İnsanlık tarihi boyunca yaratılış düşüncesi nasıl bir seyir takip etmiştir?

İnsanlık tarihi boyunca biyoloji felsefesinin, ya da varoluş düşüncesinin çok büyük zikzaklar çizdiği görülmektedir.

Bu  değişimi; Antikçağ, Ortaçağ, Rönesans ve Aydınlanma Çağı olarak dört gruba ayırmak mümkündür.

 

1. ANTİK ÇAĞ

M.Ö. VIII. Yüzyılda başlayıp, M.S. V. yüz yıla kadar devam eden çağ Antikçağ olarak isimlendirilir. Yaklaşık yedi yüz yıl devam eden bu Çağ, genelde Eski Yunan ve Roma kültürlerine ait felsefeyi yansıtır.

Antikçağ’da bilimle felsefe iç içedir. Bu Çağ, varoluşun, yaratılış ve yaratıcının en geniş manasıyla tartışıldığı bir devredir.

M.Ö. 625’li yıllarda Thales, varlıkların ezeli olduğu görüşünü ortaya atıyor, Anaximander, M.Ö. 425’de, bütün varlıkların balıktan evrimleştiğini, bunların beslenme yeteneği gelişince karadan suya geçtiklerini ileri sürüyordu.

Bu çağda bütün varlıkların ateşten meydana geldiği görüşünü Heraklit ileri sürmüştür. Empedokles de, bütün varlıkların toprak, su, ateş ve hava’dan meydana geldiği  dillendirmiştir. Demokrit ve Leukippos ise varlıkları atomlardan  tesadüfen hasıl olduklarını  belirtmişlerdir.  

Bir bakıma, günümüzde bilim sahasında hakim olan maddeci ve materyalist görüşün geçmişi, Milattan önceki bu düşüncelere dayanıyor.

M.Ö. IV. yüzyılda düşünce sahasında Aristo yer almıştır. İki bin yıl boyunca filozof denince, ister Doğu’da olsun, ister Batı’da, hep Aristo anlaşılmıştır. Onun çalışmaları sadece felsefede değil, bilimde de bir dönüm noktası olmuştur.  O, günümüze kadar uzanan felsefî görüşleriyle hem Hıristiyanlığın ve hem de İslâmiyet’in felsefî problemlerini etkilemiş, bilim adamları üzerindeki  etkisini asırlarca devam ettirmiştir.

Aristo göre, Allah değişmez, fakat  değişimin sebebidir. Nesneler dünyasında değişim, ancak değişimin kendisi dışında bir etken sebebiyle mümkündür.

Aristo’nun biyolojiye en büyük katkısı,  onun felsefesinin deneyciliğe verdiği önemdir. O, teorinin ancak gözlemlerle uyumlu olma durumunda geçerli olabileceğini belirtir.

Ona göre, canlılar mevcut halleriyle evrendeki son biçimlerini taşırlar. O, kompleks canlıların daha basit canlılardan oluştuğu düşüncesini reddeder.

 

2-ORTA ÇAĞ

Ortaçağ, Yunan-Roma kültüründen sonra Miladi V. yüz yılda başlayan ve Rönesans’a kadar devam eden, yaklaşık bin yıllık uzun bir devreyi içine alır.

Ortaçağ’daki Skolastik felsefe, temelde Aristo felsefesini esas almıştır. Skolastiğin metot bakımından yapmaya çalıştığı, inanç konularını mümkün olduğu kadar kavranılır ve anlaşılır kılmaktır.

Ortaçağ, düşünce sistemi ve felsefesi bakımından iki gruba ayrılabilir. Birisi Hıristiyan Ortaçağı, diğeri İslâm Ortaçağı.

Hıristiyan Ortaçağı felsefesinin temeli dindir ve Rönesans’a kadar yaklaşık bin yıl sürecek olan bu felsefede hâkim din Hıristiyanlık’tır.

Ortaçağ’da felsefî yaklaşımlar din eksenli olduğu gibi, belli bir zaman sonra, herkesin Hıristiyan dininin çerçevesinden evrene bakması istenecek, bu dinde olmayan kâinatla ilgili pek çok telâkki ve değerlendirmelerde Aristo felsefesi ve mantığı, din adına kabul edilerek, bu çerçevenin dışında yaklaşımlara hayat hakkı tanınmayacaktır.

İslâmiyet’in doğuşuyla gelişen ilmî faaliyetler, Hıristiyan dünyasındaki bilimsel çalışmaları büyük oranda etkilemiştir. On birinci asrın sonlarında Hıristiyan dünyasında İslâm ve Musevî dünyası ile temas, bilim alanında yeni gelişmelere kapı açmıştır. Özellikle  on ikinci yüz yılda, manastırlardan ayrı olarak kurulan katedraller, eğitim birimleri olarak hizmet vermeye başlamışlardır. İslâm dünyasındaki medrese eğitim anlayışını bir ölçüde örnek alan bu katedraller, giderek üniversite şekline dönüşmüştür.

Aristo felsefesinde de Allah mevcuttur. Fakat, Aristo’nun Allah anlayışı ile Hıristiyanlığın Allah görüşü birbiriyle tam uyuşmamaktadır. Bu bakımdan Hıristiyan dünyası, Aristo’ya sırt çevirmemiş, fakat tam olarak da benimseyememiştir. Albertus Magnus, ciltler tutan eserlerinde, Aristo’yu anlamaya, yorumlamaya ve Skolastik felsefe ile uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu uzlaştırma çabaları sonuçta, bu iki düşüncenin birbirinden iyice ayrılmasına sebep olmuştur.

Skolastik felsefe, iman ile bilgiyi uzlaştırmak amacıyla işe başlamıştı. Yüz yıllar boyu süren çalışmalara rağmen, sonuçta birleşme değil, ayrılma meydana gelmiştir. Bu netice, Ortaçağ’ı kapamış, Yeniçağ’ı başlatan Rönesans’a girişi sağlamıştır.

 

3- RÖNESANS

Bu devrede, Antikçağ’da olduğu gibi, insan ve evrene ilişkin bütün problemler ele alınır. Bunları çözmek için türlü yollar denenir. Ancak, bütün bu farklı yaklaşım sahipleri, Skolastik metot ve anlayışa karşı olmakta birleşirler. Hepsi de Skolastiği reddetmede  elbirliği içindedirler. Bilim ve felsefe, Rönesans’ta Kilisenin otoritesine karşı ayaklanınca, Aristo düşüncesinden de kurtulmak istemiştir.

Felsefî açıdan bakıldığı zaman, Antikçağ’dan beri süre gelen “Varlık problemi” ya da Varoluş, yerini “Bilgi problemi”ne bırakmıştır. Artık Rönesans ve Yeniçağ’ı içine alan bu ortak problemin adı ”Bilgi problemi”dir. Gerçi Rönesans ile varlık problemi ortadan kalkmış değildir. Ancak, bilimsel çalışmalar asıl gaye olmuş, böylece önceliği bilgi problemi almıştır.

Antikçağ’da Yunanlılar daha çok ahlâk problemleriyle, Romalılar hukuk ile meşgul olmuşlar, Ortaçağ’da Hıristiyanlık ise İlâhiyatı esas almıştı. Rönesans ise, Doğa ile ilgilenmiştir.

Rönesans felsefesi, tabiat dünyasını Ortaçağ’dan farklı bir yaklaşımla ele almış ve sonuçta,  günümüzdeki tabiat anlayışı doğmuştur. Rönesans felsefesinde esas, tabiatı tanımak ve ona hâkim olmaktır. Bu felsefeyle tabiat  sonsuz olarak algılanmıştır. Sonsuz doğa anlayışı giderek Allah’ın sonsuzluğuyla özdeşleştirilmiştir. Böyle bir yaklaşım, günümüzde, Allah yerine tabiatı geçirmiştir. Artık tabiata Uluhiyet görevi yüklenmiştir. O bir İlâhtır ve her şey onun, yani tabiatın eseridir.

 

 

4-AYDINLANMA ÇAĞI

 

On sekizinci yüz yıl felsefesine, Aydınlanma felsefesi, bu döneme de Aydınlanma  Çağı adı verilir. Burada aydınlanan insan, aydınlatılması istenen de insan hayatının mânâ ve düzenidir.

Bu Aydınlanma döneminde insan, her türlü düşünce ve değerlendirmesinde, din gelenek ve kurallarını dikkate almadan, kendi aklı ve görüşlerine göre hayatına yön vermeye çalışmaktadır. Aydınlanma düşüncesiyle insan, dinin ve geleneklerin emrediciliğinden kurtulacaktır. İnsan, artık kendi kaderini kendisi tayin edecektir. Böylece özgür ve mutlu olacağına inanır.

Bu Aydınlanma düşüncesi, laik bir dünya görüşünü temel almakta ve bunu hayatın her alanına uygulamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla, toplum, din, devlet ve eğitim, aklın ilkelerine göre yeniden düzenlenecektir.

Bu çağda aklın hâkimiyeti ön plânda olmakla beraber, evrendeki varlıkları anlama ve Yaratıcıyı tanımlama bakımından metafizik düşünceden büyük oranda yararlanılır. Deney sonuçlarını açıklamada da metafizik yorumlar ön plândadır.

Bu asırda emprizmin en büyük temsilcisi David Hume’dir. Ona göre bilginin asıl ve tek kaynağı algıdır. Hume, fizik nesnelerde, algılanabilir özelliklerin dışında her hangi bir varlığı kabul etmez. O, nedenselliğin, yani olaylar arasında kurulan sebep-sonuç ilişkisinin, olayların birbirini takip etmesinden öte bir mânâsının olmadığını belirtir. Hume, deneye önem veren, ama sonuçlarını metafizikle açıklayan bir bilim adamıdır.

Kant, felsefeye büyük bir yenilik getirmiştir. O felsefesinde, deneycilik ile akılcılığı bağdaştırmıştır. Onun bu felsefesi, Alman İdealizminin de ana kaynağı olmuştur. Bu idealizmin temsilcileri olan; Fiche ve Schelling gibi filozoflar, Kant felsefesini rehber edinmişlerdir.    

Kant’ın felsefesini savunanlardan Joseph Schelling’e göre tabiat, plânsız darmadağınık bir varlık olmayıp, her yanı derli topludur. Her yerinde çok düzenli bir organizasyon vardır. Aynı zamanda  büyük bir sanat eseridir. Böyle bir organizasyon ve sanat eserinin teşekkülü, Yaratıcı bir ilke olmadan mümkün değildir. Bu ilke, kör, maddî bir ilke değil, manevî bir ilke olmalıdır. Dolayısıyla tabiatı yaratıp oluşturan bir zeka vardır. Schelling’e göre tabiattaki bütün varlıklar canlıdır. O, tabiatın her yerinde karşıt kuvvetlerin varlığını  kabul eder. Her şey, bu kuvvetler arasındaki gerginlikten ve bunların dengeye varmalarından meydana gelmektedir.

Antropolojik açıdan ve özellikle biyolojik açıdan önemli bir yere sahip olan Darwin ve Wallace’in evrim teorisinin on dokuzuncu yüzyılda  şekillendiğini görüyoruz. Bunun öncüleri, George Wilhelm Friedrich Hegel, Ludwig Feuerbach, Karl Marx ve Auguste Comte’dir.

Özellikle 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın tamamı, felsefede “evrim” kavramının zirveye çıktığı dönemdir. “Evrim” kavramıyla aşamalı ve gelişmeci bir süreç kastedilir. Bu evrim, Schelling’te doğa merkezli, Hegel’de idealist ve insanlık tarihi merkezli, Marx’ta, materyalist ve ekonomik ilişkilerin belirlediği tarih merkezli, Darwin’de bütün canlı türlerinin birbirinden oluşmasını esas alan Evrim Teorisi merkezlidir.

On dokuzuncu yüzyılda pozitivist felsefenin kurucusu Auguste Comte’dur.

 

Comte’un  pozitivist  felsefesinde, bir olayın özünü ve gerçek nedenini araştırmaya gerek yoktur. Biz ancak bu olayın ard arda geliş bakımından öteki olaylarla ilişkilerinin ne olduğunu sorabiliriz.

Auguste Comte’un bu pozitif felsefesi, sadece on dokuzuncu asrı etkilemekle kalmamış, yirminci ve hatta yirmi birinci asra da damgasını vurmuştur. Günümüzde, her şey deney ve gözlemle test edilmeye çalışılmakta, metafizik yaklaşımlara  düşünce âleminde  yer verilmemektedir.

Comte’a göre, bilginin üç dönemi vardır. Bunlar; teolojik, metafizik ve pozitif düşünce dönemleridir. İlk dönemde tabiattaki olaylar Allah’ın gücüne verilmiş, ikinci dönemde bu tip hadiseler metafizik kuvvetlerle açıklanmıştır. Comte’a göre, son dönemde de bu tabiat olaylarının mahiyeti, deney ve gözlemlerle izah edilebilmektedir.

Comte, pozitif bilimin yanında bir de pozitif din kurmuştur. Bu dinin İlâhı insanlıktır. İnsanın tek, gerçek ve hakiki İlâh olduğu düşüncesine dayanır. İnsanlık kelimesiyle kastedilen şey, bugüne kadar yaşayan bütün insanî varlıklar değil, fakat sadece insana hizmet edenlerin bütünüdür. Bu dinin melekleri kadın, peygamberi de, Comte’un kendisidir.

Comte, bu dinin  dünya birliğini sağlayacağını belirtir. Ona göre, aynı papazlık, tek eğitim, benzer âdetler ve ortak bayraklarla  bütün uluslar doğrudan birbirine bağlanacaktır.

Herber Spencer, bitki ve hayvan türlerinin, uzun zaman içinde sayısız küçük değişmelerle teşekkülünü açıklayarak evrim teorisine öncülük etmiştir. O, evrimin yalnız canlıların dünyasında değil, bütün tabiatın her kademesinde cereyan ettiğini belirtir.

On dokuzuncu yüz yılda Lamarck, bütün canlıların, merdiven basamakları gibi basitten karmaşığa doğru ilerlediğini belirtmiştir. Tabiatın, devamlı olarak kompleks yapıları, yıkarak basitleştirdiğini, canlıların ise, bu basit elementleri birleştirerek kompleks yapıya dönüştürdüğünü ileriye sürmüştür.

Prof. Dr. Adem Tatlı

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 500+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun