İslamı tebliğ ederek zulmetmiş olmaz mıyız?

Tarih: 16.04.2016 - 00:48 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Kafamı karıştıran bir soru var, lütfen geniş bir izah yapınız.
- Madem mesul degil neden Tebliğ ediyoruz Tebliğ etmek karşı tarafa bir zulüm gibi görünüyor.
- İslamdan haberi olmayan veya menfi bir propagandaya maruz kalmış bir kimse madem cennete gidecek ona İslamı tebliğ ederek zulmetmiş olmaz mıyız?
- İnkar ederse cehenneme gidecek. İnşallah derdimi açıklayabilmişimdir.

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Soruya iki şekilde cevap vermeye çalışacağız:

Cevap 1:

Yüz tane tavus yumurtası bulunsa, bunlar tavusun altına konulmayıp yumurta olarak bırakılsa yüz yumurta kıymetinde ve değerinde olur. Ancak bunlar, Tavus kuşunun altına bırakılsa ve yüz yumurtadan bazıları cılk çıkıp bozulsa bile, bazılarının kıymetli her tarafı yaldızlı ve birer tavus olmalarının hatırı için bu işlemden vazgeçmemek aklın gereğidir.

Çünkü, eğer bu yumurtalar kuluçka işlemine tabi tutulmazsa hiçbir civciv söz konusu olmaz. Az bir zarar için pek çok olan bir yarardan vazgeçilmez. Örneğin yirmi tanesinin bile sağlam çıkması, diğerlerinin zararını telafi ettiği gibi, fazladan kârlar da kazandırır.

Yine yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprağa atılmayıp bekletilse, yüz hurma çekirdeği kıymetinde ve değerinde olacaktır. Ancak bu çekirdekler toprağa atılsa bunlardan bazıları hurma ağacı olsa ve bazıları çürüse, bunları toprağa atmasak daha iyi olurdu, denilemez. Çünkü hurma ağacı olanların hurma milletine verdiği fayda, çürüyen çekirdeklerle mukayese edilemeyecek kadar mükemmel olacaktır.

Aynen bunun gibi, kendilerine İslamın ulaşmadığı insanlar, birer yumurta ve birer çekirdek gibidirler. Eğer bunlar böyle kalırsa yumurta ve çekirdek olarak kalacaklar değer ve kıymetleri de ona göre olacaktır.

Ancak, bunlara iman suyu verilirse, ibadet toprağına girerlerse o zaman bazıları inkar edip cehenneme gitse bile, onlardan iman edip ibadet edenler, yıldızlar gibi değerli olacaklardır.

Bir hurma çekirdeği toprağa girince hurma ağacı oluyorsa, acaba bir insan iman ve İslama girip ibadet edince nasıl olur? Bunun değer ve kıymetini, bütün akıllar bir akıl olsa, yine de asla anlayamazlar.

İşte bunun için binler insandan tek bir insan bile inanacaksa, onları mutlaka tebliğ ile buluşturmak gerekir. Halbuki, bu tebliğlerden bir değil binlerce, milyonlarca, milyarlarca insan ağaçları yetişmiştir.

Bu konuyu keyfiyet ve kemiyet yani nitelik ve nicelik açısından değerlendirip aklımıza yakınlaştıran Bediüzzaman Hazretlerinin şu güzel ifadelerine kulak verelim:

Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye (kimyasal muamele) görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa (filizlenmeye başlamazsa), yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki,"Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu?" Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz.

Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, "Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu?" Hayır, öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.

İşte, nev-i beşer (insanlık), bi’set-i enbiya (peygamber gönderilmesi) ile, sırr-ı teklif (imtihana tabi tutulma) ile, mücahede (kötü isteklerine muhalefet) ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra (zararlı hayvanlar) nevinden olan küffârı ve münafıkları kaybetti. Bunu yerine böyle kâmil insanları kazandı. (bk. Bediüzzaman, Mektubat, On İkinci Mektup)

Cevap 2:

Şu konu özellikle iyi bilinmelidir. Peygamberlerin tebliğlerini işitmeyenler, iki kısım olarak düşünülebilir.

Biri: Hakiki manada, doğrudan işitmeyenler; yani hiçbir şekilde peygamberlerin davetini işitmeyenler. Biri de: Mecazi anlamda, dolaylı olarak işitmeyenler; yani zahirde bu daveti işittiği halde olumsuz şartlardan ötürü bu davetin ne olduğunu araştırma imkânını bulmayanlar.

Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen süreçte yer alan bir zaman diliminde yer alan insanlar hakiki ehl-i fetrettir. Olumsuz şartların sebep olduğu bir zaman dilimindeki insanlar ise mecazi ehl-i fetrettir. Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri hakiki ehl-i fetret içindir:

“Zaman-ı fetrette وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla' ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.” (bk. age., s. 385-386)

- Üstad'ın şu ifadelerinde ise, mecazi ehl-i fetrete işaret edilmiştir:

“...Çünkü ahirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî'ye (asm) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (as) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (as) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.” (bk. Kastamonu Lahikası, s. 111-112)

- Bu açıklamadan sonra soruya geçebiliriz:

“İslamdan haberi olmayan veya menfi bir propagandaya maruz kalmış bir kimse madem cennete gidecek ona İslamı tebliğ ederek zulmetmiş olmaz mıyız?”

- Önce şunu belirtelim ki, soruda yer alan “menfi bir propagandaya maruz kalmış..” ifadesi bizce isabetli değildir. Çünkü, dünyada bir şekilde menfi propagandaya maruz kalmayan yok gibidir. Bugün-İslam ülkeleri dahil- hangi ülke vardır ki,  İslam’ın aleyhinde propagandalar yapılmış olmasın!.. Ayrıca bu menfi propagandanın sınırları neleredir, bunları kim tayin eder?

Demek ki, suistimale müsait olan bu gibi sözleri, fetret muafiyetinden yararlanmak için bir ölçü olarak kabul etmek mümkün değildir.

İkincisi:  Bugün İslam mesajını duymayan yok gibidir. Üstadın ifade ettiği şartlar bugün de var mıdır, yok mudur? Bunu bizim gibilerin şeri ölçüler içerisinde tespit etmesi mümkün değildir. Bu konuda Üstadın bu içtıhadına karşı itirazlar yapılırken, başka bir alimin bunu bir kural şeklinde takdim etmesine şüphesiz binlerce itiraz vaki olur.

Üçüncüsü: Bizim -kimin mecazi de- olsa bir nevi “fetret ehli” olduğunu tespit etmemiz mümkün olmadığına göre, onlara İslam’ı anlatma görevimiz devam etmektedir.

Binde bir ihtimalle “İslam’ın davetini duymamış olduğundan cennetlik olan” bir kimseye İslam’ı tebliğ etme görevini terk etmek iki açıdan yanlıştır:

Birincisi: Zayıf bir ihtimalle Fetret ehli/dolayısıyla cennet ehli sandığımız adam, eğer gerçekten o şartlara haiz değilse, ona İslam’ı güzelce anlatamadığımız zaman, ona adeta cehennem biletini almış olacağız. Bu ise adam için büyük bir zaradır.

İkincisi: Bir Müslüman’ın İslam dininin mesajlarını başkasına aktarması bir görevdir. Şayet, o zayıf ihtimale sarılıp ilgili adama/adamlara İslam’ın hakikatlerini anlatmazsak, farz olan bir görevi yapmamakla büyük bir vebal altında kalacağız. Bu da biz Müslümanlar için  büyük bir zarardır.

Kaldı ki, “yakin / kesin bilgi karşısında, kesin olmayan/şüpheli bilginin bir değer ifade etmediği” hususu, İslam literatüründe kabul gören önemli bir kuraldır.

“Zan haktan / gerçeklikten hiçbir şey ifade etmez / gerçeğin yerini tutamaz.” (Necm, 53/28)

mealindeki ayetin ifadesi de bu ilmi kuralın doğru olduğunu göstermektedir.

Buna göre, kesin olan tebliğ vazifemizi, şüpheli ihtimaller uğruna feda etmek mantıklı değildir.

- Bununla beraber, biz İslam’ın bize yüklediği tebliğ sorumluğumuzu yerine getirmek zorundayız. Karşımızdaki muhataplarımızın hangisinin “ehl-i fetret ve ehl-i cennet” sayıldığını bilemiyoruz. Eğer tebliğ etmezsek, bir yandan vebal altında kalırız, diğer yandan “Allah katında cennete girme şartlarına haiz olup olmadığını” bilmediğimiz bir kaç kişiyi düşünerek, ehl-i fatret sayılmayan milyonlarca insanın cehenneme girmesine sebebiyet vermek, ne iman şuurunun haşmetine ne de vicdan şuurunun şefkatine yakışır.

Varsayalım ki, tebliğimizden cennetlik diye hayal ettiğimiz 5-10 kişi zarar da etse, buna mukabil bu tebliğimizle yüzlerce insanın yarar görmesi söz konusudur. “Şerr-i kalil için hayr-ı kesir terk edilmez. / Az bir zarardan dolayı çok büyük bir kârdan vazgeçilmez.” düsturunun da sorudaki problemimizi çözeceğini ümit ediyoruz.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun