi ve nesebi, kavmi ve ırkı asla hesaba katılmaz.

Bunlar cennete girmeye sebep olmadığı gibi, dünyada üstün ve imtiyazlı sayılmaya da sebep teşkil etmez. Çünkü bir insanın ırkı, kavmi, hasebi ve nesebi sebebiyle üstün sayılmasının mantıkî bir izahı yoktur. Zira, herhangi bir ırktan, milletten, soy ve nesepten olmak, hiç kimsenin kendi elinde değildir. Bu sebeple dinimiz, üstünlüğün ölçüsünü kişilerin elinde olmayan özelliklere bağlamamış, bunun aksine herkesin yarışabileceği, kişinin iradesi ve davranışı ile alakalı vasıflara tahsis etmiştir. İslam’da üstünlüğün ve önde olmanın ölçüsü takva, yani Allah korkusu ve saygısı olup, bu kişinin ulaşabildiği en üstün kulluk mertebesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Şüphesiz ki sizin Allah yanında en üstün olanınız, takvaca en önde bulunanınızdır.” (Hucurât, 49/13)

Bu hadis-i şerifin ışığında özetle;

- Müminler, iyilik ve hayır olan her konuda birbirlerine yardımcı olmalıdır.

- Dünyada bir müminin sıkıntısını giderene, Allah kıyamet günü sıkıntısını gidererek mükâfat verir.

- Darda kalana, borçlu olana yardım, dinimizin emridir. Yardım edilecek kişi mümin veya gayrimüslim olabilir.

- Müslümanların cezayı gerektirmeyen ve kul hakkı olmayan kusurlarını örtmek bir fazilettir. Allah da böyle davrananların kusur ve aybını örter.

- Müslümanların birbirine yardımı sürekli olmalıdır. Başkasına yardım edene Allah da yardım eder.

- İlim öğrenmek en faziletli amellerden biridir; sahibine cennetin yollarını kolaylaştırır.

- Cennete girmenin yollarından biri, ilim öğrenmektir; çünkü ilim insana hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdedebilme vasfı kazandırır.

- Cami, mescid, tekke, medrese ve evlerde bir araya gelerek Kur’an okumak ve müzakere etmek en büyük faziletlerdendir.

- Kur’an’ın ilmine, akâidine, fıkhî ahkâmına, âdâb ve ahlakına dair bilgiler edinmek, hangi alanda yetişirse yetişsin bir Müslümanın ilminin temeli olmalıdır.

- Kur’an’ı okumak, müzakere etmek, anlayıp kavramaya çalışmak ibadettir. Bunun karşılığında Allah, böyle olanların kalbine sekînet indirir, rahmet onları kaplar ve melekler kendilerini kuşatır.

- İyi işler, cennete girmenin vesilesidir.

- Kişinin nesebi, soyu, sopu onu cennete katmaz. (bk. Riyazü’s-Sâlihîn Tercüme ve Şerhi, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Erkam Yay., H. No: 247, 1025, 1384)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun