Mahşer gününe kadar neden kabirde bekleriz?

Tarih: 08.08.2024 - 09:39 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Biz öldüğümüzde neden sorguya çekiliriz, yani neden mahşer gününe kadar kabirde beklemek yerine cennet veya cehennemden bir çukurda bekleriz?
- Kötü bir kişi veya iyi bir kişi öldüğünde neden hem kabir hem de cehennem azabı olmak üzere iki tane azap çeker, mahşer gününe kadar neden kabirde bekleriz, bunun hikmeti nedir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Öncelikle ifade edelim ki, saraylara gidecek olanın bekleme salonu ile hapislere gidecek olanın bekleme salonu asla bir olmaz.

Her ikisinin de gideceği yere göre bu bekleme salonunda karşılaşacağı durumlar farklıdır ve hikmetin de rahmetin de adaletin de gereği budur. Bekleme salonlarında da kendine göre ikramlar ve sıkıntılar olacaktır.

İşte kabir hayatı da cennetlere veya cehennemlere gidecek olanların bekleme salonlarıdır.

Bu salonların durumu da elbette gidecekleri yere uygun olacaktır. Biri cennet bahçelerinden bir bahçe, diğeri de cehennem çukurlarından bir çukur. (bk. Tirmizî, Kıyamet, 26) Ne kadar hikmetli, rahmetli ve adaletli…

Bugün dünyada modern hukuklarda söz konusu olan adaletli ceza ve azametli mükâfattır. Adaletin olduğu yerde cezalar caydırıcı olur, azamet ve büyüklüğü nispetinde ödüller de cazibeli olur.

Bu gibi hikmetlere binaen İslam hukukunda cezalar adil ve caydırıcı vasıflarıyla toplumda suç unsurlarının çok aşağıya çekildiği operasyonlar mesabesindedir. 

- Cezaların caydırıcı olması için “bir ada olup biten” değil, “uzun süre suçluyu hem vicdani yönden hem maddi cefalar açısından uzun süreli modlara bağlanması gerekir. Ayrıca kanun koyucunun karşı konulmaz güce sahip olduğuna inanılması gerekir.

Bu konuda etkili olacağını düşündüğümüz Bediüzzaman Hazretlerin yaklaşık yüz küsur sene önce Emevi Camiindeki binlerce insana hitap ettiği “Hutbe-i Şamiye”deki reçetesini birlikte -özet halde- okuyalım:

“Evet, millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber olur..

Bir zaman bir adam, bir sahrada, bedeviler içinde ehl-i hakikat bir zâtın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafir, hane sahibine dedi: "Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?

Hane sahibi dedi: "Bizde hırsızlık olmaz."

Misafir dedi: "Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor.

Hane sahibi demiş: "Biz emr-i İlahî namına ve adalet-i şeriye hesabına hırsızın elini kesiyoruz.”

Misafir dedi: "Öyle ise çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir."

Hane sahibi dedi: "Ben elli yaşıma girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm."

Misafir taaccüb etti, dedi ki: "Memleketimizde her gün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor."

Hane sahibi dedi: "Siz büyük bir hakikattan ve acib ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terketmişsiniz. Onun için adaletin hakikatını kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zalimane ve tarafgirane cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar.

O hakikatın sırrı budur:

Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer'înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlahîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmanın hassası ile, kalbin kulağı ile, kelâm-ı ezelîden gelen ve "hırsızın elinin idamına" hükmeden ( السارق و السارقة فاقطعوا ايديهما) “Hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesin” ayetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelanına hücum gibi bir halet-i ruhiye hasıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelan parçalanır, çekilir. Git gide o meyelan bütün bütün kesilir. Çünki yalnız vehim ve fikir değil, belki manevî kuvveleri -akıl, kalb ve vicdan- birden o hisse, o hevese hücum eder. Hadd-i şer'îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.”

(Çünkü şeriatın hükmünde:

a) Hukuku koyan ve uygulayan Ezeli ilim, karşı konulmaz kudret ve yanılmaz hikmet sahibi olan Allah’a iman esastır.

b) Her şeyi anında gören, işiten, üstesinden gelen bir yönetici olarak Allah’a iman esastır. 

c) Cezalar kabirden mahşer; mahkem-i kübradan cehennem hapsine kadar devam etmesi mümkün olan adil ve caydırıcı olduğundan insanın kalbini ve hissiyatını tamamen tesir altına alır…)

"Evet, iman kalbde, kafada daimî bir manevî yasakçı bıraktığından fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça "yasaktır" der, tardeder kaçırır.

Evet insanın fiilleri kalbin, hissin temayülatından çıkar. O temayülat, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeğe çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevkedip mağlub etmez.

Elhasıl: Had ve ceza, emr-i İlahî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki latifeleri müteessir ve alâkadar olurlar. İşte bu mana içindir ki, elli senede bir ceza, sizin hergün müteaddid hapsinizden ziyade bize faide veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünki biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit millet, vatan maslahatı ve menfaatı hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hükûmet de onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz'î bir teessür hisseder.

Halbuki nefis ve hissinden çıkan -hususan ihtiyacı da varsa- kuvvetli bir meyelan galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlahî ile olmadığından o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki: Allah'ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.

İşte bu cüz'î sirkat mes'elesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlahiye kıyas edilsin. Ta anlaşılsın ki: Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kuran’ın gösterdiği yol ile olabilir. (Hutbe-i Şamiye, s. 75-78)

Bu konuda cezalar ve ödüller hakkında benzer başka misaller verilebilir. Fakat zekilerin zekavetine havale etmek daha hikmetlidir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 21
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun