Kişi nerede öleceğini kesin olarak bilebilir mi?

Tarih: 05.08.2016 - 00:47 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Kuran'ın Allah'ın kitabı olmadığının, Kuran'da yanlış olduğunun 2+2=4 derecesindeki ispatı:
- Ayet çok açık lütfen saçma ve uydurma yorumlar yapmadan cevap verin... Hiç kimse nerede öleceğini bilemez. (Lokman/34).. Ayette bir genelleme yapılmış ''Hiç kimse'' diye. Eğer bir kişi bile nerede öleceğini bilirse bu ayet yanlış olur.
1.ÖRNEK: Tıbben hastalığı iyileşmez görünen ve acı çeken birine kendisi isterse ötenazi uygulanır.(yani isterse kendisini iğne ile öldürürler.) Bu kişiye seni burada öldüreceğiz diye söyleyip orada öldürürler, yani bu kişi nerede öleceğini bilir. 
2. ÖRNEK: Kendi odasında silahla kendisini beyninden vurarak intihar eden birisi ben burada öleceğim diyor ve ölüyor bu kişide nerede öleceğini bilir. 
- Bu söylediğim 2 örnek de defalarca yaşanmış gerçek şeyler. Yani ''Bir insan tıbbi felsefi ve mantıki olarak nerede öleceğini bilir.'' Ama Kuran hiç kimse bilemez dediği için yanlış söylüyor.
- Kuran’da bir tane kesin hata var. İçinde bir hata bulunan şeyde başka hatalarda olabilir. İçinde hata olan şey tanrının sözü olamaz. Kuran’da hata olduğu için Kuran tanrının sözü olamaz.

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Sorunun cevabına, son kısımdan yani, bir hata var zannıyla başka hatalar da olabilir düşüncesinin yanlış bir yaklaşım olduğunu belirterek başlamak uygun olacaktır.

Halbuki doğru olan yaklaşım, her yönden hakka, doğruya dayanan, hakkı ve doğruyu ilke edinen yalandan, aldatmadan şiddetle sakındıran bir kitapta hata veya çelişki olarak görülebilecek meselelerin de bir çözümü veya cevabı olabileceğini düşünerek, bu yönde bir araştırma yapmak ve incelemektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim’de akıl sahipleri anlatılırken “... onlar sözü dinleyip en güzeline tabi olurlar.” (Zümer, 39/18) buyrulur.

Kur'an ayetlerini genel manada düşünüp insafla değerlendiren bir kimse onun bir beşer sözü olmadığını, ilahi bir kelam olduğunu derhal anlar. Bir ayette,

 “De ki, onu göklerin ve yerin gizliliklerini (ayrıntılarını) bilen indirmiştir.” (Furkan, 25/6)

buyrularak, Kur'an’da konuşanın, kainatı her yönüyle görüp bilen bir zat (Allah) olduğu belirtilir. Örneğin;

 “İnkâr edenler görmediler mi ki, gökler ve yer bitişikken onları ayırdık ve her şeye su ile hayat verdik.” (Enbiya, 21/30)

ayeti; rüzgarların bulutları ve bitkileri aşıladığının (Hicr, 15/22) belirtilmesi; keza insanın anne rahminde yaratılış safhalarına dair bugünkü bilimsel gerçeklere uygun ayrıntılı bilgi verilmesi (Hac, 22/5), daha bunlar gibi yüzlerce ayette bilimsel gerçeklere aykırılığının söz konusu olmaması bu kitabın ilahi bir kaynaktan geldiğini göstermektedir.

Keza Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğinden önce "Muhammedü’l-Emin" olarak isimlendirilmesi, hayatı boyunca doğruluktan asla ayrılmaması, tehlikelere aldırmadan, korkmadan, Kur'an’ı tebliğ etmesi, manevi hayatı, takvası, ciddiyeti, vakarı, kulluk ve ibadetleri gibi özellikleri onun asla yalana tenezzül etmediğinin delilidir. Hatta, onu görüp de “Bu yüzde yalan olamaz.” diyerek Müslüman olanlar olmuştur.

Böylesine doğru bir insanın, yine hakkı ve doğruyu anlatan bir kitabı, yalan yere “Bu ilahi bir kitaptır.” diye anlatması hiç mümkün müdür?

Hem o bu davasında yalnız değil. İlk defa böyle bir şeyle ortaya çıkmış da değil. Tarih boyunca, ilk insanla birlikte insanoğluna bu dünyaya niçin geldiğini bildiren, yaratılış gayesini anlatan peygamberler gönderilmiş ve hepsi de insanlara aynı gerçekleri bildirmiş, Allah’a ibadete ve ölüm ötesi hayat için hazırlanmaya davet etmişlerdir. Ve bu peygamberlere ilahi mesajlar tebliğ edilmiştir. Kur'an da bu mesajların sonuncusudur.

Özetle, meseleye böyle bakılmalı.

Öncelikle Kur'an bütün olarak iyice incelenmeli, onu tebliğ eden Zat’ın hayatı ve mesajı doğru kaynaklardan okunup öğrenmelidir.

Yoksa, hayatı boyunca iyilikten ve doğruluktan ayrılmayan bir insanın bir davranışını yanlış zannederek, o insanı karalamaya çalışan, suizanlar eden kimse gibi oluruz. Veya durumumuz, muhteşem ve kusursuz bir sarayı dolaşan bir insanın, aksaklık olarak görüp vehmettiği birkaç hususu abartarak, o sarayı hiçe sayan, bir kıymeti olmadığını düşünen, gördüğü güzelliklerin aldatıcı olabileceğini zanneden kimsenin durumuna benzer.

Burada sözü büyük alim Bediüzzaman’a bırakıyoruz: Bakınız o Kur'an’ı nasıl tarif ediyor, nasıl anlatıyor:

Kur’an nedir? Tarifi nasıldır?

Elcevap: On Dokuzuncu Söz’de beyan edildiği ve sair Sözlerde ispat edildiği gibi

KUR’AN,

- Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
- Ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi,
- Ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri,
- Ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevî hazinelerinin keşşafı,
- Ve sutûr-u hâdisatın altında muzmerhakaikin miftahı,
- Ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı,
- Ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi,
- Ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi,
- Ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası,
- Ve zat ve sıfât ve esma ve şuun-u İlahiyeninkavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kātı’ı, tercüman-ı sâtıı,
- Ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi,
- Ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyet’in mâ ve ziyası,
- Ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi,
- Ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hâdîsi.

- Ve insana hem bir kitab-ı şeriat

- Hem bir kitab-ı dua,
- Hem bir kitab-ı hikmet,
- Hem bir kitab-ı ubudiyet,
- Hem bir kitab-ı emir ve davet,
- Hem bir kitab-ı zikir,
- Hem bir kitab-ı fikir,
- Hem bütün insanın bütün hâcat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir.

- Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefa ve muhakkikînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve her bir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semavîdir.

İkinci Cüz ve Tetimme-i Tarif:

Kur’an arş-ı a’zamdan, ism-i a’zamdan, her ismin mertebe-i a’zamından geldiği için, On İkinci Söz’de beyan ve ispat edildiği gibi

KUR’AN,

- Bütün âlemlerin Rabb’i itibarıyla Allah’ın kelâmıdır.
- Hem bütün mevcudatın İlahı unvanıyla Allah’ın fermanıdır.
- Hem bütün semavat ve arzın Hâlık’ı namına bir hitaptır.
- Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir.
- Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir.
- Hem rahmet-i vâsia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir.
- Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazen şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır.
- Hem ism-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddestir.
- Ve şu sırdandır ki “KELÂMULLAH” unvanı kemal-i liyakatle KUR’AN’a verilmiş ve daima da veriliyor.

Kur’an’dan sonra sair enbiyanın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimat-ı İlahiyenin ise bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir unvan ile hususi bir tecelli ile cüz’î bir isim ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zahir olan ilhamat suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.

Üçüncü Cüz:

Kur’an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüblerini ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden;

- Ve cihat-ı sittesi parlak ve evham ve şübehatın zulümatından musaffâ,
- Ve nokta-i istinadı, bi’l-yakînvahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî,
- Ve hedefi ve gayesi, bilmüşahedesaadet-i ebediye;
- İçi, bilbedahe hâlis hidayet;
- Üstü, bizzarure envar-ı iman;
- Altı, biilmelyakîn delil ve bürhan;
- Sağı, bi’t-tecrübe teslim-i kalp ve vicdan;
- Solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz’an;
- Meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dâr-ı cinan;
- Makamı ve revacı, bi’l-hadsi’s-sadık makbul-ü melek ve ins ü cânn bir kitab-ı semavîdir. (bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Mukaddime)

Bu açıklamalardan sonra, soruya dönersek, burada mantıki bir hata yapıldığını söyleyebiliriz. Çünkü insan hayatta olduğu müddetçe bizzat kendisi kesin olarak nerede öleceğini bilemez. Sadece zannedebilir veya büyük ihtimalle öyle olacağını düşünebilir.

İlaç içerek veya kafasına kurşun sıkarak ölmeye kalkışan kimsenin durumu da böyledir. Sadece zannedebilir. Kesin olarak orada öleceğini bilemez. Çünkü ilaç içtiğinde veya beynine kurşun sıktığında hemen ölmeyebilir. Birileri yetişip, hastaneye götürebilir. Orada kurtulur veya ölebilir.

Nitekim hayatı boyunca yatalak ölerek evinden çıkmayan birisi de “Herhalde ben bu evde öleceğim.” diye düşünebilir. Ama ölmek üzere iken birileri onu alıp başka bir yere götürebilir. Ölen kimse de artık ölü olduğu için nerede öldüğünün farkında değildir.

Hem ayetin normal şartlarda hayatını sürdüren insanoğlunun durumundan bahsettiği açıktır. Yani normal şartlarda hayatını sürdüren hiçbir insan nerede öleceğini bilemez. Aksi halde “Bakın ben nerede öleceğimi biliyorum.” deyip beynine kurşun sıkan kimse, işi yokuşa sürüp, aklına güvenerek, sadece kendisini akıllı zannederek bir takım mantık oyunlarıyla, gündüzü gece olarak göstermeye çalışan kimse gibidir.

Aynı yaklaşımı aynı ayette geçen “Kişi yarın ne yapıp ne kazanacağını bilmez.” ifadesi için de gösterebiliriz. Birisi kalkıp, “Ben yarın ne yapacağımı biliyorum.” deyip gün boyu yatıp uyumak isteyebilir. Ancak tüm bunlar zannîdir. Kesin değildir. Belki de uykusu kaçacaktır veya birisi uyandıracaktır veya bir felaket karşısında sıçrayıp kalkacaktır vs.

Özetle, aklımızı Kuran ışığında kullanmalıyız. Aklımıza gelen her şeyi kesin doğru olarak görmemeliyiz.

Bu konuyu Hz. Süleyman (as) zamanında yaşandığı anlatılan ilginç bir kıssayla tamamlamak istiyoruz:

Hz. Azrail, Süleyman Aleyhisselâmın ziyaretinde iken orada oturanlardan birinin yüzüne dik dik bakmış. O adam tedirgin olmuş ve kendisine dik bakanın kim olduğun sormuş. Hz. Azrail olduğunu öğrenince, "Galiba benim ruhumu almak istiyor." diyerek Hz. Süleyman (as)'ın rüzgâra emretmesini ve kendisini Hindistan'a götürmesini ister. Arzusu yerine getirilir.

Hz. Azrail bir daha ziyaretine gelince Süleyman Aleyhisselâm o adama neden dik dik baktığını sorar. Hz. Azrail şu cevabı verir:

"Onun durumuna hayret ettim. Zira o gün onun ruhunu Hindistan'da kabzetmeye memurdum. Halbuki onu huzurunuzda gördüm." (Tecrid-i Sarih Tercemesi, III, 311)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun