Barışçı Bir Dinin Radikal Grubu: Hariciler

Günümüzde İbâdiye hariç, Hâricîliğin yaşayan bir kolu bulunmamaktadır. Ancak, Hâricîlerin düşünce tarzları ve davranış modelleri, farklı isimler altında veya en azından şahıs bazında devam etmektedir. İslam dünyasında bazen Hâricîlerin gerek düşünce olarak, gerekse eylem olarak takipçileri görülmüştür.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından sonra, farklı nedenlerle ve özellikle de İslâm Coğrafyasının genişlemesi ile birlikte bir takım fikir ayrılıkları doğmuş ve çeşitli mezhepler ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri Hâricîlik hareketidir. Hâricîlik, “İnsanlardan, dinden, haktan veya Hz. Ali’den uzaklaşan ve yönetime karşı ayaklanarak cemaatten çıkanlar” anlamında kullanılmıştır.

Hâricîlik, İslâm Mezhepleri Tarihi’nde ortaya çıkan ilk mezheptir. Her ne kadar tarihi arka planı ile birlikte, değişik faktörler onun doğuşuna ve ana bünyeden kopuşuna zemin hazırlamış ise de, bir fırka olarak zuhuru Sıffin Savaşı (m. 657) sonrasında olmuştur. Biz bu çalışmamızda öncelikli olarak, “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker / iyiliği emredip kötülükten sakındırma” prensibinden çok kısa olarak bahsedip, sonra da Hâricîlerin söz konusu prensiple alakalı düşünceleri ile, tatbikat şekillerinden söz edeceğiz.

Şurası bilinmektedir ki, günümüzde İbâdiye kolu hariç, Hâricîliğin yaşayan bir kolu bulunmamaktadır. Ancak, Hâricîlerin düşünce tarzları ve davranış modelleri, farklı isimler altında veya en azından şahıs bazında devam etmektedir. İslâm dünyasında zaman zaman Hâricîlerin sadece düşünce olarak değil, eylem olarak da takipçisi bir kısım yapılanmalar bulunmaktadır. Dolayısıyla, günümüzdeki bir takım örgütlerin tarihteki örneklerini göstermek bakımından böylesi bir çalışma büyük bir öneme sahip bulunmaktadır. Bunları söylerken Hâricîliğin söz konusu yönlerinin hiç ele alınmadığını söylemek istemiyoruz. Zira, Hâricîlikle alakalı pek çok çalışma yapılmıştır.

Mezhepler Tarihi araştırmacıları bilirler ki, Hâricîliğin İbâdiye koluna ait bir kısım kaynak eserler hariç, kendileri tarafından kaleme alınmış eserler farklı nedenlerle günümüze kadar ulaşamamıştır. Kaldı ki, bir kısım İbâdîler, İbâdiye’nin Haricilerin bir kolu olarak görülmesini doğru bulmazlar1. Dolayısıyla, Hâricîlerle ilgili verilen bilgiler genellikle farklı fırka mensuplarının yazmış oldukları kaynak eserlere dayanmaktadır. Bizim burada verecek olduğumuz bilgiler ise, klasik İslâm Mezhepleri Tarihi eserleri ile, İslâm Tarihi temel kaynaklarının karşılaştırılması ve bir kısım çağdaş çalışmalarla desteklenmesi sonucu oluşturulmuştur.

Şu hususa da işaret etmemiz yerinde olacaktır: Hâricîlerin bütün gruplarını aynı kategoride değerlendirmek mümkün değildir. Örneğin, ilk Hâricîler olan el-Muhakkimetü’l-Ûlâ ile, onlardan kopan Ezârika son derece sert davranışlar sergilerken, diğerleri onlara göre biraz daha yumuşaktırlar. İbâdiye ise en mutedili olup, bu yüzdendir ki, günümüze kadar ulaşmayı başarabilmiştir. Verecek olduğumuz örnekler, genellikle en sert ve acımasız kollarına aittir.

El-Emru Bi’l-Ma’rûf Ve’n-Nehyu Ani’l-Münker Prensibi

“El-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” İslâm’ın her bir Müslümana yüklediği bir görevdir. Müslümanlar bu emir gereği, iyiliği tavsiye edecek, kötülüklerden ise sakındıracaktır. Bu genel bir görev olmasına karşın, Hâricîlerin ve Hâricîlerden etkilenen bir kısım fırka ve cereyanların bu prensibi uygulayış tarzları çok farklıdır. Öncelikle “iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak” anlamına gelen bu prensiple ilgili İslâm Mezheplerinin farklı telakkileri ile, bu prensip içinde yer alan “ma’rûf” ve “münker” kelimelerinin hangi manalarda kullanıldıklarına bakalım.

Arapça’da “bilmek, tanımak, düşünerek kavramak” anlamındaki irfan kökünden gelen ma’rûf, sözlükte “bilinen, tanınan, benimsenen şey” manasına gelir. “Bir şeyi bilmemek, bir şey zor ve sıkıntılı olmak” gibi anlamlar taşıyan “nükr” kökünden gelen münker ise; “tasvip edilmeyen, yadırganan, sıkıntı duyulan şey” demektir2. İbn Manzur, ma’rûfu; “Ma’rûf münkerin zıddı olup insanın faydalı bulduğu, hoşlandığı, memnun olduğu şeydir.3” şeklinde tanımlarken, Râgıb el-Isfahânî, “Ma’rûf, akıl ve şeriatın iyi olarak nitelendirdiği fiilleri ifade eden isimdir; münker de yine aklın ve şeriatın benimsemediği, yadırgadığı şeydir.4” diyerek kapsamını biraz daha genişletmiştir.

Ma’rûf ve münkerin tesbiti konusunda, zamanla farklı anlayışlar doğmuştur. Örneğin, Mu’tezile bilginlerinin çoğunluğuna göre, aklın iyi gördüğü fiiller ma’rûf, kötü saydıkları da münker kabul edilmiştir5. Eşarîler ise, akıl yerine nakli esas almışlar ve genellikle ma’rûfu “şeriatın iyi saydığı söz ve fiil”, münkeri de “şeriatın vukuunu sakıncalı gördüğü şey” diye tanımlamışlardır6.

Kur’ân’da bu iki kelime genellikle kalıp halinde kullanılmaktadır. İlgili âyetlerden birinde şöyle denilmektedir: “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.7” Ancak Kur’ân’da bu kavramların kapsamı tam anlamıyla tesbit edilmemiştir. Bu durum, söz konusu terimlerin çok daha geniş anlamlara gelebileceğini göstermektedir8. Hz. Peygamber ise, hadisinde konumuzla alakalı şöyle demektedir: “Sizden bir kötülüğü gören, onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbi ile buğzetsin, ama bu imanın en zayıfıdır.9”

İslâm âlimlerine göre, özellikle ictihad alanına giren konularda emir ve nehiy, yetkili kimselerce yapılmalıdır. Zemahşerî, ilgili âyeti açıklarken bu görevi ancak emir ve nehyin metotları hakkında bilgi sahibi olanların yerine getirebileceğini, aksi halde iyiliğin kötülük veya kötülüğün iyilik zannedilmesi gibi hatalara düşülebileceğini hatırlatır10. Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşleri de genellikle bu yöndedir11. Ancak göreceğiz ki, bu prensipleri yerine getirmekte her bir Hâricî kendisini yetkili kabul etmiş ve sonuçta anarşizme sebebiyet vermiştir.

Bu prensibin yerine getirilmesi esnasında kullanılacak metotla ilgili de çok değişik görüşler bulunmaktadır. Bu konuda Ehl-i Sünnet âlimleri çoğunlukla zor kullanmanın caiz olmadığı noktasında ittifak etmektedirler. Ancak tatbikatlarından örnekler sunacak olduğumuz Hâricîlere göre, kesinlikle kötülüğe sapan herkese karşı silahlı mücadele gereklidir. En ılımlı Hâricîler olan İbâdîlere göre ise, halka karşı silah kullanılamaz. Ancak zalim olan devlet başkanları, silahlı ya da silahsız olarak idareden uzaklaştırılırlar12. Hâricîler, isyan hareketlerini de bu temel anlayışlarına dayandırmışlardır.

Hasan el-Basrî, bu prensibi daha çok ahlaki bir prensip olarak değerlendirdiğinden, silahlı isyan fikrini reddetmiştir. Ancak o, halife ve diğer yöneticilerin haksız uygulamalarını ise ağır bir dille eleştirmiştir. Ebû Hanife de; “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” adına, İslâm ümmetinin başında bulunan ve ümmetin birliğini temsil eden devlet başkanına karşı isyan ederek, silahlı mücadeleye girişen ve böylece cemaatin birliğini tehlikeye sokanların, “ıslah ettiklerinden ziyade ifsat ettiklerini” belirtmiş, bu sebeple Hâricîleri şiddetle tenkit etmiştir13.

Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, genellikle İslâm ümmetini devlet başkanı etrafında birleştirmek, sosyal barışı korumak, toplumun fitne ve fesat hareketlerine kapılarak parçalanmasını önlemek düşüncesiyle, siyasi otoriteye karşı silahlı mücadeleye girişilmesi doğru değildir14. Gazzâlî de İhyâ’sında benzeri görüşleri dillendirir15.

“Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.16” hadisi gereği her Müslüman bu prensibin icabını yerine getirmekle yükümlüdür. Ancak, Ehl-i Sünnet dünyasında yukarıda ifade edildiği gibi, farklı bir uygulama söz konusudur. Bu da, toplumda yeni haksızlıklara, fitne ve fesada yol açılmasını önlemek amacıyla, iyiliği emir kötülükten uzaklaştırma faaliyetlerinde, yaptırımlı fiili müdahalelerin sadece resmi kurumlara bırakılmasıdır. Fertlerin ve sivil örgütlerin yetkileri ise eğitim, aydınlanma ve uyarma gibi barışçı teşebbüsler ve iyiliğe ortam hazırlamakla sınırlandırılmıştır17.

Bu prensibin gerekliliği ile ilgili, son olarak şunu ifade edelim: Bir yönüyle İslâm’ın temel dinamiği olan bu prensibin, ihmal edilmesi, değerler sisteminin zayıflamasına, giderek kaosa yol açarak din ve devlet hayatında telafisi zor birtakım felaketlere neden olacaktır18. Gazzâli de, bu prensibin ihmal edilmesi durumunda peygamberlik müessesesinin anlamını yitireceğini, dinin ortadan kalkacağını, fesat ve anarşinin yayılacağını, ülkenin harap olacağını söyler19.

Söz konusu prensiple alakalı bu kadar bilgi ile yetinerek, şimdi Hâricîlerden ve onların bu prensini anlayış ve tatbik şekillerinden söz edelim.

Prensibin Hâricî Uygulaması

İslâm’ın ana bünyesinden ilk kopuş Hâricîlerle gerçekleşmiştir. Hâricîler, İslâm düşüncesinde tepkisel din söyleminin ya da kabilevî zihniyetin tipik temsilcileridir20. Hâricîlik hareketinin doğuşundaki en önemli etken, şüphesiz bedevîlikten yerleşik hayata geçen Arap toplumunun geçirdiği değişimdir21. Hâricîlerin en büyük motiflerinden biri; “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibi, diğeri ise “cihad” anlayışlarıdır22. Hâricîlere göre, devletin en önemli vasfı adalet olduğundan imamın ilk işi, söz konusu prensibi uygulamaktır23.

Hâricîlerin bu prensibi uygulamaları, şüphesiz diğer İslâm fırkalarından çok farklıdır. Hâricîler bu konuda, son derece sert ve haşindirler, herhangi bir taviz veya müsamahaya tahammülleri yoktur. Zira, içinde bulundukları kabileler arasında sürekli savaş ve kan davalarının hüküm sürmesi ve oldukça zor hayat şartları altında yaşamak zorunda kalmaları, bu insanları sert tabiatlı, savaşçı ve şiddet yanlısı yapmıştır24. Onların bu hoşgörüsüzlüğü, fırkayı çok süratli bir şekilde alt kollara ayırmıştır. Zira onlar, dışarıya karşı gösterdikleri müsamahasızlığı, çok zaman kendi aralarında da göstermişlerdir25. Bu açıdan aradan çok kısa bir süre geçmeden 65/684 yılında el-Muhakkimetü’l-Ûlâ26 denilen ilk Hâricîlerden, kurucularının adlarına izafeten Ezrakiyye, Necdiyye, Sufriyye ve İbâdiye olmak üzere dört ana fırka doğmuştur27.

Hâricîler, bu dört önemli kolun dışında yirmi kadar da alt kola ayrılmıştır ki, çok farklı fikirler öne sürmüşlerdir28. Bizim bu çalışmamızda, Hâricî kollarını ayrı ayrı ele almamız mümkün değildir. Ancak şu kadarını ifade edelim ki, Hâricî fırkalarının en şiddetlisi Ezârika, en mutedili de İbâdiye’dir. Ezârika’nın üzerinde hassasiyetle durduğu fikir, Hz. Ali, Hz. Osman’ın yanı sıra Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Aişe, Hz. Abdullah b. Abbas (r.anhüm) ve bunlara taraftar olan herkesin dinden çıkmış olduğuna inanmaktır29. Hatta Hâricî olmayan Müslümanlar bir tarafa, kendilerine katılmayan Hâricîler de kafirdirler30. Yine onlara göre, büyük günah işleyen herkes kafirdir. Muhaliflerin tamamının büyük günah işlediğini kabul ettiklerinden, onların ülkeleri “dâru’l-küfr” kabul edilmiştir31. Büyük günahları işleyenleri kafir saydıkları gibi, küçük günahları işleyenleri de kafir ve müşrik kabul etmektedirler32. Bir kısım Hâricîlere göre, büyük günah işleyenler; kendilerinden ise kafir olmazlar, ancak kendi dışındaki Müslümanlardan ise, kafir olurlar33. Hâricîlerin büyük bir ekseriyeti, böylece iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak adına Müslümanların büyük çoğunluğunu küfürle itham etmektedirler. Ezârika, muhaliflerinin müşrik olduklarını, dolayısıyla kendilerinden olmayan bütün Müslümanların kim olduklarına bakılmaksızın kadın ve çocukları da dahil hepsinin öldürülmelerini ve onların kanları ile birlikte her şeylerinin kendilerine mübah kılındığını iddia etmektedir34. Onlar, sadece idarecilere hücum etmekle kalmadılar, ümmetin çoğunluğunu oluşturan insanları da körü körüne boyun eğmekle suçlayıp karşılarına aldılar35.

Hakemlerin kabulü ile, Hz. Ali’nin saflarından ayrılan Hâricîler, aslında tahkim/hakem tayini işini Hz. Ali’ye başlangıçta zorla kabul ettirmişlerdi. Ancak sonradan farklı nedenlerden dolayı36 bu düşüncelerinden pişman olmuşlar ve Hz. Ali’den de kararından dönmesini istemişlerdi. Hz. Ali’nin kararından dönmemesi üzerine Harûra’ya çekilmişler ve orada kendilerine, Şebes b. Rib’î et-Temîmî’yi askeri komutan, Abdullah b. el-Keva el-Yeşkurî’yi de namaz kıldırmak üzere imam seçmişlerdi. Böylece kendi idarelerini oluşturduktan sonra, işlerin şura yoluyla icra edileceğini, beyatın Allah’a olduğunu ve iyilikle emredilip kötülükten menedileceğini münâdilerle ilan etmişlerdi37. Görülmektedir ki, onların aldıkları ilk kararlar arasında, “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibinin icrası bulunmaktaydı.

Hz. Ali, ayrı bir yönetim kuran bu insanlarla görüşme yapmak üzere Hz. Ali, öncelikle Abdullah b. Abbas’ı göndermiş38, daha sonra da kendisi liderleri ile bizzat görüşmüştü39. Onun konuşması sonrasında bir kısmı geri dönmüştü. Geride kalanlar ise, “çok secde etmekten dizleri deve dizleri gibi çatladığı” için, Zü’s-Sâfinât denilen Abdullah b. Vehb er-Râsibî’nin evinde toplanarak durumu gözden geçirmişlerdi. Râsibî, amaçlarının iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak prensibini bu dünyaya yaymak olduğunu belirtmişti40. Râsibî, 19 Şevval 37 / 30 Mart 658 tarihinde kendisine beyat edenlere okuduğu hutbede şunları söylemişti: “Allah, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak, doğruyu söylemek ve yolunda savaşmak üzere bizden ahd ve misak almıştır…41”

Hâricîler, devlete karşı eylemlerinde “lâ hükme illâ lillâh/hüküm yalnız Allah’ındır” ifadesini slogan olarak kullanırken42; kişilere karşı eylemlerinde “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibini esas almışlardı. “Lâ hükme illâ lillâh” sloganını Hâricîler; “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir.43” âyetine dayandırmışlardı44. İlk olarak Hakem Olayı’nda Hz. Ali’ye karşı kullandıkları bu slogan için, Hz. Ali, “Bu zulüm kasdedilen hak bir sözdür.” şeklinde bir değerlendirmede bulunmuştu45. Kaldı ki, Hâricîlerin bir kısmı Hz. Ali’yi dinleme cesaretini de gösteremeyip, o konuşurken kulaklarını tıkıyorlardı. İbn Kesîr’in ifadesi ile dalalete düşmüş cahillerin, söz ve fiillerinde eşkıya olan bu grup mensuplarının46 iyiliği emrederken ve kötülükten sakındırırken nasıl hareket edebilecekleri aşikardır.

Bu fırka mensuplarının ne derece ikilem içinde bulunduklarını, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama adına İslâm Dünyasında nasıl bir terör estirdiklerini ayrıntılı olarak ele alacağız. Zira Hâricîlerin ne derece şiddet yanlısı oldukları, kendi anlayışlarının dışında doğru kabul etmediklerinin pek çok örneği bulunmaktadır.

Hâricîlerin lideri Râsibî, Basra’da bulunan Hâricîlere yazdığı mektupta onların kendilerine katılmalarını, iyiliği emredip kötülükten menetmelerini istemişti47. Râsibî’nin bu teklifine olumlu cevap veren Basra Hâricîleri, Nehrevan Köprüsü’nde toplanmış olan Kûfe Hâricîlerine katılmak üzere Basra’dan çıkıp, Nehrevan’a yaklaşmışlardı. Bu arada, içlerinde Abdullah b. Habbab b. Erett ile doğumu yaklaşmış bir derecede hamile bulunan hanımı veya cariyesi olan bir topluluğa rastladılar. Abdullah b. Habbab’ın48 boynunda bir Kur’ân asılı idi.

Hâricîler, Abdullah’a kim olduğunu sorduktan sonra, ona kendisini güvende hissetmesini ve sorularını doğru olarak cevaplamasını istediler. İlk olarak, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki görüşlerini sordular. Abdullah, onları hayırla andı. Hz. Osman’ı sorduklarında ise, onun başlangıçta da sonrasında da haklı olduğunu ifade etti. Hz. Ali ile ilgili sorularına ise, “O, Allah’ı sizden çok iyi bilir ve sizden daha dindardır, görüşü de sizden daha isabetlidir.” cevabını verdi. Hâricîler, İbn Habbab’ın verdiği bu cevaplardan memnun olmadılar ve kızarak şöyle dediler: “Sen hevâya uyuyor ve kişileri işleri ile değil, adları ile tanıyorsun. Allah’a yemin ederiz ki, seni görülmedik bir şekilde öldüreceğiz.”

Bundan sonra, Abdullah’ı hamile olan eşi ile birlikte alıp, kollarını arkasına bağladılar ve yolda bir hurmalığa vardılar. Abdullah, bunlara; “Ben Müslümanım, öldürülmemi gerektirecek bir harekette bulunmadım. Ayrıca size ilk rastladığımda bana emniyette olduğumu söylediniz” dedi. Ancak onlar, “Senin boynunda asılı olan Kitab, bize senin öldürülmeni emrediyor” diyerek, İslâmiyet’e büyük hizmetler etmiş, birçok gazalarda bulunmuş bu önemli zatı yere yatırıp koyun keser gibi kestiler; karısının da hiçbir suçu yokken, feryat ve yalvarmalarına bakmadan karnını yararak şehid ettiler. Ayrıca bu kafilede bulunan diğer dört kadını da kestiler49.

Haber Hz. Ali’ye ulaşınca, olayı soruşturmak üzere el-Hâris b. Mürre’yi görevlendirdi. Hâris, oraya varır varmaz, Hâricîler tarafından sorgusuz sualsiz öldürüldü. Bunun üzerine, Hz. Ali’nin yanındakiler dehşete kapılarak, Muâviye’nin üzerine gitmeden, öncelikle Hâricîlerin işinin bitirilmesi gerektiğini söylediler. Zira onlar, Şam’a gittiklerinde geride kalan ailelerine ve mallarına Hâricîlerin zarar vereceklerinden korkuyorlardı50.

Maalesef, bedevî zihniyeti ile hareket eden, İslâm’ın ruhundan habersiz, Kur’ân ve Sünnet hakkında bilgileri son derece yetersiz olan Hâricîler; bu katliamı, gaye edindikleri “iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak” adına yapmışlardı. Ancak bu prensibi yerine getirirken büyük bir fitne hareketinin içinde olduklarının da farkında bile değillerdi. Zira, İslâm dünyasında tam bir terör havası estirmekte idiler. Hâricîlerin ileri derecedeki taassubu, aşırı hükümleri ve şiddet hareketleri ile derhal kendini gösterdi. Hz. Ali’nin hilafet üzerindeki iddialarının hükümsüz olduğunu ilan ettikleri gibi, Hz. Osman’ın hareketini de takbih eyleyerek, katlinden dolayı intikam almak fikrini de külliyen reddettiler. Hatta daha da ileri giderek, Hz. Osman ile beraber Hz. Ali’nin hilafetlerini kabul edenlerle, kendi fikirlerini kabul etmeyenlerin dinden çıktıklarını ve bunların öldürülmeleri gerektiğini ilan ettiler. Ardından da, kadınlar da dahil, pek çok kimseyi öldürdüler51.

Hâricîler, “El-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibini uygulamak adına cehaletlerinin eseri olarak sürekli tenakuza düşmekte idiler. Onların en büyük çelişkileri kendileri gibi düşünmeyen dindaşlarına son derece sert ve katı davranmalarına mukabil; ehl-i kitaba zimmet-i nebeviyeyi muhafaza düşüncesi ile ilişmemeleridir. Bu ters uygulamalarına ilişkin İslâm Tarihi’nden bir kısım örnekler sunalım.

Mu’tezile’nin önde gelen isimlerinden biri olan Vâsıl b. Ata, arkadaşları ile çıktığı bir yolculukta Hâricîlerden bir grubun kendilerine doğru geldiğini gördü. Arkadaşları bu durumdan çok korktular. Vâsıl, arkadaşlarından kendisini Hâricîlerle yalnız bırakmalarını istedi ve bir çaresini bulup kurtulacakları yolunda ümit verdi. Arkadaşları, yaklaşan Hâricîlerin korkusundan dehşete düşmüş bir vaziyette idiler ve ümitlerini Vâsıl’ın bulacağı çareye bağlamışlardı. Hâricîler yanlarına geldiğinde, aralarında özetle şöyle bir konuşma cereyan etti: Hâricîlerin; “Siz kimlersiniz?” sorusuna Vâsıl; “Allah kelamını dinlemek ve hudud-u İlâhiyi öğrenmek isteyen müşrikleriz.” şeklinde cevap verdi. “Dehaletinizi kabul ettik” diyen Hâricîlere Vâsıl, kendilerine talimde bulunmalarını istedi. Bunun üzerine Hâricîler, kendilerinin ahkamını onlara tebliğ ettiler. Vâsıl da “Ben ve arkadaşlarım söylediklerinizi kabul ettik” dedi. Bunun üzerine Hâricîler, Vâsıl ve arkadaşlarına kendileri ile birlikte yürümelerini, artık bundan böyle arkadaşları olduklarını söylediler. Vasıl ise onlara; “Buna hakkınız yoktur, çünkü Allahu Teâlâ kitabında; “Eğer müşriklerden biri sana sığınacak olursa, Allah’ın sözünü dinleyinceye kadar onu koru. Sonra da onu güvenilir bir yere gönder.52” buyuruyor. Siz bizi, emin olacağımız yere götürmeye mecbursunuz.” dedi. Bunun üzerine Hâricîler birbirlerine bakındılar ve buna mecbur olduklarına karar verdiler. Kalkarak Vâsıl ve arkadaşlarını gidecekleri yere kadar götürdüler53.

Bu olaydan başka, anlatılan benzeri bir diğer olay da şöyledir: Hâricîlerden bir grup, bir gün yolda giderken bir Müslümanı ve bir Hıristiyanı yakalamışlar, Müslümanı öldürüp, zimmet-i nebeviyeyi muhafaza düşüncesi ile Hıristiyana dokunmamışlardı54. Onların garip bir şekilde Müslümanlara göstermedikleri bu müsamahayı, Ehl-i Kitab’a göstermelerinin izahını yapmak zordur. Ancak onlar, Ehl-i Kitab’ın Müslümanlar gibi Allah’ın gerçek vahyine mazhar olamadıklarından, onları himaye etmenin ve korumanın gerektiğine inanmışlardır. Bununla birlikte, farklı nedenlerle daha sonraki devirlerde Ehl-i Kitab’a daha az müsamahalı davranılmıştır55.

Hâricîler, söz konusu prensibi uygulamakta son derece tezat içine düşmüşlerdi. Onların ne denli tezat içinde bulunduklarını şu olaylar göstermektedir: Abdullah b. Habbab’ı ve masum kadınları şehit ettikleri hurma ağaçları altında bir Harici, ağaçtan düşen bir hurmayı ağzına almıştı. O, “bedelini vermediğin bu hurmayı nasıl yersin?” diye arkadaşları tarafından öldürülmüştü56. Yine bu sırada zimmilerden birinin domuzu orada dolaşmaktaydı. Hâricîlerden biri kılıcıyla bu hayvanı öldürdü. Hâricî arkadaşları onu; “Yer yüzünde fesat icra ediyorsun” diye öldürmeye kalkıştı. O ise, domuz sahibini buldu, onu razı etti ve böylece ölümden kurtuldu57.

Onların ters davranışlarını gösteren bir örnek de şöyledir: Hâricîler, bir Hıristiyandan bir hurma ağacı istediler. Adam; “Alın sizin olsun” dedi. Onlar ise; “Vallahi bunu parasız almayız.” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hıristiyan adam; “Bu ne garip şey, Abdullah b. Habbab gibi bir adamı öldürüyorsunuz, fakat bizim hurma ağacımızı para vermeden almak istemiyorsunuz?” dedi58. Yukarıdaki örneklerden anlaşıldığı gibi Hâricîler; “iyiyi emr, kötüyü men” hükmünü yerli yersiz uyguladılar59.

Görüldüğü gibi, onların bedevî nazarlarında kendileri gibi düşünmeyen bir Müslümanın, Hıristiyanın domuzu kadar ehemmiyeti bulunmamakta idi. Domuzu öldürünce fitne çıkacağından endişe eden bir Harici, Müslüman kanı akıtmaktan hiçbir şekilde geri durmamaktaydı60. Şüphesiz bu da onların tamamen yapılarıyla alakalıdır. Kör taassupları, onları istikametli düşünmekten ve makul davranıştan uzaklaştırmakta idi. Bu itibarla, onları bu anlayışa sürükleyen etkenler üzerinde kısa da olsa durmakta yarar vardır.

Hâricî Mantığı

Hâricîleri bu tarz davranışa sürükleyen şeyin, öncelikle mantıkları oluşuna dikkat çeken Muhammed Ebû Zehra, şöyle der: “Hâricîler düşmanlarının hiçbir delilini kabul etmezlerdi. Ne kadar açık-seçik ve hakka yakın olursa olsun, onların görüşleri ile ikna olmazlardı. Bilakis rakiplerinin delilleri güçlü olduğu nispette, kendi inançlarına daha fazla sarılırlar ve kendi inançlarını destekleyen delilleri daha fazla araştırırlardı. Bunun sebebi, körü körüne düşüncelerine bağlanmaları ve mezheplerinin kalplerine yerleşmesi, bütün düşünce ve idrak yollarını tıkamasıydı. Diğer yandan Hâricîler bedeviliklerini yansıtan bir şekilde, münakaşalarda çok sert ve katı idiler. Bunların tek yönlü düşünmelerine ve başka yönleri dikkate almamalarına sebep de bu idi. Hâricîlerin mezheplerini aşırı derecede savunmaları, bunların bazen hadisler uydurarak Resulüllah’a nisbet etmelerine neden olmuştu.61”

Muhammed Ebû Zehra, Hâricîlerin davranışları ile ilgili şaşkınlığını şöyle ifade eder: “Acaba Hâricîlerde bulunan, birbirine zıt bu sıfatların varlığının sebebi ne idi? Bir tarafta takva ve ihlas, diğer yanda sapıklık, çılgınlık, aşırılık, katılık, inançlarına davet etmede taşkınlık, insanları baskı ve zorla sapık görüşlerini kabullenmeye icbar etmek, İslâm dininin hoşgörülülüğü ile, ihlas ve takvanın kalblere doldurduğu şefkat ve merhametle bağdaşmayan davranışlar.62”

İzmirli İsmail Hakkı da, Hâricîlerin maksatlarının Kur’ân’a karşı gelmek olmadığını, onların kaba ve sert davranışlarının Kur’ân’ı yanlış anlamalarından kaynaklandığını, onların “fıkıh bilmez bedeviler” olduklarını; dolayısıyla en küçük bir hatada birbirlerini tekfir ettiklerini ifade eder63. Câbiri’ye göre, bunların dünyası fikrî derinliği olmayan sade bir dünyadır64. Araştırmacıların ekserisinin üzerinde birleştikleri asıl nokta, Hâricîlerin basit bedevi mantığı ile hareket ettikleridir. Ayrıca onların arasında Kur’ân hükümlerini bilen ve anlayan kültürlü insanlar olmadığı için, bu yüzeysel anlayışın Kur’ân’a bakışlarına da egemen olduğu kimsenin gözünden kaçmaz. Bu basit çöl hayat tarzının yüzeysellik karakterini dindarlıklarına da yansıtan bu insanlar, dinin inceliklerini anlamakta güçlük çekiyorlardı65.

Kendi görüşlerine aşırı şekilde bağlı olan Hâricîlerin durumu, tam anlamıyla bedevilerin kendi kabile yapılarına sıkı sıkıya bağlı oluşlarını yansıtmaktaydı. Çünkü onlar, görüşlerinin doğru olup olmadığını hiçbir şekilde sorgulamamakta idiler66. Hâricîlerin çoğu Kur’ân okurdu. Fakat yukarıda ifade edildiği gibi, fıkıh bilmez cahil bir zümre idiler67.

Hâricîlerin içerisinde İslâmiyet’e samimiyetle hizmet etmek düşüncesinde olanlar vardı. Ancak ne var ki, bu konuda yanlış yoldan yürüdüler68. Bilgisizlikleri onları sürekli yanlış inanç ve davranışlara sürükledi. Sonrasında birçok fırkalara ayrıldılar. Onların çok çabuk bölünüp parçalanmalarına Bağdadî’nin naklettiği şu olay güzel bir örnektir:

Hâricî liderlerinden biri olan Necdet b. Âmir el-Hanefî: “Kim küçük bir günah işler veya küçük bir yalan söyler ve bunlarda da ısrar ederse, o kimse müşriktir. Fakat üzerinde ısrar etmeksizin, zina eden, hırsızlık yapan ve içki içen biri, kendi taraftarlarından biri olmak şartıyla, Müslümandır.” diyerek, bidate giren taraftarlarını bilgisizliklerinden dolayı mazur görür. Bunun üzerine kendisine uyanların pek çoğu, görüşünün isabetli olmadığını düşünerek liderleri Necdet’ten, “Mescide git ve bidatlerinden tövbe et!” diyerek tövbe etmesini isterler. O da söyleneni yapar. Ancak taraftarlarından bir kısmı, liderlerinin tövbeye davet edilişinden pişmanlık duyarak kendisinden özür dilerler ve “Sen imamsın ve senin ictihadda bulunma hakkın vardır. Artık senden tövbe etmeni istemeyeceğiz. Onun için, ettiğin tövbeden tövbe et ve seni tövbeye davet edenleri, bu defa sen tövbe etmeye çağır; aksi halde seni terk ederiz” derler. Necdet, bu defa da onların dediğini yapar ve tövbesinden tövbe eder ve kendisini tövbeye çağıranların tövbe etmelerini ister. Bunun üzerine adamları, kendisi hakkında çeşitli görüşlere ayrılırlar. Bir kısmı onu terk eder, bir kısmı da kendisiyle birlikte kalır69.

Bu olaydan da anlaşılacağı üzere, Hâricîler verdikleri dini hükümlerde genellikle aceleci idiler. Bu nedenle Kur’ân ve Sünnet’e bütüncül yaklaşımdan çok parçacı yaklaşıyorlardı. Bu durum ise, verdikleri kararlarda yanılmalarına, çelişki içinde bulunmalarına ve çok çabuk ihtilaf edip bölünmelerine yol açıyordu. Hâricîlerin bu özelliklerini çok iyi bilen Emeviler, onlarla olan mücadelelerinde bu yönlerinden yararlanmayı bilmişlerdir70.

Onları sert davranmaya sevk eden diğer sâiklerin yanında kabile çekişmesi ve ırkçılığın rolünü de unutmamak gerekir71. Zira Hâricîler, Rebia kabilesine mensuptular. İktidar ise, Mudar kabilesinin elinde idi. İslâm, câhiliye döneminde son derece ileri safhada olan kabile çekişmelerini her ne kadar hafifletti ise de, tamamen silemedi. Zira insanların yaratılışlarında bu duygular az veya çok daima mevcuttu72. Şüphesiz bu duygular, uygun bir ortam bulduğunda kendiliğinden belirmektedir.

Hâricîler İslâm’ın emri olan “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibini uygulamakta İslâm’ın ruhuna o kadar ters düşmüşlerdi ki, yukarıda sözü edildiği gibi, İslâm’a davet adı altında bu gayretlerini Müslümanlarla savaşmaya tahsis etmişlerdi. Çünkü onlara göre, yegane Müslüman kitle kendileri idi73 ve onların dışındaki Müslümanlar kafir idi. Bu itibarla hakkı açıklama yetkisini sadece kendilerinde görmüşlerdi74. Gerçek imanı da kendileri temsil ettikleri için75, diğer Müslümanların kendi imanlarına çağrılması, bu prensibe göre şarttı. Nitekim sözü edilen Abdullah b. Vehb er-Râsibî, imamete geliş konuşmasında, “Her ne kadar İslâm’ı kabul etmişlerse de, kendi heveslerine uyarak Allah yolundan sapanlara” karşı savaşacağını açıkça belirtmişti76. Onların söz konusu prensip adına, mücadeleleri kendilerinin dışındaki tüm Müslümanlarladır. Kaldı ki onlara göre, amel imandan bir cüz olduğu için, büyük günah işleyenler dinden çıkmışlardır77. Hz. Osman’ı ve Hz. Ali’yi de bu gerekçe ile mürted olarak görmüşlerdi. Hz. Ali’ye tevbe ederek tekrar dine girmesini teklif etmişler, ancak Hz. Ali onların bu fikirlerini yanlış gördüğü için tekliflerini de reddetmişti78.

Hz. Ali, Hâricîlerle Nehrevan savaşı öncesi hem kendisi hem de Ebû Eyyûb el-Ensârî vasıtasıyla konuşarak onları ikna etmeye çalıştı ise de bir faydası olmadı79. Zira, Hâricîler kelime ve lafızların zahirine önem veriyor ve sımsıkı yapışıyorlardı. Bundan dolayıdır ki, Hz. Ali’nin onlarla münakaşasında âyetlerin üzerinde durmadığı görülmekte idi. Çünkü o, karşısındakilerin nasların ancak zahirleriyle meşgul olduklarını biliyordu. Bunun için, onlarla konuşmalarında Hz. Peygamber’in davranışlarından örnekler vermeğe çalıştı80. Hz. Ali’nin Hâricîlerle yaptığı şu tartışma, konumuzla ilgili güzel bir örnektir:

“Bir de benim hata ettiğimi ve saptığımı iddia ediyorsunuz. Peki neden bütün ümmet-i Muhammed’i de sapıklıkla itham ediyor, benim hatam yüzünden Müslümanları hesaba çekiyor ve onları, benim günahlarım sebebiyle kafir sayıyorsunuz? Kılıçlarınız devamlı havada, suçluya da indiriyorsunuz, suçsuza da. Suçsuzu, suçlu ile karıştırıyorsunuz. Halbuki siz, Resulüllah (s.a.s.)’in evli olduğu halde zina eden kişiyi recmettirdikten sonra, cenaze namazını da kıldırdığını, daha sonra da mirasçılarını ona varis yaptığını; haksız yere birini öldürene kısas uyguladıktan sonra terekesini mirasçılarına dağıttığını, hırsızın elini kesip, evli olmadığı halde zina edene dayak attırıp, daha sonra ganimet malından hisse verdiğini ve bunların Müslüman kadınlarla evlendiğini çok iyi bilmektesiniz.81”

Hâricîler, kendilerini gerçek Müslüman, diğer Müslümanları ise kafir, zalim ve fasık olarak görmekte idiler. Yaptıkları toplantılarda sürekli bunu dile getiriyorlar ve cihad konusunu sıklıkla işliyorlardı. Özellikle, Allah’ın verdiği güç ve takat nispetinde kendi dışındakileri kılıçtan geçirmelerini istiyorlardı82. Maalesef bu durum, onların hayat felsefesi olmuştu. Onlardan Sıffin’de ilk kılıç çeken şahıs, Urve b. Üdeyye’dir. Urve, Ziyad zamanında öldürülmüş ve hizmetçisine efendisinin özelliklerini anlatması istenilmişti. O da, onun önüne hiçbir zaman gündüzleri yemek koymadığını ve geceleri de yatak sermediğini söylemişti83. Görülüyor ki, Hâricîler şahsi yaşayışlarında son derece ibadetlere düşkündüler. Ancak onlarda başkalarıyla olan ilişkilerinde ve dini anlatmada bir denge bulunmamaktaydı.

Hz. Muâviye’yi itaate zorlamak için sefer hazırlığı içinde bulunan Hz. Ali, bir Hâricî olan Abdurrahmân b. Mülcem el-Murâdî tarafından şehit edildi (15 Ramazan 40 / Ocak 661)84. Böylece fikir ve düşünce planında karşı koyamadıkları Hz. Ali’yi de şehit ettiler. Onlar bu sert ve kaba hareketleri ile İslâm’a hizmet edip, Allah’ın rızasını kazandıklarını sanıyorlardı85. Halbuki bir fitne çıkarmak binlerce katilden daha tehlikeli idi. Bunlar ise, hem fitne ve fesat çıkarıyorlar ve hem de katlediyorlardı. İşin garibi, bu hareketlerine de dinî bir renk veriyorlardı. Öyle ki İbn Mülcem, Hz. Ali’ye kılıcını vururken “Ey Ali, hüküm Allah’a aittir; ne sana ne de arkadaşlarına” diyebilmekteydi86.

Harici fırkalarının içinde diğerlerine nazaran daha ılımlı olan ve kuvvetle muhtemel sırf bu yumuşaklıklarının yüzünden günümüze ulaşabilen tek Hâricî fırkası İbâdiye, Hâricî olmayan Müslümanlara karşı daha müsamahalıdır. İbâdîler’de en önemli unsur adalet anlayışıdır. Onların adalet anlayışları, iyiliği emretmek ve kötülükten yasaklamak şeklinde ifade edilmiştir. Bu prensip, başta imam olmak üzere, her Müslümanın vazgeçilmez bir görevidir87.

Ancak bu prensip adına yukarıda sözü edildiği gibi, İslâm’ın ruhuna ters olarak Müslümanlar arasında terör fırtınası estirmekte idiler. Zira, İslâm, bunların kalplerini fethetti ama, düşünceleri yüzeysel, ufukları dar ve ilimden uzak idiler. Böylece bu insanlardan mü’min, fakat düşünce sahaları dar olduğu için mutaassıp, çölde yaşadığı için taşkın ve atılgan, daha önce bol nimetler bulamadıkları için zahid bir cemaat ortaya çıktı88. Câhız, Hâricîlerin bu yönlerine işaretle; onları mutaassıp ve savaşı dinden sayanlar, şeklinde tarif etmişti89.

Arap bedevi kabileleri, yoksul bir hayat yaşıyor ve hayatlarını çapulculuk, avcılık ve ticaret kervanlarını yağmalamakla idame ettiriyorlardı90. Hâricîlerin çölde yaşadıkları bu hayat tarzı onları, sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklemişti. Şayet bunlar müreffeh bir hayat içerisinde yaşasalar, nimetlere boğulsalardı, elbetteki onların sertliği hafifleyecek, katılıkları yumuşayacak ve şiddetleri hafifleyecekti91. Demek oluyor ki, Hâricîlerin “iyiliği emretme, kötülükten yasaklama” ilkesi adına sert tavırlarının altında yatan bir diğer önemli neden de ekonomikti. Zira onların gelir seviyeleri son derece düşük idi. Bu durum sosyolojik ve psikolojik bir realitedir ve aynı şeyler günümüz Müslüman grupları için de geçerliliğini sürdürmektedir.

İleri dönemlerde bazı Hanbelilerin birtakım davranışları, şiddet ve müsamahasızlıkta Hâricîlere benzemekte idi. Onlar da söz konusu prensip adına, makul olmayan davranışlar sergilemişlerdi. İbnu’l-Esîr, Hanbelilerin 323/934 yılında evlere ve halka hücum ettiklerini, şarkıcıları dövüp, çalgı aletlerini kırdıklarını, buldukları içkileri döktüklerini, erkeklerin kadın ve çocuklarla sokakta gitmesini engellediklerini, masum kadınların aleyhine şahitlik ettiklerini, önlerine geleni dövdüklerini kaydetmektedir92.

Hâricîlerin bir kısım düşünce yapıları ve uygulama biçimleri, günümüzde bir takım marjinal gruplar içinde de devam etmektedir93. Başlangıçtan beri düşüncelerini tarafsız şekilde ortaya koyan âlimlere göre, aşırı grupları bir yana Hâricîler dalalette kalmış, fakat küfre girmemiş bir topluluktur. Nitekim Hz. Ali, çevresinde bulunan Müslümanlara kendisinden sonra Hâricîlerle savaşmamalarını, zira hakkı arayıp bulmak isterken ona ulaşamayanların bâtılı arayıp buna ulaşanlar gibi olmadığını söylemiştir94.

Ayrıca Hz. Ali’ye Hâricîlerin müşrik mi, münafık mı olduğu sorulmuş, o onların ne müşrik ne de münafık olmadıklarını söylediğinde; “Ey Emîru’l-Mü’minîn, peki onlar nedir?” denildiğinde Hz. Ali, “Bize isyan eden kardeşlerimizdir. Onlar bize isyan ettiklerinden dolayı onlarla savaşıyoruz.” demiştir95. Mâturidî ise, onların günahları aşırı derecede abartmaları dolayısıyla büyük günah işledikleri görüşündedir96.

İslâm toplumunun büyük çoğunluğu, Hz. Osman devrinde çıkan karışıklıklardan itibaren siyaset alanında orta bir yol izlemiştir. Bu çoğunluğun önderleri, Hâricîlerin tersine, “iyiliği emretme, kötülükten yasaklama” ilkesini hukuk alanında değil, ahlak alanında uygulamanın gereği üzerinde duruyor, bunun da iç savaşla değil, eğitimle mümkün olacağını belirtiyorlardı97.

Hâricîler bu sert ve haşin tavırlarıyla söz konusu prensibi tatbik adına, pek çok masum Müslümanın kanını akıttılar, İslâm’a girişi zorlaştırdılar, çıkışı ise kolaylaştırdılar. Bu yüzden mutedil İbâdiye kolu hariç diğerleri tarihin derinliklerinde kaybolup gittiler.

Sonuç

Hâricîlerin “el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker” prensibini uygulamaları tamamen sert ve kaba kuvvete dayalı, İslâm’ın öngördüğü yumuşaklıktan fevkalade uzak bir durumdadır. Hâricîler, bu prensip adına pek çok yanlışlar yapmışlar, masum Müslümanların kanlarını akıtmışlar ve Hz. Ali gibi çok seçkin bir şahsın suikastla hayatına son vermişlerdir. Kur’ân’a samimi inanan, ancak Kur’ân ile ilgili bilgileri, özellikle fıkhî bilgileri kıt olan ve bütüncül yaklaşımdan çok parçacı yaklaşımla acele hüküm veren, kendileri dışındaki Müslümanları kafir ve müşrik kabul eden bu insanların en fazla kullandıkları slogan ise, “lâ hükme illâ lillâh / hakimiyet ancak Allah’ındır” şeklindedir. Aralarında çok ihtilaf eden ve hızla farklı kollara ayrılan Hâricîlerin, birleştikleri hususlardan biri söz konusu ettiğimiz prensibin uygulanışındaki sertliktir. Her ne kadar bu sertliğin kendi aralarında şiddeti farklı ise de, sonuçta diğer İslâm fırkalarına nazaran çok daha şiddetlidirler. Günümüzde bu fırkanın en mutedil kolu olan İbâdiye dışındakiler sert yapıları ve olumsuz tavırları nedeniyle tarihte kalmakla birlikte, farklı oluşumlar halinde bu davranış örnekleri sunulmaya devam edilmektedir. Ancak, bu davranışları İslâm’ın ruhu ile birleştirmek ise hiç mümkün değildir. Bu tür, yanlış düşünce ve fiillerden uzak kalmanın en güzel yolu, İslâm’ı doğru bir şekilde öğrenip, hayata tatbik etmektir.

DİPNOTLAR:

1. Sabri Hizmetli, “İbâdilikte Azzâbe”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt XXIX, yıl 1987, s. 285.
2. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, ed-Dâru’l-Mısriyye ts., XI, 144-145; Mustafa Çağrıcı, “Emir bi’l-Ma’rûf Nehiy ani’l-Münker”, DİA, İstanbul 1995, XI, 138.
3. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, XI, 144-145.
4. Râgıb el-Isfahânî, Mu’cemu Müfredâti Elfâzi’l-Kur’ân, thk. Nedim Mar'aşli, Beyrut: Dârü’l-Fikr ts., “arf”, “nkr” maddeleri.
5. Mutezile’nin beş esasından biri söz konusu ettiğimiz iyiliği emir, kötülükten nehiydir. Bkz. Kâdı Abdulcabbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, tlk. Ahmed Ebu Haşim, Kahire: Mektebetu Vehbe, 1988, s. 741 vd..
6. Gazzâli, İhyâu Ulûmi'd-Din, Kahire: Müessesetü'l-Halebi, 1967, II, 414; Râgıb el-Isfahânî, et-Ta’rîfât, “ma’rûf”, “münker” maddeleri.
7. Âl-i İmran, 3/110.
8. Kâdı Abdulcabbâr, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, s. 741.
9. Müslim, İman 78; Ebû Dâvud, Salât 232.
10. Zemahşerî, el-Keşşaf an Hakâiki Gavâmizi’t-Tenzil ve Uyûni’l-Ekâvil fi Vucuhi’t-Te’vil, Beyrut: Darü'l-Ma'rife, ts., I, 452.
11. Örnek olarak bkz. Gazzâli, İhya, II, 409; er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1990/1411, VIII, 164.
12. el-Eşarî, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfu’l-Musallîn, tah. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Beyrut 1416/1995, I, 204.
13. Ebû Hanife, el-Fıkhu’l-Ebsat, (İmam Âzam’ın Beş Eseri İçinde), trc. Mustafa Öz, İstanbul, Marmara Ünv. İlâhiyat Fak. Vakfı Yay. 1981, s. 49.
14. Eşarî, Makâlât, II, 155; Taftazânî, Şerhu’l-Makâsıd, V, 174.
15. Gazali, İhya, II, 179.
16. Müslim, İman 78; Ebû Dâvud, Salât 232.
17. Çağrıcı, “Emir bi’l-Ma’rûf Nehiy ani’l-Münker”, DİA, XI, 141. Krş. Taftazânî, Şerhu’l-Makâsıd, V, 174.
18. Çağrıcı, “Emir bi’l-Ma’rûf Nehiy ani’l-Münker”, DİA, XI, 139.
19. Gazzâli, İhya, II, 391. Aynı görüşler için bkz. İbn Teymiyye, el-İstikâme, thk. Muhammed Reşad Salim, Müessesetu Kurtuba, baskı yer ve yılı yok, II, 199, 211.
20. Sönmez Kutlu, “İslâm Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu”, İslâmiyât, cilt 4, sayı 4, Ankara 2001, s. 20.
21. Adnan Demircan, Haricilerin Siyasi Faaliyetleri, İstanbul 1996, s. 60-62.
22. İbn Kuteybe ed-Dineverî, el-İmâme ve’s-Siyâse, tah. Mustafa el-Halebî, Kahire 1969, I, 141; Nevin Abdülhâlık Mustafa, İslâm Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 2001, s. 249.
23. Ethem Ruhi Fığlalı, “Hâricîler”, DİA, İstanbul 1997, XVI, 172.
24. Kutlu, “İslâm Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu”, s. 19.
25. el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Faklar (el-Fark Beyne’l-Fırak), trc. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, T.D.V. Yay., 1991, s. 60; Ahmed Emin, Fecru’l-İslâm (İslâm’ın Doğuşu), trc. Ahmet Serdaroğlu, Ankara 1976, s. 372-373.
26. Geniş bilgi için bkz. eş- Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1992, I, 107-110; Bağdâdî, el-Fark, s. 55-60.
27. Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslâm Mezhepleri, İstanbul 1983, s. 91.
28. Ahmed Emin, Fecru’l-İslâm, s. 373. Haricilerin birleştikleri ve ayrıldıkları görüşleri için bkz. Şehristânî, el-Milel, I, 106-137; Yaşar Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslâm Mezhepleri, Ankara 1968, s. 87-101.
29. Mesûdî, Mürûcu’z-Zeheb ve Meâdinu’l-Cevher, Mısır 1384/1964, III, 145.
30. Eşarî, Makâlât, I, 168, 170; Bağdâdî, el-Fark, s. 60.
31. Eşarî, Makâlât, I, 170.
32. İbn Hazm , el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal, I-V, Beyrut 1395/1975, IV, 190.
33. Havaricin bu ve benzeri görüşleri için bkz. İbn Hazm, El-Fasl, IV, 177-192; Bağdâdî, el-Fark, 1991, s. 64. Büyük günah işleyenlerin tekfiri ile alakalı Havaric’in görüşlerinin tenkidi için bkz. el-Mâturidî, Kitâbu’t-Tevhid, nşr. Fethullah Huleyf, İstanbul 1979, s. 323 vd..
34. Müberred Ebu’l-Abbas Muhammed b. Yezid el-Müberred, el-Kâmil fi’l-Lugati ve’l-Edeb ve’n-Nahvi ve’t-Tasrîf, tah. Muhammed Ahmed ed-Dâlî, Beyrut 1406/1986, III, 1031 vd..
35. Fazlur Rahman, İslâm, İstanbul 1993, s. 236.
36. Bu nedenlerle ilgili bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, İbâdiye’nin Doğuşu ve Görüşleri, Doktora Tezi, Ankara 1983, s. 58.
37. İbn Haldun, Tarihu İbn Haldun, Beyrut 1391/1971, II, 176.
38. Müberred, el-Kâmil, III, 1079 vd.; Ebû Abdillah Muhammed İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut ts., III, 32.
39. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1385/1965, III, 327 vd..
40. Ebû Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, tah. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Beyrut ts., V, 74-75; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 328.
41. ed-Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıval, nşr. Abdulmunim, Kahire 1960, s. 202-203.
42. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 334; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Mektebetü’l-Meârif, Beyrut 1966, V, 279.
43. Mâide, 5/44.
44. İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 286.
45. İbn Haldun, Tarihu İbn Haldun, II, 178.
46. İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 285-286.
47. Ebû Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, tah. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Beyrut ts., V, 72-73; ed-Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıval, nşr. Abdulmunim, Kahire 1960, s. 204.
48. Abdullah b. Habbab b. el-Erett, Hz. Peygamber’i görmüş ve ondan babası yoluyla rivayette bulunmuştur. Bkz. İbnü’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe fî-Ma’rifeti’s-Sahâbe, Mısır 1280, III, 150.
49. Bu konuda yapılan rivayetlerde küçük bir kısım farklılıklar bulunmaktadır. Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Mektebetü’l-Meârif, Beyrut 1966, V, 288; Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed el-Endülüsî İbn Abd Rabbihi (328/939), el-Ikdu’l-Ferîd, Kahire 1948, II, 390-391.
50. Taberi, Tarihu’l-Ümem, V, 82-83.
51. Farklı rivayet şekilleri için bkz. Taberi, Tarihu’l-Ümem, V, 81-82; Ebu’l-Hüseyn Muhammed b. Ahmed b. Abdirrahman el-Malatî eş-Şâfiî , et-Tenbih ve’r-Red alâ Ehli’l-Ehvâ ve’l-Bid’a, nşr. Muhammed Zahid b. El-Hasan el-Kevserî, Beyrut 1388/1968, s. 47-48.
52. Tevbe (9), 6.
53. Ebu’l-Abbas Muhammed b. Yezid el-Müberred, el-Kâmil fi’l-Lugati ve’l-Edeb ve’n-Nahvi ve’t-Tasrîf, tah. Muhammed Ahmed ed-Dâlî, Beyrut 1406/1986, III, 1078-1079.
54. İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, Kahire 1963, I, 196. Krş.: İbn Hazm , el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal, I-V, Beyrut 1395/1975, IV, 189.
55. Ethem Ruhi Fığlalı, İbâdiye’nin Doğuşu ve Görüşleri, Doktora Tezi, Ankara 1983, s. 120.
56. Farklı rivayet şekilleri için bkz. Taberi, Tarihu’l-Ümem, V, 82; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1385/1965, III, 342; Müberred, el-Kâmil, III, 1135; Ahmed b. Yahya b. Cabir el-Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, Beyrut 1417/1996, III, 141.
57. Taberi, Tarihu’l-Ümem, V, 82.
58. Taberi, Tarihu’l-Ümem, V, 81-82.
59. Mehmet Said Hatipoğlu, “Hilafetin Kureyşiliği”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt XXIII, Ankara 1978, s. 163.
60. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Mektebetü’l-Meârif, Beyrut 1966, V, 281.
61. Muhammed Ebû Zehra, Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Kahire ts., I, 78.
62. Ebû Zehra, Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, I, 68.
63. İzmirli İsmâil Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, İstanbul 1341, II, 74. Tekfir görüşleri için ayrıca bkz. el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Faklar (el-Fark Beyne’l-Fırak), trc. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, T.D.V. Yay., 1991, s. 54-55; Malatî, et-Tenbih, s. 49.
64. Muhammed Âbid el-Câbirî, Arap-İslâm Aklının Oluşumu, İstanbul 2000, s. 95.
65. Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, çev. Osman Keskioğlu, Ankara 1962, s. 127; Harun Yıldız, Din Siyaset ve İdeoloji, Haricilik Düşüncesinin Doğuşu, Sidre Yayınları, İstanbul 1999, s. 33, 89.
66. Yıldız, Din Siyaset ve İdeoloji, s. 100.
67. C. Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, çev. Neşet Çağatay, Ankara 1964, s. 4. Ayrıca bkz. A. S. Tritton, İslâm Kelamı, çev. Mehmet Dağ, Ankara 1983, s. 42 vd.
68. Ebû Zehra, Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, I, 68 vd..
69. Bağdâdî, el-Fark, s. 64.
70. Bkz. Müberred, el-Kâmil, III, 1322-1323.
71. Ebû Zehra, Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, I, 70; Ahmet Vehbi Ecer, Tarihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, Ankara 2000, s. 11.
72. Ebû Zehra, Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, I, 69-70.
73. Julius Wellhausen, Arap Devleti ve Sukûtu, çev. Fikret Işıltan, Ankara 1963, s. 150, n. 2.
74. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 336.
75. Hâricîler gerçek imanın kendileri ile parladığını ifade ederler. Bkz. Taberi, Tarihu’l-Ümem, V, 82-83.
76. Dineveri, Ahbar, s. 203; Fığlalı, İbadiye’nin Doğuşu, s. 119.
77. Haricî fırkaların genel görüşü bu olmakla birlikte, bu hususta kolların arasında görüş ayrılıkları da bulunmaktadır. Bkz. Şehristânî, el-Milel, I, 115-116; Bağdadi, el-Fark, s. 54 vd..
78. Taberi, Tarihu’l-Ümem, V, 84.
79. Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, III, 133 vd.; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 207-211.
80. İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 285; Müberred, el-Kâmil, III, 1100; Bağdâdî, el-Fark, s. 55-59.
81. Ebû Zehra, Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, I, 73. Kılıçların sorgusuz sualsiz insanların başlarına vurulduğu ile ilgili ayrıca bkz. Taberi, Tarihu’l-Ümem, V, 85; Bağdâdî, el-Fark, 1991, s. 59.
82. İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 286.
83. Müberred, el-Kâmil, III, 1098.
84. Hâricîler, kendi inanç ve prensiplerini yerleştirebilmek için, Hz. Ali, Muâviye ve Amr b. As'ın katlinin gerekli olduğuna karar verirler. Muâviye ve Amr b. As suikasttan kurtulurken, Hz. Ali kurtulamaz. Bkz. Taberi, Tarihu’l-Ümem, V, 143 vd.; el-Ya’kûbî, Târîhu’l-Ya’kûbî, Beyrut 1960, II, 214; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1385/1965, III, 387.
85. İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 287.
86. Taberi, Tarihu’l-Ümem, V, 146.
87. Fığlalı, İbadiye’nin Doğuşu, s. 119.
88. Ebû Zehra, Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, I, 69.
89. Câhız, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, çev. Ramazan Şeşen, Ankara 1988, s. 69.
90. Koçyiğit, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, s. 37-38.
91. Ebû Zehra, Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, I, 69.
92. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1966, VII, 107. Ayrıca bkz. Ebû Zehra, İbn Hanbel Hayatuhû ve Asruhû –Arâuhû ve Fıkhuhû, Mısır 1947, s. 397.
93. Kutlu, “İslâm Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu”, s. 21. Vahhabilikle ilgili ayrıca bkz. Ahmet Vehbi Ecer, Tarihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, Ankara 2000 ; Sayın Dalkıran, “Tarih-i Cevdet’te İslâm Mezhepleri I”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, yıl 9, sayı 20, Erzurum 2002, s. 219-252.
94. Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, Beyrut ts., Dâru’l-Kitâb el-Arabî, s. 263.
95. İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 290.
96. el-Mâturidî, Kitâbu’t-Tevhid, nşr. Fethullah Huleyf, İstanbul 1979, s. 328.
97. Fazlur Rahman, İslâm, İstanbul 1993, s. 236.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun