İlâhî Oran

Mimar Sinan'ın eserlerinde, ondan önce Selçuklu mimarîsinde ve geleneksel sanatlarımızda da kullanıldığını bildiğimiz Altın Oran, gördüğümüz kadarıyla kâinatın her yerinde karşımıza çık makla birlikte, hiçbir yerde ve hiçbir eserde, insan bedenindeki ka dar yoğunlaşmış değildir. Vitruvius'un, Leonardo da Vinci'nin, Le Corbusier'nin çizimleri, Fibonacci'nin hesapları, insan vücudun daki Altın Oran keşifleriyle doludur ve bu orantı, parmak eklemle rine varıncaya kadar her yerde, çeşitli kılıklarda karşımıza çıkar. Kâinatta ahenk ve güzellik adına ne varsa hepsinin temelini teşkil eden bir sihirli formül, âdeta bütün evrenin bir özetini yazarcasına, insan bedeninin her bölümüne, her eklemine, neredeyse her santimetrekaresine nakşedilmiştir.

 

Güzelliğin algılanması bir ahlâk sınavıdır. 
Henry David Thoreau

İNSAN, dünyaya gözünü açtığı zaman, kendisini her yan­dan güzellikle kuşatılmış buldu. Gökte ve yerde, canlı ve cansız varlıklarda hep o büyülü özellik vardı. Neye baksa güzellik gördü, nereye gözünü çevirse güzelliklerle karşılaştı. Her şeyin arkasından varlığını açıkça hissettiren esrarengiz bir kavram, insanı yüzyıllar boyunca tahrik etti durdu, sırrını çözdürmek için.

İnsan, doğası gereği, güzelliğin peşine düştü.

Onun bir reçetesi vardı mutlaka. Bu kadar evrensel bir şeyin sırrı da evrensel olmalıydı. Denizde, karada, yerde, gökte, birbirinden o kadar farklı varlıklarda renklerle, çizgilerle, desenlerle, şekillerle, orantılar içinde binbir kılıkla beliren o gizemli şeyi "güzellik" yapan ve her şeyde birden izini gösteren ortak bir özellik bulun­malıydı.

Bu özelliğe insanoğlu "İlâhî Oran" dedi ve asırlar boyunca onu aradı.

İlâhî Oranın ne zaman keşfedildiği bilinmiyor. Ama Mısır pira­mitlerinde bu oranın kullanıldığı gözleniyor. Milâttan önce altıncı yüzyıla gelindiğinde ise, bu arayışlar insan merkezli olarak mecra­sını bulmuş ve İlâhî orantının formülü aşağı yukarı belirlenmişti. Yunanlı filozof ve matematikçi Pisagor (MÖ 480-410) "Her şeyin ölçeği insan" diyordu. O ve arkasından gelenler, insan bedenini mükemmelliğin simgesi olarak gör­düler ve bu üstün sanat eserinin oran­larını hesaplayarak estetik anlayışlarına temel yaptılar. Mi­lâttan önce beşinci yüzyılda, Yunanlı heykeltıraş Phidias, bu oran üzerinde derinlemesine çalıştı ve ortaya "Phi sayısı" adıyla anılan oran çıktı. Bu oran, altın dörtgeni kurmada kullanılan oran idi ve büyük kenarın küçük kenara bölünmesi halinde 1,618 değerini veriyordu. "Altın Bölme", "Altın Kesit",  "Altın Oran" adlarıyla günümüze kadar miras olarak gelecek oran, böylece ortaya çıktı.

 

 Milâttan önce birinci yüzyılda mimar Vitruvius 10 ciltlik ünlü eseri De Architectura'yı tamamladığı zaman, Yunan mimarîsinin, biri erkek, diğeri kadın figürünün oranlarına dayanan iki temel sütun cinsi bulunuyordu ve hemen hemen bütün yapılarında, son derece ayrıntılı bir biçimde Altın Bölme orantıları uygulanıyordu.

On üçüncü yüzyılda, takma adı Fibonacci olan Pisa'lı ünlü matematikçi Leonardo (1180?-1250?), kendi adıyla anılan rakamlar dizisini keşfetti. Bu dizide her sayı, kendisinden önceki iki sayının toplamını veriyordu: 1,1, 2,3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233...

Fibonacci dizisinin uygulama alanı ise, yer ve gökler kadar genişti. Meselâ bitkilerde yapraklar, ağaçlarda dallar, yerden yukarı doğru, yaklaşık olarak bu dizinin rakamlarına uygun bir biçimde çoğalıyordu (Resim- 3). Ayçiçeğinde birbirinin aksi yönde sıralanan spiraller sayıldığında, bunların aynı sayıda değil, farklı sayılarda olduğu gözleniyordu. Üstelik bu uzun ve kısa spiraller, Fibonacci dizisine uygun sayıda yer alıyorlardı: bir tarafa doğru 55 ise, diğer tarafa doğru 34 tane; bir tarafa doğru 144 ise, diğer tarafa doğru 89 tane gelecek biçimde (Resim - 4). Aynı durum çam kozalağında da gözleniyordu. Papatyadan istiridyeye, elma çiçeğinden salyangoza kadar hemen hemen her şeyde Fibonacci dizisi bir şekilde karşımıza Çıkıyordu. Daha da ötesi, uzayın derinliklerindeki galaksilerin sarmallarının da yine Fibonacci dizisine uygun şekilde kurulduğu gözleniyordu.

 

Ağaç yapraklarının diziliminde altın oran
Resim-3: Bitkilerde yaygın olarak görülen bir durum. Her seviyedeki yaprak sayısı, Fibonacci dizisine uygun şekilde yer alıyor.
Resim-4: Ayçiçeğinin her iki yöndeki sarmallarını saydığımızda, Fibonacci dizisine uygun rakamlar elde ederiz.

On dokuzuncu yüzyılda, Fransız matematikçi Edouard Lucas, Fibonacci dizisi ile Altın Oran ve diğer sihirli Phi sayısı arasındaki ilişkiyi keşfetti. Fibonacci dizisindeki herhangi bir sayı, kendisin­den bir önceki sayıya bölündüğü zaman, Altın Oran olan 1,618 değeri, çok az bir farkla çıkıyor ve sayılar büyüdükçe bu fark da azalıyordu Leonardo da Vinci (1452-1519) de Pisagor'dan yaklaşık yirmi asır sonra, onun Altın Bölme formülü üzerinde çalıştı ve eserle­rinde de Altın Oranı kul­landı. Resim-5'te, Vitruvius'un tariflerine göre Leonardo da Vinci tarafın­dan çizilen insan figürü yer alıyor.

Resim-5: Vitruvius'un tariflerine göre Leonardo da Vinci tarafın­dan çizilen insan figürü

Yirminci yüzyılını ünlü mimarı isviçreli Le Corbusier (1887-1965) ise, Altın Kesitin orantılarını kulla­narak, yine insan bedenine dayalı bir mimarî vücuda getirmek için çalıştı. Geliş­tirdiği Modulor kavramı, ayakta duran ve bir elini havaya kaldırmış bir ada­mın beden ölçülerine (Resim-6) dayanıyor ve insan yapısıyla oran­tılı ve uyumlu ölçüleri mimarîye uyguluyordu. Le Corbusier, Modulor'u 1950'de tamamladı ve bu tarihten sonraki bütün bina­larında uyguladı. Söylemeye gerek yok belki, Le Corbusier tarafın­dan geliştirilen sistem de yine Altın Orana dayanıyordu. İnsanlığın binlerce yıllık arayıştan sonra vardığı nokta, Altın Oranı "matema­tik ilişkilerin en güçlüsü ve evren fiziğinin anahtarı" olarak nite­leyen Eflatun'un tanımından farklı değildi.

Resim-6: Yirminci yüzyılını ünlü mimarı isviçreli Le Corbusier (1887-1965) ise, Altın Kesitin orantılarını kulla­narak, yine insan bedenine dayalı bir mimarî vücuda getirmek için çalıştı.

Mimar Sinan'ın eserlerinde, ondan önce Selçuklu mimarîsinde ve geleneksel sanatlarımızda da kullanıldığını bildiğimiz Altın Oran, gördüğümüz kadarıyla kâinatın her yerinde karşımıza çık­makla birlikte, hiçbir yerde ve hiçbir eserde, insan bedenindeki ka­dar yoğunlaşmış değildir. Vitruvius'un, Leonardo da Vinci'nin, Le Corbusier'nin çizimleri, Fibonacci'nin hesapları, insan vücudun­daki Altın Oran keşifleriyle doludur ve bu orantı, parmak eklemle­rine varıncaya kadar her yerde, çeşitli kılıklarda karşımıza çıkar. Kâinatta ahenk ve güzellik adına ne varsa hepsinin temelini teşkil eden bir sihirli formül, âdeta bütün evrenin bir özetini yazarcasına, insan bedeninin her bölümüne, her eklemine, neredeyse her santimetrekaresine nakşedilmiştir.

İnsan yüzü ise, geri kalan bedenini de bütünüyle gölgeleyecek kadar yoğun bir şekilde Altın Oranla doldurulmuş, kelimenin tam anlamıyla, bu sihirli formüle "boğulmuştur."

Resim-7 Resim-8

Yüzün kendisi, Resim-7'de görüldüğü gibi, gözleri orta noktaya alacak şekilde, bir altın dörtgen teşkil eder ve uzun kenarın kısa kenara oranı, Altın Oranı verir. Resim-8'de ise, bu altın dörtgenin daha ilk aşamada birkaç Altın Bölme ile açılmaya başladığını görüyoruz: Göz (A) ile çene (B) arasındaki mesafenin altın bölmelerinden birinde (C) burun, diğerinde (D) ağız yerleştirilmiştir. D noktası, aynı zamanda burun-çene hattının altın bölmesinde yer alır. Bu arada, C noktası da, ikinci olarak, göz-ağız hattının altın bölmesini işaretlemektedir. Ağız ile çene bitimi arasındaki altın bölmede ise (E), çene yuvarlağı başlar. E noktası, bu arada, burun-çene hattının diğer altın bölmesini bize vermektedir. RESİM-9'da, gözbebekleri ile ağız kenarları (A, B, C, D) arasında çizilen bir kare içindeki altın bölmeleri görüyoruz, yatay olarak bu hattın altın bölmeleri (E, F) burun genişliğini vermektedir. Bu noktaların herhangi birinden karşıdaki gözbebeğine uzatılan hattın altın bölmesinde de diğer nokta yer alır (AF hatanda E noktası; EB hattında F noktası). Aynı bölgede, düşey olarak da altın bölmeleri izleyebiliriz: G ve H noktaları, BD hattının altın bölmelerini teşkil ettiği gibi, bunlardan her biri, dörtgenin kendi tarafındaki kenarı ile diğer altın bölmenin arasındaki hattın altın bölmesini gösterir (BH hattında G noktası; GD hattında H noktası).

Ayçiçeğinde altın oran
Resim-9 Resim-10

İş bu kadarla kalmaz. İncelemeyi derinleştirdikçe, İlâhî orantının sayılamayacak kadar çok yerden adetâ fışkırdığını ve insan yüzünü yüzlerce noktadan kuşattığını görürsünüz. Yandan bakıldığı zaman da (Resim-10) bu manzara başka yönleriyle ve daha başka altın bölmelerle karşımıza çıkar. Nihayet, bu orantıların nasıl "içinden çıkılmaz bir hal aldığına" dair bir küçük numuneyi, Matyla Ghyka'nın Altın Oran analizlerinde (Resim-11) görebilirsiniz.

Resim-11

Yukarıdaki birkaç paragraf, insan zekâsının, bilgi ve becerisinin 25 asırdan fazla bir zamandır insan yüzü üzerinde kaydettiği geliş­meyi özetlemektedir. Çıkış ve varış noktalan hemen hemen aynı­dır. İnsanlık bugün de, tıpkı binlerce yıl önce olduğu gibi, kâinatta­ki güzelliğin temel orantılarını kendi yüzünde okuyor.

Kâinat estetiğinin insan yüzünde özetlenmiş olduğu fikri, görül­düğü gibi, insanlığın yabancısı olan bir düşünce değildir. Dünyanın en seçkin sanatkârları ile en önde gelen matematikçilerini binlerce yıldır bu konu üzerinde beraberce uğraştıran, bu inanç olmuştur. Sonuçta ise bu uğraşların her biri, teker teker bu inancı pekiştirmiş bulunuyor. Pisagor her şeyin ölçeği olarak insanı gördüğü gibi, insan bedeni ile evren arasındaki ilişkileri araştıran Alman bilimci Agrippa von Nettesheim (1486-1535) de insan vücudunu "Yaratıcının en güzel ve en mükemmel eseri" olarak ilân ediyor ve bu bede­nin "onu mükemmel yapan bütün sayıları, ölçüleri, hareketleri ve unsurları içerdiğini" ilân ediyordu. Bu inanç, bir yandan binlerce yıl öncesinin mimarîsinde eserini gösterirken, diğer yandan modern çağın tasarımlarına da kaçınılmaz bir şekilde damgasını vurdu.

Başka türlüsü de olamazdı. Çünkü bu varlık âleminde "güzel" denecek bir eser vücuda getirmek için, bu âlemin estetik kanun­larına itaat etmek gerekiyordu. O kanunların odaklaştığı yer ise, hemen yakınımızda, kendi üzerimizde, birbirimize yahut aynaya baktığımızda karşımıza çıkıveren ve bütün güzellikleri en yoğun, en sade, en inanılmaz şekilde üzerinde toplayan insan yüzünden başkası değildi.

Fakat insan yüzünün de bir tuval üzerine çizilen bir portreden ibaret olmadığını dikkatten uzak tutmamalıyız. Bu yüzün görünen kısmının hemen altındakiler sinir, kas, damar ve kemik yığınından başka birşey değildir. Üstelik, bu yüzün adım adım nasıl inşa edildiğini ve hangi aşamalardan geçerek bu hale kavuştuğunu araştırdığımızda ise hayret etmemenin imkansızlaştığını görüyoruz.

Bu kadarı, kendi yüzümüzü inanılmaz kılmak için fazlasıyla kâfi gelse bile, bu eser üzerinde gözleyeceğimiz mucizeler henüz bitmiş değildir. Hattâ macera yeni başlıyor sayılabilir.

Ümit Şimşek
Zafer Yayınları'ndan çıkan İnsan Yüzü kitabından alıntı...

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 500+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun