Peygamberler konusunda en çok merak edilenler

1 Hz. Âdem'in boyu ne kadardır ve kaç yıl yaşamıştır?

En güvenilir kaynaklardan Buhari'deki,

"Allah (cc) Âdem peygamberi (as) yarattı. Boyunun uzunluğu 60 ziraydı."

hadisinde Hz. Âdem'in (as) boyunun 60 zira (40 m civarı) olduğu belirtilmektedir. İbn Haldun (1332-1406) gibi bazı düşünürler ise bunun onun cennetteki boyu olduğunu, Hz. Havva ile yere indirilince yer şartlarına uygun boyuna iade edildiğini kabul etmişlerdir.

1) Yer tarihinde ağaçlardan başka bu yükseklikte canlı bilinmeyişi,

2) İnsan fosilleri içinde buna işaret edecek en küçük belirti olmayışı,

3) Efendimiz'in (asm) benzer tasvirlerinin ahiretle ilgili beyanlarında bulunuşu, dikkate alınırsa İbn Haldun'un yaklaşımının makul olduğu söylenebilir.

Âdem Aleyhisselâmın vefat ettiği gün, cuma günü idi. Ömrünün bin veya iki bin yıl olduğuyla ilgili farklı rivayetler vardır. (İbn. Sa'd-Tabakat, 1/28,29; Ahmed b.Hanbel-Müsned 1/299; Taberi-Tarih 1/79; Salebi-Arais s.48, Deylemi-Firdevs 3/269; Heysemî-Mecmuazzevaid 8/206).

(M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi).

2 Peygamberlerin soy ağacı ve geliş sırası hakkında bilgi verir misiniz?

1. Âdem (as).

2. Şit (as): Babası: Âdem Aleyhisselâm, Annesi de, Hz. Havvâ'dır.

3. İdris (as): İdris (as)'ın soyu, Yerd (yahud Yarid) b. Mehlâil b. Kay­narı (yahud Kaynen) b. Enuş, b. Şit, b. Âdem Aleyhisselâm.

4. Nuh (as): Nuh b. Lemek (veya Lemk), b. Mettu Şelah, b. Ahnuh (veya Uhnuh) (Yani İdris Aleyhisselâm), b. Yerd (veya Yarid), b. Mehlâil, b. Kayn (veya Kaynarı), b. Enuş, b. Şis, b.Âdem Aleyhisselâm.

5. Hud (as): Hûd (Âbir) b. Abdullâh, b. Rebah, b. Halud b. Âd, b. Avs, b. İrem, b. Sâm, b. Nuh Aleyhisselâmdır.

6. Salih (as): Salih b. Ubeyd, b. Esif veya Asit, b. Kemaşic b. Ubeyd, b. Hadir b. Semud, b. Âbir b. İrem, b. Sâm, b. Nuh Aleyhisse!amdır.

7. İbrahim (as): İbrahim b. Târah (Âzer), b. Nahor, b. Sarug (Şarug) b. Rau (Ergu), b. Falığ, b. Âbir, b. Şalıh, b. Erfahşed, b. Sâm, b. Nuh Aleyhisselâmdır.

8. İsmail (as): İsmail Aleyhisselâm; İbrahim Aleyhisselâmın, Hz. Hâcer'den doğan ilk ve bü­yük oğludur.

9. İshak (as): İshak Aleyhisselâm; İbrahim Aleyhisselâmın ikinci oğlu olup Hz. Sâre'den doğ­muştur.

10. Lut (as): Lût b. Hâran, b. Târah, b. Nahor, b. Saruğ'dur. Lût Aleyhisselâm; İbrahim Aleyhisselâmın Yeğeni, yani kardeşi Haran'ın oğlu idi.

11. Yakub (as):  Yâkub b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâmlardır. Yâkub Aleyhisselâmın Annesi: Refaka'dır.

12. Yusuf (as): Yûsuf b. Yâkub, b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâmlardır. Yûsuf Aleyhisselâmın annesi: Râhıl bint-i Leban'dır.

13. Eyyub (as): Eyyûb b. Mûs, b. Ra'vil, veya Razıh b. Ays b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâmlardır. Eyyûb Aleyhisselâmın annesi Lut Aleyhisselâmın kızı idi.

14. Zülkifl (as): Bişr (Zülkifl) b. Eyyûb Aleyhisselâm'dır.

15. Şuayb (as): Şuayb b. Mîkâil, b. Yeşcür, b. Medyen, b. İbrahim Aleyhisselâmdır. Şuayb Aleyhisselâmın annesi: Lut Aleyhisselâmın kızı Mîkâil'dir. Şuayb Aleyşhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâmın Kayınpederi idi.

16. Musa (as): Mûsâ b.İmran, b.Yashür, b.Kahis, b.Lâvi, b.Yâkub, b.İshak, b.İbrahim Aleyhisselâm'dır. Mûsâ b.İmran Aleyhisselâmla Hârûn b.İmran Aleyhisselâm, Ana-Baba bir kardeş idiler. Harun Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâmdan bir yaş büyüktü.

17. Harun (as): Musa (as)'ın kardeşidir.

18. Hızır (as): Rivayete göre: Hızır Aleyhisselamın soyu: Belya (veya İlya) b. Milkân, b.Falığ, b.Âbir, b.Salih, b.Erfahşed, b.Sâm b.Nuh Aleyhisselam olup babası, büyük bir kraldı. Kendisinin; Âdem Aleyhisselamın oğlu veya Ays b. İshak Aleyhisselamın oğullarından olduğu veya İbrahim Aleyhisselama iman ve Babil'den, Onunla birlikte hicret edenlerden birisinin ya da Farslı bir babanın oğlu ol­duğu, kral Efridun ve İbrahim Aleyhisselam devrinde yaşadığı, büyük Zülkarneyn'e Kılavuzluk ettiği, İsrailoğulları krallarından İbn. Emus'un zamanında İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildiği, halen, sağ olup her yıl, Hacc Mevsiminde İlyas Aleyhisselamla buluştukları da rivayet edilir.

19. Yuşa (as): Yûşa' b. Nûn, b. Efrâim, b. Yûsuf, b. Yâkub, b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâm'dir.

20. Kâlib b. Yüfena (as): Kâlib b. Yüfena, b. Bariz (Fariz), b. Yehuza, b. Yâkub b. İshak, b. İbra­him Aleyhisselâmdır. Kâlib b. Yüfenna Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâmın kız kardeşi Meryem'in kocası veya Mûsâ Aleyhisselâmın damadı idi.

21. Hızkıl (as): Hızkıl b. Nûridir. Hızkıl Aleyhisselâmın annesi yaşlanıp çocuk doğurmaz hale geldikten sonra, Yüce Allâh'dan bir oğul dilemiş ve Hızkıl Aleyhisselâm, ihsan olunmuştur. Bunun için, Hızkıl Aleyhisselâm (İbnül'acûz = Koca Karının Oğlu) diye anılmıştır.

22. İlyas (as): İlyas b. Yasin, b. Finhas, b. Ayzar, b. Hârûn, b. İmran (as)'dır.

23. Elyesa (as): Elyesa' b. Ahtub, b. Adiy, b. Şütlem, b. Efrâîm, b. Yûsuf, b. Yâkub, b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâm'dır. Elyesa Aleyhisselâm'ın, İlyas Aleyhisselâm'ın amcasının oğlu olduğu da söylenir.

24. Yunus (as): Yûnus b. Matta; Bünyamin b. Yâkub b. İshâk, b. İbrahim Aleyhisselâm oğulla­rı soyundandı. Matta, Yûnus Aleyhiselâmın annesi idi. Peygamberlerden, Yûnus b. Matta ile İsâ b. Meryem Aleyhisselâmlardan baş­ka hiçbiri, annesine nisbetle anılmamıştır.

25. Şemûyel (as): Şemûyel b. Bali, b. Alkama, b. Yerham, b. Yehu, b. Tehu, b. Savf'dır. Şemuyel Aleyhisselâm, İsrailoğullarından ve Hârûn Aleyhisselâmın zürriyetindendi. Şemuyel Aleyhisselâmın annesi Hanne olup Lâvi b.Yâkub Aleyhisselâmın Hanedanına mensuptu.

26. Davud (as): Dâvûd b. İşâ Aleyhisselâm; Yehûza b. Yâkub, b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâmın soyundandır.

27. Süleyman (as): Dâvûd b. İşa Aleyhisselâmın oğlu olan Süleyman Aleyhiselâmın da soyu, Yehûza b. Yâkub, b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâmlara dayanır.

28. Lukman (as): Lukman b. Sâran, b.Mürîd, b. Savun. Lukman Aleyhisselâm; Dâvûd Aleyhisselâmın devrinde yaşamıştır. Kendisi; Mısır Nub kabilesine mensubtu. Medyen ve Eyke halkındandı. İsrailoğullarından bir adamın kölesi iken, onun tarafından âzâd edilmiş ve kendisine ayrıca mal da, verilmişti.

29. Şâ'yâ (as): Şâ'yâ b. Emus veya Emsıya'dır.

30. İrmiya (as): İrmiya b. Hılkıya; Lavi b. Yâkub Aleyhisselâm'ın soyundan gelen Hârûn b. İmran Aleyhisselâmın soyundandı.

31. Danyal (as): Danyal b. Hızkıl'ül 'asgar, Peygamber oğullarından, Süleyman b. Dâvud Aleyhisselamların soyundandı.

32. Uzeyr (as): Uzeyr b. Cerve Hârûn Aleyhisselâmın zürriyetindendir.

33. Zulkarneyn (as): Zülkarneyn Aleyhisselâmın ismi, soyu ve Peygamber olup olmadığı... Hakkın­da birçok ve çelişkili rivayetler bulunmaktadır. Kendisinin, Sa'b b. Abdullah'ülkahtânî olduğu söylendiği gibi, babasının Hımyerîlerden olduğu da ileri sürülmektedir.

İbn. Habîb de Hımyer krallarının isimlerini Hişam b. Kelbî'den sırasıyla kitabı­na geçirirken, Sa'b b. Karîn b. Hemal'ı, -Yüce Allah'ın, Kitabında- Zülkarneyn diye anmış olduğunu kayd ettikten sonra, kral Zeyd b.Hemal'ı kayd edip ona da Yü­ce Allah'ın Tübba' adını vermiş olduğunu açıklar.

Zülkarneyn Aleyhnisselâm hakkında: "Hem Nebi idi, hem Resul idi." diyenler olduğu gibi, "Hayır! O, Resul olmayan bir Nebi idi. Resul olmayan bir Nebî oluşu, inşâallâh, Sahih'dir!" diyenler de vardır. Hz. Ali'ye göre, Zülkarneyn Aleyhisselâm: Ne bir Nebi, ne de, bir kraldı. Fakat, Allan'ın Salih bir kulu idi ki, o, Allâhı, sevmiş, Allah da, onu, sevmişti.

34. Zekeriyya (as): Zekeriyyâ b. Berahyâ Aleyhisselâmın soyu, Süleyman b. Dâvûd Aleyhisselâmlara, Süleyman b. Dâvûd Aleyhisselâmların soyu da, Yehûza b. Yâkub Aleyhisselâma dayanır.

35. Yahya (as): Yahya (as), Zekeriyya (as)'ın oğludur.

36. İsa (as): Hz. Meryemin oğludur ve bir mucize olarak babasız dünyaya gelmiştir. Hz. Meryem'in babası İmran b.Mâsân olup Hub'um b. Süleyman Aleyhisselâmın soyundandı.

37. Hz. Muhammed (asm): Muhammed b. Abdullah, b. Abdulmuttalib, b. Hâşim, b. Abdi Menaf, b. Kusayy, b. Kilab, b. Mürre, b. Ka'b, b. Lüey, b. Galib, b. Fihr, b. Mâlik, b. Nadr, b. Kinane, b. Huzeyme, b. Müdrike, b. İlyas, b. Mudar, b. Nizar, b. Maadd, b. Adnan. Bütün kaynaklar Muhammed (a.s.)ın, Adnan'a kadar olan atalarının gerek isimlerinde, gerek sıralarında, ittifak halinde bulundukları gibi, Adnan'ın da İsmail (a.s.) b. İbrahim (a.s.)ın öz be öz soyundan geldiğinde de müttefiktirler.

Kaynak:

(M. Asım KÖKSAL, Peygamberler Tarihi)

3 Dünyaya kaç peygamber gönderilmiştir?

Peygamberler, Kur'an-ı Kerim'de ismi zikredilen yirmi beş zattan ibaret değildir. Bir hadisin işaretine göre 124.000 peygamber gelmiştir. Bunlardan 313 tanesi resüldür. (bk. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 5/265-266; İbn Hibbân, es-Sahîh, 2/77)

Taberânî tarafından nakledildiği belirtilen bir rivayete göre de, toplam kaç resûl olduğu sorulduğunda Hz. Peygamber (asm) 315 resulün bulunduğunu söylemiştir. (bk. İbn Hacer, el-Fetâva' l-hadîsiyye, s. 180, III. Baskı, Kahire, 1989)

İbn Hacer bu hadisin sahih olduğunu bildirmiştir (İbn Hacer Askalani, Metalib’ul-Aliyye no: 3023)

Bunların bir kısmına müstakil kitap verildiği gibi, bir evvelkinin kitabıyla amel edenler de olmuştur. Nitekim Musa (as)'ın kitabıyla Harun (as) da amel etmiştir. İsa (as)'ın kitabıyla Yahya ve Zekeriya aleyhimüsselamların da amel ettikleri gibi.

İmam-ı Rabbanî, hem delile, hem keşfe dayanarak demiş ki:

"Hindistan'da çok peygamberler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış veya sayılı birkaç kişiyle sınırlı kaldığı için iştihar etmemiş veyahut nebi ismi verilmemiş." (bk. Nursi, Mektubat, s. 386)

Bilindiği gibi, resul ile nebi arasında fark vardır. Resul kavramı, yeni bir kitap ve şeriatla gelen peygamberler için, nebi ise, kitap ve şeriat getirsin ya da getirmesin bütün peygamberler için kullanılan bir terimdir.

Bizim bilmemiz ve inanmamız gereken şudur:

İlk peygamber Âdem (as), son peygamber de Hazret-i Muhammed (asm)'dır. Bu iki peygamber arasında sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok peygamber gelip geçmiştir. Biz, Allah tarafından tavzif edilen peygamberlerin hepsine de inanıp, iman ediyoruz. İsimlerini bilmesek, muhitlerini tanımasak da onlar Allah'ın tavzif ettiği peygamberlerdir...

4 Hz. Ali peygamber midir?

Hz. Ali (ra) peygamber değildir; Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm)'in ashabı, damadı ve dördüncü halifedir.

Hz. Ali (ra), Resulullah (asm)'ın amcasının oğlu, damadı, dördüncü halife. Babası Ebû Talib, annesi Kureyş'ten Fâtıma binti Esed, dedesi Abdulmuttalib'tir. Künyesi Ebu Hasan ve Ebû Tûrab (toprağın babası), lâkabı Haydar; ünvanı Emîru'l-Mü'minin'dir. Ayrıca 'Allah'ın Arslanı' ünvanıyla da anılır.

Hz. Ali (ra) küçük yaşından beri Resulullah (asm)'ın yanında büyüdü. On yaşında İslâm'ı kabul ettiği bilinmektedir. Hz. Hatice (ra)'den sonra müslümanlığı ilk kabul eden odur. Hz. Peygamber (asm) ile Hz. Hatice (ra)'yi bir gün ibadet ederken gören Hz. Ali (ra)'ye Peygamberimiz (asm) şirkin kötülüğünü, tevhidin manasını anlattığında Hz. Ali (ra) hemen Müslüman olmuştu. Mekke döneminde her zaman Resulullah (asm)'ın yanındaydı. Kâbe'deki putları kırmasını şöyle anlatır:

"Bir gün Resul-u Ekrem ile Kâbe'ye gittik. Resul-u Ekrem omuzuma çıkmak istedi. Kalkmak istediğim zaman kalkamıyacağımı anladı, omuzumdan indi, beni omuzuna çıkardı ve ayağa kalktı. Kendimi istesem ufukları tutacak sanıyordum. Kâbe'nin üzerinde bir put vardı, onu sağdan soldan ittim. Put düştü, parça parça oldu. Resulullah'ın omuzlarından indim. İkimiz geri döndük." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/384).

Resul-u Ekrem (asm), en yakın akrabasını uyarmak ve hakkı tebliğ etmek hususunda Allah Teâlâ'dan emir alınca, onları Safa tepesinde toplayıp ilâhî emirleri tebliğ edince, Kureyş müşrikleri onunla alay etmişti. İkinci toplantıyı yapmasını Hz. Ali (r.a.)'ye bıraktı, Ali de bir ziyafet hazırlayarak Hasimoğullarını davet etti. Resulullah yemekten sonra:

"Ey Abdülmuttaliboğulları, ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş bulunuyorum. İçinizden hanginiz benim kardeşim ve dostum olarak bana bey'at edecek."

dedi. Yalnız Ali (r.a.) kalktı ve orada Resulullah'a onun istediği sözlerle bey'at etti. Bunun üzerine Resul-u Ekrem, "Kardeşimsin ve vezirimsin." diyerek Hz. Ali'yi taltif etti. (Müsned, 1/159; Taberî, 2/217-8; Heysemî, Mecmau'z-zevâid, 8/302)

Hz. Peygamber (asm) hicret etmeden önce elinde bulunan emanetleri, sahiplerine verilmek üzere Ali'ye bıraktı ve o gece Hz. Ali (ra), Resulullah (ra)'ın yatağını da yatarak müşrikleri şaşırttı. Böylece Hz. Ali (ra), Hz. Peygamber (asm)'i öldürmeye gelen müşrikleri oyalayarak onun yerine hayatını tehlikeye atmış, bu suretle Peygamber'e hicreti sırasında zaman kazandırmıştır. Hz. Ali, Peygamberimiz'in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine verdikten sonra Medine'ye hicret etti. Medine'de de Hz. Peygamber'in devamlı yanında bulundu, bütün cihat harekâtlarına katıldı, Uhud'da gâzî oldu. Bedir'de sancaktardı. Aynı zamanda keşif kolunun başındaydı; hakim noktaları tesbit ederek Hz. Peygamber'e bildirdi. Bu mevkiler işgal edilerek, Bedir'de önemli bir savaş harekâtını başarıya ulaştırdı.

Bedir gazasının başlamasından önce, Kureyşliler'le teke tek dövüşen üç kişiden biriydi. Bu döğüşte, hasmı Velid b. Muğire'yi kılıcı ile öldürdüğü gibi, Hz. Ebû Ubeyde zor durumdayken yardımına koştu ve onun hasmını da öldürdü. Kendisine "Allah'ın Arslanı" lâkabı ve Bedir ganimetlerinden bir kılıç, bir kalkan ve bir de deve verildi. (bk. Ahmed bin Abdullah et-Taberî, er-Riyadu’n-Nâdıra: 1/245)

Hz. Ali (ra), Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber (asm)'in kızı Hz. Fâtıma (ra) ile evlendi. Nikâhını Hz. Peygamber kıydı. O zamana kadar Resulullah'la oturan Hz. Ali nikâhtan sonra ayrı bir eve taşındı. Hz. Ali'nin, Hz. Fâtıma'dan üç oğlu, iki kızı dünyaya geldi.

Hicret'in üçüncü yılında Uhud savaşında, Müslüman okçuların hatası yüzünden müşrikler Müslümanların üzerine saldırmışlar ve Hz. Peygamber (asm) de yaralanarak bir hendeğe düşmüş ve düşman onun öldüğünü yaymıştı. Halbuki o sırada döğüşe döğüşe gerileyen Hz. Ali, Hz. Peygamber'in içine düştüğü hendeğe ulaşarak, onu korumaya almıştı. İki tarafın da kazanamadığı bu savaşta Hz. Ali birçok yerinden yaralanarak gazi oldu.

Uhud savaşından sonra Hz. Ali (ra) "Benu Nadr" Yahudilerinin hainlikleri üzerine bu kabile ile yapılan savaşı bizzat idare etti. Bütün çarpışmalarda Hz. Ali kahramanca döğüşmüş ve müşriklerin en meşhur savaşçılarını öldürmüştür.

Hudeybiye barışında sulh şartlarının yazılmasında o memur edildi. Hz. Ali (ra), sulhnameyi yazmaya şöyle başladı: "Bismillâhirrahmânirrahîm. Muhammed Resulullah..." Ancak müşrikler bu ifadeye itiraz ettiler. Hz. Peygamber (asm), "Resulullah" yerine "Muhammed b. Abdullah" yazmasını Hz. Ali'ye söylemiş fakat Hz. Ali "Resulullah" ifadesinin yazımında ısrar etmiştir. (Müsned, 4/291)

Hz. Ali (ra) Mekke'nin fethi sırasında yine sancaktardı. "Keda" mevkiinden Mekke'ye girdi. Mekke kan dökülmeden fethedildi. Hz. Peygamber (asm) ile birlikte Kâbe'deki bütün putları kırdılar.

Mekke'nin fethinden sonra Resulu Ekrem (asm), Hâlid b. Velid'i Benu Huzeyme kabilesine gönderdi. Bu kabile ya cehaleti, ya da bedevî olmalarından, "Müslüman olduk" anlamındaki "eslemna" kelimesi yerine "sabbena" dediği için Hâlid b. Velid hiddetlendi ve onlarla harp etti. Hz. Peygamber olayı duyunca çok üzüldü. Hz. Ali (ra)'yi bu hatayı telâfi ile görevlendirdi. Hz. Ali Benu Huzeyme'ye giderek öldürülenlerin diyetini ödeyip mağdur olanların zararlarını telâfi etmişti.

Huneyn gazasında Müslümanlar bir ara bozulup dağıldılar. Sayıları binleri bulduğu halde içlerinden ancak birkaç kişi sabredip dayanabildi. Hz. Ali (ra) bu savaşta yalnız sabırla tahammül etmekle kalmayarak gösterdiği yiğitlik ve kumandanlıkla İslâm ordusunun kendi safında toparlanmasını sağladı.

Resulu Ekrem hicretin 9. yılında Tebük seferine çıkarken Hz. Ali (ra)'yi Ehl-i beytin muhafazası için Medine'de bıraktı, ancak bu sefere katılamadığı için müteessir oldu. Bunun üzerine Resulullah: "Musa'ya göre Harun ne ise, sen bana karşı o olmak istemez misin?" dedi. Ali, bu iltifattan çok memnun oldu. (Buhârî, Fezâ'ilü ashâbi'n-nebi, 9; Müslim, Fezâ'l-lü's-sahâbe, 30, 31)

Berae suresinin ayetleri nazil olunca, Resulullah (asm) Hz. Ali (ra)'yi Mekke'ye gönderdi. Bu suretle hiçbir müşrikin artık Kâbe-i Şerîfi bundan sonra haccedemeyeceğini bildirdi.

Yemen bölgesinin İslâm'a girmesi zordu. Görev yine Ali b. Ebi Talib'e verildi. Hz. Ali "Bu çok güç bir iş" dedi. Resulullah da "Ya Rabb, Ali'nin dili tercümanı, kalbi hidayet nurunun memba olsun." diye dua edince, Ali, siyah bir bayrak alarak Yemen'e gitti; kısa süren irşadları sayesinde Yemen'in bütün Hemedan kabilesi Müslüman oldu. (Ebû Dâvûd, Akdiye, 6; Tirmizî, Ahkâm”, 5; Müsned, 1/83, 88, 111, 136, 149, 156)

Hz. Peygamber (asm)'in vefatı sırasında, hücresinde bulunanların başında geliyordu. Hz. Ebu Bekir (ra) halife seçildiği sırada Hz. Ali (ra) Resulullah'ın hücresinde tekfin ile meşgul idi.

Hz. Ömer (ra) devrinde devletin bütün hukuk işleriyle ilgilenip adeta İslâm devletinin baş kadısı olarak görev yaptı. Hz. Ömer'in şehâdeti üzerine yine devlet başkanını seçmekle görevlendirilen altı kişilik şûra heyetinde yer alıp, bu altı kişiden en sona kalan iki adaydan biri oldu.

Hz. Osman (ra)'ın hilâfeti döneminde idarî tutumdan pek memnun olmamakla birlikte, İslâm devletinin muhtelif vilâyetlerinden gelen şikayetleri hep Hz. Osman'a bildirmiş ve ona hâl çareleri teklif etmişti. Hz. Osman'ı muhasara edenleri uzlaştırmak için elinden gelen gayreti sarfetti.

Hz. Osman (ra)'ın şehâdetinden sonra İslâm'ın ileri gelen şahsiyetleri ona bey'at ettiler. Ancak onun bu dönemi Allah'ın bir takdiri olarak son derece karışık bir dönem oldu. Hilâfete geçtiğinde hâlledilmesi gereken bir çok problemle karşı karşıya kaldı. Bu karışıklıklar Cemel ve Sıffın gibi iç çatışmaları doğurdu. İslâm devleti bünyesindeki bu ihtilâfları giderme konusunda büyük fedakârlık ve gayretler gösterdi.

Nihayet, Kûfe'de 40/661 yılında bir Hârici olan Abdurrahman b. Mülcem tarafından sabah namazına giderken yaralandı. Bu yaranın etkisiyle şehid oldu.

Hz. Ali (ra) devamlı olarak Hz. Peygamber (asm)'in yanında bulunduğu için tefsir, hadîs ve fıkıhta sahabenin ileri gelenlerindendir. Hatta Resulullah'ın tabiri ile "İlim beldesinin kapısı" olarak ümmetin en bilgini idi. Hz. Peygamber yolunda insanları hakka iletmek için büyük gayretler sarfetmiş ve hilâfet dönemi iç karışıklıklarla dolu olmasına rağmen İslâm'ın öğretilmesi ve öğrenilmesi hususunda büyük katkıları olmuştu.

Medine'de duruma hakim olup yönetimi tam olarak eline aldıktan sonra öğretim için merkezde bir okul kurdu. Arapça gramerin öğretilmesini Ebu Esved ed-Düeli'ye, Kur'an okutma ve öğretme işini Abdurrahman es Sülemi'ye, Tabiî ilimler konusunda öğretmenlik görevini Kümeyl b. Ziyâd'a verdi. Arap edebiyatı konusunda çalışma yapmak üzere de Ubade b. es Samit, ve Ömer b. Seleme'yi görevlendirdi. Devlet yönetimi ve hizmetlerini; maliye, ordu, teşrî ve kaza gibi bölümlere ayırarak yürütüyordu. Malî işleri, dağıtma ve toplama diye iki kısma ayırmazdı.

Ümmetin malını ümmete dağıtırken de son derece titiz davranırdı. Kendisine bir pay ayırma noktasında gayet dikkatli olup, kimsenin hakkına tecavüz etmemekte de büyük bir örnek idi. Kendisini Kûfe'de görenler, kışın soğuğunda ince bir elbisenin altında tir tir titreyerek camiye gittiğini aktarırlar.

Hz. Ali (ra), devlet yönetici ve memurlarının nasıl davranmaları gerektiği konusunda şu yönetmeliği hazırlamıştı:

1. Halka karşı daima içinizde sevgi ve nezaket besleyin. Onlara bir canavar gibi davranmayın ve onları azarlamayın.

2. Müslüman olsun olmasın herkese aynı davranın. Müslümanlar kardeşleriniz, Müslüman olmayanlar ise sizin gibi bir insandır.

3. Affetmekten utanmayın. Cezalandırmada acele etmeyin. Emriniz altında bulunanların hataları karşısında hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyin.

4. Taraf tutmayın, bazı insanları kayırmayın. Bu tür davranışlar sizi zulme ve despotluğa çeker.

5. Memurlarınızı seçerken zalim yöneticilere hizmet etmemiş ve devletin suçlarından ve zulümlerinden sorumlu olmamış bulunmalarına dikkat edin.

6. Doğru, dürüst ve nazik kişileri seçin ve çıkar ummadan ve korkmadan acı gerçekleri söyleyebilenleri tercih edin.

7. Atamalarda araştırma yapmayı ihmal etmeyin.

8. Haksız kazanç ve ahlâksızlıklara düşmemeleri için memurlarınıza yeterince maaş ödeyin.

9. Memurlarınızın hareketlerini kontrol edin ve bunun için güvendiğiniz samimi kişileri kullanın.

10. Mektuplar ve müracaatlara bizzat kendiniz cevap verin.

11. Halkın güvenini kazanın ve onların iyiliğini istediğinize kendilerini inandırın.

12. Hiç bir zaman vaadinizden ve sözünüzden dönmeyin.

13. Esnaf ve tüccara dikkat edin; onlara gereken önemi gösterin, fakat ihtikâr, karaborsa ve mal yığmalarına izin vermeyin.

14. El işlerine yardım edin; çünkü bu yoksulluğu azaltır, hayat standardını artırır.

15. Tarımla uğraşanlar devletin servet kaynağıdır ve bir servet gibi korunmalıdır.

16. Kutsal görevinizin yoksul, sakat ve yetimlere bakmak olduğunu hiç aklınızdan çıkarmayın. Memurlarınız onları incitmesin, onlara kötü davranmasın. Onlara yardım edin, koruyun ve yardımınıza ihtiyaç duydukları her zaman huzurunuza çıkmalarına engel olmayın .

17. Kan dökmekten kaçının, İslâm'ın hükümlerine göre öldürülmesi gerekmeyen kimseleri öldürmeyin. (Hz. Ali'den Devlet Adamlarına Öğütler, Seha Neşriyat)

Hz. Ali (ra) bütün bu emirleri kendi nefsinde eksiksiz uygulayan bir halifeydi. Beş yıllık halifeliği çok önemli olaylarla, savaş ve sıkıntılarla geçmişti. Fitnelere karşı sonuna kadar doğru yoldan sabırla mücadele etmek istedi sonunda şehid oldu.

Hz. Ali (ra) İslâm'ın bütün güzelliklerine vakıftı. Çünkü o, Resulullah (asm)'ın daima yanında bulunmuştu. Vahiy kâtibiydi, hâfız, müfessir ve muhaddisti. Hz. Peygamber'den beş yüzden fazla hadis rivayet etti. Ahkâmın nazariyatından çok amelî keyfiyetine bakardı:

"Halka anladıkları hadisleri söyleyiniz. Allah ile Peygamber'in tekzip edilmesini ister misiniz?" (Buhârî, İlim 4) demiştir.

Hz. Ali (ra)'nin, Hz. Fâtıma (ra)'dan Hasan, Hüseyin, Muhsin adlı oğulları ve Zeynep, Ümmü Gülsüm adlı kızları oldu.

Hz. Ali (ra) âbid, kahraman, cesur, iyilikte yarışan, takva sahibi ve son derece cömertti. Medine'de Müslümanların durumu düzeldikten sonra, Hz. Ali de bir hizmetçi almaya karar verip, Resulullah'a gitti. Resulullah kızıyla damadının arasına girerek:

"Ben size hizmetçiden daha hayırlısını haber vereyim. Yatarken otuzüç kere Allahü ekber, otuzüç kere Elhamdülillah, otuzüç kere de Subhanallah deyin." buyurdu. (Buhari, Fedailul Ashab 9)

Yine bir gün yiyecek çok az yemekleri olan Hz. Ali (ra) ile ailesi sofraya oturdukları sırada kapılarına bir dilenci geldi, onlar da yemeği dilenciye verdiler. Ertesi gün gelen bir yetime, üçüncü gün gelen bir esire yemeklerini verdiler. Bu olay üç gün sürdükten sonra şu ayet-i kerime indi:

"Şüphesiz en iyiler mizacı kâfur olan bir tastan içerler. Allah'ın kullarının taşıra taşıra içeceği bir kaynak. Adağı yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar. İçleri çektiği hâlde yiyeceği, miskine, yetime ve esire yedirirler. 'Biz sizi ancak Allah'ın rızası için doyuruyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz oldukça asık suratlı zorlu bir günden dolayı Rabbımızdan korkuyoruz.' derler. Allah da bu günün şerrinden onları korur. Onlara parlaklık ve sevinç verir." (İnsan, 5/11)

Hz. Ali (ra)'nin "Zülfikâr" adı verilen meşhur bir kılıcı vardı. Kılıcın ağzı iki çatallı idi ve Hz. Ali'ye Resulullah (asm) tarafından hediye edilmişti.

Hz. Ali (ra)'nin cömertliği, insanîliği, Resulullah (asm)'a olan yakınlığıyla edindiği büyük manevî miras onu yüzyıllardır halk inançlarında destani bir kişiliğe büründürmüştür. Bir gün onun dört dirhemi vardı. Birini açıktan, birini gizliden birini gündüz, birini de gece infak etti ve hakkında şu ayet-i kerime indi:

"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık olarak infak edenler. Onlar için Rabbleri katında karşılıkları vardır ve üzülecek de değillerdir." (Bakara, 2/274).

Hz. Ali (ra)'nin Peygamberimiz (asm)'den rivayet ettiği birçok hadis vardır. (bk. Müsned, 1/75 vd.)

Hz. Ali (ra) buyurdu:

"Kişi dili altında saklıdır. Konuşturunuz, kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız."

"İnsanın yaşlanıp Rabbini bildikten sonra ölmesi, küçükken ölüp hesapsız cennete girmesinden daha hayırlıdır."

"Kul ümidini yalnız Rabbi'ne bağlamalı ve yalnız günahları kendini korkutmalıdır."

"Cahil, bilmediğini sormaktan utanmasın. Âlim, içinden çıkamayacağı bir meselede en iyisini Allah Teâlâ bilir' demekten sakınmasın."

"Sizin için korktuğum şeylerin en başında, nefsinin isteğine uymak ve uzun emelli olmak gelir. Birincisi hak yoldan alıkoyar; ikincisi ise ahireti unutturur."

"Amellerin en zoru üçtür. Bunlar; nefsin hakkını verebilmek, her halde Allah Teâlâ'yı hatırlayabilmek, kardeşine bol bol ikramda bulunabilmektir."

"Takva, hataya devamı bırakmak; aldanmamaktır."

"Kalpler, kaplara benzer. Hayırlı olanı, hayırla dolu olanıdır."

"Bana bir harf öğretenin kölesi olurum."

Hz. Ali (ra) bu ümmetin en ileri gelenlerinden biri olarak İslâm'ın bize kadar gelmesinde büyük rolü olan sahabelerdendir.

5 Kur'an'da ismi geçen peygamberlerin meslekleri nelerdir?

Kur'an-ı Kerim'de isimleri zikredilen peygamber efendilerimizin her birerleri bir veya birkaç dünya işiyle meşgul olmuşlar ve dünya geçimlerini bu yoldan tedarik etme yoluna başvurmuşlardır. Böylece hem insanlara güzel ve faydalı meslekleri öğretmişler, hem de insanlara boyun bükmekten kurtulmuşlardır. Bundan dolayı da tevhid akidesini kimseden korkmadan savunmuşlardır.

Kur'an'da İsimleri Geçen Peygamberler:

Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan Peygamberimize (asm) kadar bir rivâyete göre 124.000, diğer bir rivâyete göre ise 224.000 peygamber gelmiştir. Bunlardan ancak yirmi sekiz tanesinin isimleri Kur'ân-ı Kerim'de zikredilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de adları geçen ve bilinmeleri vâcip olan

Peygamberlerin mübârek isimleri şunlardır:

1. Âdem
2. İdris
3. Nûh
4. Hûd
5. Sâlih
6. İbrâhîm
7. Lût 
8. İsmâîl
9. İshâk
10.Yâkûb
11.Yûsüf
12.Eyyûp
13.Şuayb
14.Mûsâ
15. Hârûn
16. Dâvûd
17. Süleyman
18. Yûnus
19. İlyas
20. Elyesa
21. Zülkifl
22. Zekeriyya
23. Yahyâ
24. Îsâ
25. Üzeyr*
26. Lokman*
27. Zülkarneyn*
28. Hazret-i Muhammed. (Aleyhimüssalatü vesselam)

* Bu üç mübârek zâta evliya diyenler de vardır.

Kur`an`da ismi geçmediği halde peygamber olarak meşhûr olanlar da şunlardır:

Şît, Yûşâ, Cercis, Danyal

BAZI PEYGAMBERLERİN MESLEKLERİ:

HZ. ADEM (AS): İlk ziraat mühendisi ve çiftçi idi.

HZ. ŞİD (AS): Hallac, kazzaz, nessac = dokumacıların, örücülerin ve mensucat sanayiinin ilk kurucusu idi.

HZ. İDRİS (AS): İğneyi ilk icad eden, ona delik açan, iplik geçiren olduğundan, terzilerin- konfeksiyoncuların- örücülerin piri sayılır.

HZ. NUH (AS): Marangozların, gemicilerin, denizcilerin ve barbarosların piri idi.

HZ. HUD (AS): Tüccar idi. Bütün tüccarların piri sayılır.

HZ. SALİH (AS): Sürülerle develer yetiştirirdi. Sütlerini hem içer, hem de satıp dünyalığını temin ederdi. Salih peygamberin devesi meşhurdur.

HZ. İBRAHİM (AS): Kabeyi yeniden inşa edişiyle, Hz Süleyman (as)'a ve Mimar Sinan'a önderlik etmiştir.

HZ. LUD (AS): Tarihçi idi. Seyyahların, Evliya çelebilerin piridir.

HZ. İSMAİL (AS): Kara ve deniz avcılığı ile geçimini sağlardı. Avcıların piri sayılır. Yetmiş dil bilirdi. Tercümanların da piridir.

HZ. İSHAK (AS): Çoban idi.

HZ. YAKUB (AS): Çoban idi.

HZ. YUSUF (AS): Saati ilk icat eden, toprak mahsulleri ofisini ilk defa kuran, bolluk zamanında depolamayı, kıtlık zamanında halka dağıtmayı düşünen bir peygamberdir.

HZ. EYYÜB (AS): Ziraatcı idi.

HZ. ŞUAYB (AS): Ziraatcı idi.

HZ. MUSA (AS): Çobanlık yapmış ve Hz Şuayb (as)'a hizmetçilik etmiştir.

Bir büyüğe hizmet etmekte peygamber mesleklerinden biridir.

HZ. HARUN (AS): Vezir idi.

HZ. DAVUD (AS): Demiri işleyen, zırh yapan ve düzenli ordular kuran, Calut'un ordularını mağlup eden bir kumandandır.

HZ. SÜLEYMAN (AS): Emir, hükümdar idi. Sazlardan zenbil yapardı. Bakır madenini ilk defa işleyen O'dur.

HZ. ZÜLKİFL (AS): Ekmek pişirirdi, fırıncıların piri idi.

HZ. İLYAS (AS): Dokumacı ve iplikçilerin piri idi.

HZ. YUNUS (AS): Balık avlayıp geçinirdi, balıkçıların piri idi.

HZ. ÜZEYR (AS ): Bahçıvan idi. Meyve ağaçlarını ilk defa aşılayan fidan yetiştiren, budama işlerini insanlara öğretendir. Bağ ve bahçe işleriyle uğraşanların piridir.

HZ. LOKMAN (AS): Doktorluk ve eczacılık mesleğinin piridir.

HZ. ZEKERİYYA (AS): Marangoz idi  Müsned, 2/405)

HZ. İSA (AS): Avcı idi. Av aleti ile geçimini temin ederdi. Avcıların piri idi. Aynı zamanda doktorların piridir..

HZ. MUHAMMED (SAV): Küçük yaşlarda çobanlık yapmış, daha sonra ticaretle uğraşmış ve cihadla meşgul olmuştur.

6 Hz. Lut'un kavmi nerede helak olmuştur, İtalya'daki Pompei şehrinde mi yoksa Lut Gölü denilen Ölü Deniz'de mi?

Lût kavminin ikamet ettiği şehirlere Kur’an lisaniyle “Mü’tefikât” (Tevbe, 9/70; Hakka, 69/9.) denir. Bunlar beş şehirdir. Buralarda dört yüz bin insanın yaşamış olduğu rivayet edilir.

Bu azabın isabet ettiği bölgeye bugün bahrü’l-meyyit (Ölü deniz) veya Lût gölü denmektedir.

LÛT KAVMİNİN HELAKİ HUSUSUNDA İLİM ADAMLARI NE DİYOR?

Bu konuda Bilim ve Teknik dergisinde neşredilen bir yazıda şu açıklamalara yer verilmektedir:

Bu olay bundan 4000 yıl önce, yani İ.Ö. 2000 yıllarının başlarında ve tahminlere göre İ.Ö. 1900 yıllarında olmuştur. Alman yazar Werner Keller, arkeolojik ve jeolojik araştırma ve incelemelere dayanarak bu iki kentin yeryüzünden silinişini “Tevrat Gerçekten Haklı İmiş” diye çevireceğimiz yapıtında geniş bir biçimde açıklayıp anlatmaktadır. Çok geniş ilgi gören, Keller’in bu yapıtı yirmi iki dile çevrilmiş ve milyonlarca nüsha satılmıştır!

Keller’in açıklamalarına göre, Amerikan arkeolog ve jeologlarının yaptıkları geniş araştırma ve kazılarında, Tevrat’ta (ve diğer Mukaddes Kitaplarda) yeryüzünden silinişleri anlatılan Sodom ve Gomorra şehirlerinin yerleri, Siddim vadisi denilen ve Lût gölünün en alt ucunda bulunan çevredir. Vaktiyle buralarda büyük ve geniş yerleşmelerin bulunduğu kazılardan anlaşılmıştır.

Araştırıcılar, buralarda yaptıkları kazılarda büyük umutlarla Sodom ve Gomorra’nın yerlerinin de bulunacağını sanmışlarsa da düş kırıklığına uğramışlardır ve bundan sonra da bu şehirlerin yerlerinin bulunabileceği artık söz konusu değildir; zira, aşağıda açıklandığı gibi, bu şehirler yerin derinliklerine gömülmüşlerdir.

Bu büyük felâkete neden olan korkunç olayı ve bu felâketten önce burasının jeolojik durumunu Keller şöyle anlatmaktadır:

Lût gölünün doğu kısmında bir yarımada oluşturan dil gibi bir kısım gölün içine uzamıştır. Bu kısma Araplar el-Lisan, yani dil adını vermişlerdir. Burada suyun tabanında, adetâ gölü ikiye bölen ve fakat görülmeyen keskin bir dirsek uzamaktadır. Bu yarım adanın sağında taban 400 metre derin olduğu halde, sol tarafı şaşılacak kadar sığdır. Son senelerde yapılan ölçmelerden burasının derinliğinin ancak 15-20 metre kadar olduğu anlaşılmıştır. Kayıkla Lût gölünün bu alt ucunda gezildiği zaman, güneş ışınları da suya uygun bir biçimde yansıyorsa, insan şaşılacak bir görünüm ile karşılaşır. Şöyle ki, kıyıdan biraz ötede suyun içinde orman ağaçlarının belirdiği görülür. Bunlar da gölün son derece yoğun olan tuzlarının konserve ettiği ağaçlardır.

Derinlerde yeşil renkte görülen ağaç gövdeleriyle ağaç artıklarının çok eski olması gerekir. Bir zamanlar bu ağaçların yaprakları yeşillendiği ve çiçek açtıkları zaman herhalde Lût da buralarda sürülerini otlatmış olacaktır! Lût gölünün bu garip dili bir zamanlar Siddim vadisi idi.

Sodom ve Gomorra’nın uğradığı felâketin nedeni, jeologların gözlemlerinden anlaşılmaktadır. Amerikan jeologları ilk olarak Şeria nehri yatağının neden dolayı çok dik olduğunu açıklamışlardır. Gerçekten Şeria nehrinin yatağını oluşturan 190 kilometrelik bir mesafede, Şeria 190 metrelik bir meyille düşüş yapmaktadır. Bu durum ve Lût gölünün de deniz yüzeyinden 400 metre alçak olması, büyük bir jeolojik olayın burada kendini göstermesinden ileri gelmiştir.

Şeria nehri vadisi ile Lût gölünün durumu da küremizin bu bölgesinden geçen bir yarık ya da çatlağın ancak bir parçasından ibarettir. Küre kabuğunda bu çatlağın durumu ve uzunluğu son zamanlarda saptanmış bulunmaktadır. Bu çatlak Toros dağlarının eteklerinden başlayıp güneye doğru Lût gölünün güney kıyılarından ve Araba çölü üzerinden Akabe körfezine uzayıp, oradan da Kızıl Denizi’ni geçerek Afrika’da son bulmaktadır. Bu uzun çöküntünün uzayıp gittiği yerlerde kuvvetli yanardağı hareketlerinin bulunmuş olduğu anlaşılmaktadır. Şöyle ki, İsrail’deki Galilea dağlarında, Ürdün’ün yüksek yayla kısımlarında, Akabe körfezi vb. yerlerde siyah bazalt ve lâvlar bulunmaktadır.

Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan muazzam bir çökme olayında herhalde patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim vadisi ile birlikte Sodom ve Gomorra kentleri de yerin derinliklerine gömülmüşlerdir. Bu deprem sırasında yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanlara serbest yol vermiştir. Şeria’nın yukarı vadisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lâv kitleleri ve bazalt katmanları yer almıştır.

İlginç bir nokta da şudur ki, Tevrat’ta depremden söz edilmediği halde Ahmed Cevdet Paşa Kısas-ı Enbiyâ,  yani Peygamberler Tarihi’nde depremi söz konusu etmiştir. Ahmed Cevdet Paşa aynen şöyle demektedir:

“Hazret-i İbrahim’in kardeşi Harran oğlu Lût, ki onunla birlikte Babil’den Şam tarafına geçmişti, Sodom cihetine gönderilmişti. Buranın ahalisi ise kâfir ve fâsık idiler. Hareketleri yolsuzdu ve hiçbir kavmin yapmadığı fuhuşları yaparlardı. Lût onları doğru yola çağırdı, dinlemediler. Çok nasihat etti, kabul etmediler. Cenâb-ı Hak onların başına taş yağdırdı ve deprem ile köylerinin altını üstüne getirdi. Hepsini mahvetti. Yalnız Lût, ev halkı ile geceleyin içlerinden çıkıp kurtuldu.”(Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, I. Cilt, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul)

İşte Sodom ve Gomorra şehirleriyle çevresi, böyle büyük bir ilâhî âfetin kurbanı olmuş ve günümüzden yaklaşık 4000 yıl önce kendini gösteren bu büyük felâket sonucunda Sodom ve Gomorra kentleri tam anlamı ile yerin dibine batmışlardır. (Bilim ve Teknik, Sodom ve Gomorra, Prof. Dr. Arif Akman, 152.)

(bk. Mehmet Dikmen, Peygamberler Tarihi)

7 Hz. Zekeriya'nın bir ağacın içine gizlenmesi ve bu ağacın kesilmesi olayının, nedenini ve nasıl olduğunu açıklar mısınız?

Kur'an-ı Kerim'den öğrendiğimize göre, Hz. Meryem hurma ağacının altında ilâhî rahmete ve feyze muhatap olmuştu. Üzerindeki korku, mahzunluk gitmişti. Mevsim kış olmasına rağmen hurma ağacı meyvesini vermiş, daldaki hurmalar Hz. Meryem'in önüne dökülmüştü. İşte bu sırada İsa Aleyhisselâm dünyaya teşrif eder. Anne heyecan ve sevinç içinde yavrusunu kucağına alır. Ancak yine de kalbindeki sıkıntı geçmemiştir. Evlenmeden bir çocuğu olmuştur. Bunu kavmine nasıl anlatacaktır? Onlar inanmayacaklar; ne yapsa, ne etse, Hz. Meryem'i anlamayacaklardı. Âlemlerin Rabbi buyuruyor ki:

"Ye, iç. Gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: Ben çok merhametli olan Allah'a oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım." (Meryem, 19/26)

İsa Aleyhisselâm'ın doğumunda bazı harikulâde olaylar meydana gelmiştir. Bunların birkaçını burada zikredeceğiz. Bir hadis–i şerifte Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz buyuruyor ki:

"Âdemoğlundan doğduğu vakit şeytanın dürtüp de ağlatmadığı kimse yoktur. Bundan sadece Meryem oğlu İsa hariçtir." [Buhârî, Enbiya 44, Bed'ü'l–Halk 11, Tefsir, Âl–i İmran 2; Müslim, Fezâil 147, (2366)]

Rivayet edilmiştir ki, İsa Aleyhisselâm'ın doğumu meydana gelmek üzere iken bir grup şeytan bunu görür. Ona yaklaşmak isterler; fakat buna muvaffak olamazlar. Durumu reisleri olan İblis'e haber verirler. İblis; emir eri şeytanları dinledikten sonra bu işte bir iş var diyerek, kendisi olay mahalline gider. Bir de bakar ki, meleklerden meydana gelmiş bir ordu tarafından koruma altına alınan bir anne ve çocuğu vardır. Yukarıdaki hadis–i şerifin işaret ettiği olay budur.

Bir başka rivayette de şöyle anlatılır: Hz. Meryem'i aramaya çıkan birkaç kişi, yolda bir çobana rastlarlar. Hz. Meryem'e rastlayıp rastlamadığını sorduklarında çoban: "Söylediğiniz gibi birini görmedim. Fakat dün gece yaşadığım olayı, bunca senedir çobanım, hiçbir zaman yaşamadım. İneklerim dün gece hep birlikte şu gördüğünüz vadiye yönelerek secde ettiler."

Bir başka rivayette ise; çoban, vadi tarafını işaret ederek, gece oraya bir nurun indiğini gördüğünü söyler.(İbn Kesir, Hadislerle Kur'an–ı Kerîm Tefsiri, çev. Bekir Karlığa – Bedrettin Çetiner, X/5135)

Doğum olayından sonra amcaoğlu Yusuf, Hz. Meryem'i bir mağaraya götürür ve Hz. Meryem nifâstan temizleninceye kadar orada kalır. Kırk gün dolunca çocuğunu kucağına alır ve şehre doğru yola koyulur.

Şehre yaklaştıkça Hz. Meryem'in heyecanı artar. Meryem'in kucağında bir bebekle geldiği haberi şehre ulaşır. Haberi duyan fitne odakları rahat durur mu? Hz. Meryem'i büyük bir kalabalık karşılar. Ona sorarlar:

"Ey Meryem! O kucağındaki çocuk kimin?"

Konuşma orucu tutan Hz. Meryem cevap vermez. Cevap alamayan kalabalıktan değişik sorular gelmeye başlar. Bu durum Kur'an–ı Kerîm'de şöyle bildirilmektedir:

"Nihayet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın." (Meryem, 19/27)

Hz. Meryem sorulan sorulara cevap vermez, sabreder. Sataşmalar olur:

"Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi." (Meryem, 19/28)

Âyet–i kerimede adı geçen "Harun"un kim olduğu hakkında birkaç değişik görüş ileri sürülmüştür. Bunlardan birinde, Hz. Meryem'in atası olan Harun Aleyhisselâm'ın kastedildiği söylenmiştir. Bir diğer görüşte ise, bunun, o devrin İsrailoğulları arasında ahlâksızlığı ile bilinen "Harun" ismindeki kişi olduğu söylenir. Sırf Hz. Meryem'e hakaret olsun diye, onu onunla kardeş olarak anarlar. Bir başka rivayete göre de bu kişi, babasının akrabalarının içinde şeref ve namusu ile zirveye çıkmış "Harun" ismindeki bir kişidir. En doğrusunu hiç şüphesiz Allah Celle Celâluhu bilir.

Sataşmalar karşısında Hz. Meryem daha fazla dayanamaz ve el işareti ile kucağındaki çocuğu gösterir. İşaret ederek, "Bana değil; bu çocuğa sorun, size o cevap verecek." demek ister. Bu durum Kur'an–ı Kerîm'de şöyle anlatılmaktadır:

"Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. "Biz," dediler, "beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz?" (Meryem, 19/29)

Meryem'in bu tavrı, orada bulunan kalabalığın tansiyonunun iyice yükselmesine sebep oldu. Nasıl olurdu da bir bebekle konuşulabilirdi. Meryem de işi iyice azıtmıştı, yaptığı ahlâksızlığın yanında bir de kendileri ile alay ediyordu. Dediler ki: "Bunun bizimle alay etmesi, zinasından daha beter!"

Rivayet olunduğuna göre; tam o sırada Hz. İsa Aleyhisselâm meme emiyordu. Bu sözü duyunca memeyi bıraktı, yüzünü onlara çevirdi, sol tarafına yaslandı ve ardından şehadet parmağı ile işaret etti. İsa Aleyhisselâm'ın onlara beşikte iken konuştuğu, bundan sonra çocukların konuşabilecekleri yaşa gelinceye kadar bir daha konuşmadığı da söylenmiştir. Bu olaylar meydana gelirken, Zekeriya Aleyhisselâm'ın da olaydan haberi olur ve derhal olay mahalline gelir. Ana kucağında duran İsa Aleyhisselâm'a hitaben:

"Eğer konuşman emredildiyse, konuş; hüccetini ortaya koy." der.

Tam bu esnada akılara durgunluk veren olay cereyan eder. Kur'an–ı Kerîm'e kulak verelim:

"Çocuk şöyle dedi: "Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana Kitab'ı verdi ve beni peygamber yaptı." (Meryem, 19/30)

Çocuğun konuştuğunu gören kalabalık, dehşete düşer. Böyle bir olay, o güne kadar ne görülmüş, ne de duyulmuştur. Bebek konuşmaya devam eder:

"Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı, beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır." (Meryem, 19/31–33)

Bu olaya şahit olanların söyleyecek sözleri kalmamıştı. Kalabalık sessizce dağıldı. Ne var ki, fitne ve fesat durur mu? Hiçbir zaman durmadı ki, o zaman dursun. İsrailoğullarının fesat, yalan, iftira ve bozgunculuk damarı bir defa kabarmıştı. Bunca açık mucizeyi gördükten sonra bile Hz. Meryem'e iftira atmaktan vazgeçmediler. Şimdi de Hz. Zekeriya Aleyhisselâm'ı olayın içine çekmeye çalışıyorlardı.

Hz. Meryem evladının büyümesi ile meşgul olurken, içten içe yayılan dedikodu ve fesat zehirleri de büyük rahatsızlık meydana getiriyordu. Baskı her geçen gün artarak çoğalıyordu. Artık dayanılacak gibi değildi. Kararını verdi, buralardan uzaklaşacaktı. Mısır'a gitmeye karar verdi, Amcaoğlu Yusuf ile birlikte Mısır'a gidip, yerleşti. Anne oğul Mısır'da bir süre kaldılar. Rivayet edildiğine göre; Mısır'da on iki yıl kaldılar.

Onlar Mısır'da yaşamlarını sürdürürken, Zekeriya Aleyhisselâm da yeni doğmuş olan Yahya Aleyhisselâm ile meşgul olmaktadır. Yahya Aleyhisselâm; İsa Aleyhisselâm'dan yaklaşık olarak beş altı ay önce doğmuştur. Bu doğum ihtiyar babayı son derece mutlu etmiştir. Bu mutluluğunu bozan İsa Aleyhisselâm'ın durumudur. Netice olarak, Yahya gelişip büyümekte, İsa Aleyhisselâm da annesi ile birlikte Mısır'da yaşamını sürdürmektedir. Bu arada iftira kampanyası hızla devam etmektedir.

Bu iftiraları çıkaranların elebaşları, Zekeriya Aleyhisselâm'a kötülük etmeye karar verirler. Onu takibe alırlar. Bir gün tenha bir yerde Zekeriya Aleyhisselâm'ı kıstırırlar. Yaşı oldukça ilerlemiş bulunan Zekeriya Aleyhisselâm adamların kötü niyetli olduklarını anlar ve onlardan uzaklaşmaya çalışır. İsrailoğullarının teröristlerinden kaçarken, rivayet edildiğine göre; bir ağacın yanından geçmekte idi. Ağaç dile gelerek: "Ey Allah'ın resûlü, bana gel!" der.

Ağaç birden yarılır ve Zekeriya Aleyhisselâm ağacın içine girer ve kurtulur. Ancak şeytan burada yapacağını yapar. Ağacın içine girerken, giydiği elbisenin eteğinden bir parça dışarıda kalır. Ağacın yanına gelen teröristler ağaçtan dışarı sarkan elbise parçasını görünce bu işte bir tuhaflık olduğunu anlarlar ve ağacı kesmeye karar verirler. Ağacı ortadan keserler. Böylece ağacın içinde bulunan Zekeriya Aleyhisselâm da ağaçla birlikte kesilir ve şehit peygamberler kervanına katılır. (Peygamberler Tarihi, Osmanlı Yayınevi, I/275)

Zekeriya Aleyhisselâm, İsrailoğullar'nın şehit ettikleri ilk peygamber değildir, son peygamber de olmayacaktır. Oğlu Yahya da babasının yolunda olacaktır. O da İsrailoğullarının azgın teröristleri tarafından öldürülecektir.

Geçmiş peygamberlerle ilgili anlatılan bazı bilgiler İsrailiyata dayanmaktadır. İslami kaynaklarda geçmeyen bilgilere itimat etmemek gerekir. Ayrıca peygamberler masumdur, günah işlemezler...

8 Gelmiş geçmiş tüm peygamberler aynı soydan mı gelmiş?

Esasen bütün insanlar aynı anne babanın yani Hz. Âdem (as) babamız ile Hz Havva annemizin çocukları olduğundan bütün Peygamberler de aynı anne babadan gelmiştir. Ancak bütün peygamberler aynı soydan gelmemiştir. Kısaca hayatları:

Hz. Âdem: İlk peygamber ve ilk insandır.

Hz. Şit (as): Şit aleyhisselam Adem aleyhisselam'dan sonra gönderilen ikinci peygamberdir. Adem aleyhisselam'ın oğludur. Babası vefat edince kendisine peygamberlik ve ayrıca 50 suhuf kitap verildi. Allah Teâlâ Şit aleyhisselama 50 suhuf (sayfa) kitap gönderdi. Hz. Şit'e nazil olan suhuf'da; hikmet ve riyaziye (matematik) ilimleri, kimya, simya ilmi ve çeşitli sanatlar, ayrıca daha bir çok şeyler bildirildi. Şit aleyhisselam, Habil'i şehit ettikten sonra Yemen'e gidip azgınlaşan Kabil'in çocuklarına ve torunlarına Allah’ın yasaklarını ve emirlerini anlattı. Bu kavim Hz. Şit'in davetini kabul etmeyip azgınlık gösterdiler. Hz. Şit onlar ile cihad etti. Bu savaşta kılıç kullandı.

Hz. İdris: Hz. İdris, Hz. Şit aleyhisselamın torunlarından bir peygamberdir. Adem aleyhisselam'ın oğlu Kabil'in evladından olan bir topluma peygamber gönderilmiştir. Cebrail aleyhisselam 4 defa gelip ona Allah’ın emir ve yasaklarını bildirmiştir. İdris aleyhisselamın bunları insanlara 105 veya 120 sene bildirdiği rivayet edilmiştir. Kendisine verilen birçok mucizelerden bazıları, ağaçlarda ne kadar yaprak olduğunu bilmesi, havadaki bulutlara çekilmeleri için emir verebilmesi ve kendisinden sonra gelecek olan peygamberleri haber vermesi idi.

Hz. Nuh: Nuh aleyhisselam, İdris aleyhisselam'dan sonra gelen peygamberdir. Hz. Nuh, Idris aleyhisselamdan sonra azan insanlara peygamber olarak gönderildi. İnsanlar putlara tapmaya başladı. Cenab-ı Hak bunun için Nuh aleyhisselami peygamber olarak gönderdi. Yıllarca insanları dine davet etti, putlara tapınmaktan sakındırdı ve Allah Teâlâya ibadet etmelerini söyledi. Ama Nuh aleyhisselama kendi oğlu Yam yani Ken'an bile iman etmedi, hatta alaya alıp işkence ettiler. Nuh aleyhisselam Insanlarin davetine icabet etmedikleri için onlara beddua etti. Nuh aleyhisselam insanların davetine icabet etmedikleri için onlara beddua etti. Gemi bitince tufan oldu (denizler tastı ve her taraf su oldu). Nuh aleyhisselam 80 kişi kadar olan mü'minler ile üç katlı olan gemiye bindi. Nuh aleyhisselam gemiye her hayvandan birer çift aldı. 150 gün geçtikten sonra Allah Teâlâ: « Yere suyunu çek; göğe: ey gök sen de yağmurunu tut » buyurdu ve bunun üzerine yağmur durdu, sular çekildi. Gemi Irak'taki Cudi dağına oturdu. Hz. Nuh gemicilerin ve marangozların piri sayılır, çünkü bu isleri Allah’ın ihsanıyla ilk defa o yapmıştır.

Hz. Hud: Hz. Hud Yemen'de bulunan Ad kavmine gönderilen peygamberdir. Yemen'de Aden ile Umman (Oman) arasında bulunan Ahkaf diyarında Hz. Hud doğup büyüdü. Çocukluktan itibaren Allah'a ibadet ederdi. Ara sıra ticaret yapan Hz. Hud gayet şefkatli ve çok cömert idi. Kavmi (Ad) bolluk ve bereket içinde ve gösterişli binalar yaparak azmıştır. Bütün nimetleri kendilerine veren Allah’ı unutan Ad kavmi putlara tapmaya başladı. Hud aleyhisselam bu kavme peygamber olarak gönderildi ve Hz. Hud Nuh aleyhisselamın bildirdiği dinin esaslarını Ad kavmine bildirdi. Ne yazık ki birçok kabileler gibi Ad kavmi de peygamberine karşı geldi.

Allah Teâlâ Ad kavmi üzerine azab yüklü bulutu göndererek buluttan esen bir rüzgarla onları helak etti.

Hz. Salih: Sâlih Peygamber Semud kavmine gönderilen peygamber olup Nuh aleyhisselamın oğullarından Sam'in neslinden olup Hz.Âdem'in 19. kuşaktan torunudur. Âd kavmi helâk olduktan sonra felaketten kurtulanlardan Semud, Sam ile Hicaz arasındaki Hicr denilen yere yerleşti. Semud'un torunları Ad’ın helâk olduğu yere gidip yerleştiler. Reisleri de Canda bin Amr isminde birisi idi. Zamanla bolluğa kavuşup Ad kavmi gibi azdılar. Taşlardan yaptıkları putlara taptılar. İste bu diyarda Hz. Sâlih doğup büyüdü. Azgınlıklarından dolayı Allah Teâlâ onlara Sâlih aleyhisselami peygamber olarak gönderdi. Hz.Sâlih onları putlara tapmaktan menedip azgınlıklarından sakındırdı. Onları imâna davet edip Hz. Nuh'un dinini tebliğ etti. Birçok kavim gibi Semud'un çoğu Sâlih peygambere isyan, azı imân etti. Cebrail aleyhisselam onları bir sabah vakti sayha ile azablandırdı. Semud'un muhkem binaları bile kendilerini kurtarmadı ve onlar sayhanın şiddetinden hepsinin ödleri patlayarak helâk oldu.

Hz. İbrahim: Mezopotamya'daki Keldâni kavmine gönderilmiştir. Oğulları, İsmail ve İshak aleyhisselam'dan ziyade soyundan daha birçok peygamber geldiği için «Ebü'l enbiya» (peygamberler babası) da denilmiştir. Nemrud ve ona tâbi olanlar azgınlık ve Allah'a isyan içinde yasamakta idiler. Bir gün Nemrud bir rüya gördü. Bir rivayete göre, rüyasında gökyüzünde bir nurun parladığını, güneşin, ayın ve yıldızların bu nurun ışığında kaybolduğunu gördü. Diğer bir rivayete göre ise, rüyasında bir kimsenin gelip tahtından kaldırıp kendini yere vurduğunu gördü. Müneccimlere gördüğü rüyayı anlatıp tâbir ettirdi. Bunlar "Yeni bir peygamber ve din gelecek, senin saltanatını temelinden yıkacak! Ona göre tedbir almalısın." diye tâbir ettiler. Nemrut bu işin tedbiri kolaydır deyip, "Bundan sonra kimse çocuk sâhibi olmayacak. Hanımlardan uzak durulacak. Doğan çocuklar, erkekse öldürülecek, kızsa bırakılacak." emrini verdi. Bu suretle 100.000 mâsum bebeği öldürüldüğü nakledilmiştir.

Basil halkı Allah’ın yolundan saptığı için her sene putlar için âyin düzenlerdi. Bu âyinde bir yere toplanır, bayram yapar ve sonra put haneye gider, putlara secde eder, sonra da evlerine dönerlerdi. Böyle bir bayram günü, İbrahim aleyhisselam put haneye girip, bir balta ile bütün küçük putları kirdi. İbrahim aleyhisselam putları kırınca putperestler bu işi onun yaptığını anladılar ve ceza vermek üzere hapsettiler. İbrahim aleyhisselam'ın ateşe atılması kararlaştırıldıktan sonra odun toplanıyor ve kocaman bir ateş yakılıyor. Problem Halilallah'i ateşe atmakta. Rivayete göre İblis insan sekline girip Nemrut’a mancınık kullanmasını tavsiye ediyor. Bir bina (mancınık) yapılıp oradan İbrahim aleyhisselam ateşe atılınca, ateş bir gül bahçesi oluyor. Diğer bir rivayete göre içi balık dolu bir havuz oluyor ateş. Ve böylece ateş Halilürrahman'ı yakmıyor. Hz. İbrahim küfür diyarından hicret ederek Şam'a gidiyor. İbrahim aleyhisselam ondan sonra zevcesi Hz. Sâre ile birlikte Mısır’a gitti. Ve Mısır’da Hz. Hacer ile evlenerek Hz. İsmail dünyaya geldi.

Hz. Lut: Hz. Lut, İbrahim aleyhisselamin kardeşi Hârân’ın oğludur. Nemrud'un memleketinden hicret edip Şam'a geldikten sonra Lut gölü yakınındaki Sedum şehri halkına peygamber olarak gönderildi. İnsanlara İbrahim aleyhisselamin dinini tebliğ etti . Bu kavim çok azgındı ve erkeklerle münâsebeti âdet haline getirerek livata fiilini işliyordu. Bu iş için de bilhassa genç delikanlılar üzerinde kötü emel besliyorlardı. Hz. Luti kavmine tebliğe başladı. Fakat onlar dinlemediler. Sedum kavminin helaki sabah vakti geldiği zaman gerçekleşti. O şehirin altı üstüne geçirildi ve üzerlerine taşlar yağdırıldı. Lut aleyhisselamla olanlar kurtarıldı. Hz. Lut daha sonra Hicaz havalisine gitmekle emrolundu ve vefatına kadar orada kaldı .

Hz İsmail: Hz. İbrahim'in Hacer'den olan büyük oğludur. Hicaz halkına peygamber oldu.

Hz. İshak: İbrahim (a.s)'in Hz. Sâre'den doğan ikinci oğlu. Hz. Ishak rivayete göre yüz altmış yaşlarında bu günkü Filistin'in bulunduğu bölgede Kudüs yakınlarında vefat etmiş, babası İbrahim (a.s)'in Mezradaki kabrinin yanına defnedilmiştir.

Hz. Yakub: Yakûb (a.s)'in soyu, İshâk (a.s) vasıtasıyla İbrahim (a.s)'a dayanmaktadır. Yakûb (a.s) bitmeyen tükenmeyen güzel bir sabra sahipti. O, sabrıyla ve ümidiyle örnek bir peygamberdi. Kendisi, evlam acısı ve evlam ihanetiyle imtihan edildi. Yak'ub (a.s) da diğer peygamberler gibi insanları Allah'a inanmaya ve O'na ibadet etmeye çağırdı. Kendisi bu yolda fevkalade örnek bir hayat yasadı.

Hz. Yusuf: Kur'an'da ismi geçen Beni İsrail peygamberlerinden biri. Yakub Peygamber'in oğludur. Hz. Yûsuf'un on bir tane erkek kardeşi vardı. Yûsuf fevkalâde güzel ve son derece zekî idi. Babaları Hz. Yakub en çok Yûsuf'u seviyordu. Bu sevgiyi ağabeyleri kıskanıyorlardı.Yûsuf (a.s) bir gece rüyasında on bir yıldızın, güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini gördü. Bu rüyayı babasına anlattı. Babası rüyanın, Hz. Yûsuf'un büyük bir adam olacağına işaret olduğunu anladı ve Yûsuf'a rüyasını ağabeylerine anlatmamasını tembihledi. Ancak, ağabeyleri bundan haberdar oldular ve Yûsuf'u öldürüp bir yere atmayı planladılar. Babalarından izin alarak, gezip eğlenmek bahanesiyle Yûsuf'u alıp kırlara,götürdüler. Onu bir kuyuya attılar, gömleğini da kana bulayarak, "Yûsuf'u kurt kaptı!.." diye babalarına yalan söylediler.

Hz. Eyyub: Hz. İbrahim soyundan gelen bir peygamber. İslâm kaynaklarına göre Havrân bölgesinde yasayan ve çok zengin olup, sayısız malı-mülkü, birçok oğlu kızı bulunan Eyyûb (a.s.), kendi toplumuna peygamber olarak gönderilmiştir.

Hz. Şuayb: Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderildi. Bu iki ülkede ayrı ayrı mücadelede bulundu. Medyen ve Eyke, dağlık ve ormanlık olan iki ülke idi. Medyen toprakları, Hicaz’ın kuzey batısında, oradan Kızıldeniz’in doğu sahiline, güney Filistin'e, Akabe Körfezi'ne ve Sina Yarımadasının bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer alır. Şuayb (a.s) büyük bir hatipti. insanlari güzel söz ve nasihatlerle aydınlatmaya çalıştı. Dolayısıyla ona peygamberler hatibi denilmiştir. Şuayb (a.s) onların taşkınlıklarına karsı nasihat ediyor ve onları büyük bir azap ile kokutuyordu. Her türlü mücadelede, tebliğ ve nasihate rağmen, Allah’ın emirlerini dinlemeyen, zulüm, taşkınlık ve kötülükte ısrar eden Medyen halkı, azabı hak etmişti:

"Derken o (müthiş) sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb'i yalanlayanlar... İşte ziyana uğrayanlar, onlar oldular." (A'raf, 7/91-92).

Şuayb (a.s) Medyenlilerle beraber, Eyke halkına da peygamber olarak gönderilmişti. Onlarla da önemli mücadelelerde bulundu. Eykeliler, Şuayb (a.s)'in telkinlerine karsı ters hareket ettiler. Söz dinlemeyip isyanda bulundular. Hatta, Şuayb (a.s)'a hakaret ettiler. Medyen ve Eyke halkı Hz. Şuayb'i dinlemediler ve bunun neticesinde helâk oldular.

Hz. Musa: Allah Teâlâ’nın, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat’ı verdiği ve yeryüzünde dinini tebliğ edip, hakim kılması için gönderdiği peygamberlerden biri. Hz. İbrahim (a.s)'in soyundan olup, İsrailogullarının akidelerini ıslah etmek ve onları Allah Teâlâ’nın dilediği nizama kavuşturmakla görevlendirilmişti. Mûsa (a.s) da, Allah Teâlâ tarafından israilogulları'na gönderilmiş bir resul idi. O da tıpkı kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah'a iman etmeye çağırdı. Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun'a karsı tevhid yolunda mücahide etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karsısına çıkan güçlükler, onun da karsısına çıktı. Doğup büyüdüğü diyardan çıkarıldı, kâfirler tarafından öldürülmek gayesiyle kovalandı.

Hz. Harun: Hz. Harûn (a.s), İsrailogulları peygamberlerinden, Hz. Musa (a.s)'in kardeşi. Hz. Yusuf'un vefatından sonra Mısır’da yasayan İsrailogulları ve diğer insanlar, bir müddet onun gösterdiği yoldan yürüdüler; ancak daha sonra hakikati unuttular. Bu arada Mısır’ın idaresi Kıbtîlerin eline geçti. Kıbtîler ise yıldızlara ve putlara tapıyorlardı. Hârun Peygamber uzun müddet yaşadı. Musa Peygamberle birlikte kavmine öğütlerde bulundu, kavminin nankörlüklerine göğüs gerdi.

Hz. İlyas: Hz. Musa'dan sonra İsrailogullarının çeşitli boyları. sam civarına yerleşmiştir. sam bölgesindeki "Bek" şehrine yerleşen ve zamanla Allah'a isyan ederek haddi asan bir Benu İsrail kabilesine Hz. İlyas (a.s)'in gönderildiği rivayet edilmektedir. İlyas (a.s) peygamber olarak gönderildiği insanları dine davet etmiştir:

"(Hz. İlyas) milletine: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Yaratanların en iyisi olan, sizin de Rabbiniz önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah’ı bırakıp da Ba'l putuna mı taparsınız?" demişti." (Sâffât, 37/124-126).

Rivayete göre kavminin imansızlığına kızan ilyas (a.s), Allah Teâlâ'dan kendisini gökyüzüne kaldırması için dua etmiş, bunun üzerine belirlenen bir yerde yanında Elyas'a (a.s) da varken gökten gelen ateş gibi bir ata binip havalanmıştır.

Hz. Davud: Kur'ân-i Kerim'de adı geçen İsrailoğulları peygamberlerinden biri. İsrailogullari, Hz. Dâvûd zamanında en parlak dönemlerini yaşamışlardır. Dâvûd (a.s.) Kudüs'ü fethetmiş, kendisine başkent yapmıştı.Hz. Dâvûd, hem hükümdar, hem peygamberdi. Bir nimet olarak bu iki özellik ona verilmişti. O, İsrailogullarını kırk yıl yönetti ve Rabbine kavuştu. Hz. Dâvud (a.s.)'in yerine oğlu Hz. Süleyman (a.s.) geçti ve ona da peygamberlik geldi. Hz. Dâvûd, bir gün oruç tutar, bir gün yerdi.

Hz. Süleyman: Hz. Süleyman, babasından sınırları Mısır’dan Fırat’a kadar uzanan bir krallık devralmış ve kısa sürede hakimiyetini güçlendirmişti. Hz. Süleyman, Allah’ı ilâh olarak kabul etmeyip güneşe secde eden ve şeytanın kendilerine süslü gösterdiği bir sistemi kabul eden Sebe halkını, imana davet etmek için onlara "Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla" başlayan bir mektup göndermişti. Ve tüm kavmi kendisine teslim olmaya çağırmıştı.

Hz. Yunus: Yûnus (a.s)'in nüfusu yüz bini askın bir şehrin halkına uyarıcı ve tevhide çağrıcı bir peygamber olarak gönderildiği, Kurban’da söyle gedmektedir:

"Ve onu yüz bin İnsana, ya da daha fazla olanlara peygamber gönderdik." (Saffat, 37/147).

O'nun peygamber olarak gönderildiği bu yerin Ninova şehri olduğu nakledilmiştir. Ninova şehri, Dicle nehrinin kıyısında, şimdiki Musul'un yerinde bulunmaktaydı. Bu beldenin insanları küfrün içinde bulunuyorlardı ve putlara tapmakta idiler. Yûnus (a.s) onları küfürden ve putperestlikten nehyetmek bir de onlara, küfürlerinden dolayı tövbe etmelerini, Yüce Allah’ın varlığına ve birbirine inanmalarını emretmek üzere gönderilmişti. Yüce Allah, onun milletine de neticede hidâyeti nasib etti. Onlar da sonunda Allah'a imân edip tevhid'e sarıldılar.

Hz. Üzeyr: İsrail oğullarına gönderilen bir peygamberdir. Yüce Allah İsrâiloğullarının elinde bulunan Tevrat’ı onlardan aldı. Tevrat'ın içinde bulunduğu sandığı kaybettiler. Ayni zamanda Tevrat zihinlerinden de silindi. İsrailoğulları buna çok üzüldüler. Bilhassa Üzeyr (a.s) Allah'a çok ibâdet etti; O'na yalvarıp yakardı. Allah'tan inen bir nur, onun kalbine girdi. Unutmuş olduğu Tevrat’ı hatırladı. Ondan sonra Tevrat’ı yeniden İsrailoğullarına öğretti. Daha sonra Tevrat’ın içinde bulunduğu sandık bulundu. Bunun üzerine Üzeyr (a.s)'in öğrettiğinin aslına uygun olduğunu gördüler. Bunun üzerine Üzeyr (a.s)'i çok sevdiler. Fakat bu hususta aşırı gittiler. "O, olsa olsa Allah’ın oğludur." dediler. Hayati boyunca, Allah’ın rızasını kazanmak için serden kaçmış, hayra koşmuştur. Çevresindeki İnsanları da bu şekilde inanmaya ve Allah’ın emir ile yasaklarına riâyet etmeye davet etmiştir.

Hz. Zekeriyya: Kur'ân'da adı gelen peygamberlerden biri. Soyu Dâvud (a.s)'a dayanmaktadır. Zekeriyya (a.s) bu şekilde ömrünü ibâdetle geçirdi. Daima İnsanları Yüce Allah'a inanmaya ve O'nun yolunda yürümeye çağırdı. fakat azmış olan, küfre dalan ve önünü görmeyecek kadar gözü dönenler, onu şehid ettiler

Hz. İsa: Kur'an-i Kerîm'de adı geçen ve İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Hz. isa (a.s) Batılı tarihçilere göre miladi yıldan dört veya beş sene kadar önce doğmuştur.

Memleketi Celile'de Genaseret gölü kıyısında ilk vaaz ve tebliğlerini bildiren Hz. İsa, daha sonra Kudüs'e gitti. Yahudiler Hz. İsa’yı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pilatus'a şikayet ettiler. Havarilerin içinde Yahuda isimli birisi Hz. İsa’ya ihanet etti ve Hristiyanlarin inancına göre Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürüldü. Kur'an-i Kerîm'de ise hadise söyle anlatılmaktadır:

"Halbuki onlar İsa’yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı." (Nisa, 4/156).

Rivayete göre Hz. İsa’ya ihanet eden Yahuda, Romalılar tarafından İsa (a.s.) zannedilerek asılmıştır.

 

(bk. Peygamberler Tarihi, Yeni Asya Yayınları)

9 Hz. İdris (a.s)'in hayatta olduğu, ölmediği ve göklere yükseldiği söyleniyor, doğru mudur, hayatta ise ne zaman ölecektir? Ayrıca hayatı hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

İdris (a.s) Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen peygamberlerden biridir. Peygamberler silsilesinin ikinci halkasında bulunan İdris (a.s) Kur'an-ı Kerîm'de adı geçmeyen Şit/Sis (a.s)'den sonra peygamber olmuştur.

Kur'an-ı Kerîm'de yer alan İdris (a.s) hakkında dört ayet-i kerime vardır. Bunlardan ilk ikisi şu şekildedir:

"(Ey Muhammed)! Kitapta İdris'e dair söylediklerimizi de an. Çünkü o, dosdoğru bir peygamberdi. Onu yüce bir yere yükselttik." (Meryem, 19/56-57).

"(Ey Muhammed)! İsmail, İdris, Zü'l-kifl hakkında anlattığımızı da an; onların her biri sabredenlerdendi. Onları rahmetimize kattık. Doğrusu onlar iyilerdendi." (Enbiyâ, 21 /85-86).

İdris (a.s) hakkında indirilen bu ayetlerden onun; peygamber, dosdoğru, yüce bir mevkie yükseltilmiş, sabırlı, Allah'ın rahmetine kavuşmuş ve iyilerden olmak gibi niteliklere sahip olduğu görülmektedir.

Bir çok müfessir, ayette yer alan “Onu üstün/yüksek bir makama yücelttik” ifadesinden, onun göklere veya cennete çıkarıldığını anlamışlardır. (bk. Taberî, İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri)

İslam alimlerinin belirttiğine göre, İdris’in asıl adı “Uhnuh”dur ki, Kitab-ı Mukaddes’te “Honuk” olarak geçer.

Kitab-ı Mukaddes'te de Hz. İdris için şu bilgilere yer verilmiştir:

“Hanok/İdris) toplam 365 yıl yaşadı. Tanrı yolunda yürüdü, sonra ortadan kayboldu; çünkü Tanrı onu yanına almıştı." (Tekvin/Yaratılış, 5/23-24)

"Biz onu pek yüce bir yere yükselttik" ayetinin anlattığı konuda iki görüş bulunmaktadır:

1) Bu, menzil ve rütbe bakımından yükseklik anlamındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak. Hz. Muhammed (asm)'e de: "Senin şanını da yükselttik." (İnşirah, 94/4) buyurmuştur. Çünkü Allah Teâlâ Hz. İdris (a.s)'ı peygamberlikle şereflendirip ona, otuz sahife indirmişti. O, kalemle ilk yazı yazan; yıldız ve hesap ilminden ilk anlayan kişi ve ilk defa elbise biçip diken ve giyen de o idi.

2) Bundan murat, mekan bakımından onu, yüce bir mevkiye yükseltmektir. Bu görüş, daha uygundur. Çünkü, "mekân" kelimesiyle birlikte zikredilen "yükseltme" işi, derece bakımından değil de mekân bakımından yükseltme olur. (Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: XV/371-372)

Hz. İdris (as)'in de Hz. İsa (as) gibi göklere yükseltildiği ve hayatta olduğu kabul ediliyor. Nitekim bir rivayette şöyle denilmektedir:

"Dört zat vardır ki: hala hayattadır. Bunlardan Hızır ve İlyas yerde, Hz. İsa ve Hz. İdris de gökte hayat sürmektedirler." (Bilmen, Ömer Nasuhi, Tefsir, IV/2034)

İdris (as)'ın cennette olduğu konusuna gelince:

Hz. İsa (as) gibi göklerde olduğu ve ahiret alemlerinden olan cennete girmediği kanaatindeyiz. Çünkü cennete kıyametten sonra gidilecektir. Ancak cennet gibi bir alemde olduğu ve melekler gibi yaşadığı bilinmektedir.

Her canlının ölümü tadacağı gerçeği, kıyamet kopunca Hz. İdris (as)'ın da ölümü tadacağını gösterir. Bunun için yeryüzüne inmesi şart değildir.

* * *
Hayat mertebeleri beştir. Hz. İdris (as) ise üçüncü mertebededir. Bu mertebeler ise:

1. Bizim hayatımızdır. Bizim hayatımızın devam edebilmesi için, yemek, içmek ve hava almak gibi zaruri ihtiyaçları görmek zorundayız.

2. Hz. Hızır ve İlyas ( a.s) hayatlarıdır ki, bir anda birkaç yerde bulunabilirler. Yemek içmek zorunda olmamakla beraber, istedikleri zaman yerler, içerler ve beşeri duruma girerler.

3. Hz. İdris ve İsa (a.s) hayatlarıdır. Bu zatlar beşeriyet ihtiyaçlarından uzaklaşmışlardır. Melek hayatına benzer bir mertebeye çıktıklarından, bizimle hiç münasebetleri olmaz.

4. Şehitlerin hayatıdır. Kur’an'ın ifade ettiği gibi, şehitleri hayatta olarak bilmemek gerekir. Çünkü onlar kendilerini ölü bilmedikleri için, kendilerini hayatta bilmektedirler. Ve kabir ehlinden farklı bir mertebede yaşamaktadırlar.

5. Kabir ehlinin hayat mertebeleridir. Ölülerin bile kendilerine münasip bir hayat mertebesinde oldukları imanın ve kur’anın ifadeleriyle sabittir. (bk. Nursi, Mektubat, Birinci Mektup)

* * *
İdris Aleyhisselâmın Soyu:

İdris (Ahnuh veya Unhuh veya Hanuh) b. Yerd (yahud Yarid) b.Mehlâil b.Kaynarı (yahud Kaynen) b.Enuş, b.Şis, b.Âdem Aleyhisselâm.(1)

İdris Aleyhisselâma İdris Denilmesinin Sebebi:

İdris Aleyhisselâma; Yüce Allâh’ın kitabından ve İslam Dininin ünnetinden(2), Kitaplardan, Âdem ve Şis Aleyhisselamların Sahifelerinden(3) çok çok ders yaptığı için(4) İdris adı verildiği rivayet edilir.(5)

İdris Aleyhisselâmın Şekil ve Şemaili:

İdris Aleyhisselâm; beyaz tenli(6), uzun boylu, büyük karınlı, geniş göğüslü(7), kaba sakallı, iri kemikli, güzel yüzlü idi.(8)  Yürürken, adımını, kısa atar(9), önüne bakardı.(10)  Vücudu, az kıllı, başı, çok saçlı idi. Vücudunda, yaratılıştan beyaz bir nokta vardı.(11) Sesi, ince ve konuşması mülayimdi.(12)

İdris Aleyhisselâmın Özelliklerinden Bazıları:

İdris Aleyhisselâm; Âdem Aleyhisselâmdan sonra(13), kalemle ilk kez yazı yazan (14),  ilk kez yıldızlar ve hisab ilmini gözden geçiren zat idi.(15) Geçmiş devirlerin bütün ilimleri kendisinde toplanmıştı.(16)

Bütün ilimler kendisine öğretilmiş, Şis Aleyhisselâmdan sonra hiç kimseye gizli ilimlerin Mushafı da ona teslim edilmişti.(17)

Kendisi terzi idi.(18) İlk kez, iğne ile dikiş diken(19), ilk kez elbise dikip giyen de İdris Aleyhisselâmdı. Halbuki, ondan önceki insanlar, hayvanların derilerini giyerlerdi(20)

Babası Yerd b. Mehlâil, İdris Aleyhisselâmı yerine bıraktığı ve kavmin oturdukları mukaddes dağdan, Kabiloğullarının yanına inmemeleri için(21) yaptığı va’z ve nasihata kulak asamadıkları zaman(22) İdris Aleyhisselâm, ayağa kalkıp onlara: “İyi biliniz ki: içinizden kim Babamız Yerd’i dinlemeyerek dağımızdan inerse, biz, onun bir daha dağımıza çıkmasına meydan bırakmayacağız!” demiş, fakat onlar, dağdan inmekten başkasına yanaşmamışlar, inecekleri yere inmişler, Kabiloğullarının kadınları ile düşüp kalkmışlardır.(23)

İdris Aleyhisselâm, çok ibadet edici bir zat idi. Kendisinin, bir günde yükselen ameline, zamanındaki Âdemoğullarını bir ayda yükselen amelleri denk gelmezdi.(24)

İdris Aleyhisselâmın Peygamberliği, Mücadele ve Mücâhedesi:

Âdem, Şis Aleyhisselâmlardan sonra(25), İdris Aleyhisselâma , Yüce Allah tarafından peygamberlik verildi.(26) Ve kendisine otuz sahife indirildi.(27) İdris Aleyhisselâm; kavmini, putlara tapmaktan men ve yüce Allaha ibadete davet etti. Fakat, onlar, onu, yalanladılar.(28)

İdris Aleyhisselâm; Şisoğullarından olan kavmini yanına çağırıp onlara, öğütler vermiş, Yüce Allâh’a itaat, şeytana ise, isyan etmelerini ve Kabiloğulları ile düşüp kalkmamalarını emr etmiş ise de, onlar, dinlememişler(29), Kabiloğullarının yanına, birbiri ardınca, kafile kafile inmeğe başlamışlar(30), İdris Aleyhisselâmın dâvetine, ancak, bin kişi icabet etmiştir.(31) İdris Aleyhisselâm, ilk kez, Allah yolunda Kabiloğulları ile savaşmış, onlardan esirler alıp âzad etmiştir.

İdris Aleyhisselâm; göğe yükseltilmeden önce, oğlu Mettu Şelah'ı, kendisine Halef ve ev halkına Vasi tayin etti.

Yüce Allah'ın; Kabiloğullarını, onlarla düşüp kalkanları ve onlara meyl edenleri azaba uğratacağını bildirdi ve kendilerini, onlarla düşüp kalkmaktan nehy etti.(32) Allâh’a ibadette ihlaslı olmalarını, doğruluk ve yakîn üzere amel etmelerini tavsiye etti.(33) Bundan sonra, Yüce Allah, İdris Aleyhisselâmı, pek yüce bir yere kaldırıp yükseltti.(34)

O zaman kendisi, yüz altmış beş yaşında idi.(35) Ona ve gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!(36)

Cehennem ve Cennetin İdris Aleyhisselâma Gösterilişi:

Hz. Ümmü Seleme'nin, bildirdiğine göre: İdris Aleyhisselâm, Ölüm Meleğinin dostu idi. O'ndan, Cennet'i ve Cehennem'i, kendisine göstermesini istedi. O da, onu, yükseltti. İdris Aleyhisselâm, Cehennem'i görünce, ondan korktu, az kalsın bayılacaktı. Ölüm Meleği, onun üzerine kanadını gerip: "Gördün onu, değil mi?" dedi. İdris Aleyhisselâm: "Evet! Bu güne kadar, onu, hiç görmemiştim!" dedi.

Ölüm Meleği, Cennet'i görünceye kadar onu götürüp Cennet'e girdi ve İdris Aleyhisselâma: "Cennet'i de, gördün değil mi?" dedi. İdris Aleyhisselâm: "Evet! Vallahi, burası, Cennet'tir!" dedi. Ölüm Meleği: "Haydi, gördüğüne git!" dedi. İdris Aleyhisselâm: "Nereye gideyim?" diye sordu. Ölüm Meleği: "Nerede olmak istersen, oraya git!" dedi. İdris Aleyhisselâm: "Hayır! Vallahi, ben, oraya girdikten sonra, çıkmam!" dedi. Ölüm Meleğine: "Sen, onu, oraya koyma! Oraya girince, hiç kimse için, bir daha oradan çıkmak yoktur!" denildi.(37)

Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâmın Mîrac Gecesinde İdris Aleyhisselâmla Selamlaşması:

Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam, Miraç Gece'sinde, Cebrail Aleyhisselâmla birlikte dördüncü kat göğe yükseldiği zaman, orada, İdris Aleyhisselâmla karşılaştı. Peygamberimiz: "Kim bu?" diye sordu.(38) Cebrail Aleyhisselâm: "Bu, İdris (Aleyhisselâm)dır! Selâm ver ona!" dedi. Peygamberimiz, selâm verdi. O da, Peygamberimizin selâmına mukabele ettikten sonra: "Hoş geldin, safa geldin sâlih kardeş, sâlih Peygamber!" dedi ve hayır dua etti.(39)

Dipnotlar:
(1) ibn.Hişam-Sîre c.l,s.3, ibn.Sa'd-Tabakat, I/54; Belâzürî-Ensabüleşraf , I/3; İbn.Kuteybe-Maarif s.10, Yâkubî-Tarih, I/8-11; Taberî-Tarih, I/82, Sâlebî-Arais s.49; İbn Esîr-Kâmil, I/54-55.
(2) İbn.Kuteybe-Maarif s.10, Mes'udî-Ahbaruzzaman s.54.
(3) Şâlebî-Arais s.49.
(4) İbn Kuteybe-Maarif s. 10, Dineverî-Elahbar s.l, Mes'ûdî-Ahbaruzzaman s.54, Sâlebî-Arais s.49.
(5) İbn. Kuteybe-Maarif s.10, Dineveri-Elahbar s.l, Mes'udî-Ahbaruzzaman s.54, Sâlebî-Arais s.49.
(6) Hâkim-Müstedrek c.2,s.549.
(7) İbn.Kuteybe-Maarif s.10, Hâkim-Müstedrek c.2,s.549.
(8) Mîr Haâvend-Ravza.Terceme s.121.
(9) İbn Kuteybe-Maarif s.10.
(10) Mir Havend-Ravzatussafa Terceme 5 121.
(11) İbn.Kuteybe-Maarif s.10, Hâkim-Müstedrek c.2,s.549.
(12) İbn.Kuteybe-Maarif c.10.
(13) İbn.Abd-i Rabbih-lkdülferid, IV/157.
(14) ibn.Hişam-Sîre, I/3; İbn Kuteybe-Maarif s.10; Yâkubî-Tarih, I/11; Taberî-Tarih, I/86; İbn Abd-i Rabbih-lkdülferid, IV/157; Sâlebî-Arais s.49; Deylemî-Firdevs, I/32; İbn Esîr-Kâmil, I/59; Ebulfida-Elbidaye vennihaye, I/99.
(15) Sâlebî-Arais s.49; İbn Esîr-Kâmil, I/59.
(16) Taberî-Tarih, I/86; İbn Esîr-Kâmil, I/60.
(17) Mes’ Udi-Ahbaruzzaman s. 54.
(18) Hâkim-Müstedrek, II/596.
(19) Mes’ Udi-Murucuzzeheb, I/40.
(20) İbn.Kuteybe-Maarif s.10.
(21) Yâkubî-Tarih, I/11.
(22) Taberî-Tarih, I/83; İbn Esîr-Kâmil, I/57.
(23) Yâkubî-Tarih, I/11.
(24) İbn Sa'd-Tabakat, I/40; Sâlebî-Arais s. 50.
(25) Ebulfida-Elbidaye vennihaye, I/99.
(26) Meryem:56, İbn Hişam sire, I/3; İbn Kuteybe-Maarif s.10; Yâkubî-Tarih, I/11; Dineveri-El’ahbar s.1; Taberî-Tarih, I/85; Mes’ Udi-Ahbaruzzaman s. 54, İbn.Esîr-Kâmil, I/59; Ebulfida-Elbidaye vennihaye, I/99.
(27) ibn.Kuteybe-Maarif s.10; Taberî-Tarih, I/86; Mes’ Udi-Murucuzzeheb, I/40; İbnünnedim-Fihrist s.39; İbn Esîr-Kâmil, I/60.
(28) Ebülmünzir Hişam-Kitabul esnam s. 52; Yakut-Mucemülbülden, V/367.
(29) Taberî-Tarih, I/85; İbn Esîr-Kâmil, I/59.
(30) Taberî-Tarih, I/85.
(31) İbn Kuteybe-Maarif s.10.
(32) Taberî-Tarih, I/85, 86, 87; İbn Esîr-Kâmil, I/59-62.
(33) Yâkubî-Tarih, I/11.
(34) Meryem, 18/57.
(35) İbn Habîb-Kitabülmuhabber s.3.
(36) M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/80-81.
(37) Deylemî-Firdevs, I/224-225
(38) İbn İshak, İbn Hişam-Sîre, II/48; Buharî-Sahih, IV/107.
(39): Ahmed b. Hanbel, 14/303, Müslim, 1/146.

(bk. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/79-84)

10 Nuh tufanı, bütün dünyayı / yeryüzünü kaplamış mıdır?

Hz. Nuh (as) bugünkü Irak topraklarında bulunan Kûfe’de ikamet ediyordu. Kavmi de o bölgede yaşıyordu. Bunlar inançsızlık ve dalâlette çok ileri gitmişlerdi. Bu kavmin sapıklıktan kurtulup hidâyete ermesi için Cenab-ı Hak Hz. Nuh’a peygamberlik vazifesi verdi. O sıralar Hz. Nuh kırk yaşındaydı. Hz. Nuh yılmadan ve bıkmadan insanları hakka dâvet etti. Onları Allah’a inanmaları ve tanımaları için çağırdı. Îman ve küfür mücadelesi bütün şiddetiyle devam etti. Fakat, kavmi inatla küfürlerinden vazgeçmediler, hakkı kabul etmediler.

Nuh sûresinde, Hz. Nuh’un Cenab-ı Hakk'a ilticası şöyle ifade ediliyordu:

“Ey Rabbim! Kavmimi gece gündüz imana çağırdım. Fakat ben davet ettikçe onlar daha çok kaçtılar. Her ne zaman onları bağışlaman için senin mağfiretine çağırdıysam, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, beni görmemek için elbiselerini başlarına geçirdiler. İnat ettiler, kibirlendikçe kibirlendiler.” (Nuh, 71/5, 6, 7)

Bir türlü hidâyete yanaşmayan Hz. Nuh’un kavmi, peygamberlerinin kendilerini korkuttuğu azabı dilleriyle istediler. En sonunda Hz. Nuh şöyle duâ etti: 

“Ey Rabbim, mağlup düştüm; benim intikamımı al.” (Kamer, 54/10)

“Ey Rabbim, kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma. Çünkü sen onları yeryüzünde bırakırsan senin kullarını saptırırlar. Ve ancak kâfir ve günahkâr nesiller dünyaya getirirler.” (Nuh, 71/26, 27) 

Daha sonra Cenab-ı Hakk'ın öğretmesiyle Hz. Nuh bir gemi yaptı. Kendisine îman eden üç oğlu ile birlikte mü’minlerin tamamı seksen kişi idi. Gemiye Hz. Nuh’a inananlar bindi. Her hayvandan da bir çift alındı. Yerden fışkıran sular ve gökten yağan yağmur kısa zamanda her tarafı deryâya çevirdi. Gemide bulunanlardan başka bütün insanlar ve canlılar helâk oldu. Tufan dindikten sonra gemi Musul civarında bulunan Cûdi dağına oturdu.

Tufanın bütün yeryüzünü kaplayıp kaplamadığı hususunda değişik rivâyetler vardır. Suların en yüksek dağları bile aşmasından dolayı yeryüzünün her tarafını kapladığı görüşünde bulunan âlimler varsa da, ağırlıklı ve umumun kabul ettiği görüş, Tufan'ın bütün Dünyayı değil sadece Nuh aleyhisselamın kavminin yaşadığı bölgeyi kaplamış olmasıdır. Çünkü Hikmet cihetiyle bakıldığı zaman Nuh Tufanının, sadece Nuh kavminin yaşadığı bölgeleri içine alacak şekilde meydana gelmiş olması beklenir. Nitekim, bu kavimden sonraki Lût, Âd ve Semud kavimlerine gelen musibetler de, sadece o kavimlerin yaşadığı bölgelerde görülmüştür. Eldeki veriler, getirilen yorumlar ve genel kanaat, Nuh kavminin Lût Gölü çevresi ile Mezopotamya arasında olduğu yönündedir. Dolayısıyla Nuh Tufanın da bu bölgeyi içine alacak tarzda meydana gelmesi muhtemeldir.

Nuh Tufanından sonra insanlığın soyunun kimden devam ettiği konusunda farklı görüşler vardır.

Konuyla ilgili bazı âyetler vardır. Bunlardan ikisi şöyledir:

"Hem o (Nuh)un neslini baki kalanlar kıldık." (Saffat, 37/77)

"Ey Nuh ilea beraber (gemide) taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar! Şunu bilin ki Nuh, çok şükreden bir kul idi." (İsra, 17/3)

Bazı tefsir ve tarih kitaplarında, Kitab.ı Mukaddes’teki bilgiler doğrultusunda bütün insanlığın sadece Nuh’un Sâm, Ham ve Yâfes isimli üç oğlunun soyundan gelişip yayıldığı belirtilir. Buna göre Nuh Tufanından kurtulan başka insanların soyu tükenmiş; bütün yeryüzünde sadece Nuh’un soyu devam etmiştir. Tefsirlerde buna karşılık iki farklı görüşten daha söz edilmektedir:

a) Şevkânî’nin aktardığı bir görüşe göre âyetteki “Nuh’un soyu”ndan maksat, onunla birlikte Tufandan kurtulan müminlerdir. Nitekim İsrâ süresinde (17/3) Nuh ile birlikte taşınanların soyundan, Hud sûresinde de (11/48) Nuh ile birlikte olan gruplardan, milletlerden (ümem) söz edilmektedir. Buna göre Nuh ile birlikte kurtulanların soyu da devam etmiştir.

b) Tufanın bütün dünyayı kapladığı, dolayısıyla yeryüzünde Nuh’un gemisinde bulunanlardan başka kurtulan kalmadığı, görüşü yaygın olmakla birlikte Nuh’un, Hz. Muhammed gibi bütün insanlığa gönderilmediği, sadece kendi kavminin peygamberi olduğu, şu halde burada ve diğer ilgili âyetlerde verilen Tufanla ilgili bilgilerin de bu sınır dahilinde anlaşılması gerektiği kanaatinde olanlar da "tufan bölgeseldir; Nuh’un davetinin ulaşmadığı, tufanın dışında kalan bölgelerdeki insanların nesilleri de devam etmiştir", demektedir. (bk. Elmalılı, Hak Dini; Diyanet, Kur’an Yolu)

Buna göre, Nuh’un çocuklarından başkalarının soyları da devam etmiştir. “Zürriyetini de sürekli baki kalanların ta kendileri kıldık.” âyeti, kâfir olanların dışındakilerin zürriyetini kastetmektedir. Çünkü biz kâfir olanların zürriyetlerini suda boğduk, demek olur. (Kurtubi, el-Camiu li.Ahkami’l.Kur’an)

Hz. Nuh’un gemisinde bulunan insanlardan başka kimsenin kalıp kalmadığı ve Tufandan sonra insanlığın hangi soydan devam ettiği gibi konuların özetini Merhum Elmalılı’nın açıklamasıyla verelim:

"Nuh’un üç oğlu; Sam, Ham, Ya'fes ve bunların eşlerinden başka, diğer gemide bulunanların hepsi nesil bırakmayarak vefat etti" demişlerse de biz bunu Hûd Sûresi'nde geçen,

 "Denildi ki: Ey Nuh! Bizden sana ve seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere selam ve bereketlerle gemiden in." (Hûd, 11/48)

âyetine uygun bulmuyoruz. Çünkü "seninle birlikte olanlar"dan maksadın, "Onunla beraber iman edenler pek azdı." (Hûd, 11/40) diye buyurulan az kişiler olduğu açıktır. O halde buradaki Kasrın (Tahsisin) gemidekilere değil, boğulanlara göre izafî olması daha uygundur. Bununla beraber denilebilir ki, bütün gemidekilerin nesilleri tağlib yoluyla (çoğunluk itibarıyla) onun zürriyeti hükmünde tutulmuş ve bu şekilde baki kalanların hepsi onun zürriyeti olarak sayılmış, ona ikinci Âdem denmiştir.

Taberî der ki: Arap Sam evladından, Sudan Ham evladından, Türk ve diğerleri Ya'fes evladındandır. Ebu Hayyan da "Bahr"de bunu naklettikten sonra şöyle kaydediyor: Bir grup da şöyle söylemiştir: "Allah Teâlâ Hz. Nuh'un zürriyetini baki bırakıp neslini uzatmıştır. Bununla beraber bütün insanlar onun nesliyle sınırlı değildir. Ümmetler içinde ona ait olmayan da vardır." Alûsî, de şu mütalaada bulunmuştur: Sanki bu grup, suda boğulmanın genel olduğunu söylemiyor. Nuh (a.s.) kâfirler aleyhinde dua etmiş, fakat dünya halkının hepsine gönderilmemiştir. Çünkü peygamber gönderilmenin genel olması ilk önce peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in özelliklerindendir. Genel olduğunu söyleyip de kasrı, boğulanlara nispetle yapmış olması da caizdir. (bk. Elmalılı, Hak Dini)

Hz. Nuh'un: “Ey Rabbim, kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma." diye ettiği duaya yeryüzündeki bütün kâfirlerin dahil olup olmadığı konusuna gelince:

Âyette söz konusu olan “arz” kelimesi, Kur’an’da, bazen dünya/yeryüzü, bazen de belli bir arz/toprak/yer anlamında kullanılır. Mesela:

“Onlar, Arz’dan çıkarmak için seni tedirgin edip dururlar.” (İsra, 17/76)

mealindeki âyette geçen Arz’dan maksat Mekke’dir. Onun için bu kelime meallerde genellikle “yurdundan” şeklinde geçer.

“Rumlar Arzın yakınında / yakın bir yerde yenildiler.” (Rum, 30/2)

mealindeki âyette geçen Arz kavramı, Hicaz bölgesi (veya Bizans / Fars bölgesi) anlamında kullanılmıştır.

O halde, eğer Nuh Tufanının bölgesel olduğu ispat edilirse, Hz Nuh’un:

“Ey Rabbim, kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma." (Nuh, 71/26)

mealindeki âyette geçen ARZ kelimesini “yeryüzünde” değil de, onun kavminin barındığı bölge anlamında kabul etmekte hiçbir ilmî sakınca yoktur. Şüphesiz ki, bu konu tartışmalı bir konudur. Küresel veya bölgesel olsun, Arz kelimesi iki anlama da uygundur.

Şu yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz:

Nuh’un Gemisi deyince hemen Nuh Tufanı hatırlanır ve arkasından da bir takım sorular gelir:

. Nuh Tufanı bütün yer yüzünü kaplamış mıdır?
. Nuh Aleyhisselâm, gemiye koyduğu her canlı çiftini nasıl temin etmiştir?
. Tufan sonrasında gemi nereye oturmuştur?..

Nuh Aleyhisselâmın hadisesine, büyük Semavi Kitaplar yer verir. Ancak bu Kitaplarda olayın bütün ayrıntılarına inilmediği için, burada bir takım yorum ve değerlendirmeler yapılır. Bazı Hıristiyan araştırıcılar, Tufanın bütün yer yüzünü kapladığını ve gemiye bütün canlı çeşitlerinin alınmış olduğunu ileri sürerler.

Hz. Nuh; Kur’an’da ve Tevrat’ta, büyük peygamber arasında anılır. Hz. Nuh’un, insanlık tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Hz. Âdem’den sonra onun çevresindeki sınırlı sayıda kimse ile insanlık yeniden yer yüzünde yayılmış ve genişlemiştir. Peygamber olarak gönderildiği kavmi, “Nuh Tufanı” olarak bilinen büyük bir musibete maruz kalmıştır.

Bu Tufan hadisesine Kur’an.ı Kerim’de muhtelif sûrelerde yer verilir.

“Artık ona vahyettik ki, bizim gözlerimizin önünde (muhafazamız altında) bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap. Vaktaki emrimiz gelir de tennur kaynamaya başlarsa, hemen o gemiye her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de, içlerinden, daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma. Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır.”1

Cenab-ı Hak, bu geminin kendi yardımıyla yapılacağını bildiriyor. Bazı tefsir âlimleri de bu âyetten, geminin yapımında, Nuh Aleyhisselâma Cebrail (A.S.)’ın yardımcı olduğunu anlatmışlardır.2

Tennur’un ateşlenmesi, tandır olarak dilimize geçen ve fırın manasına kullanılan ekmek pişirilen yerden suların fışkırdığı zaman şeklinde yorumlanabildiği gibi, geminin buharlı bir gemi olduğu ve bununla buhar kazanının ateşlendiği şeklinde de ifade edilmiştir.2

Yer yüzünde buharlı geminin 1700’lü yıllarda kullanılmaya başlandığı hatırlanırsa, Hz. Nuh’un gemisinin bize insanlık tarihini anlama bakımından çok önemli ip uçları sunduğu söylenebilir.

Nuh Aleyhisselâma, Tennur kaynamaya başlarsa, vakit geçirmeden hemen her canlıdan birer çift alması emrediliyor. Hz. Nuh, yolculuk esnasında ihtiyaç duyacağı evcil hayvanlardan; tavuk, koyun, keçi, deve, sığır ve at gibi varlıkları almış olmalıdır. Yoksa, kelebekten karıncaya, yılandan köstebeğe varıncaya kadar bütün canlıların gemiye alınmasına ne gerek, ne ihtiyaç ve ne de zaman vardır.

Bu olayda suların hem yerden fışkırdığı ve hem de gökten indiği bildirilir.

“Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Ve yeri de pınarlar halinde fışkırttık. Artık su, takdir edilmiş bir emre binaen birbirine kavuşuverdi. Nuh’u da tahtalardan yapılmış, çivilerle çakılmış gemiye bindirdik.”3

Tufan sonunda geminin Cûdi dağına oturduğu belirtilir:

“Kafirler boğulduktan sonra yerle göğe ‘Ey yer suyunu yut ve sen ey gök suyunu tut!’ diye emir buyuruldu. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdi üzerinde yerleşti ve ‘Kahrolsun zalimler’ denildi.”4

Cûdi, Türkiye’nin Güneydoğusunda Şırnak dolaylarında 2000 m. yüksekliğinde bir dağdır. Hz. Nuh’un Irak dolaylarında irşatta bulunduğu, Cûdi ismiyle Musul, Cizre ve Şam’da da birer dağın mevcut olduğu ve geminin de bu havalide bulunduğu rivâyeti de vardır.5

Cûdî, kelimesinin özel isim değil de sıfat olarak kabul edilmesi halinde, “bereketli, münbit yer” anlamına geleceği, Nuh Aleyhisselâmın da;

“Yarabbi! Beni bir mübarek menzile indir.”6

duasında bulunduğu, dolayısıyla geminin verimli bir arazinin yakınına inmiş olabileceğinden de söz edilir.7

Tevrat’ta bu geminin Ararat (Ağrı) dağına yerleştiği bildirilir8. Hz. Nuh’un gemisinin Ağrı dağında olması mümkün değildir. Çünkü, bu dağın yüksekliği 5165 m. dir. Devamlı buzla kaplı olan bu dağın tepesine, gemiden inecek insanlar burada nasıl hayat sürdüreceklerdir? Zirvede çok azalan hava basıncı sebebiyle biyolojik olarak normal hayatın devamı âdeta imkânsızdır.

Kutsal kitaplarda Hz. Nuh’un, dünyanın hangi bölgesinde yaşadığı ve Tufan olayının nerede geçtiği hakkında açık bir hüküm yoktur. Kur’an, Nuh kavminin putlarıyla alâkalı olarak şunu ifade eder:

“Ve dediler ki: Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Ved’den, Suvâ’dan, Yegûs’tan, Ye’ûk’tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin!”9

Bu isimdeki putlara Arabistan’da rastlanmakla beraber, Mezopotamya ilâhlarına ait ay ve yıldızları sembolize eden mahalli isimler olduğu, buradan hareketle Nuh kavminin Mezopotamya bölgesinde bulunmuş olabileceğine hükmedilir.10

Kur’an.ı Kerim’de, Tufanla ortadan kalkan Nuh kavminin topraklarına önce Âd kavminin daha sonra da Semûd kavminin mirasçı geldiği ve bu yerin de İrem şehri olduğu belirtilir:

“Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaradılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa eresiniz.”11

Âd kavminden sonra da aynı yere Semûd kavminin getirildiği belirtilir.

“Düşünün ki, (Allah) Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi.”12

“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; direkleri (yüksek binaları) olan, ülkelerde benzerleri yaratılmamış İrem şehrine, o vadide kayaları yontan Semûd kavmine.”13

İrem şehrinden Tevrat’ta da söz edilir. Dolayısıyla Nuh kavminin Tufandan önce yaşadığı yerin İrem şehri olması kuvvetle muhtemeldir. Bu yerleşim yerinin Lut Gölü’nün güneybatısında Edom’un merkezi olduğu bildirilmektedir.14

Tufandan sonra Nuh Aleyhisselâmın, yanındaki az sayıdaki kimse ile Mezopotamya’nın Ur şehrine yerleştiği kanaati hakimdir. Kur’an.ı Kerim de bunların az sayıda olduğuna dikkati çeker:

“...Zaten beraberinde iman eden pek az insan vardı.”15

Tevrat’ta ve Yahudiliğin ikinci derecede kutsal kitabı Telmud’un haberlerinde, Hz. İbrahim’in büyük dedesinin Nuh Aleyhisselâm olduğu ve O’nun ölümüne kadar yanında Ur şehrinde kaldığı belirtilir.16

Hikmet cihetiyle bakıldığı zaman Nuh Tufanının, sadece Nuh kavminin yaşadığı bölgeleri içine alacak şekilde meydana gelmiş olması beklenir. Nitekim, bu kavimden sonraki Lût, Âd ve Semud kavimlerine gelen musibetler de, sadece o kavimlerin yaşadığı bölgelerde görülmüştür. Eldeki veriler, getirilen yorumlar ve genel kanaat, Nuh kavminin Lût Gölü çevresi ile Mezopotamya arasında olduğu yönündedir. Dolayısıyla Nuh Tufanın da bu bölgeyi içine alacak tarzda meydana gelmesi muhtemeldir. Bu Tufanının bütün yer yüzünü kaplamış olmasının hiçbir mantıklı açıklaması yoktur.

Hz. Nuh (A.S.) yaşadığı devirle ilgili açık bir belge olmamakla beraber, Tevrat haberlerine dayanarak, bunun Milâttan Önce 22. veya 21. yüzyıllarda olabileceği belirtilir.17 Tevrat’ta Hz. Nuh’un torunu Azer’in oğlu İbrahim’in Tufandan 292 yıl sonra doğduğu ve büyük dedesi Hz. Nuh’un yanında büyüdüğü ve 15 yaşına geldiğinde Hz. Nuh’un vefat ettiği bildirilir.18

Hz. Nuh’un gemisinin karaya çıkışıyla alâkalı olarak bazı araştırıcılar Milâttan Önce 2.347 yılını19, bazıları da 2.650 yılını vermektedirler20. Bunlara dayanarak Nuh Tufanının yaklaşık olarak Milâttan 2.500 yıl önce meydana gelmiş olabileceğini söylemek mümkündür.

Sonuç olarak denilebilir ki, Nuh Tufanı, günümüzden yaklaşık 4.500 yıl önce, Lût Gölü’nün güneybatısında bugünkü Edom’un merkezi olan İrem şehri ve çevresinde cereyan etmiş, gemiye kendilerine ihtiyaç duyulacak evcil hayvanlardan bir erkek bir dişi olmak üzere birer çift alınmış, Tufan sonrasında gemi Mezopotamya civarında bir dağa oturmuş, gemidekiler de Nuh Aleyhisselâmla birlikte Mezopotamya’daki Ur şehrine yerleşmiş olmalılar...

Dipnotlar:

1. Müminun 23/27.
2. Bilmen, Ö.,N. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâli lisi ve Tefsir. 1971, 5.cilt, s 143.
3. Kamer, 54/11.13;
4. Hud, 11/44;
5. Yıldırım, S. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâli, 1997;
6. Müminun, 23/29;
7. Sarıkçıoğlu, E. Dinler Tarihi. Isparta, 2000, s.65;
8. Tekvin, 4,8;
9. Nuh, 71/23;
10. Höfner, M. Die Voislamische Religionen Arabiens. Stuttgart, 1970;
11. A’raf, 7/69;
12. A’raf, 7/74;
13. Fecr,  89/7;
14. Davis, D.J.The Westminster Dictionary of The Bible. Philadelphia, 1944, s.267;
15. Hud, 11/40;
16. Tevrat, Tekvin, XI, 26; Talmud, 31 vd.;
17. Bucaille, M. Tevrat, İnciller ve Kur’an. Terc. M.Ali Sönmez. Konya, 1979,s.61;
18. Tevrat, Tekvin, 36,43; 1.Tarih l, 54;
19. Günel, A. Türkiye Süryanileri Tarihi;
20. Sarıkçoğlu, E. Kur’an ve Arkeoloji Işığında Hz. Nuh ve Tufan Olayına Yeni Bir Yaklaşım. İslam Araştırmaları Dergisi, Cilt 9, sayı:1.4, 1996, s.201.

11 Sırasıyla Kur'an'da adı geçen peygamberler hangileridir?

Kur'an'da İsimleri Geçen Peygamberler:

Hazret-i Âdem (as)'dan Peygamberimiz (asm)'e kadar, bir rivâyete göre 124.000, diğer bir rivâyete göre ise 224.000 peygamber gelmiştir. Bunlardan ancak yirmi sekiz  tanesinin isimleri Kur'ân-ı Kerim'de zikredilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de adları geçen ve bilinmeleri gereken peygamberlerin mübârek isimleri şunlardır:

1.Âdem...      8.İsmâîl...    15.Hârûn...      22.Zekeriyya...
2.İdris...         9.İshâk...     16.Dâvûd...      23.Yahyâ.........
3.Nûh...       10.Yâkûb...    17.Süleyman. 24.Îsâ............
4.Hûd...       11.Yûsüf...     18.Yûnus...      25.Üzeyr*......
5.Sâlih...     12.Eyyûp...     19.İlyas...         26.Lokman*....
6.İbrâhîm.  13.Şuayb...     20.Elyesa...     27.Zülkarneyn*
7.Lût...        14.Mûsâ...       21.Zülkifl....     28.Hazret-i Muhammed. (Aleyhimüsselam)

* Bu üç mübârek zâta evliya diyenler de vardır.

Kur`an`da ismi geçmediği halde peygamber olarak meşhûr olanlar da şunlardır:

Şît, Yûşâ, Cercis, Danyal

12 Yusuf (as)'ın çocukları var mıdır, adları nelerdir?

Yûsuf Aleyhisselâmın Evlenmesi ve Doğan Çocukları:

Mısır Kralı; Yûsuf Aleyhisselâmı, ölen Vezîr'in karısı Züleyha ile evlendirdi. Yûsuf Aleyhisselâm, Züleyha'ya:

"Senin, vaktiyle benden istemiş olduğun şeyden, böylesi daha hayırlı değil midir?" dedi.

Züleyha:

"Ey dost! Sen, beni, kınama! Gördüğün gibi, ben, devlet ve dünya nimetleri içinde yaşayan güzel bir kadın idim. Efendimin ise, kadınlarla teması yoktu. Allah, seni de, olduğun gibi, güzel suret ve heyette yaratmıştı. Gördüğün gibi, nefsim, bana, galebe çalmıştı!" dedi.

Yûsuf Aleyhisselâmın, Züleyha'yı bakire bulduğu da, söylenir.

Hadis kaynakiarında bir bilgi olmasa da, bazı tarih kitaplarında, Yûsuf aleyhisselâmın Züleyhâ'dan Efrâim ve Mîşa' adında iki oğlu ile Rahmet adında bir kızı olduğu bilgisi vardır. (bk. Taberî-Tarih 1/178; Sâlebî-Arais s.128; İbn.Esîr, Kâmil, 1/147)

Efrâim; Yûşa' b. Nün, b. Efrâim Aleyhisselâmın dedesidir. Mîşa'ın da, Mûsâ adında bir oğlu olup kendisi, Mûsâ b. İmran Aleyhisselâm'dan önce peygamber olmuştu.

Tevrat Ehli ise, Hızır Aleyhisselâmı arayan Mûsâ b. İmran Aleyhisselâmın, bu, Mûsâ b. Mîşa' olduğunu zan ve iddia etmekle, ağır bir yanılgıya düşmüşler, yalan söylemişlerdir. (bk. Müsned, 5/117, 120, 121; M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/298-299)

13 Hz. Musa'ya gelen on emir nelerdir?

“Bir zamanlar biz İsrâiloğullarından, 'Yalnız Allah'a kulluk edeceksiniz; ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz. İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin.' diyerek söz almıştık. Sonra, içinizden küçük bir kesim dışında, sözünüzden döndünüz; hâlâ da sırt çevirmektesiniz. Vaktiyle sizden, birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair de söz almıştık. Siz de kabullene geldiniz. Hâlâ da (buna) şahitlik ediyorsunuz." (Bakara, 2/83, 84)

Bu âyetlerde İsrâiloğulları'nın yükümlü kılındıkları ve Yahudi-Hristiyan literatüründe "on emir" diye bilinen dinî ve ahlâkî vecîbelerden bazıları hatırlatılmakta; Allah'ın onlardan bu vecîbeleri ifa edecekleri yönünde söz aldığı ifade buyurulmaktadır. Kitâb-ı Mukaddes'te, Tanrı'nın "kendi parmaklarıyla" taş levhalar üzerine yazarak Hz. Musa (as) aracılığıyla İsrâiloğullarına bildirdiği ifade edilen bu emirler (Çıkış, 20, 32/15, 20/1-17) şöyle sıralanır:

1. Allah'tan başka ilâhların olmayacak.
2. Kendin için oyma put yapmayacaksın.
3. Allah'ın ismini boş yere anmayacaksın.
4. Cumartesi günü hiçbir iş yapmayacaksın.
5. Babana ve anana hürmet edeceksin.
6. Adam öldürmeyeceksin.
7. Zina etmeyeceksin.
8. Çalmayacaksın.
9. Yalan şahitliği yapmayacaksın.
10. Komşunun hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.

Kur'ân-ı Kerîm'in İsrâ sûresinin 101. âyetinde, "Andolsun biz Musa'ya açık seçik dokuz âyet verdik. Haydi İsrâiloğullarına sor." şeklinde işaret ettiği dokuz âyetin, Tevrat'taki on emrin cumartesi yasağı dışında kalanlarını kapsadığı anlaşılmaktadır. Cumartesi gününe saygı ise sadece Yuhudileri bağlayan bir hüküm idi. (bk.Nahl l6/124.)

Ayetlerde Allah'tan başka tanrı tanımamak, ana-babaya, akrabaya, yetimlere ve yoksullara iyilik etmek, insanlara güzel söz söylemek, namaz kılıp zekât vermek, birbirinin kanını dökmemek, kendi yurttaşlarını vatanlarından kovmamak şeklinde sıralanan yükümlülükler arasında On Emir’ den bazı hükümlerin de yer aldığı görülmektedir. On emrin cumartesi yasağı dışında kalanları, bütün peygamberlere gönderilen kutsal kitapların ortak öğretileri olup, Kur'ân-ı Kerîm'de Müslümanlar da bu tür vecîbelerle yükümlü kılınmıştır. (bk, En'âm 6/151-153; İsrâ 17/23-39.)

83. âyette İsrâiloğullarından çoğunun zamanla Allah'a verdikleri sözden döndükleri yani belirtilen hükümlere uymadıkları, Hz. Peygamber (asm) dönemindeki Yahudilerin de bu hükümlere sırt çevirdikleri bildirilmektedir. (TDV. Kur’an Yolu Tefsiri, I, 81)

On emirde yer alan kurallar insan tabiatının bir gereği ve evrensel ilkeler olduğu için sadece Yahudilik’te değil diğer ilâhî dinlerde de söz konusudur.

On emrin birincisini teşkil eden tevhid inancı Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu ilk ve temel ilkedir. (Bakara 2/163; En‘âm 6/19, 102; İsrâ 17/23)

İkinci emir putperestliğin yasaklanmasıyla ilgilidir ki, Kur’an hem şirki hem Allah’tan başkasına tapınmayı yasaklamaktadır. (Nisâ 4/36, 116, 171; En‘âm 6/151; A‘râf 7/191-195; Yûnus 10/18; Nahl, 16/20)

Allah’ın adının boş yere ağza alınması, yani Allah’ın adının kullanılarak yalan yere yemin edilmesi Kur’an’da da yasaklanmıştır. (Bakara 2/224; Mâide 5/89; Nahl 16/91)

Cumartesi yasağı sadece İsrâiloğullarına ait bir ceza ve müeyyide olup, Hz. Muhammed (asm) geçmiş ümmetlere ait diğer mükellefiyetler gibi bunu da kaldırmıştır. (A‘râf, 7/157)

Ana babaya hürmet (Bakara, 2/83; İsrâ 17/ 23), insan öldürmeme (Bakara, 2/84; Nisâ, 4/29; Mâide, 5/32), hırsızlık yapmama (Mâide, 5/38; Mümtehine, 60/12), zina etmeme (Nûr, 24/30-31), komşuya karşı yalan şahitlikte bulunmama, komşunun malına mülküne tamah etmeme (Bakara, 2/83; Nisâ, 4/36; Furkān, 25/ 72) gibi hususlar Kur’an’da da yer almaktadır.

İbn Abbas, İsrâ sûresindeki (17/22-39) emir ve yasakların Musa’nın levhalarında da bulunduğunu belirtmiştir. (Fahreddin er-Râzî, XX, 214) En‘âm sûresinde (6/151-153) yer alan emir ve yasaklar da on emirle benzerlik göstermekte, on emir veya on vasiyet olarak bilinmektedir. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi On Emir md.)

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'ân'da Mısır'a "on bela" verildiği anlatılır mı; bunlar nelerdir?

14 Hz. Yunus hakkında bilgi verir misiniz?

HZ. YUNUS (A.S)

 

"Doğrusu Yunus da gönderilen peygamberlerdendi. Hani o, dolu bir gemiye binmişti. Gemi de olanlarla karşılıklı kur'a çektiler de yenilenlerden oldu." (Saffât: 37/139-141)

Hz. Yunus (a.s)'ın Kur'an'da Zikredilmesi:

Hz. Yunus (a.s)'m ismi, Kur'ân-ı Kerîm'in; Nisa, En'âm, Yunus ve Saffât Sûresinde olmak üzere dört yerde geçmektedir.(1)

İki yerde ise, Allah'ın ona taktığı lakap ile anılmaktadır. Bunlardan biri, "Zünnûn" (Balık sahibi)'dur. Onun bu lakabı, Enbiyâ Sûresinde şöyle geçmektedir:

"Zünnûn (Yunus)'a gelince, o öfkeli bir halde (halkını bı­rakıp) gitmişti. Bizim, kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zan­netmişti. Nihayet karanlıklar içerisinde: 'Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben, zalimlerden oldum.' diye niyaz etti."(2)

Diğeri ise, "Sahibu'l-Hut" (Balık sahibi) 'tur. Bu lakabı da, Kalem Sûresinde şöyle geçmektedir:

"Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. 'Balık sahibi' (Yunus) gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyaz etti. Şa­yet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı, o mutlaka çırıl çıplak kınanacak bir halde oraya atılacaktı."(3)

Görüldüğü üzere, Hz. Yunus'un ismi, Kur'ân-ı Kerîm'in dört yerinde "Yunus", bir yerinde "Zünnun" lakabı ile diğer bir yerinde ise "Sahibu'1-Hut" lakabı olmak üzere toplam altı yerinde geçmektedir.(4)

Hz. Yunus (a.s)'ın Soyu:

Tarihçiler, Hz. Yunus'un (a.s) soyu ile ilgili herhangi bir bilgi kaydetmemişlerdir. Ama isminin, Yunus b. Metta oldu­ğunda ittifak etmişlerdir.

Hz. İsa (as), Kur'an ayetlerinde ve hadis-i şeriflerde hep annesinin adı ile anılır. Hz. Yunus (as) da  “Metta’nın Oğlu” diye anılmaktadır. Bazıları ‘Metta annesidir’ diyorlarsa da, babası olması daha çok kabul görmektedir. (bk. Ez-Zebidî, Tecrîd-i Sarih I-XII)

Kitap ehli, Hz. Yunus (as)'u, (Yûnân b. Emtây" şeklinde ad­landırmışlardır.

Hz. Yunus (as), İsrailoğulları peygamberlerindendir. Soyu, Hz. Yakûb (as)'un oğullarından Bünyâmîn'e ulaşır. Bünyâmîn ise, Hz. Yûsuf (as)'un öz kardeşidir.(5)

Hz. Yunus (a.s)'ın Daveti:

Yüce Allah, Hz. Yunus (as)'u, Irak'taki Musul toprağında bu­lunan "Ninova" halkına peygamber olarak gönderdi. Çünkü Ninova halkı arasına putçuluk girmiş ve içlerinde putlara tap­ma yaygınlık kazanmıştı.

Hz. Yunus (a.s), Şam bölgesindeki beldelerden Ninova'ya giderek oradaki halkı Allah'a davet etti. Fakat halk, onun da­vetini kabul etmeyerek risaletini yalanladılar.Yüce Allah, bu tür memleket halkının çoğunun durumu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Biz hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri, 'Biz, size gönderilmiş olan şeyi hemen inkâr ediyoruz.' derler."(6)

Hz. Yunus (a.s), Ninova halkına; öğüt veriyor, nasihat edîyor ve onları Allah'a davet ediyordu. Bu şekilde aralarında yıllarca kaldı. Fakat Hz. Yunus (as), onlardan; hakka tıkanmış kulaklar ve kılıflı kalplerden başka bir şeyle karşılaşmadı. Onları Allah'ın yoluna getirmede gücü yetmedi. Daha sonra onlara, eğer Allah'a iman etmezlerse, başlarına ilahi azabın geleceğini vaat etti. Kavminin durumunda bir değişiklik olmayınca, kendi­lerine üç gün sonra ilahi azabın geleceğini vaat ederek kızgın bir şekilde aralarından ayrılıp gitti. Bunun yanı sıra onların, Hz. Yunus (as)'u tehdit ettikleri, kızdıkları ve kovaladıkları, bunun sonucunda Hz. Yunus (as)'un, onlardan kaçtığı da söylenir.

Hz. Yunus (a.s), Yüce Allah'ın, kendisine oradan çıkması ile ilgili emri gelmeden önce aralarından çıkıp gitmişti. Çünkü Hz. Yunus (a.s), memleketini terk edip ailesiyle birlikte oradan çıkması ile ilgili Allah'ın emri gelmeden önce çıkışından dola­yı kendisini hesaba çekmeyeceğini ve sıkıntıya düşürmeyece­ğini sanmıştı... Yüce Allah'ın şu sözü, bu görüşü desteklemek­tedir:

"Zünnun (Yunus)'a gelince, o, öfkeli bir hâlde (halkını bı­rakıp) gitmişti. Bizim, kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti."(7)

Hz. Yunus (a.s), Rabbine değil de kavmine öfkelenerek çekip gitmişti. Çünkü Rabbine öfkelenmesi, Allah'a karşı ya­pılmış bir isyan sayılır. Üstelik böyle bir şey, peygamberlerin masumiyetine ters düşer.

Abdullah ibn Mes'ud, Mücahid ve Seleften bir topluluk dediler ki: "Hz. Yunus (a.s), onların aralarından çıkıp gidince ve onlar da başlarına gelecek olan azabı hak edince, Cenab-ı Allah, onların kalplerine pişmanlık ve tövbe bıraktı. Peygam­berlerine yaptıklarından ötürü pişman olup Allah'a yöneldiler. Canlarına eziyet vermek için de kıldan örülmüş giysiler giyin­diler. Sonra da Yüce Rablerine feryadı figanla yalvarıp yakar­dılar. Hayvanlar ile yavrularını birbirinden ayırdılar. Allah'ın huzurunda boyun büküp sükunet gösterdiler. Erkekler, kadın­lar, oğullar, kızlar ve analar hep ağlaştılar. İrili-ufaklı hayvan­lar, davarlar ve binekler bağrıştılar. Develer ile yavruları, inek­ler ile buzağıları ve koyunlar ile kuzuları böğürüp meleştiler. Çok korkunç bir an yaşadılar. Hz. Yunus (as)'a yaptıkları haksızlık nedeniyle Cenab-ı Allah; kendi gücü, şefkati ve merhameti gereği-karanlık gece parçaları gibi başlarının üstünde dönen azabı, onların üzerinden kaldırdı. İşte bundan dolayı Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır:

"Yunus'un kavmi müstesna, (halkını yok ettiğimiz mem­leketlerden) herhangi bir memleket halkı, keşke (kendilerine azap gelmeden) iman etse de imanları kendilerine fayda ver­seydi. Onlar iman edince, onlardan dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir müddet daha (dünya nimetlerinden) faydalandırdık."(8)

Hz. Yunus (a.s), Balığın Karnında:

Hz. Yunus (a.s), kavminden ayrılıp denizin kenarına vardı. Orada yolculuğa hazır bir gemi buldu. Gemiye binmek için gemi halkından izin istedi. Onda bir hayır olduğunu anladılar ve onun gemiye binmesine izin verip onu gemiye bindirdiler.

Denizin ortasına vardıklarında, şiddetli rüzgar esmeye ve deniz dalgalanmaya başlayınca:

- "Aramızda bir günahkar var." dediler. Bunun üzerine ara­larında kura çekmeye ve kura kime çıkarsa, onu denize atmaya karar verdiler. Kura, Hz. Yunus (as)'a çıkınca, ona, başından geçe­ni sordular. O da, kavmi ile arasında geçeni anlatınca, hay­ret edip onu denize atmak istemediler. Onu deniz sahiline bı­rakmaya karar verdiler. Fakat Hz. Yunus (as), Allah'ın, onlara olan gazabının dinmesi için kendisini denize atmalarını istedi. On­lar da, Hz. Yunus (as)'u denize attılar. Allah'ın emri ile, onu, bü­yük bir balık yuttu. Balık, Hz. Yunus (as)'u, Allah'ın koruması ve himayesi altında karanlıklar içerisinde gezdirdi. Mucize ta­mam olunca, Allah, balığa; Yunus peygamberin etinden bir şey eksiltmemesini ve kemiklerini kırmamasını vahyetti.

Balık, onu taşıdı ve Hz. Yunus (as)'u, Allah'ı tesbih ve istiğfar eder bir vaziyette denizin karanlıklarında diri olarak gezdirdi.

Hz. Yunus (a.s), denizin karanlıkları içerisinde:

"Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben, zalimlerden oldum." (Enbiyâ: 21/87) diye niyaz etti.(9)

Allah'ta, onun bu duasını kabul ederek onu kederli halden kurtardı. Allah, balığa, Hz. Yunus (as)'u sahilde düz ve geniş bir alana atmasını vahyetti. Hz. Yunus (as), kurtuluşun­dan dolayı Allah'a hamd etti. Allah, onun üzerine gövdesiz bir ağaç bitirdi. O da, o ağacın meyvesinden yedi ve gölgesinde oturdu. Böylece Allah, onun rahatsızlığını giderdi ve duasını kabul etmiş oldu.

Hz. Yunus (a.s), başına gelenlerin, ilahi bir uyarı olduğunu ve Allah'ın izni olmadan kavmine kızarak aralarından ayrılı­şından dolayı olduğunu anladı.

Bu konuda onun için geçerli bir içtihat olsa da bu içtihat, nefsine zulmeden salih kullar için kabul edilebilir. Ama pey­gamberler için asla kabul edilemez. Fakat Hz. Yunus (as) , kavmini, Allah'ın emrini beklemeden terk etmekle ilahi uyarıyı gerektiren şeyi işlemiştir.(10)

Yüce Allah, Hz. Yunus (a.s)'ın gemiye binişini ve ondan sonra başına gelenleri şöyle anlatmaktadır:

"Doğrusu Yunus da, gönderilen peygamberlerdendi. Hani o, dolu gemiye binmişti. Gemide olanlarla karşılıklı kura çekti­ler de yenilenlerden oldu. Yunus, (gemide bulunanlara Allah'a karşı yaptığı ile ilgili) kendisini kötülerken onu bir balık yuttu. Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar balığın karnında kalırdı. Halsiz bir vaziyette iken kendisini dışarı çıkardık. Ve üstüne (gölge yapması vb. şeyler için) kabak türünden geniş yapraklı bir bitki bitirdik. Yunus 'u, yüz bin veya daha çok kişiye Peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona iman ettiler. Bunun üzerine biz de onları, bir müddete kadar yaşattık."(11)

Hz. Yunus (a.s), (sağlığına kavuşup) yürümeye güç yetirince, kavmine döndü. Kavmini, Allah'a tövbe edip Allah'a iman etmiş ve emrine uyup onu tasdik etmek için peygamber­leri Hz. Yunus (as)'un dönüşünü bekler vaziyette buldu. Onların içerisinde kalıp onlara (Allah'ın emri ile yasaklarını) öğretiyor, kılavuzluk yapıyor, Allah'a giden yolu gösteriyor ve onları dosdoğru yola iletiyor.

Cenab-ı Allah, Ninova halkına; Hz. Yunus (as), onların içinde kaldığı sürece ve ondan sonraki müddet içinde, (sapıtıp bozulmadıkları ve) inanmışlar olarak kaldıkları sürece çeşitli ni­metler verdi. Fakat onlar daha sonra bozulup sapıtınca, Allah, onların şehirlerini yerle bir eden kişiyi, onların başına musallat etti.

Tarihçiler, bu olayları nakletmişler ve ibret alacaklar da, bunlardan ibret almışlardır.

Abdullah ibn Abbas'ın rivayetine göre; Hz. Yunus (a.s), sayısı, 120.000 kişi olan bir kavme peygamber olarak gönde­rildi. Çünkü Yüce Allah, Hz. Yunus (as)'un peygamber olarak gönderildiği kavmin sayısı ile ilgili olarak şöyle buyurmakta­dır:

"Yunus 'u, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik."(12)

Ayrıca bu konuda bazı rivayetler de nakledilmiştir. Yine de doğruyu en iyi bilen Cenab-ı Allah'tır.(13)

İlave bilgi için tıklayınız:

YUNUS SURESİ.

Dipnotlar:

1) Nisa: 4/163.En’am.6/86 Yunus.10/98 Saffat 37/139 (ç)
2) Enbiyâ: 21/87-88
3) Kalem: 50/48-49
4) Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 673-674.
5) Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 674.
6) Sebe: 34/34
7) Enbiyâ: 21/87
8) Yunus: 10/98
9) Bir hadisi Şerifte; Hz Yunus (a.s)'ın bu duasıyla dua eden kişinin duasının mutlaka kabul edileceği bildirilmiştir. bk. Müsned: 1/170; Hakim, Müstedrek, 2/488; Münziri. Terğib, 2/583 (ç)
10) Bu bilgi, Abdurrahman Habenneke'nin, "el-Akidetü'1-İslamiyye" adlı kitabından alınmıştır.
11) Saffât, 37/139-148
12) Saffat, 37/147
13) Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 676-679.

15 Yusuf ile Züleyha hakkında bilgi verir misiniz?

Yusuf (as) ile Züleyha arasında geçen olay Kur'an-ı Kerim de anlatılmaktadır.

Kardeşleri Hz. Yusuf (as)'ı kuyuya atmışlar öteden bir kafile gelmiş, sucularını kuyuya göndermişlerdi. Saka vardı, kovasını sarkıttı. “A müjde! müjde! işte bir civan!” dedi. Sucu ile yanındakiler, onu ticaret malı olarak satmak niyetiyle, kafilede olanlara onu bildirmeyip gizlediler. Ama Allah Teâla, onların ne yapacaklarını pek iyi biliyordu!

Nihayet Mısır’a varınca, onu düşük bir fiyata, birkaç paraya sattılar. Zaten ona pek kıymet biçmiyorlardı.

Mısır’da Yusuf’u satın alan vezir, hanımına: “Ona güzel bak!” dedi, “Belki bize faydası dokunur yahut onu evlat ediniriz!” Böylece Yusuf’un o ülkede yerini sağlamlaştırdık, ona imkân verdik ve bu cümleden olarak, ona rüyaların yorumunu öğrettik. Allah Teâla iradesini yerine getirmekte her zaman mutlak galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

O kemal çağına geldiğinde kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte güzel iş yapanlara biz böyle karşılık veririz.

Derken, bulunduğu evin hanımı, Yusuf’a sahip olmak istedi ve kapıları kapatarak “Haydi yaklaş bana!” dedi. O: “Allah’a sığınırım!” dedi. “Doğrusu, senin kocan olan benim Efendim’in çok iyiliğini gördüm. Hıyanet ederek zalim olanlar iflah olmazlar.”

Doğrusu, hanım ona sahip olmayı iyice aklına koymuş ve buna yeltenmişti de. Eğer Rabbinin bürhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece Biz fenalığı ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için bürhanımızı gösterdik. Çünkü o, Bizim tam ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.

Derken, ikisi de kapıya doğru koşuştular. Kadın, Yusuf’un gömleğini arkadan yırttı. (Tam bu sırada) kapıda kadının kocasıyla karşılaştılar! Kadın hemen “Senin ailene kötü maksatla yaklaşanın cezası, zindana atılmaktan veya gayet acı bir azaptan başka ne olabilir?” dedi.

Yusuf ise: “Asıl o bana sahip olmak istedi.” dedi. Hanımın akrabalarından biri de şöyle şahitlik etti: “Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, delikanlı ise yalancının tekidir. Yok, eğer gömleği arkadan yırtılmışsa o yalan söylemiştir, delikanlı doğru söylemektedir.”

Gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce (kocası, eşine:) “Anlaşıldı!” dedi. “Bu, siz kadınların oyunlarınızdan biri! Gerçekten sizin fendiniz pek müthiştir! Yusuf! Sakın bunu kimseye söyleme! Kadın! Sen de günahından dolayı af dile, çünkü sen günaha girenlerden oldun.”

Şehirde birtakım kadınlar: “Duydunuz mu?” dediler, “Vezirin hanımı uşağına gönlünü kaptırmış, ondan kâm almak istemiş! Sevda ateşi bağrını yakmış. Kadın besbelli çıldırmış! Doğrusu biz bu hali ona yakıştıramıyoruz!”

Hanım o kadınların kendisi aleyhindeki bu dedikodularını işitince onları konağına dâvet etmek üzere dâvetçi gönderdi. Onlar için dayalı döşeli bir sofra hazırlattı. Sofrada, ikram edilen meyveleri soyup kesmek gayesiyle, her misafir için bir de bıçak koydurmuştu. Onlar meyvelerini soyup kesmekle meşgul oldukları sırada, beriden de Yusuf’a: “Çık şimdi onların karşısına!” dedi. Kadınlar onu görünce hayran kaldılar, onun güzelliğine dalıp gittiklerinden, farkında olmadan kendi ellerini kestiler ve: “Hâşâ! Allah için, bu bir insan olamaz, bu pek kıymetli bir melek! Başka bir şey olamaz!” dediler.

Vezirin hanımı: “İşte, beni kınamanıza sebep olan genç! Yemin ederim ki ben ondan kâm almak istedim, ama o iffetli davrandı. Yine yemin ederim ki kendisine emredeceğim işi yapmaması halinde o mutlaka zindana atılacak, zelil ve perişan olacaktır!” (Yusuf, 12/18-32)

16 Peygamberler günah işler mi?

Bütün peygamberler, gerek peygamberliklerinden önce, gerekse peygamberliklerinden sonra hiçbir şekilde büyük günah işlememişlerdir.

Ancak, bazı peygamberler hata yoluyla, unutmak veya daha iyiyi terk etmek suretiyle, bizim bildiğimiz şeklin dışında "zelle" denen bazı hatalar işlemişlerdir. (Muvazzah İlm-i Kelâm, s.184; Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.154)

Hz. Âdem'in cennette iken yasak ağacın meyvelerinden yemesi zelleye misal olarak verilebilir. Hz. Âdem, yasak meyvelerden yemekle bizim bildiğimiz manada bir günah işlememiş, daha iyi olanı terk etmiştir. Çünkü, ağaçtan yemeleri kendilerine haram kılınmamıştı ki, bir günah şeklinde düşünülsün. Neticede de, bu hatalarından dolayı cennet nimetlerinden mahrum kaldılar. Cennette günah ve sevap mefhumunun olmaması bu günahın, bilinenden başka bir şeklinin olduğu da anlaşılır.

Cennet nimetlerinden birisi de orada "tuvalete gitme" gibi bir ihtiyacın mevcut olmadığıdır. (Müslim, Cennet: 15) Cennette yenip içilen şeylerin artıkları olmadığından Hz. Âdem ve Havva, cennette büyük ve küçük abdest yapmıyorlardı. Avret mahalleri elbise veya bir nurla kendilerinden gizlenmişti. (Tefsîr-i Kebir, 14/49; Hak Dini Kur'ân Dili, III/2140) Yasak ağacın meyvelerinden yemeleri avret yerlerinin açılmasına, küçük ve büyük abdest gibi eza verecek şeylere sebep olacağı için, Cenab-ı Hak o ağaçtan yemelerini men etmişti. (Hülasatül-Beyan, II/4748)

Nitekim, yasak ağacın meyvelerini yedikleri anda, daha önce hiç görmedikleri avret yerleri açılıverdi. O yerlerin açılması uygun olmadığı için, yaprakla örtünmeye başladılar. (bk. A'raf, 7/22)

Hz. Âdem'in yasak ağacın meyvesinden yiyerek cennetten çıkarılmasında kaderin hissesini unutmamak gerekir. Çünkü, Cenab-ı Hakk'ın insanı yaratmasındaki hikmet ve maksadın gerçekleşmesi, ancak Hz. Âdem ve Havva'nın cennetten yeryüzüne inmesiyle mümkün olmuştur. Ebu'l-Hasen-i Şâzelî, Hz. Âdem'in zellesi hakkında şöyle der:

"Ne hikmetli bir günah ki, kıyamete kadar gelecek insanlara tövbenin meşru kılınmasına sebep olmuştur." (Risale-i Hamidiye, s. 611)

Hz. Yunus(a.s.)'un zellesine gelince:

Hz. Yunus (a.s.) peygamberlikle vazifelendirildikten sonra, kavmini îmâna davet etmeye başladı. Otuz üç yıl gibi uzun bir müddet tebliğde bulunduğu halde, yine de halk üzerinde bir tesir vücuda gelmemişti. Bu durum Hz. Yunus (as)'ın canını sıktı. Bu sıkıntıdan kurtulma ümidiyle, Cenab-ı Hakk'ın izni olmadan kavmini bırakıp ayrıldı. Bir peygamber, Rabb'inden izin almadan bulunduğu yerden ayrılamazdı. Hz. Yunus (a.s.) bu hareketiyle efendisinden kaçmış bir köle durumuna düşmüştü. (Hülâsatü'l-Beyan , II/4748)

Ancak Hz. Yunus (as)'un bu hareketi vazifeden kaçış veya vazifeyi verene karşı bir isyan manasında anlaşılmamalıdır. Hz. Yunus (a.s.) sadece İlâhî davete uymayan halktan uzaklaşmıştır. Bu hareket peygamberlerin dışındaki insanlar için hata sayılmaz. Peygamber için de azabı gerektirecek bir günah değildir.

Bununla beraber, Cenab-ı Hak, zor şartlar altında kalsa da Hz. Yunus (a.s.) gibi davranmamasını Peygamberimize (a.s.m.) tavsiye etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Ey Muhammedi! Sen Rabbinin hükmüne kadar sabret. Balık sahibi Yunus gibi olma." (Kalem, 68/48)

Evet, peygamberlerin "zelle"lerine bir günah gözüyle bakmamak gerekir. Çünkü, günah azabı gerektiren bir şeydir. Peygamberler ise zellelerinden dolayı herhangi bir cezaya uğramayacaklardır.

* * *

Esasen bütün peygamberler gibi bizim Peygamberimiz (asm) de "ismet" (Allah tarafından günah işlemekten korunmuş olma) özelliğine sahiptir, dolayısıyla zaten günahsızdır. Şu halde Peygamberimiz (asm),

“... Senin geçmiş gelecek bütün günahını Allah'ın bağışlaması…” (Fetih, 48/1-3)

mealindeki âyette bağışlandığı bildirilen günahı, fiilen işlediği yahut işleyeceği bir günah olmayıp, beşer olması hasebiyle kendisinde bulunan günah işleme potansiyelidir. "İsmet" sıfatı, peygamberlerdeki bu potansiyel günah işleme imkânının fiiliyata geçmesini önleyen ilâhî bir koruma ve esirgemedir; âyetteki af bu anlamdadır.

Peygamberler ümmetlerine örnek olduklarından, Allah onları günah işlemekten korumuştur. Buna rağmen Peygamberimiz (asm) gece gündüz nafile ibadetler yaparak ve özellikle çok namaz kılarak, hem bu konuda da ümmetine örnek olmuş hem de ibadetin cennet ümidi veya cehennem korkusundan değil, Allah buna lâyık olduğu, kul bununla manevî hayat ve huzur bulduğu için yapılacağını göstermiştir. Nitekim kendisine, günahlarının peşinen bağışlanmış olduğu hatırlatılarak niçin bu kadar çok namaz kıldığı soruldukça şu cevabı vermişlerdir:

"Elimden geldiğince Allah'a şükreden bir kul olabilmem için." (Buhârî, Tefsir, 48/2)

“Günahının bağışlanmasını iste ve sabah akşam Rabbini hamd ile tesbih et.” (Mü’min, 40/55)

mealindeki âyette Hz. Peygamber (asm)'den, günahının bağışlanması için dua etmesi istenmektedir; Fetih sûresinde ise ona gelmiş geçmiş bütün günahlarının bağışlandığı müjdelenmiştir. (bk. Fetih 48/1-7) Müfessirler bu durumu, Mü’min sûreninin Fetih sûresinden önce inmiş olduğuna delil göstermişlerdir. Bu sûrenin Fetih'ten önce indiği kesin olmakla birlikte gösterilen bu delil isabetli değildir. Nitekim en son inen sûrelerden olan Nasr sûresinde de Resûlullah'a, Allah'ı hamd ile tesbih ederek O'ndan mağfiret dilemesi emredilmektedir.

İslâm inancına göre diğer peygamberler gibi bizim Peygamberimiz (asm) de masum (günah işlemekten korunmuş) olduğu için, bazı müfessirler "Günahının bağışlanmasını dile" buyruğunun, peygamberlikten önceki hatalarıyla ilgili olduğunu veya bu buyruğun asıl muhatabının Resûlullah'ın şahsında onun ümmeti olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu yorumlar doğru olmakla beraber, Peygamber Efendimiz (asm)'i bu buyruğun dışına çıkarma çabaları pek anlamlı görünmemektedir. Zira her şeyden önce tövbe ve istiğfar da birer ibadettir. Nitekim Resûlullah (asm), kendisinin günde yetmiş veya yüz kere istiğfar ettiğini yeminle ifade etmiştir. (Buhârî, Da'avât, 3; Müsned, IV/211)

- Öyleyse, Mü’min sûresi 55. âyetteki “günahının bağışlanmasını iste” ifadesi ile Muhammed sûresi 19. âyette geçen “kendi günahın için, erkek, kadın müminler için Allah'tan af dile.” ifadelerindeki “günah” ne demektir?

Peygamberler masumdurlar; ümmetlerine örnek olacakları için Allah onları günah işlemekten korumuştur, hatalarını da zamanında tashih ederek kalıcı olmasını engellemiştir. İslâm inancının önemli bir ilkesi olan ismet (peygamberlerin masumluğu), Hz. Peygamber (asm)'in günah işlediğini kabul etmemizi engellemektedir. Bu sebeple âyette geçen "Günahının... bağışlanmasını dile" cümlesini bu inanç esası çerçevesinde anlamlandırmak gerekmektedir.

Yapılan yorumlar şöyledir:

1. Sözün muhatabı Hz. Peygamber (asm) olmakla beraber, asıl hedefi ümmettir.

2. Hz. Peygamber (asm) tevazu gereği kendi hata ve günahından bahseder ve devamlı Allah'tan af diler olduğu için, bu güzel davranışa uygun bir ifade kullanılmıştır.

3. Hz. Peygamber (asm) için günah olan veya onun günah saydığı şey, sıradan insanlar için tabii ve mubah olan davranışlardır. Nitekim kendisi şöyle buyurmuştur:

"Kalbimin perdelendiği oluyor ve ben günde yüz defa Allah'tan af ve mağfiret diliyorum." (Müslim, Zikr, 41)

Burada "perdelenme" diye çevirdiğimiz kelime, "Allah'ı anma ve hatırda tutma konusundaki kesiklik" olarak açıklanmıştır. Yani Hz. Peygamber (asm) her an Allah şuuru içinde yaşamaktadır, bu şuurda anlık kesintileri günah sayıp onlara da tövbe etmektedir.

Hz. Peygamber (asm)'in, bütün müminler için Allah'tan af dilemesinin istenmesi, onun şefaat yetkisinin bir delili olarak da değerlendirilmiştir. (İsmet konusunda geniş bilgi için bk. Mehmet Bulut, "İsmet", DM, XXIII/134-136)

İlave bilgi için tıklayınız: 

Peygamberlerin, peygamberlikten önceki dönemleri masum olmayabilir mi?.. İsmet sıfatı...

İSMET (Sıfatı).

Peygamberlerin ismet sıfatına sahip olmaları, diğerlerinin günah işlemeye uygun olarak yaratılmaları nasıl açıklanabilir?

17 Neden peygamberlerin çoğu Orta Doğu'da gelmiştir? Her topluma peygamber gönderilmiş midir?

Kur'ân-ı Kerim'de ismi geçen ve geçmeyen peygamberlerin hemen hemen hepsi coğrafî tabiriyle Akdeniz Havzası (Suriye, Lübnan, Filistin, İsrail, Mısır), Mezopotamya (Irak, Ürdün, İran'ın bir kısmı) ve Arap Yarımadasında çıkmış ve tebliğ vazifelerini burada yürütmüşlerdir.

Esas itibariyle bu meseledeki gerçek sebep "kader-i İlâhînin bir remzidir." (Mesnevî-i Nuriye , s. 91) Yâni, Cenab-ı Hakk'ın takdir ve iradesi peygamberlerin Şarkta gönderilmesini icap ettirmiş, gerektirmiştir. Peygamberleri, kendi emirlerini ulaştırmak maksadıyla Cenab-ı Hak gönderdiği gibi, hangi memlekete, hangi insanı peygamber olarak göndermeyi de yine O istemiştir. Bunda kulların bir tesir ve dahli yoktur.

Meselenin hikmet cihetine gelince; bu hususun pekçok hikmeti olmakla birlikte, akla gelebilen ilk bir iki hikmeti şunlardır:

- Bir defa insanlığın ilk atası olan Hz. Âdem (as), Havva validemizle bugün Mekke yakınlarındaki Arafat Dağı yakınlarında buluşmuşlardır. İnsan neslinin çoğalması da yine bu civarda başlamıştır. Hz. Âdem (as)'in oğulları ne kadar çoğalmış olsalar da, meselâ kendisinden sonra peygamber olan iki oğlu Hz. Şit (as) ve Hz. İdris (as), Mekke'de tebliğ vazifelerini yürütmüşlerdir.

Yine Hz. Âdem (as) ile Hz. Nuh (as) arasında uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Hz. Nuh (as) bugünkü Kufe civarında yaşamış ve ümmetine tebliğ vazifesini orada yapmıştır. Hz. Salih, Hz. İshak, Hz. Eyyûb, Hz. İlyas (aleyhimüsselam)'ın Şam ve civarında, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya, Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz. İsa (aleyhimüsselam) da Kudüs'te yaşamıştır. Hz. Hûd (as) Yemen'de, Hz. Musa (as) ve Hz. Yusuf (as) Mısır halkına peygamber olarak gönderilmiştir.

Diğer peygamberler de hep bu civarda gelmişlerdir. Zaten peygamberler insanlara ve insanlığın toplu olarak bulunduğu bölgelere gönderilmiştir. Çünkü, insanlık hep bu bölgelerde yaşıyordu. Peygamber kıssalarından, tefsirlerden ve İslâm tarihi ile ilgili eserlerinden öğrendiğimize göre, Hz. İsa (as)'a kadar, insanlık başta belirttiğimiz bölgelerde yaşıyordu. Zaten o zamanlar insanlığın nüfusu birkaç yüz milyon denebilecek kadardı. Bunun için dünyanın her tarafına yayılma, dağılma ihtiyacı da yoktu. Ne zaman ki, dünya nüfusu kalabalıklaştı, ondan sonra Avrupa ve Asya içlerine kadar yerleşilmeye başlandı.

Başka bir husus, peygamberler sadece Arap milletine gelmiş değildir. Bir kere Kur'ân'ın dışındaki semavî kitaplar İbranî dilinde gönderilmiştir. Hz. Yusuf ile Hz. Musa'nın kavmi bugünkü Mısırlılar ve Kıptîlerdi. Şam, Irak ve diğer bölgede yaşayanların hepsi Arap değildi, farklı milletlere mensuptular. Pek çok peygamberin İsrailoğullarına geldiği düşünülürse, peygamberlerin ekserisinin Araplara gelmediği gerçeği ortaya çıkar. Diğer peygamberler belli bir kavme ve topluluğa geldiği halde, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (a.s.m.) son peygamberdir ve bütün insanlığa gönderilmiştir. Peygamberimizin (asm) neslen Arap, Kur'ân'ın Arapça olması bu hakikati değiştirmez. Zaten bugün hemen her ırk ve milletten Müslüman bulunması bu gerçeği ortaya çıkarmaktadır.

Amerika kıtasında peygamber gelip gelmediğine gelince; bilindiği gibi, Amerika'nın bir yerleşim bölgesi haline gelmesi iki yüz küsur senelik bir meseledir. Amerika'nın keşfinden önce yerliler varsa da, onların oraya hangi asırda gittikleri bilinmemektedir. Hz. İsa (as) ve İslâm'ın çıkışından sonra olmadığı ne malûm! Bundan da onların atalarının bir hak din ve bir peygamber tebliği duymuş olmaları gerekir.

Bütün bunlarla birlikte, Çin, Avrupa ve diğer kıtalara da peygamber gelmemiş diye bir kayıt yoktur. Gelmişse de, ya bunu tarih kaydetmemiş veya sonradan o bölgede çıkan bâtıl dinler kanalıyla unutturulmuştur. Bu arada şu âyet-i kerimeyi de hatırda bulundurmak lâzımdır:

"Biz bir peygamber göndermedikçe hiç kimseye azap etmeyiz." (İsrâ, 17/15)

İlave bilgi için tıklayınız:

Her topluma, her kıtaya peygamber gönderilmiş midir?

18 Hz. Yuşa ve Hz. Danyal (aleyhimesselam) hakkında geniş bilgi verir misiniz?

Yûşa' B. Nûn Aleyhisselâmın Soyu:

Yûşa' b. Nûn, b. Efrâim, b. Yûsuf, b. Yâkub, b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâm'dir.

Yûşa' b. Nun Aleyhisselâmın Şekil Ve Şemaili:

Yûşa' b. Nun Aleyhisselâm: orta boylu, buğday benizli, yassı yağrınılı, büyük gözlü, mücâhid, gazi ve yiğit bir zât idi.

Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâmın Peygamber Oluşu Ve Bazı Faziletleri:

Mûsâ Aleyhisselâm; vefat edeceği sıralarda, Yüce Allah, Mûsâ Aleyhisselâma, Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâm'ın, Kubbetüzzeman'a götürülüp bereketinin ona geç­mesi için, elini, onun üzerine koymasını, kendisinden sonra, İsrailoğullarının ida­resini, üzerine almasını ona vasiyet etmesini emir buyurdu.

Mûsâ Aleyhisselâm da, böyle yaptı. İsrailoğullarına:

"Bu Yûşa' b. Nûn, benden sonra, içinizde sizi yönetecektir. Onun sözlerini, dinleyiniz! Emirlerine, itaat ediniz! O, aranızda hak ve adalet üzere hükmedecektir. Ona, muhalefet ve isyan eden, mel'undur!" dedi.

Tîh çölünde kırk yıllık mecburî ikamet sona erdikte ve Mûsâ Aleyhisselâm vefat ettikten sonra, Yüce Allah, Yûşa' b.Nûn Aleyhisselâmı, İsrailoğullarına pey­gamber olarak gönderdi.

Hızır Aleyhisselâmla buluşmağa giderken, Mûsâ Aleyhisselâma yoldaşlık eden genç adam, Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâmdı.

İsrailoğullarını; Mûsâ Aleyhisselâmın, Erîha'daki zorbalarla savaş emrine itâata davet ve teşvik ettikleri ve Allah'ın nimetine erdikleri bildirilen İki Er'den bi­risinin de, Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâm olduğu rivayet edilir.

Erîha'da, Ken'an ilinde yerleşen Âmâlık, zorbaları ile savaşmaktan korkan yaşlı İsrailoğulları, kırk yıl içinde ölüp gitmiş, onların yerlerini, güçlü ve gözüpek nesilleri almış bulunuyordu.

Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâm; genç İsrail oğullarını çağırıp kendisinin Peygam­ber olduğunu, yüce Allah'ın, Ken'an ilindeki zorbalarla savaşmayı, kendisine emrettiğini, onlara haber verdi.

İsrailoğulları, ona, bey'at ettiler ve kendisini, doğruladılar.

Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâm, İsrailoğullarını, Tîh çölünden çıkarıp Erîha'yı (Beytülmakdis'i) altı ay kuşatarak fethettikten sonra, Şam ve çevresindeki kral­larla da, çarpışıp onları, yenilgiye uğrattı.

Ele geçirdiği Şam ülkesine valiler tayin etti.

Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâm; Mûsâ Aleyhisselâmdan sonra, İsrailoğullarını, Tevrat hükümlerine göre, yirmi dokuz veya yirmi yedi yıl idare etti. Bu yirmi yedi yılın, yirmi yılı Fars kralı Minuşihr (Cihr), yedi yılı da, İfrasyab zamanında idi.

Yûşa' b. Nûn Aleyhisselâm, yüz yirmi veya yüz yirmi altı veya yüz yirmi yedi yaşında iken vefat edip Efrâim dağına gömüldü. (Ona ve gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!)

Danyal Aleyhısselamın Soyu:

Danyal b.Hızkıl'ül 'asgar, Peygamber oğullarından, Süleyman b. Dâvud Aleyhisselamların soyundandı. Danyal Aleyhisselâmın Resul Olmayan Bir Nebi (Peygamber) Oluşu: Hz. Ali (ra), Danyal Aleyhisselâm hakkında: "O, Resul olmayan bir Nebî idi." demiştir.

Danyal Aleyhisselâmın Esir Edilerek Babile Götürülüşü:

Bâbil hükümdarı Buhtunnassar'ın, Beytülmakdis'i yıkarak İsrailoğullarının çocukları arasından seçip kumandanlarına paylaştırdığı esir çocuklar arasında Danyal Aleyhisselâm da, bulunuyordu. 

Danyal Aleyhisselâmla Üç Arkadaşının Zindana Atılışı:

Bâbil halkı, Buhtunnassar'a başvurarak; "İsrailoğullarından esir edilen şu çocukları, bize vermeni, senden istemiştik. Sen de, onları, bize vermiştin. Vallahi, onlar, bizim yanımızda olalıdanberi, kadınlarımızın, bizi tanımadıkları­nı, onlarla ilgilendiklerini ve yüzlerini, onlara çevirdiklerini görüyoruz. O çocukları, ya bizim aramızdan çıkar, al, ya da onları, öldür!" dediler. Buhtunnassar:

"İçinizden, her kim, elindekini öldürmek isterse, öldürsün!" dedi.

Öldürülmek üzere çıkarılıp sağ bırakılmaları için, Allâh'a yalvarmaları üzerine, Buhtunnassar tarafından sağ bırakılan Danyal Aleyhisselâmla Hananya, Azarya ve Mişaye Bâbil zindanına atılmışlardı.

O sırada, Buhtunnassar; bir rü'yâ görmüş, fakat, gördüğü rü'yada görüp de, kendisini şaşırtan şeyi unutmuştu.

Buhtunnassar, gördüğü rü'yadan, korkmuştu. Sihirbazlarla kâhinlerden, bunun yorumunu sormuşsa da, onlar, yoramamışlardı.

Danyal Aleyhisselâm, arkadaşlarıyla birlikte zindanda bulundukları sırada, bunu, işitti.

Zindancı; Danyal Aleyhisselâmın hal ve gidişatındaki güzelliği ve doğruluğunu görüp hoşuna gitmekte ve kendisine sevgi göstermekte idi. Danyal Aleyhisselâm, ona:

"Sen, bana bir iyilik yap: Sahibinizin katında aracı ol da, görmüş olduğu rü'yâyı, ona yorayım." dedi.

Zindancı, gidip Danyal Aleyhisselâmın dileğini, Buhtunnassar'a haber verdi. Bunun üzerine, Buhtunnassar, peygamber oğullarından Danyal Aleyhisse­lâmla üç arkadaşını huzuruna çağırdı.

Buhtunnassar'ın önünde, ona, secde etmedikçe, hiç kimse duramazdı. Fakat, Danyal Aleyhisselâm, onun önünde secde etmeksizin ayakta durdu.

Buhtunnassar, ona:

"Seni, bana, secdeden alıkoyan nedir?" diye sordu.

Danyal Aleyhisselâm:

"Benim bir Rabb'im var ki, bana, ilim ve hikmet verdi. Kendisinden başkasına secde etmememi de, bana, emretti. Ben, kendisinden başkasına secde edersem, Onun, bana verdiği ilmi, benden çekip almasından ve beni, helak etmesinden korkarım!" dedi.

Buhtunnassar; Danyal Aleyhisselâmın verdiği cevaba hayret etti ve:

"Evet! Secde yapma! Sen, ahdine vefa etmekle, çok iyi etmiş ve sana verilen ilmin şerefini yükseltmiş, gözetmiş oluyorsun." dedikten sonra: "Sende, şu gördüğüm rü'yânın ilmi ve yorumu var mıdır?" diye sordu.

Danyal Aleyhisselâm: "Evet!" dedi. Buhtunnassar:

"Görmüş olduğum rü'yâyı, sonra, bana isabet eden bir şeyden dolayı, unuttuğum, beni hayrette bırakan o şeyin ne olduğunu, bana, haber veriniz." dedi.

Danyal Aleyhisselâmla arkadaşları:

"Sen, o rü'yâyı, bize haber ver de, biz sana, onun yorumunu haber verelim." dediler.

Buhtunnassar:

"Ben, onu hatırlayamıyorum. Eğer, siz, bana, onu, onun yorumunu, haber vermezseniz, omuz kemiklerinizi, sökeceğim!" dedi.

Danyal Aleyhisselâmla üç arkadaşı, Buhtunnassar'ın huzurundan çıktılar.

Allah'a, dua ettiler. Tazarru ve niyazda bulundular. Kendilerine, yardım etmesini, sorulan şeyin öğretilmesini, dilediler. Yüce Allah da, onlara, sorulan şeyi öğretti. Onlar, hemen Buhtunnassar'ın huzuruna vardılar. Ona:

"Sen, bir heykel görmüşsün!" dediler.

Buhtunnassar:

"Doğru söylediniz!" dedi.

Danyal Aleyhisselâm ve arkadaşları:

"O heykelin iki ayağı ve iki bacağı: seramikten, iki dizi ve iki baldırı bakırdan; karn gümüşten; göğsü altından; başı ve boynu demirdendi!" dediler.

Buhtunnassar:

"Doğru söylediniz!" dedi.

Danyal Aleyhisselâmla arkadaşları:

"Sen, onu, hayretle seyredip durduğun sırada, Allah, onun üzerine, gökten, bir kaya saldı da, onu, ufatıverdi! İşte, sana, rü'yânı unutturan da, bu idi." dediler.

Buhtunnassar:

"Doğru söylediniz!" dedi ve: "Peki, bu rü'yânın yorumu, nedir?" diye sordu.

Danyal Aleyhisselâmla arkadaşları:

"Bu rü'yânın yorumu, şöyledir:

"Sana, kralların kudret ve tasarruf durumları gösterilmiştir ki, onlardan, bazısının kudret ve tasarrufu, bazısından, daha gevşek ve yumuşaktı."

"Bazısının, kudret ve tasarrufu, bazısından, daha güzeldi. Bazısının kudret ve tasarrufu da, bazısından, daha sert ve katı idi."

"İlk kudret ve tasarruf: Seramik olup o, kudret ve tasarrufun en zaifi ve gevşeğidir."

"Sonra, onun üstünde bakır olup o, öncekinden daha üstün ve daha serttir. Sonra, bakırın üstünde gümüş olup o, bakırdan daha üstün ve daha güzeldir. Sonra, gümüşün üstünde altun olup o, gümüşten daha güzel ve daha üstündür."

"En üstünde bulunan demir, senin kudret ve tasarrufundur ki, o, hükümdarla­rın en katısı ve kendisinden önce olanların en kudretlisidir."

"Senin görmüş olduğun ve üzerine, gökten Allah'ın salıp heykeli yere seren kaya ise, Allan'ın, (semâdan indireceği Kitapla) ahir zamanda göndereceği bir peygamberdir ki, o, hepsini ufatacak, emir, onun olacak, ona, varıp dayanacaktır!" dediler.

Danyal Aleyhisselâmın Buhtunnassar Katında Yüksek Bir İtibar Kazanışı:

Danyal Aleyhisselâm; Buhtunnassar'ın rü'yâsını, haber verdiği ve yorduğu zaman, Buhtunnassar, ona ve onun arkadaşlarına, çok ikram etti.

Danyal Aleyhiselâmı, sık sık, huzuruna kabul eder, yapacağı işleri, ona ve onun arkadaşlarına danışırdı.

Danyal Aleyhisselâmı, üstün mevkilere getirdi. Danyal Aleyhisselâm, Buhtunnassar'ın yanında, insanların en şereflisi ve en sevgilisi olmuştu.

Danyal Aleyhisselâm'ın Buhtunnassar'dan Sonraki Durumu:

Rivayete göre Buhtunnassar'la onun daha üstü olan Büyük kıral Lührasp öl­dükten sonra, yerine, Beştasp b.Lührasp geçmişti.

Beştasp; Şam ülkesinin harap bir halde bulunduğunu, Filistin toprağında vahşî, yırtıcı hayvanların çoğaldığını ve orada, insanlardan hiç kimse kalma­dığını işitince:

"Babil toprağında bulunan İsrailoğullarından, Şam'a dönmek isteyen kimse­ler, dönsün!" diye nida ettirmiş, Dâvud oğulları Hanedanından bir Zâtı da, onla­rın üzerine kıral yaparak kendisine, Beytülmakdis'i imâr etmesini ve Beytül-makdis Mescid'ini yapmasını emretmişti.

Diğer rivayete göre;

İran hükümdarı Behmen, Babil Valisi Ahşu Yereş'e yazı yazarak, İsrailoğulla­rına yumuşak davranmasını, kendilerinin, istedikleri yerlere gönderilmelerine, memleketlerine dönmelerine müsâade edilmesini ve kendilerinin seçecekleri kim­seyi, başlarına koymasını emretmişti.

Danyal Aleyhisselâm'la Hananya, Azarya ve Mişayel, Beytülmakdis'e gitmek için Ahşu Yereş'ten izin istemiş idiyseler de, izin vermeğe yanaşmamış ve:

"Benim yanımda, sizin gibi, bin peygamber bulunsa, ben, sağ oldukça, onlar­dan, bir tanesini bile, yanımdan ayırmam." demiş, Danyal Aleyhisselâmı, Devletin Kadılık işlerile birlikte kendisinin her işini yürütmeğe memur etmişti.

Hattâ, Buhtunnassar'ın, Beytülmakdis'ten aldığı, hazinelerde saklanan her şeyin çıkarılıp Beytülmakdis'i iade edilmesini ve Büytalmakdisin, onunla, yeniden ya­pılmasını da, ona, emretmiş ve yapılmıştı.

Enbiya Suretlerinin Danyal Aleyhisselâm Tarafından İpek Kumaşlara Çizilişi:

Âdem Aleyhisselâm, çocuklarından gelecek peygamberleri görmeyi, Rabb'ından dilemiş, Yüce Allah da, onların suretlerini, Cennet ipeklerinden kumaşlara, onun için çıkarttırıp kendisine indirmişti.

Bunlar; Âdem Aleyhisselâmın, güneşin battığı yerdeki Mahzeninde saklı bulunuyordu. Zülkarneyn Aleyhisselâm, onu, ele geçirdi. Âdem Aleyhisselâmın Mahzeninden çıkarıp Danyal Aleyhisselâma verdi. Danyal Aleyhisselâm da, onlara göre, bu sûretleri, ipek kumaşlara çizdi.

Danyal Aleyhisselâmın çizmiş olduğu bu suretler, Zülkarneyn Aleyhisselâmın ele geçirdiği suretlerin aynı idi.

Zülkarneyn Aleyhisselâm tarafından verilen suretlere göre Danyal Aleyhisselâmın ipek kumaşlar üzerine çizmiş olduğu, Âdem Aleyhisselâmdan, Muhammed Aleyhisselâma kadar olan bazı peygamberlerin suretleri, kraldan krala -tevarüs sûretile- geçerek Kayser Herakliüse kadar gelip erişmiş, o da, onları, sandığından birer birer çıkarıp Hz. Ebû Bekr'in Elçilerine göstermişti.
 

Danyal Aleyhisselâmın Vefatı, Cesedi Ve Kabri:

Danyal Aleyhiselâm, bir müddet, Bâbil'de oturdu. Bâbil'den ayrıldıktan sonra, Huzistan'ın Sus nahiyesinde kaldı. Orada, vefat etti. (Ona ve gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!)

Kendisinin cesedi kabri Sus'tadır.

Yüce Allah; Hz. Ömer (ra)'in halifeliği zamanında Sus şehrini, Ebû Mûsâ El Eş'arî'nin eliyle feth etti. Ebû Mûsâ, Sus kralı Sabur'u, öldürdü. Sus şehrini, kuşattı. Şehirde bulunan şeyleri, Sabur'un mal ve mülklerini ganimet olarak aldı. Mal depolarını, dolaşıp onların içinde bulunanları, alırken, bir meydanda, kilitli bir depoya rastladı ki, deponun kilidi, kalayla mühürlenmişti.

Ebû Mûsâ, Sus halkına:

"Bu depoda ne vardır? Ben, onun kilidinin de, kalayla mühürlenmiş olduğunu görüyorum." dedi.

Sus halkı:

"Ey Emîr! Onun içinde, sana yarayacak bir şey yoktur!" dediler.

Ebû Mûsâ:

"Onun içinde ne olduğunu, muhakkak, benim, bilmem lâzım! Deponun kapısını açınız da, içinde ne vardır bir bakayım?" dedi.

Kilidi, kırdılar ve kapıyı açtılar. Ebû Mûsâ, depoya girip bakınca:

Uzun, havuz gibi oyulmuş bir taş ve içinde de, altun sırma ile dokunmuş bir kefenle kefenlenmiş, başı açık, ölü bir adam gördü!

Ebû Musa da, yanında bulunanlar da, ölü zatın boyunun uzunluğuna hayrette kaldılar. Sonra, onlar, onun burnunu, karışladılar. Bir karıştan fazla olduğunu gördüler.

Ebû Mûsâ, Sus halkına:

"Yazıklar olsun size! Kim bu adam?" diye sordu.

Sus halkı:

"Bu adam, Iraklıdır."

"Irak halkı, yağmurları kesildiği zaman, bununla tevessül eder, yağmurla su­lanmak isterler, yağmurla sulanırlarmış! Iraklıların kuraklığa uğramadıkları sırada, biz, yağmursuzluktan, kuraklığa uğ­ramışız."

"Iraklılara adam salıp onu vesile kılarak yağmur dileyelim diye bize, onu, yolla­malarını, istemişiz. Iraklılar, göndermeğe yanaşmayınca, yanlarında elli adam rehin bırakıp bunu, beldemize getirmiş, kendisile tevessül ederek yağmur dilemiş, yağmurla su­lanmışız."

"Kendisini, Iraklılara iade etmemek görüşüne varmışız. Kendisi de, ölüm döşeğine düşünceye kadar yanımızda oturmuş ve vefat etmiş."

"İşte, onun kıssası ve hali, böyle imiş." dediler.

Bunun üzerine, Ebû Mûsâ, Sus'ta bir müddet oturdu. Hz. Ömer (ra)'e bir yazı yazıp Sus şehrinden, Allah'ın, kendilerine nasib ettiği şey­leri haber verdi ve ölü zâtın işini de, yazısında, yazdı.

Yazı, varıp Hz. Ömer (ra) onu okuyunca, Eshabın Ulularını, yanına çağırdı. Onlara, ölü zat hakkında bir bilgileri olup olmadığını sordu. Onlardan hiç birinde, onun hakkında bir bilgi bulamadı.

Ancak, Hz.Ali (ra):

"Bu Zat, Danyal Hakîmdir. Kendisi, Resul olmayan bir Nebîdir. Eski zamanda, Buhtunnassar'ın ve ondan sonraki krallardan bazısının yanın­da bulunmuştu." dedi ve onun, başından sonuna ve vefatına kadar kıssasını an­lattıktan sonra:

"Sahibine (Ebû Musa'ya) yaz! Onun üzerine, cenaze namazını kılmasını ve onu, Sus'luların erişemeyecekleri bir yere gömmesini, kendisine, emret!" dedi.

Hz. Ömer (ra), bunu, Ebû Musa'ya yazdı. Yazısında:

"Onu, beyaz Kabatî bezinden kefene sar, ve kefene, koku sür. Üzerine, cenaze namazı kıl. Sonra, onu, peygamberlerin gömüldüğü gibi, göm! Malına, bak. Onu, Müslümanların Beytülmal'ına koy!" dedi.

Bunun üzerine, Ebû Mûsâ, Sus ırmağının yolunu, başka bir yola çevirip akıt­malarını, Sus halkına emretti. Sonra, Danyal Aleyhisselâmın üzerinde bulunan kefenden başka bir kefene sarılmasını, emretti.

Sonra, yanında bulunan Müslümanlarla birlikte onun cenaze namazını kıldı. Suyu çekilen ırmak yatağının ortasına kabrini kazdırıp, kendisini gömdürdükten sonra, ırmağı eski yoluna çevirterek onun üzerinden akıttı.

(M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/121-122.)

19 Risalet ve velâyet nedir?

Risalet, Allah’tan bir tavzif (görevlendirme), velâyet ise Allah’a bir yükseliştir. Yani, Allah bazı insanları, insanlara resul olarak göndermiştir. Bu bir görevlendirmedir.

“Allah kime risalet görevini vereceğini en iyi bilendir.” (En’am, 6/124)

ayetinin hükmünce, kim buna ehilse, görevlendirilir. İlk insan Hz. Âdem, aynı zamanda ilk peygamberdir.

“Her ümmet için bir resul vardır.” (Yunus, 10/47)

ayetinin belirttiği gibi, her kavme peygamber gönderilmiştir. Hz. Muhammed (asm.), son peygamberdir (Ahzab, 33/40), risaleti bütün insanlığa şümullüdür.

Risalet, Peygamberimizle noktalanmıştır. Fakat velayet devam etmektedir. Risalet ve velayet, birbirine karışmayan iki deniz gibidir. Hiçbir veli nebi mertebesine ulaşamaz.

Velayet, risaletin bir delilidir. Risaletin tebliğ ettiği iman hakikatlarını, velayet bir nevi kalbî müşahede ve ruhanî zevk ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdîk eder.(1)

Risalete mucize verilmiştir, velayete de kerâmet. Keramet, Allah’ın veli kullarında meydana gelen harikulade hâllerdir. Mesela, gönüllerden geçeni bilmek, bast-ı zaman ve tayy-ı mekan gibi.

Velayet için illa keramet şart değildir. Bütün evliyalardan daha üst mertebede yer alan sahabelerde kerametin fazla görülmemiş olması, bunu ispat eder. Asr ı saadeti anlatan kitaplarda zikredilen kerametlerin sayısı, üç-beş tanedir. Bunlardan en meşhuru, Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Medine’de bir gün hutbede iken “Ya Sariye! Dağa, dağa!” diye bağırmasıdır. Sariye, Hz. Ömer’in komutanıdır. O esnada İran’da Mecusilere karşı savaşmaktadır. Hz. Ömer’in sesini duyar, ordunun sırtını dağa yaslar ve galip gelir.(2)

Kerametten daha mühimi, istikamettir.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud, 11/112)

ayeti, istikameti emreder. Tarîkattan gaye keramet değil, istikamet olmalıdır. Çünkü,

“Bu dünya, daru’l- hikmettir, daru’l-hizmettir. Daru’l ücret ve mükafat değildir.”(3)

Allah’ın veli kulları her devirde olmuşlardır ve kıyamete kadar da olmaya devam edeceklerdir. Veli, görüldüğünde Allah hatıra gelen kimsedir.

(4) Böyle insanlar, “Dikkat edin! Allah’ın evliyası için ne bir korku vardır. Ne de onlar üzülürler.” (Yunus Sûresi, 10/62) ayetinin mazharıdırlar. İç alemleri çalkantılardan uzaktır. Huzur ve itminana ermişlerdir. İç âlemlerindeki nuraniyet, dışlarına da aksetmiştir. Onları görmek, insana huzur verir, mukaddes şeyleri hatırlatır.

Veliler rahmetin celbine, belaların def’ine vesiledirler. Birer manevi cazibe alanına sahiptirler. Ordudaki subaylardaki rütbeler misali, onların da rütbeleri vardır. İnd-i İlahide makbul insanlar olduklarından, onlara düşmanlık edenler, semâvi afetlere maruz kalırlar.

Kaynaklar:

1. Nursî, Mektubat, s. 444.
2. Celaleddin Süyuti, Tarihul Hulefa, s.117, Sadeddin Taftezanî, Şerhul Akaid, s. 78-79.
3. Nursî, Mektubat, s 451.
4. İbnu Mace, Zühd, 4.

20 Hz. Davud'un tövbesi ve duası nasıldı?

Önce Sâd Suresi'nde geçen ilgili ayetlerin meallerini verelim:

"21, 22. O mahkemeleşen hasımların olayından haberin oldu mu? Onlar mâbedin duvarına tırmanıp Davud'un yanına birden girince o, onlardan ürktü. Onlar da 'Korkma!' dediler, 'biz sadece birbirimize hakkı geçen iki dâvalıyız. Senden dileğimiz; aramızda adaletle hükmet, haktan uzaklaşma ve bize tam doğruyu göster!'"

"23. "Benim şu din kardeşimin doksan dokuz koyunu var, benimse bir tek koyunum! Böyle iken 'Onu da bana bırak!' dedi ve çenesiyle beni bastırdı."

"24. Dâvud: "Doğrusu, senin tek koyununu, kendi koyunlarına katmak istemekle o sana haksızlık etmiştir. Zaten malda ortak olanların çoğu birbirlerine haksızlık ederler. Ancak gerçekten iman edip makbul ve güzel davranışlarda bulunanlar böyle yapmazlar. Onlar da o kadar azdır ki!" Davud kendisini imtihan ettiğimizi anladı, derhal Rabbinden mağfiret diledi, eğilip secdeye kapandı ve Allah'a yöneldi."

"25. Biz de ondan bunu affettik. Muhakkak ki onun bize yakınlığı ve güzel bir âkıbeti vardır."

22. âyette bahsi geçen iki kişi, muhtemelen Davud (a.s.)'a suikast için gizlice duvardan tırmanıp atlayan kimselerdi. O'nun yanında başkaları bulunduğundan, asıl maksatlarını gizleyip böyle bir sun'î mesele uydurdular. (bk. Razî, Mefâtihu’l-Gayb, ilgili ayetin tefsiri)

Elmalılı Hamdi Yazır, Hz. Davud aleyhisselamın tövbe etmesinin nedenini şöyle açıklıyor: İki kişi mabede girdikleri zaman veya bu bağiy (tecavüz) sözünü söylerken sanmıştı ki, biz kendisini sırf bir fitneye düşürdük. Allah'ın sevki ile mülkünde bir ihtilal oluyor, kendine saldırı ile bir baskın yaptılar zannetti. Yahut sezmişti ki, kendisine sadece bir imtihan yaptık. Böyle olmadığını anlayınca hemen Rabbinden bağışlanma diledi. Mağfiretini niyaz etti. Ve rüku ederek secdeye kapandı, ve tövbe ile Allah'a sığındı.

Kur’ân-ı Kerim ve hadislerin dışında bazı tarih ve tefsir kitaplarında bazı rivayetler ki çoğu Vehb bin Münebbih’e dayanmaktadır ve İsrâiliyattandır. Bunlar hem gerçeklerle, hem de İslâm’daki nübüvvet anlayışıyla bağdaşmayan bir iftiradır. Zira peygamberlere büyük günah isnâdı, onların ismet sıfatlarına ters düşmektedir. Normal insan için bile haram olan, ayrıca Mûsâ (as) şeriatında yasaklanmış bulunan bir fiilin bir peygamber tarafından işlenmesi mümkün değildir.

Söz konusu kıssadan önce ve sonra Hz. Dâvûd (as)’ın birçok fazîleti zikredilmektedir. Dinî yaşayışta güçlü ve sağlam, Allah’a yönelen, O’nu çok zikreden, kendisine hikmet verilen, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyeti gelişmiş, Allah’a yakın olan ve güzel bir gelecek kazanmış bir kimsenin (bk. Sâd, 38/17-20, 25) zinâ gibi büyük bir günahı işlemiş olması düşünülemez.

Bu yanlış rivâyetler, belli ki İslâm’ın ilk dönemlerinden beri anlatılmaktadır. Nitekim rivâyete göre Hz. Ali (r.a.); “Kim Hz. Dâvûd’la ilgili bu kötü haberleri anlatırsa, ona iki celde -yüz altmış sopa- vuracağım.” (Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 284; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, 15/119; F. Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 26/192) demiştir. Biz, Hz. Dâvûd’u ve diğer mâsum peygamberleri, onlara yakışmayacak sıfatlardan tenzih ederiz. Bizim inancımızın gereği budur. Onlar hakkında Kur’an’ın verdiği sağlam haberler ve övücü sözler bizim için yeterlidir.

Kıssa şu şekilde de açıklanabilir. Ayette de belirtildiği gibi Hz. Dâvûd (as) sadece dâvâcıyı dinleyip hüküm vermiş, dâvâlıyı dinlememiş, daha sonra bu tutumunun yanlış olduğunu düşünerek tövbe etmiştir. Olay yine Kur’an’da zikredilen, ekin tarlasına girip zarar veren sürü kıssasıyla da ilgili olabilir. (bk. Enbiyâ, 21/78) Zira iki kıssada da haksızlık, koyunlar ve Hz. Dâvûd (as)’ın hükmünde tam isâbet etmemesi söz konusudur. Sonuç olarak kıssa kesinlikle Hz. Dâvûd (as)’ın günah işlediğini göstermemektedir. (Râzî, Mefâtihu’l-Gayb ilgili ayetlerin tefsiri)

21-23. ayetlerde, Hz. Davud'un yargı adaletine verdiği önemi gösteren bir olay anlatılmaktadır. "O mahkemeleşen hasımların olayından haberin oldu mu?" şeklinde soru ifadesiyle söze başlanması, konunun önemine muhatabın dikkatini çekmek maksadıyla Kur'an'ın sıkça kullandığı bir anlatım tarzıdır. Kaynaklarda verilen bilgilere göre Dâvûd (a.s.) bir mâbedde ibadetle meşgul iken iki kişi, üstü açık olan mabedin duvarını aşarak ansızın onun karşısına çıkmışlardı. Muhtemelen onlar, Allah tarafından gönderilmiş iki melekti. Fakat Dâvûd bunların, daha önce yaptığı bir hata sebebiyle  kendisine zarar vermelerinden kaygılanıp telaşa kapıldı. Onlar, Davud'un telaşa düştüğünü görünce korkulacak bir şey olmadığını söylediler ve âyette belirtildiği şekilde geliş maksatlarını anlattılar.

Davacıların, Davud'u, "haktan uzaklaşma" diyerek uyardıklarının özellikle zikredilmesi, yargıdan temel beklentinin tarafsızlık olduğuna ve bu niteliği yitirdiğinde yargının da anlamını yitirmiş olacağına dikkat çekme anlamını düşündürmekte; bunlar aslında melek oldukları için söz konusu uyarının bir eğitim amacı taşıdığı anlaşılmaktadır. "Bize tam doğruyu göster" ifadesi ise yargılama sırasında hakimin, tarafları ifadelerinde dürüst davranmaları, bile bile haksız iddialar ileri sürmekten, gerçeği saklamaktan kaçınmaları yönünde uyarılar yapmasının uygun olacağına işaret eder. Böylece Kur'an'ın, geçmişteki bir olayı naklederken kendi muhataplarını eğitmeyi amaçlayan noktaları öne çıkarmaya özen gösterdiği dikkati çekmektedir.

"Çenesiyle beni bastırdı" anlamındaki son cümle, "Zekâsının kıvraklığı, delillerini dile getirmedeki becerisi sayesinde tartışmada bana baskın çıktı" anlamına gelebileceği gibi, "Tartışma sırasında güç kullanma tehdidinde bulundu" seklinde de yorumlanmıştır.

Yukarıda bu davanın taraflarından birinin iddiası özetlenirken, diğerinin savunmasına yer verilmemiştir. Muhtemelen Kur'an, olayın ders almaya değer yönünü anlatmakla yetinmiştir. Bununla birlikte Davud (as)'ın, "Doğrusu, senin tek koyununu, kendi koyunlarına katmak istemekle..." şeklindeki ifadesinden, muhtemelen davalının ikrarıyla davacının iddiasının sübut bulmuş olduğu ve buna dayalı olarak da Dâvûd (as)'ın hükmünü verdiği anlaşılmaktadır.

Aralarında mal ilişkisi bulunanların bu tür ihtilaflara düşmelerine sık rastlandığını, ancak inanmış, erdemli ve iyi işler yapmaya kendilerini adamış olanların böylesi anlaşmazlıklara düşmekten kendilerini koruyabileceklerini belirten ifade, âyetin bize verdiği diğer bir önemli derstir. "Onlar da o kadar azdır ki!" şeklindeki ifade, nefsin bencil isteklerinden korunarak, kendi aleyhine bile olsa adalette kararlı olmanın hem çok önemli hem de çok güç olduğuna işaret eden veciz bir uyarıdır.

Bazı kaynaklarda, Davud (as)'ın neden kendisinin sınandığı düşüncesine kapıldığı ve Rabbinden kendisini bağışlamasını dileyerek secdeye kapandığı, O'na yönelip tövbe ettiği konusunu aydınlatmak üzere aslında İslâm'ın peygamberlik öğretisiyle uyuşmayan İsrâiliyat türü bazı rivayetler aktarılmaktadır. Aslı Kitâb-ı Mukaddes'e dayanan bu rivayetlerin özeti şöyledir:

Güya Dâvûd aleyhisselam, tesadüfen açık vaziyette gördüğü bir kadının güzelliğinden çok etkilenmiş; onun Uhriya (Uriya) isimli bir kumandanının eşi olduğunu öğrenince kadınla evlenebilmek için kocasını öldürtmeyi planlamış; Davud'un emriyle savaşa katılıp ön safta çarpışan adam ölünce Dâvûd da karısıyla evlenmiş. İşte Dâvûd, muhtemelen mâbedde o iki adamın ansızın karşısına çıkmasının bu hatasıyla bir ilgisi bulunduğunu, böylece Allah tarafından sınandığını düşünerek yaptıklarından dolayı pişmanlığını dile getirip tövbe etmiştir.

Yine aslı Kitâb-ı Mukaddes'te geçen bir rivayete göre, bu olayda söz konusu edilen iki melekten, şikâyet eden taraf kadının kocasını, şikâyet edilen de Davud'u temsil etmektedir. Şikâyetçi olan, doksan dokuz koyunu olan kardeşinin, kendisinin tek koyununa da göz diktiğini söylerken aslında Dâvûd'un yaptıklarını ima ediyor; onun çok sayıda eşi olmasına rağmen kumandanın tek eşini de kendisine almasının, üstelik bu emelini gerçekleştirebilmek için adamı bile bile ölüme göndermesinin haksızlığını bizzat kendisine onaylatmak istiyordu. Bu suretle Dâvûd Allah tarafından sınandığını fark etti ve suçunu anlayarak pişman olup tövbe etti. Davud'un hatasını bağışlatmak için kırk gün kırk gece durmadan ibadet, tövbe ve istiğfar ettiği de anlatılır.

Yahudi kültüründe, Dâvûd (as) kral olarak bilindiği için Kitâb-ı Mukaddes yazarının onun hakkında belirtildiği türden çirkin olaylar yakıştırması veya nakletmesi, üstelik onun daha kocası sağ iken kadınla yattığını ve kadının gebe kaldığını dahi ileri sürmesi Yahudi geleneği açısından normal görülebilir. Ancak Kur'an'da Dâvûd aleyhisselâm, peygamberler arasında zikredilmiş; İslâmî öğretide peygamberler birer iman ve erdem abideleri olarak gösterilmiş ve bu türden büyük günahlar işlemeleri mümkün görülmemiştir. Bu sebeple yukarıda özeti verilen rivayetlerin gerçeği yansıttığı kesinlikle kabul edilemez.

Sonuç olarak, bu açıklamalar doğrultusunda Hz. Dâvûd (as), bu kadınla evlenmeyi gerçekten düşünmüş ve kendisinin bir planı olmadan kocası savaşta ölmüş, bunun üzerine onunla meşru usulle evlenmiş, bu olay halkın ağzında yukarıdaki hayalî kurguya dönüşmüş, olabilir.

Kuşkusuz burada sıradan insan için ciddi bir günah söz konusu olmamakla birlikte bir peygamberin, evli bir kadından etkilenmesi onun kişiliğiyle bağdaşmadığı için, olay onun hakkında bir sınama (fitne) kabul edilmiş; Hz. Dâvûd (as) da olayın kendisi için bir sınav olduğunu anlayarak, pişman olup tövbe etmiştir.

Kur'an'da Allah'tan başkasının yanılgılardan uzak kalamayacağı, peygamberlerin de birer insan olarak hatasız olmadıkları, yüksek özelliklerine rağmen nadiren de olsa -sonradan telafi ettikleri- bazı hatalar işledikleri örnekleriyle zikredilmektedir.

Hz. Davud (as)'ın içten pişmanlığı ve tövbesi sonucunda hatasının bağışlandığı, bu sayede Allah katındaki üstün makamını koruduğu bildirilmektedir. Dâvûd'un yeryüzüne halife yapılması, onun geçmiş peygamberlerin halefi olarak onların misyonunu devam ettirmesi veya ülkesinde hükümdarlığın ona verilmesi olarak açıklanmıştır.

Hz. Dâvûd (as) hem peygamber, hem de hükümdar olduğu için kelimenin her iki anlamıyla da halifedir. Burada şu noktalara da dikkat çekilmektedir: Herkes hakkında gerekli olmakla birlikte özellikle Dâvûd (as) gibi peygamber ve hükümdar olanlar için daha da önemli bazı görevler vardır, bunların başında da adalete riayet ve nefsanî arzuları yenme gelir.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Hz. Davud ve Urya konusunda anlatılanlar doğru mudur?

21 Hz. İsmail'in, babası Hz. İbrahim tarafından kurban edilmek istenmesi nasıl olmuştur? Bu olay Kur'an'da var mıdır?

İbrahim Aleyhisselâm, seksen altı yaşında bulunduğu sırada (1) İsmail Aleyhisselâm, Hz. Hâcer'den doğdu. (2) Yüce Allah; İbrahim Aleyhisselâm'a, Hz. Hacer'le İsmail Aleyhisselâm'ı, Belde-i Haram'a götürmesini vahy etti. (3)

İbrahim Aleyhisselâm; Hz.Hâcerle İsmail Aleyhisselâmı görmek istediği zaman, sabahleyin, Şam'dan, Burak'a biner, gün ortasında Mekke'ye gelir. O gün, Mek­ke'den kalkar, geceyi, Şam'daki ailesi yanında geçirirdi. (4)

İsmail Aleyhisselâm, yedi yaşına bastığı sıralarda, İbrahim Aleyhisselâm, Şam'­daki evinde uyurken, rü'yasında, oğlu İsmail Aleyhisselâmı, kurban ettiğini görmüştü. Hemen Burak'a binip Mekke'ye geldi. Onu, annesinin yanında buldu. (5) İsmail Aleyhisselâma:

"Oğulcuğum! Bir ip ve büyük bir bıçak al. Sonra, şu vadiye gidelim " dedi. Rabb'inin, kendisine emrettiği şeyden hiç bahsetmedi. (6)

Baba-Oğul Şı'b Vadisine doğru yöneldikleri zaman, şeytan, bir adam suretine girip, Allah'ın emrini yerine getirmekten vaz geçirmek için, İbrahim Aleyhisselâmın yolunu kesti:

"Ey ihtiyar! Nereye gidiyor ve ne yapmak istiyorsun?" diye sordu.

İbrahim Aleyhisselâm:

"Şu vadiye gidip oradaki bir işimi görmek istiyorum!" dedi.

Şeytan:

"Sen, her halde, İsmail'i boğazlamak istiyorsun!?" dedi.

İbrahim Aleyhisselâm:

"Sen, hiç bir babanın, çocuğunu boğazladığını gördün mü?" diye sordu.

Şeytan:

"Evet, O baba sensin!" dedi.

İbrahim Aleyhisselâm:

"Ben, çocuğumu, ne için boğazlayacak mışım?" diye sordu. (7)

Şeytan:

"Sen, bunu, Allâh'ın, sana emrettiğini sanıyor ve söylüyorsun!" dedi.

İbrahim Aleyhisselâm:

"Eğer, Allah, bunu, yapmamı, bana emretti ise, Allah'a boyun eğip onun emri­ni yerine getirmeyi, uygun bulurum!" dedi. (8)

Şeytan:

"Vallahi, sanıyorum ki: Şeytan, rü'yanda, sana gelip şu oğlunu, boğazlamanı, emretmiştir. Sen, onu boğazlamağa gidiyorsun!" deyince, İbrahim Aleyhisselâm, onun, şey­tan olduğunu anladı:

"Ey Allah düşmanı! Vallahi, ben, Allah'ın emrini, o vadide mutlaka yerine getireceğim!" dedi.

Şeytan, İbrahim Aleyhisselâmdan ümidini kesince, İbrahim Aleyhisselâmın ar­kasında ip ve bıçak taşıyan İsmail Aleyhisselâmın önünü kesti. Ona:

'Ey çocuk! Baban, seni, nereye götürüyor biliyor musun?" diye sordu. İsmail Aleyhisselâm:

"Ev halkımıza, şu vadiden odun toplayacağız!" dedi. Şeytan:

'Vallahi, baban, seni, boğazlamak istiyor.(9), boğazlamağa götürüyor!" dedi. (10)

İsmail Aleyhisselâm:

"O, beni, ne için boğazlayacak?(11) Sen, bir babanın, çocuğunu boğazladığını gördün mü?!" diye sordu.

Şeytan:

'İşte, o baba, budur!" dedi. İsmail Aleyhisselâm:

"Babam, beni, ne için boğazlayacakmış?" diye sordu. (12) Şeytan:

"Rabb'inin, bunu, kendisine, emrettiğini sanıyor!" dedi. İsmail Aleyhisselâm:

"O, Rabb'inin, kendisine, emr ettiği şeyi yapsın! (13) Onun, her nerede olsa, Rabb'ine boyun eğmesi, Rabb'inin buyruğunu, yerine getirmesi, daha iyidir! (14) Ben de, emri dinler ve ona, boyun eğerim!" dedi.

Şeytan, İsmail Aleyhisselâmın da, kendisini dinlemekten kaçındığını görünce, hemen, onun annesine gitti. Hz. Hâcer, o sırada evinde bulunuyordu. (15) Ona:

"Ey İsmail'in annesi! İbrahim'in, İsmail'i nereye götürdüğünü biliyor musun?" diye sordu.

Hz. Hâcer.

"Şu vadiden, bize odun toplamağa götürdü." dedi.

Şeytan:

"O, İsmail'i, ancak, boğazlamak için, götürdü!" dedi. (16)

Hz .Hâcer:

"Bir babanın, çocuğunu, boğazlayabileceğini, nasıl düşünebiliyorsun?!.(17) Hayır! Öyle değildir. O, oğluna karşı, çok şefkatlidir!" dedi. (18)

Şeytan:

"O, bunu, Allah'ın, kendisine emrettiğini söylüyor ve sanıyor!" dedi. (19)

Hz. Hâcer:

"Eğer, Rabb'i, bunu, emretti ise, Allah'ın emrine boyun eğmek gerekir! (20) Her nerede olsa, onun, Allah'a boyun eğmesi, Allah'ın buyruğunu yerine ge­tirmesi, daha iyidir!" dedi.(21)

Şeytan, İbrahim Aleyhisselâma ve onun ev halkına bir şey yapamadığına kızgın bir halde, geri döndü. Hepsi de, Allâh'ın buyruğunu dinlemek ve ona boyun eğmekte birleştiler. (22) İbrahim Aleyhisselâm, Sebîr vadisinde, oğlu ile başbaşa kalınca, ona:

"Oğulcuğum! Ben, seni, rü'yamda boğazlıyorum gördüm!" diyerek kendisine emrolunanı, haber verdi.

İsmail Aleyhisselâm:

"Babacığım! Sana emrolunanı, yap! İnşâallâh, beni, sabredenlerden bulacaksın!(23) Allah'ın emrine boyun eğ! Her iyilik, Rabb'inin emrine boyun eğmektedir!" dedikten sonra, "Sen, bunu, anneme bildirdin mi?" diye sordu.

İbrahim Aleyhisselâm:

"Hayır! Bildirmedim!" dedi.

İsmail Aleyhisselam:

"Bildirmediğine, iyi ettin." dedi. Sonra da: "Babacığım! boğazlamak istediğin zaman, beni, iple sıkıca bağla ki benden, sana karşı, bir şey isabet edip de, ecrim eksilmesin! Çünkü, ölüm, çok çetin ve zordur. Bıçağın, tenime dokunduğunu hissedince, çırpınmayacağımdan emîn değilim! Bıçağını, iyice bileyip keskinleştir ve boğazıma, hemen çalıver ki, beni çabuk öldürsün! Rahata, kavuştursun!"

"Hem, sen, beni, boğazlamak için, yatıracağın zaman, yüzü koyun yatır, alnı yere getir. Yanımın üzerine, yatırma. Çünkü, yüzüme bakınca, rıkkata gelip de, benim hakkımda Allah'ın, sana emrettiği şeyi yerine getirmene engel olabileceğinden korkarım!"

"Eğer, gömleğimi, anneme götürüp vermeyi uygun görürsen, öyle yap! Belki, bu, onun için, bir teselli olur, gönlünü, onunla eğler!"
dedi.(24)

İbrahim Aleyhisselâm:

"Oğulcağızım! Sen, bana, Allah'ın emrettiği şey hakkında ne güzel yardımda bulundun!" dedi ve onu, istediği gibi, sımsıkı bağladı. Bıçağı, iyice biledi. Sonra, onu, yüzü koyun yatırdı! Yüzüne, bakmaktan sakındı.

İbrahim Aleyhisselâm, bıçağı, İsmail Aleyhisselâmın boğazına bastırınca(25), sanki, bıçak, bakır bir levha ile karşılaştı! Büyük bıçağın ağzı, İsmail Aleyhisselamın boğazını kesmedi! İbrahim Aleyhisselâm, bileği taşıyle iki veya üç kerre biledi. Fakat, her defasında da, kestirmeğe muvaffak olamadı. "Her halde, bu iş, Allâh'dandır!" dedi. (26)

İbrahim Aleyhisselâmın elindeki bıçağın ağzı, tersine dönmüştü.(27) O sırada, Yüce Allah tarafından:

"Ey İbrahim! Rü'yana, sadâkat gösterdin! İşte, sana, oğlunun yerine boğazlayacağın kurbanlık! Boğazla onu!" buyruldu. (28) İbrahim Aleyhisselâm, doğrulup bakınca, Cebrail Aleyhisselâmın yanında, iri boynuzlu bir koçun (29) veya önünde iri bir dağ tekesinin dikilip durduğunu gördü.

"Kalk yavrucuğum! Sana, bir fidye indi!" dedi.

O teke'yi, orada, Mina'da kurban etti.(30) Bu teke'nin, Sebîr dağından inip geldiği rivayet edildiği gibi, iri boynuzlu, gü­zel bir koç olduğu da, rivayet edilir.(31)

İsmail Aleyhisselâma, Allah tarafından fidye olarak gönderilip kurban edilen koçun iki boynuzu, Kabe'de, uzun zaman asılı durmuş ve Kabe'nin Abdullah b. Zübeyr ve Haccac zamanında yanması üzerine, o da, yanmıştır.

Rivayete göre: Koçun kuru başı, Kabe Oluğunun yanında asılı bulu­nuyordu. (32) Ebüttufeyl ile Şa'bî de, Kabe'de iki boynuzu gördüklerini söylemişlerdir. (33)

Peygamberimiz Aleyhisselâm da, Mekkenin fethinde, Kabe Anahtarcısı Osman b. Talha'yı çağırıp ona:

"Beytullâha girdiğimde, Beytullahda, iki koç boynuzu gördüm. Onların setrini emr etmeyi unuttum. Onları, setr ve görünmez et! Çünkü, Beytullah'da namaz kılanı, meşgul eden şeyin bulunması yaraşmaz." buyurmuştur. (34)

Bu boynuz, İbrahim Aleyhisselamın oğluna feda edilmiş olan koça aid olup Ab­dullah b. Zübeyr, Kâbeyi yeniden yaptırmak üzere yıktığı zaman, onu, Kâbenin duvarında bulmuştu. Kırmızı çamurla suvanmış bulunan bu boynuzlara eliyle dokununca, onlar, ufanmış, gitmişlerdir.

Hadîs'in Râvîlerinden Süfyan:

"Bu koç boynuzları, Beytullâh yanıncaya kadar, Beytullâh'ın içinde buluna geldi. Yangında, onlar da, yandı." demiştir. (36)

Dipnotlar:

(1) Yâkubî-Tarih c.1,s.25, İbn.Haldun-Tarih c.2,ks.1,s.36.
(2) Yâkubî-Tarih c.1,s.25, Taberî-tarih c.1,s.127, Sâlebî-Arais s.80, İbn-Esîr-Kâmil c.1,s.1O2.
(3) İbn.Sa'd-Tabakat c.1,s.5O, ibn.Kuteybe-Maarif s.16, Taberî-Tarih c.1,s.13O, Sâlebî-Arais s.82, ibn.Esîr-Kâmil C.1.S.103.
(4) Taberî-Tarih c.1,s.14O, Sâlebî-Arais s.93.
(5) Hâkim-Müstedrek c.2,s.555.
(6) Taberî-Tarih c.1,s.14O, Sâlebî-Arais s.93-94, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.111.
(7) Taberî-Tarih c.1,s.14O.
(8) Hâkim-Müstedrek c.2,s.555-556.
(9) Taberî-Tarih c.1,s.141, Sâlebî-Arais s.94-95.
(10) Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
(11) Taberî-Tarih c.1,s.141, Sâlebî-Arais s.95.
(12) Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
(13) Taberî-Tarih c.1,s.141, Sâlebî-Arais s.95, Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
(14) Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
(15) Taberî-Tarih c.1,8.141, Sâlebî-Arais s.95.
(16) Taberî-Tarih c.1,s.141, Sâlebî-Arais s.94.
(17) Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
(18) Taberî-Tarih c.1,s.141, Salebî-Arais s.94.
(19) Taberî-tarih c 1 s 141, Sâlebî-Arais s.94, Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
(20) Taberî-Tarih c.1,s.141, Salebî-Arais s.94.
(21) Hâkim-Müstedrek C.2.S.556.
(22) Taberî-Tarih c.1,s.141, Salebî-Arais s.95.
(23) Taberî-Tarih C.1.S.141.
(24) Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
(25) Taberî-Tarih c.1,s.141, Zemahşerî-Keşşaf c.3,s.349-350..
(26) Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
(27) Taberî-Tarih c.1,s.141.
(28) Taberî-Tarih C.1.S.141.
(29) Sâlebî-arais s.94, ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.112.
(30) Hâkim-Müstedrek c.2,s.555-556.
(31) Taberî-Tarihc.1,s.141, Tefsir c.23,s.87, Salebî-Arais s.94, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s. 112-113, Ebülfida-Elbidaye ven-nihaye c.1,s.157.
(32) Taberî-Tarihc.1,s.142, Sâlebî-Arais s.94, Zemahşerî-Keşşaf c.3,s.35O, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.158
(32) İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.110.
(33) Ezrakî-Ahbaru Mekke c.1,s.223-224, Ahmed b.Hanbel-Müsned c.4,s.68.
(34) Ezrakî-Ahbaru Mekke c.1,s.224.
(35)Ahmed b.Hanbel-Müsned c.4,s.68.

(M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi)

22 Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etmesi Allah'ın emri ise, Allah emrinden, hükmünden vaz geçer mi?

Ayetlerde Hz. İsmail (as)'in kurban edilmesi emrinin, hem onu hem de babası Hz. İbrahim (as)'i imtihan etmek amacıyla olduğu ifade edilmektedir.

İlgili ayetlerin (Saffat, 37/101-107) tefisiri şöyledir:

"Ne zaman ki beraberinde koşmak, yani çalışmak çağına erdi, ona Allah için yapılacak bir iş, bir itaat göstermek üzere ey yavrum! dedi, ben düşümde görüyordum ki ben seni boğazlıyorum. Artık bak ne görürsün? Ne dersin, ne görüşte bulunursun? Deniliyor ki, Hz. İbrahim, bunu Zilhicce'nin sekizinci, dokuzuncu, onuncu yani terviye, arefe, nahir geceleri sıra ile üç gece görmüştü. Peygamberlerin rüyası vahiy, tabirleri de vahiy olduğundan Hz. İbrahim böyle görmüş ve böyle tabir etmiş ve dolayısıyla böyle vahiy almış olmakla bu, yerine getirilmesi vacib hak, bir emir olmuş oluyordu. Bunun üzerine onu zorla yapmaya kalkışmayıp, önce yerine getirilme şeklini istişare etmek üzere böyle görüşünü sorarak tebliğ etti ki, bununla ilk önce onun itaat ve boyun eğmekle ecir ve sevaba ermesini temin etmek istedi. Düşünmeli, bunu söylerken "ey yavrucuğum!" diye hitab eden bir babanın kalbinde ne yüksek bir şefkat duygusu çarpıyor ve ona ne kadar büyük bir vazife aşkı, Allah sevgisi hakim bulunuyordu. Düşünmeli de duymalı ki, bu ne büyük bir bela, ne dehşetli bir ilâhî imtihandı! İşte bunun böyle ilâhî bir emir olduğunu anlayan ve Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu bilen o yumuşak huylu oğul "ey babacığım!" dedi, "ne emrolunuyorsan yap. Beni inşaallah sabredenlerden bulacaksın."(...)

"Ve ona büyük bir kurbanlık ile fidye de verdik. Yani İbrahim'e oğlunun yerine kesilmek için büyük bir kurbanlık kurtuluş fidyesi de verdik. Boğazlamaya başlamakla rüya gerçekleştirilmiş olup da "Rüyayı tasdik ettin" diye nida edildikten sonra fidyenin mânâsı ne olabilir? Bunu en güzel açıklayan yön şudur: Deniliyor ki, İbrahim (a.s.) bir oğlu olursa, Allah yolunda kurban edeceğini adamıştı. Sonra unutmuş, rüya bunu hatırlatmıştı. Onun için nida olunduğu zaman rüya gerçekleştirilmiş olmakla beraber adak yerini bulmamış olduğundan, bu fidye onu böyle hüküm değiştirmek suretiyle tamamlamış ve ayrıca bir nimet olmuştur. Bundan dolayı İmam-ı Azam demiştir ki: "Çocuğunu kurban etmeyi adayana bir koyun kesmek vacib olur."

"Acaba o büyük kurbanlık ne idi ve büyüklüğü neresindeydi? Çokları cennetten gelme, beyaz ve bir rivayette emlah, yani alaca ve a'yen, iri gözlü bir koç idi demişler ki, Yahudilerin görüşü de buna uygundur. Bazıları da Sebîr dağından inme bir va'l, yani dağ keçisi demişlerdir. Büyüklüğünü de bazıları maddî olarak, iri yapılı diye, bazıları da manevî büyüklük ve önemle tefsir etmişlerdir."

"Yalnız bir peygamber değil, belki baba ve oğul iki peygamberin sıkıntısını kaldıran ve özellikle neslinden peygamberlerin sonuncusu gelecek bir peygamberin fidyesi olan ve cennetten gelen bir kurbanlık elbette büyük olur. Bazıları da demişlerdir ki, büyüklüğü ondan sonra sünnet ve din olması itibarıyladır. Ebu Bekir Verrak, bir nesilden değil, doğrudan doğruya yaratılmış olması bakımındandır, demiştir. Fakat hatırlatmaya hacet yoktur ki, Kur'ân'ın "Büyük bir kurban" ifadesi bütün bunlardan daha kapsamlı ve daha büyüktür. En iyisini Allah bilir." (bk. Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, ilgili ayetlerin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. İbrahim, neden oğlu olursa onu Allah`a kurban etmeyi adamış? Böyle bir ayet ya da hadis-i serif var m? Bir babanın aklından nasıl böyle bir şey geçebilir?

23 Hz. İbrahim, neden Hz. Hacer ve Hz. İsmail'i Mekke'de bırakıp gitmiştir?

- Peygamberler Allah'ın rızasına uygun olmayan davranışları yapmazlar. Allah dilerse peygamberinin bir davranışını vahiyle sınırlandırır ve nasıl hareket etmesi gerektiğini bildirir, dilerse de onu davranışında serbest bırakır. Hata edecek olsa da vahiyle uyarır.

- Allah orada Hz. İbrahim (as) ve oğlu İsmail’in eliyle Kâbe'yi inşa ettirmeyi istemiş ve bu hikmete binaen onları oraya yerleştirmiştir. Zemzem suyunun çıkması için, İsmail’in öyle bir macera geçirmesini hikmetli bir sebep kılmıştır.

- Allah, Hz. İsmail’i boğazlamakla imtihan edeceği babasını, önce ondan ayrı düşürmekle, kendisine ayrılık derdiyle bir ön alıştırma yaptırmıştır.

- Allah’a halil / dost olması için en sevdiği yakınlarının sevgisini kalbinden çıkarıp atması, yalnız Allah sevgisini gönlüne yerleştirmesi gerekiyordu.

- Hz. İbrahim (as) ve Hz. İsmail (as)’in torunu olan ahir zaman Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m)’in namazda kıblesi, hacda menasiki olacak o yerlerde onların hatırasını bakileştirmek için, ilahî hikmet, böyle bir maceranın olmasını istemiştir.

- Ara sıra gidip gelemesiyle ilgili tespitlerinize katılıyoruz.

Konuyla ilgili rivayetler şöyledir:

Hacer, Hazreti İbrahim (as) ile evlendikten sonra, Cenâb-ı Hak onlara Hazreti İsmail'i ihsan etmiştir. Ancak yıllarca evlât hasretiyle yanıp tutuşan Sare, Hacer'i kıskanmaya ve çekememeye başlamıştır. Hazreti İbrahim (as)'e bir evlât verememiş olması kendisini son derece üzmektedir. Hacer'i uzaklaştırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Nihayet Hazreti İbrahim'den onları başka bir yere götürmesini istemiştir. Hazreti İbrahim bir süre tereddüt geçirmiş, ancak Cenâb-ı Hak da vahiy yoluyla izin verince Hacer ve oğlu İsmail'i alan Hazreti İbrahim, eşi ve çocuğunu Mekke yakınlarına götürmek üzere yola çıkar...

Hz. İbrahim (as) beraberinde Hz. İsmail aleyhimasselam, onu henüz emzirmekte olan annesini ve kadının yanında bir de su tulumu vardı. Hz. İbrahim, kadını Beyt`in yanında Devha denen büyük bir ağacın dibine bıraktı. Burası Mescid`in yukarı tarafında ve zemzemin tam üstünde bir nokta idi. O gün Mekke`de kimse yaşamıyordu, orada hiç su da yoktu.

İşte Hz. İbrahim anne ve çocuğunu buraya koydu, yanlarına, içerisinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ile su bulunan bir tuluk bıraktı. Hz. İbrahim aleyhisselam bundan sonra (emr-i İlahi ile) arkasını dönüp (Şam`a gitmek üzere) oradan uzaklaştı.

İsmail`in annesi, İbrahim`in peşine düştü (ve ona Keda`da yetişti). "Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslendi. Bu sözünü birkaç kere tekrarladı. Hz. İbrahim (as), (emir gereği) ona dönüp bakmadı bile. Anne, tekrar (üçüncü kere) seslendi. "Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?" dedi. Hz. İbrahim bunun üzerine "Evet!" buyurdu. Kadın: "Öyleyse (Rabbimiz bizi korur), bizi burada perişan etmez!" dedi, sonra geri döndü. Hz. İbrahim de yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesine) gelince Beyt`e yöneldi, ellerini kaldırdı ve şu duaları yaptı:

"Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmını, senin hürmetli Beyt`inin yanında, ekinsiz bir vadide yerleştirdim -namazlarını Beyt`inin huzurunda dosdoğru kılsınlar diye-. Ey Rabbimiz! Sen de insanlarda mümin olanların gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, onlar da nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler." (İbrahim, 14/37).

İsmail`in annesi, çocuğu emziriyor, yanlarındaki sudan içiyordu. Kaptaki su bitince susadı, (sütü de kesildi), çocuğu da susadı (İsmail bu esnada iki yaşında idi). Kadıncağız (susuzluktan) kıvranıp ızdırap çeken çocuğa bakıyordu. Onu bu halde seyretmenin acısına dayanamayarak oradan kalkıp, kendisine en yakın bulduğu Safa Tepesine gitti. Üzerine çıktı, birilerini görebilir miyim diye (o gün derin olan) vadiye yönelip etrafa baktı, ama kimseyi göremedi. Safa`dan indi, vadiye ulaştı, entarisinin eteğini topladı. Ciddi bir işi olan bir insanın koşusuyla koşmaya başladı. Vadiyi geçti. Merve Tepesine geldi, üzerine çıktı, oradan etrafa baktı, bir kimse görmeye çalıştı. Ama kimseyi göremedi.

Bu gidip-gelişi yedi kere yaptı. İşte (hacc esnasında) iki tepe arasında hacıların koşması buradan gelir. Anne, (bu sefer) Merve`ye yaklaşınca bir ses işitti. Kendi kendine: "Sus" dedi ve sese kulağını verdi. O sesi yine işitti. Bunun üzerine: "(Ey ses sahibi!) Sen sesini işittirdin, bir yardımın varsa (gecikme)!" dedi. Derken zemzemin yanında bir melek (tecelli etti). Bu Cebrail`di. Cebrail kadına seslendi: "Sen kimsin?" Kadın: "Ben Hacer`im, İbrahim`in oğlunun annesi..." "İbrahim sizi kime tevkil etti?" "Allah Teala`ya." Cebrail, "Her ihtiyacınızı görecek Zat`a tevkil etmiş." dedi ve ayağının ökçesi -veya kanadıyla- yeri eşeliyordu. Nihayet su çıkmaya başladı. Kadın (boşa akmaması için) suyu eliyle havuzluyordu. Bir taraftan da sudan kabına doldurdu. Su ise, kadın aldıkça dipten kaynıyordu.

İbnu Abbas (ra) dedi ki: "Allah İsmail`in annesine rahmetini bol kılsın, keşke zemzemi olduğu gibi akar bıraksaydı da avuçlamasaydı. Bu takdirde (zemzem, kuyu değil) akarsu olacaktı." Kadın sudan içti, çocuğunu da emzirdi. Melek, kadına: "Zayi ve helak oluruz diye korkmayın! Zira Allah Teala Hazretlerinin burada bir Beyt`i olacak ve bunu da şu çocuk ve babası bina edecek. Allah Teala Hazretleri o işin sahiplerini zayi etmez!" dedi. Beyt yerden yüksekti, tıpkı bir tepe gibi. Gelen seller sağını solunu aşındırmıştı.

Kadın bu şekilde yaşayıp giderken, oraya Cürhüm`den bir kafile uğradı. Oraya Keda yolundan gelmişlerdi. Mekke`nin aşağısına konakladılar. Derken orada bir kuşun gelip gittiğini gördüler. "Bu kuş su üzerine dönüyor olmalı, (burada su var). Hâlbuki biz bu vadide su olmadığını biliyoruz!" dediler. Durumu tahkik için, yine de bir veya iki atik adam gönderdiler. Onlar suyu görünce geri dönüp haber verdiler.

Cürhümlüler oraya gelip, suyun başında İsmail`in annesini buldular. "Senin yanında konaklamamıza izin verir misin?" dediler. Kadın: "Evet! Ama suda hakkınız olmadığını bilin!" dedi. Onlar da: "Pekâlâ!" dediler.

Peygamberimiz Aleyhissalatu vesselam der ki: "Ünsiyet istediği bir zamanda bu teklif İsmail`in annesine uygun geldi. Onlar da oraya indiler. Sonra geride kalan adamlarına haber saldılar. Onlar da gelip burada konakladılar. Zamanla orada çoğaldılar. Çocuk da büyüdü. Onlardan Arapça`yı öğrendi.

İbrahim Aleyhisselâm ara sıra yanlarına gelerek oğlu ve hanımını ziyaret ederdi. İsmail büyüdü ve annesine bakmaya başladı. Babası kendisini kurban etmek isteyince, iblis kendisini kandırmaya çalıştığı gibi, annesini de kandırmaya ve şefkat duygusunu tahrik etmeye çalıştı. Hacer ise, durumu tevekkülle karşılayarak şeytanın oyununa gelmedi. Yaşadığı Mekke ve çevresinin imarına vesile oldu. Burada vefat ettiğinde doksan yaşında idi...

Kurban

Hz.İbrahim, oğlu ve hanımını çöle bıraktıktan sonra onlarla bütün alakasını kesmiş değildi. Aksine, zaman zaman ziyaretlerine gelip yanlarında kalıyordu. Hz.İsmail belli bir yaşa ulaşınca, meşhur kurban olayı meydana geldi. Bu olay Kur’an-ı Kerim'de şu şekilde anlatılmaktadır:

"Oğlu İsmail kendisiyle beraber iş yapacak yaşa gelince İbrahim ona dedi ki: 'Oğlum, ben rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm. Sen buna ne dersin?' İsmail ise, 'Babacığım' dedi. 'Sen emr olunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.' İkisi de Allah’ın emrine uydular. İbrahim, kurban etmek üzere oğlunu yere yatırdı. O sırada biz nida ettik: 'Ey İbrahim! Sen rüyanda emr olunana uydun. İyilik yapan ve iyi kullukta bulunanları işte biz böyle mükafatlandırırız.' Muhakkak ki bu, apaçık bir imtihandı. Ona oğlu yerine büyük bir kurbanlık koç gönderdik." (Saffat, 37/102-107)

Kabe'nin Yapılışı

Zaman geçti, İsmail 30 yaşlarına geldi. Hz. İbrahim’in, 30 yıl önce ailesini ıssız bir çöle getirip yerleştirmesinin asıl amacını yerine getirme zamanı gelmişti. Aslında Hz. İbrahim, Allah’ın emri ile ailesini, Hz. Âdem tarafından yapılan ve yer yüzündeki ilk ibadet yeri olan mabedin temellerinin bulunduğu yere getirip bırakmıştı.

"Şüphesiz ki, insanlar için kurulan, çok mübarek ve alemler için hidayet olan ilk ev Mekke’deki (Kabe)dir." (Al-i İmran, 3/96)

"Hani biz İbrahim’e Beyt’in yerini göstermiş ve 'Bana hiçbir şeyi ortak koşma.' diye vahyetmiştik. 'Beytimi de tavaf edenler, namaz kılanlar, rüku ve secde edenler için temiz tut. İnsanlara haccı ilan et ki, yaya olarak, yahut uzak yollardan gelen yorgun düşmüş develer üzerinde sana gelsinler.'" (Hac, 22/26, 27)

Hz.İbrahim ve oğlu Hz. İsmail, eski temellere ulaşıncaya kadar toprağı kazmaya devam ettiler. Eski temellere ulaştıklarında, bu temellerin üzerine Kabe’yi inşa ettiler.

Dua

Bu sırada yaptıkları duadan da Kur’an-ı Kerim’de şöyle bahsedilir:

"Hani İbrahim ve İsmail Kabe’nin temelini yükseltirken, 'Ey Rabbimiz,' diye dua ediyorlardı. 'Bu hizmetimizi kabul buyur. Her şeyi hakkıyla işiten de her şeyi hakkıyla bilen de ancak sensin."

"Rabbimiz! Bizi her şeyiyle sana teslim olmuş kullar eyle. Neslimizden de Sana itaatkar bir ümmet yarat. Hac ve kurbana ait ibadetlerimizin yolunu bize göster; tövbemizi kabul et. Muhakkak ki, tövbeleri çok kabul eden ve merhamet eden ancak sensin."

"Rabbimiz! Neslimizden, onlara senin ayetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek ve kendilerini temizleyecek bir peygamber gönder. Kudreti her şeye galip olan ve kudreti her şeyi kuşatan ancak sensin.” (Bakara, 2/127-129)

İbrahim (as)’ın bu duasının sonucunun Muhammed (asm) olduğu Kur’an-ı Kerim'deki şu ayetten anlaşılmaktadır:

"Nitekim kendi içinizden bir peygamber gönderdik ki, size ayetlerimizi okur, sizi inkar ve günah kirlerinden temizler; size Kitabı, hikmeti ve bilmediklerinizi öğretir." (Bakara, 2/151)

bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ yayınları, Ankara 1992, 14/222-226; Taberî; Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, M.E. B yayınları, İstanbul 1991, 1/349; Bünyamin Ateş, Peygamberler Tarihi, Yeni Asya Neşriyat, 1993, s. 249.

24 Hz. Zekeriya Peygamberin mesleği ne idi?

Hz. ZEKERİYYA (a.s):

Kur'ân'da adı gelen peygamberlerden biri. Soyu Dâvud (a.s)'a dayanmaktadır. Kur'ân'da anılan duâlarından (Meryem, 16/6) anlaşıldığına göre, soyu daha sonra Yâkub (a.s)'a varmaktadır. (el-Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur'ân, Kahire 1967, XI, 82; er-Razî, Mefâtihu'l-Gayb, Mısır 1937, V, 769).

Zekeriyya (a.s) İsrâiloğullarının peygamberi olduğu gibi, aynı zamanda onların bilgini, reisi ve müşaviri yani danışmanı idi. (es-Sa'lebî, el-Arais, 1951, 372).

Onun hakkında çeşitli âyet ve hadisler vardır. Ebû Hureyre'nin naklettiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.s);

"Zekeriyya (a.s) marangoz idi." (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Mısır, 1954, II, 405)

diyerek, O'nun elinin emeği ile geçinen bir sanat ehli olduğunu haber vermiştir.

Zekeriyya (a.s)'ın hanımı, İsa (a.s)'ın annesi Meryem'in teyzesi İşâ idi. Zekeriyya (a.s) da, Meryem'e bakmakla meşgul oluyordu. O'na Beyt-i Makdis'te bir yer yapmıştı. O'nun odasına her girdiğinde, yanında kış mevsiminde yaz meyvesini ve yaz mevsiminde de kış meyvesini buluyordu. Zekeriyya (a.s), "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" diye sorunca, Meryem, "Allah tarafındandır." diye cevap veriyordu (el-Kurtubî, Ahkâmu'/-Kur'ân, IV, 69 vd).

Zekeriyya (a.s) Hz. Meryem'in yanında böyle yaz mevsiminde kış meyvesini ve kış mevsiminde de yaz meyvesini görünce, "Meryem'e bu nimetleri veren, buna gücü yeten yüce Allah, eşimin yaşı geldiği halde, bize hayırlı bir evlat verebilir." şeklinde düşündü ve hayırlı bir evladın olması için Allah'a gizlice şöyle dua etti:

"Rabbim! Gerçekten kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı, Rabbim!.Sana yalvarmaktan dolayı herhangi bir şeyden mahrum kalmadım. Doğrusu, benden sonra yerime geçecek yakınlarımın iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karım da kısırdır. Katından bana bir oğul bağışla ki, bana ve Yâkub oğullarına mirasçı olsun! Rabbim! Onun, senin rızanı kazanmasını da sağla!" (Meryem,19/4-6)

"Ya Rabbi! Bana kendi katından temiz bir soy bahşet!" (Âl-i İmrân, 3/38)

"Rabbim! Beni tek başıma bırakma! Sen varislerin en hayırlısısın." (Enbiyâ, 21/89).

Gücü her şeye yeten Yüce Allah, Zekeriyya (a.s)'ın duâsını kabul etti ve O'na bir erkek evlad vereceğini müjdeledi:

"Ey Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik." (Meryem, 19/7).

"Mihrabda namaz kılmaya durduğu sırada, hemen melekler ona şöyle seslendi: 'Haberin olsun! Allah sana Yahya adlı çocuğu müjdeliyor. O, Allah'tan gelen bir kelimeyi (İsâ'yı) tasdik edecek, milletinin efendisi olacak, nefsine hakim bulunacak ve salihlerden bir peygamber olacaktır.'" (Âl-i İmrân, 3/39).

Zekeriyya (a.s), Allah'ın verdiği bu müjdeye şaştı, hayret etti. Çünkü kendisi de hanımı da hayli yaşlı idiler.

"Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken nasıl oğlum olabilir?" (Meryem, 19/8)

diyerek, bu ilginç müjde karşısında hayretini dile getirdi.

Yüce Allah ona şöyle cevap verdi:

"Rabbin böyle buyurdu. Çünkü bu bana kolaydır. Nitekim sen yokken, daha önce seni yaratmıştım." (Meryem, 19/9).

Kur'ân'ın başka bir yerinde bu durum şöyle haber verilmiştir:

"Zekeriyya'nın duasını kabul edip kendisine Yahya'yı bahşetmiş, eşini de doğum yapacak hale getirmiştik. Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı." (Enbiya, 21/90).

Yüce Allah'ın bu güzel müjdesine son derece sevinen Zekeriyya (a.s)

"Rabbim! Öyle ise bana bir alamet var, dedi." (Meryem, 19/10).

Allah ona şu cevabı verdi:

"Alâmetin; üç gün, işaretten başka şekilde insanlarla konuşmamandır. Rabbını çok an, akşam sabah hamdet!" (Âl-i İmrân, 3/41).

Gün oldu, Zekeriyya (a.s)'ın nutku tutuldu. Mihrabdan çıktı ve milletine:

"Sabah-akşam Allah'ı tesbih edin, diye işârette bulundu." (Meryem, 19/11).

Zamanı gelince, Zekeriyya (a.s)'ın oğlu Yahya (a.s) dünyaya geldi.

Yukarıda görüldüğü gibi, Zekeriyya (a.s) ile ilgili olarak zikredilen âyetlerin çoğu, dua mahiyetindedir. O, çok dua eden, Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ederek tam bir teslimiyet içinde yaşayan Yüce bir peygamberdi. Allah:

"Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa ve İlyas'a da (yol göstermiştik). Hepsi iyilerden (idi)ler." (En'âm, 6/85)

diyerek onu şahit peygamberlerle birlikte anmıştır.

Zekeriyya (a.s) bu şekilde ömrünü ibâdetle geçirdi. Daima insanları Yüce Allah'a inanmaya ve onun yolunda yürümeye cağırdı. fakat azmış olan, küfre dalan ve önünü görmeyecek kadar gözü dönenler, onu şehid ettiler (Taberî, et-Tarih, Mısır 1326, II, 16; Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, İstanbul 1966, I, 41)

25 Âdem aleyhisselamın bu dünyaya geçişi nasıl olmuştur?

Hz. Âdem, yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, bütün insanların babasıdır. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp, insan şekline koydular. Mekke ile Taif arasında kırk yıl yatıp salsal oldu. Yani pismiş gibi kurudu.

Önce Muhammed aleyhisselamın nuru alnına kondu. Sonra Muharrem'in onuncu cuma günü ruh verildi. Her şeyin ismi ve faydası kendisine bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak bildirilmedi. Allah Teala'nın emri ile bütün melekler, Âdem'e secde etti, ama İblis (şeytan) kibirlenip, bu emre karşı geldi ve secde etmedi:

“Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz cevirdi ve büyüklük taşladı, böylece kafirlerden oldu.” (Bakara, 2/34)

Hz. Âdem kırk yaşında Firdevs adındaki Cennet'e götürüldü. Cennet'te yahut daha önce Mekke dışında uyurken, sol kaburga kemiğinden Hz. Havva yaratıldı. Allah Teala onları birbirine nikâh etti. Yasak edilen ağaçtan unutarak ve İblis'in oyununa gelerek önce Havva, sonra Âdem aleyhisselam yedikleri için cennetten çıkarıldılar. Âdem aleyhisselam Hindistan'da Seylan (Ceylon) adasına, Havva ise Cidde'ye indirildi. İki yüz sene ağlayıp yalvardıktan sonra , tövbe ve duaları kabul olup, hacca gitmesi emr olundu:

“Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tövbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.” (Ta'ha, 20/122)

Arafat ovasında Havva ile buluştu. Kâbe'yi inşa etti. Hz. Âdem her sene hac yapardı. Sonra Şam'a geldiler. Burada çocukları oldu. Neslinden 40.000 kişiyi gördü. 1.500 yaşında iken çocuklarına peygamber oldu.

Çocukları çeşitli dillerde konuştu. Cebrail aleyhisselam on iki kere geldi. Oruç, her gün bir vakit namaz ve gusül abdesti emredildi. Kendisine kitap verilip, fizik, kimya, tıp, eczacılık, matematik bilgileri öğretildi. Süryani, İbrani ve Arabi diller ile kerpiç üstüne çok kitap yazıldı. Bir rivayete göre 2.000 yaşında iken cuma günü vefat etti. Hz. Havva kırk sene sonra vefat etti. Kabirlerinin Kudüs'de veya Mina’da Mescid-i Hif'de veya Arafat'ta olduğu rivayetleri vardır.

26 Hz. Meryem'in babası Kur'an'da İmran olarak geçiyor. Batılılar ise Joachim diyor. Bu iki isim arasında bir bağlantı var mıdır?

İmran, Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Meryem'in babasının adı olarak geçmektedir.

İmran kelimesinin aslının İbrânîce Amram olduğu söylendiği gibi, Süryânîce'den geldiği de ileri sürülmektedir. Öte yandan Arapça amr kökünden türediği, İslâm'dan önce Arabistan'da kullanıldığı, Safevî kitabelerinde bu isme rastlandığı nakledilmektedir. Ancak Meryem'in babasının adı olması sebebiyle kelimenin İbranî menşeli olduğunu kabul etmek daha isabetli görünmektedir. (Jeffery, s. 217)

Âl-i İmrân sûresinin 33. âyetinde Âdem'in, Nuh'un, İbrahim ailesiyle İmrân ailesinin seçilip âlemlere üstün kılındığı belirtilmektedir. Aynı sûrenin 35. âyetinde İmrân'ın karısının doğacak çocuğu rabbe adadığını ve ona Meryem adını verdiğini bildiren kısımdan ve Tahrim sûresinde (66/12) "İmrân kızı Meryem" ifadesinden anlaşıldığına göre, İmrân ailesinden maksat Hz. Meryem ile oğlu İsâ'dır.

Tevrat'a göre İmrân (Amram) Hz. Mûsâ, Hârûn ve kız kardeşleri Meryem'in Miriam-Miryâm babası olup İsâ'nın annesi Meryem'le bir alâkası yoktur. Amram, Yakub'un torunu Kohat'ın oğludur. (Sayılar, 26/59; I. Tarihler, 6/2-3; 23/12-13)

Kur'an'da adı geçen İmrân'ın kim olduğu hususunda İslâm âlimleri tarafından farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mukâtil, "İmrân ailesi" ifadesindeki İmrân'ın Mûsâ ve Harun'un babası olup, şeceresinin Hz. Yakub'a dayandığını söylemekte, Kelbî ise Meryem'in babası ve Hz. Süleyman'ın soyundan olduğunu nakletmektedir. (Kurtubî, 4/63)

Ancak aynı adı taşıyan sûrede Âl-i İmrân ile alâkalı olarak anlatılanlar dikkate alındığında, İmrân'ın Hz. Musa'nın değil Hz. Meryem'in babası olduğu anlaşılır. Zemahşerî, Âl-İ İmrân hakkında bilgi verirken bunların, İmrân b. Yashur'un çocukları Mûsâ ve Hârûn veya İmrân b. Masan'ın kızı Meryem ile oğlu İsâ olduklarına dair rivayetleri naklettikten sonra, bu iki İmrân arasında 1.800 yıl bulunduğunu belirtir ve âyetteki İmrân'ın Hz. Meryem'in babası olduğunu kaydeder. (el-Keşşâf, 1/185)

Hristiyanlara göre Meryem'in babası Ahd-i Cedîd'de zikredilmemekte, apokrif kabul edilen İncillerden Protovengelium'da isminin Yoakim (Joachim) olduğu belirtilmektedir. Yine bu apokrif İncil'de Meryem'in dedesi Mathan'ın Meryem, Sobe ve Hannah adlarında üç kızı olduğu, kızlardan Sobe'nin Zekeriyyâ'nın hanımı Elisabeth'in annesi, Hannah'ın da Bakire Meryem'in annesi olduğu nakledilmektedir. (F. Vigouroux. "Anne", DB,1/1 S. 629)

Kur'an'da Meryem ayrıca Harun'un kız kardeşi olarak tanıtılmış, İsâ'yı dünyaya getirdikten sonra kavmi kendisini. "Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi." diyerek, babasız bir çocuk dünyaya getirdiği için kınamıştır. (Meryem, 19/28)

Kitâb-ı Mukaddes literatürü çerçevesinde bilinen yegâne Hârûn, Hz. Mûsâ ile Meryem'in kardeşi Harun'dur. İmrân da (Amram) bunların babası olduğu için Hristiyanlar, İslâmî kaynaklarda bir taraftan Hz. İsâ'nın annesi Meryem'in Hârûn'un kız kardeşi olarak takdim edilmesini (Meryem, 19/28), diğer taraftan İmrân'ın Hz. Mûsâ, Hârûn ve kız kardeşleri Meryem'in babası iken, Hz. İsâ'nın annesi Meryem'in babası olarak gösterilmesini iki Meryem'in karıştırılması olarak değerlendirmektedir.

Müslümanlara göre ise iki İmrân, iki Hârûn ve iki Meryem'in mevcudiyeti görüşünden hareketle birinci grup, Hârûn ve kız kardeşi Meryem ile babaları İmrân'dan; ikinci grup İmrân, kızı Meryem ve Meryem'in erkek kardeşi Hârûn'dan oluşmaktadır. Mûsâ, Hârûn ve Meryem ile babaları Amram Tevrat'ta yer almakta, dolayısıyla Yahudiler ve Hristiyanlarca bilinmektedir. Ancak Hz. Meryem'in babası yalnız Kur'an'da İmrân diye adlandırılmakta ve hiçbir Hristiyan kaynağında Meryem'in babasının adı olarak yer almamakta, yine Hz. İsâ'nın annesi Meryem'in Hârûn adında bir kardeşinin mevcudiyeti bilinmemektedir.

Böylece müfessirler biri Musa'nın, diğeri Meryem'in babası olmak üzere iki İmrân bulunduğunu, Kur'an'da adı geçen İmrân'ın Meryem'in babası olduğunu kaydetmektedir.

Hz. Musa'nın babası İmrân'ın şeceresi İmrân b. Yashur b. Kahes (Fahas) b. Levi b. Yakub b. İshak; Hz. Meryem'in babası İmrân'ın şeceresi de İsâ b. Meryem b. İmrân b. Masan (Matan) b. Süleyman b. Dâvûd b. İşa b. Yehuza b. Yakub b. İshak olarak verilmektedir. (Zemahşerî, 1/185; Kurtubî, 4/63)

Muhammed Hamîdullah'a göre Kur'an'daki "imreetü İmrân" ifadesi "İmrân'ın soyundan gelen kadın" anlamındadır ve burada İmrân bir şahıs adından çok kabile adı olarak anılmaktadır. Hamîdullah, "Ey Harun'un kız kardeşi" olarak tercüme edilen âyeti (Meryem, 19/28) "Harun'un kızı, ey kız kardeş" şeklinde çevirmekte ve Harun'un soyundan gelen kız kardeş diye anlamaktadır. Zira Arapça'da "uht/kardeş" kelimesi bir kabilenin mensubu için de kullanılmaktadır. (Lesaint Coran, s. 54, 307; ayrıca bk. Arnaldez, s. 33-34)

Batılı âlimlerin yukarıda zikredilen tenkitleri kutsal kitaplarındaki ifadelerle çelişmektedir. Luka İncili'ne göre Zekeriyyâ'nın eşi Elisabeth, Hz. İsâ'nın annesi Meryem'in akrabası olup Hârûn kızlarındandı. (İncil, 1/5, 36) Meryem'in annesiyle Yahya'nın annesinin kardeş oldukları kabul edilmektedir. (DB, 2/2, s. 1689) Zekeriyyâ, Abiya ailesinden bir kâhin (l. Tarihler, 24/10; Luka, 1/5) eşi Elisabeth de ruhban sınıfından bir aileye mensup olup babası yoluyla Harun'un soyundan ve Levi kabilesindendir, dolayısıyla Hz. Harun'un kızlarındandır. (DB, 2/2, s. 1689) Bu geleneğe sahip bulunan halkın, böyle bir aileden gelen ve mabede adanan Meryem'e "Harun'un kız kardeşi" demesi tabiidir. (bk. TDV İslam Ansiklopedisi, İmran md.)

27 Hazreti Yusuf zindanda kaç yıl kalmıştır?

Bu konularda kesin bir şey söylemek zordur. Çünkü kaynaklarda farklı görüşler vardır. Bununla beraber sorunuza yaklaşık olarak şöyle cevap verebiliriz:

1. Hz. Yusuf, zindanda yedi yıl kalmıştır. Beş, on iki yıl kaldığını söyleyenler de vardır.(bk. Razî, Yusuf, 36. ayetin tefsiri)

2. “Hapishaneye onunla beraber iki genç de girmişti. Onlardan biri: 'Ben rüyamda, kendimi şarap yapmak için üzüm sıkarken gördüm.' Öbürü de: 'Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı ve bu ekmeği kuşların gagaladığını gördüm. Ne olur, bu rüyamızın tabirini bildir, doğrusu biz seni iyi insanlardan biri olarak görüyoruz.' dediler.” (Yusuf, 12/36)

mealindeki ayetten “iki genç tarafından görülen rüya konusunun onun hepse girdiği ilk yılında” gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

3. Hz. Yakub (as)’ın Hz. Yusuf (as)’dan yirmi iki yıl ayrı kaldığı söylenmiştir.(bk. İbn Aşur, Yususf, 96. ayetin tefsiri) Hz. Yusuf’un gördüğü rüya ile onu tevil ettiği zaman arasında seksen, kırk, otuz altı yıl geçtiği söylenmiştir. (bk. Maverdî, Yusuf, 12/96-98. ayetlerin tefsiri)

İlave bilgi için tıklayınız:

Yusuf suresinden alacağımız dersler nelerdir?

28 Hz. Âdem ile Hz. Havva annemiz hangi dili konuşmuşlardır? Cennette hangi dil konuşulacaktır?

İmam Münâvî'nin "Feyzu'l-Kadîr" isimli hadis kitabında, İbni Abbas'tan şu mealde bir hadis-i şerif rivayet edilir:

"Üç hasletten dolayı Arabı seviniz: Çünkü ben Arabım, Kur'ân-ı Kerim Arapça olarak nazil olmuştur, cennet ehlinin konuştukları dil Arapçadır."1

Arapça, belagat, edebiyat, fesahat ve zenginlik bakımından dünya dillerinin en güzelidir. Aynı zamanda ses, ahenk ve cümle yapısı bakımından da diğer diller arasında apayrı bir yeri vardır. Cenab-ı Hak da kendi kelâmı Kur'ân-ı Kerimi Arap diliyle indirmiştir. Peygamber-i Zîşân (asm.) da zaten bu dili konuşuyordu; kendi milletinin, kavminin dilini...

Bu hadis-i şerifi bazı âyetler de tasdik etmekte, desteklemektedir:

"Halkı Allah'ın azabından sakındıran peygamberlerden olsun diye, onu apaçık bir Arapça lisan ile senin kalbine Cebrail getirdi."2

"Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, emrolunduklarını onlara apaçık anlatsınlar."3

mealindeki âyet-i kerime de Peygamberimizin (asm) kendi kavmi olan Araplara kendi dilleriyle tebliğde bulunduklarını bildirir.

Evet, Kur'ân'ın dili, son Peygamber Hazret-i Muhammed Mustafa'nın (asm.) konuştuğu dil Arapça olunca, cennet dilinin de Arapça olacağı şüphe götürmez bir gerçek olur. Hz. Âdem (as) de yeryüzüne indirilmeden önce cennette bulunduğu zamanlar Arapça olarak konuşurdu. Ayrıca bu dil Peygamberimiz (asm)'den başka diğer peygamberlerden bazılarının da konuştuğu dildir. Meselâ, Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. İsmail, Hz. Salih, Hz. Şuayb (as) Arapça konuşuyorlardı.

Ayrıca İmam Kastalânî, Hz. Âişe (ra)'den "Cennet ehli, Muhammed Aleyhisselâmın diliyle konuşacaklar." mealinde bir rivayeti zikreder.4

Cennet dilinin Arapça olduğu yukarıda mealini verdiğimiz hadis-i şerifin ifadesinde ve Hz. Âişe (ra)'nin rivayetinde sabit olmakla beraber, Üstad Bediüzzaman Mektubat' ta İmam Âzam'ın bir fetvasının hikmetini izah ederken şöyle bir ifadeye yer verir:

"Bir rivayette lisan-ı ehl-i Cennetten sayılan Fârisî lisanı,.."5

Bu beyanla, yukarıdaki ifadeler birarada düşünülürse, şöyle bir neticeye varmak herhalde yanlış olmaz: Esas itibariyle cennet lisanı Arapçadır; fakat Farsça da konuşulabilir. Yani Cenab-ı Hak her iki dili de cennet lisanı olarak yaratabilir.

Hadis-i şerifte "Arabi seviniz,.." ifadesini mutlak olarak anlamamak lâzımdır. Çünkü Araplar içinde gayri müslimler olduğu gibi, günümüzde dinsizler de vardır. Onların sadece Arap ırkına mensup olmaları, Arapça konuşmaları onları sevmeye kâfi gelen hususlar değildir. Hadiste yer alan beyandan maksat, Müslüman olan, dinini yaşayan, Resulullahın izinde olan Araplardır. Zaten bunlar din kardeşimizdir. Onları din kardeşimiz olarak sevdiğimiz gibi, ayrıca Kur'ân'ın, Resulullah'ın ve cennetin lisanını konuştukları, saff-ı evvel olarak İslâmiyeti yaydıkları, İslâmiyete hizmet ettikleri için de diğer milletlerden farklı olarak bir derece daha fazla sevgiye lâyıktırlar.

Dipnotlar:

1. Feyzü'l-Kadîr, I/178, Hadis no: 225.
2. Şuarâ Sûresi, 195.
3. İbrahim Sûresi, 4.
4. Mevâhib-i Ledünniye , 1/276.
5. Mektûbat, s. 406.

(bk. Mehmed PAKSU, Meseleler ve Çözümleri - 1)

29 Şanlıurfa'daki Balıklı Göl, Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı yer midir?

Tarih ve tefsir kaynaklarının çoğunda, Bakara sûresinde (2/258) Hz. İbrahim (as) ile tartışarak tanrılık iddiasında bulunduğu, fakat İbrahim (as)'in ortaya koyduğu deliller karşısında yenik düştüğü bildirilen kişinin, onu ateşe atan toplumun lideri Nemrûd olduğu kabul edilir.

Yine tarih ve tefsir kitaplarında, Hz. İbrahim (as)'in Ahvaz bölgesindeki Sûs'ta veya Bâbil'deki Kûsâ denilen yerde yahut Kesker sınırındaki Verkâ'da doğduğu, daha sonra babasının onu Nemrûd'un bulunduğu Kûsâ'ya götürdüğü ileri sürülmektedir. Harran'da dünyaya geldiği ve babasının kendisini Bâbil'e götürdüğü de rivayet edilir. (Sa'lebî, Araisü'l-mecalis, s. 72)

İbn Sa'd'ın naklettiğine göre babası aslen Harranlı olup buradan Hürmüzcird'e göç etmiş, Hz. İbrahim (as) burada doğmuştur. (et-Tabakât, 1/46)

Bugünkü Urfa şehrine tarih içinde Edessa, Orhai, Urhay ve Ruha adlarının verildiği bilinmektedir. Tevrat'ta Hz. İbrahim (as)'e gösterilen hedefle takip ettiği güzergâh dikkate alındığında doğduğu şehrin Kaldeliler'in Ur şehri değil bugünkü Urfa olması, orada doğup ateşe atılmış, ardından Harran'a ve buradan da Filistin'e gitmiş bulunması daha mâkul görünmektedir. (bk. DİA, Hz. İbrahim md.)

Hz. İbrahim (as)'in putları kırması ve bu yüzden putperestlerce ateşe atılmasına rağmen ateşin kendisini yakmaması, onun tevhid mücadelesinin güzel bîr hâtırası olarak Kur'an'da ve bazı ayrıntılarla birlikte diğer kaynaklarda yer alır. Buna göre Hz. İbrahim (as), taptıkları putların ne kadar âciz ve işe yaramaz olduğunu kavmine göstermek üzere fırsat kollar.

Nihayet bir bayram günü halk şenlik için şehir dışına çıkınca (Sâffât, 37/88-90) put evine girerek en büyük put dışındaki bütün putları kırar. Kavmi döndüğünde durumu görüp İbrahim (as)'i sorguya çeker, İbrahim (as), "Belki de şu büyükleri yapmıştır, ona sorun." der. (Enbiyâ, 21/57-67; Sâffât, 37/88-96) Bunun sonucu olarak, putperest yönetim Hz. İbrahim (as)'i ateşe atmak suretiyle cezalandırmaya kalkışır. (Enbiyâ, 2l/68; Ankebût, 29/24) Ancak Allah'ın, "Ey ateş, İbrahim'e karşı serinlik ve esenlik ol!" emri üzerine ateş Hz. İbrahim'i yakmaz. (Enbiyâ, 21/68-70)

İbrahim aleyhisselamın ateşe atıldığı yerin neresi olduğu konusunda, iki kere iki dört eder derecesinde kesin bir hükme varmak için elimizde güçlü bir delil yoktur. Çünkü, bazıları bu olayın başka yerlerde olduğunu savunuyorlar.

Fakat, Urfa’daki mancınık mekanizması, Hz. İbrahim (as)’in Urfa’da / Harran’da doğup büyüdüğüne dair bilgiler ve belgeler, buranın Urfa olduğu kanaatini pekiştirmektedir. Bu sebeple bizim kanaatimize göre bu olay Urfa’da gerçekleşmiştir.

Ateşin yakıldığı yerin şu andaki Balıklı Göl olarak bilinen yerin olup olmadığına dair de elimizde kesin belge yoktur. Eskiden beri devam ede gelen bu kültürün böyle devam etmesinde bir zarar yok, fayda vardır.

Gölün, balıkların özel bir konuma sahip olduğunu gösteren bir durumu da vardır.

30 Hz. Cercis Peygamber hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. Cercis’in (a.s.) Şam civarlarında ve Filistin’de yaşadığı ve Hz. İsa’dan (a.s.) sonra geldiği için, onun dininin hükümlerini devam ettirdiği ve Musul şehri Kralı Dâdiyan tarafından şehit edildiği rivayet edilmiştir. (bk. Tarih-i Taberî, 2/186) Günümüz Hristiyanları tarafından St. Georges ismiyle anılan Hz. Cercis’in (a.s.) Filistin’in Remle kasabasında doğduğu ifade edilir.

Cercis Aleyhisselam'ın yaşadığı bölge, putperestlerin elinde olup Dadıyan adında zalim bir hükümdarları vardı. Cercis Aleyhisselam, şehirleri dolaşarak ticaretle meşgul oluyor ve kazancının bütününü fakirlere dağıtıyordu. İdarecileri ikaz ederek halka zulmetmelerini önlemeye çalışırdı.

Yine bir defasında, kralı hidayete davet ederek, zulümden vazgeçirmek maksadıyla Musul'a gider. Yanına da değerli hediyeler alır. Kral, büyük bir ateş yakıp halkı etrafına toplamış, kendilerinin yaptığı eflun adlı puta tapmalarını istiyordu. Kral bu isteğini yerine getirmeyenleri ateşe atıyordu. İşte bu sırada Cercis Aleyhisselam gelir. Bu feci durumu görünce, önce bütün malını müminlere dağıttı ve daha sonra da krala giderek; hiddet ve kızgınlığı bırakmasını, zulmü terk etmesini, kendisinin emin bir nasihatçi olduğunu, kendisine inanmasını söyler. Hem kendisinin, hem de zulmettiği insanların Allah'ın kulu olduklarını, yoktan var etmenin sadece Allah'a mahsus olduğunu, kendisi dahil tüm insanların Allah'ın aciz kulları olduklarını ve ibadetin sadece Allah'a yapılabileceğini, rızkı verenin Allah olduğunu tebliğ eder. İnsanları puta tapmaya zorlamaktan vazgeçmesini, onu kırmasını, Allah'a iman etmesini ister.

Hazreti Cercis (as)'ın daveti kabul edilmediği gibi, puta tapması istenir, reddedince de uzun sürecek olan işkencelere maruz kalır. Kral, Cercis Aleyhisselam'ı bir ağaca bağlatarak mübarek vücudunu demir taraklarla taratır. Demir taraklarla tarandıkça etleri lime lime olur. Etleri iplik iplik döküldüğü halde ölmeyen Hz. Cercis'in üzerine keskin sirke ve tuz döktürür. Büyük bir demiri önce ateşte iyice kızartıp başının üzerine koyarlar. Cenab-ı Hak, Onu tekrar eski haline getirir. Bu durum karşısında kral ve adamları ne yapacaklarını şaşırırlar ve yeni çareler ararlar.

Büyük bir kazan kurdurup altında ateş yaktıktan sonra, Cercis Aleyhisselam'ı içine atıp kapağını kapatırlar. Kazanın kapağı uzun bir süre kapalı tutulduktan sonra, ölmüş olduğuna hükmedilerek kapağı açtıklarında hayrete düşerler. Çünkü, yine Ona bir şey olmamıştır. Krallığını kaybetmekten korkmaya başlayan hükümdar, Cercis Aleyhisselam'ın zindana hapsedilmesini emreder.

Zindana hapsedilen Cercis Aleyhisselam, zindanda da rahat bırakılmaz. Başkalarıyla görüşüp onları hidayete davet etmesin diye el ve ayakları çivilendiği gibi, büyük bir mermer taşı da üzerine yaslarlar. Ancak, Cenab-ı Hak bir melek göndererek kurtarır ve kendisine yapılan işkencelere sabrederek vazifesine devam etmesini emreder. Kafirler tarafından dört kez şehid edileceği, her seferinde tekrar diriltilerek yüksek mertebelere nail olacağı kendisine vahyedilir. Bu durum kendisini ziyadesiyle sevindirir.

O'nu tekrar karşılarında görünce, yakalatıp ikiye ayrıştırılan bir ağacın arasına koyup sıkıca bağlandıkları gibi vücudundan et kopararak insan eti yiyen aslanların önüne atarlar. Cercis Aleyhisselam tekrar kral ve adamlarının karşısına çıkar. "Bu adam Cercis'e ne kadar çok benziyor." demeye başladılar. Düştükleri acziyetten kurtulamayan kralın adamları, "Bu adam çok iyi bir sihirbazdır, kendini bir ölü bir diri gösteriyor." dediler. Sihirbaz olduğu için de karşısına iyi bir sihirbaz çıkarmaya karar verirler. Zaten kendi ülkelerinde çok sayıda sihirbaz da mevcuttu.

Sihirbazların üstadını bularak kralın karşısına çıkarırlar. Sihirbaz bir kap içindeki suya çeşitli sihirler yapıp üstüne okuduktan sonra Cercis Aleyhisselam'a içirmelerini ister. Cercis Aleyhisselam getirilen suya hiç itiraz etmeden "Bismillahirrahmanirrahim" deyip içer. Durumu gören sihirbaz, bu ancak Allah'ın işi olabilir, yoksa kesinlikle ölürdü, deyip iman eder. Kral, hiddetlenerek sihirbaza "Ne çabuk da aldandın." diyerek tepki gösterir. Sihirbaz ise, aldanmadığını, her şeye kudreti yeten alemlerin Rabbi olan Allah'a iman ettiğini söyler.

Sihirbazın iman ettiğini kimseye söylememesi ve halkın iman etmesini önlemek için dilini keserler. Ancak, olay halk arasında yayıldığı gibi bir çok kişi de iman eder. Zalim kral, bütün müminleri toplatıp hepsini şehid ettikten sonra Cercis Aleyhisselam'ı da şehid ettirir. Daha sonra bu kavim ateşle helak edilir.

31 Elyesa isminin anlamı nedir?

ELYESA: Kur'ân-ı Kerîm'de adı geçen, peygamberlerden bîri.

"Elyesa" kelimesinin aslı ve söylenişi hakkında farklı görüşler ileri sürülmüş­tür. Bazı müfessirler kelimenin aslının "Yesa" veya "Leysa", başındaki "El"in ise harf-i ta'rif olduğunu söylemişlerdir. Yaygın olan telaffuz şekli Elyesa' olmak­la birlikte bu adı Elleysa şeklinde oku­yanlar da vardır. (bk. Kurtubî, VII, 32-33)

Kur'ân-ı Kerîm'de,

"İsmail, Elyesa', Yû­nus ve Lût'a da yol gösterdik; hepsini âlemlere üstün kıldık" (En'âm, 6/86),

"İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hep­si de iyilerdendir. (Sâd, 38/48)

mealin­deki iki âyette anılması ve İslâmî kaynak­larda verilen şeceresi dışında onunla ilgi­li herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.

İslâmî kaynaklarda şeceresi Elyesa' b. Ahtûb b. Acûz olarak verilen bu peygam­ber (Taberî, VII, 261; Sa'lebî, s. 197), Ahd-i Atîk'te Elişa adıyla geçen peygamber ol­malıdır. İbrânîce'de "Tanrı benim kurtuluşumdur." anlamına gelen Elişa kelime­si Grekçe'ye Elisaios, Latince'ye Elisaeus şeklinde geçmiştir.

(bk. T.D.V. İslam Ansiklopedisi, Ömer Faruk  Harman, ELYESA mad. İSTANBUL 1995, c. 11, s.70)

32 Evliyalar ve peygamberler seçilmiş insanlar mıdır, yoksa iyi oldukları için mükafatlandırılan insanlar mı?

Peygamberlik, Allah  Teâlâ'nın, seçtiği kullarından birini ilâhî hüküm veya şeriatini başkalarına tebliğ etmekle mükellef tutmasıdır. Bu kelime, peygamber ile diğer insanlar arasındaki alâkayı açıklamaktadır. O da, irsal (gönderilme) ve elçilik kavramıdır.

Bu esasa göre, peygamberlerin iki görevi vardır. Bunlardan Allah (c.c) ile özel ilişkisine "nübüvvet"; insanlarla olan "ilâhî görev" ilişkisine de "risâlet" denmektedir.

Peygamberler seçilmiş insanlar olmakla beraber, buna layık olanlardır. Veli kullar ise, Allah'a kulluk ve itaatle bu mertebeye ulaşmışlardır. Fakat bunlar peygamberler gibi değildir, çalışmakla her insan velayet makamına ulaşabilir.

Allah'a ibadet ve taat eden her mü'min ve müttaki insan velidir, bunlara korku yoktur, üzülmeyeceklerdir de (Yûnus, 10/62-63). Diğer bir âyette bu anlamdaki veli ayrıntılı biçimde açıklanır:

"...Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlarsa, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere harcadı; namazı kıldı, zekatı verdi. Antlaşma yaptıkları zaman antlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, müttakiler de onlardır." (Bakara, 2/177).

Allah dilediğine peygamberlik verir. Ancak bu vazifeyi yüklenecek özelliği taşıyanlara vermiştir. Eğer başka birisi o özellikleri taşımaya müsait olsaydı ona verirdi. Demek ki, kendilerine peygamberlik verilenlerin dışındakiler o özelliklere sahip değillermiş.

Herkesin kaldıracağı yük bellidir; Elli kilo kaldıran bir adama niye 500 kğ verilsin. Ya da çınar ağacının yükü niye bir filize yüklensin. Allah kendi iradesiyle bu görevi dilediğine verir. Fakat bu görevi yürütecek olanlara vermesi de hikmetinin gereğidir.

Peygamberlik görevi Allah’ın ihsanı ise de, bu vazifeyi peygamberler kendi iradeleriyle kabul etmişlerdir. Zorla ve cebren almış değillerdir.

- Peygamberler Niçin İnsanlar Arasından Seçilmiştir?

Allah'ın insanlara elçi olarak gönderdiği peygamberlerini yine insanlar arasından seçmesi, onların insanlara her hususta rehberlik, örneklik, mürşidlik yapabilmeleri içindir. Peygamberler melekler arasından gönderilseydi, hiç şüphesiz bu netice alınamazdı. İnsana en iyi rehberliği, yine insanın yapabileceği açık bir gerçektir.

-  İnsanlar Niçin Peygamberlere Muhtaçtırlar?

İnsanlar kendi akıllarıyla Allah'ın varlık ve birliğini anlayabilseler bile, O'na mahsus sıfatları tamamen kavrayamazlar. Ona ne şekilde ibâdet edileceğini bilemezler. Ahiret işlerini, âhiretteki mes'ûliyeti idrâk edemezler. Bütün bu hususları Allah'ın kendilerine bildirip öğretmesine muhtaçtırlar.

İşte Allah, insanların bu ihtiyaçlarına cevab vermek üzere, onlara peygamberler göndermiştir. Onlar vasıtasıyla, bilmeye muhtaç oldukları maddî ve mânevî her hususu insanlara öğretmiştir. Eğer peygamberler gelmeseydi, insanlar Allah'ın varlık ve birliğini bilmenin dışında, hiçbir dinî hükümle mükellef tutulamazlardı. Hattâ bâzı kelâm âlimlerine göre, Allah'ın varlığını, birliğini anlamaktan bile mes'ul olmazlardı. Nitekim âyet-i kerîmede de:

"Resûl göndermediğimiz müddetçe, hiçbir kavme azâb edici değiliz." (İsrâ, 17/15)

buyurulmuştur. İnsanlık hiçbir şey'i bilmez durumda iken her şey'i, her san'atı ve her hüneri peygamberlerden öğrenmişlerdir. Dünya ve âhirette mutlu olmanın ve huzurlu yaşamanın yollarını, birbirleriyle hoş geçinme düsturlarını, ahlâk ve görgü kaidelerini insanlara öğreten yine peygamberler olmuştur.

Necip Fazıl Kısakürek vapurla Karaköy'e geçerken, yanına biri yaklaşıp:

- Üstad, diye sormuş. Peygamberlere ne diye gerek duyuldu, biz kendimiz yolumuzu bulabilirdik. Necip Fazıl okuduğu kitaptan başını kaldırmadan:

- Ne diye vapura bindin ki, cevabını vermiş. Yüzerek geçsene karşıya.

- Peygamberlerin Vazifeleri Nelerdir?

Peygamberlerin vazifeleri:
- Allah'ı insanlara tanıtmak,
- Allah aldıkları îmanî hükümleri ve ibâdet şekillerini insanlara öğretmek,
- İnsanlara ahlâkî fazîlet ve güzel huyları aşılamak,
- Ferd ile ferdler, ferd ile cem'iyet arasındaki münasebetleri en medenî ve âdil ölçüler içinde tanzim etmek, aradaki sosyal bağları kuvvetlendirmektir.

Kısacası, maddî ve mânevî her sahada insanlara tam bir rehber olmaktır.

- Neden Muhammed (asm) Son Peygamber Olarak Seçildi?

Hz. Muhammed (asm) son semavi din olan ve hükmü kıyamete kadar geçerli olacak, dini ve daveti umumi ve tüm beşereyiti kapsayan İslam dinini getirdiği ve bundan sonrada her hangi bir din ve şeriat gelmeyeceği için o da peygamberlerin sonuncusu olmuştur. Ondan sonra resul ve nebi gelmeyecektir. Malûmdur ki, bu alemde her şeyin bir başlangıcı ve bir de nihayeti olduğu gibi, Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan peygamberlik müessesesi de Hâtemü’l-Enbiyâ (asm) ile son bulmuştur.

Cenâb-ı Hak, peygamberlerin en ekmeli olan o zât'ın eline semavi kitapların en mükemmeli olan Kur'ân-ı Azimüşşân'ı vermiş ve nübüvvet müessesesini o Hâtemü’l-Enbiyâ (asm) ile tekmil etmiştir. Artık, kıyamete kadar Hz. Muhammed (asm)'den sonra bir peygamber gelmeyecektir.

Hz. Muhammed (asm)’in hâtemü’l-enbiya olduğu Ahzap suresinde şu şekilde ifade buyurulmaktadır.

“Muhammed sizin ricalinizden hiçbirinin babası değil ve lâkin Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah âlimdir. (her şeyi bilendir.)(Ahzab, 33/40)

Hz. Muhammed (asm)'in peygamberliği ile insanlık din açısından, ilerlemenin son noktasına erişmiştir. Ondan sonra başka peygamber beklememeli, Muhammedî nur'u izlemelidir. Allah her şeyi çok iyi biliyor. Her şeyi bilip duyuyor. Onun için bu hükümleri emrediyor.(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili Tefsiri)

Bilindiği üzere en yüksek ilim üniversitede veriliyor. Öyleyse üniversitede verilen ilim, ilkokul çocuklarına da verilsin denilmez. İnsanlık da bir eğitim kurumu gibidir. Her devir bu okulun bölümleri gibidir. Bu bölümlerin hocaları da peygamberlerdir. Hz Âdem (as)’den bu yana insanlık, hocalarından ders alarak sanki üniversite seviyesine gelmiş ve İslam dininin mükemmel derslerini alma kabiliyeti kazanmıştır. Bu nedenle en son ve en mükemmel din en sona bırakılmıştır. İlk okulda da matematiğin özü vardır. Ama ders onların seviyesine göre verilir ve hoca bütün bildiği şeyleri değil de anlayacakları şeyleri anlatır.

Allah, yeryüzünün halifesi olarak yarattığı insanlarla iletişim kurmak için, onlardan bir kısım insanları temsilci olarak seçmiştir ki, bunlara peygamber denir. Her ümmet için bir peygamber gönderildiği gibi, bu ümmet için de Hz. Muhammed (asm) peygamber olarak seçilmiştir. Şüphesiz, kimin bu temsilciliğe, bu peygamberliğe layık olduğunu Allah bilir. Kur’an’dan anladığımız kadarıyla, peygamberler, akıl, zekâ, fetanet, feraset, dürüstlük/doğru sözlülük, başkasına şefkat, güvenirlilik gibi insanî değerlerin zirvesinde olanlardan seçilmiştir.

Hz. Muhammed (asm), son peygamber olarak seçildiği için, bütün peygamberlerde bulunan güzel ahlakın ve özelliklerin hepsini en mükemmel şekilde kendinde barındırmıştır. Tarihçe-i hayatı, bunun açık göstergesidir.

Ayrıca, peygamberleri seçen Allah’tır. O kimi peygamber olarak seçeceğini en iyi bilir. Onun iradesi bir konuda hikmetli tercihini yaptıktan sonra, bize düşen teslimiyetle onun güzelliğine inanmaktır.

Bütün peygamberlerin ilimlerine hakikî varis, bütün vahiylerinin esaslarını ders veren, bütün ahlakî güzelliklerini kendisinde toplayan, bütün semavî kitapların temel bilgilerini daha detaylı bir şekilde anlatan Kur’an gibi bir kitabı tebliğ eden, bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber olan Hz. Muhammed (asm)’in bütün insanlardan daha üstün bir konumda olması, hem adalet hem de hikmetin gereğidir.

İşte diğer peygamberler de insanlığa seviyelerine göre ilim vermiş ve onları yetiştirmiştir. Sonuçta bütün yönleriyle ders alma seviyesine geldikleri için İslam Dini ve Yüce Peygamberi gönderilmiştir.

- Peygamberlerde Bulunan Müşterek Vasıflar Nelerdir?

Bütün peygamberlerde ortak olan vasıflar ve özellikler şunlardır:

1. Sıdk (Doğruluk): Bütün peygamberler Allah'tan alarak verdikleri bütün haberlerinde doğru sözlüdürler. Onlar hakkında kizb (yalancılık) vasfı düşünülemez.

2. Emanet (Emin ve güvenilir olmak): Peygamberler Allah'ın kendilerine verdiği vazifeleri yerine getirme hususunda emin ve güvenilir kimselerdir. Peygamberlerde asla hıyânet hâli görülmez.

3. Tebliğ: Peygamberler Allah'tan kendilerine vahyolunan şeyleri ümmetlerine noksansız, ilâvesiz olarak aynen bildirirler, tebliğ ederler. O haberleri ketmedip gizlemek, tahrif edip değiştirmek söz konusu değildir. Kitman, yani, hakikatı gizleme vasfı peygamberlerde yoktur.

4. Fetanet: Peygamberler üstün bir akıl ve zekâya, kuvvetli bir hâfızaya ve yüksek bir mantık ve ikna kabiliyetine sâhiptirler. Peygamberlerin delilik, gafillik, cahillik gibi sıfatlarla uzaktan yakından hiçbir alâkaları yoktur.

5. İsmet (Masûmiyet, günahsızlık): Peygamberler gizli - açık her türlü günahlardan, kusurlardan, kötü hallerden, peygamberlik şerefiyle bağdaşmayacak hareketlerden uzaktırlar. Mâsiyet, yani, günah işlemek peygamberler hakkında muhaldir.

İlve bilgi için tıklayınız:

- Peygamberlerin ismet sıfatına sahip olmaları, diğerlerinin günah işlemeye uygun olarak yaratılmaları nasıl açıklanabilir?..
- Veli/Evliya kimdir, nasıl bilinir? En başta veli kendisinin veli olduğunu bilebilir mi? Bize onların veli olduğu nasıl gelmiş?..

33 Peygamberlerin görevi nedir?

Üstad Bediüzzaman Hazretleri,

Kur'an'ın vazife-i asliyyesi: Daire-i rububiyetin kemalat ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.”(bk. Sözler, Yirminci Söz)

şeklindeki ifadesiyle, aynı zamanda peygamberlerin (aleyhimüsselam) kutsi vazifelerini de veciz bir şekilde ortaya koymuş oluyor.

Allah'ın zatı, sıfatları, fiilleri ve isimleri daire-i Rububiyettir. Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından sakınmak, ilahi isim ve sıfatların bir tecelligahı olan mahlukat alemini tefekkür etmek gibi kulluk görevler ise daire-i ubudiyettir.

İnsan, peygambere tâbi olmaksızın bu iki sahanın hiçbir meselesinde hüküm veremez. Verirse bu hüküm şahsî ve nefsî kalmaya mahkum olur.

İşte peygamberler, birinci daireyi insanlara tanıtan ve onlara ikinci daireye ait görevlerini öğreten İlâhî elçilerdir.

34 Hz. Eyyub'un hastalığı hakkında bilgi verir misiniz?

Sabır, sebat ve teslimiyet timsâli olan Eyyub Aleyhilsselâm, varlıkta ve darlıkta şükürden asla ayrılmayan, en mesut günlerinde ve en muztarip anlarında Allah'a olan bağlılığından zerre kadar kopmayan müstesna bir insandı.

Hz. Eyyub'un canlı bir örnek olan hâli ve kıssası Kur'anı-ı Kerim'de yer almaktadır. Onun uzun süren dayanılmaz bir hastalığa müptelâ olduğu, fakat bu İlâhî imtihanı üstün azmi ve sabrı neticesinde kazandığı, sonunda Rabbine yaptığı niyazı sayesinde sıhhat ve afiyete kavuştuğu anlatılmaktadır.

Hz. Eyyub'un (a.s.) kıssasının tafsilatına tefsirlerimizde yer verilirken, sancılı bir hastalığa tutulduğu bildirilmektedir. Öyle ki, vücudunun her tarafını saran yara ve ağrılar sadece kalb ve diline ulaşmamış; ne zaman ki, Allah'ı zikrine mâni olacak şekilde ağrılar kalp ve diline ilişince sadece "ubudiyet-i İlâhiye için" Allah'a iltica etmiş, duasının kabul edilmesiyle de bu musibetten kurtulmuşlar.

Hz. Eyyub'un bedenindeki yaralar ve yaralardan meydana gelen kurtlar (mikroplar), bakınca görenleri tiksindirecek, halkı kendisinden nefret ettirecek bir vaziyette değildi. Onu görenler ağır bir hastalık içinde bulunduğunu biliyorlar, ancak ondan tiksinip kaçmıyorlardı. Çünkü onda öyle bir hâl yoktu. Günümüzde verem ve kanser gibi yaygın halde bulunan birtakım iç hastalıklar vardır ki, dıştan bakışta hastada bir yara ve hastalık belirtisi görülmemekte, bakanlar bir tiksinti duymamakta, fakat hasta dayanılmaz bir acı içinde kıvranmakta ve için için erimektedir.

İşte Eyyub Aleyhisselâmın hastalığı da böyle hariçten görenleri iğrendirecek bir hastalık değildi. Çünkü peygamberler halkın nefretine sebep olacak arızalardan uzaktır ve Allah tarafından korunmuştur. Peygamberlerin tiksindirici şeylere müptelâ olmaları, peygamberliğin bir icabı olan halkla bir arada olmaya, insanları hak ve doğru yola davete mâni olan bir durumdur. Bu ise "nübüvvet" hikmetine uygun değildir. (Hülâsatü'l-Beyân fi Tefsiri'l-Kur'ân, IX, 3469)

Yani, Hz. Eyyub bir peygamber olması dolayısıyla Allah tarafından insanları hakka ve hidayete çağırmakla vazifeliydi. Böyle iğrendirici bir hastalığa yakalansaydı, esas vazifesi olan tebliği ve dine daveti yapamazdı. Zaten malının, mülkünün, çoluk ve çocuğunun elinden alınması ve sonunda derin bir hastalıkla imtihana tâbi tutulması, neticede tahammül gösterip sabretmesi, insanlara bir örnek gösterilme hikmetine bağlıdır.

Eyyub Aleyhisselâmın kıssasına temas eden Bediüzzaman Hazretleri ise günümüz insanının alması gereken dersi şöyle ifade etmektedir:

"Hazreti Eyyub Aleyhisselâmın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtını ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek Hazret-i Eyyub'dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münacat-ı Eyyubiyeye o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bahusus nasıl ki, o Hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar, kalp ve lisanına ilişmişler. Öyle de, bizleri günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hâsıl olan vesveseler, şüpheler (neûzübillah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar." (bk. Lem'alar, İkinci Lema)

İlave bilgi için tıklayınız:  

- Hz. Eyyub'un hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

35 Hz. Yusuf Züleyha ile evlenmiş midir?

Bazı rivâyetlere göre, Züleyhâ'nın kocası vefât ettikten sonra Allah'ın irâdesi ile eski güzelliğini kazanmış ve Hz. Yusuf (a.s) ile evlenmiştir. Hz. Yusuf (a.s) ile evlendiği zaman, bakire olduğu anlaşılmıştır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1971, IV/2879).

Hz. Muhammed (asm)'in hadislerinde, Züleyhâ hakkında bilgiye rastlanmamaktadır. Ancak bir seferinde Rasûlüllah (asm) ondan "Yusuf'un arkadaşı" diye bahsetmiştir (ez-Zebîdi, Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecvidi Sarih Tercemesi, trc. Ahmed Naim, İstanbul 1972, II/663).

İlave bilgi için tıklayınız:

Yusuf (as.)'ın çocukları var mıdır, adları nelerdir?

36 Azer, Hz. İbrahim'in babası mıdır ve Hz. İbrahim'in babası Müslüman mıydı?

İlgili ayetlerin meali şöyledir:

“Sen yolunda kaim olurken, namaza dururken de o seni elbette görüyor. Secde edenler, ibadet edenler arasında dolaşmalarını da görüyor. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilen odur.” (Şuara, 26/218-220)

- Alimlerin bazılarına göre, “ve Takallübeke fi’s-sacidin”nin manası, Hz. Peygamber (asm)'in namazın rükünleri olan kıyam-rüku-secde arasında dolaşması anlamına gelir. Diğer bazılarına göre, namaz kılarken arkasındaki cemaati gördüğüne işarettir. (bk. Taberi, ilgili ayetin tefsiri).

- Diğer bazı alimlere göre, bunun manası: Hz. Peygamber (asm) gece teheccüd namazına kalkarken, bir de bazı sahabelerin teheccüd namazını kılıp kılmadıklarını veya nasıl kıldıklarını görmek için onlarn mekanlarını dolaşırdı. (bk. Razi, ilgili yer)

- Sorudaki asıl mesele olan, Hz. Peygamber (asm)'in bütün babalarının mümin olduğuna ve nurunun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, kendisine  inkılab etmiş olduğuna dair bilgi vardır. (bk. Razi, ilgili yer). Ancak, Razi, bu yorumu Rafizilerin bir görüşü olarak zikretmiş ve bunun doğru olmadığını belirtmiştir.

- AZER’in mümin olmadığı kesindir. Ancak onun Hz. İbrahim’in babası mı, amcası mı olduğuna dair farklı görüşler vardır.

Peygamberlerin bütün atalarının mümin olmasını düşünenler, Kur’an’da  AZER için “EB = Baba” tabiri kullanılmış ise de amca için de “EB” kelimesinin kullanılabileceğini ifade ediyorlar.

Diğer bazı alimlere göre, AZER Kur’an’da ifade edildiği gibi Hz. İbrahim (asm)’in babasıdır. (bk.Razi tefsirindeki, ilgili yer)

İmam Süyuti, "Kitabü'd-derci'l-münife" isimli kitabında Azer'in, Hz. İbrahim (as)'in amcası olduğunu ispat etmeye yönelik bilgiler vermiştir.

37 Hz. Musa kaç yılında öldü?

- Hz. Musa (as) 120 yaşında öldü.(el-Kitabu’l-mukaddes, Tensiye, el-Eshah:34/5).

- Halk arasında Tevrat olarak bilinen  Eski Ahit  39 Sir / Esfardan meydana gelir. Bunlar  arasında Allah’ın doğrudan Tur dağında Hz. Musa’ya yazılı levhalar halinde indirdiği kitap asıl Tevrat’tır. Alimlerin bir çoğuna göre, bu Levhalarda meşhur on emir vardı. Yani Tevrat -Kur’an gibi parçalar halinde değil- bir defada indirilmiştir.

- Ahit sandığı (Tabut) hakkında çok farklı rivayetler vardır. Hepsindeki ortak nokta şudur ki; Hz. Musa’nın vefatından sonra, Yahudiler Allah’a isyan etmeye, hak yoldan çıkmaya başladılar. Bu sebeple Allah Amalikaları onlara musallat etti ve sandığı onlardan aldılar. Nihayet Talut’un melikliğine bir alamet olarak geri geldi.(bk. Alusî, Bakar, 248. ayetin tefsiri).

Eski Ahitteki bilgiye göre, Sandık Yahudilerle savaşan Filistinliler tarafından  alınıp götürülmüş, fakat onların elinde sadece yedi ay kalmıştır. Allah’ın başlarına getirdiği değişik musibetlerin sebebi olarak gördükleri sandığı tekrar götürüp yerine (Beytu’ş-şems’e) teslim etmek zorunda kalmışlardır.(bk. Samvail el-evvel, el-Eshah: 6/1).

38 Hz. Nuh (as)'ın gemisi nasıldı?

Peygamberler, göstermiş oldukları mucizelerle hem davalarını ispat etmişler hem de maddi terakkinin rehberi olmuşlardır.

Hz. Nuh (as)'ın gemisi de bir kudret mucizesidir. Bilindiği üzere Cenab-ı Hak, Hz. Nuh (as)'ı putperest olan kavmini imana davet etmesi için peygamberlikle vazifeli kılmış, ancak kavminin bunu kabul etmemesi üzerine bir gemi yapmasını emretmişti. Daha önce hiçbir gemi yapılmamış olduğundan, bu ilk gemiyi yapmak Hz. Nuh (as) için çok zordu. Ancak Cenab-ı Hak, ona nasıl yapacağını vahyetti ve Hz. Cebrail (as)'ı da “yardımcı” olarak gönderdi.

Hz. Nuh (as), Cebrail (as)'ın ve kendisine inanan müminlerin yardımıyla iki veya dört yıl içinde geminin yapımını tamamladı.

Hz. Nuh (as)'ın yaptığı bu geminin büyüklüğü hakkında çeşitli rivayetler vardır. Doğrusu, Hz. Nuh (as)'a inanan seksen mümin ile, bunların ihtiyaç maddelerini ve orada mevcut olan hayvanlardan birer çift alabilecek büyüklükte olduğudur.

Ama bu gemi için asıl mühim olan husus, onun alelade yelkenli bir gemi olmayıp, buharlı bir vapur olduğudur. Asrımız müfessirlerinden Elmalılı Hamdi Yazır,

“Nihayet emrimiz geldiği ve tennur feveran ettiği vakit.” (Hud, 11/40)

mealindeki ayet-i kerimede geçen “tennur” ve “feveran” kelimelerinden hareketle, bu geminin buharlı olduğunu söylemektedir. 

39 Hz. Âdem (as), Hz. Havva anamızdan kaç yıl ve neden dolayı ayrı kalmıştır?

- Rivayetlere göre, cennetten yeryüzüne -bilinen olaydan sonra, insanlık ailesini kurmak  ve halifelik göreviyle- tayin edildikleri zaman, Hz. Âdem Hindistan’ın Serendib adasına (bazılarına göre, Buz veya Vasim dağına), Hz. Havva da Cidde’ye yerleştirilmişti.

“İkisi, ‘Ey Rabbimiz! Kendimize yazık ettik. Şayet sen kusurumuzu örtüp, bize merhamet etmezsen, en büyük hüsrana uğrayanlardan oluruz.’ diyerek yalvardılar.” (A'raf, 7/27)

mealindeki ayetten öyle anlaşılıyor ki, bu ayrılık da, tövbe etmelerinden önce gerçekleşmiş olduğundan, dünyaya sürgün cezasının bir devamı olduğunu göstermektedir. Bunun yanında, ilahî hikmet bu geçici ayrılıkla onlar arasında karşılıklı bir şevk, bir arzu uyandırmış, onlara ve onların nesline, aile yuvasının sürekli bir yuva olmasının gereğine işaret edilmiştir.

- Bu ayrılık, insanlık ailesi için, ölümle meydana gelen ayrılıktan sonra, hakikî vuslatın ancak cennette olacağını, bunun gerçekleşmesi ise, günahlardan tövbe etmeye bağlı olduğunu hatırlatan bir tablonun zihinlere kazınması bakımından da önemlidir. Çünkü, asıl ayrılık öteki dünyada meydana gelen ayrılık olduğu gibi, gerçek vuslat da ebedî hayatta gerçekleşen mutlu tablodur.

- Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın bu ayrılıklarını sona erdiren ve onları yeniden bir araya getiren mekân Arafat’tır. Bugün milyonlarca insanın her yıl Arafat’ta bir araya gelmesi, ahiretteki Arasat meydanını hatırlatmaktadır.

-  Bu hadise bize gösteriyor ki, Allah’a karşı isyan etmek maddî-manevî ayrılıklarla doludur. Tövbe ile yaptıklarından pişman olmak, yeniden Rabbin kapısına dönüp yalvarmak, vuslatın, kavuşmanın tek yoludur. O halde sevenler-sevilenler olarak hep birlikte Allah’ın sevgisinde birleşmeli, bu yolla yokluk ve ayrılık diyarı olan cehennemden uzaklaşmalı, varlık ve vuslatın ebedî yurdu olan Cennete ehil olduğumuzu göstermeliyiz.

-  Hz. Âdem (as) iki yüz sene ağlayıp yalvardıktan sonra, tövbe ve duaları kabul olup, hacca gitmesi, emredildi:

“Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tövbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.” (Ta'ha, 20/122).

Hz. Âdem, Arafat ovasında Hz. Havva ile buluştu. Kâbe'yi inşa etti.

40 Hz. Âdem'in hayatı hakkında bilgi alabilir miyim?

Hz. Âdem (as)

İlk insan, ilk peygamber, insanlığın babası. Allah Teâlâ Hz. Âdem (as) (as)'i topraktan (turâbtan) yarattı. (Hûd, 11/61; Tâha, 20/55; Nuh, 71/18) Yüce Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği zaman; ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın yeryüzüne uyum sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir:

"Sizi (aslınız Âdem'i) topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz." (Rum, 30/20)

Allah Teâlâ Hz. Âdem (as)'i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hâl ve safhalardan geçirmiştir:

1. Türâb safhasından sonra "Tîn" safhası:

Tîn: Toprağın su ile karışımıdır ki, buna çamur ve balçık denilir. Bu safha insan ferdinin ilk teşekkül ettirilmeğe başlandığı merhaledir:

"O (Allah) her şeyi güzel yaratan ve insanı başlangıçta çamurdan yaratandır." (Secde, 32/7)

Hayat kaidesinin candan sonra iki temel unsuru su ve topraktır.

"Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kadirdir." (Nûr, 24/45)

"O (Allah) sudan bir beşer (insan) yaratıp da onu soy-sop yapandır. Rabbin her şeye kadirdir." (Furkan, 25/54)

Yeryüzünün 3/4'ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da %75'i sudur. Demek ki dünyadaki bu düzen aynen insana da intikâl ettirilmiştir. Yine Cenâb-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:

"Andolsun biz insanı (Âdem'i) çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık." (Mü'minun, 23/12)

İşte ilk insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış, sonra hülâsadan (bir soydan) yaratılmıştır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur'an Dili, V, 3056-3059, 3431-3432)

2. Tîn-i lâzib: Cıvık ve yapışkan çamur demektir. Toprağın su ile karıştırılıp çamur olmasından sonra, üzerinden geçen merhalelerden birisi de "Tîn-i lâzib" yani yapışkan ve cıvık çamur safhasıdır. Cenâb-ı Allah bu süzülmüş çamuru cıvık ve yapışkan bir hale getirdi.

"...Biz onları (asılları olan Âdem'i) bir cıvık ve yapışkan çamurdan yarattık." (Sâffât, 37/11)

3. Hame-i Mesnûn: Sonra cıvık ve yapışkan çamur hame-i mesnûn haline getirildi. Hame-i mesnûn, suretlenmiş, şekil verilmiş, değişmiş ve kokmuş bir haldeki balçık demektir.

"Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, suretlenmiş ve değişmiş bir çamurdan yarattık." (Hicr, 15/26-28)

Böylece Allah Teâlâ Âdem (as) (as)'i topraktan yaratmaya başlıyor. Bunu da su ile karıştırarak Tîn-i lâzib yapıyor. Sonra bunu da değişikliğe uğratarak kokmuş ve şekillenmiş hame (balçık) haline getiriyor.

4. Salsal: Kuru çamur demektir.

Cenâb-ı Allah kokmuş ve suretlenmiş çamuru da kurutarak "fahhâr" (kiremit, saksı, çömlek) gibi tamtakır kuru bir hale getirdi.

"O Allah insanı bardak gibi (pişmiş gibi) kuru çamurdan yaratmıştır. " (Rahmân, 55/14; ilgili ayet için bk. Hâzin; Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., VIII, 4669)

Hz. Âdem (as)'e Ruh Verilmesi

Cenâb-ı Allah Hz. Âdem (as) 'i yaratırken, yukarıda anlatıldığı gibi maddesi olan çamuru, çeşitli mertebelerde değişikliğe uğratarak, canın verilmesi ve ruhun nefhedilmesine müsaid bir hale getirdi. Nihayet şekil ve suretinin tesviyesini ve düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir:

"Rabbin o zaman meleklere demişti ki: 'Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu düzenleyerek (hilkatını) tamamlayıp ona da rûhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın.' Bunun üzerine İblis'ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O (İblis) büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu. Allah: 'Ey İblis iki elimle (bizzat kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?' buyurdu. İblis dedi: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.' " (Sâd, 38/71-76. Ayrıca bk. el-A'râf, 7/12; el-Hicr, 15/29; es-Secde, 32/8-9)

Cenâb-ı Allah böylece Hz. Âdem (as)'i en mükemmel bir şekilde yarattı. Boyunun uzunluğunun altmış "zirâ" olduğu bazı kaynaklarda kaydedilir. (Kurtubî, Tefsir, XX, 45) Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allahü Teâlâ ona, haydi şu meleklere git, selâm ver ve onların selâmını nasıl karşıladıklarını dinle! Çünkü bu, hem senin, hem de zürriyyetinin selâmlaşma örneğidir. Bunun üzerine Hz. Âdem (as) meleklere: "Es-selâmü aleyküm" dedi. Onlar da: "Es-selâmu aleyke ve rahmetullah" diye karşılık verdiler, Âdem (as), insanların büyük atası olduğu için, Cennet'e giren her kişi, Âdem (as)'in bu güzel suretinde girecektir. Hz. Âdem (as)'in torunları, onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeye devam etti. Nihayet bu eksiliş şimdi (Hz. Muhammed zamanında) sona erdi. [Buhârî, Sahih, IV, 102, Halk-ı Âdem (as), 2 Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX, 76, Hadis no: 1367]

Hz. Âdem (as)'e İsimlerin Öğretilmesi

Allah Hz. Âdem (as)'i yarattıktan sonra, dünyaya yerleşip kendilerinden faydalanabilmeleri için ona eşyanın isimlerini ve özelliklerini öğretti. İsimlerin dalâlet ettiği varlıkları anlama kabiliyeti verdi.

"Hani Rabbin bir vakit meleklere: 'Muhakkak ben, yeryüzünde (emirlerimi tebliğ etmeye ve uygulamaya koyacak) bir halife (bir insan) yaratacağım.' demişti. (Melekler de): 'Biz seni hamdinle tesbih ve seni ayıplardan, sana ortak koşmaktan ve eksikliklerden tenzih edip dururken orada (yerde) bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse(ler) mi yaratacaksın?' demişlerdi. Allah: 'Sizin bilmeyeceğinizi her halde ben bilirim.' demişti. Allah, Âdem (as)'e bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları (onların dalâlet ettikleri âlemleri ve eşyayı) meleklere gösterip 'Doğrucular iseniz (her şeyin içyüzünü biliyorsanız) bunları isimleriyle beraber bana haber verin.' demişti. (Melekler) de: 'Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki sensin sen.' demişlerdi." (Bakara, 2/30-32)

Bu ayetlerde geçen "halife" vekâlet gibi asaletin karşıtı olarak başkasına vekillik etmek, yani az veya çok aslın yerini tutarak, onu temsil etmek demek olan hilâfet * masdarından türemiş bir sıfattır. İsim olarak kullanılır. Aslı "halif"tir. Sonundaki "tâ" harfi mübalâğa içindir. Birinin arkasından makamına ve yerine vekâlet eden demektir. Bu niyâbet (vekâlet) ya aslın geçici olarak makamından ayrılması dolayısıyla verilir veya aslın acizliğinden dolayı yardım etmesi için verilir. Yahut bunların hiçbiri olmadığı halde asıl, vekiline sırf bir şeref bahşederek onu yüceltmek için vekâlet verir. İşte Cenâb-ı Allah'ın arzda evliyasını istihlâfı bu kâbildendir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'an İstanbul 1986, s. 223; Hamdi Yazır, a.g.e., I, 300)

Cenâb-ı Allah: "Yeryüzünde bir halife yaratacağım ve tayin edeceğim." demişti ki; kendi irade ve kudret sıfatımdan ona bazı salâhiyetler vereceğim, o bana izâfeten, bana niyâbeten yarattıklarım üzerinde birtakım tasarruflara sahip olacak, benim namıma ahkâmımı yeryüzünde yürürlüğe koyup uygulayacaktır. O, bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı namına asıl olarak hükümleri icra edemeyecek ancak benim bir nâibim, kalfam olacak, iradesiyle benim iradelerimi, emirlerimi, kanunlarımı tatbike memur bulunacak sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı vazifeyi icra edecek olanlar bulunacaktır.

"Verdikleriyle sizi denemek için, yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminki kiminizden derecelerle üstün yapan odur..." (En'âm, 6/165)

ayetinin sırrı zâhir olacaktır. Bu mana, Ashâb-ı Kirâm ve Tâbiîn'den uzun uzadıya nakledilegelen tefsirlerin özetidir. (Elmalılı, a.g.e., I, 300)

Allah Teâlâ, Âdem (as)'i yeryüzünde halifesi yapacağını meleklerine istişâre eder gibi tebliğ etmiş, Âdem (as)'i yarattıktan sonra ona eşyanın isimlerini öğretmiş, eşyanın bilgisini edinme ve beyan etme kabiliyetini vermiştir. Meleklerin devamlı olarak tesbih ve takdis vazifesiyle meşgul olmaları ve nefislerinin olmaması sebebiyle yeryüzünde halifelik ve imtihan keyfiyetlerine Âdem (as) ve evlâdlarının lâyık olacaklarını Âdem (as) ile meleklerini bir imtihandan geçirerek göstermiştir.

Yüce Allah Âdem (as)'i yarattıktan sonra zevcesi Havva*'yı onun eğe veya başka bir görüşe göre kaburga kemiğinden yarattı. (Kitabü Mecmuatün mine't-Tefâsir içinde Hâzin, II, 3) İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs, "Allah Havva'yı, Âdem (as)'i cennete yerleştirdikten sonra yaratmıştır." demişlerdir. (en-Nisâ, 4/1; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, XI, 304)

Hz. Âdem (as)'in Cennet'e Yerleştirilmesi:

Yüce Allah Âdem (as) ve eşine şöyle diyerek, Cennet'e yerleştirdi:

"Ve demiştik ki: Ey Âdem (as), sen ve eşin cennette yerleş, otur. Ondan (cennetin yiyeceklerinden) istediğiniz yerden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın.  Yoksa ikiniz de kendinize zulmedenlerden olursunuz. " (Bakara, 2/35; A'râf, 7/19)

"Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi Cennet'ten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve güneşte yanmazsın. " (Tâhâ, 20/1 17-1 19)

Hz. Âdem (as) ve eşine yasaklanan bu ağacın ne olduğu kesin olarak bilinmiyor. Bu ağacın buğday veya üzüm veyahut da incir olduğu hakkında rivayetler vardır. Biz bu ağacın ne olduğunu bilemeyiz. Çünkü yüce Allah bu ağacın ismini bize bildirmemiştir. Cenâb-ı Hakk cennette Âdem (as)'e büyük bir hürriyet vermekle beraber yine de buna bir sınır koymuştur. Bu sınırı aştıkları takdirde, kendilerine zulüm edeceklerdir. Cennete bu yasak ağaç, yenilmek için değil, insanın hayatını disipline etmek ve bir sınırlama ve kulluk için konulmuştur. Bununla beraber biz "Dünyayı sevmek, her bir günahın başıdır" hadîsinde bu yasak ağacı tayin eden bir dalâlet buluyoruz. Demek Hz. Âdem (as) o zaman dünya sınırlarına yaklaşmamak emri almış ve bundan bir müddet fıtratının gereği olarak yememiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., I, 323-324).

Daha önce İblis Hz. Âdem (as)'in üstünlüğünü çekemeyerek Allah'ın emrine karşı gelmiş, Âdem (as)'e secde etmeyip, saygı göstermemiş ve cennetten kovulmuştu. O zaman şeytan'ın Hz. Âdem (as) ve evlâtlarına musallat olup azdırma imkânı kaldırılmamıştı. Hatta, İblis'e onları günah işlemeye teşvik etme gücü verilmişti. (bk. A'râf, 7/12-18; Hicr, 15/32-42) Çünkü Âdem (as)'in şeref ve üstünlüğü, nefsine ve şeytana uymamakla gerçekleşecekti. Kendilerine verilen akıl ve irade sebebiyle Âdem (as) ve soyu, imtihandan geçecekler, sınanmaları için de peygamberler gönderilecekti.

Vesvese vererek insanları azdırma kabiliyetine sahip olan şeytan, ne yaptıysa yaptı, bir yolunu bularak Cennet'e girebildi.

"Derken şeytan, onlardan gizli bırakılmış o çirkin yerlerini (avret mahallerini) kendilerine açıklayıp göstermek için ikisine de vesvese* verdi ve 'Rabbiniz size bu ağacı başka bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız yahut ölümden kurtulup ebedi olarak kalıcılardan bulunacağınız için yasak etti.' dedi. Bir de onlara, 'Ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim.' diye yemin etti. İşte bu şekilde ikisini de aldatarak o ağaçtan yemeye tevessül ettirdi. Ağacın meyvesini tattıkları anda ise, o çirkin yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine cennet yaprağından üst üste yamayıp örtmeye başladılar. Rableri de 'Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?' diye nida etti." (A'râf, 7/20-22)

"Bundan sonra Âdem (as), Rabbinden (vahiy yoluyla) kelimeler belleyip aldı ve şöyle diyerek Allah'a yalvardılar: 'Ey Rabbimiz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bizi esirgemezsen herhalde en büyük zarara uğrayanlardan olacağız.' dediler." (A'râf, 7/23)

"Sonra Rabbi onu seçti (peygamber yaptı) da tövbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi. Allah şöyle dedi: 'Dünyada birbirinize düşman olmak üzere her ikiniz de oradan (cennetten) ininiz. Artık benden size bir hidayet (kitap) geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa, işte o sapıklığa düşmez ve bedbaht olmaz (ahirette zahmet çekmez)." (Tâha, 20/122-123)

Böylece Hz. Âdem (as) ve Havva ve nesillerinin yeryüzünde yerleşip kalmaları ve burada üreyip geçinmeleri, imtihan edilmeleri takdir edildi ve gerçekleştirildi. (Bakara, 2/3638; A'raf, 7/24)

Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd, Neseî ve Tirmizî'nin rivayet ettikleri bir hadîsinde Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

"Âdem (as) (a.s.) ile Musa (a.s.)'ın ruhları Rableri nezdinde münakaşa ettiler ve Âdem (as) (a.s.), Musa (a.s.)'ı delil getirerek mağlûp etti. Musa (a.s.) dedi ki:

'Sen Allah'ın eliyle (kudretiyle) yarattığı ve ruhundan üflediği ve melekleri senin için secde ettirdiği ve cennetine yerleştirdiği Âdem (as)'sin. Sonra da sen işlediğin suç sebebiyle insanları yeryüzüne indirdin.' dedi. Bunun üzerine Âdem (as) (a.s.) 'Sen Allah'ın peygamberliğine ve konuşmasına seçtiği ve içinde her şeyin açıklaması bulunan (Tevrat) levhalarını verdiği ve münacât edici olarak kendisine yaklaştırdığı Musa'sın. Benim yaratılmamdan kaç sene önce Tevrat'ı yazdığını gördün?' dedi. Musa (a.s.), 'Kırk sene önce.' diye cevap verdi. Âdem (as), 'Şu halde içinde "ve Âdem (as) Rabbi'ne isyan etti de..." meâlindeki ayeti gördün mü?' dedi. Musa (a.s.) 'Evet, gördüm.' dedi. Âdem (as) 'Allah'ın beni yaratmasından kırk sene önce işleyeceğimi yazdığı işi işlemem üzerine beni nasıl azarlarsın.' dedi. Resulullah (s.a.s.) neticede 'Âdem (as) hüccet ile Musa'yı mağlûp etti.'" buyurdu. (et-Tâc, I, Hadis no: 40)

Bundan sonra gelecek hidayet rehberlerine (peygamberlere), iman ederek uyup bağlanacaklar için, korkup üzülecekleri bir şeyin olmadığı ve bunların Cennet'e girecekleri bildirildi. İnkâr edip kötülük yapanların Cehennem'e girecekleri anlatıldı. (Bakara, 2/38-39, 82)

Âlimler, Hz. Âdem (as) ve eşinin iskân edildiği (yerleştirildiği) cennet hakkında görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Cennet, lügat açısından bağ, bahçe, bahçelik ve bağlık yer manasına gelir. Acaba Hz. Âdem (as)'in iskân edildiği bu cennet, yeryüzünün bağlılık, bahçelik ve ağaçlık köşelerinden bir köşe midir? Yoksa dünyadan ayrı ahirette müminlere vaad edilen cennet midir? Kur'an-ı Kerim'de buna dair açık ve kesin bir bilgi verilmemiştir. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre Hz. Âdem (as)'in eşiyle yerleştirildiği ve içinde yasak ağacın bulunduğu cennet, ahirette müminlere ve iyilik yapanlara va'd edilen, darü's-sevab (mükâfat yurdu) olan cennettir. Çünkü:

a) "Cenâb-ı Allah dedi ki: Kiminiz kiminize (nesilleriniz birbirlerine yahut müminlerle şeytan birbirlerine) düşman olarak inin. Arz'da sizin için bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek vardır. Orada (yeryüzünde) yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan diriltilip çıkarılacaksınız." (A'râf, 7/24-25; Ayrıca bk. Bakara, 2/36)

Bu ayetlerde Hubût (inmek) tabiri ve inilecek yer de arz (yeryüzü) olarak zikredilmiştir. İlk yerleşme noktası yeryüzü dışında bir yer olmalıdır ki, buradan yeryüzüne iniş söz konusu edilebilsin. Eğer Hz. Âdem (as) ve Havva'nın yerleştikleri yer arzdaki bir bahçe olsaydı "hubût"tan, inişten söz etmek mümkün olmazdı.

b) Tâhâ suresi 118-119'uncu âyetlerde Hz. Âdem (as)'in yerleştiği cennetin anlatılan vasıfları, yani acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak, sevap ve mükâfat yurdu olarak mü'minlere vaad edilen cennet'e aid niteliklerdir. Bu vasıfta olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Âdem (as)'in iskân edildiği cennet, ahirette müminlere va'dedilen cennettir.

c) Bu "Cennet" lâfzının başındaki elif lâm (lâm-ı ta'rîf) umûm (istiğrak) için değil, ahid içindir. Bu elif lâm, umûm ifâde ederse cennetlerin hepsi manasına gelir. Hâlbuki Hz. Âdem (as)'in bütün cennetlere (bahçelere) yerleşmesi imkânsızdır. Öyle ise bu cennetin manasını müslümanlar arasında bilinen ve dârü's-sevâb (mükâfat yurdu) olan cennete hamletmek gereklidir. (Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, I, 233; Razı, Mefâtîhu'l-Gayb, I, 455; Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu, Kur'an-ı Kerim Meâl ve Tefsiri, s. 95 vd.)

d) Yine bazı haberlere göre: Allah meleklerinden birisine dünyanın her yerinden topraklar getirterek Hz. Âdem (as)'i cennette yaratmıştır. (İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'an'i'l-Azîm, I, 132.) Hz. Âdem (as) ile Hz. Musa'nın ruhlarının çekiştiğini bildiren hadîs (bunun meâlini yukarıda verdik) de bu cennetin sevab yurdu olan cennet olduğunu açıklar.

Ebu'l-Kasım el-Belhî ve Ebû Müslim el-İsfahânî de "Hz. Âdem (as)'in yerleştiği cennet, bahçe manasına olup bu dünyadadır." derler. Bu zatlar ayette geçen "ihbitû" kelimesine de "giriniz, gidiniz, konunuz" gibi manalar veriyorlar. "İhbitû mısran = Bir şehre ininiz, yerleşiniz" (Bakara, 2/61) gibi. Bu zatlar Hz. Âdem (as)'in yerleştiği Cennet'in bu dünyada olduğuna dair şu şekilde delil getiriyorlar:

1) Eğer Hz. Âdem (as)'in yerleştiği bu cennet, sevap ve mükâfat yurdu olan cennet olsaydı, elbette ebedî kalınacak cennet olurdu. Hz. Âdem (as) de ebedî kalınacak cennette olduğunu bilir ve şeytan da onu "Rabbiniz size bu ağacı, melek olmanız için, yahud ölümden kurtularak ebedî kalıcılardan olacağınız için yasak etti." (A'râf, 7/20) diyerek aldatamazdı.

2) Yüce Allah'ın "Onlar (cennette olanlar) oradan çıkarılacaklar da değildir." (Hicr, 15/48) sözünün dalâletiyle Cennet'e giren bir daha oradan çıkmaz.

3) İblis, Hz. Âdem (as) için secde etmekten kaçınarak kibirlendiğinden Allah'ın gazâb ve lânetine uğramış ve kâfir olmuştur. Böyle olan bir kimse cennete giremez.

4) Ahirette müminlere va'd edilen cennet teklif ve imtihan yeri olmayıp müminlerin içinde serbestçe dolaşacakları ve bütün nimetlerinden diledikleri gibi faydalanacakları bir yerdir. Halbuki burada eşiyle beraber Hz. Âdem (as)'e bir ağacın meyvesi yasaklanmıştır.

5) Allah Teâlâ "Yeryüzünde bir halife yaratacağım..." (Bakara, 2/30) diye belirttiği için Hz. Âdem (as)'i Arz'da yarattı. Kur'an'da onu göğe (Cennet'e) naklettiğini zikretmedi. Onu dünyadan semaya nakletmesi, nimetlerin en büyüğünden olduğu için zikredilmeye daha layık olurdu. Kur'an-ı Kerim'de böyle önemli bir olayı doğrulayacak kesin ve açık bir ifade yoktur. Öyle ise Hz. Âdem (as) ve eşinin iskân edildiği bu cennet, içinde ebedi kalınacak cennetten başka bir cennettir. (Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, I, 454)

Hz. Âdem (as)'in oturduğu cennetin mükâfat yurdu olan cennet olması veya bundan başkası olması mümkündür. Çünkü bu konudaki nakli deliller zayıf ve Kur'an'da buna dair kesin bir delil yoktur. Bunu Allah'tan başka kimse bilemediğine göre, şu cennettir veya bu cennettir diye kestirip atmamak veya bu konuda tevakkuf etmek lâzımdır. Nitekim selefi salihîn ve bunlara tâbi olan birçok müfessirler böyle yapmışlardır. (Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, 1, s. 455)

Fakat biz burada hemen şunu kaydedelim: Hz. Âdem (as) ve eşinin iskân edildiği cennetin mükâfat yurdu olan cennet olduğuna dair deliller daha kuvvetlidir. Ayrıca cennete girince çıkılamayacağı meselesi duruma göre değişir. Misafir olarak girmekle mûkîm olarak girmek aynı değildir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.) mi'rac gecesi cennete girmiş ve çıkmıştır. Hz. Âdem (as)'in cennetten yeryüzüne inişinin mahiyeti bizce meçhuldür.

Hz. Âdem (as)'in Peygamberliği

Hz. Âdem (as) ilk insan olduğu gibi aynı zamanda ilk peygamber*dir. Hz. Âdem (as) yeryüzüne indirildikten sonra, Cenâb-ı Allah insan nesillerinin hepsini onunla eşi Havva'dan türetmiştir. Allahü Teâlâ bu hakikati Nisâ sûresinin birinci ayetinde şu şekilde dile getiriyor:

"Ey insanlar! Sizi tek bir candan (Âdem'den) yaratan, ondan da yine onun zevcesini (Havva'yı) yaratan ve ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar türetip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının... " (Nisâ, 4/2)

Bir hadîs-i şerîflerinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

"Allah Teâlâ Âdem (as)'i  yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Âdemoğulları kendilerinde bulunan toprak miktarına göre, kimi kırmızı, kimi beyaz kimi siyah, kimi bunların arasında bir renkte; (tabiat bakımından da) kimi yumuşak, kimi sert, bazıları kötü, bazıları da iyi olarak geldiler." (Tirmizî, Tefsir, 3).

Bu hadisi Tirmizî sahih bir senetle rivayet etmiştir.

Allah, insanı nefsinin şehvet ve şeytanın vesveselerine maruz kalacak şekilde yaratmış, ona bunlara karşı koyacak akıl, hayır ve şerri birbirinden ayırt edecek vicdan (kalb gözü) vermiştir. Cenâb-ı Allah böylece insanı bu dünyada imtihan alanına koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği olmak üzere hayır, fazilet, şer ve rezalet yollarını gösterecek, hak ile batılı öğretecek, hayır ve kemâl yollarına irşad edecek peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hakk peygamberler göndermekle, insanın tabiatına ve halîfeliğine uygun imtihan şartlarını tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını öldükten sonra diriltilince verecek, imanlı olup iyilik ve sevap terazileri ağır gelenler cennet'e girecektir. Bunları kendilerine öğretip ikaz etmek için peygamberlere ihtiyaç vardır. İlk insanlara peygamber olmaya en lâyık olan zat, Allah Teâlâ'nın doğrudan doğruya vasıtasız konuştuğu ataları Hz. Âdem (as)'di.

Hz. Âdem (as)'in peygamberliği kendisine emir ve nehiy olunduğuna dalâlet eden Kur'an ayetleri ile sabittir. Çünkü onun zamanında başka bir peygamber yoktu. Bu duruma göre kendisine gelen o emir ve nehiyler, vahiy vasıtasıyla olup başka bir vasıta ile değildir. Kur'an'da geçen Hz. Âdem (as)'in iki oğlunun Allah'a kurban takdim etmeleri, ikisinden birinin kurbanının kabul olunduğunun bildirilmesi (Mâide, 5/27) Hz. Âdem (as)'e vahiy ile bildirilmiştir. Kur'an'da Hz. Âdem (as)'in peygamberliğe seçildiğinin anlatılması için "Istafâ" (Âl-i İmrân, 3/33) kelimesi ile "İctebâ" (Tâhâ, 20/122) kelimeleri kullanılıyor. Kur'an'da diğer peygamberler için de ıstıfâ' ve ictibâ' kelimelerinden müştak kelimeler kullanılıyor. (A'râf, 7/144; Bakara, 2/130; Hac, 22/75; Sâd, 38/47; Nahl, 16/121; Âli İmrân, 3/79; Yusuf, 12/6; En'âm, 6/87; Şûrâ, 42/13; Kalem, 68/50) Öyle ise Hz. Âdem (as) de peygamberdir.

Hz. Âdem (as)'in peygamber olduğunu açıkça bildiren hadisler de vardır. Ebu Ümame (ö. 81/700) rivayet ediyor "Ebu Zerr (ö. 32/652) Peygamberimize 'Ya Nebiyallah, peygamberlerden ilk peygamber kimdir?' diye sorduğunda, Peygamberimiz (s.a.s.): "Âdem (as)'dir." dedi. Ebu Zerr, "Ya Rasûlullah o, Nebî oldu mu?" diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.s.), "Evet, o mükellem bir Nebî (Allah'ın kendisiyle vasıtasız konuştuğu peygamber) idi." dedi." (Ahmed b. Hanbel, V, 265)

Diğer bir hadîste de kıyamet gününde, diğer nebiler gibi Hz. Âdem (as)'in de bir peygamber olarak, Hz. Resulullah (s.a.s.)'ın sancağı altında bulunacağı haber verilmiştir. (Tirmizî, II, 202) Hz. Âdem (as)'in peygamberliği hususunda bütün müslümanlar ittifak etmişlerdir. (Teftâzânî, Şerhu'l-Akâid, s. 62; Devvânî, Celâl, s. 71; Aliyyü'lKârî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, 101)

Hz. Âdem (as)'in evlâdları onun irşâdı* ile Allah'a iman etmiş, zamanlarındaki maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin eden ahkâmı ondan öğrenmişlerdir. Ebû İdris el-Havlânî'nin, Ebû Zerr'den rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Âdem (as)'e on sahifelik bir kitap indirildiğini söylemiştir. (Abdurrahman Hubneke'l-Meydânî, el-Akidetü'lİslamiyye ve Usûsuhâ, II, 260)

İnsanların dinden ayrılarak ihtilâf etmeleri, hak dinin izini kaybederek batıl itikatlara saplanmaları sonradan çeşitli sebeplerle meydana gelen kötü bir durumdur. Böylece beşeriyetin başlangıcının bir vahşet devri olmadığı anlaşılır. Hz. Âdem (as)'den sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan insanlar doğru yoldan ayrılmışlardır. Allah, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Şu ayet bu hakikati ifade eder:

"İnsanlar (ilk önce) bir ümmetti (onlar ihtilâf ettiler). Allah da müjde verici ve azabının habercileri olarak peygamberler gönderdi..." (Bakara, 2/213)

Yukarıda gördüğümüz gibi Yüce Allah, ilk insan Hz. Âdem (as)'i bizzat doğrudan doğruya çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwinist olan tekâmülcülerin iddia ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden gelişerek tek hücreli canlı olması ve bunun da gelişerek çeşitli hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da insana dönüşmesi yoluyla meydana gelmemiştir. Uydurma ve yakıştırmadan ibaret olan bu nazariyenin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde ve delîl olarak kabul ettikleri materyal fosillerinde, en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun aksini isbat edecek fosil ve deliller pek çoktur. Mendel ve Pastör kanunları gibi.

Tekâmül nazariyesi bilim ve akıl nazarında muhaldir. Şöyle ki: Madde ve enerjide "emtropi" vardır: Gözlenen bütün tabii sistemlerde düzensizliğe doğru, yani dağılıp saçılmaya doğru bir eğilim vardır. Bu gerçek, hem mikro ve hem de makro seviyelerde olmak üzere geçerlidir. Madde parçacıkları dağılıp saçılır gider. Enerji de akıllı birisi tarafından plânlı ve düzenli olarak kapalı duvarlar arasında ve borular içerisinde kontrol altına alınmazsa dağılır gider. Dışarıdan gelen güneş enerjisi de, bunu alıp kullanacak çok muazzam bir makina sistemi yoksa boşlukta dağılır. Bu bir fizik kanunudur. Aklı başında olan bir âlim bu kanuna karşı gelecek cesareti gösteremez.

Madde âtıldır (eylemsizdir) kendiliğinden bir gücü yoktur (fizikteki atâlet prensibi). Allah'tan başka hiçbir şeyin kendiliğinden hiçbir gücü, düzen ve nizâmı yoktur (ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh). Akıllı ve şuurlu birisi tarafından plânlı düzenli bir makina sistemiyle kontrol edilmeyen enerji de her şeyi dağıtır, yakar ve yıkar. Meselâ nükleer bir santralda kontrol altına alınamayan bir atom enerjisi her şeyi yakar ve yıkar, dağıtır ve boşlukta dağılır gider. Öyle ise basit bir otomobilin bir yapıcı mühendisi olmadan demir yığınları arasından güneş enerjisi veya herhangi bir enerji ile meydana gelmesi imkânsızdır. Deney ve gözlem ve akıl bunu kabul etmez. En basit bir canlının organizmasının (cesedinin) yanında, mükemmel bir otomobil veya en ileri seviyede yapılmış bir elektronik beyin, çocuk oyuncağı gibi kalır. Bir elektronik beyin bozulduğu vakit kendi kendisini tamir edemez, kendi mislini ve benzerini, maddelerini dışarıdan toplayarak yapamaz. Çünkü âtıldır ve şuuru yoktur. Bunlar akıllı birisinin yapacağı hesap ve plân işidir. Akılsız ve cansız madde kendiliğinden bir makina veya bir elektronik beyini yapamayınca, ya bunların yapıcısı olan insanı nasıl yaratabilir? İnsanın yaptığı en mükemmel bir elektronik beyin, insan tarafından tamir edilip kontrol edilmezse, kendisini tekamül ettirmek şöyle dursun madde yığınları arasında dağılıp gider.

Bir eser müessirinden (yaratıcısından) üstün olamaz. Bir eserde yapıcısında bulunmayan vasıflar bulunamaz. Netice sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa, parçacıkları taşın eseri (neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve bunun özellikleri olan şuur ve akıl hiç yoktur: vicdan ve bunun özellikleri olan sevgi, nefret ve üzüntü de yoktur. Bir maddenin, pek çok mükemmel makina sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde hiç bulunmayan canı, hele akıl, irade ve vicdanın kaynağı olan ruhu vermesi ne kadar muhal ve imkânsızdır. Can enerji değildir. Can, canlının duymasını ve gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir etme, kendisini koruma ve neslini devam ettirme vazifesini üstlenen manevî bir cevherdir.

Bir canlı sisteminin meydana gelebilmesi için mutlaka şu şartlar gereklidir:

1. Sistemin gelişigüzel değil, enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekanizması ve makina sistemi olmalıdır.

2. Otomobilin çalışması için nasıl petrol lâzımsa, bunun da kullanılabileceği bir enerji kaynağı yani besinler bulunmalıdır. Canlıların besinleri, bitki ve hayvan organizmalarıdır.

3. Bu enerjinin dönüşüm mekanizmalarını idare edip devam ettirmek ve çoğaltmak için bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci kanunu olarak ifade edilen ve kâinatta geçerli kanuna göre sistemlerin düzensizliğe doğru tabii bir kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü şoför, elektronik beyinde kontrol mühendisidir. Otomobilin şoförü veya elektronik beyinin kontrolcüsü ölmüşse bunlar kendi kendilerine gayeli ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin benzerlerini meydana getiremezler ve kendilerini tamir edemezler. Az bir zaman sonra çürür, dağılır ve saçılıp giderler. Canlıların mekanizma ve makinalarının kontrolcü ve idarecisi candır. Canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekâsına rağmen insan dahi ona canı veremez.

4. Canlı bir sistemin mutlaka akıllı ve âlim bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah'tır. Otomobilin yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o akıllara durgunluk verecek çok muazzam makina sistemlerini, oksijen, hidrojen (yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan ve bunlara canı veren Allah'tır.

İnsanla hayvan arasında mahiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irade ve vicdan vardır. Hayvanlarda bunlar yoktur. Bunların kaynağı da Allah'ın insana verdiği ruhtur. Bu insanî ruh hayvanda yoktur.
Buna göre tekâmül nazariyesi (Darwinizm) muhaldir (imkânsızdır).

Darwinizme inananların, insanın maddeden kendiliğinden tekâmül ederek meydana gelişini "Akılları mı emrediyor, yoksa bunlar azgın kimseler midir?" (et-Tûr, 52/32)

(Muhittin BAĞÇECİ, Şamil İ. A.)

41 Hz. Yusuf zamanındaki firavun kimdir?

- Unutmamak gerekir ki, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerle ilgili en önemli tarih kaynağı Tevrat(ahd-ı atik)tır. Hz. Yusuf’un hayat hikayesi, orada -Kur’an’a yakın bir tarzda- anlatılmaktadır.

Yıllar boyunca yapılan araştırmalar sonucunda, Mısır tarihinde yer alan isimlerle İsrail kaynaklarında geçen isimlerin farklı olsa da aynı kişilerden bahsedildiği görüşü benimsenmiştir.

Birçok tarih araştırmacısı, Mısır tarihinde ismi geçen Imhotep'in Mısır tarihindeki Yusuf ile aynı kişi olduğuna kanaat getirmişlerdir. [Ya da Zaphenath-Paneah olarak da anılmaktadır / “Ve Yusuf'a Zaphnath-paaneah (Dünya Koruyucusu) adını verdi" -Tekvin, 4l: 40-45]

Tarih, Imhotep'in yapılarından da bahsetmektedir. Hz. Yusuf zamanındaki Kral'ın "King Djoser" olduğu söyleniyor. Kıtlığın, Djoser'in hükümdarlığının 18. yılında gerçekleşmesi bir tarihi kayıt olarak anılılıyor. Sahra'da yer alan Djoser'in Piramiti, yapılan ilk piramit olup Imhotep tarafından yapılmıştır. Kıtlık zamanında insanlar birbirlerine bağlantılı piramitler arasında tahıl satılan bir piramitten tahıl satın almışlardır ve bugün hala tahıllardan kalıntıların piramitlerin içerisinde yer alması da ilginçtir. Tahıl siloları bugün gezilebilmektedir.  

İncil'de anlatılana göre Hz.Yusuf'un "benim kemiklerimi İsrail'e götürün" vasiyeti bulunmaktadır ve ilginçtir ki Imhotep'in naaşı hiçbir zaman Mısır'da  bulunamamıştır.

Arkeoloji uzmanlarına göre Hz.Yusuf'un mezarı bugün Filistin'de yer almaktadır ve bugün bir ibadet yeri olarak gezilebilmektedir. (Mary Nell Wyatt, Joseph in Ancient Egyptian History)

24 Eylül 2009 yılında bulunan tarihi bir sikke üzerinde, kıtlık yıllarına ait semboller yer almakta olup bugün o tarihi para Mısır müzesinde sergilenmektedir. (The Middle East Media Research İnstitute: http://www.memri.org/report/en/o/0/0/0/0/0/3663.htm)

- İslam kaynaklarında o günkü kralın adı “el-Velid b. er-Reyyan”dır. (bk. el-Meraği, Yusuf suresi, 54-55. ayetin tefsiri; bazılarına göre adı “er-Reyyan”dır. bk. Razi, ilgili yer)

Diğer bazı bilgilere göre, Hz.Yusuf bu dönemde (m.ö. 1500) yaşamıştır. Mısır dilindeki ismi Yuzarsif'tir. Hz. Yusuf 3. Amenhotep zamanında saraya köle olarak gelmiş, 4. Amenhotep zamanında Kralın başdanışmanı ve Mısır Azizi olmuştur. 4. Amenhotep Hz. Yusuf'a tabi olup bir tek Allah'a iman etmiş ve Akhenaton ismini almıştır. Akhenaton bir tek Allah'a iman eden demektir. Nefertiti de Allah'a iman edenler arasındadır.

42 Hz. Şit aleyhisselam hakkında bilgi verir misiniz?

Şit aleyhisselâmın babası, Âdem aleyhisselâm, annesi de Hz. Havvâ'dır.(1)

Âdem Aleyhisselâmın oğlu Kabil, kardeşi Hâbil'i kıskanarak öldürdükten beş yıl sonra(2), Şit (Hibetullâh) Aleyhisselâm (3) doğdu.

Cebrail Aleyhisselâm, Hz. Havva'ya: "Allah, bunu (Şit'i), sana, Hâbil'in yerine verdi" dedi.(4) (Hibetullâh)a: Arabça’da Şes, Süryancada Şas, İbrancada Şis denir.(5) Şit Aleyhisselâm, doğunca, Âdem Aleyhisselâm da: "Bu, Hibetullâh'dır (Allah'ın Hibesidir)." demiş ve Hâbil'den dolayı yemin etmiştir.(6)

Alınlardan Alınlara Geçen Peygamberlik Nuru:

Hz. Havva, Şit'e hâmile olunca, alnında parıldamağa başlayan Nûr, Şit'i doğurduğu zaman, onun alnına geçmişti.

Âdem Aleyhisselâm, bundan, Şit'in kendisinden sonra, yerini tutacağını anlamıştı.(7)

Şit Aleyhisselâmın alnında parlayan Peygamberlik Nûr'u, zevcesine, oğlu Enuş doğduğu zaman da Enuş'un alnına, ondan da oğlu Kaynan'ın alnına geçmiş, asırlar boyunca, alından alına geçmiş durmuş ve nihayet, Abdulmuttalibden Abdullâh'a, ondan da Muhammed Aleyhissalatü vesselâma geçip son temelli sahibinde karar kılmıştır.(8)

Şit Aleyhisselâmın Bazı Faziletleri ve Peygamberliği:

Şit Aleyhisselâm; Âdem Aleyhisselâmın oğullarının en ulusu, en üstünü, Âdem Aleyhisselâma, en sevgilisi ve ona, en çok benzeyeni idi.(9)

Âdem Aleyhisselâm; vefatından on bir gün önce(10), Şit Aleyhisselâma:

"Ey oğulcuğum! Sen, benden sonra, Halîfem'sin!" diyerek vazifesini takva üzere yürütmesini tavsiye etti.(11)

Onu, bir vasiyetname ile yerine vekil bıraktı.(12)

Bunu, Kabil'den ve Kabil oğullarından gizli tutmasını, ona emretti.(13)

Gece ve gündüz saatlerini ve her mahlukun, Allâh’a, hangi saatlerde, ne gibi ibadetler yaptıklarını bildirdi. Vuku bulacak Tufan hakkında da, bilgi verdi.(14)

Âdem Aleyhisselâm; Kabil oğullarının zina ve içkiye düştüklerini, bozulduklarını görünce de Şit Aleyhisselâmın oğullarına da Kabil oğulları ile evlilik bağlantısı kurmamalarını tavsiye etti.(15)

Yüce Allah; Âdem Aleyhisselâma, yirmi bir(16), Şit Aleyhisselâma da yirmi dokuz sahife indirip(17) Şit Aleyhisselâmı, bu elliyi bulan sahifelere göre (18) hareket ve amel etmekle mükellef kıldı.(19)

Yüce Allah'ın; Âlâ sûresinin on sekizinci âyetinde andığı Suhufu Ûlâ, Hibetullâh Şit b.Âdem Aleyhisselâm ile İdris Aleyhisselâm'a indirilmiş olan sahifelerdi.(20)

Peygamberlik, din, ibâdet ve Yüce Allah'ın Hak ve şeriatlarına göre hareket, Şit Aleyhisselâm'da ve oğullarında bulundu.

Şit Aleyhisselâmın yurdu, dağın başında; Kabil oğullarının yurdu ise, vadinin altında idi.(21)

Şit Aleyhisselâm; Allah'ı, takdis ve tenzihden geri durmaz, kavmine de; Allah'ın buyruklarına karşı sakınmalarını, Allah'ı, her türlü noksan, eksik sıfatlardan uzak tutmalarını ve dâima iyi işler işlemelerini emrederdi.

Bunun için, Şit oğulları ve kadınları arasında ne düşmanlık, ne kıskançlık olur, ne kin tutulur, ne suçlama yapılır, ne yalan söylenir, ne de, boş yere yemin edilirdi.

Onlardan, her hangi biri, yemin etmek istediği zaman, ancak: "Hâbil'in kanı üzerine yemin olsun ki!" derdi.(22)

Âdem Aleyhisselâm'dan sonra, oğullarından, Kabe'nin onarımını ilk defa, taşla ve çamurla yapan da, Şit Aleyhisselâm idi.(23)

Şit Aleyhisselâm; vefat edinceye kadar, Mekke'de kalmaktan Hacc ve Umre yapmaktan geri durmadı.(24)

Şit Aleyhisselâmın Vefatı:

Şit Aleyhisselâm; vefat edeceği sırada, yerine oğlu Enuş'u bırakıp ona; Âdem Aleyhisselâmın, tâbut içindeki cesedini, korumasını, Allah'ın buyruklarını yerine getirmesini ve kavmine de bunu ve Allah'a güzelce ibâdet etmelerini emretmesini istedi. Oğullarına bereket duası yaptı.

Oturdukları mukaddes dağdan inmemeleri, çocuklarının da oradan inmelerine engel olmalarını ve lanetlenmiş Kabil'in çocuklarıyla düşüp kalkmamaları hakkında da Hâbil'in kanı üzerine and verdi. Sonra, vefat etti.(25) Ona ve gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!

Şit Aleyhisselâm, vefat ettiği zaman, dokuz yüz on iki yaşında idi.(26) İdris Aleyhisselâm da o zaman yirmi yaşında bulunuyordu.(27)

Şit Aleyhisselâmın oğlu Enuş, babasının cesedini özel ağaç zamkı ile ve darçın gibi kokan ağacın kokusu ile kokuladı.(28)

Şit Aleyhisselâmın cenaze namazını; oğulları, oğullarının oğulları ile kızları ve kızlarının oğulları gelip kıldılar.(29)

Rivayete göre: Şit Aleyhisselâm da Mekke dağlarından Ebû Kubeys dağındaki mağaraya gömülen Ebeveyninin yanına gömülmüştür.(30)

Ahlâk kitapları, Hz. Âdem (as)’in, vefatından önce oğlu Şît’e ve dolayısıyla bütün insanlığa beş maddelik mühim bir öğütte bulunduğunu kaydederler. Ders ve ibret dolu bu nasihatlar şöyledir:

"— Ey Şît! Oğullarına söyle:

1. Dünyadan ayrılmayacaklarmış gibi bakmasınlar. Buradan bir gün göçüp gideceklerini düşünsünler.

2. İnsanlara söyle, hiç kimsenin sözünü düşünmeden kabul etmesinler. Biraz düşünüp doğruluk derecesini incelesinler.

3. Oğulların yapacakları işin sonunu iyi düşünsünler... Eğer ben yasak ağacın meyvesinden yerken, bu işin sonunu düşünseydim, başıma gelen gelmeyecekti...

4. Bir işe başlarken içinde o işe ait bir endişe ve isteksizlik olursa, işi tekrar düşünüp, yeniden tetkik etsinler.

5. Doğruluk derecesini kesin olarak bilemedikleri işlerde de bilenlere sorsunlar. Dürüstlüğüne inandıkları kimselerle yaptıkları istişare neticesinde, varacakları karara göre hareket etsinler.

Eğer ben meleklere başvurup işimin sonunu onlarla konuşup karara bağlasaydım, başıma gelenlere katlanmak zorunda kalmayacaktım."

Dipnotlar:

1. İbn.İshak, İbn Hişam-Sîre c.1, s.3.
2. Taberî-Tarih c.1, s.76.
3. İkiz olarak değil, yalnız olarak (Mir Hâvend-Ravzatussafa. Terceme s.115).
4. İbn.Sa'd-Tabakat c.1, s.37.
5. İbn.Sa'd-Tabakat c.1, s.37, Taberi-Tarih c.1, s.76, İbn.Asâkir-Tarih c.6, s,354.
6. Belâzürî-Ensabüleşraf c.1, s.3.
7. Mes'ûdî-Murûcuzzeheb c.1, s.37.
8. Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1, s.38-39.
9. İbn.Kuteybe-Maarif s.10, Yâkubî-Tarih c.1,s.7, Mir Hâvend-Ravzat Terceme s.115.
10. Taberî-Tarih c.1, s.79, Salebî-Arâis s.47, ibn.Esîr-Kâmil c.1, s.49.
11. İbn.Asâkir-Tarih c.6, s.359.
12. Taberî-Tarih c.1, s.79, Mesûdî-Murucuzzeheb c.1, s.49.
13. Taberî-Tarih c.1, s.79, Sâlebî-Arâis s.47, İbn. Esîr-Kâmil c.1, s.49.
14. Taberî-Tarih c.1, s.76.
15. İbn.Sa'd Tabakat c.1, s.39.
16. On sahife indirildiği rivayeti de vardır. (Taberî-Tarih c. 1, s. 161, Ebû Nuaym-Hilyetülevliya c. 1 ,s. 167, Zemahşerî-Keşşaf c.4, s.245.
17. Mes'ûdî-Murucuzzeheb c.1, s.40.
18. İbn.Kuteybe-Maarif s.10.
19. Taberî-Tarih c.l, s.81, İbn Esîr-Kâmil c.1, s.54.
20. Taberî-Tarih c.1, s.86.
21. Mes'ûdî-Ahbaruzzeman s.86.
22. Yâkubî-Tarih c.1, s.8.
23. İbn Kuteybe-Maarif, s.10.
24. Taberî-Tarih c.1, s.81.
25. Yâkubî-Tarih, c.1, s.8.
26. Ibn.Kuteybe-Maarif s.10.
27. İbn Asâkir-Tarih c.6, s.359-360.
28. İbn Asâkir-Tarih c.6, s.260.
29. Yâkubî-Tarih c.1, s.8.
30. Zehebî'den naklen Ebüttayıb-Şifâülgaram c.1, s.442.

(M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/69-70)

43 Hz. İsmail, Peygamberimizin soyunun devamına vesile olan evliliğini kiminle yapmıştır?

Hz. İsmail Aleyhisselâm, ilk zevcesini boşadıktan sonra(1), Cürhümîlerden Mudad b.Amr'ül Cürhümî'nin kızı ile evlenmiş, kendisinin, ondan on iki oğlu doğmuştu.(2)

Mudad'ın kızının ismi Ra'le idi.(3)

İsmail Aleyhisselâmın, Ra'leden doğan oğullarının isimleri şöyle idi:

1) Nâbit,
2) Kaydar,
3) Ezbel veya Ezbil
4) Mebşa veya Menşâ
5) Mişma' veya Meşmae,
6) Maşı,
7) Duma,
8) Ezer veya Ezür,
9) Tayma,
10) Yatur,
11) Nebiş veya Neyiş,
12) Kayzuma(4)

Hz. İsmail Aleyhisselâmın vefatından sonra, Kâbe hizmetini, oğlu Nabit, üzerine alıp yönetti.(5)

Bu hizmetin, önce Kaydar, ondan sonra Nabit tarafından yönetildiği rivayet olun­duğu gibi; (6)

Hz. İsmail Aleyhisselâmın vefatından sonra Kabe hizmetiyle, önce, Kaydar'ın, sonra, Teymen b. Nabt'ın, ondan sonra, Nabit b. Hemeysa', b. Teymen, b. Nabt'ın meş­gul olduğu ve Nabit'in vefatı üzerine de bu hizmetin, Cürhümîler tarafından gö­rüldüğü rivayet ve Nabit'in şeceresi de Nabit b. Hemeysa', b. Teymen, b. Nabt, b. Kaydar, b. İsmail Aleyhisselâm olarak kaydedilir.(7)

Kaydar'ın Bazı Özellikleri:

1) Hz. İsmail Aleyhisselâmın oğullarından Kaydar'ın yüzünde Muhammed Aleyhis­selâmın Nûr'u parıldardı.
2) Savaşçılık,
3) Güreşçilik,
4) Ok atıcılık,
5) Avcılık,
6) Ata binicilik... gibi bir takım özellikleri de, vardı.

Her gün, av silahının yanına vardığı zaman, silahından, ya dişi bir geyiğin, ya da, bir kuşun:

"Allah'ın ismini anmadıkça, beni, kesme! Besmele çekmedikçe de, yeme!" diye seslendiğini işitirdi.(8)

Nâbıt vefat ettiği zaman, Hz. İsmail Aleyhisselâmın oğulları, geçim bolluğu olan yer­lere dağıldılar.

İçlerinden bazısı ise;

"Biz, Allah'ın Hareminden ayrılmayız!" diyerek Mekke'de kaldılar.

Mekke'de kalanlar arasında, İsmail Aleyhisselâmın küçük yaştaki çocukları da, bulunuyordu.(9)

Bunun için, Kabe hizmetini, Hz. İsmail Aleyhisselâmın oğullarının ana tarafından babaları olan Mudad b. Amr'elcühenî, üzerine aldı.(10)

Dipnotlar:

1. Buharî-Sahihc.4,s.115, Taberî-Tarih c.1,s.132, Sâlebî-Araiss.83, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.1O4, Ezrakî-Ahbaru Mekke c.1,s.58.
2. İbn.İshak, İbn.Hişam-Sîre c.1,s.5, İbn.Sa'd-Tabakat c.1,8.51, Ezrakî-Ahbaru Mekke c.1,s.81, İbn.Kuteybe-Maarif ş.16 Yâkubî-Tarih c.1,s.222, Taberî-Tarih c.1,8.161, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.125
3. İbn.Sa'd-Tabakat c.1,s.51, Ezrakî-Ahbaru Mekke c.1,s.86
4.  İbn.İshak, İbn.Hişam-Sîre c.1 ,s.5, İbn.Sa'd-Tabakat c.1 ,s.51, ibn.Habîb-Muhabber s.386, Ezrakî-AhbaruMekke c.1,8.81, Yâkubî-Tarih C.1.S.222, Taberî-Tarih c.1,s.161, Mes'udî-Murucuzzeheb c.1,s.62, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.125, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.193, ibn.Haldun-Tarih c.2,ks.1,s.39.
5. ibn.Sa'd-Tabakat c.1,s.52, Ezrakî-Ahbaru Mekke c.1,s.81-82, Yâkubî-Tarih c.1,s.222, Dîneverî-El'ahbar s.9, ibn.Kuteybe-Maarif s.16, Taberî-Tarih c.2, s.198, Mes'ûdî-Nurûcuzzeheb c. 2, s.49 , İbn.Haldun-Tarih c.2,ks.1,s.3.
6. Yâkubî-tarih C.1.S.222, İbn.Haldun-Tarih c.2,ks.1,s.331.
7. Belazürî-Ensabüleşraf c.1,s.8,12.
8. Diyar.Bekrî Hamîs c.1,s.146.
9. Yâkubî-Tarih C.1.S.222.
10. ibn.İshak,İbn.Hişam-Sîrec.1,s.12O, Ezrakî-Ahbaru Mekke c.1,s.81, Yâkubî-Tarih c.1,s.222, Taberî-Tarih c.2,s.198.

(M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 1/235-236.)

44 Ruhu veya bedeni ilk yaratılan kimdir? Allah, Hz. Havva'yı neden Hz. Âdem gibi ayrıca yaratmamış da Hz. Âdem'in kaburga kemiğinden yaratmıştır?

İlk yaratılan insan ruhu Peygamber Efendimiz (asm)'in ruhudur. Bedeni ilk yaratılan insan da Hz. Âdem (as)'dir.

İnsanlık âlemi, aile dediğimiz karşılıklı sevgi ve hürmet esasına dayanan bir müesseseye muhtaçtır. Bunun sağlanması, insanlığın kurtulması anlamına gelir. İşte Hz. Âdem (as)’dan hanımının yaratılması, kudret-i İlahiyenin ayrı bir delilidir. Fakat önemli olan Allah’ın Hz. Âdem'in noksanlığını tamamlayacak ve sıkıntısını giderecek hanımının yaratılmasını haber vermektir.

"Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan Allah'tır. O, eşini kucaklayıp sarılınca (ona yaklaşınca), eşi hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: 'Eğer bize salih bir evlat verirsen, biz muhakkak şükredenlerden olacağız.' "(A’raf, 7/189)

Burada ise bu hitabı doğrudan doğruya günahlardan sakınma emri takip ediyor. Bunu da özellikle kadınların yaratılışı ile beraber yaratılış delili takip ediyor ki; bunda "Ey insanlar! Artık büsbütün sakınma dönemine girmeniz ve aşağıda gelecek tarzda tekliflerin (yükümlülüklerin) zevk ve hikmetinin manevi hazzını anlamanızın sırası geldi ve sakınma konularının en önemlilerinden birisi de kadınlar konusudur." gibi düzgün ve edebî bir anlatım vardır.

Hz. Âdem,

"Şüphesiz Allah Âdem'i seçerek üstün kıldı." (Âl-i İmran, 3/33). Ve

“Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol!..' dedi ve o da oluverdi." (Âl-i imran, 3/59)

âyetlerinden anlaşıldığı üzere, topraktan seçilerek yaratılmıştır. Hz. Havva da, Âdem'in kendisinden ayrılarak yaratılmıştır. Bu mânâ hadislerde

"Havva, Âdem'in bir kaburga kemiğinden yaratıldı."(Buhari, Nikah 79; Müslim, Reda 65; Tirmizi, Talak 12; Darimi, Nikah 45; Ahmed b. Hanbel, II/428, 449, 530 ve V/164.)

diye nakledilmiştir ki, bir yarılma mânâsına gelir. Ve bu mânâ eşlik ilişkisinin temeli demektir. Bir sahih hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Kadın bir kaburga kemiği gibidir. Kadın bir kaburga kemiğinden, bir eğri kaburga kemiğinden yaratıldı, onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın, kırılması da boşanmasıdır."(Müslim, Reda 64; Nesai, Nikah 15; Ahmed b. Hanbel, II/168.)

Burada "eğri kaburga kemiği", bu yarılmaya işaret etmekle beraber, erkekle kadın arasındaki tabiat uyumsuzluğuna ve kadınların erkekleştirilmeye kalkışılması, onları kırıp atmak demek olduğuna dair uyarıyı içeren bir misaldir. Bundan başka bu kısımlara ayrılmanın, cennetteki yaratılış başlangıcında meydana geldiği de hadislerde yer almıştır.

45 Hz. Adem'e cennette yasaklanan ağaç ne idi, bunun cinsellik olduğunu duydum, doğru mu?

Bakara Suresi, Ayet 35:

"Dedik ki: Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."

Ayette geçen ve yaklaşılması yasak olan ağaç ne idi?

Doğrusu bunu Allah Teâlâ Kur'ân'da bize ismiyle bildirmemiştir ve ancak bunun cennette belli ağaç olduğunu, Âdem'in kurtuluş ve saadetinin bozulmasına sebep olma özelliği bulunduğunu anlatmıştır. Demek fazlasını yani ne olduğunu bilmemizde Allah katında bir fayda yoktur, ve şimdilik mümkün değildir. Muhakkik müfessirlerin tercih ettiği düşünce de budur.

Bununla beraber buğday veya üzüm veya incir olduğu hakkında bazı rivayetler de vardır. Tevrat ehli, "bür" yani buğday demişler; Vehb b. Yemâmî'den de: "Fakat öyle bir cennet buğdayı ki, tanesi sığır yüreği gibi, kaymaktan lezzetli, baldan tatlı." diye bir tabir nakledilmiştir. İbn Abbas ve daha bazılarından "sünbüle" (başak) diye rivayet edilmiştir. "Dünyada evladına rızık kılınan başaktır." tabiri dahi naklediliyor.

İbn Mesud'dan asma, üzüm ağacı olduğu yanı sıra incir olabileceği de söyleyenler vardır. Bu meyanda şu tabir de vardır: "Bu öyle bir ağaçtır ki, melekler hulûd (ölümsüzlüğe ermek) için bununla kaşınırlar."

Bunların tamamının birer temsilî mânâ ifade ettikleri açıktır.

Hristiyanlardan rivayet edilen telakkiye göre, bunun kadınla erkek arasındaki cinsî yaklaşmadan kinaye olduğudur. Hristiyanlıktaki ruhbaniyet (yani evlenmemek), evlenmemeyi ibadet ve sevap itikat etmek önermesinin bu telakkî ile ilgilidir. Fakat bu konuların ifade edildiği ilgili ayetlerin anlamları cinsellik olarak anlaşılmasına kapı aralamamaktadır. Kaldıki bu anlam kastedilmiş olunsaydı "birbirinize yaklaşmayınız" demek, hem yeterli ve hem açık olurdu.

Şüphesiz bizce daha uygun olan bu konuda tevakkuf etmektir. Gaybi bir konu olduğu için o ağacın niteliğini tayin edemeyiz. Rivayetlerde denildiği gibi bu buğday ise, delice buğdaydır. Bir üzüm ise, şarap üzümüdür. Bir incir ise, kurtlu incirdir. Ve her halde sarhoş ediciliği vardır. O halde aklı alır ve Allah'ı unutturur. Cennete yenilmek için değil, tahdit (sınırlama) ve kulluk için konulmuştur.

(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili , Eser Neşriyat ve Dağıtım, I/322)

46 Hz. Musa evlilik yapmış mıydı, yapmışsa kaç çocuğu olmuştur ve çocuklarının isimleri nelerdir?

Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de şu ifadeler yer almaktadır:

"O sırada, kadınlardan biri utana utana yürüyüp ona geldi: 'Babam sana sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor.' dedi. Musa ona gelince, başından geçeni anlattı. O: 'Korkma! Artık zâlim milletten kurtuldun.' dedi. İki kadından biri: 'Babacığım, onu ücretli olarak tut. Ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır.' dedi. Kadınların babası, 'Bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, o senden bir lütuf olur. Ama sana ağırlık vermek istemem. İnşallah beni iyi kimselerden bulacaksın.' dedi. Musa: 'Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, bir kötülüğe uğramayacağım. Söylediklerimize Allah vekildir.' dedi." (Kasas, 28/25-28).

İbn-i Kesir şöyle diyor:

"Kızların babasının kim olduğu hakkında görüş ayrılığı vardır. Bunun Şuayb (a.s), olduğu hususunda kanaatler vardır. Ulemanın çoğunluğu da bu görüştedir. Hasan Basri, Malik b. Enes'den naklolunan bir rivayeti delil getirerek diyor ki:

"Hz. Şuayb kavmi helâk olduktan sonra uzun bir ömür yaşamış, tâ ki Musa (a.s)'a ulaşmış ve kızını ona nikâhlamıştır."

Hz. Şuayb (a.s)'ın kızı Safura'yla nikâhlandıktan sonra Musa (a.s), Medyen'de kalıp, hanımının mehri olmak üzere on yıl koyun güttü. Bir rivayete göre, Peygamberimize (asm) tam olarak ne kadar çalıştığı sorulmuş; o da on sene olduğunu buyurmuştur. Buradan anlaşıldığı üzere, tam on yıl çobanlık yapmıştır.

Kitab-ı Mukaddes'den elde edilen bilgilere göre Hz. Musa (as)'nın bu evlilikten Gerşom ile Eliezer adında iki oğlu dünyaya gelmiştir. (Çıkış, 2/16-22, 18/3-4; I. Târihler, 23/15-17)

İslami kaynaklara göre ise; Hz. Mu­sa (as), Medyen'deki süresini tamamlayınca hanımını ve sürüsünü alarak yola koyu­lur. Soğuk bir kış akşamında Tûr'a varır. Dağda ateş görür, yaklaştığında kendisi­ne seslenilir ve Firavun'a gitmesi istenir. Musa'nın burada bir oğlu olur. Hanımı oğ­luyla birlikte Şuayb'ın yanına döner. (Sa'lebî, s. 136-139) Mûsâ da Hârûn ile beraber İsrâiloğulları'nı kurtarmak üzere Firavun'a gitmekle görevlendirilir.

(bk. TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2006, MUSA mad., XXXI/207-212)

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Musa (as)'ın hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

47 Hz. Eyüp hakkında bilgi verir misiniz?

Sabır, sebat ve teslimiyet timsâli olan Eyyub (as) varlıkta ve darlıkta şükürden asla ayrılmayan, en mesut günlerinde ve en muztarip anlarında Allah'a olan bağlılığından zerre kadar kopmayan müstesna bir insandı.

Hz. Eyyub (as)'ın canlı bir örnek olan hâli ve kıssası Kur'anı-ı Kerim'de yer almaktadır. Onun uzun süren dayanılmaz bir hastalığa müptelâ olduğu, fakat bu İlâhî imtihanı üstün azmi ve sabrı neticesinde kazandığı, sonunda Rabbine yaptığı niyazı sayesinde sıhhat ve afiyete kavuştuğu anlatılmaktadır.

Hz. Eyyub (as)'ın kıssasının tafsilatına tefsirlerimizde yer verilirken, sancılı bir hastalığa tutulduğu bildirilmektedir. Öyle ki, vücudunun her tarafını saran yara ve ağrılar sadece kalb ve diline ulaşmamış; ne zaman ki, Allah'ı zikrine mâni olacak şekilde ağrılar kalp ve diline ilişince sadece "ubudiyet-i İlâhiye için" Allah'a iltica etmiş, duasının kabul edilmesiyle de bu musibetten kurtulmuşlar.

Hz. Eyyub (as)'ın bedenindeki yaralar ve yaralardan meydana gelen kurtlar (mikroplar), bakınca görenleri tiksindirecek, halkı kendisinden nefret ettirecek bir vaziyette değildi. Onu görenler ağır bir hastalık içinde bulunduğunu biliyorlar, ancak ondan tiksinip kaçmıyorlardı. Çünkü onda öyle bir hâl yoktu.

Günümüzde verem ve kanser gibi yaygın halde bulunan birtakım iç hastalıklar vardır ki, dıştan bakışta hastada bir yara ve hastalık belirtisi görülmemekte, bakanlar bir tiksinti duymamakta, fakat hasta dayanılmaz bir acı içinde kıvranmakta ve için için erimektedir. İşte Eyyub (as)'ın hastalığı da böyle hariçten görenleri iğrendirecek bir hastalık değildi. Çünkü peygamberler, halkın nefretine sebep olacak arızalardan uzaktır ve Allah tarafından korunmuştur. Peygamberlerin tiksindirici şeylere müptelâ olmaları, peygamberliğin bir icabı olan halkla bir arada olmaya, insanları hak ve doğru yola davete mâni olan bir durumdur. Bu ise "nübüvvet" hikmetine uygun değildir.1

Yani, Hz. Eyyub (as) bir peygamber olması dolayısıyla, Allah tarafından insanları hakka ve hidayete çağırmakla vazifeliydi. Böyle iğrendirici bir hastalığa yakalansaydı, esas vazifesi olan tebliği ve dine daveti yapamazdı. Zaten malının, mülkünün, çoluk ve çocuğunun elinden alınması ve sonunda derin bir hastalıkla imtihana tâbi tutulması, neticede tahammül gösterip sabretmesi, insanlara bir örnek gösterilme hikmetine bağlıdır.

Hz. Eyyub (as) kıssasına temas eden Bediüzzaman Hazretleri ise günümüz insanının alması gereken dersi şöyle ifade etmektedir:

"Hazreti Eyyub Aleyhisselâmın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtını ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek Hazret-i Eyyub'dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münacat-ı Eyyubiyeye o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bahusus nasıl ki, o Hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar, kalp ve lisanına ilişmişler. Öyle de, bizleri günahlarıdmızdan gelen yaralar ve yaralardan hâsıl olan vesveseler, şüpheler (neûzübillah) mahalli-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip, imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar."2

Dipnotlar:

1. Hülâsatü'l-Beyân Fî-Tefsiri'l-Kurân, IX/3469.

2. Lem'alar, İkinci Lem'a, s. 6-7.

(Mehmed PAKSU, Meseleler ve Çözümleri -I)

48 Hz. İbrahim, neden oğlu olursa onu Allah'a kurban etmeyi adamış?

Hz. İbrahim’in oğlunu kurban edeceğini vadettiğine dair ne bir ayet ne de bir hadise rastlayamadık.

Bazı tefsirlerde Hz. İbrahim'in, oğlunun olacağına dair ilahî müjdeyi aldığında böyle bir vâdde bulunduğuna dair yer alan bilgilerin sağlam dayanağı yoktur. Nitekim, bu hikâyenin yer aldığı bazı kaynaklarda, bu bilgi sadece Süddi adlı müfessire dayandırılmıştır. (bk. Taberî, Kurtıbî,  Saffat, 37/101-102. ayetin tefsiri)

Hz. İbrahim'in oğlunu kesmesine dair bir rüya görmesi ve bu rüyanın gereğini yerine getirmeye çalışması, Kur'an gibi Kitab-ı mukaddeste de yer almaktadır. Demek bu konuda semavi dinlerin vahiy metinleri ittifak halindedir.

“İbrâhim dedi ki: 'Ben, Rabbimin gitmemi emrettiği yere doğru gidiyorum, O elbet bana yol gösterecektir. Ya Rabbî, salih evlatlar lütfet bana!' Biz de ona aklı başında bir oğul müjdeledik."

"Çocuk büyüyüp yanında koşacak çağa erişince bir gün ona: 'Evladım, dedi, ben rüyamda seni kurban etmeye giriştiğimi görüyorum, nasıl yaparız bu işi, sen ne dersin bu işe!' Oğlu: 'Babacığım! Hiç düşünüp çekinme, sana Allah tarafından ne emrediliyorsa onu yap. Allah’ın izniyle benim de sabırlı, dayanıklı biri olduğumu göreceksin!' dedi.” (Saffat, 37/99-102)

Bu husus gerçek bir surette bir insanın boğazlanmasına dair bir emir değildir. Bilakis Allah'ın halil (candan dost) olarak almak istediği ve peygamberlerin büyük çoğunluğunu neslinden çıkardığı Hz. İbrahim'i en büyük bir testten geçiriyordu. Nitekim Kur'an'da yer alan

"İkisi de bu şekilde teslim olduklarında, onu tuttu şakağı üzerinde yatırdı. Biz ona şöyle seslendik: 'Ey İbrahim! Gerçekten rüyayı doğruladın. İşte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz bu apaçık ve kesin, çetin bir imtihandı.' Ona büyük bir kurbanlık fidye verdik." (Saffat, 37/103-107)

mealindeki ayetlerde bu imtihan gerçeğine açıkça  vurgu yapılmıştır.

Hz. İbrahim’in bu rüyayı Zilhicce'nin sekizinci, dokuzuncu, onuncu yani terviye, arefe, Kurban bayramı geceleri sıra ile üç gece gördüğü bilinir. Peygamberlerin rüyası vahiy, tabirleri de vahiy olduğundan Hz. İbrahim böyle görmüş ve böyle tabir etmiş ve dolayısıyla böyle vahiy almış olmakla bu, yerine getirilmesi vacib hak, bir emir olmuş oluyordu.

Bunun üzerine onu zorla yapmaya kalkışmayıp, önce yerine getirilme şeklini istişare etmek üzere oğlunun görüşünü sorarak tebliğ etti ki, bununla ilk önce onun itaat ve boyun eğmekle ecir ve sevaba ermesini temin etmek istedi.

Düşünmeli, bunu söylerken "Ey yavrucuğum!" diye hitab eden bir babanın kalbinde ne yüksek bir şefkat duygusu çarpıyor ve ona ne kadar büyük bir vazife aşkı, Allah sevgisi hakim bulunuyordu.

Düşünmeli de duymalı ki, bu ne büyük bir deneme, ne dehşetli bir ilâhî imtihandı!

İşte bunun böyle ilâhî bir emir olduğunu anlayan ve Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu bilen o yumuşak huylu oğul "Ey babacığım! dedi, ne emrolunuyorsan yap. Beni inşaallah sabredenlerden bulacaksın." (Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetlerin tefsiri)

Kaynaklarda verilen ayrıntılı bilgilere göre Hz. İbrahim, rüyasında aldığı buyruğu yerine getirmeye karar verip gerçekleştirmek üzereyken, bu tutumuyla Allah tarafından tabi tutulduğu büyük teslimiyet sınavını kazandığı için Allah Teâlâ, Cebrail aracılığıyla (Zemahşeri, ilgili ayetlerin tefsiri) görkemli bir koç göndererek ,oğlunun yerine bunu kurban etmesini istemiş, Hz. İbrahim de öyle yapmıştır.

Hz. İbrahim, yakılmayı göze alacak derecede tehlikelere göğüs gererek putperestlere karşı mücadele verdiği gibi, evladını kurban etme buyruğuna da tereddütsüz boyun eğmiş; bu büyük özveriye karşı Yüce Allah hem onun ateşte yanmasını önlemiş hem de oğlunu ölümden kurtarmıştır.

Devamındaki ayetlerde "İşte iyileri biz böyle ödüllendiririz." ifadesi bu lütuflara işaret etmekte; Hz. İbrahim'in sonraki bütün kuşaklar arasında selâm ve saygıyla anılmasının sağlandığı, isminin ebedileştirildigi bildirilmektedir.

Nitekim bugün de Hz. İbrahim kitabî dinlerde saygın bir yere sahiptir. Biz Müslümanlar, bütün peygamberleri derin bir saygıyla andığımız gibi özellikle "Allahümme salli..." ve Allahümme bârik..." diye başlayan dualarımızda kendi Peygamberimizin yanında Hz. İbrahim'e de dua ederiz...

49 İmran ailesinden bahseden ayetleri açıklar mısınız?

Kur’an’da Hz. Meryem’in İmran (İbranice’de İmran)’ın kızı olduğu açıkça ifade edilmiştir.

Aşağıdaki ayetler bunu göstermektedir:

"İmrân'ın karısı (Meryem’in annesi) şöyle demişti: 'Rabbim! Karnımdakini azatlı bir kul olarak sırf sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz (niyazımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen sensin" (Al-i İmran, 3/35).

"Bir de İmran’ın kızı Meryem’i misal getirir. Meryem, iffet ve namusunu korudu. Biz ona Ruhumuzdan üfledik. O da Rabbisinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti ve gönülden itaat edenlerden oldu." (Tahrim, 66/12).

Ünlü İslam Tarihçisi ve tefsirci İbn Cerîr Taberî’ye göre, Meryem’in babası olan İmran’ın soyu şöyledir:

İmran Yaşhem’in oğludur. Onun babası Emun, onun babası Minşa, onun babası Hazkıya, onun babası Ahzik, onun babası Yusem, onun babası Aazarya,  onun babası Emsiya, onun babası Yavuş, onun babası Ahzihu, onun babası Yarem, onun babası Yahvaşat, onun babası Esabir, onun babası Ebiya, onun babası Recam / Rahbeam, onun babası Süleyman, onun babası Davud, onun babası İşa’dır (bk. Taberî, Ali İmran, 35. ayetin tefsiri). (Not: Arapça’dan yazdığımız isimlerin yazılımında ufak tefek hatalar olabilir).

Bazı kaynaklara göre Hz. Meryem’in babası olan İmran’ın babasının ismi Masan’dır (Razî, Ebu’s-Suud, Suyutî-ed-Dürrü’l-Mensur, Ali İmran, 35. ayetin tefsiri).

Hz. İsa’nın annesi olan Meryem’in babası olan İmran Masan veya Yahşem’in oğludur. Hz. Musa ve Hz. Harun’un ablaları olan Meryem’in babası olan İmran ise Yasher’in oğludur (bk. Ebu’s- Suud, Ali İmran, 35. ayetin tefsiri).

Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi, Meryem’in babası olan İmran ile Musa ve Harun’un babası olan İmran birbirinden tamamen farklı ayrı kişilerdir. İsim benzerliğinden başka,  zaman ve mekân bakımından bir yakınlıkları söz konusu değildir.

Soruda geçen Al-i İmran Suresi, 33 – 36. Ayetler:

33-34. Allah, birbirinden gelme nesiller olarak Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini seçip âlemlere (bütün yaratılmışlara) üstün kıldı. Allah işiten ve bilendir.

35. Bir zamanlar İmrân'ın karısı şöyle demişti: "Rabbim! Karnımdakini kayıtsız şartsız sana adadım, benden kabul buyur; kuşkusuz sensin her şeyi işiten, her şeyi bilen."

36. Onu doğurunca dedi ki: "Rabbim! Onu kız doğurdum." Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir; erkek de kız gibi değildir. "Ben onun adını Meryem koydum ve işte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytana karşı sana ısmarlıyorum."

İlgili Ayetlerin Açıklaması:

Kur'ân-ı Kerîm'de İmrân ismi üç âyette geçmektedir. Bu âyette ve Tahrîm sûresinin 12. âyetinde anılan İmrân'ın Hz. Meryem'in babası (Hz. İsa'nın dedesi) olduğu açıktır. Bu sûrenin 33. âyetinde geçen İmrân ile kimin kastedildiği hususunda ise iki görüş bulunmaktadır:

Bir görüşe göre bu, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn'un babası olan İmrân'dır. Diğer görüşe göre bu iki zatın yaşadıkları zaman dilimleri arasında yaklaşık 1800 yıl fark bulunduğu ve bu sûrede, özellikle 35. âyetten itibaren Hz. İsa'nın ailesinden söz edildiği dikkate alınırsa 33. âyette zikri geçen İmrân'ın da Hz. Meryem'in babası olan İmrân olarak anlaşılması uygun olur.

Buradaki İmrân Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'un babası olarak düşünülse bile, onların da Meryem adında bir kız kardeşinin bulunduğuna dair rivayet ile Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan Hz. Meryem'e "Ey Harun'un kız kardeşi!" şeklinde hitap edildiği bilgisi (Meryem, 19/28) arasında bağ kurulması doğru olmaz. Böyle bir bağ kurulması, anılan âyet-i kerîmedeki maksadın anlaşılmamış olmasından kaynaklanmaktadır.

İyi incelendiğinde görülür ki, kendi toplumunda Hz. Meryem'e "Ey Harun'un kız kardeşi!" diye hitap edilmesi, "onun din kardeşi ve onun soyundan gelen" anlamını taşımaktadır. Her ne kadar bir kısım doğu bilimciler bazı Müslüman yazarların eserlerindeki bu karışıklığa dayanarak Kur'ân-ı Kerîm'e eleştiri yöneltmişlerse de, Kur'ân-ı Kerîm'in bu konudaki açıklamalarında herhangi bir çelişki ve tarihî verilerle uyumsuzluk bulunmamaktadır.

Genellikle Hristiyan muhitinden gelen bu eleştirilerin objektif olmadığı, kendi kutsal kitaplarında aynı yönde yer alan bilgilere itiraz etmemelerinden kolayca anlaşıl maktadır. Nitekim Luka İncili'nde Hz. Zekeriyyâ'nın eşi Elizabeth için "Hârûn kızlarındandı" (Luka, 1/5) denmektedir. (Ömer Faruk Harman, "Hz. İsa", İFAVAns., IV, 424)

Bu âyette İmrân'ın hanımı diye anılan ve Hz. Meryem'in annesi olan kadının ismi Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilmez. Onun adı İslâmî kaynaklarda Hanne, hıristiyan kaynaklarda Anna diye geçer. İmrân'ın hanımının, karnındaki çocuğu Allah için adamasıyla ilgili değişik rivayetler vardır.

Bunlardan birine göre, uzun zaman çocuğu olmayan İmrân'ın karısı bir gün bir kuşun yavrusunu beslediğini görünce buna imrenmiş ve yüce Allah'a yalvarıp çocuk ihsan etmesini dilemiş ve çocuğu olduğunda onu Beytülmakdis'in hizmetine vermeyi adamıştı. Meryem'e hamile olduktan sonra da kocası İmrân ölmüştü. İmrân'ın karısının karnında taşıdığı çocuğu tam anlamıyla Allah'a adadığı ve kabulü için niyazda bulunduğu âyetten açıkça anlaşılmaktadır.

Fakat âyette geçen "muharrer" kelimesi ve adağın içeriği farklı şekillerde yorumlanmıştır. Sözlük anlamı itibariyle muharrar "azat edilmiş, tamamen özgürlüğüne kavuşturulmuş, kimsenin kendisi üzerinde hak ilintisi kalmamış kişi" demektir. Burada kelimeye, dünya işlerinden âzâde kılınmış ve kendini sırf Allah'a kulluk etmeye veren; halis bir kul; -Yahudilik'te mabedin ve özellikle Beytülmakdis'in hizmeti için çocuk adanması uygulamasının bulunduğu noktasından hareketle- "mabede veya kutsal kitabı okuyanlara hizmet eden" gibi anlamlar verilmiştir.

İster Allah'a kulluk yönü ister mabede hizmet yönü vurgulanmak istensin, burada her türlü kayıt ve sınırlamadan uzak mutlak bir adama iradesinin bulunduğu anlaşılmaktadır. O sebeple mealinde bu kelimeye "kayıtsız şartsız" anlamı verilmiştir.

İmrân'ın karısı adakta bulunduğu esnada, adadığı konuya (muhtemelen Beytülmakdis hizmetine) elverişli cinsiyete sahip, yani bir erkek çocuğu dünyaya getirme ihtimalini esas almıştı. Çocuğun kız olduğunu görünce, duyduğu üzüntü ve burukluğun ifadesi olarak ağzından şu söz dökülüverdi:

"Rabbim! Onu kız doğurdum". ayet-i kerîmede "Oysa Allah ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir." buyurularak, bu hayıflanmanın onun işin hakikatini bilmemesinden kaynaklandığı ve dünyaya getirdiği bu kız evlâdın ne kadar ulvî bir mertebeye sahip olacağı ima edilmiştir. İşte bu cümleden sonra gelen "Erkek de kız gibi değildir." cümlesi bu mâna ile bağlantılı olarak Allah'ın sözünün devamı olarak düşünülmüş ve her iki kelimenin başında bulunan belirlilik takısı (lâm-ı ta'rîf) bilinen birini belirtme anlamı taşıdığı ("ahd" için olduğu) anlayışıyla bu iki cümleye şöyle mana verilmiştir:

"Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir; o (onun dilediği) erkek (Allah'ın lütfettiği ve yüce bir mertebeyle onurlandırılacak olan) bu kız gibi değildir" (Zemahşerî, I, 186)

Bazı müfessirler aynı anlayışla, fakat Meryem'in annesinin -yüce Allah'ın ilhamıyla- kızının çok ulvî bir mertebeye erişeceğini bildiğini kabul ederek son cümleye şöyle anlam vermişlerdir: "(Benim istediğim) o erkek çocuk (elbette Allah'ın lütfettiği) bu kız çocuk gibi değildir." (Râzî, VIII, 27)

Buna karşılık müfessirlerin çoğunluğu, bu cümlenin Meryem'in annesine ait olduğu, fakat adağın konusunun yerine gelmesi açısından erkek çocuğunun kız çocuğuna üstünlüğünü ve bu konudaki üzüntüsünü belirtmek üzere söylendiği kanaatindedir.

Bize göre, bu cümleyi iki cinsten birinin diğerine üstünlüğü değil, Meryem'in annesinin adakta bulunurken -kavminin âdetine uyarak- niyetine aldığı erkek çocuğun kız çocuğundan farklı olduğunu ifade eden bir ifade olarak düşünmek, hem sözün akışına uygun hem de lafza daha uygun bir yorum olur.

İmrân'ın eşinin çocuğuna "Meryem" adını vermesi, -kız çocuğu dünyaya getirmiş olmasına rağmen- onu Allah yoluna adama yönündeki sözüne sadakatini sürdürme çabası içinde olduğunu göstermektedir. Zira yukarıda anıldığı üzere Meryem, Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'un kız kardeşinin adıdır ve İsrâiloğulları geleneğinde kadın cinsi için Meryem adı çok makbul bir isim sayılagelmiştir.

Bir de İmrân'ın eşi kızına bu adı vermek suretiyle onun babasının adıyla Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'un kız kardeşi olan Meryem'in babası arasında anlamlı bir bağ kurmuş oluyordu. Çünkü o da İmrân kızı Meryem idi.

Tefsirlerde Meryem adının onların dilinde "Allah'a kulluk eden" (Zemahşerî, I, 186) ve "Rabbin hizmetinde olan" (Şevkânî, 1,372) anlamına geldiği ileri sürülürse de, Kasımî Tevrat ve İncil'de geçen isimlerin açıklamalarına bakıldığında farklı bir mana ile ("acılık", "denizin acılığı") karşılaşıldığını ifade eder (IV, 835) Kitâb-ı Mukaddes sözlüklerinde de Meryem'in basit veya bileşik kelime olabileceği ihtimallerine işaret edildikten sonra bunun ne anlama geldiği konusunda pek çok görüş ve izah bulunduğu belirtilir; burada anılan başlıca mânalar şunlardır: Acı deniz, onların isyanı, denizin hanımefendisi, deniz damlası, deniz yıldızı. (Mesela bk. H. Lesetre, "Marie", Dictionnaire De La Bible)

Meryem'in annesi onun adını koyduktan sonra "İşte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytana karşı sana ısmarlıyorum." şeklinde içtenlikle dua etmişti. Bu duada Meryem'in soyunu da zikretmesi, Allah yoluna adadığı çocuğunun şeytana uymaması ve iffetini koruması için rabbinden yardım dilemesi veya genel olarak kendi soyundan gelenler İçin hayır duada bulunması şeklinde anlaşılabilir. Bununla birlikte önceki cümleye Cenâb-ı Hakk'ın ilhamıyla kızının büyük bir peygambere anne olacağını bildiği anlayışı ile mâna verenlerin yorumunu da destekleyici görünmektedir. (bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu: I, 400-401)

50 Hz. Yakup dayısının büyük kızıyla evlenmiş. Sonra karısı vefat edince karısının kardeşiyle evlenmiş. Bu bilgi doğru mu?

Yakub (a.s), önce dayısı Leban'ın büyük kızı Leyya ile ve ondan sonra da küçük kızı Rahil ile evlenmiştir. Leyya'dan Rabil, Yehuza, Şemun ve Lavi adındaki oğulları doğmuştur. Râhil'den de Yusuf ve Bünyamin dünyaya gelmiştir.

Yakub (a.s)'ın diğer iki hanımından altı oğlu daha vardı. Toplam on iki erkek evlada sahipti. (İbn Kuteybe, Kilabu'l-Meârif, Beyrut 1970, s. 19; İbn Haldun, Tarih, Beyrut, 1971, 1/39)

Dinimize göre kişinin dayısının kızı ile evlenmesi caizdir.

İki kız kardeşle aynı anda evli olma konusunda gelince:

Nisa suresinin 23. ayetine göre, iki kız kardeş ile aynı anda evli olmak haramdır.

"... Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı; ancak geçen geçmiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Nisa, 4/23)

Fakat kişi, karısının ölümü veya onu boşaması halinde, karısının kız kardeşi ile evlenebilir. Nikah için, boşadığı karısının iddet müddetinin bitmesini beklemesi gerekir. Onun iddeti bittiği andan itibaren baldızı ile evlenebilir. (bk. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiye, 2/101)

Nitekim Hz. Osman, Hz. Peygamber (asm) Efendimizin kızı Hz. Rukıyye ile evlendi. Hz. Rukıyye’nin vefatından sonra, Peygamber Efendimiz Hz. Osman’ı diğer kızı Ümmü Külsûm ile evlendirdi.

Demek ki, iki kız kardeşle bir arada evli olmak haramdır. Ayette yasaklanan da budur.

Aynı şekilde biri erkek sayıldığı takdirde diğeri ile evlenmesi caiz olmayan iki kadının, mesela bir kızla halasının veya teyzesinin birlikte nikah edilmesi de iki kız kardeşin bir arada nikah edilmesi gibi haramdır. Bunun için Hz. Peygamber (asm) meşhur bir hadisinde buyurmuştur ki: "Bir kadın ne halasının, ne teyzesinin ne kardeşin kızının ne kız kardeşinin kızının üzerine nikah olunmaz." 

Ancak eski devirlerde geçmiş olanlar başka. Onlardan dolayı sorumluluk yoktur. Çünkü bu şekilde evlenme Yakub (a.s.) şeriatında vardı. Şüphesiz ki Allah gafur (çok bağışlayan), rahim (çok merhamet eden)dir. Fakat şimdi ve gelecekte bunlar yasak ve haramdırlar.

51 Peygamberler ve sahabe zamanında çok evlilik nasıl açıklanabilir?

Bu zatların ibadetlerinde şüphe yoktur. Özellikle peygamberlerin ibadet ve adalet anlayış ve uygulamalarında tereddüt etmek yanlış olur. Maddi imkânlar açısından o günün şartlarında, üzerlerine düşen yükümlülüklerini yerine getirdikleri kuşkusuzdur.  Karı-koca münasebetleri açısından da özel güce sahip olduklarına dair haberler söz konusudur.

Hatta, Hz. Süleyman (as)’ın “bir gece yetmiş veya doksan cariye veya hanımıyla birlikte olup doksan tane Allah yolunda cihad edecek savaşçının yaratılmasına vesile olacağını...” söylemiş ve “Allah’ın izniyle” demeyi ihmal ettiği için bir süreliğine saltanatından azledilmiş…” olduğuna dair bilgiler vardır.(bk.Razî,  Şevkânî, Sad, 34. ayetin tefsiri).

Buharî’de de -saltanattan uzaklaştırılmayla ilişkilendirilmeden- Hz. Süleyman (as)’ın: “Yemin olsun ki, ben bu gece yetmiş veya doksan (Buharî’nin tercihi doksan rivayetidir) kadınla / hanımıyla birlikte olacağını, onlardan her birisinin Allah yolunda cihad edecek bir savaşçıya gebe olacağını" söylemiş, arkadaşı “inşallah” demişse de Hz. Süleyman (as) onu söylemeyi ihmal etmişti. Bu yüzden söz konusu doksan kadından yalnız bir tanesi gebe kalmıştı.(bk. Buharî, Enbiya, 40).

Bu sahih hadiste Hz. Peygamber (a.s.m) Hz. Süleyman (as)’ın bir gecede doksan kadınla birlikte olduğunu ifade etmektedir. Kur’an ise, onun hakkında:

“...O ne güzel bir kuldu; sürekli bize yönelir, bize yalvarıp yakarırdı.” (Sad, 38/30)

buyuruyor. O hâlde bize düşen, peygamberlere, sahabelere ve salih insanlara hüsnüzan etmek, kullukla ev reisliğini bir arada götürebilecek bir güce sahip olduklarını kabul etmektir.

52 Hz. Musa'nın adam öldürdüğü doğru mudur? Öldürmüşse bu büyük günah değil midir?

Hz. Musa (as) kavga eden iki kişiyi ayırırken, hataen o adamın ölümüne neden olmuştur. Bundan dolayı da Allah'tan af dilemiş, Allah da onu affetmiştir.

Ayetler şöyledir:

"Musa, halkının habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbirleriyle döğüşür buldu. Kendi tarafı olan, düşmana karşı ondan yardım diledi. Musa da ötekine bir yumruk indirip onun ölümüne sebep oldu. 'Bu, şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşmandır.' dedi."

"Musa, 'Rabbim! Doğrusu kendimi ziyana uğrattım. Beni bağışla!' dedi; Allah da, onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı, çok merhamet edici olan ancak O'dur." (Kasas, 28/15-16)

53 Her topluma, her kıtaya peygamber gönderilmiş midir?

İnsanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderildiği hadisde rivayet edilmiştir. Bu bakımdan her ümmete ve topluma peygamber gönderilmiştir.

İnsanlık tarihi boyunca, gerek dini ve ahlaki yönden gerekse bilim ve teknoloji yönünde insanların önderleri peygamberler olmuştur. Bu bakımdan toplumlarda görülen güzellikler hak dinin mahsulüdür.

1. Peygamberlerin yalnız Arap Yarımadası'ndan zuhûru ve diğer kıtalarda hiçbir Nebî'nin gelmeyişi.

2. Kendilerine peygamber gönderilmeyen milletlerin azâba uğratılmasının adâlet olmayacağı hususu.

Şimdi sırasıyla her iki hususu da ele alalım. Ancak, daha önce insanlar arasında NEBÎ'nin yerine dikkati çekmekte fâide, hatta zarûret olduğu üzerinde duralım. Peygamberlik, üstün bir pâyedir. O, insanın öz yüceliğinin Hakk'dan halka eğilmiş bir dalı ve tabiat içinde, tabiatın verâsını yaşayan varlığın gönlü ve dilidir. Onda hem bir seçilme ve yükseltilme, hem de gönderilip vazîfeli kılınma vardır. Dâhilerde olduğu gibi, nebî, sadece yüce bir dimağ, eşya ve hâdiselere nüfuz eden bir istidât değildir. O, bütün melekeleriyle faâl, ceyyid, devamlı dalgalanan ve her dalgalanışta yeni bir arşiye çizen gökler ötesine yükselen mes'elelerine ilâhî esintilerden tahlil bekleyen, eşyanın ötelerle birleşme noktası sayılan ufuk insandır.

Onda, cisim rûha, akıl kalbe tâbi; nazar, isimler ve sıfâtlar âleminde; kadem, nazarın ulaşabildiği her yerde ve onunla beraberdir... Nebî de duygular en son tomurcuğuna kadar inkişaf etmiş; görme, duyma ve bilme tabiî sınırların çok ötelerine yükselmiştir. Onların görmelerini çeşitli dalga boylarıyla izah etme imkânı olmadığı gibi, duyup işitmelerini ses dalgalarıyla izah etmek de mümkün değildir. Hele bizim tahlil ve terkib ölçülerimiz içinde onların tabiat cidarlarını zorlayan ilimlerine erişmek asla kimseye müyesser olmayacaktır. İnsanlık, onlar vasıtasıyla varlığa nüfûz edip eşyâyı keşfedebilir.

Onların irşad ve tâlim dairelerinin dışında ne eşya ve hâdiselere mükemmel bir nüfûz ne de tabiata isabetli bir müdahale asla mümkün olmamıştır ve olamaz da... Tabiatın esrârı ve ondaki ilâhî kanunları beşere hediye etmek, onların birinci dersidir ve bu ders mübtedîlere has bir dersdir. Bunun ötesinde ise varlık âlemini, varlığına şahid gösteren Yüce Yaratıcı'nın isim ve sıfatlarını bildirme; idrak edilmez Zât'ı hakkında ölçü ve incelerden ince temkin...

Eğer bütün bu âlemleri elinde tutan; zerrelerden nebülozlara kadar hükmünü ve sözünü geçiren, onları tesbih dâneleri gibi evirip çeviren, hâlden hâle ve şekilden şekile sokan bir Muhteşem Kudret ve İrâde Sahibiyle, ona verilecek ünvanlar ve isnâd edilecek hususlar hakkında, nebîlerin apaydın beyanları olmasaydı, ne O'nun hakkında doğru bir söz söylemek, ne de doğru düşünmek mümkün olmayacaktı.

Demek ki NEBÎ, eşyâ ve hâdiselerin içine girip bütün bir hayatı bize ders verdiği gibi, her şey ve her hâdisenin en birinci dersi olan, Muhteşem Yaratıcı'yı, Muhteşem Kudret ve İrâde Sahibini isim ve sıfatlarıyla, Zât-ı Ulûhiyeti arasındaki ince muvâzene ve sırlı münâsebete riâyet ederek anlatan da yine O'dur.

Öyle ise, zeminin hiç bir kıtasının ve zamanın hiçbir parçasının onların feyiz ve nurundan mahrum kaldığına ihtimâl verilmemelidir. Nasıl verilir ki; onların irşâd dairelerinin dışında, varlık âlemine dâir, şimdiye kadar ne duru bir hüküm verilebilmiş, ne de felsefenin şübhe, tereddüd ve tenâkuz dolu sisli atmosferinin üstüne çıkılabilmiştir.

Esâsen, her kıt'a, her devrin, bir peygamberin vesâyâsı altında bulunmasını akıl, hikmet ve Kur'ân müştereken te'yid etmektedirler. Hem de aksine ihtimâl verilemeyecek şekilde... En küçük bir müzede ve en basit bir fuarda dahi, teşrifatçılara ve tarifçilere ihtiyaç duyulduğu ve bir yol göstericinin rehberliği ile gezilip görüldüğü ve böyle bir rehber ve yol gösteren olmayınca, gelmenin de, gezmenin de bir mânâsı olmayacağı katiyyen gösterir ki, şu muhteşem kâinat sarayını, onu temâşâya gelen seyircilere anlatacak, ondaki ince noktalara dikkati çekecek ve bu âlemin sırlarını açıklayacak dellâl ve teşrifatçılara da ihtiyaç vardır.

Ayrıca, kurduğu bu düzen ve nizâmı, bu meşher ve sanatlar resm-i geçidini, bir fuar mâhiyetinde en mükemmel şekilde sergileyen ve bütün iş ve eseriyle kendini seyircilere tanıtmak isteyen Zât hiç mümkün mü ki, bu meşherleri açsın eserlerini göstersin, seyircilerin dikkatini çeksin de, sonra intihab edeceği bir kısım müstesna kimselerle Zât, sıfat ve isimlerini, müştâk seyircilere tanıtıp bildirmesin; hikmet dolu işlerini -hâşâ- abes kılsın!

Baş döndürücü icraâtını mânâsızlıkla ittiham ettirsin! Her şeyi, bir dil ve nağme hâline getirip, onunla bizlere hikmet ve maslahatlarını anlatan Yüce Varlık, her türlü abesden münezzeh ve mukaddesdir! Kaldı ki O Zât'ın kendi beyânı olan Kur'ân, zeminin her tarafından yer yer zuhûr etmiş peygamberlerden bahisler açmaktadır.

"Celâlim hakkı için biz her millete 'Allah'a kullukda bulunun ve putlara ibadetden kaçının' diye bir peygamber gönderdik..." (Nahl, 16/36)

Ne var ki, insanlık, bu yüce varlıklardan aldığı dersi, bir müddet sonra unutmuş veya sapıklığa gömülerek, nebî ve ulu kişileri ilahlaşdırmış ve eski putperestliğe dönmüşdür. Yunan'ın ilâhlar dağından Ganj nehrine kadar, beşer hayâlinin totemleştirdiği bir sürü vesen vardır ki, şimdiki görünüşleriyle çıkışları arasında çok büyük farklar olsa gerektir. Ne Çin'in Konfüçyüs'ünü, ne de Hind'in Brahman ve Buda'sını, kendilerini hazırlayan şartlar ve getirdikleri şeylerle görmek mümkün değildir.

Her şeyi aşındıran zaman ve değişen insan telâkkisinin, bunları da aslından ne kadar uzaklaştırdığını kestirmek oldukça zordur. Eğer Kur'ân-ı Kerim, şüpheleri gideren beyânıyla, Hz. Îsa (as)'yı bize tanıtmasaydı, kilisenin loş cidarları arasında, putperestlik telâkkilerine karışmış papaz anlayışları içinde, sağlam bir Hz. Mesih bulup çıkarmak mümkün olmayacaktı. İnsana ulûhiyetin isnad edilmesi ve Zât-ı Ulûhiyet'in insanlaştırılması; "üç" hem de "bir" tenakuzunun en birinci mesele olarak akîdeye yerleştirilmesi, akıl ve mantığı tezyif ve Allah'a karşı en büyük hayâsızlıktır.

Günümüzde, çığrından çıkarılmış Hristiyan âyin ve ibâdetleri, mâbed ve zâviyeleriyle, eski Roma ve Yunan putperestliği arasında, şekil olarak hiç de ciddi bir fark hissedilmemektedir. Kur'ân'ın aydınlatıcı ve vuzuh getirici beyanâtı nazara alınmadan, kilise ve orada olup bitenlere bakan bir kimsenin, Hz. Mesih'i (as) Apollon'dan ayırması da oldukça zordur. Bulunduğumuz çağa, bu kadar yakın bir devreye ait Hristiyanlığın, kendi kitab ve peygamberlerini bu hâle getirdiği noktasından hareketle diyebiliriz ki; zamanın öğütücü korkunç dişleri arasında, kimbilir nice Mesihler ne hâle getirildi!

Sıhhatli bir haberden öğrendiğimize göre, her nebînin vazifesini kendinden sonra havarileri yapacağına, ondan sonra ise, bir kısım mirasyediler her şeyi alt-üst edeceğine dair bir peygamber sözü var ki, çok önemlidir. Evet, buna binaen, bugün batıl din olarak gördüğümüz nice dinler vardır ki, temiz bir asıldan, vahiy kaynağından geldiği hâlde, müntesiplerini cehâleti ve düşmanlarının insafsızlığıyla, bugün hemen bütün esaslarıyla hurâfe yığını durumuna gelmişlerdir. Öyle ise, günümüze kadar mevcudiyetini sürdüren bâtıl görünümlü dinlerin, pek çoğunun sağlam bir aslı olması ihtimâli, oldukça kuvvetli ve her devrin, bir peygamberin adını alması da gayet makûldür.

Peygamber olmayana peygamber demek, nebînin peygamberliğini inkâr gibi küfür sayılır. Ancak, arz edilen Hristiyanlık misâliyle, Budizm'in menşeine kuşkulu bakmamak, Brahmanizm üzerine ihtiyatla gitmemek de insanın elinden gelmiyor. Hattâ Konfüçyüs'ü, onun o tıkanık felsefesinin ötesinde aramak; Şamanizm'in te'vil götürebileceği hesabıyla hareket etmek, akıllıca bir davranış sayılır zannediyorum. Bunlar çıkışlarında ister bir zülâl, isterse bulanık bir sızıntı olsun, şu andaki durumlarından farklı bir hüviyete sahip olduklarında kimsenin tereddüdü yoktur. Zaman ve hâdiselerin onları bazen aşındırıp, bazen de yeni ilâvelerle başkalaştırması, o kadar çok vukû' bulmuştur ki, muhâl-farz, kurucuları dönüp geriye gelselerdi, getirdikleri dini tanıyamayacaklardı. Dünyada, daha bunlar gibi tahrif edilmiş pek çok din vardır ve bunların büyük bir kısmının temelindeki safveti kabul etmek de, zarûrîdir.

Bir kere Kur'ân:

"İçinde peygamber olmayan hiçbir millet yoktur." (Fâtır, 35/24)

diyerek, âlemşümûl bir hüküm vermektedir. Ne var ki biz, cihânın her tarafında zuhûr etmiş olan ve bir beyâna göre sayıları 124.000'e bâliğ bulunan nebîlerden ancak yirmi sekiz tanesini bilmekteyiz. Kaldı ki, bunların içinde de, pek çoğunun ne zaman ve nerede yaşadıklarına dair her hangi bir ma'lûmata sahip bulunmamaktayız. Esâsen, gelmiş-geçmiş bütün peygamberleri bilme mükellefiyeti diye bir şey de yoktur. Kur'ân:

"Onların bir kısmını sana hikâye edip anlattık, bir kısmını anlatmadık." (Gâfir, 40/78)

diyerek, anlatılmayanların üzerinde durulmamasını da ihtar etmektedir. Şu kadar var ki, bugün dinler tarihi, felsefe ve antropoloji tetkik edildiğinde, birbirinden çok uzak topluluklarda dahi, bir hayli müşterek noktalar bulunduğu göze çarpmaktadır.

Ezcümle, hepsinde "çok"dan "tek"e doğru gidiş; tahammül-fersâ musibetler karşısında her şeyi bir tarafa bırakarak, bir yüce dergâha el açış ve elleri yukarılara doğru kaldırış; fizik ötesi hâdiselerle münâsebete geçişte, müşterek tavır ve davranış; hep menbâ ve muâllim birliğine işaret etmektedir. Kanarya Adalarındaki yerlilerden, Mayalara kadar; Kızılderililerden Yamyamlara kadar, âyin ve dinî ilâhilerinde hep aynı renk ve dekor görülür, hep aynı nağme ve cümbüş hissedilir...

Prof.Dr. Mahmud Mustafa'nın, çok vahşi iki kabîle hakkındaki mütalâaları bu hususu te'yid etmektedir. Doktor'un ifâdesine göre Mavmav'lar Mucay isminde bir ilâha inanırlar. Bu ilâh, Zât'ında ve icraatında birdir. Birini doğurmuş ve biri tarafından doğurulmuş da değildir. Eşi, menendi de yoktur. O, görünmez, bilinmez; ancak eserleriyle tanınır. Neyamneyam kabilesi için de, Mavmav'ların kanaatına benzer şeyler nakletmektedir: Onlar da her şeye sözü geçen, ormandaki her şeyi kendi iradesi ile hareket ettiren ve şerli kimselere yıldırım şerareleri gönderen bir ilâh vardır ki, işte O Ma'bud-u Mutlak'dır, diye düşünmektedirler. Görülüyor ki, bunlardaki ilâh telâkkisi ile Kur'ân'daki Zât-ı Ulûhiyet düşüncesi arasında, hemen hemen fark yok gibidir. Hattâ, Mavmavlar, "Aynı İhlâs sûresinin muhtevasını söylüyorlar" desek yerinde olur.

Medeniyetden bu kadar uzak ve bildiğimiz peygamberlerin te'sir sahasının dışındaki bu ibtidaî kavimler, henüz hayatın en basit kanunlarını dahi bilmemelerine rağmen, bu en derin ve en duru Allah telâkkisini nereden bilecekler! Demek:

"Her milletin bir Resûlü vardır ve Resûlleri geldiği vakit aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez." (Yunus, 10/47)

beyânı, ilâhî ve âlem-şümûl bir hakikattir ve hiçbir kıt'a bu hakikatin şümûl sahası haricinde değildir.

Dr. Mahmud Mustafa'nın naklettiği şeylere benzer aynı hususları 1968 yılında kendisiyle tanışma fırsatını bulduğum Kerkük'lü Matematik Profesörü Dr. Adil Bey de hikâye etmişlerdi. Doktorasını Amerika'da yaptığı yıllarda, sık sık yerli halkla da görüşen Doktor, kendini hayrete sevk edecek durumları şöyle naklediyordu:

"Yerliler, kendi aralarında tevhid akidesine uygun âyinler yapıyor ve Allah'ın, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez olduğuna inandıklarını ilân ediyor; hatta kâinatda cereyan eden her şeyin onun iradesine râm olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı. Ve daha, bir sürü selbî ve vücûdî sıfatlardan bahsediyorlar ki; düşüncelerindeki bu yüceliği, yaşayışlarındaki vahşet ve bedevilikle te'lif etmek katiyyen mümkün değildi..."

Demek ki, doğu-batı, dünyanın en ücrâ yerlerinde, bu akîde ve telâkki birliği ancak kâinatın sahibi tarafından oralara gönderilmiş elçilerle izâh edilebilir. Zira en büyük filozofların dahi kavrayamadığı bu türlü muvazeneli tevhîd akîdesini, vahşet içinde yüzen Mavmav'lara, Neyamneyam'lara veya Maya'lara vermek asla mümkün değildir.

Demek, arı ve karıncayı anasız bırakmayan Rahmeti Sonsuz, beşer nevini de peygambersiz bırakmamış, zaman ve mekânlara, onlar vasıtasıyla nurlar serpmiş ve cihanları aydınlatmış...

Şimdi de peygamberleri görmemiş kimselere, azab edilip edilmeyeceği hususunu inceleyelim.

Evvelâ, birinci bölümde gördük ki; zemin, hiçbir zaman nur-u nübüvvetten mahrum kalmamış, ara sıra muvakkat bir kuraklık hissedilmiş ise de, hemen arkadan sağanak sağanak rahmet boşalmış. Binâenaleyh, her ferd az-çok, bu rahmeti görmüş, duymuş, tadmış ve doymuştur. Ne var ki, tahrîfin süratli olduğu yerlerde fetret de o kadar çabuk bastırmış ve o mıntıkayı karanlığa boğmuştur. Her karanlığı bir aydınlık ve her aydınlığı bir karanlık tâkib edip dururken, kendi irâdelerinin dışında karanlıkta kalanlara da Hak rahmet müjdesini vermiştir:

"Biz peygamber göndermedikten sonra azab edicilerden değiliz." (İsrâ, 17/15)

Demek evvelâ uyarma, sonra mükellefiyet ve daha sonra da azab veya rahmet... Vâkıa mezheb imamları, teferruatda biraz farklı düşünürler. Meselâ, İmam Maturidî ve taraftarı, kâinatda, herbiri bir kitab binlerce delil varken Allah'ı bilmeyen ma'zur olamaz derler. Eş'ariler ise: "Biz peygamber göndermeden azab edecek değiliz.. " meâl-i âlîsiyle ifâde edilen âyete dayanarak, azaba müstehak olmanın, tebliği müteâkib olacağı hususunu esas alırlar.

İki imamın nokta-i nazarlarını te'lif edenler de vardır: Bir kimse hiçbir peygamber görmemiş ve fakat inkâr mesleğine girerek puta da tapmamışsa, ehli necâtdır. Zîrâ, insanlar arasında öyleleri vardır ki, hiçbir terkib ve tahlil kabiliyetine sahip olmadığı gibi, eşya ve hâdiselerin seyrinden de bir mânâ çıkarması mümkün değildir. Binâenaleyh, böyle biri, evvelâ irşad edilir, ondan sonra davranışlarına göre cezâ veya mükâfat verilir. Ama bir insan, küfrü meslek ittihaz ederek, onun felsefesini yapıyor ve bilerek Allah'a karşı ilân-ı harb ediyorsa, o dünyanın en ücra yerinde dahi olsa, inkâr ve ilhâdının cezâsını görecektir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Allah'ın peygamber göndermediği boş bir kıt'a olmadığı gibi, içinde peygamber gelmeyen uzun bir fetret devri de mevcut değildir. Hemen her devrin insanı, az-çok bir nebînin estirdiği meltemden nasîbini almış gibidir. Peygamberlerin adının tamamen unutulduğu ve eserlerini zamanın aşındırdığı yerlerde ise, ikinci bir peygamber gönderilinceye kadar, o devre "fetret devri" denmiş ve o devrin insanlarının azabdan bağışlanacağı ifâde edilmiştir. Elverir ki, bilerek ve şuurlu olarak inkârı ulûhiyete sapılmasın.

Her şeyin doğrusunu ilmiyle eşyayı muhît olan bilir.

54 Hz. Lut hakkında iddia edilenler gerçek midir; hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

Peygamber, Cenâb-ı Hakk'ın razı olduğu insan modelidir. Taklit edilmesiyle hakikate ve hidayete kavuşulan örnek şahsiyettir. Ve peygamber, ismet sıfatına sahiptir. Yani, ondan, Allah'ın razı olmayacağı hiçbir söz, fiil ve hareket sâdır olmaz. O, bu noktada ilâhî bir murakabe ve rabbanî bir sigorta altındadır. Hem sözleri, hem işleri, hem de hâlleri insanlar için birer hidayet meşalesidir. “Resul” sıfatıyla insanlara sadece hakkı, doğruyu, güzeli emreder ve bunlara “abd” sıfatıyla, en ileri seviyede, kendisi uyar.

Peygamberlerin, kişiliklerine zarar verici veya yüceliğini boşa giderecek yahut insanlık değerini alçaltacak her türlü şeyden sakınmaları, günahlardan uzak olmaları ve şehevi duygulara yani arzu ve isteklerine göre hareket etmekten vazgeçmeleri suretiyle insanlığın bekası için seçilmiş olmaları onların en önemli özelliklerindendir.

Bundan dolayı peygamberler yaratılış, yani huy veya ahlak bakımından insanların en mükemmeli, amel işleme bakımından insanların en zeki olanı, nefislerine hakim olma bakımından insanların en temiz olanı ve gidişatları ile metod bakımından insanların en güzel olanıdır. Çünkü onlar, insanlık için "güzel bir örnek" ve "güzel bir model" olan kimselerdir. İşte bundan dolayı Şanı Yüce Allah, insanlara; onlara uymalarını, onların ahlakıyla ahi aklanmalarını ve hayat şartlarının getirmiş olduğu her konuda onların metoduna göre hareket etmelerini emretmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"O (Peygamberler), Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde (Ey Muhammedi) sen de onların dosdoğru yollarına uy." (Enam, 6/90)

"(Ey iman edenler!) And olsun ki sizin için, Resulullah 'en güzel örnektir'..." (Ahzab, 33/21)

"Doğrusu o (ismi daha önce geçen peygamberler) katımızda seçkin ve iyi kimselerdendirler." (Sâd, 38/47)

Bu ve benzeri ayeti kerimelerde de görüldüğü üzere, peygamberler ile onunla birlikte iman eden kimselerde, güzel örnekler vardır. Zira bunlar Sâd suresi 47. ayette geçtiği üzere, seçkin ve iyi kimselerdirler. İşte tüm bu anlatılanlar, Müslüman bir kimsenin, onlara uymasını ve onları, güzel bir örnek ve model edilmesini zorunlu kılmaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm'in, peygamberleri; insanlığa bir örnek, bir model, bir önder ve bir hidayet olmaları şeklindeki tanımlamasının ve vasıflanmasının yanı sıra Ehl-i kitabın yani Yahudilerin ve Hristiyanların, peygamberler hakkındaki inançlarını da görmekteyiz...

Ehl-i kitap, peygamberlerin yüceliği hakkında haddi aşmışlardır. Zira onlar, peygamberlerin günah işlediklerini iddia etmekle kalmamış, peygamberlerden bir kısmının suç işlemeye kalkıştıklarını, günah işlemede Allah'ın emrinden çıktıklarını ve günahların en büyüğünü işlemede diğer kimselere önderlik yaptıkları iftirasında da bulunabilmişlerdir.

Daha sonra yazılarak tahrif edilmiş olan Tevrat'ta, çok sayıda peygambere, onlara yakışmayan iftiralar, çirkinlikler ve rezillikler bulmaktayız. Hakkında iftiralar yapılan peygamberlerden birisi de, Hz. Nuh (a.s)'dır. Bu değiştirilmiş Tevrat'a göre; Nuh aleyhisselam güya “Şarap içip sarhoş olmuş, çadırın içinde çırılçıplak uzanmış.” (Tekvin: 9/21)

Yahudilerin, peygamberler hakkındaki bu ve diğer inançların hepsi yalan, bühtan ve iftiradır. Tevrat'ta geçen bu örneklerin hepsinin ve benzerlerinin, batıl ve Yahudilerin, peygamberler hakkında birer iftira olarak kalmayıp, aynı zamanda Tevrat'a ilave edilerek Allah’a da bir iftira olduğunu ifade etmek gerekir. Kısaca şunu belirtmek gerekir ki; Yahudilerin, peygamberler hakkındaki bu düzmeceleri ve iftiraları, Allah tarafından Hz. Mûsâ (a.s)'a indirilen Tevrat'tan olmayıp sonradan Tevrat'ta tahrifat yaparak onun içerisine sokuşturmuşlardır. (Peygamberlerin ismet sıfatı için bk. er-Râzî, İsmetü'l-Enbiyâ, Kahire 1986, s. 41-42; Mefatih'ul Gayb, III/8)

Peygamberlerin diğer özelliklerinin yanında en önemli özelliklerinden biri de İsmet sıfatına sahip olmalarıdır.

İsmet, peygamberlerin gizli ve aşikâr her türlü masiyetten, günahtan ve peygamberlik şerefiyle bağdaşmayacak hareketlerden uzak bulunmalarıdır. İsmet'in, yani nezâhet ve mâsumiyetin zıddı olan, her türlü günah ve âdi davranışlar, peygamberler hakkında muhaldir. Çünkü, eğer peygamberlerin günâh ve suç işlemeleri veya ismet ve nezahete yaraşmayan uygunsuz hareketler yapmâları onlar hakkında caiz olsaydı, biz insanların da onlara uyarak çirkin şeyler yapmamız normal karşılanır ve günah sayılmazdı. Zira peygamberler bizim uymamız gereken güzel örneklerimizdir. Bu bakımdan, peygamberlere uymak ve onlara itaatla emredildik. Hâlbuki Allah Teâlâ, kullarına günah işlemeyi ve günahkârlara itaatı emretmez ve bu gibileri peygamber olarak seçip göndermez. Bu sebeble, Ehl-i sünnete göre peygamberler asla büyük günah işlemezler. Sehven (yanılarak) "zelle" cinsinden küçük günah işlemeleri caizdir. Ancak, bunda ısrar etmezler, derhal ikaz edilirler ve bir daha aynı hataya düşmezler.

İsmet'in peygamberlerde bulunması gereken bir sıfat olduğunda, tüm İslâm bilginleri görüş birliği işindedir. Ancak niteliği ve kapsamı üzerinde han görüş ayrılıkları mevcuttur.

Maturidilere göre, peygamberin günahtan korunmuş olması, onu tâate zorlamadığı gibi; günah işlemekten de aciz bırakmaz. Ancak ismet, Allah'ın bir lütfu olup, peygamberi hayır yapmaya sevk eder, kötülükten de alıkor. Fakat ilâhi imtihanın gerçekleşmesi için onda yine de irâde mevcuttur (Sabunî, el-Bidâye, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979, s. 121-122). İsmet, peygamberler için gerekli bir sıfattır. Çünkü peygamberlerin günah işlemeleri, yalan söylemeleri caiz olsaydı; verdikleri haberlerin doğruluğuna güvenilmezdi. Bu durum, onların Allâh'ın hucceti olma özelliklerine gölge düşürürdü.

Peygamberlerden günah (fısk) sâdır olsaydı, bu onların şâhitlik ehliyetini ortadan kaldırırdı. Kur'an'da:

"Ey iman edenler! Size bir fâsık haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın." (Hucurat, 49/6)

buyurulur. Yüce Allah fâsığın şehâdetini kabulde tedbirli olmayı ve duraksamaya emrediyor. Peygamberden fıskın sudûru halinde dünyadaki şahitliği düşünce; ahiretteki ümmetine olan şahitliği de düşer. Halbuki Kur'an'da,

"Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şâhit olasınız. Peygamber de size şâhit olsun." (Bakara, 2/ 143).

Kıyamette şâhitliği bildirilen kimsenin, dünya şâhitiği de teyid edilmiş olmaktadır (er-Râzî, İsmetü'l-Enbiyâ, Kahire 1986, s. 41-42; Mefatih'ul Gayb, III/8).

Peygamberler iyiliği emir ve kötülükten sakındırmaya çalışırlar. Kendileri tâatı terkedip, masıyeti işleselerdi, şu ayetlerin muhatabı olurlardı:

"İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" (Bakara, 2/44);

"Ey insanlar, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz! Yapamayacağınız şeyi söylemek Allah nezdinde en sevilmeyen bir şeydir." (Sâf, 61/2-3).

Diğer yandan, uyanlarının onları kötülükten menetmeleri gerekirdi ki bu, peygambere karşı bir zorlama ve eziyet olurdu. Kur'an'da bu yasaklanmıştır.

"Allâh ve Resulüne eziyet edenleri, o, dünya ve ahirette lanetledi." (Ahzâb, 33/23; er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, III/8; İsmetü'l E'nbiyâ, s. 42, 43).

Hz. Lut (as)'ın Kısaca Hayatı:

Lut Aleyhisselam, Hazreti İbrahim'in (as) kardeşi Harran'ın oğludur. Hazreti İbrahim (as), yaşadığı bölgeden ayrılınca yeğeni Lut'u (as) da kendisiyle beraber Harran bölgesine götürdü. Ancak, bir süre sonra Sodom bölgesine gitti ve buradaki insanlara ilahi mesajı iletmek üzere, peygamber olarak vazifelendirildi.

Lut Aleyhisselam'ın peygamber olarak gönderildiği kavim, ahlaksızlık ve edepsizlik noktasında çok ileri gitmişlerdi. Bu insanlar, kadınlar yerine erkeklere karşı şehvet duyguları besler ve hiç utanmadan bu duygularını açıklarlardı. İnsanlığın fıtratına ters olan bu duygu, söz konusu insanları hayvandan çok aşağı dereceye düşürmüştür. Zira hayvanlar bile hemcinsleriyle böyle bir eylemde bulunmazlar.

Lut Aleyhisselam, insanları bu kötü fiillerinden vazgeçirmek ve kendisine tabi olmalarını sağlamak maksadıyla Cenab-ı Hakk'ın emirlerini onlara tebliğ etti. Bu kavim kendilerinden önce hiçbir kavmin işlemediği bir çirkinliği işliyorlardı. Onları akıllı olmaya, hanımlarını bırakıp hemcinsleriyle giriştikleri bu çirkin eylemden vazgeçmeye davet etti. Yaptıkları iş, ne dine, ne insanlığa ve ne de ahlaka sığmayan bir eylemdi. Onları, Allah'ın meşru kıldığı nikahlı hanımları ile beraber olma yolunu seçmeye davet etti.

"Artık Allah'a karşı gelmekten sakınınız ve bana itaat edin."

"Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz!"

"Doğrusu, dedi, ben sizin bu işinizden tiksinmekteyim." (Şuara, 26/163, 165, 166)

"... Gerçekten siz, daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz!" (Ankebut, 29/28)

Lut Aleyhisselam'ın bütün ikazlarına rağmen kendisine tabi olmadıkları gibi, kötü huylarını da devam ettirdiler. Bunun üzerine, söz konusu tavırlarını devam etmeleri halinde İlahi gazaba uğrayacaklarını söyledi.

"Siz ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlikler yapacak mısınız? Kavminin cevabı ise, şöyle demelerinden ibaret oldu: (Yaptıklarımızın kötülüğü ve azaba uğrayacağımız konusunda) doğru söyleyenlerden isen, Allah'ın azabını getir bize!" (Ankebut, 29/29)

Yaptıkları çirkinliklerinin yüzlerine vurulmasından ve azapla korkutulmaktan rahatsız olan kavim, Allah'ın elçisini tehdit etmeye başladılar. Davasından ve tebliğinden vazgeçmediği takdirde sürgün edecekleri ve kovacakları tehdidinde bulundular.

"Onlar şöyle dediler: Ey Lut! (bu davadan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, sürgün edilmişlerden olacaksın." (Şuara, 26/167)

Bununla da kalmayarak, "Eğer sen doğru sözlü isen, bize Allah'ın azabını getir de görelim. Biz senin sözüne inanmıyoruz. Vaadettiğin azabı getir de görelim." deme küstahlığında bulundular.(Bünyamin Ateş, Peygamberler Tarihi, s. 293) 

Yapılacak başka bir şeyin kalmadığını gören Lut Aleyhisselam, Allah'a dua etmeye başladı.

"Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldiklerinden (vebalinden) kurtar." (Şuara, 26/169)

"Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle Rabbim, dedi." (Ankebut, 29/30)

Azgın kavmin hakkettiği cezayı vermek üzere, Cenab- ı Hak tarafından üç melek görevlendirildi ve bunlar Lut Aleyhisselam'a gönderildi. Tarlada çalışırken yanına gelenleri ilk defa görünce, onları daha önce buralarda görmediğini, niçin buralara geldiklerini sordu. Onlar da kendisine misafir olarak geldiklerini söylediler. Bir anda kavminin yaptıkları çirkinlikler aklına gelince, genç ve yakışıklı delikanlılar suretinde olan ve henüz kendisine bildirilmediği için, melek olduklarını bilmediği bu misafirleri için endişeye kapıldı. Bu gençleri görecek olan kavminin, zarar verebileceklerinden korktu.

Lut Aleyhisselam, henüz daha tanışmadığı bu misafirlerine kavminin kötülükleri hakkında bilgi verdi. Onların sapıklıklarından söz ederken bunu dört kez tekrarladı. Bu durum aynı zamanda, hak edilen cezaya karşı Allah'ın elçisinin şahadeti idi. Kendilerini hidayete ulaştırmak için gönderilen elçi, küfürde ısrar eden kavmine karşı, Allah'ın vazifelendirdiği meleklerin huzurunda belki de farkında olmadan şahitlik etmiş oluyordu. Bunları söylerken, misafirlerden biri olan Cebrail Aleyhisselam, arkadaşlarına dönerek, "şahit olun", dedi.

Bu arada, belki de ihanetlerin en acısı gerçekleşmekteydi. Lut Aleyhisselam, misafirlerine zarar gelmesin diye onları kimseye göstermezken, eşi misafirleri kavme ihbar etti. Hemen toplanan topluluk gelip misafirleri, kendilerine vermesini istediler. Bu teklif karşısında hayrete düşen Lut Aleyhisselam;

"Ey kavmim, işte sizin zevceleriniz, benim kızlarımdır. Ben peygamberlik cihetiyle sizin babanız hükmündeyim. Onlardan meşru bir şeklide istifade edin. Aslında meşru ve temiz olarak istifadesi caiz olan da onlardır. Başkalarına tecavüz, dinen, ahlaken, insaniyeten haram ve yasaktır. Artık Allah'tan korkun, fuhşiyatı terk edin, beni misafirlerimin yanında rezil etmeyin. Sizin aranızda bu sözlerimi idrak edecek akıllı birisi yok mu?" (Bünyamin Ateş, age., s. 297; Hud, 11/78)

Bütün ikna çabalarına rağmen söz dinlemeye niyetleri yoktu. Lut Aleyhisselam;

"Keşke benim size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim, dedi." (Hud, 11/80)

Hâlâ misafirlerinin gerçek kimliklerinden haberi yoktu.

"(Melekler) dediler ki: Ey Lut! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle (yola çıkıp) yürü. Karından başka sizden hiçbiri geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan (azap) şüphesiz ona da isabet edecektir. Onlara vaadolunan (helak) zamanı, sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?"

"Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdık." (Hud, 11/81-82)

Kur'an-ı Kerim'in bu hadiseleri aktarması, sadece bilgilendirme maksadından ibaret değildir. İsyana karşı verilen ceza, sadece bir topluma has olmadığına göre ve Kur'an-ı Kerim'in mesajı sonsuza kadar olduğuna göre, herkesin kendisine göre bir hisse çıkarması gerekmektedir. İlahi iradenin izni olmaksızın bir yaprak dahi kımıldamaz. Dolayısıyla kainatta cereyan eden her hadise Cenab-ı Hakk'ın iradesi dahilinde olup, sebepsiz değildir. Aynı zamanda hak edilen cezalar sadece ahirete kalmamakta, bir kısmı bu dünyada da uygulanmaktadır.

Gökten yağan taşlarla ilgili bir gazete haberini ileten talebesine Bediüzzaman Hazretleri, olayı teferruatıyla incelemesini ve bilgi getirmesini söyler. Lut kavminin başına yağan taşlar bir cezaya istinaden olduğu gibi, bunların da sebepsiz olmadığı üzerinde durur. Gazetenin haberine göre; Rusya'nın Vladivostok Ormanlarına, daha önce hiç rastlanmayan büyüklükte taşlar düşmüş. En büyüğü yirmi beş metre uzunluğunda ve on metre yüksekliğindedir. Düşen taşlar ormanda büyük tahribat yapmışlar. Taşlar incelenerek, içlerinde demir, çelik ve başka madenlerin var olduğu tespit edilmiş.

Bediüzzaman Hazretleri, bu taşları, Fil Suresi'nde geçen hadisenin mucizevi bir ispatı olarak görür. Lut kavminin başına taşların yağması gibi, Fil Suresi'nin;

"Evet, bu tokatlardan pürşer beşer, şirkten şükre girmezse ve Kur'ân'a tarziye vermezse, melaike elleriyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını bu sure bir mana-yı işari ile tehdit ediyor."

yorumunda bulunur. Musibetlerin iki önemli sebebine dikkat çeker; 

"Birincisi, şimdiye kadar gelen semavi taşlar bir iki karış oldukları halde, böyle yirmi beş metre uzunluğunda ve on metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semavatın dinsizliğe karşı bir alamet-i hiddetidir... İkincisi, "Bütün zemin yüzünü ve nev-i beşeri tehdit eden dehşetli bir dinsizliğin merkezlerine gelmesidir..." (Emirdağ Lahikası, s. 200-201)

55 Hz. İbrahim hangi ırktan gelmektedir?

İmam Müslim'in bir rivayetinde şu mealdeki hadisi görüyoruz:

"Cenab-ı Hak İbrahim'in (peygamber) evlatlarından İsmail'i, İsmail'in evlatlarından Benî Kinane'yi, Benî Kinane'nin evlatlarından Kureyş'i, Kureyş'ten Benî Hâşim'i, Beni Hâşim'den de beni seçti"(Müslim, Fedâil, 1) 

buyurarak, neslini Mekke'de doğmuş, orada büyümüş ve orada peygamber olarak gönderilmiş olan Hz. İsmail'e ulaştırmaktadır.

Diğer taraftan Peygamberimizin bizzat kendi mübarek dilinden, nesep itibariyle hangi millete mensup olduğunu da öğrenmemiz mümkündür. Bu husustaki hadislerin sadece üçünün mealini verelim:

"Ben peygamberim, bunda asla yalan yok. Ben Abdülmuttalib'in oğluyum, ben Arapların en fasih konuşanıyım ve Kureyş evlatlarındanım."(Feyzü'l-Kadîr , III/38. Hadis no: 2684)

"Ben Arapların, Suheyb Rumların, Selman Parsların, Bilal de Habeşlilerin ilk olarak Cennete girenleriyiz." (a.g.e. III/43, Hadis no: 2695)

"Ben tam bir Arabım. Ben Kureyş kabilesindenim. Benim lisanım (Arapçayı en fasih konuşan) Benî Sa'd lisanıdır."(a.g.e. III/44. Hadis no: 2696)

Bu hadis-i şerifler hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmadan Peygamberimizin nesep ve nesil bakımından Arap olduğunu bildirmektedir.

Kur'ân'da açıkça Peygamberimizin Arap olduğu ifade edilir. İbrahim Sûresinin "Kendilerine apaçık anlatılabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik." mealindeki 4. âyeti buna delildir. Peygamberimiz de bir peygamber olarak kendi milletinin içinden çıkmış ve onlara Arapça olan Kur'ân'ı okumuştur.

Ebû Zer'den (r.a.) rivayet edilen,

 "Cenab-ı Hak her peygamberi kendi milletinin dili ile göndermiştir."(Tefsir-i İbni Kesîr, II/522)

mealindeki hadis-i şerif de bu âyeti tefsir etmektedir.

Peygamberimizin neslinin Hz. İbrahim aleyhisselama dayanmış olması gösterir ki, Peygamberimizin nesli ne ise Hz. İbrahimin nesli de aynıdır.

İbrahim aleyhisselamın oğlu İsmail aleyhisselamın soyundan Arap'lar, diğer oğlu İshak aleyhisselamın soyundan ise İsrailoğulları gelmiştir. Buna rağmen Hz. İbrahim Yahudiydi, diyenlere Kuran'da şöyle buyurulur:

"Ey Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmüyor musunuz? İşte siz böylesiniz. Haydi biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız, ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz. İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyandı; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi."(Âl-i İmran, 3/65-67)

56 Hz. Yakup Peygamber nasıl o kadar sabırlı olabilmiş? Yusuf'u canavar yediği halde duasına nasıl devam etmiş?

Hz. Yakub (as)’ın sabır kaynağını şöyle açıklayabiliriz:

a. Kur’an-ı Kerim ifadeleri, Hz. Yakub (as)’ın, Hz. Yusuf (as)’ın hayatta olduğuna inandığını göstermektedir.

Daha ilk başta onu gerçekten canavarın yemediğine, kardeşlerinin bu konuda yalan uydurduklarına inanıyordu:

“Yakub, hayır (onu canavar yememiş), bilakis sizin nefsiniz sizi aldatmış ve böyle bir işe sevk etmiştir.”(Yusuf, 12/18).

b. Hz. Yakub (as), küçük oğlu Bünyamin’in tutuklandığını duyunca, “Ümidim var ki, Allah bütün kaybettiklerimi bana geri verecektir.”(Yusuf, 12/83) mealindeki ayetten anlaşılıyor ki, Hz. Yakup (as) bu ümidini hiçbir zaman kaybetmediği için kahramanca sabır gösterebilmiştir.

c. “Doğrusu ben Yusuf’un kokusunu alıyorum, sakın beni bunak yerine koymaya kalkışmayın…. Müjdeci gelip de gömleği Yakub’un yüzüne sürünce gözleri açıldı ve; “Ben sizin bilmediklerinizi Allah tarafından vahiy yoluyla bilirim, dememiş miydim, dedi.” (Yusuf, 12/94, 96) mealindeki ayetler, bize Hz. Yakub (as)’ın sabrının asıl kaynağının Allah’a olan yakınlığı ve ona olan güveni olduğunu göstermektedir.

d. “Evlatlarım! Haydi gidiniz, bütün duyularınızı, hislerinizi kullanarak var gücünüzle Yusuf ve kardeşi hakkında bilgi edinmeye çalışınız. Allah’ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü kâfirler güruhu dışında hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.”(Yususf, 12/87) mealindeki ayette de Hz. Yakub (as)’ın  Allah’ın rahmetine olan inancının, onun sabır hamurundaki rolünü göstermektedir.

Dua

Dua bir ibadettir.
Bu nedenle bir Müslüman hangi ortamda olursa olsun, istediği verilsin veya verilmesin dua etmeye devam etmelidir. Çünkü insanın başına gelen sıkıntılar, musibetler ve hastalıklar duanın vaktidir. Öyleyse dua vakti gelmiştir, diyerek dua etmeye başlamak ve o vakit devam ettikçe de duaya devam etmek gerekir.

İsteklerimiz yerine gelmedi diye duayı terk etmek asla doğru olmaz. Çünkü dualarımızın bazı şartları vardır. Bu şartlara uygun olarak dua etmeliyiz. Ayrıca duanın kabul edilmesi ile o duaya cevap verilmesi farklı şeylerdir. Her duaya cevap verilmektedir. Bu cevap, istediğimizin ya aynısı, ya da daha hayırlısı ile olur. Bu da ya dünyada ya da ahirette olur.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Dua’nın manası ve hikmeti nedir?
Duanın yapılış şekli nasıl olmalıdır, makbul dualar nelerdir ve ne zaman dua edilmelidir?
Kur'an’da bütün dualara cevap verileceği belirtiliyor. Halbuki dualarımızın çoğu kabul olmuyor?

57 Cinlerden peygamber gelmiş midir?

“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimi okuyup aktaran ve size, bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp korkutan elçiler (peygamberler) gelmedi mi? Onlar: 'Nefislerimize karşı şahadet ederiz.' derler. Dünya hayatı onları aldattı ve gerçekten kâfir olduklarına dair kendi nefislerine karşı şahadet ettiler.” (En'am, 6/130) 

“...Bize uyarıcı geldi fakat biz yalanladık ve ‘Allah hiçbir şey indirmedi.’ dedik.” (Mülk, 67/9)

Bu ayetler, cinlere de peygamberlerin geldiğine işaret ediyor. Ancak ayet umumi olduğundan peygamberlerin de umumi yani, sadece cinlere veya sadece insanlara geldiği şeklinde değil, insanlara gelen peygamberlerin ve özellikle Hz. Muhammed (s.a.v)’in cinlere de peygamber olarak gönderildiği şeklinde anlaşılması daha uygun görünüyor.

İsmail Hakkı Bursevi, “cinlere kendi cinslerinden peygamber gönderilip gönderilmediği” konusunda şöyle demektedir:

“Kuşkusuz, hem cinlerin hem de insanların mükellef oldukları, yani sorumluluk taşıdıkları ittifakla belirtilmiştir. Ancak kendilerine gönderilen peygambere gelince bu, kendi cinslerinden olduğu gibi, farklı cinsten yani insanlardan da olabilir. Farklı oluşu, kendisinden yararlanmaya engel olmaz. Bu durumda, seçkin olanlar, peygamberin mesajlarını alıp onun bir elçisi olarak bu mesajları kendi milletine iletmesi caizdir."

"Öte yandan, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in, hem cinlerin hem de insanların peygamberi olduğuna dair görüş birliği vardır. Onlardan önceki peygamberler ise sadece kendi kavimlerine gönderilmişlerdir. Hz. Süleyman (a.s)’da, umumi peygamberlik vazifesiyle cinlere gönderilmemiş, hükümdar, yönetici ve idareci olarak vazifelendirilmiştir."

"Buna göre ayette geçen 'içinizden' ifadesi, ya yukarıdaki birinci açıklamaya işaret eder, yani peygamberlerin hem insanlardan hem de cinlerden olabileceğini belirtir, ya da ikinci açıklamaya işaret eder, peygamberlerin yalnız insanlardan olabileceğini vurgular. Ancak “Ey cin ve insan topluluğu!” şeklinde de hitap edilerek hem cinlere hem insanlara birlikte hitap edilmesi 'içinizden' ifadesinin kullanılmasını doğru kılmıştır.”(1)

Konuyla ilgili olarak merhum Yazır şöyle diyor:

“İnsanların ve cinlerin bir toplum olabilmesinden anlaşılır ki, insan toplumunun peygamberleri, cin toplumunun da peygamberleri demektir. Ve her peygambere insan ve cin şeytanlarının düşman olması bununla da ilgilidir. Ve özellikle peygamberlerin sonuncusu olan Rasülullah (s.a.v)’in Rasülü’s-Sekaleyn, yani insan ve cin peygamberi olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Busayri de bunu latif bir şekilde şu beytiyle ifade etmiştir:

'Muhammedün Seyyidü’l-Kevneyni; / Ve’l-Ferikayni min Arabi’n ve min Acemi' (Muhammed (s.a.v), iki cihanın, insan ve cinnin, / Arap ve Arap olmayan iki topluluğun efendisidir.)”(2).

İlave bilgi için tıklayınız:

Âdemoğullarının dünyada yaratılmasından önceki dönemlerde yaşamış olan cinlere, kendi içlerinden peygamber gelmiş midir?

Kaynaklar:

(1) Bursevi, Ruhu’l-Beyan, III, 96.
(2) Yazır, HakDini, III, 518.

58 Hz. Yakup’un, Hz. Yusuf’un ayrılığına dayanamayarak kırk yıl ağlaması peygamberlik makamı ile nasıl bağdaşır; sabretmesi gerekmez miydi?

 Hz. Yakub (as)'ın, Hz. Yusuf (as)'ın ayrılığına sürekli ağladığını gösteren herhangi bir ayet veya hadis söz konusu değildir. Bu sürenin kırk yıl olduğuna dair de kesin bir bilgi yoktur.

Kur'an'da Yusuf Suresinde bildirildiğine göre, oğlu Bünyamin'in Mısır'da tutulduğunu haber alan Hz. Yakub'un, di­ğer oğlu Yusuf hakkındaki üzüntüleri yeniden depreşier ve üzüntünün şiddetinden gözlerine boz gelir. Hz. Yakub'un gözlerine boz gelmesi iki şekilde açıklanmış­tır:

a) 96. âyette "tekrar görür hale geldi" buyurulduğu için bunu karine olarak alanlar, boz gelmekten maksat "üzüntüden ve ağlamaktan dolayı gözünün kapanmasıdır" demişlerdir. Tıp mensuplarının açıklamalarına göre nâdir de olsa üzüntü­den gözde katarakt oluştuğu ve sonra bir şokla bunun zail olduğu görülmüştür.

b) Müfessir Râzî'nin de katıldığı ikinci anlayışa göre (bk. Mefatih, ilgili ayetin tefsiri), göze boz gelmesi görmeyi engelleyecek kadar göz yaşı ile kaplanmasıdır; açılması ise üzüntü ve ağlama se­bebinin ortadan kalkmasıdır.

Bu konuda Hz. Yakub (as)'ın Hz. Yusuf (as)’a karşı beslediği aşırı sevgi ve şefkatin kendisi için de bir nevi imtihan olduğunu düşünmek yanlış olmasa gerektir. Bir insan ve bir baba olarak yıllarca bu hicranın ateşine yanmasına rağmen daima sabır içinde şükretmiştir. “Fe sabrun cemîl” (Yusuf, 12/19) diyerek sabr-ı cemil göstermiştir. Bu ise, bu ağır imtihanda onun peygamberliğe yakışır bir performans gösterdiğinin delilidir. Hatta, çocuklarının kendisine “bu işe fazla takıldığını” söylemelerine karşın, “Ben sıkıntımı, üzüntümü sadece Allah’a şikâyet ediyorum...” (Yusuf, 12/86) demek suretiyle, Allah ile olan münasebetini nasıl bir edep halkasında tuttuğunu göstermiştir. Bu davranışıyla da bize “Musibet ve sıkıntılardan dolayı Allah’ı insanlara şikâyet etmenin caiz olmadığı, ama halini Allah’a şikâyet etmenin caiz olduğu yani; Allah’tan şikayet etmek caiz değil, ama Allah’a şikayet etmek caiz olduğu” dersini de vermiştir.

Hz. Yakub, oğlu Yusuf'un durumu karşısında Allaha tevekkül ettiğini şu ayet bizlere bildirmektedir. "Yakub dediki: ...En hayırlı koruyucu Allah'tır. Ve O, merhamet edenlerin en merhametlisidir." (Yusuf, 12/64)

Hz. Yusuf (as)'ın kardeşleri tarafından kaybettirildiğine inanan Hz. Yakub (as)'ın bu açıdan da ayrıca üzüldüğüne şüphe yoktur. Böyle bir hıyanetin hem bir peygamber hem de bir baba olarak içinde taşıdığı geniş şefkatine dokunması gayet normaldir.

Ayrıca Hz. Yakub, evlâtlarını yitirmenin ıstırabını kalbinin derinliklerinde his­settiğini ve üzüntülerini sadece yüce Allah'a arzettiğini İfade etmekle birlikte, "Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından vahiyle biliyorum" demek suretiyle olayın perde arkasındaki hikmetlerini de bildiğine İşaret etmiştir.

Hz, Yakub'un bu ifadeleri, onun, oğlu Yûsuf'tan ümidini kesmediğini ve Allah'ın lütfuyla bir gün kendisine kavuşacağını umduğunu göstermektedir.

Konuyla İlgili Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki mütalaasının isabetli ve ufuk açıcı olduğunu düşünüyoruz:

Hz. Yakub (a.s)'un, oğlu Hz. Yusuf (a.s)'a gösterdiği aşırı sevgiyi peygamberlik makamı ile bağdaştıramayan İmam Rabbânî, Hz. Yusuf'un babasını cezp eden güzelliklerinin, dünyevî güzellikten ibaret hususlar olmadığı, aksine uhrevî meziyetler olduğunu ifade ederek meseleyi çözmeye çalışmıştır. Bediüzzaman ise, bunun isabetli bir tevil olmadığının kanaatindedir.

Kullanılan üslûbun nezaket ve nezahetini göstermesi bakımından, ifadenin aynen verilmesinde fayda mülahaza edilmektedir:

"Şu mesele münasebetiyle hâtıra gelen ve Muhakkîkîne, hattâ bir üstâdım olan İmam-ı Rabbânî'ye muhalif olarak diyorum ki: Hz. Yakub aleyhisselâmın, Yusuf aleyhisselâma karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir; belki şefkattir. Çünkü: Şefkat, aşk ve muhabetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir. Ve makam-ı nübüvvete layıktır. Fakat, muhabbet ve aşk, mecazî mahbuplara ve mahlûklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete layık düşmüyor. Üstadım İmam-ı Rabbânî, aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki: Mehâsin-i Yusufiye, mehâsin-i uhreviye nevinden olduğundan, ona muhabbet ise, mecâzî muhabbetler nevinden değildir ki, kusur olsun. Ben de derim: Ey üstad! O, tekellüflü bir tevildir; hakikat şu olmak gerektir ki: o, muhabbet değil, belki yüz defa muhabetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir. Evet şefkat bütün envaiyle latîf ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok envaına tenezzül edilmiyor." (bk. Mektûbat, s. 27-28)

59 Hz. Yusuf (a.s.)'un saat mucizesi ve bu saatin mahiyeti hakkında bilgi verebilir misiniz?

Peygamberler (Aleyhimüsselam) insanlığın manevi önderleri olduğu gibi, maddi terakkinin ilk örneklerinin de önderleridirler. Allah Teala bazı medeniyet harikalarını onların eliyle insanlığa hediye etmiştir. Bundan dolayı; demirciler Hz. Davut’u (as), gemiciler Hz. Nuh’u (as), terziler Hz. İdris’i (as) ve saatçiler de Hz. Yusuf’u (as) ustabaşı kabul ederler.

İslamî kaynaklarda Hz. Yusuf'un (as) saati keşfeden kişi olduğu belirtilmiştir. Zindanda kaldığı süre içerisinde ibadetlerini vaktinde yapabilmek için "zaman ölçen" bir alet yaptığını bildirmişlerdir. Bu da onun bir mucizesidir.

Şüphesiz insanoğlu, yeryüzünde yaşamaya başladığı günden beri zamanı ölçmek için güneşten faydalanıyordu. En ilkelinden en gelişmişine kadar çeşitli güneş saatleri kullanılmaktaydı. Fakat o güne kadar güneş kullanılmadan vakti tayin edebilecek bir alet henüz keşfedilebilmiş değildi. İlk insan Hz. Âdem’den (as) beri tebliğ edilmiş şeriatlarda emredilen namaz, oruç gibi ibadetler, belirli vakitlerde yapılmaktadır. Bu vakitler, güneşin hareketine göre tespit edilmekteydi.

Hz. Yusuf (as) zindan gibi güneşten mahrum bir mekânda, vaktinde ibadet edebilmek için o güne kadar hiç kullanılmamış bir alet geliştirmiştir ki, bu su saatiydi (bazılarına göre bu bir kum saatiydi).

Nitekim arkeologlar, Mısır'da bir Amon tapınağında yaptıkları kazıda, Firavun Amonhotep-III zamanından kalma, zaman ölçen bir su saati bulmuşlardır. Bu Firavun, MÖ 1408-1372 yılları arasında yaşamıştı. Üstelik bu Firavun, meşhur Aton inancını Mısır uygarlığına sokan Amonhotep-IV (İkhnaton)'un babasıydı. Bu dönem ise, Hikoslardan sonra yaşanan dönemdir.

İlk tipleri Mısır'da bulunan su saatleri, dibinde delik olan bir kovanın boşalması ve dolmasıyla zamanı gösterir. Bu saatler, zamanın ölçülmesine yeni bir bakış açısını getirmiştir. Güneş saatleri belirli bir zamanı gösterirken, su saatleri ne kadar zaman geçtiğini de gösteriyordu. Bu yüzden su saatinin keşfi zaman ölçümünün gerçek başlangıcı sayılabilir.

Hz. Yusuf'un (as) keşfettiği saatin bir mucize olarak değerlendirilmesinin sebebi şudur: Hz. Yusuf (as), zindanda olduğu zaman sürecinde -güneşten yararlanma imkânı olmadığından- özellikle belli ibadetleri yerine getirmek için, bir zaman takvimine son derece muhtaç idi. İşte, böyle bir ihtiyacı karşılamak ve gelecek nesillere bunu bir hediye olarak bırakmak hikmetiyle Rabbimiz tarafından ona ihsan edilmiştir. Gerek Hz. Yusuf'ta (as) böyle bir fikrin, umulmadık bir tarzda meydana gelmesi, gerekse bunun nasıl gerçekleşeceği hakkında bilgilendirilmiş olması ve gerekse yapılan bu sanatın asırlarca insanoğlunun ihtiyacını karşılayacak bir boyutta olması, işin olağan üstü bir harikalığın ifadesidir. Böyle harikalar, velilerce ortaya konduğunda keramet, peygamberler tarafından ortaya konduğunda ise, mucize adını alır. 

Nitekim yine umulmadık bir zamanda yapılan ve bir müddet sonra tufan hadisesinin meydana gelmesiyle bunun ne anlama geldiği, tarih tarafından tescillenen Hz. Nuh'un (as) gemisi Kur'an'da bir "ayet" bir mucize olarak değerlendirilmiştir. Bu yüzdendir ki, bu iki buluş da mucize olarak değerlendirilmiştir. ( bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz, s. 254).

60 Yüz sopa vurmaya söz vermiş mi?

Ayette Hz. Eyyub (as)’un hanımını dövmeye yönelik yaptığı yeminin sebebi belirtilmemiştir.
Konuyla ilgili ayetler şöyledir:

"Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o, 'Herhâlde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu.' diye Rabbine seslenmişti. 'Ayağını depret.' İşte yıkanacak ve içecek soğuk (su, diye vahyettik).Katımızdan ona bir rahmet ve temiz akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere, kendi ailesini ve onlarla birlikte bir benzerini de bağışladık. 'Ve eline bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve andını bozma.' Gerçekten, biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi.” (Sad, 38/41-44)

Bu konuda ileri sürülen ihtimallerin başında, Hz. Eyyub (as)’un bir sebepten dolayı hanımına yüz değnek vurmaya yemin etmiş olması gelmektedir. Eğer bu doğru ise, hastalığı sırasında eşinin onca cefasını çeken bir hanımı incitmeyecek bir yolla Hz. Eyyub (as)’a yeminini yerine getirmenin çaresi gösterilmiş olmalıdır. Böylece bir sadakat, vefa, şefkat ve zarafet dersi verilmektedir.

İslamî kaynaklarda bunun sebebi farklı şekilde açıklanmıştır. Bunlardan kabul edilebilir bir sebebi, şöyle özetlemek mümkündür:

Karısı bir iş için ayrılıp gitmiş, ancak zamanında gelmeyip oldukça gecikmişti. Ağır bir hastanın beklediği hizmeti anında görmemesinden kaynaklanan bir kızgınlık, Hz. Eyyub (as)’u böyle bir yemine itmiştir. Ancak, anlık bir kızgınlık sonucu olarak ağzından çıkan böyle bir yeminden dolayı oldukça pişman ve rahatsız olan Hz. Eyyub (as)’a, Rabb-i Rahimi bir ruhsat ve muhtereme eşine de bir ikram olarak: “Eline bir demet ot / sap al, onunla vur! Yemininden dönen kimsenin durumuna düşme!” diye özel bir çıkış yolu göstermiştir. Yüz başak sapından bir demet veya yüz hurma yaprağından bir tutam alıp onunla hanımına vurarak yemini yerine getirmesini emretti. Allah böyle bir çağrıyı; Hz. Eyyûb (as)'a olan merhameti, ve hanımının da ona, sıkıntılı günlerinde çok güzel hizmet etmiş olduğu için emir buyurdu.

İbn Kesîr bu konu ile ilgili olarak der ki:

"İşte bu, Allah'tan korkan ve O'na itaat edenler için bir çıkış yolu ve çare idi. Bu çare; özellikle sabırlı, çilekeş, sadık, dürüst ve iyiliksever karısı için bulunmuştu. Yüce Allah, bu ruhsat ve çarenin sebebini şöyle açıklıyor: "Gerçekten Biz, Eyyûb 'u sabırlı (bir kul) bulmuştuk. O ne iyi kuldu. Daima Allah'a yönelirdi." Allah bu ayet ile anlık bir kızgınlıktan kaynaklanan ve akabinde pişmanlık duyulan bir tavrın onun gerçek karakteri olan sabırlı halini lekelemekten uzak olduğuna işaret edilmiştir."

Bazı fakihler böyle bir yöntemin sadece Hz. Eyyub (as)'a mahsus olduğunu söylerlerken, bazıları da, başka kimselerin de bu fırsattan yararlanabileceklerini savunmuşlardır. İlk görüşü İbn Asakir, İbn Abbas'dan, el-Cassas ise Mücahid'den nakletmişlerdir. İbn Malik de aynı görüştedir.

Diğer görüş ise İmam Ebu Hanife, İmam Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer ve İmam Şafiî tarafından öne sürülmüştür. Onlara göre söz gelimi bir kimse hizmetçisine on sopa vurmaya yemin ettiğinde, on sopayı birleştirerek ona vursa yemini yerine gelmiş olur. Ayrıca bu ayetten yemin eden bir kimsenin, yemini hemen yerine getirmesinin gerekmediği anlaşılıyor. Çünkü Hz. Eyyub (a.s) hastayken yemin etmiş ve sıhhatine kavuştuktan sonra da yeminini hemen yerine getirmemiştir.

Hz. Eyyüb (as)’ın vefalı eşi, Allah’ın kendisine ikram ettiği bu özel uygulamadan dolayı bırakın incinmeyi, belki iftihar etmiştir. Böyle bir olayın Kur'an’da anlatılması da onun adına ayrı bir ikramdır. Allah hem onun suçsuz ve günahsız olduğunu açıkça ortaya koymuş, hem de sabır kahramanı muhterem eşi Hz. Eyyüb (as)’e de çıkış yolu göstermiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Eyyub'ın hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

61 Hz. İlyas'ın hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. İlyas (as), Kur'an-ı Kerîm'de ismi geçen peygamberlerden biri. Hz. Musa (a.s)'dan sonra gelen nesebi Hz. Harun (a.s)'a dayandığı rivayet edilen İsrailoğulları peygamberlerinden.

Hz. Musa (as)'dan sonra İsrailoğullarının çeşitli boyları Şam civarına yerleşmiştir. Şam bölgesindeki "Bek" şehrine yerleşen ve zamanla Allah'a isyan ederek haddi aşan bir Benu İsrail kabilesine Hz. İlyas (a.s)'ın gönderildiği rivayet edilmektedir. İlyas (a.s) Kur'an-ı Kerîm'de iki değişik surede anılmıştır. Bir yerde diğer peygamberler ile birlikte ismi geçmiştir:

"Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı, İlyas'ı doğru yola erdirmiştik. Bunların hepsi salih kimselerdendi." (Enam, 6/85)

Diğer sûrede ise İlyas (a.s)'ın kıssası özetle anlatılmıştır. Musa ve Harun (a.s)'dan bahsedilmiş, onların Allah'ın salih kulları olduğu anlatıldıktan sonra İlyas (a.s)'ın kıssasına geçilmiştir:

"Muhakkak İlyas da peygamberlerdendi." (Sâffat, 37/123).

Bu ayet-i kerime İlyas (a.s)'ın etrafında Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından oluşturulmuş olan efsanevî kimliği aralamakta, onun Allah'ın diğer peygamberleri gibi bir peygamber olduğunu anlatmaktadır.

Buhârî, Kitâbu'l-Enbiyâ bölümünde İlyas (a.s) için bir bab açmış ve onun kıssasını anlatan es-Sâffât suresindeki ayetleri bu babda zikretmiştir. İbn Mes'ûd ve İbn Abbas'ın rivayetine göre Hz. İlyas ile İdris (a.s) aynı şahıstır. (Buhârî, Enbiyâ, 4). İdris (a.s) da Nuh (a.s)'ın babasının dedesidir. (Buhâri, Enbiyâ, 5).

İlyas (a.s) peygamber olarak gönderildiği insanları dine davet etmiştir:

"(Hz. İlyas) milletine; 'Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Yaratanların en iyisi olan, sizin de Rabbınız önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da Ba'l putuna mı taparsınız?' demişti." (Sâffât, 37/124-126).

Ayet-i Kerime'de geçen "Ba'l" o kavmin tapındığı putun ismidir. Oturduğu şehirlerinin ismi "Bek" olan bu halkın, tapındıkları puttan dolayı şehirlerinin isminin "Ba'lebek" olduğu rivayet edilmektedir.

Rivayete göre Hz. İlyas (as) İsrailoğullarına Hızkil (a.s)'dan sonra gönderilmiştir. İnsanları Allah'a imana çağıran Hz. İlyas (as), kavminin Ba'l putuna tapmamasını emretmiştir. O bölgenin kralı önce iman etmesine rağmen daha sonra irtidat ederek Hz. İlyas (a.s)'ı öldürmeye kalkmıştır. Hz. İlyas (as) yedi sene kadar dağlarda bayırlarda dolaşmış, insanları Tevrat'ın emirlerine davet etmiş, iman etmemeleri üzerine, o beldeye üç yıl hiç yağmur düşmemiştir. Daha sonra Hz. İlyas (as)'ın duasıyla yağmur yağmasına rağmen yine İlyas (a.s)'a iman etmemişlerdir.

Kendisinden sonraki Benûisrail peygamberlerinden Kur'an'da ismi zikredilen Elyasa (a.s)'ı Hz. İlyas (as) yetiştirmiştir. Rivayete göre kavminin imansızlığına kızan İlyas (a.s), Allah Teâlâ'dan kendisini gökyüzüne kaldırması için dua etmiş, bunun üzerine belirlenen bir yerde yanında Elyasa (a.s) da varken gökten gelen ateş gibi bir ata binip havalanmış, nübüvvet simgesi olarak da aşağıda kalan Elyas'a hırkasını atmış ve semaya refedilmiştir.

Ancak şurası unutulmamalıdır ki bu rivayetler İsrailoğullarının Tevrat kökenli rivayetleridir. İşin doğrusunu en iyi Allah bilir (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azîm, VII, 31). İbn Ke­sir, İsrâiliyâttan olan bu rivayetlerin bütünüyle yalanlanamasa da sıhhatinin çok uzak bir ihtimal olduğunu söyler. (el-Bidâye, 1, 338.) 

Hz. İlyas (a.s)'ın, Hızır (a.s) ile yılda bir kez buluştuğuna inanılır, halk arasında bu buluşma Hızır İlyas (Hıdrellez) şeklinde simgelenmiştir. (bk. Şâmil İslam Ansiklopedisi, md. İlyas)

62 Hz. Adem'in kaç çocuğu olmuştur?

Hz. Havva'nın Hz. Âdem (as)'den erkek ve kız olmak üzere yirmi batında, kırk çocuğu oldu. Başka bir rivayette Hz. Havva, Hz. Âdem (as)'den yüz yirmi (120) batın çocuk doğurdu.1

Âdem Aleyhisselâm; Nevz dağında, oğulları ve oğullarının oğulları, kırk bine doluncaya kadar yaşadı.2

Dipnotlar:

1. Bunlar için bk. et-Taberi, Tefsir, VI, 186 v.d.; Tarih, 1/1,189 v.d.; es-Salebi, Arais, s. 26 v.d.; et-Tus Tefsir, III, 491 v.d.; et-Tabresi, Tefsir, II, 182 v.d.; ez-Zemahşeri, Tefsir 1,623 v.d.; îbnu'İ-Arabi, Te sir, II, 586 v.d.; ibnu'l-Cevzi, Tefsir, II 331 v.d.; İbn Kesir, Tefsir, II 541 v.d.; el-Kasİmi, Tefsir, 1942; Reşid Rıza, Tefsir, VI, 340 v.d.; el-Mes'udi, Mürucü'z-Zehebf 1, 35 v.d.; İbnu'1-esir, el-Kâmil, 44-45; ibn Kesir, el-Bidaye I, 92 v.d.; Ali İbn Bali, Bedaiu'z-Zühur, s. 47 v.d.; Diyarbekri, Tarih, 59 v.d.; Abdulvehhab en-Neccar, Kasasu'l-Enbiya, s. 22-23.
2. İbn Sa'd, Tabakat c.1,s.38-39; Taberî-Tarih c.1,s.84; Mes'üdî-Murûcuzzeheb c.1, s.38; Peygamberler Tarihi, Asım Köksal; İslami Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir.

63 İlk insan Hz. Adem okur-yazar mıydı?

İnsanların ilk devri, vahşet değil, belki ilk medeniyetti. Bu ilk medeniyet dersini de insanlara hak peygamberler vermişti. İnsanlara ilk din dersini verenler (yani tek Allah inancını öğretenler), nasıl ilahi peygamberler olduysa, ilk medeniyet dersini de insanlara, bu peygamberler vermişlerdi.

Şu kadar var ki, ilahi peygamberlerden bu ilk medeniyet dersini almış bulunan insanlar, sonra bu medeniyetten uzaklaşa uzaklaşa ilk dersi unutarak vahşi olmuşlar, daha sonra tekrar medeniyete girmişlerdir. Şu halde insanlar, vahşet devri, medeniyet devri olmak üzere iki medeniyet safhası değil, belki ilk medeniyet, vahşet, ikinci medeniyet olarak üç devir geçirmişler; vahşilik, insanlar için ilk devir değil, iki medeniyet arasında geçici bir basamak sayılmıştı.

Allah insanlığa medeniyeti peygamberler vasıtası ile bildirmiştir. Bu noktada insanlık tarihinde umumi bir vahşilik yaşanmamıştır. Peygamberlerin bulunduğu yerlerde medeniyet -kendi zamanlarına göre- vardı. Peygamberlerin bulunmadığı yerlerde ise, insanların vahşi ve kaba olduğunu biliyoruz.

Tarih kitapları da hep insanlığın vahşet tarafını göstermeye çalışmıştır. Bunda bazı sebepler vardır. Bunların başında, bazı dinsiz gurupların, insanları İslam dininden ve Allah’a imandan uzaklaştırmaya çalışmaları gelmektedir. Nasıl ki, bilimsel alanda insanları evrim safsatası ile aldatıp “Mü’minlerin inandığı Allah -haşa- yoktur. Her şey kendi kendine olmuştur. İlim ve bilim de böyle söylemektedir.” diye yaygara kopardıkları gibi, bu fikrin uzantısı olan “Evrimleşen insan önce yarı maymun, sonra insan oldu. Fakat ilk insanında tamamıyla bedevi ve okuma, yazma, konuşma bilmeyen cahil bir şekildeydi.” fikri her tarafa yayıldı. Böylece bu kirli ideolojiye tarih bilimini de alet etmiş oldular.

Oysa her peygamber, bir medeniyet getirmiş ve ilk insan da Hz. Âdem (as) de bir peygamberdir. Dolayısıyla Hz. Âdem (a.s) ile başlayan insanlık, kendi zaman ve zeminine göre medeni idi, vahşi değildi. Şimdiki zamanda bile, okuma yazma bilmeyen ve vahşi olarak yaşayan insanlar olduğu gibi, o zamanda daha fazla bedeviyet ve vahşet hakimdi. Ama bu durum başta söylediğimiz gibi umumi değildi.

Ayrıca Allah Kur'an-ı Kerim'de Hz. Âdem (as)’e her şeyin ismini, anlamını ve niçin yaratıldığını öğrettiğini, imtihanda Hz. Âdem (as)’in meleklere üstün geldiğini bildiriyor. Bu nedenle ilk insanın bugünkü anlamda bir konuşmayı bildiği ve seslerle anlaştıkları net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

64 Hz. Süleyman kaç yıl yaşamıştır?

Hz. Süleyman (as) on iki-on üç yaşlarında tahta oturmuş, kırk yıl saltanat sürmüştür. Elli üç yaşında (bazı kaynaklarda elli iki yaşında) vefat ettiği nakledilmiştir. (bk. Mes'ûdî, 1, 58: Sa'lebî, s. 328)

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Süleyman (as)'ın hakkında bilgi verir misiniz?..

65 Hz. Şit'e elli sahife indirildiği halde Kur'an-ı Kerim'de neden ismi geçmiyor?

Önce şunu belirtelim ki, kaynaklarda bu konuyla ilgili bir bilgiye rastlayamadık.

Elli sahife almış bir peygamber olarak Kur’an’da zikredilmemesinin bir hikmeti elbette vardır. Bizim bilmememiz, olmadığını göstermez.

Bununla beraber, bu konuda bir iki hikmetini şöyle açıklayabiliriz:

a. Hz. Şit (as), Hz. Âdem (as)’ın oğludur. İnsanlığın babası olan ve kendisine on sahife verilen Hz. Âdem’den bahsedilmesi, onun dininin bir varisi ve on sahifenin biraz daha geniş bir açıklaması hükmünde olan elli sahifeyi vahiy alan Hz. Şİt’ten bahsedilmesine ihtiyaç bırakmamış olabilir. Hz. Şit’in sahifeleri fazla da olsa, Hz. Âdem’in hayat hikayesi insanlık camiası için çok daha önemli olduğundan onun zikredilmesi daha uygun görülmüş olabilir.

b. Kur’an’da, insanlığın birinci babası olan Hz. Âdem (as) ile ikinci babası olan Hz. Nuh (as) dışında -Hz. İbrahim (as) devrine kadar gelip geçen- peygamberlerden söz edilmemiştir. Burada Hz. İdris (as) konumu itibariyle bir istisna teşkil etmiş olabilir. Kur’an’da neden sadece Hz. İbrahim’le başlayan süreçte yer alan bazı peygamberlerden söz edilmiştir? Çünkü;

Kur’an’ın ilk muhatabı durumundaki Araplar Hz. İbrahim (as)’ı yakından tanıyor ve ona saygı  gösteriyorlardı. Hem de o süreçte yaşayan peygamberlerin ve kavimlerinin bulunduğu coğrafya da Arapların bulunduğu bölgelerle yakın ilişkisi vardı. Oysa, Hz. Şit (as) gibi peygamberler -o bölgelerde yaşamış olsa bile- Arapların pek bilmediği bir tarih boyutunda kalmışlardır.

Yine İslam dininin geldiği bölgede ve komşu bölgelerde Yahudilik ve Hristiyanlık da vardı. Bunların İslam’a karşı muhalefet etmeleri sebebiyle, onların kendi peygamberlerine karşı da takındıkları olumsuz tavırlarını yüzlerine vurmak için, onların peygamberlerinden söz etmek gerekiyordu. Sahifeleri olsa bile Hz. Şit (as)’ın bu sürece bu anlamda müspet bir katkısı olamazdı.

Keza, bütün hak dinlerin gerçek varisi olan ve hatta bütün bu semavî dinlerin ortak adı olan İslam’ın kaynağı olan Kur’an’da bu üç büyük dininin ortak paydası olan Hz. İbrahim (as)’in başlattığı sürecin esas alınması, İslam dininin bu evrensel kimliğine çok uygun düşmüştür.

66 Cennetteki yasak meyveyi ilk olarak Hz. Âdem mi, yoksa Hz. Havva annemiz mi yemiştir?

Cennetteki yasak meyveyi ilk yiyenin Hz. Havva olduğunu gösteren bilgiler yanında (bk. Taberî; Kurtubî; İbn Atiyye; Bursevî; Bakara, 2/35-36. ayetin tefsiri), önce Hz. Âdem'in ağaçtan yediğine, sonra eşinin ona uyduğuna dair bilgiler de vardır. (bk. İbn Aşur, Bakara, 2/36. ayetin tefsiri)

Hz. Âdem’in yasak ağaca yaklaşması ve Allah’ın yasağını çiğnemesi şekli ve neticeleri hakkındaki bilgiler Tevrat ve Kur’an-ı Kerim’de farklılıklar göstermektedir.

Tevrat’a göre kır hayvanlarının en hilekârı olan yılan, Aden’deki bahçede (cennet) yaşamakta olan Havva’ya yaklaşmış. "Allah bilir ki ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak, iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız." diyerek, onu yasak ağacın meyvesinden yemeğe ikna etmiş, daha sonra Havva yasak meyveden Âdem’e de yedirmiştir. (Tekvin, 3/1-6)

Bazı İslam tarihi kitaplarında geçen bu yılan unsuru tamamen İslam dışı kaynaklara dayanmaktadır.

Kur’an’a göre onları yasak ağaca yaklaşmaya teşvik eden şeytandır. Âdem’e karşı açık bir kıskançlık içinde olan şeytan, önce Allah’ın emrine karşı gelerek Âdem’e secde etmemiş, (bk. A’raf 7/11-12) sonra da onu aldatarak günah işlemesine sebep olmuştur. Şeytanın cennete girişi ve Âdem ile Havva’ya yaklaşması konularında Kur’an ve sahih hadislerde bilgi yoktur. Diğer İslamî kaynaklardaki bilgiler ise, genellikle apokrif (kaynağı bilinmeyen, güvenilmeyen) Yahudi kaynaklarından alınmıştır. Bazıları da ayet ve hadisleri farklı yorumlamaktan kaynaklanmaktadır.

Bu nedenle, yasak meyveyi ilk önce kimin yediği konusunda kesin bir şey söylemek zordur. Ayrıca,

"Şeytan, oradan ikisinin de ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden çıkardı..." (Bakara, 2/36),

"Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: Rabbinizin sizi bu ağaçtan alıkoyması melek olmanız veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir." (A'raf, 7/20) ve

“Bunun üzerine ikisi de o ağacın meyvesinden yediler..." (Taha, 20/121)

mealindeki ayetler, hem İblis tarafından kandırılmanın hem de yasak meyvenin yenilmesinin beraber olduğunu bildirmektedir.

Diğer taraftan, bu olayın bize bakan yönünü ihmal etmemek gerekir. Bizim için, İblis’in hile ve tuzaklarına karşı dikkatli olma, Allah’ın yasaklarına riayet konusunda hassas olma gibi önemli uyarılar vardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Havva Hz. Adem'e yasak meyveyi yedirdiği için, kadınlar hayız olduğu ve mirastan yarı pay aldığı söylenmektedir. Bu bilgiler doğru mu?

Hz. Âdem’e ve Hz. Havva’ya, yasak meyveden koparılması neden yasaklanmış? Bu meyve hangisiydi? Akla yatkın olmayan bu yasağın sebebi nedir?

Âdem ve Havva, cennette ebediyen kalamayacakları fikrine nerden kapıldılar da ebediyen cennette olmak için ağaçtan yediler?

Kadınların doğum sancısı çekmesi Hz. Havva yasak ağaçtan yediği için ilahi bir ceza mı? Öyleyse neden her doğum yapan kadının bütün günahları affedildiği söyleniyor?

67 Tabutu sekine ve onu gün ışığına çıkaracak Mehdi hakkında bilgi verir misiniz?

Tefsirlerde bu tabutun maddî bir sandık olduğu bildirilmektedir.

“Peygamberleri devamla şöyle dedi: 'Onun hükümdarlığının alâmeti, size içinde Rabbinizden bir sekîne ile Mûsâ ve Harun’un manevî mirasından bir bakiyyenin bulunduğu ve meleklerce taşınan bir sandığın gelmesidir. Eğer iman etmeye niyetli iseniz bunda, elbette sizin için delil vardır.'” (Bakara, 2/248)

Yukarıda mealini verdiğimiz ayetin tasviri de Tabut’un maddî olduğunu göstermektedir.

Kaynaklarda Tabut hakkında çok farklı rivayetler vardır. Hepsindeki ortak nokta şudur ki; Hz. Musa (as)’ın vefatından sonra, Yahudiler Allah’a isyan etmeye, hak yoldan çıkmaya başladılar. Bu sebeple Allah Amalikaları onlara musallat etti ve sandığı onlardan aldılar. Nihayet Talut’un melikliğine bir alamet olarak geri geldi.(bk. Alusî, Bakara, 248. ayetin tefsiri).

Eski Ahitteki bilgiye göre, Sandık Yahudilerle savaşan Filistinliler tarafından alınıp götürülmüş, fakat onların elinde sadece yedi ay kalmıştır. Allah’ın başlarına getirdiği değişik musibetlerin sebebi olarak gördükleri sandığı tekrar götürüp yerine (Beytu’ş-şems’e) teslim etmek zorunda kalmışlardır.(bk. Samvail el-evvel, el-Eshah: 6/1).

Bu açıklamalar da Tabut’un maddî bir sandık olduğunu göstermektedir.

Akdu’d-dürer fi Ahbari’l-Muntazar (1/34-şamile) adlı eserde, söz konusu tabutun Hz. Mehdi zamanında Taberiye göletinden çıkarılacağına dair bilgi yer almaktadır.

Eğer söz konusu hadis rivayeti sahih ise, bu durumda ilgili ayetle bir paralellik kurulabilir. O takdire, söz konusu tabutun kaybolması özellikle o devirde İsrailoğulları için bir hezimet alameti olduğu gibi, onun yeniden bulunması, onların zaferlerinin nişanesi oldu.

Onun Hz. Mehdi devrinde yeniden bulunması da inkarcılar karşısında hezimete uğrayan Müslümanların da hâkimiyetine bir alamet olabilir. Bu gibi bilgiler genellikle yorum olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Mehdi kelimesinin “Antakya’daki sandığı bulacağı” anlamında olduğuna dair açıklama, ilgili rivayet doğrultusunda yapılan bir yorumdur.

Mehdi kelimesinin maddî bir sandukçayı bulmaktan çok, manevî bir sandukça olan Allah’ın rızasına götüren hazineye ulaşan kimseyi ifade etmektedir. Bu maddî sandık, o manevî sandığın bir nişanesi gibi görülebilir.

Mehdi, Allah tarafından -Fatiha suresinde işaret edilen- sırat-ı müstakime hidayet edilmiş / dosdoğru yola iletilmiş kimse demektir. Nitekim hadiste dört raşit halife için de “sünnetü’l-hulefai’r-raişidine’l-mehdiyyin = hidayete erdirilmiş raşid halifeler yolu” ifadesi kullanılmaktadır(bk. Ahmed b. Hanbel, 4/126).

Bize göre, Hz. Mehdi -genel olarak istikamet yolunu takip eden bir zat olması yanında, bir gece gibi çok kısa bir zaman diliminde -harikulade bir şekilde- özel bir lütufla, takvayla, ferasetle dopdolu, yepyeni bir şahsiyete kavuşturulduğu için kendisine bu unvan verilmiştir.

Nitekim bir hadiste Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

“Mehdi, Ehl-i beyttendir, Allah onu bir gecede ıslah eder.” (Kenzu’l-Ummal, h. No: 38664).

Burada yer alan “ıslah” kavramı, ifade ettiğimiz gibi yepyeni bir şahsiyete kavuşturmak anlamındadır. Yoksa, halk arasında bilinen “ıslah” manasında değildir, olamaz da.

68 Hz. Lokman kimdir, hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

LOKMAN (LUKMAN):

Bir nebî veya velî olduğu ihtilâflı; ancak çoğunluğun tercihine göre hakim bir şahsiyet.

Kur'ân-ı Kerîm'de Lokman adı iki yerde geçer (bk. Lokman, 31/12 ve 13). Kelime, aynı zamanda Mekkî bir surenin adıdır. Bu surenin nüzul sebebi Kureyşlilerin Lokman'ı Hz. Peygamber (s.a.s)'e sormalarıdır.

Lokman'ın adı geçen iki ayetin meâli şöyledir:

"Andolsun biz Lokman'a Allah'a şükretmesi için hikmet verdik. Şükreden kimse ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden ise, bilsin ki Allah her şeyden müstağnîdir, övülmeye layık olandır. Lokman, oğluna öğüt vererek. 'Yavrum, Allah'a eş koşma, doğrusu eş koşmak büyük zulümdür.' demişti." (Lokman, 31/12 ve 13).

Lokman'ın adı içinde geçmese de onun oğluna öğütleri devam etmektedir. Ancak arada iki ayet içinde Yüce Allah, Lokman'ın öğüdündeki eş koşmayı (şirk) tekit için ana-babaya iyi davranmak; yaradana şükür, ana-babaya teşekkür etmesini bilmekle beraber; eğer ana-baba Allah'a eş koşmak üzere çocuğunu körü körüne zorlarlarsa o çocuğun onlara itaat etmemesi, dünya işlerinde onlarla güzelce geçinip Allah'a yönelen kimselerin yoluna uyması gerektiğini bildirmektedir. (Lokman, 31/14 ve 15).

Lokman'ın öğütleri şöyle devam etmektedir:

"Yavrum, işlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa da Allah onu getirip meydana kor. Doğrusu Allah Lâtif'dir, haberdardır. Yavrum, namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir ve başına gelene sabret; doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir. İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseyi hiç şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini de kıs! Seslerin en çirkini şüphesiz merkeplerin sesidir." (Lokman, 31/16-19).

Lokman Suresi'nde geçen meâli verilen ayetlerden anlaşılmaktadır ki, bu zat bir hakimdir. Çünkü ona hikmet verilmiştir. Böyle bir hikmete ulaşan kimseye gereken, o hikmete şükürdür. Aslında Yüce Allah'ın, şükür de dahil hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Ancak şükre ihtiyacı olan insandır. Çünkü Allah, şükredince nimetleri artırma vadinde bulunmuştur. (İbrâhim, 14/7).

Lokman, üç kere "yavrum" veya "oğlum" diye hitap ederek oğluna öğüt vermiştir. Bunlardan ilkinde Allah'a eş, ortak koşmamasını öğütlemiştir. Çünkü bu, Allah'ın hakkını başkasına vermek, kulların ve bütün varlıkların yaratanına olan bu haksızlıkla onların haklarını çiğnemek, başta Yüce Allah'ın ikram ettiği, şerefli kıldığı insan olmak üzere bu varlıkları esas yaratanından başka fâni, âciz, güçsüz şeylere yönelterek onları tahkîr etmektir.

Lokman, ikinci "yavrum" hitabiyle başlayan öğüdünde, Yüce Allah'ın hardal tanesi kadar da olsa yapılan bütün iyilik ve kötülükleri gördüğünü, bildiğini ve onları ahirette değerlendireceğini anlatmıştır. Nitekim Yüce Allah, zerre miktar hayır-şer işleyenin karşılığını göreceğini bildirmektedir. (Zilzâl, 99/7 ve 8).

Lokman, yine oğluna hitaben üçüncü öğüdünde onun namazı kılmasını, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmesini, başına gelene sabretmesini, insanlara böbürlenip kibirlenmemesini, çalım satıp öğünmemesini, yürümesinde, konuşurken sesinde ölçülü olmasını tavsiye etmiştir.

Lokman hakkında hadislerde de bazı bilgiler bulunmaktadır. En'âm Suresi'nin 82. ayetinin nüzulünde sahabeler:

"Ey Allah'ın Resulü! Bizim hangimiz nefsine zulmetmez ki?.." dediklerinde, Peygamberimiz (asm), "Bu ayetteki zulüm sizin sandığınız gibi değildir. O zulüm, şirk demektir. Lokman'ın oğluna nasihat ederken, yavrum, Allah'a şirk koşma. Zira şirk en büyük zulümdür, dediğini işitmediniz mi?" cevabını vermiştir. (Sahîh-i Buhârî, Tecrîd-i Sarîh, Tercemesi, IX, 163).

Lokman şöyle derdi:

"Yavrum, ilmi, âlimlere karşı böbürlenmek, sefihlerle münazarada bulunmak ve meclislerde gösteriş yapmak için öğrenme!" (Ahmed b. Hanbel, I,190).

Bu anlatım ve devamı başka bir rivayette şöyle yer almaktadır: 

"...Gınâ göstererek ve cehalete düşerek ilmi terketme! Yavrum, meclisleri ihmal etme! Allah'ı anan bir topluluk gördüğünde onlarla otur. Eğer âlimsen ilmin işine yarar; cahilsen onlar sana öğretirler. Umulur ki Allah onlara rahmetini lütfeder, onlarla beraber sana da ulaşır. Allah'ı anmayan bir lopluluk gördüğünde onlarla oturma. Eğer âlimsen ilminin sana bir yararı olmaz; cahilsen onlar seni saptırırlar. Allah onları azabına düçar kılar, sana da onlarla beraber isabet eder." (Dârimî, Mukaddime, 34).

Yine bir hadis-i şerifde ilim-hikmet hakkında şöyle denilmektedir:

"Hakîm Lokman oğluna şu tavsiyede bulunmuştur: Yavrum âlimlerin yanında otur ve dizlerinle onlara çok yaklaş. Çünkü Allah, gökten indirdiği yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, kalbleri hikmet nûruyla diriltir." (Muvatta, İlim, 1).

Lokman hakkında başka bir hadis de şöyledir:

"Hakim Lokman, şöyle derdi: Şüphesiz Allah bir şeyi emânet aldığı zaman onu korur." (Ahmed b. Hanbel, II, 87).

Bu hadislerin, meselâ zulüm, hikmet, ilim gibi konularda Kur'ân-ı Kerîm'deki Lokman ile ilgili ayetlerle rabıtalı olduğu görülmektedir.

Lokman'ın kim olduğu konusunda çeşitli görüşler vardır. İbn İshak'a göre Lokman'ın nesebi [Lokman b. Bâur b. Nahor b. Tarih (Terah: Âzer)] Dördüncü Kuşakda Hz İbrahim (a.s)'in babası Âzer'e ulaşır. Vâkıdî, Lokman'ın İsrâiloğulları kadısı, Eyle ve Medyen taraflarında yaşayan, Eyle'de ölen bir kimse olduğunu zikreder. İkrime'ye göre Lokman bir nebîdir. Ancak onun bir hakim olduğunda âlimlerin ittifakı vardır. (Sahih-i Buharî Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 163). Vehb b. Münebbih'e göre; Lokman İbn Bâûra, Âzer neslindendir. Mukâtil'e göre ise, Hz. Eyyub (a.s)'in kızkardeşinin veya teyzesinin oğlu idi. Uzun müddet yaşadı. Hz. Davud (as)'a yetişti ve ondan ilim aldı. Sanat sahibi idi. Bir nebî olduğunu söyleyenler de oldu. İbn Rüşd, Tehâfüt'ünde söylediği gibi, her nebî hakîmdir, fakat her hakim nebî değildir. Bakara Sûresi'nin 269. ayetine göre Yüce Allah hikmeti istediğine verir. Kime de hikmet verilmişse ona büyük hayır lütfedilmiştir. Dolayısıyle o kimsenin ilmen, amelen bunun şükrünü yerine getirmesi gerekir. Lokman için de Kur'ân'da böyle söylenmiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IX, 3842-3843).

Lokman, İslâm'dan önceki Araplarda kendisinden çok bahsedilen bir şahsiyet idi. Yahudi ve Hristiyan kutsal kitaplarında adı geçmez. Onun Âd kabilesinden veya Habeşli bir köle olduğu da belirtilmiştir (S.G.F. Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London 1970, s. 414).

Eski Arap geleneğinde cahiliyye devri insanları bu zata Lukmânü'l-Muammer diyorlardı. Onun yedi kartalın ömrü kadar uzun yaşadığına inanılırdı. Ebû Hâtim es-Sicistâni'nin "Kitâbül-Muammarîn" adlı eserinde Lokman, Hızır'dan sonra uzun yaşayan ikinci şahsiyet olarak yer alır. Yedi kartal ömrü beş yüz altmış yıl yapsa da çeşitli rivayetlerde onun bin, hatta üç bin-üç bin beş yüz yıl yaşadığı bile ileri sürülmüştür.

Lokman'a, Nâbiga'nın şiirlerinde bile rastlanır. Cahiliyye geleneğinde Lokman aynı zamanda bir kahraman ve hakim bir kimse olarak da görülürdü. Bir çok macera ona isnat edilmişti. Bütün bunlar arasında Lokman, Âd kabilesinden olmakla bu kabîleye Sodom gibi günahkârlığı dolayısıyla kuraklık cezası verildiğinde, onun da dahil olduğu bazı kimseler yağmur için dua etmek üzere Mekke'ye giderler. Ancak Âdlılar orada zevk ve safâya dalıp esas vazifelerini unuturlar. Hatırlatıldığında da birisi siyah bir bulut isteyiverir. Âd kabilesinin mahvı bu bulutla olur. Aslında onların cezalandırılmaları Hz. Hûd (as)'a itaatsizlikleri dolayısıyladır. Âd kavmi ile ilgili ayetlerde ve Hûd Suresi'nde Lokman'ın adı geçmez (Bernhard Heller, İA., "Lokman ", maddesi).

Lokman, Kur'ân-ı Kerîm'de yer aldıktan sonra, Arapça darb-ı mesel ve hikmet kitaplarından Kasasü'l-Enbiyalara kadar bir çok eserlerde yer aldı. Sa'lebî (ö. 427/1035) Ârâisul-Mecâlis"inde ondan bahsederken Kur'ân'daki anlatımı başka rivayetlerle genişletir. O, Lokman'ın kim olduğu konusunda yukarıdaki bütün bilgileri verdikten sonra Mücâhid'in onun uzun dudaklı siyahî bir köle olduğu yolundaki rivayetlerini de bunlara ekler. Ancak bu rivayeti takviye sadedinde insanlardan Sudan'dan çıkmış üç hayırlı kimse arasında, Bilâl (Habeşli?), Hz. Ömer (r.a)'ın kölesi Mühecca' ve Lokman'a (Sudan'ın Mısır'a yakın Nubya tarafından) yer veren rivayeti de almaktadır. O, Lokman'ın Habeş'li bir marangoz, bir terzi olduğu konusundaki iddiaları da aktardıktan sonra, âlimlerin onun hakim olup nebî olmadığında ittifak ettiklerini, bu konuda İkrime'nin farklı görüşe sahip olduğunu (bazılarına göre Lokman'ın nebîlik ile hakimlikten birini tercihte serbest bırakıldığı, onun hikmeti seçtiğini) belirtmektedir. O, ayrıca Lokman'ın nebî olmadığı; Allah'ın çok tefekkür, iyi yakın ile takvâ ehli kıldığı bir kul olduğu; onun Allah'ı, Allah'ın da onu sevdiği, ona hikmet lütfettiğini açıklayan bir hadis de nakleder. (Sa'lebi, Arâisul-Mecâlis, 312).

Sa'lebî, Lokman'ın, dünyada sıkıntı çekenin refahtakinden hayırlı olduğunu; dünyayı ahirete tercih edenin dünyada da ahirette de kaybedeceğini; malın sıhhat, nimetin nefis temizliği gibi olmadığını; doğru söz, emaneti yerine teslim ve boş yere konuşmayı terkin hikmeti doğurduğunu söylediğini nakleder. Yine onun nakline göre Lokman oğluna şöyle dedi:

"Dünya derin bir denizdir. Çokları onda boğulmuştur. O denizde senin gemin Allah'dan takvâ olsun. Bineğin Allah'a imanın ve yolun Allah'a tevekkül olsun. Umulur ki kurtulursun; tamamen kurtulacağını da sanmam."

"Yavrum, insanlar ibadet ve taatte her gün noksanlaştıkları halde nasıl olur da vadolunduklarından korkmazlar! Yavrum! Dünyadan yetecek kadar al, ona kapılma, bu ahiretine zarar verir. Dünyadan el etek de çekme, yoksa insanlara yük olursun. Oruç tut, bu şehvetini keser. Seni namazdan alıkoyan orucu tutma, çünkü Allah'ın katında namaz oruçtan daha büyüktür..."

"Yavrum! İyiliği ondan anlayana yap. Nitekim koç ile kurt arasında dostluk olmadığı gibi; iyi ile kötü arasında da dostluk olmaz. Çekişmeyi seven hakarete uğrar, kötülük olan yerlere giden töhmet altında kalır, kötülüğe yaklaşan kendini kurtaramaz ve dilini tutmayan pişman olur."

"Yavrum! İyilerin hizmetinde bulun; fakat kötülerle dostluk kurma. Yavrum! Güvenilir kimse ol ki zengin olasın. Kalbin günah lekeleriyle dolu olduğu halde insanlara, Allah'dan korkuyormuşsun gibi görünme. Yavrum, âlimlerle bir arada bulun ve onların dizinin dibinden ayrılma; fakat onlarla tartışmaya da girme, yoksa sohbetlerinden seni mahrum ederler. Onlara bir şey sorarken nazik davran. Seni ihmal ettiklerinde onlara bıkkınlık verme, yoksa senden usanırlar. Yavrum! Her şeyi arkanı dönerek isteme ve yüzün dönük olarak da ondan uzaklaşma! Zira bu, basîreti azaltır ve aklı zayıflatır."

"Yavrum, küçükken edepli olursan, büyüdüğünde faydasını görürsün! Yavrum, yolculuğa çıktığında, onu çekip götürebileceğin bir yerde olmadıkça, hayvanından emin olma; çünkü onun sırtı çabuk yağır olur ve bu hakimlerin işlerinden değildir. Gideceğin yere yaklaştığında da hayvanından in ve yürü; kendinden önce onu doyur. Gecenin ilk saatlerinde yolculuğa çıkmaktan sakın! Sana gecenin yarısına kadar dinlenip gece yarısından sonra yola çıkmanı tavsiye ederim. Sefere çıkarken yanına kılıcını, mestini, sarığını, elbiseni, su kabını, iğne ve ipliğini, bizini (saraç iğnesi) al! Ayrıca yanında sana ve beraberindekilere yetecek kadar ilâç bulundur. Arkadaşlarınla, Allah'a isyanın dışındaki hususlarda uyum sağla ve onlara vefâ göster!"

"Yavrum, kanaatkâr görünmekten sakın, zira bu tavrın sana gündüzleri şöhret, geceleri ise şüphe getirir. Yavrum, kendini unutup da insanlara iyiliği emretme! Yoksa senin durumun, insanlara ışık verdiği halde kendisi yanarak tükenen kandile benzer! Yavrum, küçük işleri umursamazlık etme! Çünkü küçük, yarın büyüğe dönüşür."

"Yavrum, yalan söylemekten sakın! Çünkü yalan, dînini ifsat eder, insanların yanında mürüvvetini noksanlaştırır ve bu durumda da utanma duygun yok olur; değerin düşer, makam ve mevkiin elden gider; küçümsenirsin, konuştuğun zaman sözün dinlenmez, söylediğine itibar edilemez. Bu duruma düşüldüğünde de yaşamanın zevki kalmaz!"

"Yavrum, kötü huydan, sıkıntı vermekten, sabırsızlıktan sakın! Bu hasletler karşısında hiç bir arkadaşın sana dürüst davranmaz ve seninle aralarında dâima bir mesafe bırakırlar. İşini sev; sık sık karşılaştığın olaylar karşısında sabret! İnsanlara karşı güzel huylu ol! Zira huyu güzel olan, herkese güler yüz gösteren ve bunu yaygınlaştıran, iyiler yanında nasîbini alır; ona karşı iyi kimseler sevgi besler, kötüler de ondan uzaklaşır."

"Yavrum, gönlünü kederlerle ve kalbini üzüntülerle meşgul etme. Aç gözlülükten sakın. Takdire rıza göster. Allah tarafından sana verilene kanaat et ki hayatın güzelleşsin, gönlün sürurla dolsun ve hayattan zevk alasın. Eğer dünya zenginliklerinin senin için bir araya getirilmesini istersen, insanların ellerinde olanlara göz dikme! Zira peygamberleri bulundukları mertebeye ulaştıran şey, insanların ellerinde bulunanlara göz dikmemeleridir."

"Yavrum, dünya hayatı kısadır. Senin oradaki ömrün ise daha da kısadır. Bu kısa ömrün de daha az bir kısmı geride kalmıştır. Yavrum, iyiliği ehline yap, ehil olmayana iyilik yapma; yoksa o, dünyada boşa gider, ahirette de sevabından mahrum olursun. İktisatlı ol, savurgan olma; cimrilik derecesinde mala sarılma, israfa varacak şekilde de onu dağıtma!"

"Yavrum, hikmete sarıl ki onunla ikram göresin, onu yücelt ki sen de üstün tutulasın. Hikmet ahlâkının en üstünü Allah (c.c)'ın dinidir. Yavrum, hasedçinin üç belirgin özelliği vardır: Gıyabında dostunu çekiştirir, yanında olduğu zaman ona yaltaklanır, o bir musibete duçar olduğunda da ona sevinir." (Sa'lebî, a.g.e., 313-315).

Lokman'la ilgili olarak sadece oğluna öğütler, hikmetli sözler, atasözleri (emsâl, durub-ı emsâl) değil, kıssalar da nakledildi. Bunlardan Lokman'ın bir köle olarak birisine takdim edildiğinde o, diğer kölelerin incirleri onun yediğini ileri sürerek efendilerini kandırmak istedikleri zaman, hep beraber sıcak su içmelerini tavsiye eder. Efendileri öyle yapar, sonunda Lokman yalnız su kusarken, diğerleri incir artıklarını su ile çıkarmaya başlarlar.

Bir gün efendisi, gelen misafiri için, Lokman'a en iyi ne varsa onu ikram etmesini söyler. O da koyun dili ve yüreği getirir. Bir başka gün yine misafir için bu defa en kötü ne varsa onu çıkarmasını söylediğinde aynı şeyleri verdiğini görünce, sebebini sorar. Lokman, iyi bir dil ve yürekten daha iyi bir şey olmadığı gibi, kötü bir dil ve yürekten de daha kötü bir şey bulunmadığı cevabını verir (Sa'lebî, aynı yer).

Lokman'a bu kıssalar dolayısıyla Arapların Ezop'u (Aesopos) denilmiş, Avrupa'da Ezop'a atfedilen bir çok nükteler Lokman'a isnat olunmuştur. Batılı yazarlar Lokman'la ilgili kıssaların sonraki devirlerde Ezop'unkilerden kopya edildiğini ileri sürerler. Bu konuda karşılaştırmalar ve örneklere de yer verip eski gelenekte Lokman, hakîm, hatta peygamber bir kimse olarak tanınırken; sonraki devrede artık köle, marangoz haline sokulduğunu eklerler. Onlara göre Lokman; Bileam, Ahikar, Ezopla aynı görülmüştür. Bileam, Kitab-ı Mukaddes'te geçer. Müfessirler, seceresi Lokman b. Bâûr b. Nahor b. Tarih şeklinde geçen bu zatın İbrani dilinde "bala", Arapça "Lakama" kökleri aynı yutmak anlamına geldiği için, Kitab-ı Mukaddes'teki karşılığının Bileam olduğu kanaatine ulaşmışlardır (Bileam için bk. Sa'lebî, 209 vd.). Lokman, Bileam mıdır tartışmasında buna olumlu bakanlar yanında karşı çıkanlar; Lokman, Kur'ân ve önceki gelenekte saygı duyulan; Bileâm, Kitab-ı Mukaddes ve Aggada'da nefret edilen bir kimsedir, demektedirler. (bk. Belâm). Lokman'ı, Roma'lı Ahikar veya Yunan'ın Ezop'una benzetenler, onların sözlerinin veya onlarla ilgili anlatımların benzerliklerine dayanmaktadırlar. (Bernhard-N.A. Stillman,"Lokman", Encyclopedia of İslam, Leiden 1978, IV, 813). (bk. Şamil İslam Ans. Günay TÜMER)

69 Bazı peygamberler hak dini tebliğ ederken öldürülmesine müsade edildiği halde, Hz. İsa neden göğe yükseltilmiştir? Hatta Efendimizin dahi savaşta dişi kırılmıştır; bu durum Hz. İsa'ın hangi özelliğinden kaynaklanmaktadır?

Allah'ın yeryüzünde yarattığı şeylerin hepsi bir değildir. Kimini sebeplere bağlar, kimini sebepsiz vasıtasız yaratır. Mesela insanların hepsi anne ve babadan gelirken Hz. Ademi (as) hem anne hem babasız, Hz. İsa (as)'ı babasız, Hz. Havva'yı da annesiz yaratmıştır. Demek ki umumi kanunların dışında bazen hususi olarak muamele etmektedir.

Ayrıca ateş yakar, ay ikiye yarılmaz, ağaç yürümez, asa yılan olamaz; sebepler açısından böyledir. Ancak, Hz. İbrahim (as) yanmamış, Ay ikiye ayrılmış, ağaç Peygamberimizin (asm) emriyle yürümüş, Hz. Musa (as)'ın asası da yılan olmuştur. Allah'ın izniyle ve muradıyla bunlarda değişiklik olmuştur.

Yine bazı peygamberler gelmiş, gönderildiği ümmetleri tarafından öldürülmüştür. Ama Hz. Musa (as), Hz. İbrahim (as), Hz. Muhammed (asm) gibi bazı peygamberlerini de muhafaza ederek korumuştur.

İşte aynı durum Hz. İsa (as) için de geçerlidir. Diğer peygamberler için kainatta koyulan kanunlar icra edilirken, Hz. İsa (as)'ın öldürülmesine müsade etmemiştir. Hz İbrahim (as)'i ateşte yakmayıp koruyan Allah, Hz. İsa (as)'ın da öldürülmesine müsade etmemiş ve göğe yükseltilmiştir.

Hz.İsa (as) nübüvvet yönüyle değil velayet yönüyle tekrar dünyaya gelecek.

Her peygamber gibi Hz. İsa (as) da insanları hakka, hakikate davet ediyor, onları Allah'ın varlık ve birliğine inanmaya, Ona kul olmaya çağırıyordu. Bu vazifesinde hiç tereddüt göstermiyor, korku ve endişeye kapılmıyordu. Davasında sebatkar ve sadıktı. Hz. İsa (as), tebliğ vazifesini taviz vermeden yapmaya devam ettikçe, Yahudilerin haset ve kinleri artıyordu. Sonunda bir hileye girişerek vücudunu ortadan kaldırmaya kadar yeltendiler ve planlarını tatbik sahasına koydular. İçlerinden Tatyanos isimli bir münafığı Hz İsa (as)'ın yanına gönderdiler. Kendileri de dört bin kişilik bir kalabalıkla evinini etrafını çevirdiler. Tatyanos içeri girdiğinde Hz. İsa (as)'ı bulamadı. Haberi duyurmak üzere dışarı çıkarken, Cenab-ı Hak onun yüzünü Hz. İsa (as)'ın yüzüne benzetti. Yahudiler kendisini görür görmez, Hz. İsa zannederek yakaladılar. Her ne kadar "Ben İsa değilim" diye feryat etse de kimse dinlemedi; sonunda çarmıha gererek öldürdüler.

Evet, Hz. İsa (as) hâlâ hayattadır, ölmemiştir. Ahir zamanda ise yeryüzüne ineceğini pek çok sahih hadis bildirmiştir. Sahih-i Müslim'de Cabir bin Abdullah'ın rivayet ettiği hadis-i şerifin meali şöyledir:

"Ümmetimden bir cemaat kıyamet gününe kadar hakka yardımcı ve hizmetçi olarak devam edecektir. Nihayet Meryemoğlu İsa iner, Müslümanların emiri O'na der: "Gel, bize namaz kıldır." Hz isa der: "Hayır, Allah'ın bu ümmete bir ikramı olarak sizin bir kısmınız diğer kısmı üzerine emirlersiniz." (Müslim, İman 247)

Bu ve buna benzer rivayetleri Mektubat'ta tefsir ve izah eden Bediüzzaman şu hususlara dikkat çeker: Dünyayı saran dinsizlik cereyanı çok kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hristiyanlık özüne, yani tevhide yaklaşarak hurafelerden ve tahriflerden kurtulacak ve İslamiyet'le birleşecektir. Bir bakıma, Hristiyanlık bir biçimde İslam'a inkılap edecektir. Hakiki Hristiyanlığın İslamiyet'e tabi olması neticesinde hak din büyük bir kuvvet bulacak ve dinsizlik cereyanı karşısında ayrı ayrı iken mağlup olan İslamiyet ve Hristiyanlık dinleri birleşip büyük bir güç elde ederek onu bozguna uğratacaktır. Bu ittifakı gerçekleştirecek olan ahir zaman Hristiyanları hakkında sahih rivayetlerde büyük medihler vardır.

Hz. İsa (as)'ın cismen yeryüzüne inmesi konusuna gelince, bu hususu Mektubat'tan dinleyelim:

"...Alem-i semavatta cism-i beşerisiyle bulunan Şahs-ı İsa Aleyhisselam, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini bir Muhbir-i Sadık (Peygamberimiz) bir Kadir-i Küll-i Şey'in (Allah'ın) vaadine istinat ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadir-i Küll-i Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır. Evet, her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretinde va'z eden (Hz. Cebrail'in Dıhye suretine girmesi gibi) ve ruhanileri alem-i ervahtan gönderip beşer suretinde temessül ettiren, hatta ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakim-i Zülcelal, Hz. İsa Aleyhisselamı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hatimesi için, değil semay-ı dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hz. İsa, belki alem-i ahiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azime için O'na yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm'in hikmetinden uzak değil, belki Onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek. Hz. İsa Aleyhisselam geldiği vakit, herkes Onun hakiki İsa olduğunu bilmek lazım değildir. Onun mukarreb ve havassı (yakınları ve has dostları) nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır."

70 "Hazreti İbrahim'in milletindenim." ne demektir? Haniflik hakkında bilgi verir misiniz?

"Millet" kelimesi burada din anlamında kullanılmıştır.

"Ve dediler ki: «Yahudi veya Nasranî olunuz ki hidâyete ermiş olasınız» De ki: «Biz Hanîf olarak İbrahim'in milletine tâbi bulunmaktayız. O, müşriklerden değildir.»

"Deyiniz ki, «Biz, Allah'a ve bize inzal olunana ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, Esbât'a inzal edilmiş olana ve Mûsa ile İsâ'ya verilene ve peygamberlere Rabbileri cânibinden verilmiş olan şeylere imân ettik, biz onlardan hiçbirisinin arasını ayırmayız ve biz O'na (Allah-ü Azîmüşşan'a) hâlisâne münkad kimseleriz.»(Bakara, 2/135, 136)

 "De ki: «Allah Teâlâ sâdıktır. Artık Hanîf olan İbrahim milletine tâbi olunuz. Ve o asla müşriklerden olmamıştır» (Al-i İmran, 3/95)

AÇIKLAMA:

135. Yahudiler ve Hristiyanlar, herkese: "Siz de Yahudi ve Hristiyan olunuz ki, hidayet bulasınız." dediler. Yahudiler Yahudiliğe, Hristiyanlar da Hristiyanlığa davet edip durdular. Bunlar, ikisi bir araya gelmez iken, her biri kendi yoluna davet edip ihtilaf ve niza çıkardılar, hem de bunun hidayet olduğunu iddia ettiler. İşte bundan dolayı ya Muhammed! Sen söyle de: Yahudi ve Hristiyan olmak değil, bilakis hanif, yani küfür ve şirkten arınmış, hakka ve tevhide yönelik olarak İbrahim milleti olalım, hep onun milletine uyalım, onun milletinden ve ehlinden olalım. İbrahim hanif idi, müşriklerden değildi.

Kendisinden sonra gelen ve yukarıda görüldüğü üzere, birçok yönden müşriklere benzeyen Yahudi ve Hristiyanlardan hiç değildi. Lakin onlar geçmiş bir ümmet idi. "Biz onlardan nasıl olalım?" derseniz, onun da kolayı vardır: Evvela geçmiş olması onların arkasından gitmeye, onlara uymaya engel değildir. İkincisi, zaten siz o geçmiş ümmetin aynen kendisi değilsiniz, onu yenileyen, yeniden ihya eden, daha da genişleten ve İbrahim'in duasında onun isteğinin gayesi olan yeni ve büyük bir ümmet, müslim bir ümmet olunuz ki, bu ümmet İbrahim'in ümmetini de içine alan daha büyük bir toplum olmuş olsun.

136. Böyle olmak için şöyle deyiniz: Biz, Allah'a, bize inzal olunana; İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına inzal olunana aynı şekilde Musa'ya ve İsa'ya verilmiş olana ve bunlardan başka daha ne kadar peygamber gelmiş ise Rabları tarafından kendilerine verilmiş olana da iman ettik. Bunların hiçbirisinin arasında fark gözetmeyiz. Yahudi ve Hristiyanların yaptığı gibi, bir kısmını tanıyıp, bir kısmını tanımazlık etmeyiz. Böyle söylemek "hepsinin derecesini eşit ve aynı biliriz" demek değildir. "Hiç birini inkar etmeyiz, hepsinin peygamberliğini kabul ederiz, peygamberliklerine iman etme konusunda farklı bir tutum içine girmeyiz." demektir. Şu halde önce Allah'ı, sonra kendi peygamberimizi, daha sonra da onun, peygamberdir diye bize bildirdiği peygamberleri tanırız. Ve biz sadece Allah'a teslim olmuş ve bağımlıyız.

İşte İslâm milleti, böylesine geniş ve bütün dinleri içine almış olan en mükemmel bir din ve muhteşem bir ümmettir. (İlgili ayetlerin tefsiri için bk. Elmalılı Tefsiri)

İbrahim (a.s), Babil'den ayrıldıktan sonra pek çok yer gezdi. Sonunda Şam'da karar kıldı. Orada kendisine inananlar günden güne arttı. İbrahim (a.s)'e inanların oluşturduğu kitleye "İbrahim milleti" adı verildi.

İbrahim (a.s) Babil'den ayrılacağı zaman, babası için Allah Teâlâ'dan bağışlanma dileyeceğini hatırlamış ve babasının affı için Allah'a şöyle yalvarmıştı:

"Babamı da bağışla! Çünkü o sapıklardandır." (Şuârâ, 26/86).

Babası da olsa kâfirler için dua edilmeyeceğini bilen İbrahim (a.s) bunu, memleketinden ayrılırken verdiği sözden dolayı yapmıştı. İbrahim (a.s)'ın duası kabul edilmedi ve ayeti kerimede bu durum şöyle ortaya kondu:

"Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar puta tapanlar için mağfiret dilemek peygamberlere ve mü'minlere yaraşmaz."(Tevbe, 9/113).

İbrahim (a.s)'in bundan sonraki yaşantısı Lut (a.s), İsmail (a.s) ve İshak (a.s) ile birlikte geçti. Bunlar hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Onları buyruğumuz altında, insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara iyi işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi."(Enbiyâ, 21/73).

Allah Teâla, İbrahim (a.s)'a on sayfalık bir kitap da vermiştir. Uzunca bir süre yaşadıktan sonra, ömrünün sonlarına doğru Mısır'a gitti. İbrahim (a.s) vefat ettiğinde -kuvvetli rivayetlere göre- Kudüs yakınlarında Halilü'r-rahman denilen yerde defnedildi.

Hanîflik: İbrahim (a.s)'in dinin temeli tevhide (Allah'ın birliğine) dayanıyordu. Ancak zamanla bu inanç unutulmuş ve putperestlik Araplar arasında tamamen yayılmıştı. Buna rağmen birkaç kişide tevhit akîdesinin izleri görülüyordu. Bunlara "Hanif" denirdi.

Hanîf, batıldan uzak, Hakk'a yönelen ve tevhit inancı üzere bir Allah'ı tasdik eden kişi demektir. Kur'an-ı Kerim de "hanîf" kelimesi birkaç yerde geçer. "Hanif" kelimesi daha çok, Hz. İbrahim için Allah'a saf ve temiz bir şekilde ibadet eden bir kul anlamında kullanılmıştır.

Haniflikle ilgili ayetlerde şu ifadeler bulunur:

"Ve hanif olarak yüzünü dine doğrult ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma!" (Yunus, 10/105)

"Sonra da biz, Hanîf olan, müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine uy, diye sana vahyettik." (Nahl, 16/123).

İslâm'dan önce Arap toplumunda; Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr, Kuss b. Sâide gibi kişiler hanifler arasında bulunuyordu. Bunlar; cansız, dilsiz, hiçbir şeye güçleri yetmeyen putların önünde eğilmeyi, onlara yalvarmayı çirkin sayan kişilerdi.

İlave bilgi için tıklayınız:

MİLLİYETÇİLİK, ırkçılık...

71 Yeryüzüne 124.000 civarı peygamber inmişse, bu demek oluyor ki her kavime bir peygamber gelmiştir. Yani "Biz peygamber göndermediğimiz kavimi sorumlu tutmayız." ayetini nasıl anlayacağız?

İnsanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderildiği hadisde rivayet edilmiştir. (bk Müsned 5/265-266; İbn Hibbân,  2/77) Bu bakımdan her ümmete ve topluma peygamber gönderilmiştir.

İnsanlık tarihi boyunca gerek dini ve ahlaki yönden, gerekse bilim ve teknoloji yönünde imsanların önderleri peygamberler olmuştur. Bu bakımdan toplumlarda görülen güzellikler hak dinin mahsulüdür.

1. Peygamberlerin yalnız Arab Yarımadası'ndan zuhûru ve diğer kıtalarda hiçbir Nebî'nin gelmeyişi.

2. Kendilerine peygamber gönderilmeyen milletlerin azâba uğratılmasının adâlet olmayacağı hususu.

Şimdi sırasıyla her iki hususu da ele alalım. Ancak, daha önce insanlar arasında Nebî'nin yerine dikkati çekmekte fâide, hatta zarûret olduğu üzerinde duralım. Peygamberlik, üstün bir pâyedir. O, insanın öz yüceliğinin Hak'dan halka eğilmiş bir dalı ve tabiat içinde, tabiatın verâsını yaşayan varlığın gönlü ve dilidir. Onda hem bir seçilme ve yükseltilme, hem de gönderilip vazîfeli kılınma vardır. Dâhilerde olduğu gibi, Nebî, sadece yüce bir dimağ, eşya ve hâdiselere nüfuz eden bir istidât değildir. O, bütün melekeleriyle faâl, ceyyid, devamlı dalgalanan ve her dalgalanışta yeni bir arşiye çizen gökler ötesine yükselen mes'elelerine ilâhî esintilerden tahlil bekleyen, eşyanın ötelerle birleşme noktası sayılan ufuk insandır.

Onda, cisim rûha, akıl kalbe tâbi; nazar, isimler ve sıfâtlar âleminde. Kadem, nazarın ulaşabildiği her yerde ve onunla beraberdir... Nebî de duygular en son tomurcuğuna kadar inkişaf etmiş; görme, duyma ve bilme tabiî sınırların çok ötelerine yükselmiştir.

Onların görmelerini çeşitli dalga boylarıyla izah etme imkânı olmadığı gibi, duyup işitmelerini ses dalgalarıyla izah etmek de mümkün değildir. Hele bizim tahlil ve terkib ölçülerimiz içinde onların tabiat cidarlarını zorlayan ilimlerine erişmek asla kimseye müyesser olmayacaktır. İnsanlık, onlar vasıtasıyla varlığa nüfûz edip eşyâyı keşfedebilir.

Onların irşad ve tâlim dairelerinin dışında ne eşya ve hâdiselere mükemmel bir nüfûz ne de tabiata isabetli bir müdahale asla mümkün olmamıştır ve olamazda... Tabiatın esrârı ve ondaki ilâhî kanunları beşere hediye etmek, onların birinci dersidir ve bu ders mübtedîlere has bir dersdir. Bunun ötesinde ise varlık âlemini, varlığına şahid gösteren Yüce Yaratıcı'nın isim ve sıfatlarını bildirme; idrak edilmez Zât'ı hakkında ölçü ve incelerden ince temkin... Eğer bütün bu âlemleri elinde tutan; zerrelerden nebülozlara kadar hükmünü ve sözünü geçiren, onları tesbih dâneleri gibi evirip çeviren, hâlden hâle ve şekilden şekile sokan bir Muhteşem Kudret ve İrâde Sahibiyle, ona verilecek ünvanlar ve isnâd edilecek hususlar hakkında, Nebî'lerin apaydın beyanları olmasaydı, ne O'nun hakkında doğru bir söz söylemek, ne de doğru düşünmek mümkün olmayacaktı.

Demek ki Nebî, eşyâ ve hâdiselerin içine girip bütün bir hayatı bize ders verdiği gibi, her şey ve her hâdisenin en birinci dersi olan, Muhteşem Yaratıcı'yı, Muhteşem Kudret ve İrâde Sahibini isim ve sıfatlarıyla Zât-ı Ulûhiyeti arasındaki ince muvâzene ve sırlı münâsebete riâyet ederek anlatan da yine O'dur.

Öyle ise, zeminin hiç bir kıtasının ve zamanın hiçbir parçasının onların feyiz ve nurundan mahrum kaldığına ihtimâl verilmemelidir. Nasıl verilir ki; onların irşâd dairelerinin dışında, varlık âlemine dâir, şimdiye kadar ne duru bir hüküm verilebilmiş, ne de felsefenin şübhe, tereddüd ve tenâkuz dolu sisli atmosferinin üstüne çıkılabilmiştir.

Esâsen, her kıt'a, her devrin, bir peygamberin vesâyâsı altında bulunmasını akıl, hikmet ve Kur'ân müştereken te'yid etmektedirler. Hem de aksine ihtimâl verilemeyecek şekilde... En küçük bir müzede ve en basit bir fuarda dahi, teşrifatçılara ve tarifçilere ihtiyaç duyulduğu ve bir yol göstericinin rehberliği ile gezilip görüldüğü ve böyle bir rehber ve yol gösteren olmayınca, gelmenin de, gezmenin de bir mânâsı olmayacağı katiyyen gösterir ki, şu muhteşem kâinat sarayını, onu temâşâya gelen seyircilere anlatacak, ondaki ince noktalara dikkati çekecek ve bu âlemin sırlarını açıklayacak dellâl ve teşrifatçılara da ihtiyaç vardır.

Ayrıca, kurduğu bu düzen ve nizâmı, bu meşher ve sanatlar resm-i geçidini, bir fuar mâhiyetinde en mükemmel şekilde sergileyen ve bütün iş ve eseriyle kendini seyircilere tanıtmak isteyen Zât hiç mümkün mü ki, bu meşherleri açsın eserlerini göstersin, seyircilerin dikkatini çeksin de, sonra intihab edeceği bir kısım müstesna kimselerle Zât, sıfat ve isimlerini, müştâk seyircilere tanıtıp bildirmesin; hikmet dolu işlerini -hâşâ- abes kılsın!

Baş döndürücü icraâtını mânâsızlıkla ittiham ettirsin! Her şeyi, bir dil ve nağme hâline getirip, onunla bizlere hikmet ve maslahatlarını anlatan Yüce Varlık, her türlü abesden münezzeh ve mukaddesdir! Kaldı ki, O Zât'ın kendi beyânı olan Kur'ân, zeminin her tarafından yer yer zuhûr etmiş peygamberlerden bahisler açmaktadır.

"Celâlim hakkı için biz her millete -Allah'a kullukda bulunun ve putlara ibadetden kaçının- diye bir peygamber gönderdik."(Nahl, 16/36)

Ne var ki, insanlık, bu yüce varlıklardan aldığı dersi, bir müddet sonra unutmuş veya sapıklığa gömülerek, Nebî ve ulu kişileri ilahlaşdırmış ve eski putperestliğe dönmüşdür. Yunan'ın ilâhlar dağından, Ganj nehrine kadar, beşer hayâlinin totemleştirdiği bir sürü vesen vardır ki, şimdiki görünüşleriyle çıkışları arasında çok büyük farklar olsa gerektir. Ne Çin'in Konfüçyüs'ünü, ne de Hind'in Brahman ve Buda'sını, kendilerini hazırlayan şartlar ve getirdikleri şeylerle görmek mümkün değildir.

Her şeyi aşındıran zaman ve değişen insan telâkkisinin, bunları da aslından ne kadar uzaklaştırdığını kestirmek oldukça zordur. Eğer Kur'ân-ı Kerim, şüpheleri gideren beyânıyla, Hz. Îsa (as)'ı bize tanıtmasaydı, kilisenin loş cidarları arasında, putperestlik telâkkilerine karışmış papaz anlayışları içinde, sağlam bir Hz. Mesih bulup çıkarmak mümkün olmayacaktı. İnsana Ulûhiyetin isnad edilmesi ve Zât-ı Ulûhiyetin insanlaştırılması; "üç" hem de "bir" tenakuzunun en birinci mesele olarak akîdeye yerleştirilmesi, akıl ve mantığı tezyif ve Allah'a karşı en büyük hayâsızlıktır.

Günümüzde, çığrından çıkarılmış Hristiyan âyin ve ibâdetleri, mâbed ve zâviyeleriyle, eski Roma ve Yunan putperestliği arasında, şekil olarak hiç de ciddi bir fark hissedilmemektedir. Kur'ân'ın aydınlatıcı ve vuzuh getirici beyanâtı nazara alınmadan, kilise ve orada olup bitenlere bakan bir kimsenin, Hz. Mesih'i (A.S.) Apollon'dan ayırması da oldukça zordur. Bulunduğumuz çağa, bu kadar yakın bir devreye ait Hristiyanlığın, kendi kitab ve peygamberlerini bu hâle getirdiği noktasından hareketle diyebiliriz ki; zamanın öğütücü korkunç dişleri arasında, kimbilir nice Mesihler ne hâle getirildi!

Sıhhatli bir haberden öğrendiğimize göre, her Nebî'nin vazifesini kendinden sonra havarileri yapacağına ondan sonra ise, bir kısım mirasyediler her şeyi alt-üst edeceğine dair bir Peygamber (asm) sözü var ki, çok önemlidir. Evet, buna binaen, bugün batıl din olarak gördüğümüz nice dinler vardır ki, temiz bir asıldan, vahiy kaynağından geldiği hâlde, müntesiplerini cehâleti ve düşmanlarının insafsızlığıyla, bugün hemen bütün esaslarıyla hurâfe yığını durumuna gelmişlerdir. Öyle ise, günümüze kadar mevcudiyetini sürdüren bâtıl görünümlü dinlerin, pek çoğunun sağlam bir aslı olması ihtimâli, oldukça kuvvetli ve her devrin, bir peygamberin adını alması da gayet makûldür.

Peygamber olmayana peygamber demek, Nebî'nin peygamberliğini inkâr gibi küfür sayılır. Ancak, arz edilen Hristiyanlık misâliyle, Budizm'in menşeine kuşkulu bakmamak, Brahmanizm üzerine ihtiyatla gitmemek de insanın elinden gelmiyor. Hattâ Konfüçyüs'ü, onun o tıkanık felsefesinin ötesinde aramak; Şamanizm'in te'vil götürebileceği hesabıyla hareket etmek, akıllıca bir davranış sayılır zannediyorum. Bunlar çıkışlarında ister bir zülâl, isterse bulanık bir sızıntı olsun, şu andaki durumlarından farklı bir hüviyete sahip olduklarında kimsenin tereddüdü yoktur. Zaman ve hâdiselerin onları bazen aşındırıp, bazen de yeni ilâvelerle başkalaştırması, o kadar çok vukû' bulmuştur ki, muhâl-farz, kurucuları dönüp geriye gelselerdi, getirdikleri dini tanıyamayacaklardı. Dünyada, daha bunlar gibi tahrif edilmiş pek çok din vardır ve bunların büyük bir kısmının temelindeki safveti kabul etmek de, zarûrîdir.

Bir kere Kur'ân:

"... İçinde peygamber olmayan hiç bir millet yoktur."(Fâtır, 35/24)

diyerek, âlemşümûl bir hüküm vermektedir. Ne var ki biz, cihânın her tarafında zuhûr etmiş olan ve bir beyâna göre sayıları 124.000'e bâliğ bulunan Nebîlerden ancak yirmi sekiz tanesini bilmekteyiz. Kaldı ki, bunların içinde de, pek çoğunun ne zaman ve nerede yaşadıklarına dair her hangi bir ma'lûmata sahip bulunmamaktayız. Esâsen, gelmiş-geçmiş bütün peygamberleri bilme mükellefiyeti diye bir şey de yoktur. Kur'ân:

"Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onların bir kısmını sana hikâye edip anlattık, bir kısmını anlatmadık..." (Gâfir, 40/78)

diyerek, anlatılmayanların üzerinde durulmamasını da ihtar etmektedir. Şu kadar var ki, bugün dinler tarihi, felsefe ve antropoloji tetkik edildiğinde, birbirinden çok uzak topluluklarda dahi, bir hayli müşterek noktalar bulunduğu göze çarpmaktadır.

Ezcümle, hepsinde "çok"dan "tek"e doğru gidiş; tahammül-fersâ musibetler karşısında her şeyi bir tarafa bırakarak, bir yüce dergâha el açış ve elleri yukarılara doğru kaldırış; fizik ötesi hâdiselerle münâsebete geçişte, müşterek tavır ve davranış; hep menbâ ve muâllim birliğine işaret etmektedir. Kanarya Adalarındaki yerlilerden, Mayalara kadar; Kızılderililerden Yamyamlara kadar, âyin ve dinî ilâhilerinde hep aynı renk ve dekor görülür, hep aynı nağme ve cümbüş hissedilir... Prof.Dr. Mahmud Mustafa'nın, çok vahşi iki kabîle hakkındaki mütalâaları bu hususu te'yid etmektedir.

Doktor'un ifâdesine göre Mavmavlar Mucay isminde bir ilâha inanırlar. Bu ilâh, Zât'ında ve icraatında birdir. Birini doğurmuş ve biri tarafından doğurulmuş da değildir. Eşi, menendi de yoktur. O, görünmez, bilinmez; ancak eserleriyle tanınır. Neyamneyam Kabilesi için de, Mavmavların kanaatına benzer şeyler nakletmektedir: Onlar da her şeye sözü geçen, ormandaki her şeyi kendi iradesi ile hareket ettiren ve şerli kimselere yıldırım şerareleri gönderen bir ilâh vardır ki, işte O Ma'bud-u Mutlak'dır, diye düşünmektedirler.

Görülüyor ki, bunlardaki ilâh telâkkisi ile Kur'ân'daki Zât-ı Ulûhiyet düşüncesi arasında, hemen hemen fark yok gibidir. Hattâ, Mavmavlar, "Aynı İhlâs Sûresi'nin muhtevasını söylüyorlar" desek yerinde olur. Medeniyetden bu kadar uzak ve bildiğimiz peygamberlerin te'sir sahasının dışındaki bu ibtidaî kavimler, henüz hayatın en basit kanunlarını dahi bilmemelerine rağmen, bu en derin ve en duru Allah telâkkisini nereden bilecekler! Demek:

"Her milletin bir Resûlü vardır ve Resûlleri geldiği vakit aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez." (Yunus, 10/47)

beyânı, ilâhî ve âlem-şümûl bir hakikattir ve hiçbir kıt'a bu hakikatin şümûl sahası haricinde değildir.

Dr. Mahmud Mustafa'nın naklettiği şeylere benzer aynı hususları 1968 yılında kendisiyle tanışma fırsatını bulduğum Kerkük'lü Matematik Profesörü Dr. Adil Bey de hikâye etmişlerdi. Doktorasını Amerika'da yaptığı yıllarda, sık sık yerli halkla da görüşen Doktor, kendini hayrete sevk edecek durumları şöyle naklediyordu:

"Yerliler, kendi aralarında tevhid akidesine uygun âyinler yapıyor ve Allah'ın, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez olduğuna inandıklarını ilân ediyor; hatta kâinatda cereyan eden her şeyin onun iradesine râm olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı. Ve daha, bir sürü selbî ve vücûdî sıfatlardan bahsediyorlar ki; düşüncelerindeki bu yüceliği, yaşayışlarındaki vahşet ve bedevilikle te'lif etmek katiyyen mümkün değildi..."

Demek ki, doğu-batı, dünyanın en ücrâ yerlerinde, bu akîde ve telâkki birliği ancak kâinatın sahibi tarafından oralara gönderilmiş elçilerle izâh edilebilir. Zira en büyük filozofların dahi kavrayamadığı bu türlü muvazeneli tevhîd akîdesini, vahşet içinde yüzen Mavmavlara, Neyamneyamlara veya Mayalara vermek asla mümkün değildir.

Demek, arı ve karıncayı anasız bırakmayan Rahmeti Sonsuz, beşer nev'ini de peygambersiz bırakmamış, zaman ve mekânlara, onlar vasıtasıyla nurlar serpmiş ve cihanları aydınlatmış...

Şimdi de, peygamberleri görmemiş kimselere, azab edilip edilmeyeceği hususunu inceleyelim.

Evvelâ, birinci bölümde gördük ki; zemin, hiçbir zaman nur-u nübüvvetten mahrum kalmamış, ara sıra muvakkat bir kuraklık hissedilmiş ise de, hemen arkadan sağanak sağanak rahmet boşalmış. Binâenaleyh, her ferd az-çok, bu rahmeti görmüş, duymuş, tadmış ve doymuştur. Ne var ki, tahrîfin süratli olduğu yerlerde fetret de o kadar çabuk bastırmış ve o mıntıkayı karanlığa boğmuştur. Her karanlığı bir aydınlık ve her aydınlığı bir karanlık tâkib edip dururken, kendi irâdelerinin dışında karanlıkta kalanlara da Hak rahmet müjdesini vermiştir:

"Biz peygamber göndermedikten sonra azab edicilerden değiliz."(İsrâ, 17/15).

Demek evvelâ uyarma, sonra mükellefiyet ve daha sonra da azab veya rahmet...

Vâkıa mezheb imamları, teferruatta biraz farklı düşünürler. Meselâ, İmam Maturidî ve taraftarı, kâinatda, herbiri bir kitab binlerce delil varken Allah'ı bilmeyen ma'zur olamaz derler.

Eş'ariler ise: "Biz peygamber göndermeden azab edecek değiliz... " meâl-i âlîsiyle ifâde edilen âyete dayanarak, azaba müstehak olmanın, tebliği müteâkib olacağı hususunu esas alırlar.

İki imamın nokta-i nazarlarını te'lif edenler de vardır: Bir kimse hiçbir peygamber görmemiş ve fakat inkâr mesleğine girerek puta da tapmamışsa, ehli necâtdır. Zîrâ, insanlar arasında öyleleri vardır ki, hiçbir terkib ve tahlil kabiliyetine sahip olmadığı gibi, eşya ve hâdiselerin seyrinden de bir mânâ çıkarması mümkün değildir. Binâenaleyh, böyle biri, evvelâ irşad edilir, ondan sonra davranışlarına göre cezâ veya mükâfat verilir. Ama bir insan, küfrü meslek ittihaz ederek, onun felsefesini yapıyor ve bilerek Allah'a karşı ilân-ı harb ediyorsa, o. dünyanın en ücra yerinde dahi olsa, inkâr ve ilhâdının cezâsını görecektir.

Netice olarak diyebiliriz ki:

Allah'ın peygamber göndermediği boş bir kıt'a olmadığı gibi, içinde peygamber gelmeyen uzun bir fetret devri de mevcut değildir. Hemen her devrin insanı, az-çok bir Nebî'nin estirdiği meltemden nasîbini almış gibidir. Peygamberlerin adının tamamen unutulduğu ve eserlerini zamanın aşındırdığı yerlerde ise, ikinci bir peygamber gönderilinceye kadar, o devre "fetret devri" denmiş ve o devrin insanlarının azabdan bağışlanacağı ifâde edilmiştir. Elverir ki, bilerek ve şuurlu olarak inkârı ulûhiyete sapılmasın.

Her şeyin doğrusunu ilmiyle eşyayı muhît olan (Allah) bilir.

72 Bazıları, Hz. İbrahim'in kurban etmeye niyetlendiği oğlunun Hz. İshak olduğunu söylüyor... hangisi ne kadar doğrudur?

Rasûlulllah (s.a.s.) Efendimizin Hz. İsmail'in kurban edilmesi teşebbüsüne işâretle:

"Ben iki kurbanlığın oğluyum." [Hakim, el-Müstedrek, II, 604, 609; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafa, 1/199 (Hadis No.606), Beyrut 1351]

buyurduğu nakledilmiştir. Peygamber Efendimiz Hz. İsmail'in soyundan geldiğine göre, kurban edilmek istenenin İsmail aleyhisselam olduğu anlaşılır.

İsmail Aleyhisselâm, yedi yaşına bastığı sıralarda, İbrahim Aleyhisselâm, Şam'daki evinde uyurken, rü'yasında, oğlu İsmail Aleyhisselâmı, kurban ettiğini görmüştü. Hemen Burak'a binip Mekke'ye geldi. Onu, annesinin yanında buldu. [1] İsmail Aleyhisselâma:

"Oğulcuğum! Bir ip ve büyük bir bıçak al. Sonra, şu vadiye gidelim de ev halkına odun toplayalım." dedi. Rabb'inin, kendisine emrettiği şeyden hiç bahsetmedi. [2]

Baba-Oğul Şı'b Vadisine doğru yöneldikleri zaman, şeytan, bir adam suretine girip, Allah'ın emrini yerine getirmekten vaz geçirmek için, İbrahim Aleyhisselâmın yolunu kesti:

"Ey ihtiyar! Nereye gidiyor ve ne yapmak istiyorsun?" diye sordu.

İbrahim Aleyhisselâm:

"Şu vadiye gidip oradaki bir işimi görmek istiyorum!" dedi.

Şeytan:

"Sen, her halde, İsmail'i boğazlamak istiyorsun!?" dedi.

İbrahim Aleyhisselâm:

"Sen, hiç bir babanın, çocuğunu boğazladığını gördün mü?" diye sordu.

Şeytan:

"Evet, O baba, sensin!" dedi.

İbrahim Aleyhisselâm:

"Ben, çocuğumu, ne için boğazlayacak mışım?" diye sordu.[3]

Şeytan:

"Sen, bunu, Allâh'ın sana emrettiğini sanıyor ve söylüyorsun!" dedi.

İbrahim Aleyhisselâm:

"Eğer, Allah, bunu yapmamı bana emretti ise, Allah'a boyun eğip onun emrini yerine getirmeyi, uygun bulurum!" dedi.[4]

Şeytan:

"Vallahi, sanıyorum ki: Şeytan, rü'yanda, sana gelip şu oğlunu, boğazlamanı, emretmiştir. Sen, onu boğazlamağa gidiyorsun!" deyince, İbrahim Aleyhisselâm, onun, şeytan olduğunu anladı:

"Ey Allah düşmanı! Vallahi, ben, Allah'ın emrini, o vadide mutlaka yerine getireceğim!" dedi.

Şeytan, İbrahim Aleyhisselâmdan ümidini kesince, İbrahim Aleyhisselâmın arkdasında ip ve bıçak taşıyan İsmail Aleyhisselâmın önünü kesti. Ona:

"Ey çocuk! Baban, seni, nereye götürüyor biliyor musun?" diye sordu. İsmail Aleyhisselâm:

"Ev halkımıza, şu vadiden odun toplayacağız!" dedi. Şeytan:

"Vallahi, baban seni boğazlamak istiyor[5], boğazlamağa götürüyor!" dedi. [6]

İsmail Aleyhisselâm:

"O, beni ne için boğazlayacak? Sen, bir babanın, çocuğunu boğazladığını gördün mü?!." [7]diye sordu.

Şeytan:

"İşte, o baba budur!" dedi. İsmail Aleyhisselâm:

"Babam, beni ne için boğazlayacakmış?" diye sordu. [8] Şeytan:

"Rabb'inin, bunu kendisine, emrettiğini sanıyor!" dedi. İsmail Aleyhisselâm:

"O, Rabb'inin, kendisine, emrettiği şeyi yapsın![9] Onun, her nerede olsa, Rabb'ine boyun eğmesi, Rabb'inin buyruğunu, yerine getirmesi, daha iyidir! [10] Ben de, emri dinler ve ona, boyun eğerim!" dedi.

Şeytan, İsmail Aleyhisselâmın da, kendisini dinlemekten kaçındığını görünce, hemen, onun annesine gitti. Hz. Hâcer, o sırada evinde bulunuyordu. [11] Ona:

"Ey İsmailin annesi! İbrahimin, İsmail'i nereye götürdüğünü biliyor musun?" diye sordu. Hz. Hâcer:

"Şu vadiden, bize odun toplamağa götürdü." dedi. Şeytan:

"O, İsmail'i, ancak boğazlamak için götürdü!" dedi. [12]

Hz . Hâcer:

"Bir babanın, çocuğunu, boğazlayabileceğini, nasıl düşünebiliyorsun?! [13] Hayır! Öyle değildir. O, oğluna karşı, çok şefkatlidir!" dedi. [14]

Şeytan:

"O, bunu, Allah'ın kendisine emrettiğini söylüyor ve sanıyor!" dedi. [15]

Hz. Hâcer:

"Eğer, Rabb'i, bunu emretti ise, Allah'ın emrine boyun eğmek gerekir! [16] Her nerede olsa, onun, Allah'a boyun eğmesi, Allah'ın buyruğunu yerine getirmesi, daha iyidir!" dedi. [17]

Şeytan, İbrahim Aleyhisselâma ve onun ev halkına bir şey yapamadığına kızgın bir halde, geri döndü. Hepsi de, Allâh'ın buyruğunu dinlemek ve ona boyun eğmekte birleştiler. [18] İbrahim Aleyhisselâm, Sebîr vadisinde, oğlu ile baş başa kalınca, ona:

"Oğulcuğum! Ben seni, rü'yamda boğazlıyorum gördüm!" diyerek kendisine emrolunanı, haber verdi.

İsmail Aleyhisselâm:

"Babacığım! Sana emrolunanı, yap! İnşâallâh, beni, sabredenlerden bulacaksın! [19] Allah'ın emrine boyun eğ! Her iyilik, Rabb'inin emrine boyun eğmektedir!" dedikten sonra, "Sen, bunu, anneme bildirdin mi?" diye sordu.

İbrahim Aleyhisselâm:

"Hayır! Bildirmedim!" dedi.

İsmail Aleyhisselam:

"Bildirmediğine, iyi ettin." dedi. [20] Sonra da:

"Babacığım! boğazlamak istediğin zaman, beni iple sıkıca bağla ki benden, sana karşı bir şey isabet edip de, ecrim eksilmesin! Çünkü, ölüm, çok çetin ve zordur. Bıçağın, tenime dokunduğunu hissedince, çırpınmayacağımdan emîn değilim! Bıçağını, iyice bileyip keskinleştir ve boğazıma, hemen çalıver ki, beni çabuk öldürsün! Rahata, kavuştursun!"

"Hem, sen, beni boğazlamak için yatıracağın zaman, yüzükoyun yatır, alnı yere getir. Yanımın üzerine, yatırma. Çünkü, yüzüme bakınca, şefkata gelip de, benim hakkımda Allah'ın, sana emrettiği şeyi yerine getirmene engel olabileceğinden korkarım! Eğer, gömleğimi, anneme götürüp vermeyi uygun görürsen, öyle yap! Belki, bu, onun için bir teselli olur, gönlünü onunla eğler!" dedi.

İbrahim Aleyhisselâm:

"Oğulcağızım! Sen, bana, Allah'ın emr ettiği şey hakkında ne güzel yardımda bulundun!" dedi ve onu, istediği gibi, sımsıkı bağladı. Bıçağı, iyice biledi. Sonra, onu, yüzükoyun yatırdı! Yüzüne, bakmaktan sakındı.

İbrahim Aleyhisselâm, bıçağı, İsmail Aleyhisselâmın boğazına bastırınca[21], sanki bıçak, bakır bir levha ile karşılaştı! Büyük bıçağın ağzı, İsmail Aleyhisselamın boğazını kesmedi! İbrahim Aleyhisselâm, bileği taşıyla iki veya üç defa biledi. Fakat, her defasında da, kestirmeğe muvaffak olamadı. "Her halde, bu iş, Allah’tandır!" dedi.[22]

İbrahim Aleyhisselâmın elindeki bıçağın ağzı, tersine dönmüştü.[23] O sırada, Yüce Allah tarafından:

"Ey İbrahim! Rü'yana, sadâkat gösterdin! İşte, sana, oğlunun yerine boğazlayacağın kurbanlık! Boğazla onu!" buyruldu. [24] İbrahim Aleyhisselâm, doğrulup bakınca, Cebrail Aleyhisselâmın yanında, iri boynuzlu bir koçun[25] dikilip durduğunu gördü.

"Kalk yavrucuğum! Sana, bir Fidye indi!" dedi. Onu (koçu), orada, Mina'da kurban etti. [26]

Bunun bir teke olduğu rivayet edildiği gibi, iri boynuzlu, güzel bir koç olduğu da, rivayet edilir.[27]

İsmail Aleyhisselâma, Allah tarafından Fidye olarak gönderilip kurban edilen koçun iki boynuzu, Kabe'de, uzun zaman asılı durmuş ve Kabe'nin Abdullah b. Zübeyr ve Haccac zamanında yanması üzerine, o da, yanmıştır.

Rivayete göre: Koçun kuru başı, Kabe Oluğunun yanında asılı bulunuyordu.[28] Ebüttufeyl ile Şa'bî de, Kabe'de iki boynuzu gördüklerini söylemişlerdir.[29] Peygamberimiz Aleyhissalatü vesselâm da, Mekkenin fethinde, Kabe Anahtarcısı Osman b. Talha'yı çağırıp ona:

"Beytullâha girdiğimde, Beytullahda, iki koç boynuzu gördüm. Onların gizlemeni emr etmeyi unuttum. Onları, gizle ve görünmez et! Çünkü, Beytullah'da namaz kılanı, meşgul eden şeyin bulunması yaraşmaz." buyurmuştur. [30]

Bu boynuz, İbrahim Aleyhisselamın oğluna feda edilmiş olan koça aid olup Abdullah b. Zübeyr, Kâbeyi yeniden yaptırmak üzere yıktığı zaman, onu, Kâbenin duvarında bulmuştu. Kırmızı çamurla suvanmış bulunan bu boynuzlara eliyle dokununca, onlar, ufanmış gitmişlerdir.[31]

Hadîs'in Râvîlerinden Süfyan:

"Bu koç boynuzları, Beytullâh yanıncaya kadar, Beytullâh'ın içinde buluna geldi. Yangında, onlar da yandı." demiştir. [32]

Kurban Hâdisesinin Kur'ân-ı Kerimdeki Açıklaması:

Kurban edilme hâdisesi, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle açıklanır:

"İbrahim: 'Ey Rabb'im! Bana, bir oğul ihsan et!' diye dua etti. Biz de, ona, çok uysal bir oğul müjdesini verdik. Artık, o oğul, İbrahim'in yanında koşma çağına erince, babası: 'Oğulcağızım! Ben, seni, rü'yamda boğazlıyorum görüyorum! Bak, artık, ne düşünürsün!' dedi."

"Oğlu: 'Babacığım! Sana verilen emir ne ise, yap! İnşâallâh beni, sabredenlerden bulacaksın!' dedi."

"Vaktâ ki, böylece, ikisi de, Allah'ın emrine boyun eğdiler. İbrahim, onu, alnı üzere yıktı. Biz, ona: 'Ey İbrahim! Sen, rü'yana sadakat gösterdin. Şüphesiz ki, biz, iyi hareket edenleri, böyle mükâfatlandırırız!' diye seslendik."

"Gerçekten, bu, apaçık ve kesin bir imtihandı. Ona, büyük bir kurbanlık fidye verdik. Sonra gelenler arasında, ona, iyi bir nam bıraktık. Selâm olsun İbrahime! Biz, iyi hareket edenleri, işte, böyle mükâfatlandırırız. Gerçekten de, o, inanmış kullarımızdandı. Ona, salihlerden bir peygamber olmak üzere de, İshak'ı, müjdeledik. Hem ona, hem İshak'a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden, iyi hareket edeni de, nefsine apaçık zulüm edeni de, vardır. "[33]

Kurban Edilme Hâdisesinin Yahudilerce İshak Aleyhisselâma Mal Edilmek İstenilmesinin Sebebi:

Halîfe Ömer b. Abdul'aziz (vefatı: 101 Hicrî), Müslüman olan bir Yahudî bilginini, Şam'da huzuruna davet edip kendisine:

"İbrahim Aleyhisselâm'a, iki oğlundan, hangisini kurban etmesi emrolunmuş?" diye sormuştu. O da:

"İsmail'i! Vallahi, ey Mü'minler Emîri! Bunu, Yahudîler de, bilirler. Fakat, onlar, siz Arap cemâatini kıskanırlar: Babanız İsmail'in kurban edilmesi Hakkındaki İlâhi emre boyun eğişi ve sabr edişi faziletinin Allah tarafından anılışını çekemezler de, kurban emrinin, onun hakkında verilmediğini iddia ederler ve kendilerinin babaları İshak olduğu için, bu husustaki emrin, İshak hakkına verildiğini ileri sürerler." dedi.[34]

Ahd-i Atîk adıyla anılan ve Yahudilerle Hristiyanlarca mukaddes sayılan kitapta, her ne kadar, İbrahim Aleyhisselâmın, oğlu İsmail Aleyhisselâmı değil, İshak Aleyhisselâmı kurban etmek istediği kaydedilmekte ise de, Ahd-ı Atîk metinleri üzerinde durulunca, bunun, sonradan bu şekle sokulduğu anlaşılır.

Tekvin kitabının 16. Babının 15. ve 16. fıkralarında şöyle denir:

"Ve Hâcer'den Abram'a bir oğul olup Abram dahi kendine Hâcer'den doğan oğlana İsmail tesmiye eyledi. Ve Hâcer'den Abram'a, İsmail doğduğu vakit, Abram, seksen altı yaşında idi."

Tekvin kitabının 21. Babının 5. fıkrasında da:

"Ve İbrahim, oğlu İshak'ın doğduğunda yüz yaşında idi." denilmektedir.

Tekvin kitabının 22. Babının 2, 10,11,12,15 ve 16. fıkralarında ise,

"Ve Allah: 'Şimdi biricik oğlunu, yâni sevdiğin İshak'ı alıp Meriya diyarına git ve anı orada sana söyleyeceğim dağların birisi üzerinde onu yakılacak kurban olarak takdim eyle!' dedi. Bundan sonra İbrahim, oğlunu boğazlamak için, elini uzatıp bıçağı aldıkta, Rabbin Meleği: 'İbrahim! İbrahim!' diye semâdan ana nida eyledi. O dahi:

"Lebbeyk!" dedi. Melek dahi:

"Elini, çocuğa uzatma ve ana bir şey yapma. Zira, Biricik oğlunu benden diriğ etmediğinden, Allah'dan korkar idüğünü şimdi bildim!' dedi."

"Ve Rabb'in Meleği ikinci defa olarak semadan İbrahim'e nida idüp Rab buyurur ki: Zâtım içün yemin ettüm sen bu nesneyi işleyüp Biricik oğlunu benden diriğ etmediğün içün.." denilmektedir.

İbrahim Aleyhisselâmın, iki oğlundan ikincisi olan İshak Aleyhisselâmın, İsmail Aleyhisselâm'dan on dört yıl sonra doğmuş bulunduğu göz önünde tutulunca, İbrahim Aleyhisselâma verilen kurban emrindeki (biricik oğlunu) tâbirinin, ancak, İsmail Aleyhisselâm hakkında kullanılması doğru ve yerinde olur. Fakat, İsmail Aleyhisselâm mevcud iken, İshak Aleyhisselâm hakkında (biricik oğlunu) denilebileceği kabul edilemez. Esasen, 22. Babın 2. fıkrasının metninde de (biricik oğlunu) denildikten sonra (yâni sevdiğin İshak'ı) denilerek İshak isminin metne tefsir yolu ile katıldığı açıkça görülür.

Yine aynı fıkrada Kurban mahalli olarak Meriya sözü zikr edilmektedir. Peygamberimiz Aleyhisselâm:

"Mekke'nin bütün caddeleri, yolları ve Mina'nın her tarafı kurban kesme yeridir." [35],

buyurduğu gibi Umre kurbanı için de:

"İşte, burası, kesim yeri!" buyurarak Merve tepeciğini göstermiştir. [36]

Asmaî (122-213 Hicrî), der ki:

"Ebû Amr b.Alâ'dan (70-154), Kurbanlığın İsmâil mi, yoksa, İshak mı, olduğunu sordum. Bana:

'(Ey Asmaî! Senin aklın nerede?!) İshak, ne zaman Mekke'de bulundu ki?! Mekke'de bulunan, ancak, İsmail'di ve babası ile birlikte Beytullâh'ı yapan da, O, idi. Kurban kesim yeri de, Mekke'dedir.' dedi." [37]

Kaynaklar:

[1] Hâkim-Müstedrek c.2,s.555.
[2] Taberî-Tarih c.1,s.140, Sâlebî-Arais s.93-94, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.111.
[3] Taberî-Tarih c.1,s.140.
[4] Hâkim-Müstedrek c.2,s.555-556.
[5] Taberî-Tarih c.1,s.141, Sâlebî-Arais s.94-95.
[6] Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
[7] Taberî-Tarih c.1,s.141, Sâlebî-Arais s.95.
[8] Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
[9] Taberî-Tarih c.1,s.141, Sâlebî-Arais s.95, Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
[10] Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
[11] Taberî-Tarih c.1,8.141, Sâlebî-Arais s.95.
[12] Taberî-Tarih c.1,s.141, Sâlebî-Arais s.94.
[13] Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
[14] Taberî-Tarih c.1,s.141, Salebî-Arais s.94.
[15] Taberî-tarih c 1 s 141, Sâlebî-Arais s.94, Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
[16] Taberî-Tarih c.1,s.141, Salebî-Arais s.94.
[17] Hâkim-Müstedrek C.2.S.556.
[18] Taberî-Tarih c.1,s.141, Salebî-Arais s.95.
[19] Taberî-Tarih C.1.S.141.
[10] Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
[21] Taberî-Tarih c.1,s.141, Zemahşerî-Keşşaf c.3,s.349-350.
[22] Hâkim-Müstedrek c.2,s.556.
[23] Taberî-Tarih c.1,s.141.
[24] Taberî-Tarih C.1.S.141.
[25] Sâlebî-arais s.94, ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.112.
[26] Hâkim-Müstedrek c.2,s.555-556.
[27] Taberî-Tarihc.1,s.141, Tefsir c.23,s.87, Salebî-Arais s.94, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s. 112-113, Ebülfida-Elbidaye ven-nihaye c.1,s.157.
[28] Taberî-Tarihc.1,s.142, Sâlebî-Arais s.94, Zemahşerî-Keşşaf c.3,s.35O, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.158
[29] ibn.Esîr-Kâmil c.1,s.110.
[30 Ezrakî-Ahbaru Mekke c.1,s.223-224, Ahmed b.Hanbel-Müsned c.4,s.68.
[31 Ezrakî-Ahbaru Mekke c.1,s.224.
[32] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.4,s.68.
[33] Saffâl: 100-113.
[34] 356) Taberî-Tarih c.1,s.138-139, Tefsir c.23,s.84-85, Sâlebî-Arais s.92, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.1,s.16O.
[35] Mâlik-Muvatta' c.1,s.393, Vâkıdî-Megazîc.3,s.1108, Ebû Dâvud-Sünen c.2,s.194, ibn.Mâce-Sünen c.2,s.1O13.
[36] Mâlik-Muvatta d.s.393.
[37]Zemahşeıî-keşşaf c.3,s.35O, Fahrurrazi-Tefsir c.26, s.153. Nesefî-Medârik C.4.S.26. Kurtubî-Tefsir c 15.s.100.

(M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: I/191-193).

73 İlk şehit edilen peygamber kimdir?

Hz. Adem (as)’den itibaren yüz yürmi dört bin peygamberin geldiği kabul edilmektedir. Bunlardan  hangisinin şehit veya ilk şehit olup olmadığını tespit etmek zordur. Fakat Kur’an’da kesin peygamber olarak geçenlerin sayısı yirmi beş’tir.

Bildiğimiz kadarıyla bunlardan ilk şehit olan Hz. Eşiya (as)'dır.

Daha sonra Zekeriya (as)’ın oğlu Hz. Yahya (as)’dır. Ardından da babası şehit edilmiştir.

74 Hz. Âdem'in yaratıldığı toprağın arta kalan kısmından hurma ağacının yaratıldığı doğru mudur?

“Halanız hurmaya saygı duyun. O Hz. Adem’in yaratıldığı çamurun arta kalan kısmından yaratılmıştır.” manasına gelen bir hadis rivayeti vardır.

Ancak hadis otoritelerinden olan İbn Hibban (ed-Duafa, 3/44-45), Akîlî (ed-Duafa, 430), İbn Adîy (1/1/330) İbnu’l-Cevzî (el-Mevduat, 1/184) gibi alimler bunun zayıf hatta uydurma olduğunu bildirmişlerdir.

İbn Asakir’in bildirdiği gibi, bu hadisi Urve Hz. Ali’den nakletmiştir ki, Urve Hz. Ali’yi görmemiştir. (İbn Asakir, 2/309)

75 Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında peygamber gönderilmiş midir?

Tarihi bilgiler içerisinde Hz. İsa (as) ile Hz. Muhammed (asm) arasında peygamber gönderilmediği ifade edilmektedir. Bu dönem, "fetret devri" olarak adlandırılmıştır.

Hz. Selman (radıyallahu anh) dedi ki:

"Hz. İsa ile Hz. Muhammed aleyhimessalatu vesselam arasındaki fetret altı yüz senedir." (Buharî, Menakıbu'l-Ensar 53)

Hadiste geçen "fetret"ten murat, Allah tarafından bir peygamberin gönderilmediği müddettir. Hz. Selman'ın verdiği bu rakam hususunda bazı ihtilaflar var: Katâde'ye göre bu müddet 560 senedir. Kelbî'den, 540 olduğu rivayet edilmiştir. 400 sene diyen de olmuştur. (Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte)

76 ASHÂBU'R-RESS

ASHÂBU'R-RESS, kuyu halkı, kuyu etrafında yaşayan halk, anlamında kullanılan Kur'anî bir tabir.

Kur'an-ı Kerîm'de

"Ve Add, Semûd ve Ashâbu'r-Ress ve bunların dışında kalan bir çok kavimleri (helâk ettik)."(Furkan, 25/38)

şeklinde geçen Ashâbu'r-Ress, Allah'ın vahdaniyetini tasdik etmeye davet edildikleri hâlde, bu ilâhî davet ve mesaja kulak vermediklerinden dolayı, helâk edilen topluluklar arasında sayılmaktadır.

"Onlardan başka Nuh kavmi, Ashâbu'r-Ress ve Semûd (kavmi peygamberlerini) yalanlamıştı." (Kaf, 50/12)

diye Kur'an'da anlatılan, peygamberlerini yalanlayan bu zalim kavimlerden biri olan Ashâbu'r-Ress, "örülmemiş kuyu halkı" anlamına gelmektedir. Bu halkın Yemâme'de, Azerbaycan'da veya Antakya'da olduğu söylenmişse de bütün bunların tahminden ibaret olduğu muhakkaktır.

Böyle bir kuyu etrafında yaşıyan bu kavim, kendilerine bir peygamber gelip onlara Allah'ın dinini öğretmeye çalışması üzerine, ona karşı gelerek, bu peygamberlerini kuyuya atıp üzerini kapattıkları için bu ismi almıştır.

Bunların Semûd kavmi veya bu kavmin artıkları yahud Ashâbu'l-Uhdûd oldukları hakkında tahminler yürütülmüşse de bütün bunlar da birer tahminden ibaret kalmıştır. Bunların nerede, hangi coğrafi bölge üzerinde yaşamış oldukları hakkında ne tefsirlerde ne de tarih kaynaklarında bir bilgi mevcuttur.

77 Hz. Salih'in hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. Salih (a.s.) Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen peygamberlerden biri. Semud kavmine gönderilmiştir. Allah Teâlâ onu, önceki peygamberlerin getirmiş olduğu tevhid dininden sapıp kendilerine ilâhlar edinen Semud kavmini uyarmak için peygamber olarak göndermiştir. Ancak Semud kavmi, öteki azgın kavimlerde olduğu gibi onu dinlememişler ve eziyet ederek, yanlarından kovmuşlardır. Semud kavminin ileri gelenleri onunla alay ederek küçümsemeye çalışmış ve kendilerini tehdit ettiği azabın gelmesini istemişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onları şiddetli bir şekilde cezalandırarak yok etmiştir. Salih (a.s)'ın ve Semud kavminin kıssası sonraki nesillere ibret olsun diye Kur'an-ı Kerim'de yer almıştır.

Hz. Hud (as)'ın vefatından sonra, Semud'un torunları Kuzey Arabistan bölgesine yerleştiler. Kendilerine köşkler, saraylar inşa ettiler. Taşları oydular, onlara yeni şekiller verdiler. Köşklerini ve saraylarını bu şekillerle süslediler.

Semud kavmi, tevhit inancını unutup Allah'a ortak koştular ve yapmış oldukları putlardan kendilerine tanrılar edindiler.

Bu kâvmin ahlak ve fazilet bakımından en üstünü olan Salih'e kırk yaşına geldiği zaman peygamberlik görevi verildi.

Hz. Salih (as), kavmine gerçeği bildirdi. Onları doğru olan yola çağırdı. Tebliğde bulundu;

"Şüphesiz ben, size gönderilmiş emin bir peygamberim. Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden tebliğim için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbına aittir." dedi.

Salih aleyhisselam gerçekten saygı duyulacak bir insandı. Semud kavmi de Hz. Salih (as)'i sever, sayardı. Salih, davetini açıkladıktan sonra durum değişti. Kavmi, Salih'e karşı cephe almaya başladı. Babalarının yanlış inançlarını sürdürmeyi tercih ettiler. "Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi yasaklıyor musun?" dediler.

Semud kavmi, kendi aralarından birisinin gerçeği haber vermesini kabullenemediler, "İçimizden bir insana mı uyalım?" dediler.

Kavmi, Hz. Salih (as)'i suçlamaya başladı. Terbiyesizlik ettiler. Hz. Salih için "O, şımarık bir yalancıdır." dediler.

"Onlar yarın kıyamette şımarık ve yalancının kim olduğunu bilecekler. Ama iş isten geçmiş olacak. Onların yalvarıp yakarmaları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır."

Semud kavmi, Hz. Salih (as)'e engel olamayacaklarını anlayınca, onunla uğraşmaktan vazgeçtiler. Salih Peygambere inanan mü'minleri yollarından döndürmeye çalıştılar. Allah'ın elçisini yapayalnız bırakmak istediler. Mü'minlere; "Salih'in, Rabbı tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu gerçekten biliyor musunuz?" dediler.

O, gerçek iman mutluluğuna eren insanlar da "Biz, onunla gönderilen her şeye iman ederiz" dediler.

Hiç bir şüpheye yer vermeyen bu kayıtsız şartsız iman karşısında, Semud kavmi'nin inkârcıları şaşkınlığa düştüler; "Sizin inandığınızı biz inkâr ederiz." diyerek vicdanlarını bir kez daha sattılar.

Bu inkârcılar, Hz. Salih'i (as) bozgunculukla suçlarken halkı da inkâra zorladılar; "Yeryüzünü islah etmeyip bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin" dediler.

Hz. Salih (as) sabretti. Ümitsizliğe kapılmadı. Gerçeğe yüzçeviren kavmini putlardan uzaklaştırmaya çalıştı. Onlara öğütlerde bulundu.

Semud kavmi'nin sapıkları Hz. Salih (as)'e; "Eğer doğru söyleyenlerden isen bir mucize getir." dediler. Bu istekleri inanmaya yönelmelerinden değildi. Sapkınlıklarına yeni malzeme aramalarındandı.

İstedikleri mucize, dişi ve hamile bir deve idi. Allah, mucize olarak Semud kavmi'ne bu dişi deveyi verdi. Bu mucize karşısında bazıları iman ettiler, bazıları da inkârlarında direttiler. Allah elçisi hakkında "Amma da sihirbazmış." demek alçaklığında bulundular.

Semud kavmi, bu kez de deveden rahatsız olmaya başladılar. Devenin fazla su içmesinden yakındılar. Yüce Allah suyu, deve ile Semud kavmi arasında paylaştırdı; "Suyu içme hakkı bir gün onun, bir gün de sizindir." buyurdu.

Deveyi her gördüklerinde mü'minlerin inancı yenileniyordu. Azgınların da kini artıyordu. Hz. Salih (as) bu durumu biliyordu. Kavmini uyarıyordu;

"Sakın ona fenalık ile dokunmayın. Eğer dokunursanız sizi büyük bir günün azabı yakalar." diyordu.

Bu kavmin inkârcıları Salih'in sözlerini dinlemediler. Kendi aralarında Salih'i, mü'minleri ve dişi deveyi öldürmeyi kararlaştırdılar. Önce, mucize olarak gönderilen deveyi öldürdüler. Bu hareketleriyle Salih Peygamberi ve müminleri yıldırmak, korkutmak istediler. isyanlarını ve kinlerini kustular. "Ey Salih!" dediler. "Eğer sen gönderilmiş peygamber isen va'dettiğin azabı getir!"

Allah Elçisi yılmadı. Bu azgınlar topluluğuna; "Ey milletim! Ben size Rabbımın risaletini tebliğ ettim. İşe nasihat eyledim. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz." dedi.

Hz. Salih (as), kavmine iyi muamelede bulundu. Yine kurtuluş yollarını gösterdi. Tövbe etmelerini öğütledi. "Ey kavmim" dedi. "Niçin tövbeden evvel çabucak kötülüğü istiyorsunuz? Allah'tan mağfiretinizi istemeli değil miydiniz? Belki merhamet olunurdunuz."

Semud Kavmi bu sözlere kulaklarını tıkadılar. "Biz, seninle ve seninle bulunanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık." dediler. Bela ve musibetlere sebep olarak Salih'le mü'minleri gösterdiler.

"O şehirde dokuz kişi vardı ki bunlar yeryüzünde fesat çıkarıyor, iyilikte bulunmuyorlardı."

Deveyi öldürten bu adamlar, kötü arzularını devam ettirmek niyetindeydiler.

Bunların hepsi bir araya geldiler. "Gece baskını yapıp Salih'i ve ailesini öldürelim. Sonra velisine; biz o ailenin helakinde hazır değildik, gerçekten biz doğru söyleyenlerdeniz diyelim." dediler. Kendi aralarında bu karara vardılar.

Şanı Yüce Allah, bu olayı şöylece belirtiyor: "Onlar, bir hile düşündüler. Biz de onların haberleri olmadan hilelerini alt-üst ettik."

Salih Peygambere münkirlerin bu hilesi haber verildi. O da ailesini ve mü'minleri yanına alarak bu şehri terketti. Böylece hicret olayı da gerçekleşti.

Azgınlar, planlarını uygulamak için geceleyin Salih Peygamberin evini kuşattılar. Evin içinde kimseyi bulamayınca şaşırıp kaldılar.

"Allah'ın azabı onları yakalayıverdi. Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı tuttu. Yurtlarında yüz üstü düşüp öyle kaldılar."

Ne kadar inkârcı ve sapkın varsa hepsi de helak oldu. Şehir bir harabe haline dönüştü.

Müminler bir müddet sonra bu harabe haline dönüşen şehre geldiler. Azgınlığın ve inkârcılığın kötü sonucunu seyrettiler. Mü'min olduklarından dolayı Allah'a şükrettiler.

Salih Peygamber (as) mü'minlerle birlikte tekrar hicret ettikleri şehre döndüler. Allah Elçisi Salih (a.s), müminlere öğütlerde bulundu; onlara, Allah'a kul olmanın sevincini tattırdı.

Her peygamber gibi o da Rabbının rahmetine kavuştu. Ölümsüzlük diyarına ulaştı.

(Ahmet ÖZGEN, Şamil İslam Ansiklopedisi)

78 Hz. Musa’nın kız kardeşinin adı Meryem mi, Gülsüm müdür?

Bazı kaynaklarda Hz. Musa’ın kız kardeşinin ismi Meryem olarak ifade edilmiştir. (bk. Şevkanî, Fethu’l-Kadir, Kasas, 28/12. ayetin tefsiri)

Buna göre, Hz. Musa'nın kız kardeşinin adı da Hz. İsa'nın anne­sinin adı gibi Meryem'dir.

Maverdî, Dahhak'tan yaptığı rivayete göre, Hz. Musa'nın kız kardeşinin adının Kelseme olduğunu söylemiştir. es-Sühey­lî ise Gülsüm demiştir. Bu da Zübeyr b. Bekkâr'ın rivayet ettiği bir hadis­e göredir. Buna göre Peygamber efendimiz (asm) Hz. Hatice'ye şöyle demiş­tir: "Yüce Allah'ın cennette bana seninle birlikte İmran kızı Meryem'i, Musa'nın kızkardeşi Gülsüm'ü ve Firavun'un hanımı Asiye'yi de eş vereceğini biliyor musun?" Hz. Hatice, "Bunu Allah mı sana bildirdi?" diye sorunca, Peygamberimiz: "Evet." diye buyurdu. Bunun üzerine Hatice, "Hayırlı, uğurlu ve bol nesilli olsun." di­ye dua etti. (Kurtubi, Ahkam, Kasas Suresi 28/12. ayetin tefsiri)

Ayrıca zayıf da olsa başka bir hadis rivayetinde de Hz. Musa'nın kız kardeşinin adı Gülsüm olarak geçmektedir:

“Allah, İmran kızı Meryem’i, Firavun’un hanımı Âsiye’yi ve Musa’nın kızkardeşi Gülsüm’ü cennette bana zevce olarak vermeyi hükmeyledi.” (Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebir, 8/258; Mecmau’z-Zevâid, 9/218)

Konuyla ilgili tefsir kaynaklarına bakılabilir. (ör. Ebu Hayyan, el-Bahru’l-muhit; Alusî, Ruhu’l-maanî, Kasas, 28/12. ayetin tefsiri)

79 Hz. Üzeyr hakkında bilgi verir misiniz?

Cevap 1:

Hz. Üzeyr (as), daha önce kaybolmuş Tevrat’ı yeniden keşfeden, ilhama dayanarak onu yeniden ortaya çıkaran bir insan olarak bilinmektedir. Hz. Musa (as)’dan daha önce gelmese de Tevrat’a olan bu hizmeti sayesinde Yahudilerin kalbinde taht kurmuştur.

Hristiyanlar, Hz. İsa (as)’ın harika doğuşunu nazara alarak, ona Allah’ın oğlu dedikleri gibi, Yahudiler de Hz. Uzeyr’in harika bir tarzda Tevrat’ın yeniden doğmasına vesile olduğu için, ona Allah’ın oğlu dediler. Bu tavır özellikle onun yaşadığı devrin insanları tarafından söz konusudur.

Bu günkü Yahudiler ise, yine Tevrat’ın asıl sahibi olan Hz. Musa’yı esas almaktadır. Hz. Uzyer’i sevmekle beraber, dinlerinin kurucusu ve onları Firavun’un zulmünden kurtaran, harika bir mucize eseri olarak onları Kızıl Deniz'den geçiren Hz. Musa’yı kimse ile kıyaslamayacak kadar üstün görmektedirler.

Cevap 2:

Musa Aleyhisselâm İsrailoğullarına gönderilmiş ve kendisine Tevrat indirilmişti. Peygamberlik vazifesini tamamladıktan sonra vefat etti. Vefatından sonra İsrailoğulları bozulup yetmiş bir fırkaya bölündüler.

Daha sonra kendilerine Davud Aleyhisselâm gönderildi ve başlarına hükümdar oldu. Mescidi Aksa'nın temelini atarken oğlu Süleyman Aleyhisselâm mabedi tamamladı. İçinde Tevrat ve diğer kutsal emanetlerin bulunduğu Mukaddes sandığı mabedin bir odasına koydurdu. Bunların içinde on emrin yazılı olduğu levhalar da bulunmaktaydı.

Süleyman Aleyhisselâm'ın vefatından sonra Yahudiler iki devlet halinde bölündüler. Bu bölünme sonrasında İsrail ve Yahuda devletleri kuruldu. Ancak, azgınlaşıp hak yoldan ayrıldıkları için Allah'ın gazabına uğradılar. Bir süre sonra her iki devletleri de yıkıldı. İsrail devleti Asurlular tarafından yıkılırken Kudüs'ü de yakıp yıktılar. Yahudilerin çoğu öldürülürken, kalanlar da Babil ülkesine sürüldüler. İşte bu sürgünler arasında bir genç, yani Üzeyr Aleyhisselâm da vardı.

Üzeyr Aleyhisselâm, Hz. Harun'un (ra) neslinden gelmişti. İşgal, yakıp yıkma hengâmında, o zamana kadar bozulmadan muhafaza edilen Tevrat da yakılıp yok edilmişti. Bu gerçek Tevrat çok büyük olup hiç kimse ezberleyememişti. Ancak, Hz. Üzeyr ezberlemişti. Zaten kavminin içinde bilgin bir kimse olarak bilinmekteydi. O sürgün ve yıkım esnasında bile, insanlara moral vermeye çalışarak, içinde bulundukları sıkıntıların bir gün sona ereceğini söyledi ve dertlerine derman olmaya, teselli vermeye çalıştı.

Üzeyr Aleyhisselâm dışında Tevrat'ı bilen kimse yoktu. Yahudilere yeniden okutup öğretti. Ancak, zamanla bu kutsal kitap unutulduğu gibi, birçok yeri de değiştirildi. Muhtelif kişiler eliyle yazılmış ve Tevrat ismi verilmiş değişik nüshalar ortaya çıkmaya başladı. Azra ismini taşıyan bir kimse tarafından toplatılan nüshalardan şimdi mevcut bulunan ve Ahdi Atîk denilen Tevrat yazıldı.

Esaret hayatının üzerinden uzun bir zaman geçmişti. Üzeyr Aleyhisselâm esirlik hayatından kurtulduktan sonra Kudüs'e gitmişti. Hâlâ şehir harap halde bulunmaktaydı. Şehrin durumuna çok üzülmüştü. Şehir âdeta, bir daha kurulamayacak şekilde yakılıp yıkılmıştı. Yemeğini yedikten sonra, bulunduğu yerde dalgın ve düşünceli bir vaziyette uykuya dalmıştı. Cenâb-ı Hakk'ın hikmetiyle bu uyuma hali yüz yıl kadar sürdü. Uyandığında bambaşka bir ortamla karşılaştı. Bu hadise Kur'ân-ı Kerim'de şöyle izah edilmektedir:

"O kimseyi görmedin mi ki, yıkılıp harabe haline gelmiş bir beldeye uğramıştı. O zat, 'Acaba Allah bu beldeyi ölümünden sonra nasıl diriltecek?' dedi. Allah da onu öldürüverdi ve yüz sene öylece bıraktı. Sonra tekrar diriltip 'Bu halde ne kadar kaldın?' diye sordu. O da 'Bir gün veya bir günden daha az.' cevabını verdi. Allah ise, 'Yüz sene ölü kaldın.' buyurdu. 'İşte, yiyecek ve içeceğine bak ki, hiçbiri bozulmamış. Bir de merkebine bak, kemikleri nasıl birbirinden ayrılmış, senin yüz sene ölü kaldığını gösterir. Seni ise, insanlara bir delil olsun diye öldürüp dirilttik. Şimdi de kemiklere bak, onu nasıl yerli yerine koyup üzerine et giydiriyoruz.' O da bu delilleri böylece apaçık görünce 'Allah'ın her şeye kadir olduğunu bildim.' dedi." (Bakara, 2/259).

Kudüs'ü görmeye gelen Üzeyr Aleyhisselâm, şehrin durumuna çok üzülmüş, "Acaba bu viran olmuş ölü belde bir daha canlılık kazanıp hareketli bir şehir olur mu?" diye düşünmüştü. (Ömer Faruk Tunalı, Peygamberler Tarihi, İstanbul, 1985, s. 6?). Ayet-i Kerime'de bu düşüncesine cevap verilmiş, bizzat kendisi ölüp uykusunda yüz sene tutulduktan sonra diriltilmişti. Uykusundan uyanan Hz. Üzeyr' binek hayvanının öldüğünü ve kemiklerinin çürüdüğünü gördü. Buna karşılık, meyveler mucize olarak taze tutulmuştu. Bu hadise Cenâb-ı Hakk'ın iradesiyle insanlardan saklı tutulmuştu.

Hz. Üzeyr (as)'in başından bu hadise geçmişken, bölge istilâdan kurtulmuş ve istilâcı kral da ölmüştü. Esaret altında yaşayan insanlar yeniden Kudüs'e dönmeye başlamış ve şehir yeniden imar edilmişti. Böylece eski canlılığına yeniden kavuşmuştu. Bu arada, Hz. Üzeyr Cenâb-ı Hakk'ın ihsanına mazhar oldu. Bineğinin çürümüş kemikleri bir araya gelerek yeniden dirildi. Merkebine binen Hz. Üzeyr Kudüs'e gitti. Ancak, her şey ve insanlar değiştiği için kimseyi tanımadı. Yaşadığını tahmin ettiği mahalleye gitti. Orada çok yaşlı bir kadın bulunmaktaydı. Kadına, Üzeyr'in evini sordu. Kadın evi gösterdiği gibi, Üzeyr'in hizmetçisi olduğunu da söyledi ve çoktan kayıp olduğunu bildirdi. Üzeyr'in kendisi olduğunu söyledi, mucize isteyince de Cenâb-ı Hakk'ın izniyle kadının gözlerini iyileştirdi.

Hz. Üzeyr (as)'in mucizesiyle iyileşen kadın, gidip yakınlarına haber verdi. Bu arada, Hz. Üzeyr'in oğulları ve akrabaları çevresine toplandı. Hz. Üzeyr oğluna göre çok daha genç görünmekteydi. Oğlu ve akrabalarına kendisini tanıttı. İnsanları hidâyete dâvet etmek için, sadece kendisinin ezbere bildiği ve yıllar öncesinden yok edilmiş bulunan Tevrat'tan âyetler okumaya başladı. Yazmayı bilenler okunanları kayda geçirdiler. Bu arada, çok yaşlı birisi yanlarına yaklaşıp dedeleri tarafından Tevrat'ın kendi üzüm bağlarının bulunduğu yerde toprağa gömüldüğünü, ancak, tarlalarının neresi olduğunu bilmediğini, tarlanın yerini bilen varsa söylemelerini istedi. Bunun üzerine, topluluğun içinden yeri bilenler ayrılarak söz konusu yere gittiler. Kazı sonucu yaşlı adamın dediği gibi, Tevrat'ı buldular. Bulunan Tevrat'ın âyetleri ile Hz. Üzeyr tarafından okunan ve yazılmış bulunan âyetlerin aynı olduğu müşahede edildi.

Bir kısım insanlar, Hz. Üzeyr (as)'e inanırken, bazıları ise bunu bir insanın yapamayacağına hükmettiler. Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmeye başladılar. Kur'ân-ı Kerim'de;

"Yahudiler 'Üzeyr Allah'ın oğludur.' dediler; Hristiyanlar da 'Mesih Allah'ın oğludur.' dediler. Bu onların uydurdukları sözleridir; kendilerinden önceki kafirlerin sözlerine benzetirler. Allah onları kahretsin, yüzleri nasıl da haktan çevriliyor!" (Tevbe, 9/30),

ifadeleriyle, söz konusu sapkınlığa işaret edilmiştir. Risâle-i Nur'da, İhlas Suresi'nin tefsiri yapılırken, âyette geçen, "lemyelid" yani, "(Allah) doğurmamıştır" ifadesinin söz konusu çocuk edinme düşüncesini reddettiği ve kesip attığı ifade edilmiş ve bu vesile ile Hz. Üzeyr (as)'in ismi zikredilmiştir. (bk. Sözler, 1993, s. 638).

Hz. Üzeyr (as), sabırla insanları hidâyete dâvet etti. Ancak, kavmi kendisine çok sıkıntı çıkarıp iki yüzlülük gösterdi. Elli sene kadar imana dâvet ettikten sonra Kudüs'te vefat etti.

Hz. Üzeyr Aleyhisselam Peygamber miydi?

Ebu Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûluilah (asm) "Tübba (Allah'ın rahmetinden mahrum kalmış) bir mel'un mudur, değil midir bilmiyorum ve Uzeyr peygamber midir, değil midir (bunu da) bilmiyorum." demiştir. (Ebu Davud, Sünnet 14, 4674)

Alimlerin açıklamalarına göre bu hadis-i şerifte söz konusu edilen Tübba'dan maksat tübbaların en büyüğü ve en ünlüsü olan Esad Ebu Kureyb'dir. Ka'be'ye ilk örtü geçiren kimse budur. Hz. Peygamber (asm), gönderilmeden bin sene önce onun varlığından ve peygamber olarak gönderileceğinden haberdar olup, kendisine iman etmiştir. Fakat, Hz. Peygambere (asm), onun kendisine iman edip dünyadan mümin olarak gittiği önceleri bildirilmemişti. İşte sözü geçen Tübba'dan bahsedildiği bir sırada onun gerçekten iman şerefiyle şereflenmiş bir kimse mi yoksa iman şerefinden ve dolayısıyla Allah'ın rahmetinden mahrum melun bir insan mı olduğunu bilmediğini ifade etmişti.

Aynı şekilde Hz. Uzeyr (as)'in bir peygamber olup olmadığını henüz bilmediği için onun hakkında da kesin bir bilgiye sahip olmadığını açıklamıştı. Çünkü Peygamberimiz (asm)'de olsa, gaybı, Allah bildirmedikçe bilemez. Allah bildirirse o da bilir. Ama daha sonra, Allahuteâlâ Hazretleri Tübba'nın Müslüman olduğunu ve dünyadan mümin olarak gittiğini bildirmiş, Peygamber Efendimiz (asm)' de Hz. Uzeyr'in Allah'ın peygamberlerinden bir peygamber olduğunu ümmetine açıklamıştır. Nitekim bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (asm)'in: "Tübba'ya sövmeyiniz. Çünkü o Müslüman olmuştur." dediği rivayet edilmektedir. (bk. Ahmed b. Hanbel, V, 340; Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/445-446)

Bu ve benzeri rivayetleri esas alan bazı alimlerimiz, Hz. Uzeyr Aleyhisselamın da peygamber olduğunu kabul etmişlerdir. (Ebülfida, el-bidaye ve’n-nihaye, 2/43-46; bk. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/279)

80 Hz. Danyal hakkında bilgi verir misiniz?

Yüz yirmi binden fazla peygamber gönderilmiştir. Bunların sadece yirmi beş tanesinin ismi Kur'an-ı Kerim'de geçmektedir.

Danyal b.Hızkıl'ül 'asgar(1), Peygamber oğullarından(2), Süleyrnan b.Dâvud Aleyhisselamların soyundandı.(3)

Danyal Aleyhisselamın Resul Olmayan Bir Nebi (Peygamber) Oluşu

Hz. Ali (ra), Danyal Aleyhisselâm hakkında: "O, Resul olmayan bir Nebî idi." demiştir.(4)

Danyal Aleyhisselâmın Esir Edilerek Babile Götürülüşü:  

Bâbil hükümdarı Buhtunnassar'ın, Beytülmakdis'i, yıkarak İsrailoğullarının ço­cukları arasından seçip kumandanlarına paylaştırdığı(5) esir çocuklar arasında Danyal Aleyhisselâm da, bulunuyordu.(6)

Danyal Aleyhisselâmla Üç Arkadaşının Zindana Atılışı  

Bâbil halkı, Buhtunnassar'a başvurarak;

"İsrailoğullarından esir edilen şu çocukları, bize vermeni, senden istemiştik. Sen de onları, bize vermiştin. Vallahi, onlar, bizim yanımızda olalıdanberi, kadınlarımızın, bizi tanımadıkları­nı, onlarla ilgilendiklerini ve yüzlerini, onlara çevirdiklerini görüyoruz. O çocukları, ya bizim aramızdan çıkar, al ya da onları, öldür!"

dediler. Buhtunnassar:

"İçinizden, her kim, elindekini öldürmek isterse, öldürsün!" dedi.

Öldürülmek üzere çıkarılıp sağ bırakılmaları için, Allaha, yalvarmaları üzerine, Buhtunnassar tarafından sağ bırakılan Danyal Aleyhisselâmla Hananya, Azarya ve Mişaye(7) Bâbil Zindanına atılmışlardı.(8)

O sırada, Buhtunnassar; bir rüya görmüş(9), fakat, gördüğü rü'yada görüp de, kendisini şaşırtan şeyi unutmuştu.(10) Buhtunnassar, gördüğü rü'yadan, korkmuştu. Sihirbazlarla kâhinlerden, bunun, yorumunu sormuşsa da, onlar, yoramamışlardı.

Danyal Aleyhisselâm, arkadaşlarıyla birlikte zindanda bulundukları sırada, bu­nu, işitti.

Zindancı; Danyal Aleyhisselâmın hal ve gidişatındaki güzelliği ve doğruluğunu görüp hoşuna gitmekte ve kendisine sevgi göstermekte idi.

Danyal Aleyhisselâm, ona:

"Sen, bana bir iyilik yap: Sahibinizin katında aracı ol da, görmüş olduğu rüyayı, ona yorayım." dedi.

Zindancı, gidip Danyal Aleyhisselâmın dileğini, Buhtunnassar'a haber verdi.(11) Bunun üzerine, Buhtunnassar, Peygamber oğullarından(12) Danyal Aleyhisse­lâmla üç arkadaşını huzuruna çağırdı.(13)

Buhtunnassar'ın önünde, ona, secde etmedikçe, hiç kimse duramazdı. Fakat, Danyal Aleyhisselâm, onun önünde secde etmeksizin ayakta durdu.

Buhtunnassar, ona:

"Seni, bana, secdeden alıkoyan nedir?" diye sordu.

Danyal Aleyhisselâm:

"Benim bir Rabb'im var ki, bana, ilim ve hikmet verdi. Kendisinden başkasına secde etmememi de bana, emretti. Ben, kendisinden başkasına secde edersem, onun, bana verdiği ilmi, benden çekip almasından ve beni, helak etmesinden korkarım!" dedi.

Buhtunnassar; Danyal Aleyhisselâmın verdiği cevaba hayret etti ve:

"Evet! Secde yapma! Sen, ahdine vefa etmekle, çok iyi etmiş ve sana verilen ilmin şerefini yükseltmiş, gözetmiş oluyorsun." dedikten sonra: "Sende, şu gördüğüm rüyanın ilmi ve yorumu var mıdır?" diye sordu.

Danyal Aleyhisselâm: "Evet!" dedi.(14) Buhtunnassar:

"Görmüş olduğum rüyayı, sonra, bana isabet eden bir şeyden dolayı, unuttu­ğum, beni hayrette bırakan o şeyin ne olduğunu, bana, haber verinizi." dedi.

Danyal Aleyhisselâmla arkadaşları:

"Sen, o rüyayı, bize haber ver de, biz, sana, onun yorumunu, haber verelim." dediler.

Buhtunnassar:

"Ben, onu yorumlayamıyorum.(15) Eğer, siz, bana, onu, onun yorumunu, haber vermezseniz, omuz kemiklerini­zi, sökeceğim!" dedi.

Danyal Aleyhisselâmla üç arkadaşı, Buhtunnassar'ın huzurundan çıktılar. Allah'a, dua ettiler. Tazarru ve niyazda bulundular.(16) Kendilerine, yardım etmesini(17), sorulan şeyin öğretilmesini, dilediler. Yüce Allah da onlara, sorulan şeyi öğretti. Onlar, hemen Buhtunnassar'ın huzuruna vardılar. Ona:

"Sen, bir heykel görmüşsün!" dediler.

Buhtunnassar:

"Doğru söylediniz!" dedi.

Danyal Aleyhisselâm ve arkadaşları:

"O heykelin iki ayağı ve iki bacağı seramikten; iki dizi ve iki baldırı bakırdan; karnı gümüşten; göğsü altından; başı ve boynu demirdendi!" dediler.(18)

Buhtunnassar:

"Doğru söylediniz!" dedi. (19)

Danyal Aleyhisselâmla arkadaşları:

"Sen, onu, hayretle seyredip durduğun sırada, Allah, onun üzerine, gökten, bir kaya saldı da onu, ufatıverdi! İşte, sana, rüyanı unutturan da bu idi." dediler.

Buhtunnassar:

"Doğru söylediniz!" dedi ve: "Peki, bu rüyanın yorumu, nedir?" diye sordu.

Danyal Aleyhisselâmla arkadaşları:

"Bu rüyanın yorumu, şöyledir: Sana, kralların kudret ve tasarruf durumları gösterilmiştir ki, onlardan, bazısı­nın kudret ve tasarrufu, bazısından daha gevşek ve yumuşaktı. Bazısının, kudret ve tasarrufu, bazısından daha güzeldi. Bazısının kudret ve tasarrufu da, bazısından daha sert ve katı idi. İlk kudret ve tasarruf: Seramik olup o, kudret ve tasarrufun en zaifi ve gev­şeğidir."

"Sonra, onun üstünde bakır olup o, öncekinden daha üstün ve daha serttir. Sonra, bakırın üstünde gümüş olup o, bakırdan daha üstün ve daha güzeldir. Sonra, gümüşün üstünde altun olup o, gümüşten daha güzel ve daha üstündür."

"En üstünde bulunan demir, senin kudret ve tasarrufundur ki, o, hükümdarla­rın en katısı ve kendisinden önce olanların en kudretlisidir."(20)

"Senin görmüş olduğun ve üzerine, gökten Allah'ın salıp heykeli yere seren kaya ise, Allah'ın, (semâdan indireceği Kitapla) ahir zamanda(21) göndereceği bir Pey­gamberdir ki, o, hepsini ufatacak, emir, onun olacak, ona, varıp dayanacaktır!" dediler.(22)

Danyal Aleyhisselâmın Buhtunnassar Katında Yüksek Bir İtibar Kazanışı:

Danyal Aleyhisselâm; Buhtunnassar'ın rüyasını(23), haber verdiği(24) ve yordu­ğu zaman(25), Buhtunnassar, ona ve onun arkadaşlarına, çok ikram etti. Danyal Aleyhiselâmı, sık sık, huzuruna kabul eder(26), yapacağı işleri, ona(27) ve onun arkadaşlarına(28) danışırdı.(29) Danyal Aleyhisselâmı, üstün mevkilere getirdi.(30)

Danyal Aleyhisselâm, Buhtunnassar'ın yanında, insanların en şereflisi ve en sevgilisi olmuştu.(31)

Danyal Aleyhisselâm'ın Buhtunnassar'dan Sonraki Durumu  

Rivayete göre: Buhtunnassar'la onun daha üstü olan Büyük kıral Lührasp öl­dükten sonra, yerine, Beştasp b.Lührasp geçmişti.

Beştasp; Şam ülkesinin harap bir halde bulunduğunu(32), Filistin toprağında vahşî, yırtıcı hayvanların çoğaldığını (33) ve orada, insanlardan hiç kimse kalma­dığını işitince:

"Babil toprağında bulunan İsrailoğullarından, Şam'a dönmek isteyen kimse­ler, dönsün!" diye nida ettirmiş, Dâvud oğulları Hanedanından bir zatı da onla­rın üzerine kıral yaparak kendisine, Beytülmakdis'i imâr etmesini (34) ve Beytül-makdis Mescid'ini yapmasını emretmişti.(35)

Diğer rivayete göre;

İran hükümdarı Behmen, Babil Valisi Ahşu Yereş'e yazı yazarak, İsrailoğulla­rına yumuşak davranmasını, kendilerinin, istedikleri yerlere gönderilmelerine, memleketlerine dönmelerine müsâade edilmesini ve kendilerinin seçecekleri kim­seyi, başlarına koymasını emretmişti.(36)

Danyal Aleyhisselâm'la Hananya, Azarya ve Mişayel, Beytülmakdis'e gitmek için Ahşu Yereş'ten izin istemiş idiyseler de, izin vermeğe yanaşmamış(37) ve:

"Benim yanımda, sizin gibi, bin peygamber bulunsa, ben, sağ oldukça, onlar­dan, bir tanesini bile, yanımdan ayırmam." demiş(38), Danyal Aleyhisselâmı, dev­letin kadılık işlerile birlikte kendisinin her işini yürütmeğe memur etmişti.

Hattâ, Buhtunnassar'ın, Beytülmakdis'ten aldığı, hazinelerde saklanan her şeyin çıkarılıp Beytülmakdis'i iade edilmesini ve Büytalmakdisin, onunla, yeniden ya­pılmasını da, ona, emretmiş ve yapılmıştı. (39)

Danyal Aleyhisselâmın Vefatı, Cesedi ve Kabri 

Danyal Aleyhiselâm, bir müddet, Bâbil'de oturdu.(40) Bâbil'den ayrıldıktan sonra, Huzistan'ın(41) Sus(42) nahiyesinde kaldı.(43) Ora­da, vefat etti.(44) Ona ve gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!

Kendisinin cesedi(45) kabri(46) Sus'tadır.(47)

Yüce Allah; Hz. Ömer'in Halifeliği zamanında Sus şehrini, Ebû Mûsâ El Eş'a-rî'nin eliyle feth etti. Ebû Mûsâ, Sus kralı Sabur'u, öldürdü. Sus şehrini, kuşattı. Şehirde bulunan şeyleri, Sabur'un mal ve mülklerini ganimet olarak aldı.

Mal depolarını, dolaşıp onların içinde bulunanları, alırken, bir meydanda, kilitli bir depoya rastladı ki, deponun kilidi, kalayla mühürlenmişti.

Ebû Mûsâ, Sus halkına:

"Bu depoda ne vardır? Ben, onun kilidinin de, kalayla mühürlenmiş olduğunu görüyorum." dedi.

Sus halkı:

"Ey Emîr! Onun içinde, sana yarayacak bir şey yoktur!" dediler.

Ebû Mûsâ:

"Onun içinde ne olduğunu, muhakkak, benim, bilmem lâzım! Deponun kapısını açınız da içinde ne vardır bir bakayım?" dedi.

Kilidi, kırdılar ve kapıyı açtılar. Ebû Mûsâ, depoya girip bakınca: Uzun, havuz gibi oyulmuş bir taş ve içinde de, altun sırma ile dokunmuş bir kefenle kefenlenmiş, başı açık, ölü bir adam gördü!

Ebû Musa da yanında bulunanlar da, ölü zatın boyunun uzunluğuna hayrette kaldılar. Sonra, onlar, onun burnunu, karışladılar. Bir karıştan fazla olduğunu gördüler.

Ebû Mûsâ, Sus halkına:

"Yazıklar olsun size! Kim bu adam?" diye sordu.

Sus halkı:

"Bu adam, Iraklıdır. Irak halkı, yağmurları kesildiği zaman, bununla, tevessül eder, yağmurla su­lanmak isterler, yağmurla sulanırlarmış! Iraklıların kuraklığa uğramadıkları sırada, biz, yağmursuzluktan, kuraklığa uğ­ramışız. Iraklılara adam salıp onu vesile kılarak yağmur dileyelim diye bize, onu, yolla­malarını, istemişiz. Iraklılar, göndermeğe yanaşmayınca, yanlarında elli adam rehin bırakıp bunu, beldemize getirmiş, kendisile tevessül ederek yağmur dilemiş, yağmurla su­lanmışız."

"Kendisini, Iraklılara iade etmemek görüşüne varmışız. Kendisi de ölüm döşeğine düşünceye kadar yanımızda oturmuş ve vefat etmiş. İşte, onun kıssası ve hâli, böyle imiş." dediler.

Bunun üzerine, Ebû Mûsâ, Sus'ta bir müddet oturdu. Hz. Ömer'e bir yazı yazıp Sus şehrinden, Allah'ın, kendilerine nasib ettiği şey­leri haber verdi ve ölü zâtın işini de, yazısında, yazdı.

Yazı, varıp Hz. Ömer, onu, okuyunca, Eshabın Ulularını, yanına çağırdı. Onlara, ölü zat hakkında bir bilgileri olup olmadığını sordu. Onlardan hiç birinde, onun hakkında bir bilgi bulamadı. Ancak, Hz.Ali:

"Bu Zat, Danyal Hakîmdir. Kendisi, Resul olmayan bir Nebîdir. Eski zamanda, Buhtunnassar'ın ve ondan sonraki krallardan bazısının yanın­da bulunmuştu." dedi ve onun, başından sonuna ve vefatına kadar kıssasını an­lattıktan sonra:

"Sahibine (Ebû Musa'ya) yaz! Onun üzerine, cenaze namazını kılmasını ve onu, Sus'luların erişemeyecekleri bir yere gömmesini, kendisine, emret!" dedi.

Hz. Ömer, bunu, Ebû Musa'ya yazdı.(48) Yazısında: "Onu, beyaz Kabatî bezinden kefene sar ve kefene, koku sür. Üzerine, cenaze namazı kıl. Sonra, onu, peygamberlerin gömüldüğü gibi, göm! Malına bak. Onu, Müslümanların Beytülmal'ına koy!" dedi.(49)

Bunun üzerine, Ebû Mûsâ, Sus ırmağının yolunu, başka bir yola çevirip akıt­malarını, Sus halkına emretti. Sonra, Danyal Aleyhisselâmın üzerinde bulunan kefenden başka bir kefene sarılmasını, emretti.

Sonra, yanında bulunan Müslümanlarla birlikte onun cenaze namazını kıldı. Suyu çekilen ırmak yatağının ortasına kabrini kazdırıp, kendisini gömdürdükten sonra, ırmağı eski yoluna çevirterek onun üzerinden akıttı.(50)

Dipnotlar:

1- Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.38,40, İBn.Haldun-Tarih c.2,ks.1,s.107,117
2- Taberî-Tarih c.1,s.289, c.2,s.15.
3-  ibn Habîb - Kitabülmuhabber s. 390.
4- Sâlebî - Arais s. 341.
5- Taberi - tarih c. 1, s. 289.
6- ibn Kuteybe Maarif s. 22 - 23, Dineveri el Ahbar S. 23 Taberî Tarih c. 1, s. 289, Salebi Arais s. 335, İbn Esir Kamil c.1, s. 265, Muhyiddin b. Arabî Muhadaratülbrar c. 1, s. 136.
7- Taberi Tarih c.1, s.290.
8- Sâlebî-Arais s.338.
9- Taberi Tarih c.1, s.289, Sâlebî Araisb s. 338, ibn Esir Kamil c.1, s.266.
10- Taberî Tarih c.1, s.289, Esir Kâmil c.1, s.266.
11- Sâlebî Arais s. 338.
12- Taberi Tarih c.1, s.289.
13- Taberî tarih c.1, s.289, ibn Esir c.1, s.266.
14- Sâleî Arais s.338.
15- Taberî Tarih c.1, s.289.
16- Taberî Tarih c.1, s.289-290, ibn Esir Kâmil c.1, s.266.
17- Taberî Tarih c.1, s.289.
18- Taberî Tarih c.1, s.290, İbn Esîr, c.1, s.266.
19- Taberî Tarih c.1, s.290.
20- Taberî Tarih c.1, s.290, Esir Kâmil c.1, s.266.
21- Sâlebî Arais s.339.
22- Taberî Tarih c.1, s.290, ibn Esîr Kâmil c.1, s.266.
23- ibn Kuteybe Maarif s. 22, Sâlebî Arais s.339.
24- Sâlebî Arais s.339.
25- İbn Kuteybe Maarif s.22, Sâlebî Arais s.339.
26- Sâlebî Arais s.339.
27- Sâlebî Arais s.339, ibn. Esîr-Kâmil c.1, s.266-267.
28- İbn. Esîr-Kâmil c.1, s.266-267.
29- Sâlebî Arais s.339, İbn. Esîr-Kâmil c.1, s.266.
30- ibn. Kuteybe-Maarif s.23.
31- Sâlebî Arais s.339.
32- Taberî Tarih c. 1 s.281, Ibn Esîr Kâmil, c.1, s.269, Ebülfida Elbidaye vennihaye c.2, s.42.
33- Taberî Tarih c.1 s.281, Ebülfida Elbidaye vennihaye c.2, s.42.
34- Taberî Tarih c.1 s.281, ibn Esîr Kâmil c.1, s.269, Ebülfida Elbidaye vennihaye c.2, s.42.
35- Taberî Tarih c.1 s.281.
36- Taberî Tarih c.1 s.283, Ibn Haldun Tarih c.2, ks.1, s. 109.
37- Taberî Tarih c.1 s.284, Ibn Esîr Kâmil, c.1, s.268, Ibn Haldun Tarih c.2, ks.1, s.108.
38- Taberî Tarih c.1 s.284, Ibn Esîr Kâmil c.1, s.268.
39- Taberî Tarih c.1 s.284, Ibn Esîr Kâmil c.1, s.269, Ibn Haldun Tarih c.2, ks.1, s.108,109.
40- Şâlebî Arais s.340.
41- İbn Esir kâmil c.1, s.268
42- İbn Kuteybe Maarif s.23. Salebi Arais s.340, İbn Esîr Kâmil c.1, s.268
43- İbn Kuteybe Maarif s.23.
44- Dineverî El'ahbar s.23, Salebi Arais sb.340, İbn Esîr Kâmil c.1, s.268.
45- Dinever! El'ahbar s.48.
46- İbn Kuteybe Maarif s.23, BeyhakiDelâilünübüvvec.1, s.292, Muhyiddinb. ArabîMuhâdaratülebrarc.1, s.136.
47- İbn Kuteybe Maarif s.23, Dineveri El'ahbar s.49, Beyhaki Delâil c.1, s.292, Muhyiddin b. Arabi Muhadaratüleb-rar c.1,
s.136.
48- Sâlebî Arais s.340-341.
49- A. Aliyyülmüttakî Kenzül'ummal c.12, s.482.
50- Sâlebi Arais s.341.

(M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/274-276.)

81 Hz. Hızır farklı kılıklara girebilir mi?

- Hızır aleyhisselamın farklı insan kılıklarına girdiği doğrudur.

Örneğin Riyah b. Ubeyde anlatıyor:

Bir gün Ömer b. Abdulaziz, namaz için mescide giderken, yaşlı bir adamın koluna girip onunla birlikte yürüyor olduğunu gördüm. İçimden bu yaşlının ne kadar nezaketsiz olduğunu düşündüm. Namazdan sonra kendisine o yaşlının kim olduğunu sordum. “Sen onu gördün mü?” diye sordu. “Evet!” deyince, “Anlaşılan sen Salih bir insansın... O benim kardeşim Hıdır / Hızır idi. Benim yakında bu ümmetin başına geçeceğimi ve adaletle hükmedeceğimi bildirmek üzere bana gelmişti.” diye ekledi. Zehebî, bu haberin sağlam kaynaklı olduğunu vurgulamıştır. (bk. Tarihu’l- İslam, Ayın maddesi)

- Hz. Hızır’ın çocuk kılığına girmesi de mümkündür. Fakat, -şu anda- böyle bir olayın gerçekleştiğine dair bir bilgiye sahip değiliz.

- Cumhura / âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, Hz. Hızır (as) hâlâ hayattadır. (bk. İbn Kesir, en-Nihaye, 1/328-şamil)

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Hızır var mıdır; gerçekten hayatta mıdır?

82 Hz. Süleyman hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. SÜLEYMAN (a.s)

İbrânice Şlomo (Salomon). Hz. Davud (as)'ın oğlu, O'ndan hemen sonra İsrailoğullarının peygamberi, "aklıselim" ve "nazik" manalarına gelen "selim"in eş anlamlısı.

Kitab-ı Mukaddes'e göre Hz. Süleyman (as), İsrailoğullarının icraatlar yapmış büyük peygamber ve hükümdardır. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Süleyman (as)'ın bir İsrailoğulları peygamberi olduğunu açıklarken; Hristiyanların mukaddes kitabı İncile göre O, bir İsrail kralıdır. Devrinin en önemli hadisesi, Ken'anlıların kesin olarak itaat altına alınmasıdır. Bundan ayrı olarak Hz. Süleyman (as) memleketini on iki eyalete ayırarak her birine birer vali tayin etmiş; böylece ülkenin daha iyi idaresini sağlamıştır. On iki eyalet olmasının sebebi, her bölgeye yılda bir ay devlete karşı mükellefiyetler koymasındandır.

Hz. Süleyman (as), saltanatlı ve azametli bir peygamberdir. O'nun krallığı bu günkü Filistin, Ürdün'ün tamamı ve Suriye'nin bir kısmını içine almakta idi. Hz. Süleyman (as)'ın eserleri arasında, memleketin savunması için inşa ettirdiklerini ilk sırada saymak lâzımdır. Asker sevki için seçilen kilit noktalarda yaptırılan istihkâmlar bu bakımdan çok önemlidir.

Hz. Süleyman (as)'ın en mühim eseri , Siyon Dağı'na inşa ettirdiği Mâbed'tir. Babası Hz. Davud (as) zamanında aynı yerde yalnız bir çadır vardı ve bu çadıra Tâbutül-Ahd (Ahid sandığı) konulmuştu. Süleyman Mâbedi veya sadece Mâbed denilen yapının bugün temel duvarlarından bir bölümü kalmıştır. Ağlama duvarı olarak isimlendirilen kısım da bu temeldir. Süleyman Mâbed'i, Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlarca mukaddes sayılmaktadır.

Hz. Süleyman (as), Sur kralı Hiram ve Mısır Firavunuyla dostluk kurduğu için, her iki ülke ile ticari ve kültürel münasebetlere girişmiştir. Böylece yabancı kültür ve müesseseler İsrailoğulları arasına da girmeğe başlamıştır. Nitekim o tarihten sonra Kudüs'te hem yabancı mallar satılmaya başlanmış; hem de yabancı hükümdarlar Hz. Süleyman (as)'ı ziyarete gelmişlerdir. Bu konuyu vurgulayan Kitab-ı Mukaddes (Tevrat, I. Krallar, X, 22). Hz. Süleyman (as)'ın büyük bir deniz ticaret filosu kurduğunu zikreder.

İsrailoğulları Hz. Süleyman (as) zamanında sosyal ve medenî açıdan en üst düzeyde bir gelişme sergilemişlerdir. Tarihçiler Hz. Süleyman (as)'ı âlim, imarcı ve saltanat seven bir kişi olarak tasvir eder (A. Refik, Tarih-i Umumi, İstanbul 1328, I, 266). Hz. Süleyman (as), babasından devraldığı büyük devleti daha da güçlendirerek, idaresi altındaki bütün toprakları askerî açıdan kontrol altına almayı başarmıştır.

Hz. Süleyman (as)'ın hayatı ve faaliyetleriyle ilgili bilgileri daha çok Tevrat ve Kur'ân'da bulmaktayız. Kur'ân-ı Kerim dışındaki kaynaklarda O'nun hayatı hakkında efsanevî nakillere rastlanmaktadır. Gerçek bilgilerle bu esâtirî nakilleri birbirinden ayırmak oldukça zordur.

Hz. Süleyman (as), tahta çıkar çıkmaz öncelikle kendisine karşı olanları etkisiz hale getirmiş; yakın dostları ve güvendiği kişilere askerî, idarî ve dinî görevler vermiştir. Hz. Süleyman (as)'ın kurduğu devletin temeli daha ziyade ticarete dayanmaktadır. Bundan dolayıdır ki, çevresindeki devletlerden bazıları O'nunla ticaret ortaklıkları kurmuşlardır. Hz. Süleyman (as) özellikle başkent Kudüs için büyük çapta harcamalara girişmiş; burada bir sur, Millo adı verilen bir bina ve meşhur Kudüs Mâbedi'ni yaptırmıştır. Bu Mâbet zamanla Yahudiliğin ve ilk dönem Hristiyanlığının tek dinî merkezi durumuna gelerek, fiziki yapısının ötesinde bir önem kazanmıştır. Diğer taraftan Hz. Süleyman (as) zamanında gelişen milletler arası ticaret ağı, İsrailoğulları arasında fikrî ve dini açıdan evrensellik anlayışının doğmasını sağlamıştır (Bertholet, Wörterbuch der Religionen, Stuttgart 1962, s. 482).

Hz. Süleyman (as)'ın hakîm ve şair yönü de meşhurdur. Kitab-ı Mukaddes (Tevrat)'de 31 babtan meydana gelen Süleyman (as)'ın Meselleri'nin O'na ait olduğu Yahudi kaynaklarında zikredilir. Bu bölümde Hz. Süleyman (as)'ın hikmetli sözlerinden örnekler bulunmaktadır:

"Rab korkusu bilginin başlangıcıdır";

"Sefihler ise hikmet ve terbiyeyi hor görürler." (I. bab, 7. cümle).

Bunun yanı sıra, yine Kitab-ı Mukaddes (Tevrat)'de 8 babtan meydana gelen ve O'nun yazdığı iddia edilen Neşidelerin Neşidesi bölümünde, bir peygambere hiç de yakışmayacak aşk ve harem hayatından bahseden cümleler vardır. Bunlar da Tevrat'ın tahrife uğradığını açık seçik göstermektedir. Neşidelerin Neşidesi baştan sona okununca bu cümlelerin bir peygamber ağzından çıkmayacağını dindar Yahudiler dahi kolayca kabul edebilir. Saydıklarımızdan ayrı olarak Yahudi mezheplerinden Ferisiliği desteklemek için Süleyman (as)'ın Mezmurları adıyla uydurulmuş 18 Mezmur daha vardır. Bunlar Tevrat'a alınmamıştır. Tevrat'taki Mezmurlar O'nun babası Hz. Davud (as)'ındır.

Hristiyan literatüründe Hz. İsa (as)'ın "Davud oğlu" diye anılması, O'nun yalnızca Hz. Davud (as) neslinden geldiğini belirtmek için değildir. Hz. İsa (as)'ın aynı zamanda, Hz. Süleyman (as) gibi insanlar ve cinlere hükmeden gerçek bir "Davud oğlu Süleyman" olduğunu vurgulamak içindir (Ana Brit. XX,169). Arap tarihçileri Hz. Süleyman (as)'ın ihtişamlı şahsiyetini, O'nun sihir ve kehanetteki fevkalâde üstünlüklerini, en karmaşık problemleri keskin zekâsıyla çözüşünü vb. fetanetini anlatmak için müstakil eserler yazmışlardır. Kur'ân-ı Kerim ve İslâm kaynaklarının Hz. Süleyman (as) hakkında verdiği bilgiler Divan edebiyatına da ilham kaynağı olmuştur. Süleymannâme ve Kitab-ı Süleyman, O'nun dini destanî hayatını konu edinen değerli eserlerden sadece ikisidir.

Arap ve Süryani yazılarının icadını Hz. Süleyman (as)'a isnat edenler bulunduğu gibi; Arapça bir çok sihir kitabını O'nun yazdığını iddia edenler de vardır. Hz. Süleyman (as) ile ilgili efsanelerdeki İran tesiri, O'nun Çemşid'le mukayese edilmesine zemin hazırlamıştır (J. Walker, XI,174). Hz. Süleyman (as)'ın mezarı belli değildir. Ancak Kubbetü's-sahrâ (Kudüs) veya Taberiye gölü yakınında bulunduğunu bazı eserler zikretmektedir.

Hz. Süleyman (as)'ile ilgili en sağlam bilgiler şüphesiz Kur'ân-ı Kerim'de mevcuttur. Kur'ân'da, Hz. Süleyman (as)'ın ismi çok geçer. Kur'ân O'ndan Allah'ın gerçek bir rasulû, bir nebi ve peygamberlerin bir numunesi olarak söz ederken, kendisine has meziyetlerini de açıklar. Cenab-ı Hakk'ın zaman ve şartlar gereği her peygamberine ihsan ettiği mucizelerden farklı olarak Hz. Süleyman (as)'a da verdiği bir takım mucizeleri vardır. Kur'ân, öncelikle Hz. Süleyman (as)'ın asla kâfir olmadığını (el-Bakara, 2/102) vurgulamakta ve Allah'ın O'na vahyettiğini açıklamaktadır (en-Nisa, 4/163). Kur'ân'ın bir diğer ayetinde (el-En'am, 6/84). Hz. Süleyman (as)'ın hidayet ve nübüvvete kavuşturulduğu; adaleti tatbik konusunda babasını dahi geçtiği (el-Enbiya, 21/78, 79); kendisine ilim verildiği (en-Neml, 27/15); kuşların dilini anladığı (en-Neml, 27/16); cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular topladığı (en-Neml, 27/17) bildirilmektedir. Hz. Süleyman (as)'ın en önemli hizmetlerinden biri, Sebâ Melikesinin O'nun maiyyetinde Müslüman oluşudur (en-Neml, 27/44). Rüzgârın Hz. Süleyman (as)'ın emrine verildiği; erimiş bakır madenlerinin O'nun için sel gibi akıtıldığı; cinlerden bir kısmının O'nun emrinde çalıştığı (es-Sebe', 34/12) yine Kur'ân'dan öğrendiğimiz hususlardır. Hz. Süleyman (as)'ın daima Allah'a yöneldiğini (Sa'd, 38/30); imtihan edilmesi üzerine Rabbından bağışlanma dileğinde bulunduğunu ve kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlığı Rabbından istediğini (Sa'd, 38/34-35) Kur'ân bize haber vermektedir.

Kur'ân-ı Kerim'den hayat hikâyesini oldukça ayrıntılı bir şekilde öğrendiğimiz Hz. Süleyman (as)'ın, özellikle Tevrat ve Yahudi kaynaklarında farklı anlatılışı dikkat çekmektedir. Kur'ân-ı Kerim Hz. Süleyman (as)'ın bu yük saltanat ve güçlerini büyülerle elde ettiği yolundaki Tevrat (I Krallar ve II. Krallar)'dan kaynaklanan isnadı şiddetle reddeder. Bir diğer husus da şudur: Hz. Davud (as) ve oğlu Hz. Süleyman (as), bir kavmin çobansız kalan sürüsünün geceleyin başkasına ait bir arazide yayılması üzerine, ortaya çıkan zararla ilgili olarak hüküm vermek durumunda kalmışlardır. Bu meselede Hz. Süleyman (as)'ın hükmü babasının verdiği hükümden daha isabetli olmuştur. Bu önemli hadiseye Kitab-ı Mukaddes ve Yahudi kaynakları yer vermediği halde; bu konuda da doyurucu bilgileri ancak Kur'ân tefsirlerinden almaktayız.

Yine Kur'ân-ı Kerim, Hz. Süleyman (as)'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular topladığını (en-Neml, 27/17) açıkladığı halde, gerek Tevrat, gerekse İncil bu konuya hiç temas etmemiştir. Kur'ân dışında hadiseyi ayrıntılı bir şekilde ancak Talmud ve hahamlara ait rivayetler ele almıştır. Ayni şekilde Hz. Süleyman (as)'a kuş ve hayvan dillerinin öğretilmiş olduğuna dair Kitab-ı Mukaddes'te bilgi bulunmamasına karşılık Kur'ân-ı Kerim önemine binaen bu meselede bizleri bil gilendirmiştir. Biraz farklı olmakla beraber bu konuda İsrail kaynaklı eserlerde (Yahudi Ansk. XI, 439 vd. ) bilgi bulunmaktadır.

Hz. Süleyman (as) adının geçtiği her yerde, Sebâ Melikesinin adı da hemen hatırlanmaktadır. Bilindiği gibi Yemen'deki Sebâ devleti, melike Belkıs tarafından idare edilmektedir. Belkıs'ın Müslüman oluşu Hz. Süleyman (as)'ın, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla başlayan mektubuyla gerçekleşmiştir. Hz. Süleyman (as) ile Sebâ Melikesi arasında geçen kıssa Kur'ân-ı Kerim (en-Neml, 27/20-44), Tevrat (II. Tarihler, IX,1-12) ve İncil (Matta, XII, 42; Luka, XI, 31)'de çeşitli şekillerde zikredilmiştir. Ancak bu kıssanın Yahudi şifâhî rivayetlerinde geçen şekliyle Kur'ân'daki anlatılışı arasında büyük bir benzerlik tesbit edilmektedir [Mevdudi, Tefhim, (Türk. çev.) İstanbul 1987, IV,103]. Ancak Hz. Süleyman (as) ile çağdaş olan Sebe kraliçesinin Belkıs olup olmadığı belli değildir. Zira Milattan sonra 250'li yıllarda yaşayan ve adı Belkıs olan bir Himyeri Kraliçesi bilinmektedir. Müfessirlerin yakın tarihte ismi bilinen Belkıs ile Hz. Süleyman (as)'ın çağdaşı olup, ismi bilinmeyen kraliçeyi barıştırmış oldukları görülmektedir.

(Osman CİLACI, Şamil Islam Ansiklopedisi)

83 Hz. Musa'nın hayatı hakkında bilgi verir misiniz?

Hz. MÛSA (a.s)

Allahuteâlâ'nın, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat'ı verdiği ve yeryüzünde dinini tebliğ edip, hakim kılması için gönderdiği Ulu'l-Azm peygamberlerden biridir. Hz. İbrahim (a.s)'in soyundan olup, İsrailoğullarının akidelerini islah etmek ve onları Allahuteâlâ'nın dilediği nizama kavuşturmakla görevlendirilmişti. Küfürle mücadelesi Kur'ân-ı Kerim'de uzun uzun anlatılmaktadır.

Hz. Adem (a.s)'den, Rasulullah (s.a.s)'e kadar pek çok peygamber gelmiştir. Bu peygamberler, gönderildikleri kavimleri, Allahuteâlâ'ya iman etmeye çağırmışlar; bu yolda kâfirlerle savaşmışlar, yaşadıkları diyarlardan çıkarılmışlar; ezilmişler, hor görülmüşler ve hatta öldürülmüşlerdir.

Mûsa (a.s) da, Allahuteâlâ tarafından İsrailoğullarına gönderilmiş bir rasul idi. O da tıpkı kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah'a iman etmeye çağırdı. Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun'a karşı tevhid yolunda mücahede etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler, onun da karşısına çıktı. Doğup büyüdüğü diyardan çıkarıldı, kâfirler tarafından öldürülmek gayesiyle kovalandı. Allahuteâla Kur'ân-ı Kerim'de bir ayette Hz. Mûsa (a.s)'dan şöyle bahsediyor:

"Kur'ân'da Musa'yı da an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve İsrailoğulları'na gönderilmiş bir peygamber idi."(Meryem, 19/51).

Hz. Musa (a.s)'nın Firavun ile olan kıssası, Kur'an'ın bazı sûrelerinde çeşitli üslûplarda ve teferruatlı olarak anlatılmıştır. Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulmaları olayından sonra, İsrailoğulları ile ilgili kıssasına da genişçe yer verilmiştir.

Musa (a.s)'nın Firavun ile olan mücadelesi, bir şahsın bir kralla, bir peygamberin sadece büyük bir zorba ile olan mücadelesinden ibaret değildir. Bilâkis bu hak ile bâtılın çatışması, Rahman'ın ordusu ile şeytanın ordusunun kaçınılmaz savaşıdır. Aslında hak ile bâtıl arasındaki bu savaş, insanoğlunun yaratılışından, insanları ıslah etmek üzere nebîler ve rasullerin hayat sahnesine çıkmasından beri devam edegelmektedir.

Sapıklık ve bâtıl, daima İblis ve onun ordusu tarafından temsil edilmiş; imana, tevhide, peygamberliğe, kısaca Hakka sürekli meydan okumuştur. Fakat kazanan daima Hak olmuştur. Allahuteâlâ şöyle buyuruyor:

"Muhakkak ki Biz peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında hem de meleklerin şahid olacağı günde muzaffer kılacağız." (Mü'min, 40/51).

Hz. Musa (a.s)'da gönderildiği kavmi cehalet ve sapıklık içerisinde buldu. Onları Hakka davet etti, yurdundan çıkarıldı, savaştı ve sonunda Allahuteâlâ'nın izniyle kazandı.

Hz. Musa (a.s)'nın Nesebi, Doğumu ve Hayatı

Musa (a.s)'nın babası, İmran'dır; Onun babası Yahser, onun da babası Kahes'dir. Nesebi Yakub (a.s)'a ulaşır; ki, onun babası Hz. İshak (a.s), onun da babası Hz. İbrahim (a.s)'dır. Musa (a.s)'nın yanında gördüğümüz Harun (a.s) onun kardeşidir. Allahuteâla, Musa (a.s)'yı Firavun'a, imana davet için gönderdiğinde, Hz. Harun (a.s)'ı da ona yardımcı olarak seçmiş ve görevlendirmişti. Hz. Musa (a.s) Allahuteâla'ya şöyle dua ederek, kardeşi Harun (a.s)'u kendisine yardımcı yapmasını istemişti:

"Bir de bana ehlimden bir vezir, (yardımcı) ver. Kardeşim Harun'u (ver)." (Tâhâ, 20/29 ve 30).

Hz. Musa (a.s), Mısır'ın çok zor günler yaşadığı bir dönemde doğdu. Bu sırada, ilâhlık iddialarında bulunarak haddi aşan Firavun, İsrailoğulları halkına dayanılamayacak eziyetlerde bulunuyor, bu insanları zulümle kasıp kavuruyordu. İsrailoğulları, Kıpt kavminin muamelelerinden ve krallarının ağır baskılarından bıkmışlardı. Mısır'da yaşamanın bir tadı kalmadığını biliyor ve dedelerinin yurdu olan Kenan illerine gitmek istiyorlardı. Ama onlardan her işinde istifade eden Firavun, yakalarını bir türlü bırakmak istemiyordu. Onlara zulmün en akla gelmeyecek olanını yaptı. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de;

"Biz sana Musa ve Firavun'un mühim haberlerinden, iman edecek bir kavim için, gerçek olarak okuyacağız. Çünkü Firavun o yerde (Mısır'da) başkaldırmış ve ahalisini parçalara bölüp, kendisine bağlamıştı." (Kasas, 28/3 ve 4) buyuruluyor.

Firavun, saltanatı sırasında İsrailoğulları'na çok kötü eziyetlerde bulundu; onları köle yaptı, en çirkin ve adî işlerde çalıştırdı. Allahuteâlâ, İsrailoğulları'nı bu sıkıntıdan, azgın Firavun'un şerrinden, zulüm ve taşkınlıklarından kurtarmak için Hz. Musa (a.s)'yı gönderdi.

Sa'lebî, Kısas-ı Enbiya'sında İmam Suddî'den; Firavun'un bir rüya gördüğünü, korkup kederlendiğini naklediyor. Rüyasında Kudüs tarafından gelen bir ateş gördü. Bu ateş, Mısır'a kadar uzanıp, Firavun'un evlerini yaktı. Fakat sadece Kıpti'lere zarar verdi, İsrailoğulları ise kurtuldular. Uyanınca hemen kâhin ve müneccimlerden rüyayı tabir etmelerini istedi. Onlar dediler ki; "İsrailoğulları içinden bir çocuk dünyaya gelecek, Mısırlıların helâkına ve senin krallığının yok olmasına sebep olacak. Doğacağı zaman da iyice yaklaştı."

Bu haber üzerine telaşlanan Firavun, İsrailoğulların'dan doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Kur'ân-ı Kerim'de bu olay şöyle anlatılıyor:

"Firavun, memleketin başına geçti ve halkı fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o bozguncunun biriydi." (Kasas 28/4).

İsrailoğulları arasında iş yapabilecek insanların azalması üzerine Kıptîlerin ileri gelenleri Firavun'a giderek, "Eğer böyle öldürmeye devam ederseniz, ileride bizim işlerimizi yapacak kimse bulamayacağız." dediler. Firavun da erkek çocukların bir sene öldürülmesini, bir sene de öldürülmemesini emretti. Erkek çocukların öldürülmediği sene Harun (a.s) doğdu. Öldürüldükleri sene ise Musa (a.s)...

Musa (a.s) doğunca, annesi çok üzüldü. Allahuteâlâ ona korkmamasını, üzülmemesini vahyetti. Kalbine bir rahatlık verdi. Bu, Kur'an'da şöyle anlatılıyor:

"Musa'nın annesine: 'Çocuğu emzir, başına geleceklerden korktuğun zaman onu suya (Nil'e) bırak. Korkma, üzülme. Biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız.' diye bildirmiştik." (Kasas, 28/7).

Musa (a.s)'nın annesi de ilham edileni yaptı ve yavrusunu bir muhafaza içerisinde suya bıraktı. Ablasına da, "Onu izle" dedi. Musa (a.s)'yı taşıyan sandık, Allah'ın izniyle dalgalarla sürüklenerek, Firavun'un sarayına ulaştı. Yıkanmakta olan cariyeler, sandığı bulup Firavun'un karısına götürdüler. Allahuteâlâ, Firavun'un karısı Asiye'nin kalbine bu çocuğun sevgisini koydu. Firavun çocuğu görünce öldürmek istedi. Ancak Asiye, çocuğu kendisine vermesini istedi. Çünkü hiç çocukları olmuyordu. Kur'an-ı Kerim, bunu şöyle anlatıyor:

"Firavun'un karısı: 'Benim de senin de gözün aydın olsun! Onu öldürmeyiniz, belki bize faydalı olur, yahut onu oğul ediniriz.' dedi. Aslında işin farkında değillerdi." (Kasas, 28/9).

Hz. Musa (a.s) acıkınca onu emzirmek icab etti. Fakat o kimseden süt emmek istemiyordu. Allahuteâlâ, bunu şöyle zikrediyor:

"Önceden, süt annelerinin memesini kabul etmemesini sağladık. Musa'nın ablası; 'Size, sizin adınıza ona bakacak, iyi davranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi?' dedi. Böylece onu, annesinin gözü aydın olsun diye, ona geri çevirdik. Fakat çoğu bilmezler." (Kasas, 28/12-13).

Musa (a.s) böylece annesine dönmüş oldu. Üstelik Firavun'un sarayında büyüdü. Firavun ailesinin sevgisini kazandı. Allahuteâlâ şöyle buyuruyor:

"Musa erginlik çağına gelip olgunlaşınca, ona hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle mükâfatlandırırız." (Kasas, 28/14).

Yetişip delikanlılık çağına gelen Musa (a.s) bir gün şehre indi. Öğle üzeriydi. Dükkanlar kapalıydı ve halk evlerinde istirahat ediyordu. Kur'ân-ı Kerim'de, şehirde geçen hadise şöyle anlatılıyor;

"Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre idi. Biri kendi adamlarından, diğeri de düşmanı olan iki adamı dövüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Musa, onun düşmanına bir yumruk vurdu, ölümüne sebep oldu. 'Bu şeytanın işidir; çünkü o apaçık saptıran bir düşmandır.' dedi. Musa, 'Rabbim! Doğrusu kendime yazık ettim, beni bağışla.' dedi. Allah da onu bağışladı. O, şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir. Musa; 'Rabbim! Bana verdiğin nimete and olsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım.' dedi."

"Şehirde, korku içinde, etrafı gözeterek sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen kimse, bağırarak ondan yine yardım istiyordu. Musa ona: 'Doğrusu sen besbelli bir azgınsın.' dedi."

"Musa, ikisinin de düşmanı olan kimseyi yakalamak isteyince: 'Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi bana da mı kıymak istiyorsun? Sen ıslah edenlerden değil, ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun.' dedi." (Kasas, 28/15-19).

İsraillinin, olayı ağzından kaçırması üzerine, bütün halk Musa (a.s)'nın Mısırlıyı öldürmüş olduğunu öğrendi. Daha sonra bir adam koşarak geldi ve kendisini öldüreceklerini söyledi.

"Musa korku içinde çevresini gözetleyerek oradan çıktı. 'Rabbim! Beni zalim milletten kurtar.' dedi. Medyen'e doğru yöneldiğinde: 'Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım.' dedi." (Kasas; 28/21-22).

Musa (a.s) böylece yurdundan uzaklaştı. Yanına yiyecek hiçbir şey de almamıştı. Tam sekiz günlük yolu, ağaç yaprakları yiyerek aştı. Mısır ile Medyen arası sekiz günlük bir mesafedir. Allahuteâlâ'nın bu seçkin kulu, aç ve bitap düşmüş olarak bu uzun mesafeyi katetti ve nihayet Medyen'e ulaştı. Kur'ân-ı Kerim'de kıssa şöyle devam ediyor:

"Medyen suyuna geldiğinde, davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu. Onlardan başka, hayvanlarını sudan alıkoyan iki kadın gördü. Onlara: 'Derdiniz nedir?' dedi. 'Çobanlar ayrılana kadar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır (onun için bu işi biz yapıyoruz)' dediler. Musa onların davarlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi: 'Rabbim! Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım.' dedi." (Kasas, 28/23 ve  24).

İbn-i Kesir, El-Bidaye ve'n-Nihaye'de bu olayı şöyle anlatıyor:

"Medyen suyunda çobanlar koyunları suladıktan sonra, kuyunun ağzına büyük bir kaya koyarlardı. Bu iki kadın da artan sularla koyunlarını sulamaya çalışırlardı. Musa (a.s), kayayı kuyunun ağzından tek başına kaldırdı, su çekti ve kadınların koyunlarını suladı. Sonra tekrar kayayı yerine koydu. Bu kayayı ancak on kişi kaldırabilirdi. Musa (a.s) ise, on kişinin halledebileceği bu işleri tek başına halletmişti. Kızlar babalarına gidip Hz. Musa (as)'ı ve yaptığı iyiliği anlattılar."

Kur'an-ı Kerim'de kıssa şöyle devam ediyor:

"O sırada, kadınlardan biri utana utana yürüyüp ona geldi: 'Babam sana sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor.' dedi. Musa ona gelince, başından geçeni anlattı. O: 'Korkma! Artık zâlim milletten kurtuldun.' dedi." 

"İki kadından biri: 'Babacığım, onu ücretli olarak tut. Ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır.' dedi."

"Kadınların babası, 'Bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, o senden bir lütuf olur. Ama sana ağırlık vermek istemem. İnşallah beni iyi kimselerden bulacaksın." dedi."

"Musa: 'Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, bir kötülüğe uğramayacağım. Söylediklerimize Allah vekildir.' dedi." (Kasas, 28/25-28).

İbn-i Kesir şöyle diyor: "Kızların babasının kim olduğu hakkında görüş ayrılığı vardır. Bunun Şuayb (a.s), olduğu hususunda kanaatler vardır. Ulemanın çoğunluğu da bu görüştedir. Hasan Basri, Malik b. Enes'den naklolunan bir rivayeti delil getirerek diyor ki: "Hz. Şuayb kavmi helâk olduktan sonra uzun bir ömür yaşamış, tâ ki Musa (a.s)'a ulaşmış ve kızını ona nikâhlamıştır."

Hz. Şuayb (a.s)'ın kızıyla nikâhlandıktan sonra Musa (a.s), Medyen'de kalıp, hanımının mehri olmak üzere on yıl koyun güttü. Bir rivayete göre, Peygamberimize (asv) tam olarak ne kadar çalıştığı sorulmuş; o da on sene olduğunu buyurmuştur. Buradan anlaşıldığı üzere, tam on yıl çobanlık yapmıştır.

Hz. Musa (a.s) ya Peygamberliğinin Bildirilmesi

Musa (a.s) Medyen'de on sene kalıp mehrini tamamladıktan sonra, Mısır'a dönmeye karar verdi. Ailesiyle birlikte yola koyuldu. Karanlık ve soğuk bir gecede yolu şaşırdı ve dağ geçidinin yolunu bir türlü bulamadı. Çakmak taşıyla bir şeyler tutuşturmaya çalıştı, başaramadı. Soğuk iyice şiddetlendi. Karısı da hamileydi ve doğum zamanı da yaklaşmıştı. Musa (a.s) ve ailesinin gerçekten yardıma ihtiyacı vardı. Kur'an-ı Kerim'de, bu olay şöyle anlatılıyor:

"Musa, süreyi doldurunca ailesiyle birlikte yola çıktı. Tür tarafından bir ateş gördü. Ailesine: 'Durunuz, ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber veya tutuşmuş bir odun getiririm de ısınabilirsiniz." dedi."

"Oraya gelince, kutlu yerdeki vadinin sağ yanındaki ağaç cihetinden: 'Ey Musa! Şüphesiz ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım.' diye seslenildi. 'Değneğini at!' Musa, değneğin yılan gibi hareketler yaptığını görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. 'Ey Musa! Dön, gel. Korkma. Şüphesiz güvende olanlardansın.' denildi."

"Elini koynuna koy, lekesiz, bembeyaz çıksın. Korkudan açılan kollarını kendine çek! Bu ikisi Firavun ve erkânına karşı Rabbinin iki delîlidir. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir, denildi."

"Musa: Rabbim! Doğrusu ben onlardan bir cana kıydım. Beni öldürmelerinden korkarım."

"Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu, beni destekleyen bir yardımcı olarak benimle gönder, çünkü beni yalanlamalarından korkarım,  dedi. "Allah: 'Seni kardeşinle destekleyeceğiz, ikinize bir kudret vereceğiz ki, onlar size el uzatamayacaklardır. Ayetlerimizle ikiniz ve ikinize uyanlar üstün geleceklerdir.' dedi." (Kasas, 28/29-35).

Tâhâ Sûresi'nin ilk ayetlerinde, Allahuteâlâ ile Musa (a.s) arasında geçen konuşma, daha ayrıntılı bir şekilde verilir. Şu ayetler Allahuteâlâ'nın Musa (a.s)'ı rasul olarak görevlendirdiği zamanın anlaşılmasında yardımcı oluyor:

"Ben seni seçtim, artık vahyolunanı dinle. Şüphesiz ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et, Beni anmak için namaz kıl!" (Tâhâ, 20/13 ve 14).

Ve daha sonra Allahuteâlâ, Musa (a.s)'a şöyle buyuruyor:

"Firavun'a gidin; doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar." (Tâhâ, 20/43 ve 44).

Allahuteâlâ'nın, Musa (a.s)'aa bunu emretmesinden sonra, Musa (a.s) ile Firavun arasında amansız bir mücadele de başlamış oluyordu. Hak ile bâtılın amansız savaşı. Bütün peygamberlerin birbirlerine miras bıraktıkları tevhid mücadelesi...

Hz. Musa (a.s), Allahuteâlâ'nın bu emriyle Firavun'a gitti. Onu güzellikle Allah'a iman etmeye davet etti:

"Musa: Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim! Bana, Allah'a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabbinizden bir mucize getirdim, İsrailoğullarını benimle beraber salıver." (A'raf, 7/104 ve 105).

"Firavun: 'Musa! Rabbiniz kimdir?' dedi. Musa: 'Rabbimiz, her şeye ayrı bir özellik veren, sonra doğru yola eriştirendir.' dedi." (Tâhâ, 20/49 ve 50).

Firavun, bu davete icabet etmedi ve direndi. Musa (a.s)'ı zindana atmakla tehdit etti. Musa (a.s)'da Firavun'a, belki iman eder diyerek, ispat edici bir delil getirmek istedi. Asasını yere attı, kocaman bir yılan oldu. Elini koynuna sokup çıkardı, gözleri kamaştıran bir güneş parçası oluverdi. Musa (a.s)'ın gösterdiği bu mucizeler karşısında Firavun gerçekten korkmuştu. Bunun üzerine o da sihirbazlarını toplayıp, Musa (as)'ı mağlup etmeyi kararlaştırdı. Ülkesindeki bütün ünlü sihirbazları çağırttı ve onlardan Musa (a.s)'ın yaptıklarından daha büyük bir sihir yapmalarını istedi. Onlarda hazırlandılar ve bir gün kararlaştırdılar. O gün gelince de halkın gözleri önünde Musa (a.s) ile yarışmaya başladılar.

"Sihirbazlar: 'Ey Musa! Marifetini ya sen ortaya koy veya biz koyalım.' dediler. Musa: 'Siz koyun.' dedi. Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca, insanların gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar. Biz de Musa'ya: 'Asanı koyuver.' dedik o da koyuverdi. Hemen onların uydurduklarını yutmaya başladı. Hak tahakkuk etti. Onların yaptıkları boşa gitti. İşte orada yenildiler, küçük düştüler. Sihirbazlar secdeye kapanıp: 'Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine inandık.' dediler." (A'râf, 7/115-122).

Sihirbazların iman etmeleri, Firavun'u çok kızdırdı. Onları öldürmekle tehdit etti. İşte küfür, acizliğini bu olayla bir kere daha ortaya koymuş oldu.

Gelişen bu olaylar, Firavun'u yola getireceği yerde, onu daha çok azdırdı. Ve Musa (a.s) ile kavmini ortadan kaldırmadıkça rahata kavuşamayacağına inanıp, bu arzusunu yerine getirmeye çalıştı. Musa (a.s), Firavun ve kavmini, imana çağırmaya devam etti. Firavun inkâr ettikçe, Allahuteâlâ onun kavmine tufan, çekirge, haşarat, kurbağa, kan gibi çeşitli azaplar gönderdi. Ancak bunların hiç biri, Firavun ve kavmini yola getirmedi.

Firavun, küfür ve inadında, ısrar ve Musa (a.s)'ın davetine de icabet etmemeye devam etti. Allahuteâlâ, Musa (a.s)'a İsrailoğullarını bir gece Mısır'dan çıkarıp Filistin diyarına götürmesini vahyetti. Bir gece Musa (as) ve kavmi şehirden çıkıp, Süveyş halici boyunca Kızıldeniz'e yöneldiler. Firavun şehirde İsrailoğullarından hiç bir iz göremeyince, kaçtıklarını anladı ve bütün ordusunu seferber ederek, peşlerine düştü. Firavun ordusunun çok kalabalık olduğu rivayet edilmektedir. Firavun iki gün sonra İsrailoğullarına yetişti. İsrailoğullarının önlerinde geçilmesi mümkün olmayan bir deniz arkalarında kocaman bir ordu vardı. İsrailoğulları "Yakalandık yâ Musa" diye yakınmaya başladılar. Kur'ân-ı Kerim'de olay şöyle anlatılıyor:

"Musa: 'Hayır, Rabbim benimle beraberdir, bana elbette yol gösterecektir.' dedi. Bunun üzerine Biz Musa ya: 'Değneğinle denize vur!' diye vahyettik. Hemen deniz ikiye ayrıldı, her parçası yüce bir dağ gibiydi. İşte oraya geridekileri de yaklaştırdık. Musa ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık." (Şuara, 26/62-65).

"Firavun, ordusuyla onları takib etti. Deniz de onları içine alıverdi. Hem de ne alış!" (Tâhâ, 20/78).

Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ, bir zâlimin, kâfirin sonunu böyle anlatıyor; ve bir kavmi nasıl kurtardığını da. İşte Hak, Bâtıl'ın tepesine böyle inip, onu ortadan kaldırabiliyor.

Firavun ordusu, bir tek kişi kalmamacasına yok oldu. Firavun ise, ölümün geldiğini anlayınca iman ettiğini açıkladı:

"Firavun boğulacağı anda: 'İsrailoğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, artık ben de ona teslim olanlardanım!' dedi. Ona: 'Şimdi mi (inandın)? Daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin.' dendi." (Yunus, 10/90, 91).

Bu olaydan sonra Allahuteâlâ, Hz. Musa (a.s)'aa kavmiyle birlikte Beyti Makdis'e yönelmelerini emretti. Yola koyuldular. Çölde su bulamayıp, şiddetli bir susuzluğa kapıldılar. Gelip Musa (a.s.)'a sitem ve şikayette bulundular. Allah, Musa (a.s)'a, âsâsını taşa vurmasını emretti. Vurunca taşın on iki yerinden su fışkırdı. Her Yahudi kabilesine bir göze/pınar düşüyordu. Onlar bu gözelerden kana kana içtiler, susuzluklarını giderdiler. Allahuteâlâ İsrailoğullarına, gökten kudret helvası ve bıldırcın eti de gönderdi. Fakat İsrailoğullarının o ikiyüzlülükleri, bütün bu nimetlere rağmen, kendini burada da ortaya çıkardı. Bir tek yemekle yetinemeyeceklerini söylediler:

" 2Ey Musa! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız. Bizim için Rabbine yalvar da bize yerin bitirdiği sebze, kabak, sarmısak, mercimek ve soğan yetiştirsin.' demiştiniz de 'Hayırlı olanı daha düşük şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin, orada şüphesiz istediğiniz vardır.' demişti." (Bakara, 2/61).

Sonra Allahuteâlâ Hz. Musa (as)'a, Filistin'e gitmeyi emretti. Orada Heysanilerin kalıntıları ve Kenanlılardan meydana gelen zalim bir topluluk ile karşılaştılar. Musa (a.s) kavmine, buraya girip bu zalimlerle savaşmalarını, ve onları bu mukaddes beldeden çıkarmalarını emretti. Fakat, İsrailoğulları buna cesaret edemedi:

"Ey Musa! Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, doğrusu biz burada oturacağız, demişlerdi." (Maide, 5/24).

Çünkü İsrailoğulları, Firavun ülkesinde zillet ve adiliğe, aşağılanmaya alışmışlardı. Onlar için bazı değerleri ele geçirmek için savaşmak, bir manâ taşımıyordu. Allah da onları Tih çölüne attı ve yollarını şaşırttı. Kavmine söz geçiremediğinden yakınan Musa (as)'a, Allah Teâlâ:

"Orası onlara kırk yıl haram kılındı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış bir millet için tasalanma, dedi." (Maide, 5/26).

Zamanla, bu zillet içinde yaşayan nesil, yerini hürriyetle yetişen ve izzetle yaşayan bir nesile terketti. Bunlar da bir müddet sonra Arz-ı Mukaddes'e girmeye muvaffak oldular.

İsrailoğulları, bu kırk yıl içinde çok çeşitli sapıklıklarda bulundular. Hz. Musa (as)'ın Tur dağında kırk gün geçirdiği bir zamanda, Sâmirî isimli bir şahsın imal ettiği ve "İşte sizin de Musa'nın da tanrısı" dediği altından bir buzağıya tapmaya başladılar. Musa (a.s) döndüğünde onları buzağıya tapınır görünce çok üzüldü. Harun (a.s)'a çıkıştı. İsrailoğullarını buzağıya tapınmaktan vazgeçirmeye çalıştı. İsrailoğulları ise, her fırsatta ikiyüzlülüklerini sergilediler. Musa (a.s), hayatı boyunca tevhid yolunda mücadele etti. Bu uğurda pek çok eziyetle karşılaştı. Yurdundan çıkarıldı, ölümle tehdit edildi ve etrafında kendisiyle beraber, inanan pek az insan bulabildi.

Musa (a.s), Tih çölünde, Harun (a.s)'dan sonra öldü. İsrailoğullarını Arz-ı Mukaddes'e sokamadı. Öldüğünde yüz yirmi yaşında idi. Buhârî, onun ölümü ile ilgili olarak şunları rivayet ediyor:

"Ölüm meleği geldiğinde, Musa (a.s) onun yüzüne dikkatle baktı. Canını almaya gelen Azrail (a.s) korktu ve gözü karardı. Sonra: "Yarabbi, beni bir kuluna gönderdin ki, ölmek istemiyor" diye tazarru eyledi. Allahuteâlâ, o hali üzerinden kaldırarak, tekrar Musa (as)'a gönderdi: "Söyle, sayılı olmak şartıyla istediği kadar yaşasın." Hz. Musa (as): "Yarabbi, sonra ne olacak?" dedi. "Öleceksin" buyuruldu. "Öyle ise ölüm şimdi gelsin" niyazında bulundu. Sonra AllahUTeâlâ'dan, kendisini bir taş atımı Beyti Makdis'e yaklaştırmasını, orada ölmesini ve oraya gömülmesini istedi. Ebu Hureyre (r.a) şöyle diyor: "Rasulullah (s.a.s):

"Eğer ben sizinle beraber orada bulunsaydım, onun yol kenarında ve kızıl bir kum tepesinin yanında bulunan kabrini size gösterirdim, buyurdu."

(bk. Şâmil İslam Ans.)

84 Ress Halkı (Ashabu'r-Ress) hakkında bilgi verir misiniz?

ASHÂBU'R-RESS, kuyu halkı, kuyu etrafında yaşayan halk, anlamında kullanılan Kur'anî bir tabir.

Kur'an-ı Kerîm'de şöyle geçer:

"Ve Add, Semûd ve Ashâbu'r-Ress ve bunların dışında kalan bir çok kavimleri (helâk ettik)." (Furkan, 25/38)

İlave bilgi için tıklayınız:

ASHÂBU'R-RESS.

85 Hz. Musa ve Hz. İsa arasında hangi peygamberler gelmiştir?

Hz. Musa (as) ile Hz. İsa (as) arasında, birçok peygamber gelmiştir. Ancak Kuran’da adı geçen peygamberler olarak: Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. İlyas, Hz. El-Yasa, Hz. Zulkifl, Hz. Yunus, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya (Aleyhimüsselam ecamin) gelmiştir.

Bunların hepsi Benî İsrâil peygamberleridir. Tebliğ ettikleri din İslam'dır. Bütün peygamberler İslam dinini tebliğ etmişlerdir. Temel şeriat kitapları ise Tevrat'tır. Hepsi de Orta Doğu'da yaşamışlardır.

İslam, son peygamber Hz. Muhammed’in (asm) tebliğ ettiği dinin özel ismidir. (bk. Maide, 5/3) Bununla birlikte, İslam daha önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dinin de adıdır. Zira, o peygamberlerin tebliğlerinin esasını, Allah’ın varlık ve birliğini tanıyıp onun iradesine teslim olma ilkesi oluşturur.

Nitekim Kuran’ın bildirdiğine göre Hz. Nuh, “...bana Müslümanlardan olmam emrolundu.” (bk. Yunus 10/72) demiş ; Hz. İbrahim’e Müslüman olması emredilmiş (bk. Bakara 2/131); Hz. İbrahim ve Hz. Yakub, oğullarına, “Allah sizin için bu dini seçti, o hâlde sadece Müslümanlar olarak ölünüz.” (bk. Bakara 2/132) tavsiyesinde bulunmuştur.

Kuran’da Benî İsrâil peygamberleri, İslam kelimesiyle aynı kökten gelen fiil ve isimlerle Allah’a teslim olmuş kişiler olarak takdim edilmektedir. (bk. Maide, 5/44)

Nihayet Hz. Muhammed (asm) de kendisine, tebliğ ettiği dine inanan ilk Müslüman olmasının emredildiğini ve böylece Müslümanların ilki olduğunu bildirmektedir. (bk. Enam 6/14, 163; Mümin 40/66)