Allah bizi yaratmadan önce insan olmak isteyip istemediğimizi sormuş mudur?

Tarih: 25.04.2018 - 00:04 | Güncelleme:

Soru Detayı

- ​Şu yorum doğru mu, ayet ve hadislere uygun mu?
- Bunu size sormak istiyorum ne derece doğru?
"Allah insanları yaratmadan önce, imtihan etmeden önce insan olmak isteyip istemeyeceğimizi sordu ve biz karar verdik yoksa beni neden insan olarak yarattın diyebilirdik? Ve insan olmayı, imtihan edilmeyi biz seçtik, kabul ettik ve bu olay sınav gereği bizim hafızamızdan sildirildi, kıyamet günü ise tekrar hatırlatılacak."
- Yorum kabaca bu şekilde buna kanıt olarak Kuran’dan Araf suresi 172. ayet, Haşr suresi 21. ayet ve Ahzab suresi 72. ayeti delil getirdi.
- Size soruyorum Allah bizim sınav olmak isteyip istemeyeceğimizi sordu mu?
- Sınavı biz mi kabul ettik?
- Kabul etmeyenler sınava gerçekten tutulmayıp yok mu edildiler?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

- Bu sorunun mantıkla çeliştiğini fark etmemek de tuhaf kaçmaz mı?

Çünkü, “Allah insanları yaratmadan önce, imtihan etmeden önce insan olmak isteyip istemeyeceğimizi sordu mu?” sorusu temelden bozuktur. Zira, “Allah insanları yaratmadan önce...” ifadesinden de anlaşıldığı gibi, insan yaratılmadan önce yoktu. Peki, yok olan bir şeye nasıl soru sorulur? Var olmayan bir şey nasıl cevap verebilir? 

Demek böyle bir soru, mantık süzgecinden geçirilmeden hayal aynasında boy gösterdiği gibi seslendirilmiştir.

- Araf suresinin 172. ayetine gelince; bu ayetin meali şöyledir:

“Hani Rabbin, Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini / soylarını çıkarmış ve onları kendilerine karşı şahit tutmuştu. 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' diye sorunca, onlar 'Evet, Rabbimizsin, buna şahitlik ederiz.' dediler. O sizi böylece şahit tuttu ki, kıyamet gününde 'Biz bundan habersizdik.' demeyesiniz.”

Görüldüğü üzere, bu ayette söz konusu  gaybi olay, insanların -soy olarak- varlığından sonra gerçekleşmiştir.

Burada Allah, insanların imtihan olmak isteyip istemediklerini sormuyor. Bilakis hayatları boyunca karşılaşacakları imtihanın en büyük sorusu olan Allah’ın varlığı ve birliğiyle ilgilidir. Burada “Ben Rabbiniz değil miyim?” diye soruyor. Bu soru “Tevhid-i rububiyet” ile ilgilidir. Rab demek, yaratan, yaşatan, terbiye eden demektir. Tevhid-i rububiyet ise, tevhid-i uluhiyeti gerektirir. Yani, insanları yaratan, yaşatan terbiye eden kim ise, onların hakiki mabudu, ilahı da yalnız odur.

- “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk. Onlar korktular ve yüklenmekten kaçındılar; insan ise onu yükleniverdi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab, 33/72) mealindeki ayette ise, mahiyeti bizce meçhul bir diyalogdan bahsedilmiştir.

Ancak, bu diyaloğun hikmet çerçevesinde ontolojik bir tarzda cereyan ettiğini düşünmek, bugünkü insanların daha kolay anlayabilecekleri bir şeydir. “Allah her göğe işini vahyetti.” (Fussilet, 41/12) mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Allah canlı cansız bütün varlıklara hikmet lisanıyla hitapta bulunmuş ve onlara özel işlerinde uygun bir istidat ve kabiliyet verilmiştir.

Bu fıtri donanımlar bazen vahiy / ilham olarak da ifade edilmiştir. Örneğin, ARI gibi bir böceğin bal gibi harika bir sanatı icra etmesi, elbette “Kün fe yekün” emrine malik olan Allah’ın emriyledir. Bu emir, bir yandan maddi-manevi kabiliyetler suretinde kendisine verilen donanımlar, diğer yandan da o işini nasıl yapacağına dair kendisine verilen fıtri bir feraset ve maharet  şeklinde tezahür eder. Bunun özeti şudur:

Kainatın yaratılmasının en büyük hikmeti, yaratıcı olan Allah’ın varlığını isim ve sıfatlarını tanıtmaktır. Bu tanıtma işi bir emanettir. Gökler, dağlar ve diğer kevni varlıklar, bu emaneti hakkıyla yerine getirmekten çekindiler. Yani yapıları bu işi tamamen yerine getirmeye elverişli değildi. İnsan ise, ruhani ve cismani mekanizmalarıyla, taşımış olduğu maddi-manevi donanımlarıyla, bu emaneti hakkıyla yerine getirebilecek bir kıvamda olduğuna işareten, “insan bunu üstlendi” denilmiştir.

İnsana verilen emanetin birçok yönlerinden birisi, belki de sorumluluk cihetiyle en büyüğü “ene” namıyla, onun nefsine takılan benliktir.

Ene, öyle bir özelliğe sahiptir ki, Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin ve sıfatlarının her türlü hakikatlerini gösterecek örnekler ve işaretler kendisinde mevcuttur. İnsan; sınırlı ilmiyle Cenab-ı Hakkın Alim ismini, geçici hayatıyla hayat sıfatını ve evini idare etmesiyle kainatı zerreden galaksilere kadar mükemmel bir düzen ve denge içinde idare eden Allah’ın Rububiyetini anlayabilmektedir.

Fakat, bu vazifesini yapması esnasında, göklerin ve yerin korktuğu farazi bir şirki üzerinde taşımaktadır. Çünkü, insan Allah’ın isim ve sıfatlarını anlayabilmesi için, kendinde bir tasdik edici görmesi gerekir. İşte, ene bunu sağlamaktadır. Ama insan; “ene”sinin cüz’i ölçüleriyle hakikatleri anladıktan sonra, kendindeki bu özelliklerin Allah’tan geldiğini, aslında kendisinde bulunan hiçbir şeye hakiki sahip olmadığını bilerek, enaniyetinden vazgeçmesi gerekmektedir.

İşte, kendisine verilen emanete hürmet etmek ve hıyanet etmekten kurtulmak, ancak böyle mümkündür. (bk. Sözler, s. 536-537)

- Haşir suresinin 21. ayetinin meali şöyledir:

 “Eğer biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, sen onu Allah korkusundan baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri biz insanlara tefekkür etsinler diye veriyoruz.”

Burada konumuzla ilgili hususlara işaret eden bir ifadeyi göremiyoruz.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 50.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun