Peygamberlerde bulunması gereken vasıflar nelerdir? Nebi ile resul arasındaki fark nedir?

Tarih: 01.07.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Peygamberlik müessesesi vehbîdir (Allah vergisidir). Takva ve salâhat gibi, insanın iradi gayreti (kesbi) ile elde edilemez. Peygamberler, Cenâb-ı Hakk’ın insanlar arasından hususî seçtiği, özel himaye ve terbiye ettiği mümtaz şahsiyetlerdir.

Resûlüllah Efendimiz Kureyş’e Nübüvvetini tebliğ etmesi üzerine, Kureyş’in ileri gelenlerinden Velid bin Muğire:

“Eğer peygamberlik hak olsaydı, peygamber sen olacağına ben olurdum. Çünkü ben, yaşça senden büyük olduğum gibi, mal ve çocukça da üstünüm” (H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 520) demişti.

Bunun üzerine nazil olan âyetlerde: Allah’ın peygamberliği kime vereceğini daha iyi bildiği, o makamın böyle fazla çocuk sahibi olmak ve daha yaşlı bulunmak gibi maddi sebep ve vesilelerle ulaşılacak maddî bir makam olmadığı belirtilmiştir. (el-En’âm, 124)

Ayrıca da peygamberliğin ilâhî ve yüce bir rahmet olduğu ve bunu ancak Allah’ın dilediğine vereceği, kimsenin böyle bir rahmete lâyık olduğunu iddia edemeyeceği; gelen âyetlerde açıkça beyan edilmiştir. (Zuhruf,  31-32)

Peygamberlik kulun irade ve gayretiyle ilgisi olmayıp yalnız Allah’ın tercihiyledir. Bununla beraber, peygamber olan zatlarda bulunması şart olan bazı vasıflar da vardır. Bu vasıfları şöylece sıralayabiliriz:

1) Peygamberler; hür olan erkek kişilerden olur. Kölelerden, kadınlardan, cinler ve meleklerden peygamber gelmemiştir. Şöyle ki:

a) Peygamberlik sadece ERKEKLERE hastır. Bu husus, Enbiyâ sûresinin 7. âyetinde kesin olarak belirtilmiştir.  Bazıları Meryem, Havva, Âsiye, Sâre, Hacer, Hz. Musa’nın annesi Yuhaniz gibi bazı kadınların da peygamber olabileceğini ileri sürmüşlerse de, ulemânın ekseriyetinin ittifakıyla, bu görüş isabetli bulunmamıştır. (Tafsilât için bk: Muhittin Bahçeci, Âyet ve Hadîslerle Peygamberlik ve Peygamberler, 87-88)

b) Peygamberler HÜR kişilerden olur. Toplumda horlanan bir sınıf olan kölelerden peygamber çıkmamıştır. İşte bu sebeble Hz. Lokman, ekseriyetin görüşüne göre peygamber değildir. Zira o, azadlı bir köledir. Kölelikten kurtulduktan sonra, birçok peygamberlere ulaşmış ve onlardan ilim öğrenmiştir. Hakîm bir zat olarak meşhurdur. (H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 528-529)

c) Meleklerden de peygamber gelmemiştir. Bir âyet-i kerîme de meleklerden bir kısmı için “Rusül”  (Resuller) denmekte ise de, bu lügat mânâdaki peygamber demek değildir. Allah ile peygamber arasında elçilik ve kitap indirmede aracılık yaptıkları, iyi kullara ilhamlarda bulundukları için -bazı melekler bu tabirle zikredilmişlerdir. (Fatır, 1; Bk: H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 530)

d) Meleklerden  peygamber gelmediği gibi, bazı alimlerin görüşüne göre, cinlerden de peygamber gelmemiştir. (Bu hususta tafsilât için bk:  H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 530-531)

2) Peygamberler körlük, baras, cüzzam gibi hastalıklardan, soyca ayıplanmaktan, kalp katılığı ve insanlığa yakışmayan vasıflardan ve tiksindirici durumlardan uzaktırlar.

Nübüvvet vazifesinin haricinde kalan her türlü insanlık ihtiyaçlarında ve tiksintiyi gerektirmeyen beşerî durumlarda ise, sair insanlara eşittirler. Herkes gibi yer, içer, uyur, evlenir, kızar, gülerler...

Hz. Eyyûb’un ağır hastalığı ve Hz. Ya’kub (A.S.)’un gözüne perde inmesi, Nübüvvet vazifesini aldıktan sonra olmuştur. Geçici olarak ve sırf insanlara ibret olsun diye verilmiş ve aynı zamanda rahmet-i ilâhiye tarafından mu’cize olarak harika bir şekilde kaldırılmıştır. Bu bakımdan, onların bu hali bahsi geçen şarta aykırı düşmez. Bu şart, Nübüvvetten evvel böyle bir durumda olmamakla ilgilidir. (H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 527-532)

Bazı tefsirlerde Hz. Eyyûb (A.S.)’un yaralarının kurtlandığı anlatılmaktadır. Peygamberlerin, insanların tiksinti ile karşılayacağı hallerden uzak olacağı, îslâm âlimlerince üzerinde ittifak edilen bir husustur. Bu bakımdan, Hz. Eyyûb (A.S.)’un da, dıştan bakınca çirkin görülüp tiksinti duyulacak hallerden azade olduğu muhakkaktır. Şu halde, O’nun hastalığı, bedenindeki yaraları; sanıldığı gibi vücudunun dışında, bakanların tiksineceği açıklıkta değildi. Öyle olmadığı içindir ki, bakanlar sadece onun derin hastalıklar içinde olduğunu biliyor, fakat müzmin yaralarını ve hastalığını açıkça göremiyorlardı. Nitekim günümüzde de, hastanelerde yatan nice kanserli ve iç organları tamamen yara-bere içinde hastalar var ki, dıştan bakınca hiçbir şey farkedilmez. Nefret ve tiksintiyi mucip bir manzara sezilmez.

Eyyûb (A.S.)’un da durumu böyleydi. Bakanlar dışta tiksintiye sebeb olacak hiçbir şey göremiyorlardı ama, yaralardaki mikrop ve kurtçuklar, diline ve kalbine kadar her tarafına zarar verir hale gelmişti. Zikir ve tefekkürüne engel teşkil ediyorlardı... (bk. A. Şahin, Yeni Asya Gazetesi, 24/2/1976)

3) Peygamber olan zatlar, İSMET sıfatını haizdirler, yani hata ve günahlardan masum ve uzak bulunurlar. İsmet sıfatı şu 2 hususta olur:

a) İtikadî hususlarda: Peygamberler, gerek peygamberlikten evvel ve gerekse peygamberlikten sonra, açık veya gizli; her türlü KÜFÜR’den  ve ÎNKÂR’dan münezzehtirler. Bu hususta icmâ vardır.

b) Akval yani ağızdan çıkan konuşmalarda: Yine peygamberler, gerek kasden ve gerekse sehven (bilmeyerek), gerek peygamberlikten önce ve gerek sonra, gerek bir faydaya ve maslahata binaen olsun ve gerekse olmasın; vakıaya aykırı, realiteye zıt haber vermek demek olan KİZB’den (YALAN’dan) uzaktırlar.

Peygamberler her hallerinde SIDK sahibidirler, yani doğruyu söylerler. Doğru ne ise onu yaparlar Sıdk hali, peygamberlerin, en başta gelen vasıflarından biridir Peygamberler, kızgın veya neş’eli bütün beşeri hallerinde vakıaya aykırı hareket etmekten; fuzuli, lüzumsuz söz söylemekten beridirler. Mizah (şaka) yapmaları caizdir, fakat yaptıkları bu şakalar da yine doğrunun ta kendisidir, yalandan uzaktır. Bir gerçeğe dayalıdır. (Muhâkemât,  54;  Resûl-i  Ekrem  (S.A.V.)’in  ashabına  yaptığı  bazı şakalar için bk: Gazali, îhyâ ter., III, 287-293)

Nitekim Sahabeden Abdullah bin Amr, Peygamber (S.A.V.)’e kendisinin her sözünü, rıza ve kızgınlık anlarında da söylediklerini yazıp yazmamasını sorduğu vakit, Hz. Peygamber O’na: Her söylediğini, rıza ve gazab halinde söylediklerini de yazmasını; ağzından ancak doğru sözün çıkacağını, söylemiştir.

c) Fiiliyatla ilgili hususlarda: Peygamberler büyük günahların (KEBAİR) her çeşidinden tamamen masumdur. Bu hususta da icmâ vardır,

Küçük günahlar (SAGAİR) ise, iki kısma ayrılır:   

aa) Başkalarının istiskal ve nefretini celbeden küçük günahlar: Meselâ, gizlice bir lokma ekmek aşırmak gibi. Satılan bir şeyi tartarken bir-iki gram eksik tartmak gibi... Bunlar ne kadar küçük de olsa; böyle bir şeye tenezzül edenin, basit ve düşük tabiatlı olduğunu gösterdiğinden, peygamberler gerek kasden ve gerekse sehven bu gibi hallerden münezzehtirler

bb) Nefret hissi uyandırmayan, müsamaha ile karşılanabilen küçük hatalara gelince: Peygamber, Nübüvvetten sonra bunlardan da mahfuzdur. Teftazânî Şerhü’l-Makasıd adlı eserinde, bu görüşü benimsemiştir, Şerh-i Akaid adlı kitabında ise, kasıtla yani bilerek veya sehven bu gibi küçük hataların (Bk: Tecrid ter., IV, 295-296) Peygamberlerden sâdır olabilmesini caiz görmektedir. Peygamberlerden sâdır olabilen bu gibi küçük hatalara “Zelle” denmektedir. Bu gibi fiilî durumların dışında peygamberlerde, “re’y ve te’vilde isabetsizlik” görülebilir. Bir dinî hükmün açıklanmasına vesile olmak için, bazı fiillerinde geçici olarak yanılma ve sehve düşme de caizdir. (H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 432) Ancak bu isabetsizlik ve sehiv, derhal Cenâb-ı Hak tarafından düzeltilir. Mü’minlerin ondan gereken dersi almaları te’min edilmiş olur.

4) Peygamberler FETANET sahibidirler. Peygamberler zamanlarının en akıllısı, ileri görüşlüsü ve zekâca en mükemmelidirler. İdrak ve ihsas kuvveleri son derece gelişmiştir. Zekâca geri, ufku dar, aklı bozuk kimseler Peygamber olamaz.

5) Peygamberler, TEBLİĞ vazifesini hakkıyla ifa ederler. Her peygamber, kendisine emredilen hükümleri, hiç birini unutmadan, yanılmadan, olduğu gibi ümmetlerine tebliğ ederler. Bu hususta herhangi bir eksiklik veya fazlalık söz konusu değildir. Allah’ın hıfzıyla bu gibi kusur ve zaaflardan muhafaza edilmişlerdir.

6) Peygamberler EMİN Şahıslardır. Bütün peygamberler, içinde yaşadıkları toplumun en güvenilir ve itimad edilir kimseleridir. Onların gerek Nübüvvetten önce ve gerekse sonra, emin kimseler oldukları herkes tarafından ikrar edilmiştir. Peygamberlerin dâvalarında haklılık ve doğruluklarına en büyük delil, budur. Onlar bu vasıflarını hatırlatarak kavimlerinden hakka ve insafa gelmelerini istemişlerdir. (Bk:  el-A’raf, 68; eş-Şuara, 107, 128, 162,  178;  ed-Duhan, 18)

Nübüvvetten evvel emin olan, insanlara karşı hiçbir yalanı ve hıyaneti tesbit edilemeyen bir kimse, hiç tutar da Peygamber olmadığı halde, “Ben Allah’ın Resulüyüm” diye Allah’a iftira ve hıyanet eder mi? Elbette etmez. Bu husus akıl ve insaf sahiplerinin gözünden kaçmaz.

Nitekim Bizans İmparatoru Hirakl’in, Resûlüllah Efendimizin Nübüvvetini tahkik için Kureyş hey’etine sorduğu sualler arasında bu husus da vardı. O, Kureyşlilere, Nübüvvet iddia eden bu zatın Nübüvvetten evvel herhangi bir yalanını görüp görmediklerini sormuştu. Hayır, cevabını alınca: “Normal hallerde insanlara karşı hiç bir yalanı tesbit edilmeyen bir kimse, Allah’a iftiraya teşebbüs edemez. O zat dâvasında doğrudur” (H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 547) demişti.

7) Bütün peygamberler, ÎLÂHÎ VAHYE mazhar olmuşlar ve vahyi getiren melekle görüşmüşlerdir.

8) Bütün peygamberler, nübüvvet iddialarının doğru olduğunu göstermek için Allah’ın kudret ve iznine dayanarak harikulade bazı işler yapmışlardır. Bunlara MU’CİZE denir.

9) Peygamberlere ait özelliklerden biri de Cenâb-ı Hakk’ın, istisnasız hepsinden “MîSAK” almasıdır. Bazılarından ise, “MİSAK-l GALiZ” alınmıştır.

 Misak kelimesi, lûgatta anlaşma, sözleşme, yeminleşme ve söz verme mânâlarına gelir. Terim mânâsı ise, peygamberlerin, bütün güçlüklere, eza ve cefalara katlanacaklarına ve dâvalarından hiçbir şekilde dönmeyeceklerine dair Cenâb-ı Hakk’a söz vermeleridir. Bütün peygamberlerden bu söz alınmıştır. (Âl-i İmrân, 80)

Misak-ı Galiz ise, bu sözleşmenin yeminle te’kid ve te’yid edilmiş şeklidir. Kendisinden misak-ı galiz alınan peygamberler beş tanedir. Kur’ân-ı Kerîm’de bunlara Ülul-Azm Peygamberler denir ki, bunlar: Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (Aleyhimü’s-selâm)’dir. (el-Ahzâb, 7; Vehbî, Hülasa, XI/4390-91; M. H. Yazır,  Hak Dini Kur'an Dili, V/3872)

Peygamberlerden misak (söz) alınmasının hikmeti şudur:

Peygamberlik vazifesi, son derece zor ve meşakkatli bir vazifedir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, peygamber olarak seçtiği bu müstesna zatlara, önceden karşılaşacakları bütün engelleri ve zorlukları bildirmiş, alıştırıcı tebliğlerde bulunmuştur. Yani onları ruhen böyle bir mücadeleye hazırlamıştır. Allah’ın peygamberlerden aldığı misak, onların azim ve gayretlerini artırmak, sabır ve sebatlarını ziyadeleştirmek içindir. En gayretsiz bir insan bile, birine söz verdiği zaman, mahcup düşmemek için o sözü yerine getirmeye bütün gücüyle gayret eder. Elbette Allah’a söz veren böyle müstesna zatların bu sözlerini yerine getirmek için ne derece gayret gösterecekleri açıktır. Gerek misak, gerekse misak-ı galizin arkasında birçok güçlükler, meşakkatlar yatmaktadır. Ülü’1-Azm peygamberlerin yolları ise, daha çetin, karşılaşacakları güçlükler sıradan insanların tahammül gücünü çok çok aşacak derecede büyüktür. Bu sebeble, Cenâb-ı Hak onlardan böylesine şiddetli bir teahhüd yani misak-ı galîz almıştır.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de:

 “Ey müminler!. Sizden evvelki ümmetlerin başlarına gelenler sizin başınıza da gelmedikçe, cennete gireceğinizi mi sanmıştınız? Onları öyle şiddetli ihtiyaçlar, hastalıklar, belâlar istilâ etti, oldukları yerden ayakları kaydırıldı ve öylesine sarsıntılara düçar oldular ki, Allah’ın Resulü ve ona inananlar “Allah’ın nusreti ne zaman?” demek mecburiyetinde kaldılar. Bunun üzerine taraf-ı ilâhîden “Haberiniz olsun, muhakkak Allah’ın nusreti ve yardımı pek yakındır” denildi.” (el-Bakara, 214) mealindeki âyet-i kerîme, bu zorlukları açıkça göstermektedir.

Nebi ile resul arasındaki fark nedir?

Nebi kelimesi, haber mânâsına gelen nebe’ kökünden alınmıştır. Ya ism-i fail olarak kullanılır. O zaman mânâsı, “Kendisinin peygamber olduğunu halka bildiren veya kendisine Allah tarafından tebliğ edilen hükümleri haber veren” demektir. (H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 524) Veya ism-i mef’ûl mânâsındadır. O zaman mânâsı, “kendisine, Allah tarafından, peygamber olduğu veya bazı ilâhî hükümler haber verilen zat” demek olur. Resul kelimesi ise, Allah tarafından ilâhî hükümleri tebliğ etmek için gönderilen zat (mürsel) manasınadır. (a.g.e.,  524)

Resulle Nebî kelimelerini, bazıları eş manâlı kabul etmişlerdir. Bazıları da “mânâları farklıdır. Fakat kullanışta aynı şeyi ifade için kullanılmıştır” demişlerdir. Doğrusu, aralarında umum ve husus farkı olduğudur. Resullerin 313 tane olduğu, Nebilerin ise 124 binden fazla bulunduğu rivayetler arasındadır. (a.g.e., 525)

 Kur’ân-ı Kerim’de bazı âyetlerde Resul ile Nebî kelimesi ayrı ayrı zikredilerek birbirine atfedilmiştir. Birinin diğerine atfı ise, ayrı ayrı mefhumlar olmalarını gerektirmektedir. (Bk: el-Hac, 52) Fakat bazan bu iki kelimenin Kur’an’da aynı mânâya geldiği yerler de vardır.

Bu iki tabirin birbirinden farklı mefhumlar olduğunu söyleyenler, aradaki farkın, resulün yeni bir şeriat sahibi olması olduğunu ileri sürerler. Her Resul, ya yeni şeriatla gönderilir veya kendisinden evvelki şeriatın bazı hükümlerini değiştirir. Nebiler ise, kendisinden evvelki şeriatın tebliğ ve tatbikçisi durumundadır. Yeni hüküm tebliğ etmezler, evvelki şeriatı neshetmezler. (H. Cisrî, a.g.e., 526)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun