POZİTİVİST FELSEFENİN TÜRKİYE'YE GİRİŞİ

Prof. Dr. Âdem TATLI
Dumlupınar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Biyoloji Bölümü (Emekli).
[email protected]

Bu felsefenin kurucusu Auguste Comte’dur. Ondokuzuncu yüzyılda temeli atılan bu felsefe yaklaşık iki yüzyıldır dünyadaki eğitim sistemi üzerinde çok büyük bir etkiye sahip olmuştur. Bu felsefeyi anlamadan eğitim üzerindeki tesirini anlamak mümkün değildir. 

Pozitivizm Nedir?

Pozitivizm, deney konusu edilebilecek bilgiyi, bilimsel bilgi olarak alır ve bunu en sağlam bilgi olarak kabul eder. Bunun dışında mantık ve matematik gibi bilgi türlerini bilimsel kabul etmez. Onları metafizik olarak niteler.

Comte (1798-1857), pozitif felsefenin yanında bir de pozitif din kurmuştur. Comte, bu dinin dünya birliğini sağlayacağını belirtir: Aynı papazlık, tek eğitim, benzer âdetler ve ortak bayraklarla bütün milletleri doğrudan birbirine bağlayacaktır.

     Comte’a göre pozitivizm, noksan ve geçici bütün sistemleri bastırmaya tahsis edilmiş hakiki ve gerçek tek dindir[1].

Bu dinin İlâhı insanlıktır. İnsanlıktan kastedilen insanlara hizmet edenlerdir. Peygamberi Comte’un kendisi, melekler de kadın ve kızlardır[2]. İbadet ise dokuz kutsamadan meydana gelmektedir. Bu ibadetlerde yapılacak dualar, hayatın ideali olarak kabul edilir. Pozitivistlere göre dua etmek, aynı zamanda sevmek, düşünmek ve faaliyette bulunmaktır.

Pozitivist düşünce sistemini paylaşanların elbette hepsinin, Comte’un dininde olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak, diğer dinleri inkârda beraberdirler.  Murtaza bunu şöyle belirtir:

     “Pozitivizm, taraftarları aynı inancı kabule mecbur olmaksızın, doktrinlerinin benzerliğinden ziyade, inkârdaki beraberlikleri ile belli olan bir felsefe sistemidir”[3].

Pozitif Felsefe

Comte’a göre üç çeşit felsefe vardır. İlahiyatçı felsefe, metafizik felsefe, pozitif felsefe. Ona göre pozitif felsefe insan zekâsının varacağı son felsefedir. İlk felsefe olan ilahiyatçı felsefe pozitif felsefeyi hazırlamakta önemli rol oynamıştır.  Pozitif felsefenin temel özelliği hakkında da şöyle der:

     “Pozitif felsefenin temel özelliği, bütün olayları tabii değişmez kanunlara bağlı olarak kabul etmesidir[4].

On dokuzuncu yüz yıldan itibaren, felsefede dînî ve metafizik konuları anlamsız sayan mantıkçı pozitivist düşünce bütün bilim âlemine hâkim olmuştur. Bu felsefenin kurucusu Auguste Comte’un ileri sürdüğü şekliyle pozitivizm, bir taraftan bilimler felsefesi, diğer taraftan bir politika ve dindir.

Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi

Pozitivizmin mahiyetini ve Türkiye’ye girişini anlamadan bu felsefenin eğitimimiz üzerindeki 150 yıllık tesirini anlamak mümkün değildir.

Türkiye’nin diğer İslam ülkeleri üzerindeki nüfuzu bilindiği için, yeryüzündeki Allah inancını yıkmayı amaçlayan pozitivizmin Türkiye’ye girmesi için hususi çaba sarfedilmiştir.

Pozitivizmin Türkiye’ye Girmesi İçin Özel Gayret Gösterilmiştir

Pozitivizmin Türkiye’ye girişi; edebiyat akımlarıyla, okullara konan müsbet bilim dersleriyle, Fransızca eğitim yapan okullarla, Avrupa’ya eğitim için gönderilen bazı talebelerle, eğitim müesseselerimize gelen yabancı uzmanlarla, bazı derneklerin vasıtasıyla olmuştur.

1826 yılında açılan Avrupaî Tıphane, zamanla materyalist kitapları ihtiva eden kütüphane şekline dönüşmüştür.

Comte,  pozitivist felsefesini ve pozitivizm İlmihali’ne dayalı dinini kabul etmesi ve Türkiye’de uygulaması için 1853 yılında Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’ya bir mektup yazmıştır[5].

1841 yılında kurulan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni 1847 yılında ziyaret eden Fransız Mac Farlene burada materyalist bir eğitimin verildiğini, kütüphanede hiçbir yerde görmediği kadar, Fransız devrimini hazırlayan materyalist filozofların bütün kitaplarını görmekle hayrette kaldığını belirtir.

Oturma salonundaki kanepenin üzerinde Baron d’Holbach’ın dinsizlik kitabı olan “Systéme  de la Nature”nin son Paris baskısı olduğunu ve pek çok sayfasının çizilerek okunduğunu görür. Bu parçaların özellikle Tanrı’nın varlığına inanmanın saçmalığını, ruhun ölmezliği inancının imkânsızlığını matematikle gösteren parçalar olduğuna işaret etmektedir. Kitabı yerine koyarken Türk doktorlardan birisinin yanına gelerek, Fransızca olarak; “Bu büyük bir eserdir. Bu büyük bir filozoftur. O daima haklıdır” ifadesini kullandığını söyler.

1867 yılında Fransa’ya giden Sultan Abdülaziz Anadolu’da eğitim kurumları açmaları için Fransızlarla antlaşma yapar. Bunlardan birisi Galatasaray Lisesi, diğeri de üniversitedir. Burada hukuk, edebiyat ve fen fakülteleri olacaktır. Fakat eğitimde dinsizliği esas alan pozitivist felsefe hâkim olduğu için kısa sürede kapatılır.

     Avrupa’ya gerek öğretim için gidenler ve gerekse Osmanlı Devlet idaresine karşı olup orada siyasî ve sosyal faaliyette bulunanlar genelde pozitivist düşüncenin etkisinde kalmışlardır.

     Ayrıca bu felsefî akımın tercüme edilen kitapları da büyük etki yapmıştır.

     1860’lı yıllarda kurulan Fransız Galatasaray Lisesi ve 1874’te Amerikalılar tarafından kurulan Robert Koleji bu felsefî akımın Türkiye’de yerleşmesinde önemli rol oynamışlardır.

Pozitivizmin Etkisinde Kalan Fikir Adamları

Bunların başında; Beşir Fuat, Ahmet Rıza, Salih Zeki, Rıza Tevfik, Hüseyin Cahid, Ahmet Şuayb ve Ziya Gökalp gelir.

     Rıza Tevfik 1912 yılında özel lisede ilk defa felsefe dersleri vermeye başlamış, daha sonra Maarif bakanı olmuş ve Darülfünûn’da, yani üniversitede felsefe hocalığı yapmıştır.

Rıza Tevfik’in filozof olmadığına, ancak o zaman “Ben dinsizim” diye ortaya çıkmasının onu meşhur ettiğine işaret edilir. Ancak yurda dönünce, ateizmi bıraktığını, bu kâinatın bir yaratıcısına inandığını yazmıştır.

     Ziya Gökalp şiirlerinde Comte’un fikirlerini açıkça dile getirmiştir.

     Pozitivist felsefenin kurucusu Comte’a göre hiç kimse tam anlamıyla hiçbir hakka sahip değildir. Başka bir ifadeyle, hiç bir kimsenin vazifesini yapmaktan başka hakkı yoktur[6].

Göklap bunu şöyle ifade eder:

Ahlâk yolu pek dardır,                       Ben, sen yokuz, biz varız.
Tetik bas, önü yardır.                        Hem Ogan[7], hem kullarız.
Sakın ‘Hakkım var’ deme,                ‘Biz’ demek,’Bir’ demektir.
Hak yok vazife vardır.                       Ben, sen ona taparız
[8].                     

 Murtaza Korlaelçi, Ziya Göklap’in bu şiiriyle, Comte’un insanlığı İlah kabul edişinin etkilerini taşıdığını belirtir. Ayrıca buna delil olarak Gökalp’in  şu beytini nazara verir:

Öyle ise al benim de son sözümü;
Din, kalpteki vecdin müsbet ilmidir.
[9]

Türkiye’de Yükseköğretim Pozitisit Felefeye Göre Şekillenmiştir

Avrupa’da 1789 Fransız İhtilali’nden sonra eğitim bir yaratıcı’yı devreden çıkaran pozitivist felsefe üzerine bina edilmiştir.

Osmanlı Devletinin 1800’lü yılların ortalarından itibaren eğitim için Avrupa’ya gönderdiği öğrenciler orada bir Yaratıcı’nın varlığının sorgulandığı, ahiretin varlığının inkâr edildiği pozitivist felsefenin etkisinde kalmışlar, yurda dönünce bu sorularının cevabını İslamiyet adına medreselerden istemişlerdir. Medreseler onları dinsizlikle itham ederek kapılarını onlara kapamışlardır[10].

Bu yıllarda kurulan İstanbul Üniversitesi’nin Tıp, Veterinerlik gibi fakülteleri, pozitivist felsefenin etkisinde yetişmiş yerli ve yabancı eğitimciler tarafından yürütülmüştür.

Cumhuriyet döneminde medreseler kapatılıp Batı felsefesine göre yeniden şekillendirilmeye çalışılan yükseköğretimin imdadına Almanya’dan sınır dışı edilen Yahudi asıllı eğitimciler yetişmiştir.

1930-1950’li Yıllar

Bu yıllarda Anadolu’da “Allah” demenin yasak edildiği yıllardır. Eğitim tamamen pozitivist felsefenin temelleri üzerine oturtulmuştur.

1945 yılında Türkiye’de tek İstanbul Üniversitesi vardır. İkinci Dünya Harbi sonrası 1945 yılında Almanya’dan sınır dışı edilen Yahudi asıllı üniversite profesörleri, o zaman Türkiye tarafından kabul edildi. Bunlar İstanbul Üniversitesi’ne yerleştirildi. Bunların bazıları Ankara Üniversitesini kurmak üzere görevlendirildi ve 1946 yılında Ankara Üniversitesi kuruldu.  Daha sonraki yıllarda kurulan üniversiteler de bu pozitivist ruhla şekillendirildi.

1950 yılından itibaren de Türk Millî Eğitim sistemi, Amerika’dan 4-5 kişinin iştirakiyle kurulan daimî Türk-Amerikan komisyonuna havale edildi.

Sonuç olarak, şimdiye kadar yaratıcıyı ve yaratılışı İslâm inancı ve değerleri açısından yüksek eğitimde gündeme getirmek ve değerlendirmek İslâmiyet ve Müslümanlar üzerindeki manevî nüfuz ve baskıdan dolayı mümkün olmamıştır.

     30 Kasım- 2 Aralık 2017 tarihinde yapılan 1.Uluslararası Bilimlerin Işığında Yaratılış Kongresinde, İslam inancına göre bir Yaratıcı’nın varlığı ve yaratılış konusunun dikkate alınmasına karar verilmiştir. Böylece 150 yıllık, inançsızlığı esas alan pozitif felsefenin yanında İslâm inancının da yaratılış ve Yaratıcı konusunda gündeme getirilmesi eğitim tarihi açısından büyük bir dönüm noktası olmuştur.

Eğitim Sistemi, İnsanın Tarifine Göre Şekillenmektedir

Eğitimde muhatap insan olduğuna göre, insanın mahiyetinin ve kabiliyetlerinin bilinmesine ihtiyaç vardır.

İnsan nedir? Dünyaya nereden ve niçin gönderilmiştir? Kim göndermiştir? Bu sorulara verilecek cevaba göre eğitim şekillenecektir. Batı felsefesinin bu tip sorulara verdiği cevaplarla, İslam felsefesinin verdiği cevaplar arasında çok büyük fark vardır.

Batı Felsefesine Göre İnsanın Tarifi

Eflatun insanı şöyle tarif eder:

İnsan, iki ayak üzerinde yürüyen tüysüz bir canlıdır”.

     Eflatun’un bu tarifinin insanı temsil etmediğini belirten Diyojen, bir horozun tüylerini yolarak ortaya atmış ve “Eflatun’un tarif ettiği insan budur” demiştir.

Aristo da insanı şöyle tarif eder:

İnsan, konuşan hayvandır”.

Bu tarif de insanın mahiyetini, ulviyetini ve yaratılışındaki hikmeti ortaya koymaktan uzaktır.

Görüldüğü gibi, Hak bir dine dayanmayan felsefeciler insanı; tüysüz, iki ayaklı bir varlık veya konuşan bir hayvan olarak tarif etmişlerdir.

Batı felsefesinin yukarıda yaptıkları tariflerden hareket ederek geliştirdiği eğitim sistemi, insanın fıtri yapısına uygun olmadığından, yani onun ebedî yaşama arzusu başta olmak üzere, bir takım his, duygu ve düşüncelerine hitap etmediğinden, onları ahlâkî ve insanî değerlerden uzaklaştırmıştır. Neticede insanlığın ekseriyetini zulme, serkeşliğe,  tecavüze, boğuşmaya, çarpışmaya ve nefsin doymak bilmeyen arzularını tatmin için oyun ve eğlencelere sevk etmiştir.

Sonuç olarak, son iki asırdır pozitivist felsefeye göre şekillenmiş Batı eğitim sistemi, insanın aklını bir derece doyurmakla beraber, kalbini ve ruhunu manen aç bırakarak onları bunalım ve yalnızlık hapsine mahkûm etmiştir.

 İslâm’a Göre İnsanın Tarifi

Yapan bilir, bilen konuşur” kaidesince, insanı yaratan Cenab-ı Hak, onu en güzel şekilde Kur’an-ı Kerim’de tarif etmiştir. Nitekim insanın yaratılışı ile ilgili olarak Tîn suresinde şöyle buyrulur:

Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak, iman edip Salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır”[11].

 Bu ayetlerin açıklamaları ise şu şekildedir:

İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet cami bir istidat verildiği için, esfel-i sâfilînden tâ âlâ-yı illiyyîne, ferşten tâ Arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamâta, merâtibe, derecâta, derekâta girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suûda giden iki yol onun önünde açılmış bir mucize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san'at olarak şu dünyaya gönderilmiştir” [12].

   İslam, insana eşref-i mahlûkat ve halife-i zemin gibi en yüksek bir makamı vermiştir. İnsan şu kâinat sarayının, en şereflisi ve en mükerremidir. Meleklerin dahi kendisine secde etmesi emredilen, kâinattaki bütün varlıklar hizmetine sunulan ve bol bol ikramlar edilen bir misafirdir. Aynı zamanda insan, kâinat sarayında bulunan diğer varlıklardan faydalanmasına izin verilen bir memur ve Allah’a muhatap bir yolcudur.

İşte insan dünyada; hem bir misafir, hem bir yolcu, hem bir memur ve hem de bir halife makamındadır.

Öyle ise, insana verilecek eğitimin de onlara bu şuuru kazandıracak tarzda ve kendisine yüklenen ulvî görevleri yerine getirecek şekilde olması gerekir.

İslam Medeniyeti ile Batı Medeniyetinin Mukayesesi

Mevcut Batı medeniyetinde ve onu emsal alan eğitim sistemlerinde sosyal ve fenle ilgili ders kitaplarında insanın manevî yönü dikkate alınmamaktadır. Gaye ve hedef de sadece iyi bir dünya hayatı kazanma ve rahat içinde yaşama şeklinde tarifini bulmaktadır. Verilen eğitim de buna göre şekillenmektedir.

Şimdi İslam medeniyeti ile batı medeniyetinin esaslarını mukayese edelim.

Batı Medeniyeti ile İslâm Medeniyeti Arasındaki Farklılıklar

Batı medeniyeti ile İslâm medeniyeti arasında insana ve toplum hayatına bakışta büyük farklılıklar vardır. Bu farklılıklar:

Batı Medeniyeti;

1. Dayanak noktasını kuvvet kabul eder. Hâlbuki kuvvetin gereği tecavüzdür. 

2. Hedefini menfaat bilir. Menfaatin gereği her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır.

3.  Batı medeniyetine göre hayat bir mücadeledir. Bu mücadelenin gereği çarpışmaktır.

4. Toplum fertlerinin aralarındaki bağları ırkçılık ve menfî milliyet kabul eder. Bu menfî milliyetin ve ırkçılığın gereği, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecavüzdür.

5. Bu medeniyetin gayesi; nefsin heveslerini tatmin ve insanlığın ihtiyacını arttırmak için oyun ve eğlencelerdir.

İşte batı medeniyeti benimsediği bu düsturları hayat tarzı yapmakla, bütün iyilikleriyle beraber insanlığın ancak yüzde yirmisine bir nevi geçici saadet verip, yüzde seksenini rahatsızlığa ve sefalete atmıştır.

İslâm Medeniyeti ise;

1. İnsanlık için dayanak noktası olarak kuvvet yerine hakkı kabul eder. Yani “Kuvvetli olan haklı değil, haklı olan kuvvetlidir” prensibini esas alır. Bu da insanlar arasında adaletin ve hukukun yerleşmesine sebep olur. O da huzur ve barışı netice verir.

2. Gayede şahsî menfaat yerine fazileti ve Allah rızasını esas alır. Bu da insanlar arasında tesanüdü ve dayanışmayı sağlar.

3.Hayatta mücadele yerine yardımlaşmayı kabul eder. Bu da insanları birbirinin yardımına koşturur.

4. Cemaatlerin rabıtalarında; yani birbirlerine bağlanmalarında ırkçılık ve menfî milliyet yerine, din birliğini, vatan ve sınıf birliğini kabul eder. Bu da cemiyet arasında uhuvvete, kardeşliğe, incizaba, yakınlaşmaya vesile olur.

 5. Hayatın hedefini yalnız nefsanî isteklerini yerine getirmeye bedel, ruhunu yükseltmeye, ulvî hislerini tatmin etmeye, insanı hakiki insanlığa çıkaran yüksek ahlak sahibi mükemmel insan olmaya sevk eder. Bu da nefsin kötü isteklerinin bağlanmasına, ruhun yükseltilmesine ve dünyada da ahirette de huzurlu, mesut bir insan olmasına yol açar[13].

Demek ki, bugün insanlığın huzur ve saadeti için İslam medeniyetinin koyduğu düsturlara şiddetle ihtiyaç vardır. Millî eğitimimizin yeniden inşasında bunun gözden uzak tutulmaması gerekir.

Batı’dan Getirilen San’at ve Fen İslâmiyet’in Malıdır

İnsanlığa Hakkı, hakikati öğretmek ve doğru yolu göstermek için gönderilen peygamberler, aynı zamanda beşerin maddî terakkisinin de öncüleridir.

İlk insan olan Hz. Âdem eşyanın isimlerinin bilinmesinde ve ziraat işlerinde ümmetine önder olmuştur. Nuh aleyhisselama geminin yapılışı, İdris aleyhisselama terzilik ve Yusuf aleyhiselama saat yapma sanatı öğretilmiştir. Davut aleyhisselama demir ve bakırı hamur gibi yoğurarak şekillendirme sanatı verilmiştir.

Böylece peygamberler hem ümmetlerine yeni sanat ve tekniği bizzat yaparak göstermişler ve hem de bazı mucizeleri ile bir kısım tekniğin son hedefine işaret etmişlerdir.

Bunlardan birisi de Hz. Süleyman’dır. Sebe suresinin 12. ayetinde Cenab-ı Hak;

Süleyman, bir günde havada tayeran ile iki aylık bir mesafeyi kat etmiştir" der. İşte, bunda işaret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesafeyi kat etsin. Öyleyse, ey beşer! Madem sana yol açıktır; bu mertebeye yetiş ve yanaş.

Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisanıyla mânen diyor: "Ey insan! Bir abdim hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tembelliğini bırakıp bazı kavânîn-i âdetimden güzelce istifade etseniz, siz de binebilirsiniz[14]".

Demek ki, İslâmiyet insanların tembelliği bırakıp ilme ve fenne çalışarak, peygamber mucizelerinin benzer numunesinin elde edilebileceğini bildirmektedir. 

Son asırlarda, İslâm âleminde gençlere her şeyin Avrupa’dan geldiği anlatılmakta, bilim ve fennin Avrupa’nın malı bulunduğu, ateist felsefeye dayanan pozitivist görüşün ilmî olduğu şeklinde telkinat yapılmaktadır. İslâm âleminin fen ve teknik yönden geri kalışının sebebi olarak İslam dini gösterilmekte, gençlere; “Avrupa yapar, biz yapamayız” şeklinde ümitsizlik aşılanmaktadır.

İnsanlığa ilham kaynağı olan peygamber mucizeleri, İslam bilginlerinin yaptığı keşifler, Endülüs ve Osmanlı medeniyeti gibi yükseliş misalleri, Batı’dan getirilen san’at ve fennin hakikatte İslâmiyet’in malı olduğunu göstermektedir. Kaldı ki, ilimlerin bugünkü geldiği seviyede bütün insanlığın, hatta cinlerin de hissesi vardır denilebilir.

     İşte bundan dolayı ders programlarında dînî ve fennî bilgilerin bir birini takviye ederek okutulması, gençlerin dine bakışını müsbet manada değiştirecek ve onlara toplum hayatı ve insanlık adına ümit aşılayacaktır.


[1] Larousse du XXe Sicle, Volume 5, Positivisme maddesi; Comte, A.Systéme Politique, Tome II, p. 62. Aktaran: Murtaza Korlaelçi.    Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi. Hece Yayınları, Ankara, 2002, s. 17.
[2] Korlaelçi, M. Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi. Hece Yayınları, Ankara, 2002, s. 37.
[3] Korlaelçi, M. a. g. e. s. 18.
[4] Korlaelçi, M. a. g. e. s. 15.
[5] Korlaelçi, M. a. g. e. s.104-105.
[6] Comte, A. Cours de Philosophie Positive. Tome I, Paris 1929, s. 361:Aktaran: Murtaza Korlaelçi. Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi. Hece Yayınları, Ankara, 2002, s. 29.
[7] Oğan: Yaratan, yaratıcı, ortaya koyan.
[8] Gökalp, Z. Yeni Hayat-Doğru Yol. Hazırlayan: Müjgan Cumbur, İstanbul, 1976, s.13.
[9] Ziya Göklap, a. g. e. s. 10.   
[10] İslâm düşünce ve felsefesinde böyle büyük bir hücum ve düşünce akımı 1100’lü yıllarda da Yunan felsefesi taraftarları ile ayet ve hadisleri farklı şekillerde yorumlayanlar tarafından yapılmıştır. Bunlara karşı İmam Gazali İslamiyet adına onlara cevap vermişti. Şimdi fen ve felsefen gelen ve ehl-i imanın imanını sarsan bu sorulara İslam adına 1925-1950 yıllar arasında Bediüzzaman tarafından Risale-i Nurlarla cevap verilecektir.
[11] Tîn Suresi, 4.,5.,6.ayetler.
[12]Nursi, Bediüzzaman, S.  Sözler. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları-600, Ankara, ikinci baskı, 2016, s. 382.
[13]Nursi, Bediüzzaman, S.Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları-600, Ankara, 2. Baskı, 2016,  S. 158-159, 495.
[14] Nursi, Bediüzzaman, S.  Sözler. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları-600, Ankara, 2. baskı, 2016, s. 320.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun