İslam ve Diğer Dinler konusunda en çok merak edilenler

1 Yahudiler lanetli mi? "Yahudiler lanetlenmiştir." şeklinde bir ayet veya hadis var diye hatırlıyorum. Bunu nasıl anlamalıyız?

Kur'an-ı Kerim'in çok yerlerinde Yahudilerin karakterleri ve vasıfları zikredilerek, bu kötülüklerinden dolayı tehdit edilmekte, azarlanmakta ve tahkir edilmektedirler. Mesela, kendilerine verilen nimetlerin karşılığında şükürsüzlüklerinden, Allah'a şirk koştuklarından, kendilerini yeryüzünde üstün ırk olarak gördükleri için gurur sahibi olduklarından, mezmum hasletler olan hırs ve tamâ ile zillet içinde kaldıklarından bahsedilmektedir.

Tevrat'ta ise, İsrailoğulları bir taraftan "Tanrı'nın (seçkin) kavmi", "mukaddes millet" olarak takdim edilirken; diğer taraftan kötü davranışları sebebiyle de tenkit edilmektedirler. Çünkü onlar Musa ve Hârun'a karşı gelmiş, Rabb'in gözünde kötü olanı yapmış, Baal ve Molok (ilahlaştırılan hükümdarların putları) gibi ilahlara ve altın buzağıya tapmışlardır. Böylece Allah'a verdikleri sözü tutmamış, ahidlerini bozmuş, ahlaksızlık, zina etmiş, ibadethaneleri yıkmış, peygamberlerini öldürmeye çalışmışlardır.

Allah'ın şeriatını bırakıp diğer milletlerin kanunlarını benimsemişlerdir. Yahudilerin kutsal kitabı; İsrailoğullarının doğru yoldan sapmaları ve başka ilahlara kulluk etmeleri sebebiyle peygamberleri tarafından kınandıkları ve azapla tehdit edildiklerini gösteren örneklerle doludur.

Kur'an-ı Kerim'de ise Yahudilerin sahip oldukları vasıflar öz olarak zikredildikten sonra, kötü yanlarının onları hangi felaketlere sürükledikleri nazara verilirken, aslında bütün insanlıkta nefs-i emmareye tabi olmanın sonuçları külli düsturlar şeklinde ortaya konmaktadır. Hüda yerine hevaya tabi olmanın bütün müşahhas neticeleri İsrailoğulları aynasında nazara verilmiş, insanoğlunun yeryüzünde tabi tutulduğu imtihanın şiddeti ortaya konulmuştur. Kur'an-ı Kerim'in tehditleri ve hiddeti, yapılan yanlışlıkların ve işlenen cinayetlerin büyüklüğünü nazara vermesi açısından önem taşımaktadır.

İnsanlık tarihinde mal sevgisiyle şöhret bulmuş ve malı elde etmek için çok fazla çaba sarfedip, hırs gösteren millet Yahudiler olmuştur. Onların bu tavırlarındaki en büyük etken, dünyaya tapar derecede bağlanmalarıdır. Nitekim onların akidelerine göre cennete girecek olan tek kavim kendileridir. Dolayısıyla bu şekilde bir ahiret anlayışına sahip olan bir toplum için, dünyadaki emellerine ulaşmada bütün yollar meşrû olmaktadır.

Kur'an-ı Kerim'de onların dünyaya taptıkları, çok yaşamak istedikleri, mal-mülk elde etmek için her yolu meşru gördüklerinden, dolayı alçaltıcı bir azaba müstehak oldukları zikredilmektedir. Yine Kur'an'da Yahudiler'in maddeyi elde etme hususunda çok aşırıya gitmelerinden dolayı onlara önceden helal olan şeylerin, sonradan haram kılındığı ifade edilmektedir. (Nisa, 4/160-161) Bediüzzaman, Yahudi milletinin hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettiklerinden dolayı zillet ve meskenet tokadı yediğini belirtmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de Yahudilerin sözünde durmamak ve anlaşmaları bozmak gibi kötü bir adetlerinin de olduğu,

"Ne zaman onlar bir antlaşma yaptılarsa, yine kendilerinden bir gurup onu bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez."(Bakara ,2/100)

ayetiyle anlatılmaktadır. Yine Kur'an'da, onların Allah'ın emirlerine karşı geldikleri ve meleklere, peygamberlere düşman olduklarından dolayı inkarcı bir topluluk olduğu ifade edilmekte ve Allah'ın onlara şiddetli azabının olduğu ve onların varacağı yerin cehennem ateşi olduğu zikredilmektedir. Hz. Peygamber (asm) döneminde de Yahudiler O'na sorular sormakta ve iman edeceklerin söylemekte idiler. Fakat kendi anlayışlarına ve nefislerine muhalif cevaplar aldıklarında ise Peygamber'i inkar etmekte idiler.

Yahudilerin şiddetli bir düşmanlıkla hareket ettikleri ve kalpleri katı olduğu için nasihatlerin ve ibretlerin onlara ulaşamayacağı da onların diğer vasıfları arasında zikredilmektedir.

Kur'an'da Hz. Musa'nın kavmi olan İsrailoğulları'nın alemlere üstün kılındığını ve onlara imtiyazlar verildiği, hiçbir kavme verilmediği kadar nimet verildiği ve onlara peygamberler ve hükümdarlar gönderildiği anlatılmaktadır. Ancak Kur'an'da geçen üstünlüğün yalnız Allah'a itaat edildiği dönemlerde olduğu da zikredilmekte; Allah'a şirk koştuklarında ve O'nun itaatinden çıktıkları dönemlerde ise Allah'ın, nimetlerine nankörlükten dolayı onları lanetlediğini ve rahmetinin artık onlara ulaşmayacağını ifade edilmektedir. Dolayısıyla onların üstünlüğü ancak takva derecesi ile ilgilidir. Nitekim Kur'anî bir düstur olan "üstünlüğün ancak takvada" olması, kavmî bir üstünlüğün söz konusu olamayacağını göstermektedir.

Yahudilerin bir diğer özelliği de Allah'ı uygunsuz vasıflarla tavsif etmeleridir. Yahudiler Allah'ın oğulları olduklarını iddia etmişler, Allah'ı eli sıkı ve fakir gibi vasıflarla tavsif etmişlerdir. Buna karşılık Kur'an onlara yakıcı bir azabın olduğunu, bu ifadelerin onların küfürlerini artıracağını, bu şirklerinden dolayı onların kıyamete kadar aralarında düşmanlık ve kin sokulduğunu ve onların artık ebediyen lanetlenmiş bir millet olduğu (Maide, 5/18, 64) zikredilmektedir.

Yahudilerin Kur'an'da zikredilen diğer özelliklerinden biri de, fitne ve fesat çıkaran bir millet olduklarıdır. (Maide, 5/64) Onların fesatlarının altında yatan şey, bütün beşeriyete duydukları kin ve şahsî menfaatleri doğrultusunda hareket etmeleridir. Öncelikle toplumları ahlaken çökertmekte, birbirine düşürmekte ve menfaatlerine göre hareket etmektedirler. Bu durumda onların hileli yollarla ulaşmak istediği emellerine, Allah'tan onlara hiçbir zafer gelmeyeceği bildirilmiştir.

Yahudilerin nankörlüklerine bir örnek de peygamberlerini ve cemiyetleri içinde adaletli olan kimseleri öldürmüş olmalarıdır. Kin ve düşmanlıkta yarışan Yahudiler'in bu hareketlerinden dolayı acı bir azaba müstehak olacakları Kur'an'da bildirilen hususlardandır.

Kur'an Yahudileri lanetlenmiş bir millet olarak zikretmekle beraber, onlara Allah'a ve ahiret gününe inandıkları ve iyiliği emredip, kötülüğü nehyettikleri takdirde müjdelerin olduğunu beyan etmiştir. Kur'an'da geçen,

"Onlar (Yahudiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah'ın ahdine ve insanların (müminlerin) himayesine sığınmadıkça, kendilerine zillet (damgası) vurulmuştur; Allah'ın hışmına uğramışlar ve miskinliğe mahkum edilmişlerdir. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Bu da, onların isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarındandır. Hepsi bir değildir; Ehl-i kitap içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar." (Al-i İmran, 3/112-113)

ayetleri, onların hepsinin bir olmadığını, lanetlenenlerin sözlerinde durmamalarından, şirklerinden ve amellerinin kötü olmasından dolayı; müjde verilenlerin de Allah'a şirk koşmadan ona kul olarak istikametli bir yol takip etmelerinden dolayı müjdelendiklerini göstermektedir. Ehl-i Kitap'tan olup, iyi amel işleyenler anlatılırken; onlara yüklerle mal bıraksan, noksansız iade edeceklerini, Kur'an'ın indirilmesine sevindikleri, tam bir samimiyetle Allah'a boyun eğerek iman ettikleri zikredilmektedir.

Sonuç:

Kur'an-ı Kerim'de İsrailoğulları örneğinden hareketle, insanın yeryüzündeki varoluş gayesine uymayan davranışlar sayılarak belirginleştirilmekte, bir topluluğun lanetlenmesine yol açan dalaletlerin ve kötü hasletlerin haritası çıkarılmaktadır. İnsanların arasında yaşayan ve insanlığın nefs-i emmaresi sayılabilecek kadar her türlü kötülüğe kaynaklık emiş bir kavmin Allah katındaki durumu ve onu bekleyen neticeler anlatılırken, beşerin dünyadaki imtihanının nasıl cereyan ettiği gözler önüne serilmektedir. Kur'ani metod olarak bir insan topluluğunun yaşadıkları ile külli düsturlar nazara verilmekte; insanlığı lanete, zillete, meskenete, azaba ve şekavete götüren kötü hasletlerden ancak Hüda'ya tabi olmakla kurtulmanın mümkün olduğu vurgulanmaktadır. İsrailoğullarının düçar oldukları azab, meşakkat ve lanet mensup oldukları etnik köken yüzünden değil, saplantıları ve kötü hasletleri yüzündendir.

Kur'an'da Yahudi milletinin seciyelerinde ve mukadderatında münderic olan desatir içindir ki; Kur'an onlara karşı pek şiddetli davranıyor. (Sözler, s. 367) Dolayısıyla Yahudi milletinde ekseriyet itibariyle bu vasıflar yoğun bir biçimde bulunduğu içindir ki; Kur'an onları lanetlemiştir. Bir bakıma lanetlenen Yahudi milleti değil, onların ekserisinin sahip olduğu kötü vasıflardır. Bu duruma yol açan fiillerin başkaları tarafından yapılması halinde onların da aynı gruba dahil olmaları ve aynı sonuçlarla karşılaşmaları söz konusudur.

Daha önce de bahsedildiği gibi, İsrailoğullarına Hz Musa ile Firavun'un zulmünden ve denizde boğulmaktan kurtulmak, çölde kendilerine gönderilen yiyeceklerle doyurulmak, susuzluklarını gidermek için kayadan su çıkarmak gibi nimetler verilmiş ve azaptan korunmuşlardır. Buna mukabil onlar verdikleri sözü tutmamışlar, daha sonraları bazı peygamberlerini öldürmüşler, Allah'ı unutup puta tapmaya başlamışlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmışlardır. Onlar, verilen nimetlere karşı nankörlük etmeleri, zulme sapmaları, hile, fesad ve fitne dolaplarını çevirmeleri, gurur, inat ve taassupları, haris bir şekilde mala ve dünyaya tapmaları neticesinde Allah tarafından lanetlenmişlerdir.

Fakat bu lanetlenmenin sadece ırkî bağlamda ele alınması yanlış olur. Çünkü onlar içinde de hak ve hakikati teslim eden, iyiliği emredip, kötülüğü nehyeden kimselerin olduğu gerçektir. Nitekim Hz. Peygamber (asm) döneminde Yahudi alimlerinden olan Abdullah b. Selam kitaplarında Hz. Peygamber (asm)'in vasıflarını okumuş ve Peygamber'i görür görmez "Bu yüzde yalan yoktur." diyerek hemen iman etmiştir.

Hiç kimse milliyetinden ve ırkından dolayı şekavete mahkum olmadığı gibi, saadete nail olmayacağı, üstünlüğün ancak takvada olduğu, kim zerre kadar hayır işlerse veya zerre kadar kötülük yaparsa muhakkak karşılığının verildiği hakikati mutlak Adaletin iktizasıdır.

2 Yılbaşı size neyi ifade etmektedir, İslam'daki ve kültürümüzdeki yeri nedir? Yılbaşı münasebetiyle, Noel ağaçları, hindi, Noel baba oyuncakları, parti şapkaları, satmaları caiz midir?

Konuya birkaç yönden cevap vermek daha uygun olacaktır:

Cevap 1:

Bu konuyu iyi kavrayabilmek için önce şu ayet ve hadisleri göz önüne getirmek gerekir:

1. "İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah`tan korkup sakının..." (Mâide, 5/2)

2. "Zulüm yapanlara en ufak bir meyil göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah`tan başka velileriniz de yoktur, sonra yardım da göremezsiniz." (Hûd, 11/113)

3. "O (Allah) size Kitapta: 'Allah`ın ayetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze geçip dalıncaya dek onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz.' diye indirdi. Doğrusu Allah münafıkların da, kâfirlerin de tümünü cehennemde toplayacaktır." (Nisâ, 4/140)

Konuyu başkalarına benzeme noktasından ele alan hadis-i şerifler vardır. Bunlardan biri şudur:

"Kim herhangi bir gruba benzeşirse o da onlardandır." (Ebu Davûd, Libas 4)

Özellikle bu hadis-i şerif çok önemli psiko-sosyal gerçeklere işaret eder. Şeklî benzeşmenin sonuçta itikadî benzeşmeye götüreceğini anlatır.

İbn Haldun da konuyla ilgili olarak önemli tarihi gerçeklere parmak başar. Mağlupların galipleri taklit etme psikolojisi yaşadıklarını anlatır. (İbn Haldun, Mukaddime, I/374-375)

Cevap 2:

İslâm Dini yepyeni bir nizamla ortaya çıkmış, önceki dinlerin hükümlerini bütünüyle yürürlükten kaldırmıştır. Bu dinin gecesi de gündüzü kadar aydınlıktır. Müslüman anasından metbu' olarak doğar, tabi' olarak değil. Yani o ilmiyle, irfanıyla, yüksek ahlâkiyle ve dindarlığı ile herkese örnek olur, herkes ona uymaya özenir. O ise kimselere özenmez. Çünkü dini ona yeterince malzeme sunmuş, ihtiyacını karşılamıştır. Tabii bu tabiiyet ve matbuiyet ilim ve teknikte, sanatta değildir. Çünkü ilim ve teknik Müslümanın yitik malıdır, onu nerede, kimin yanında bulursa almaya daha haklıdır. O halde tabiiyet ve matbuiyet ahlâk, din, adalet ve hakseverliktedir.

O halde diğer dinlerin kutsal saydığı günleri kutlamak, onların âdetlerine uymak, büyük günahlardandır.

Buna birkaç misal verelim:

a) Batı ülkelerinde olduğu gibi, yabancı kadın ve erkeklerin bir arada toplanıp dans etmeleri, çeşitli oyunlar tertiplemeleri İslâm'a göre büyük günahlardandır. Bir Müslümanın onlara özenerek bu gibi şeyleri helâl kabul etmemek şartıyla yaparsa büyük günah işlemiş olur.

b) Güzellik yarışmaları, bilindiği gibi daha çok gayri müslim ülkelerde yapılır. Bundan amaç, şehvetperestlere kadın vücuduyla ziyafetler çekmektedir. Aynı zamanda genç kızları bu gibi ahlâksızlıklara özendirmek suretiyle onları baştan çıkarmaya yöneliktir. Tabii Kur'ân'a ve sünnete göre, bir Müslüman kadının bu tür müsabakalara katılması, soyunup etini teşhir etmesi büyük bir günah ve ağır bir suçtur. Çünkü ahlâkı ifsad etmekte, kadının annelik vakarını düşürmekte, onu bayağı bir eşya gibi müzayedeye çıkarmaktır.

c) Noel Yortusunu Hristiyan alemiyle birlikte kutlamak da büyük günahlardan biridir. Müslümanların kaçınması gerekir. Kendi millî ve dinî günlerimizde tebrikleşmemizde ise sayısız yararlar vardır. Her şeyden önce dinî ve millî âdetlerimizi yaşatmış, çocuklarımıza güzel örnekler vermiş oluruz. (bk. Celal Yıldırım, İslam Fıkhı)

Cevap 3:

1. Noel Baba, Yılbaşı, Christmas bayramı gibi başka dinlerin alameti, sembolü olan günlere, o günü tazîm ve kutlama maksadıyla katılmak, aynı maksatla o günlerde tebrikleşmek ve hediyeleşmek, yine aynı maksatla hindi vb. almak, yemek, ziyafet çekmek, aynı maksatla bu tür kutlamalara katılmak, o günlerde bayram niyetiyle çocuklara elbise almak ve pişirdikleri yemekleri pişirmek caiz değildir.

2. Böyle zamanlarda, böyle zamanlara has hindi vb. şeyleri sırf gıdalaşmak için almak, ucuz postane hizmetinden yararlanmak için tebrikleşmek haram değilse de onlara benzeme, onların uygulamalarını yaygınlaştırma ve meşru gösterme anlamı taşıdığından tehlikeli ve mahzurludur. Müslümanların, hangi maksatla olursa olsun, o günlere mahsus bir şey yapmamaları gerekir.

3. Hindi gibi sırf o günlere mahsus şeyleri, o günlerde satmak, fasıklara "günahta yardım" anlamı taşıdığından, haram ya da tahrimen mekruhtur. Ancak alacağı para haram değildir. Haram ve günah olan o işi yapmasıdır. Bu hindilerin besmele ile kesilmiş olması halinde böyledir. Besmele ile kesilmemişse "meyte" olacaklarından satılmaları hiç bir surette caiz olmaz.

4. Yılbaşı kutlamaları için matbaa sahiplerinin davetiye, afiş, kart vb. şeyleri basmaları da aynıdır. Yani bunlar sırf yılbaşına özel olarak kullanılacaklarsa, yapılıp satılmaları aynı derecede mahzurludur: Eşantiyon eşya için de aynı şey söylenir. Ancak satıcılar bizzat yılbaşını kutlamış gibi günah almazlar. Çünkü, satılan şeylerin kötü amaçla kullanılması haramdır. Halbuki süs eşyaları satmak esasen haram olan bir iş değildir. Bu açıdan satıcıların sattığı süs eşyaları bizzat haram değildir. Bunu bir dükkanı içki imalatçısına vermeye benzetebiliriz. İmamı Azam'a göre içki satışı yapacak birisine binayı kiraya vermek haram değildir. Bu noktadan yapılan satışın kendisi haram değildir. Bunu yanlış yerde kullanacak olanların yaptıkları haramdır.

Bununla beraber, bir şeyin haram olmaması hiçbir sorumluluğunun olmadığı anlamına gelmez. Böyle bir konuda yardımcı olmak, en azından mekruhtur. Mekruh ise harama yakın derecede kişiyi sorumlu eden demektir. Bu nedenle bir mecburiyet yoksa bu işin yapılmasını tavsiye etmeyiz.

- Müslümanlar bu yılbaşını takvim başlangıcı yaparlarsa, yılbaşı gecesinde yapılan âyin veya eğlencelere iştirak ederlerse ne olur?

Yılbaşı dolayısıyla yapılan dinî âyine katılan (Hristiyanlarla beraber bu toplu ibâdeti yapan) Müslümanlar, en azından haram (büyük günah) işlemiş olurlar.

Dinî âyîne katılmadan yılbaşı dolayısıyla toplantı ve eğlence yapan Müslümanlar, bu eğlencelerde ayrıca hiçbir haram işlemeseler dahi, kökeni dinî (İslâm'dan başka ve ona göre bugün mûteber olmayan bir dîne dayalı) olan bir faâliyete katıldıkları ve başka dinden olanlara -dinle ilgili bir konuda- benzer hale geldikleri için günah işlemiş olurlar. Yukarıda kaynağını verdiğimiz, "Bir din ve kültür topluluğuna kendini benzetenler onlardan sayılır." meâlindeki hadîs bu davranışı yasaklamaktadır.

Yılbaşı, takvim, tarih, tatil, eğlence, şenlik ve bunlarla ilgili âdetler bir milletin kültürüdür. Kültür, din ve ideolojinin bedenlenmesi, ete kemiğe bürünmesidir. Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Eğer birileri din ile kültürü birbirinden ayırmaya, aralarındaki bağı koparmaya kalkışırsa -zor olmakla beraber bunu yapabilirse- kültür ile beraber dîni de değiştirme yoluna girmiş olur. Bedenini parça parça kaybeden din gider (milletin hayatından çıkar) onun yerine yeni kültürün dîni veya dinsizliği gelir. Kültür ile din arasında böyle bir bağ bulunduğuna göre; kültürün değişmesi dîni yakından ilgilendirir.

İslâm'ın beş temel amacından biri dîni (Müslümanların hayatında İslâm'ı) korumaktır. İslâm'ın korunmasını olumsuz etkileyen bir davranış, bir kültür değişimi, bir kültür taklidi haramdır, bazan bununla da kalmaz dinden çıkma sonucunu doğurur.

Sevgili Peygamberimiz (asm) Medine'ye göçünce, burada öteden beri iki bayramın bulunduğunu ve bu bayramlarda kutlama yapıldığını öğrendi. Bayramlar, dînin etkilenmesi bakımından önemli kültür unsurları olduğu için bunları değiştirdi ve yerlerine Ramazan ile Kurban bayramlarını tebliğ etti. Daha pek çok hadîste, başka dinlerle ilişkisi veya sembolik değeri/fonksiyonu bulunan âdet ve uygulamaları Müslümanlara yasakladı.

İlave bilgi için tıklayınız:

Müslümanlar, yılbaşı gecesi ne yapmalı?

3 Müslüman bir erkeğin Ehl-i kitap, başka dinden (Hristiyan veya Yahudi) bir kadınla evlenmesi caiz mi? Kimler Ehl-i kitaptır?

Kendisinin Hristiyan veya Yahudi olduğunu söyleyen bir kadınla evlenemk caizdir; yapılan nikah geçerlidir. Ancak kimliğinde Hristiyan yazdığı halde kendisi ateist olan bir kadınla evlenmek caiz değildir.

Müslüman kadın ve erkek, müşriklerle evlenemez. Müşrik kadın, Allah'a başka şeyleri ortak koşan, örneğîn puta, yıldızlara, ateşe ya da hayvana tapan kadındır.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Allah 'a ortak koşan kadınlarla, onlar iman etmedikçe evlenmeyin..." (1)

Bir Müslüman erkeğin Yahudi veya Hristiyanlardan bîr kadınla evlenmesinde bir sakınca yoktur. Bu konuda ulema icma etmişlerdir. Ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor:

"...Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden yine hür ve iffetli kadınları, mehirlerini verip nikahlayınız, onlar size helaldir. "(2)

Ehl-i kitap olan bir kadınla evliliğinin mubah olmasındaki hikmet; bu kadının Müslümanla evlenmesi sebebiyle Allah'a, peygamberlere, ahiret gününe, iman etme ihtimalidir.

Müslüman Bir Kadının Müslüman Olmayanla Evlenmesi

Müslüman bir kadının bir kâfirle evlenmesi icma ile haramdır.

"Müşrik erkeklerle, iman etmedikçe onlara mümin kadınları nikahlamayın."(3)

Çünki böylesi bir evlilikte, mümin kadının küfre düşmesi korkusu vardır. Koca, karısını kendi dinine çağıracaktır. Kadınlar genelde erkeklerine uyarlar ve onların yaptıklarından etkilenirler ve onları dinlerinde tahrik ederler. (4)

Bir kadın, kız kardeşi, halası veya mahrem kadınlardan biriyle bir nikâhta toplanamaz... Bir erkeğin iki kız kardeşi ya da kadın ile halasını veya teyzesini bir nikâhta toplaması haramdır. Allah Teâlâ evlenilmesi haram olan kadınları açıklıyor:

"Ve iki kızkardeşi birlikte nikahlamanız da haramdır. Ancak cahiliyet devrinde geçen affedilmiş geçmiştir," (5)

Hadislerde de bu konu genişletilerek açıklanmıştır:

"Kadın ile hala ve teyzesi bir nikâh altında toplanamaz." (6)

Birbirine çok yakın olan kadınlarla aynı anda evlenmenin yasaklanmasının hikmeti, daha çok ahlakidir. Bu tür evliliklerde birbirine yakın akraba olanları (yani iki kızkardeşi veya yeğenle teyze veya halası) aynı anda nikahlamak, onlar arasında kıskançlık ve rekabete yol açar. Sıla-i rahîmin kesilmesine sebep olur. Çoğu kere iki kuma birbirleriyle anlaşamaz, uyuşamazlar. Böylesi bir durum haramdır. Bundan dolayı da iki yakın akrabayı aynı anda nikahlamak haram kılınmıştır.

Dipnotlar:

(1) Bakara, 221
(2) Maide, 5
(3) Bakara, 221
(4) Fetevâ-i Hindiye 11/330
(5) Nisa, 23
(6) Buharı. Nikâh. 27.

(Mustafa KASADAR-Sadık AKKİRAZ, Kadın İlmihali, s. 356-357)

* * *
MÜSLÜMAN ERKEĞİN HRİSTİYAN HANIMLA EVLENMESİ CAİZ Mİ?

İslâm hukuku evrensel bir hukukdur. Bu yüzden hükümleri bütün insanlığın ihtiyacına cevap verecek genişlikte ve müsamahada olacaktır. Nitekim İslâm hukukuna göre bir Müslüman, Müslüman olmayan Ehl-i kitaptan bir kadına eş olarak nikah yapar, yavrularının anası haline getirebilir. Bu caiz ve sahihtir. Bundan dolayı Hristiyan kadınlarla evlenenlerin nikahları sahih sayılmış, çocukları da meşru bulunmuştur.

Ancak bu evliliğin caiz ve sahih olmasının yanında, düşünülmesi gereken bazı hususlar da söz konusudur:

- Müslüman bir hanım varken Hristiyan terbiyesiyle, örf ve alışkanlıklarıyla büyümüş bir kadın, Müslüman kocadan doğan çocuklarına nasıl bir terbiye verecek, ne türlü bir alışkanlıkla kocasına ve yavrularına muhatap olacaktır? İşte düşünülmesi lazım gelen konu budur…

- Müslüman koca İslâm terbiyesini isteyecek, Hristiyan ana ise kendi inancının gereğini yapmaya yönelecektir.

- İki ayrı inanç ve kültür arasında kalan çocuk, bazen anasının, bazen de babasının inancına göre davranan çifte şahsiyetli mi olacaktır? Yoksa her ikisini de reddeden bir üçüncü şahsiyet mi doğacaktır? Yani hiçbir dini kabul etmeyen bir ateist mi?

Hristiyan hanımın beyine etkisine bir misal:

"Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezıd babasının Kosova’yı fethinden sonra Hristiyan prenses Olivera’yı nikahlamıştı. Bu kadıncağız görünüşte sultana eş olmuş; ama gönlündeki Hristiyanlık inancını ve ülkesini hiç unutmamıştı. Nitekim deniyor ki, tertemiz sultanı içkiye alıştıran, eğlenceye düşkün hale getiren bu Hristiyan zevce Olivera olmuştur."

"Bu sultan ki, bütün Haçlıların birleşerek yok etmeye çalıştıkları Osmanlı’yı Niğbolu’da tarihten silmek için toplandıkları sırada, gecenin karanlığında düşman içinden tek başına atını sürüp köye gelir. Karanlıkta:"

– Bre Doğan! diye kale kumandanına bağırarak durumu iyice öğrenir; sonra da geriye döner ve tüm tedbirleri alarak gelip zaferi kazanır."

Demek Haçlı ordularına mukavemet etmiş, ama evindeki yabancı terbiye ile yetişmiş bir dilbere, direnç gösterememiştir.

Nitekim Yıldırım, Bursa’da Ulu Camii’yi yaptırıp da büyük alim Emir Buhari Hazretleri’ne:

– Ülkeme kazandırdığım bu ulu mabedin inşaallah bir eksiği yoktur, derken Emir Buhari Hazretleri’nden şu ikazı alır:

– Belî (Evet) sultanım, her tarafı güzel ama bir eksiği hiç gözden kaçmamıştır.

– Nedir eksiği, buyurun da öğrenip düzeltelim, deyince de büyük alimin şu ikaz ve irşadına muhatap olur:

– Caminin köşelerinde birer meyhane olmalıydı. Bu yoktur!

Bu beklenmedik çıkışın nereye varacağını kestiremeyen sultan sorar:

– Hocam, caminin meyhane ile ilgisi ne ola ki?

Cevap:

– Allah’ın binası olan vücudunuzun içki ile ilgisi ne ise, caminin ilgisi de odur. Siz Allah’ın inşa ettiği vücut binasına içkiyi dolduruyorsunuz ve bu oluyor da, kendinizin inşa ettiğiniz ibadet binasının köşelerine mi içki koymaktan çekiniyorsunuz? Bu, ötekinden daha mı günah?..

Bundan sonradır ki Yıldırım’da bu kötü alışkanlık bir daha görülmemiş. Olivera’nın yaptığı olumsuz etki böylece son bulmuştur.

Bu sebeple fıkıh kitaplarında şöyle yazılıdır: Müslüman bir kadın varken Hristiyan bir kadınla evlenmek sahih olsa da mekruhluktan kurtulamaz. Çünkü sakıncalardan uzak olamaz bu evlilik. Ama nikah sahih (geçerli), doğan nesil meşrudur. Çünkü İslâm hukuku her türlü ihtiyaca cevap verecek evrenselliktedir.. Vermiştir de. İstisnaları da olur elbette.

4 Günümüz Yahudi ve Hristiyanların inanç ve ibadet şekillerini açıklar mısınız?

Yahudi İnanç ve İbadet Şekillleri

Yahudilik'te en önemli iman esasını, Allah'ın varlığına ve birliğine olan inanç teşkil eder.(3) O'nun birliği, yaratılmamışlığı, evvelinin ve sonunun bulunmayışı, her şeyi bilişi, bütün varlıkların Yaratan'ı oluşu vb. gibi Allah inancı vardır.

İnançlarına göre Tanrı'nın en sevgili milleti Yahudilerdir. Bunun en büyük delili, Tanrı'nın İsrâiloğulları ile Musa'nın şahsında Sina'daki ahitleşmesidir. İnançlarına göre Tanrı, insanlığı aydınlatmak ve mutlu kılmak için İsrailoğulları'nı seçmiş, "nebi"lerini görevlendirmiştir. Bu konuda Musa'nın önemli bir yeri vardır. Çünkü Tevrat O'na verilmiştir. Tanrı, evreni devamlı olarak idare etmektedir. O'nun gücünün yetmeyeceği hiçbir iş yoktur.

Yahudilik'te ahiret inancı tarihi bir gelişme izlemiştir. Tevrat'ın bazı hükümlerinde ahiret inancına dair işaretler bulunmaktadır.

Eski Yahudilik'te iyi, kötü, ölen bütün insanlar "Şoel" adı verilen bir yere gidecekler, orada kederli bir şekilde varlıklarını sürdürecekler, ruhları da mezarda kalacaktır. Yahudilik'te ahiret inancı konusunda, daha sonraki dönemlerde birtakım gelişmeler olmuş, yeniden dirilme, ebedî hayat, yargılanma, cennet, cehennem vb. inançlar vardır.

Yahudiler ibadetlerini "sinagog"larda yaparlar. Sinagoglarda rulo halinde el yazması Tevrat tomarlarının saklandığı, Aron ha-Kodes denilen, Kudüs'e yönelik kutsal bir bölme vardır. Sinagoglarda Yedi Kollu Şamdan (Menora) da bulunur. Bundan ayrı olarak Kral Davud'un mührü kabul edilen iki üçgenden meydana gelmiş Magen David denilen altı köşeli bir yıldız da vardır.

Yahudiler sinagoglarda Tevrat'tan bazı parçaları sesli bir şeklide okurlar. Tevrat rulolarının bohçalardan çıkarılarak haham tarafından okunması, ibadetin en önemli anıdır. Yahudiler sinagog dışında evlerde de ibadet ederler. Nitekim evlerde giriş kapısının arkasında "Mezuza" denilen, rulo haline getirilmiş Tevrat cümlelerinin yazılı olduğu mahfazalar asılıdır. Eve giriş çıkışta Yahudiler bu mahfazaya dokunarak parmaklarını öperler. İbadet, Kudüs'e yönelerek yapılır. Başa takke, sırta cüppe alınır. Kadınlar ibadete katılamaz, ancak başları örtülü olarak ibadeti seyredebilirler.

Yahudi dininin esasını ilâhiler teşkil eder. İbadet esnasında okudukları bazı klişeleşmiş dua ve ilâhiler vardır. Dua, dindar Yahudinin hayatında önemli bir yer işgal eder. Yahudilikte ibadet günlük ve haftalık olmak üzere ikiye ayrılır. Günlük ibadet sabah, öğle ve akşam yapılır. Haftalık ibadet ise Cumartesi (Sabbat, yevmu's-sebt) günü havra (sinagog)'da icra edilir.

Yahudiler sabah ayininde bir dua atkısı (Tallit) alırlar. Sabah ayininde, sol pazu ile alna birer dua kayışı bağlanır. Dualar ayakta, oturarak vücudu sallayarak ve secdeye kapanmak suretiyle okunur. Geleneklerine bağlı Yahudiler bu esnada özel bir elbisede giyerler. Toplu dualar on üç yaşına girmiş en az on kişinin iştirakiyle yapılır.

Cumartesi ibadeti, cuma akşamı güneşin batmasıyla başlar, cumartesi akşamı sona erer. Bu ibadet sinagogta yapılır. Bu maksatla cumartesi günü ateş yakmak, çalışmak, taşıt kullanmak vb. yasaktır.

Yehova Musevîlerinin millî ve hâkim bir Tanrısı'dır. İnsan da O'nun kulu durumundadır. İnançlarına göre Yehova sadece İsrâiloğulların'a şefaat eden, kıskanç bir Tanrı'dır. İsrâiloğulları yabancı bir ülkede de O'nun tarafından korunacaktır. O, İbrahim, İshak ve Yakub'un Tanrısı'dır.

Yahudilik de (Musevilikte) oruç gereklidir. Yılda birkaç kez oruç tutulur. Özellikle Yom Kippur'da (Kefaret Günü) oruç tutulması öngörülür. Yenilmez, içilmez. Deri elbise giyilmez. Yağ ve krem sürülmez. Cinsî münasebette bulunulmaz. Genelde oruç günlük işlerden uzaklaşmak için bir vasıtadır. Arabistan'ın çesitli bölgelerinde yaşayan Yahudiler oruç tuttuklarinda yatsıdan sonra da bir şey yemezlerdi. İmsak önceki akşam güneş batarken başlar. O gece ve ertesi gün ilk iki yıldız görününceye kadar da yemek içmek yasaktır. Bu süre yaklaşık yirmi beş saattir.

Hristiyanlık inanç ve İbadet Şekilleri

Hristiyanlık monoteist bir dindir, İncillerde ve diğer mukaddes metinlerde bu anlayışı destekleyen ifadeler mevcuttur. Ancak yine aynı metinlerde ve kilisenin sahih kabul ettiği incil metinlerinde isa için "Tanrı'nın Oğlu" Allah için de "Baba" terimlerinin kullanıldığı görülmektedir. Hristiyanlığın mukaddes kitabı'nda geçen "Ben ve Baba biriz", "Babanızın Ruhu", "Allah'ın Ruhu" vb. deyimler, bunlar teslis olarak yorumlanmaktadır.

Hristiyanlıktaki iman ikrarına giren esasların nelerden oluştuğu İncil metinlerinde açık bir şekilde yer almamakla beraber, bu prensiplerin ilk Havariler Konsili'nden itibaren tesbite başlandığı, son şeklini ise IV. ve V. yüzyıldaki konsillerde aldığı yaygın bir kanaat halindedir. Bununla beraber inançlar konusunda gerek kiliseler, gerek mezhepler arasında bazı ortak ana unsurlar bulunduğu gibi farklı anlayışlar da vardır.

Hristiyan Mukaddes Kitabı'nda "teslis" kelimesi veya O'na iman etmeye çağıran açık bir ifade mevcut değilse de İsa (as)'ın , "Baba, Oğul ve Ruhu'l-Kuds ismiyle vaftiz eyleyin" şeklinde Havarilere emir verdiği bilinmektedir. Ancak ilk konsillerde bu konu tartışılmış, İznik Konsili (325) 'nde Ruhu'l-Kuds'ün tanrılığı karara bağlanmıştır.

Bazı dinler tarihçilerine göre, monoteizm inancının hâkim olduğu Yahudi çevresinde çıkmış olan "teslis" inancı, büyük bir ihtimâlle İsa (as)'nın tanrılaştırılmasının tabiî bir sonucu telâkki edilmelidir. Bunun yanında Ruhu'l-Kuds'ün de ayrı bir ilâhî varlık sayılması üç ayrı tanrı anlayışına zemin hazırlamıştır. Daha sonraki dönemlerde birtakım kelâmî ifadelerle açıklanmaya çalışılan teslisin üç unsuru (Baba, Oğul, Ruhu'l-Kuds) bir ulûhiyetin üç ayrı görüntüsü olan bugünkü formülün benimsenmesiyle noktalanmıştır.

Hristiyanlara göre teslis öyle büyük ve gizemli bir kavramdır ki, sırf insan aklı onu derinliği ve şümulü ile kavrayamaz. Bu bakımdan, mahiyet ve köklerini araştırmaya girişmeksizin insanın O'na inanması gerekir. Bununla beraber Hristiyanlık'taki inanç esaslarının bütün mezheplerce aynı şekilde benimsendiğini söylemek mümkün değildir.

Hristiyanlıktaki melek inancının temeli onların masum ve ruhanî varlık oluşlarıdır. Ancak kilise bu ruhanî varlığı cisimlendirerek açıklamaktadır. Onlara göre melekler Allah'a yardımcı olmakla görevlidirler. Ancak bazı Hristiyan mezheplerinde melekler, insanlar gibi günah işleyebilir olarak algılanmıştır. Onlardan bazılarına "Tanrı'nın Kızları" adı verilmiştir.

Hristiyanlar Pazar günü kiliselere giderek ibadetlerini yerine getirirler; İncil'den bazı bölümler okunur.

Hristiyanlıkta oruç genelde yılın belirli ayı için konmuş bir ibadet biçimi değildir. Kiliselerin ibadet takvimlerinde cemaati teşvik ve bir hatırlatma olarak oruç dönemleri yer almasına karşın Hristiyanlar diledikleri zaman oruç tutabilirler.

Hristiyanlık da alkol ve cinsî münasebet oruç sırasında yasaktır. Günlük işler asgariye indirilir. Oruç, genelde, istiğfar için, bolluk içinde yaşamanın idraki içindir. Özellikle Katolikler ve Ortodokslar kırk günlük Büyük Perhiz ile Noel'den önceki Advent dönemlerinde oruç tutarlar. Protestan kiliseleri oruç tutmayı üyelerinin vicdanlarına bırakırlar.

5 Hristiyan ve Yahudiler cennete girecek mi? Gayri müslimler için dua edilir mi? Kafire dua olur mu? Hristiyan bir arkadaşım var, kendisi hamile, namazda ona çocuğu sağlıklı doğsun diye dua ettim, dua edebilir miyim?..

İslamiyet'ten haberi olduğu halde iman etmeyen, Müslüman olmayan ve Müslüman olmadan ölen Yahudi ve Hristiyanlar da ebedi cehennemde kalacaklardır.

Cehennemin de mertebeleri, dereceleri bulunmaktadır. Ateist de ebedi cehennemde kalacak, ancak bir Hristiyanla aynı tabakada olmayabilir. Cehennemde insanlar aynı azabı çekmeyecek, kimisininki daha fazla kimsi daha az olacak.

Hristiyan veya her hangi bir gayri müslimin hidayete ermesi için dua etmek caizdir. Bu kimselerin en fazla ihtiyaç duydukları dua budur.

Gayri müslimlerin doğacak olan çocukları veya buluğa ermemiş olan çocukları masum ve günahsız olduklarından, onlar için de dua edilebilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Diğer din mensuplarının ahiretteki durumu nasıl olacaktır? Fetret Devri kapsamına girer mi? Hrstiyanlar veya Yahudiler cennete girebilecek mi?

Tüm miminler ve kafirler için hayır duada bulunmanın sakıncası var mı?

6 Peygamberimizin babasının adı nasıl Abdullah (Allah'ın kulu) olabilir? O zamanda Arabistanda herkes puta tapıyorken, nasıl olmuş; Hz. İbrahim'in dininden kalıntılar mı vardı?..

Cahiliye dönemi insanları çoğunluk itibariyle putperest ve müşrik olmalarına rağmen, İslamın da kabul edeceği itikadi, ameli bir çok güzellikleri de devam ettirmişlerdir. İslamın zuhuru sırasında bu müsbet yaşantıyı sergileyen bir çok insan vardı. Bunlara "Hanifler" denilmekteydi. Bu nedenle Peygamber Efendimizin (asm) babasının isminin Abdullah olması garipsenecek bir durum değildir. Çünkü Hanifler, Hz. İbrahim aleyhisselamın Hanif Dininden geriye kalan hak bilgilerle Allah'ı biliyorlar ve bazı ibadetleri de yapıyorlardı. Ayrıca aynı dönemde Abdullah ismini taşıyan bir çok kimse bulunmaktaydı.

Peygamberimizin (a.s.m) annesi, babası ve hususan kendisi ne ile amel ediyordu; bir inanç ve ibadet hayatı var mıydı?
gibi konulara açıklık getirmesi bakımından bu konunun izahı gerekli olacaktır.

Hanîf kelimesinin menşei ve anlamı hakkında değişik görüşler bulunmaktadır. Menşeinin Arapça, İbranice, Süryanice ve Habeşce bir kökten geldiği hususunda farklı anlayışların olduğu görülmektedir.

Mesudi, Arapçalaşmış Süryanice bir kelime olduğunu ve bununla Sabiilerin kastedildiğini , Yakubi ise bu kelimeyi, Hz. Davud (a.s.)’ın savaştığı Filistinliler için kullanmakta ve onların yıldızlara taptıklarını belirtmektedir . Ancak Arapça sözlüklerde, kelime menşei hakkında bir bilgiye rastlanmadığı halde, manâsının hanefe kökünden “meyletmek, yönelmek” manâsına geldiğini anlamaktayız. Hz. İbrahim (a.s.)’ın kavmine, putperestliğe iltifat etmeyip, Allah’ın dinine İslam’a döndüğü için Hanif denilmiştir. Ebu Amr da Hanîf kelimesini, hayırdan şerre veya şerden hayıra meyleden diye açıklasa da, sözlük manasında ve İslami literatürde mutlak bir manada bir meyletmek değil, “dalaletten istikamete, diğer dinlerden hak dine dönmek” anlamında kullanılmış, haktan batıla yönelmek ise “cnf” köküyle ifade edilmiştir . Şu halde Hanif kavramı, eğriliği bırakıp doğrusuna gideni ifade etmiş ve Hz. İbrahim (a.s.)’ın milletine ad olmuştur ki, başka dinlerden ve batıl mabutlardan çekinip, yalnız bir Allah’a yönelen muvahhid için kullanılmıştır .

Cahiliye devrinde, sünnet olduktan sonra Kabe’yi ziyaret eden kimseye hanîf denilirdi. Zira bu güzellikler Hz. İbrahim ( a.s.) dininden geriye kalanlardan bazılarıydı.

Kur’an-ı Kerim’de hanif kelimesi on yerde, çoğulu hunefa ise iki yerde geçmektedir. Bu on iki yerin dokuzunda hanifliğin müşriklikten farklı ve onun karşıtı olduğu belirtilmekte, aynı zamanda sekiz yerde de Hz. İbrahim ( a.s.)’ın imanını ifade etmekte, bu sekiz yerin birisinde de din manâsına gelen millet kelimesi yer almakta, bir yerde de bizzat Hz. İbrahim (a.s.)’ın kendini hanif diye nitelemektedir.

Hanif kelimesi Kur’an-ı Kerim’de bir taraftan Hz. İbrahim (a.s.)'ın imanını ifade etmek için ve müşrikliğin karşıtı olarak kullanılırken, diğer taraftan Hz. İbrahim (a.s.)'ın Hıristiyan ve Yahudi olmadığı , bilakis Ehl-i kitabın hanifler olarak Allah’a kulluk etmekle emrolunduğu vurgulanmaktadır.

Hanifliği, Yahudilik ve Hristiyanlıkta aramanın gereği yoktur. Hepsi bir Allah’ın dinidir. Zamanla bazı bozulmalar olmuş, İslam bütün bozulma ve eğrilikleri düzelterek, güzelliklerin devam etmesine müsaade etmiş, yanlışlıkları ise tashih etmiştir. Yoksa Hanifliği Yahudi ve Hristiyanlığın devamı gibi görmek hatalı olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim,

“Ey ehli kitap İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz? İbrahim ne Yahudi ne de Hristiyan’dı, fakat o bir hanif ve Müslümandı, müşriklerden de değildi.” (Al-i İmran, 3/65-67)

buyurarak, hem hanifliğin Yahudi ve Hristiyanlıktan önce olduğunu kesin bir dille ifade eder, hem de Hz. İbrahim (a.s.)’ın yerini belirler.

İslam ve din-i kayyım’lıkla eş anlamlı olan hanifliğin, Araplardan putlara tapmayan, bir tek ilahın varlığına inanan ve O’na kulluk eden bir cemaate işaret ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunlar hunefa veya ahnef diye de bilinirler ve bizatihi kendileri Yahudi ve Hıristiyan olmadıklarını, Hz. İbrahim (a.s.)’ın dinini takip ettiklerini ve Allah’a şirk koşmadıklarını ifade ederler.

Hanif kelimesinin, Kur’an’daki anlamıyla hadislerde de geçtiğini görmekteyiz. Hz. Peygamber (a.s.m) “Allah katında hangi din daha makbuldür?” diye sorulduğunda “kolaylaştırılmış haniflik” diye cevap vermiştir. Buhari’de geçen başka bir rivayete göre , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, hakiki dini aramak amacıyla Şam’a gitmiş, rast geldiği bir Yahudi ve Hristiyan alimlerine dinlerini sorup, beklediği cevabı alamayınca, kendilerine hangi dini önerdiklerini sormuş, onlar da hanifliği tavsiye etmişler, hanifliğin ise İbrahim (a.s.)’ın dini olduğunu, O’nun Hıristiyan ve Yahudi olmadığını, sadece Allah’a kulluk ettiğini belirtmişlerdir.

Peygamberimizin (a.s.), “Allah, kullarımın hepsini hanif olarak yarattım, buyurdu.” ifadesi ile “Ben Yahudilik ve Hristiyanlık ile değil, kolaylaştırılmış haniflikle gönderildim.” sözü beraber düşünüldüğünde, hanifliğin, bütün peygamberlerin tebliğinde ortak olan ilkeleri içine aldığı ve İslamın da bu ilke ve esasları yaşatan bir din olduğu ve Hz. İbrahim (a.s.) gibi Hz. Peygamber (a.s.m)’ın da aynı dini tebliğ ettiği sonucuna varılabilir.

Netice olarak, cahilî dönemdeki haniflik hakkında farklı görüşler ileri sürülmüşse de , yukarıda ifade edilen rivayet ve izahlar ışığında, bunların Cahiliye toplumu içinde yaşayan muvahhid, Yahudilik ve Hristiyanlıktan değil de, Hz. İbrahim (a.s.) dininden geriye kalan bazı güzellikleri, kendi çapında yaşamaya çalışanlara verilmiş genel bir isim olduğu anlaşılmaktadır.

Haniflerin inanç esasları ile ilgili olarak, daha çok dini kaynaklarda bilgilere rastlamaktayız. Cahiliye Arapları nazarında, sünnet olan, Kabe’yi tavaf eden herkes haniftir. Ancak Taberi, bu iki özelliğin yeterli olmadığını, zira bazı müşriklerin de bunu yaptıklarını ifade eder. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de haniflik, müşrikliğin zıddı olarak gösterilmektedir. Öyleyse hanifliğin birinci şartının tevhid ehlinden olmak olduğunu belirtir. Bazı kaynaklar ise bu şartlara, putlardan uzak olmayı, cünüplükten dolayı yıkanmayı da eklemişlerdir .

Haniflerin putlar adına kesilen daha geniş ifadesiyle, Allah’tan başkası için kesilen kurbanların etlerinden yemedikleri, içki içmedikleri nakledilmekte , genel olarak haniflik vasfının, haccetmek, hakka tabi olmak, Hz. İbrahim (a.s.)’ın getirdiği şeriata uymak ve sadece Allah’a kulluk etmek olduğu ifade edilmiştir.

Bu dönem haniflerinin temel özelliklerinden biri Yahudi ve Hristiyanlığa iltilaf etmeyip, çevrelerindeki putlardan ve putperestlerden yüz çevirip, İbrahim (a.s.)’ın ilahı olan bir Allah’a ibadet etmeleridir. Zeyd b. Amr b. Nufeyl gibi bazıları İbrahim (a.s.)’ın dini olan gerçek dini aramaya çıkmış, bir kısmı halkı putlardan uzaklaştırmaya çalışmış, bazıları da teemmül ve tefekkür için inzivaya çekilmiştir. Tarihçilerin ifadesine göre, bunların bazıları okur yazar oldukları gibi, bazı dilleri bilirler ve seyahate çıktıkları için de oldukça kültürlü sayılırlardı.

O dönemde bizzat hanif olarak zikredilen pek çok kişinin isimleri geçmektedir. Bunlardan bazıları, Kus b. Saide el-İyadi , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl , Umeyye b. Ebi’s-Salt, Erbab b. Riab, Süveyd b. Amr el-Müstalaki, Ebu Kerb Es’ad el-Himyeri, Veki’ b. Seleme el-İyadi, Umeyr b. Cündeb el-Cüheni, Adi b. Zeyd el İbadi, Ebu Kays Sırme b. Ebu Enes, Seyf b. Züyezen, Varaka b. Nevfel el-Kureşi, Amir b. Zarb el-Udvani, Abdüttabiha b. Sa’leb, İlaf b. Şihab et-Temimi, Mütelemmis b. Umeyye el-Kenani, Züheyr b. Ebi Sülma, Halid b. Sinan el-Absi, Abdullah el-Kudai, Abid b. Ebras el-Esedi, Ka’b b. Lüey gibi zatlardır.
Cahiliye döneminin kayda değer hanif şahsiyetlerden ve Kureyşin hanifliği yaşatanlarından Varaka b. Nevfel, Osman b. Huveyris, Ubeydullah b. Cahş bilhassa zikredilmesi gerekenlerdendir. O günün içinde bulunduğu durumu yansıtması açısından önem arz etmektedir .

Varaka b. Nevfel eski kitapları okuyan alim bir kimseydi. Peygamber (a.s.m)’a onun durumu sorulmuş, O’da, “onu üzerinde halis bir ince ipek elbise olduğu halde Cennet’in ortasında yürüdüğünü gördüm” buyurarak güzel yaşantısının akibetini haber vermiştir.

Süveyd b. Amir el-Mustalaki’nin şiirlerinden muvahhid, olduğu ve İbrahim (a.s.)’ın dinine meylettiği anlaşılmakta, Ebu Kerb b. Es’ad el-Himyeri ise, Hz Peygamber (a.s.m)’dan çok önce onun geleceğini haber vermiş ve iman ettiğini ifade etmiştir. Veki’ b. Seleme “Sıddik” olarak bilinmekte, İslam’dan önce vefat eden Umeyr b. Cündeb, ise tevhid inancını benimseyenlerdendi. Yine Adi b. Zeyd el-İbadi de putlardan uzaklaşıp, İbrahim (a.s.)’ın Rabbine ibadet edenlerdendi. Bilahare Medine’de Müslüman olmuştur. Seyf b. Züyezen de, Varaka b. Nevfel gibi Hz. Peygamber (a.s.m)’ın geleceğini müjdelemiş ve onun zamanına yetişirse O’nunla beraber Medine’ye gideceğini bildirmiştir.

Bu dönem haniflerinin ortak özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür:

Putları ve her türlü şirki reddetmek, mensubu bulundukları kavmin yanlış adet ve inanışlarına karşı çıkmak, cehaletin ortadan kaldırılması için faaliyette bulunmak, kavimlerinin baskılarından kurtarmak için onlardan uzaklaşarak inzivaya çekilmek ve yaratıcıyı düşünmektir. Tarihçiler, haniflerin bazılarının kutsal kitapları, sayfaları ve Zebur’u okuduklarını, bir çoğunun Hz. İbrahim (as)’in dini üzere yaşadığını, bir kısmının da onun kelimelerini aradıklarını, bu uğurda çeşitli sıkıntılara katlandıklarını, yolculuklara çıktıklarını, rahip ve hahamlarla görüşüp onlara sorular sorduklarını, ancak aradıklarını bulamadıkları için Yahudilik ve Hristiyanlığa girmediklerini, İbrahim (a.s.)'ın dinine inanmış olarak öldüklerini bildirmektedir.

7 Peygamberimiz dışında diğer peygamberlerimizin de namaz kıldıkları ifade edilmektedir. Diğer dinlerde de namaz ibadeti var mıydı?

Hz. Âdem'den (a.s.) Peygamber Efendimize (a.s.m.) gelinceye kadar bütün peygamberlerin tebliğ etmiş oldukları iman esasları birdir. Bu husus, peygamberlerin tebliğ ettikleri bütün hak dinlerin ortak bir hususiyetidir. Hiç bir peygamber iman esaslarını değiştirmediği gibi, ona her hangi bir ilâve de yapmamıştır. Hz. Adem (as) insanları nelere inanmaya çağırmışsa, son peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam da ümmetini o esaslara iman etmeye davet etmiştir.

İlâhî dinler arasında iman esasları hususunda hiçbir fark olmadığı gibi, bilhassa temel ibadetler hususunda da fark bulunmamaktadır.

İşte dinin direği mesabesinde olan namaz da bütün peygamberlere ve onların ümmetlerine farz kılınmış bir ibadettir. Fark, sadece vakitlerde ve rekât sayısındadır. Bize ise, sevap bakımından elli vakte denk, beş vakit olarak farz kılındı.

Namazın geçmiş ümmetlere de emredildiği hususu bizzat Kur'an-ı Kerîm'de ifade edilmektedir. Meselâ, bir âyeti kerimede Hz. İbrahim (as)’in devamlı namaz kıldığı ve neslinin de namaza devam etmelerini istediği şöyle haber verilir:

"Yâ Rabbi, beni ve benim neslimden olanları namaz da devamlı kıl. Ey Rabbimiz, duamı kabul buyur." (İbrahim, 14/40)

Hz. Musa (as) da namazla emrolunmuştu. Mâide Sûresinin 12. âyeti kerimesinde İsrailoğullanndan namaz kılmaları hususunda kesin söz alındığı ifade edilir.

Hz. Şuayb (as) da çok namaz kılardı. Hatta bu sebeple kendisine hakaret edilmek istenmişti. Bu da Kur'an-ı Kerîm'de şöyle beyan buyurulur:

"Onlar dediler ki: 'Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terk edip mallarımız hakkında dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?" (Hûd, 11/87)

Yine Kur'an-ı Kerîm'de Hz. Ishak ve Yakub'un, Hz. Zekeriya'nın, Hz. İsa’nın (aleyhimüsselam) namaz kıldıkları bildirilmektedir.

Diğer taraftan oruç ve zekât da sadece Peygamberimizin (asm) ümmetine mahsus ibadetler değildir. Nitekim, Kur'an-ı Kerîm'de bu ibadetlerin diğer ümmetlere de farz kılınmış olduğu bildirilmektedir. Meselâ, Bakara sûresinin 183. âyetinde mealen şöyle buyurulur:

"Ey imân edenler! Oruç, sizden evvelki ümmetlere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Tâ ki, günahtan sakınıp takvaya eresiniz."

Evet, namaz, oruç, zekât ve daha birçok ibadetler diğer peygamberlerin şeriatlarında da vardı. Fakat zamanla Yahudi ve Hristiyanlar bu ibadetleri terk ettiler veya değiştirdiler. O halde, "Müslümanlar namazı Yahudilerden almışlar." demek yerine, "Cenâb-ı Hak namazı Yahudilere ve diğer ümmetlere de emretmiştir." demek daha doğrudur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Namazın peygambelerden bugüne gelişi? Diğer peygamberler ve ümmetleri de namaz kılar mıydı?..

8 Ehl-i kitap olanlara (Yahudi ve Hristiyanlara) kafir denir mi? Kafir kimlerdir?

Allah'ın emir ve yasaklarını, bütün İslamî hükümlerini kabul ederek İslam'ı bir nizam olarak görmek iman gereğidir. Bunlardan bir kısmını red etmek veya İslâm'ın çağımızda uygulanmasının mümkün olmadığını ileri sürüp bir hükmünü bile olsa red eden kimseler kâfir olur.

Yahudi ve Hristiyanların bozuk inançları yüzünden imansız durumuna düşmeleri hakkında Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

"Şüphesiz ki: "Allah ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir", diyenler kâfir olmuşlardır. Ey Muhammed! Deki: "Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese, O'na kim engel olabilir? Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti yalnız Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir." (Mâide, 5/17)

"Şüphesiz, Meryemoğlu Mesih (İsâ), Allah'ın kendisidir." diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki bizzat Mesih şöyle demiştir: "Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Çünkü kim Allah'a eş koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar."

"Allah, şüphesiz üçün (üç Tanrının) biridir." diyenler kafir olmuştur. Halbuki bir tek ilâhtan başka hiç bir ilâh yoktur." (Mâide, 5/72, 73).

Yahudi ve Hristiyanların ilâh inancının, inkârcıları taklitten ibaret olduğu şöyle belirtilir:

"Yahudiler; "Uzeyr Allah'ın oğludur." dediler. Hristiyanlar da: "Mesih (İsa) Allah'ı n oğludur." dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkarcıların sözlerini taklit ediyorlar." (Tevbe, 9/ 30).

İlave bilgi için tıklayınız:

KAFİR...

Ehl-i kitab (Hrisityan-Yahudi) 'a yüzlerine karşı kafir denir mi?

9 Allah isteseydi ilk gelen ilahi din tek din olabilirdi, ama neden üç farklı dinin oluşmasına izin vermiştir?

İslam kelimesi bir çok anlamda kullanılmaktadır. Bununla beraber Peygamberimize (asm) gönderilen dinin özel adı da İslamdır. Bu bakımdan Peygamberimize (asm) gönderilen din ile Hz. İbrahim (as)'in dininin ismi farklıdır. Bu dinlerin isimleri farklı olsa da temel konularda aynıdır. Ancak teferruatta farklı olabilmektedir.

Hz. Âdem (as)’den Peygamber Efendimize (asm) gelinceye kadar, bütün peygamberler hak dini tebliğ etmişlerdir. Dinin temeli olan îman esasları hep aynı kalmıştır. Fakat şeriat dediğimiz, ibadet ve dünyaya ait işlerde Hz. Âdem (as)’den Peygamberimize (asm) kadar her devrin icaplarına, insanların ihtiyaçlarına göre bazı hükümler değişerek gelmiştir. Cenab-ı Hak her devrin insanının yaşayışını ve menfaatini gözeterek her ümmete ayrı bir şeriat göndermiştir. Mâide Sûresinin 48. âyetinde bu hususta şöyle buyurulur:

“Sizin her biriniz için Biz bir şeriat ve açık bir yol tayin ettik.”

Meselâ, Yahudiler ancak havralarda, sinagoglarda, Hristiyanlar sadece kiliselerde ibadet edebilirlerken, biz Müslümanlar her yerde namaz kılabiliyoruz. Yine sığır ve koyun gibi hayvanların iç yağları Hz. Musa (as)’ın şeriatında haramken, bizim dinimizde helâldir.

Bu gerçek Nur Külliyatında şöyle ifade edilir:

“Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtem-ül Enbiya’dan sonra şeriat-ı kübrası, her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır.” (bk. Sözler, s. 485)

“Fer’î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa deva iken, şahs-ı âhere dâ’ olur. Bu sırdandır ki, Kur’ân fer’î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.” (bk. İşarât-ül İ’caz, s. 50)

Temel hükümler bütün peygamberler için aynıdır; değişmez, nesh olmaz. Meselâ, imanın rükünleri bütün hak dinlerde aynıdır ve ibadet bunların hepsinde vardır. Ama ibadetin fer’î hükümlerinde, yani teferruatında farklılıklar görülür. İbadetin şekli, vakti, kıblenin yönü gibi hükümlerde nesh söz konusu olmuştur. 

Kanaatimize göre Kur'ân-ı Kerîm dışındaki ilâhî kitaplarda o kitaba tâbi ola­caklar için bir din adı konmadığı, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi isimlendirmele­rin daha sonra ortaya çıktığı ve bunların o peygamberin tâbilerine sonradan veri­len adlar olduğu dikkate alınırsa "Doğrusu Allah katında din İslâm'dır." ifadesinin anlamı daha iyi anlaşılır. Her ne kadar Hz. Muhammed (asm)'in tebliğ ettiği dinin ken­dine özgü hükümleri varsa da, Kur'an'da bu kitabın önceki peygamberlerin getir­diklerini onaylama özelliği üzerinde ısrarla durulması, onların bildirdiklerinin de temelde İslâm dairesi içinde olduğunu, ancak ilâhî hikmet gereği bu öğretilerin en mükemmel şekline Hz. Muhammed (asm)'in gönderilmesi ile ulaşıldığını gösterir. Şu halde yüce Allah'ın hoşnutluğunu elde etmenin yegâne yolu O'nun bildirdiklerine bütünüyle inanmaktır.

İlave bilgi için tıklayınız:

İslamiyet neden son din olarak gönderildi? ...

10 İslamiyet neden son din olarak gönderildi? Allah diğer dinlerin bozulmasına neden izin verdi?

Her şey bulunduğu ortamda en iyisidir. Fakat genel olarak, bütün eşya içerisinde en iyi ve en güzel olan bir şey vardır. Mesela: Kur'an-ı Kerim'de insanın ahsen-i takvimde yani, en güzel kıvamda yaratıldığı ifade edilmiştir. Buna göre, diğer mahlukat eksik mi yaratılmış oluyor. Hayır. Onlar da kendi alanlarında en güzel mahlukattır. Misal olarak, güneş kendi alanında en güzeldir. Yani güneş olmazsa insanların hiç birisi yaşayamaz. Ama insan genel itibariyle en güzeldir; güneş ise, bulunduğu ve icra ettiği iş cihetiyle en güzelidir. Bu örnekleri artırabiliriz; koyun, toprak, meyveli ağaç, melek v.s. bunlar kendi alanlarında en güzel ve mükemmel mahlukattır. Bu durum da insanın en mükemmel olması, diğer mahlukatın mükemmel olmadığı veya eksik yaratıldığı anlamına gelmemektedir.

Çünkü, bu koyunlardan daha güzel bir koyun tasavvur edilmez. Bu deveden daha güzel bir deve, bu güneşten daha güzel bir güneş hayal edilmez. İşte aynen onun gibi, gönderilen semavi kitaplar kendi zamanlarında gönderilmesi gereken en mükemmel kitaplardır. Nasıl ki, bir ilkokul çocuğuna çarpım tablosunun öğretilmesi, ne eksiktir ne de fazladır. Fakat üniversitedeki öğrenciye çarpım tablosu değil daha ileri dersler verilir. Bunun gibi, Kur'an'dan evvel gelen kitaplar, kendi zamanlarının en iyisidir ve o zamanlarda onların gönderilmesi hikmettir, eksiklik değildir. Bu açıdan her peygamber ve ona verilen her vahiy kendi döneminin en mükemmeli ve en güzelidir.

Ancak tabiri uygun ise, insanlığın tamamı bir kitaptan ve bir peygamberden ders alacak yüksek okul örencileri gibi bir seviyeye gelince Kur'an gönderilmiştir.

Madem ki en yüksek ilim üniversitede veriliyor. Öyleyse üniversitede verilen ilim, ilkokul çocuklarına da verilsin, diyebilir miyiz. İnsanlık da bir eğitim kurumu gibidir. Her devir bu okulun bölümleri gibidir. Bu bölümlerin hocaları da peygamberlerdir. Hz Adem (as)’den bu yana insanlık, hocalarından ders alarak sanki üniversite seviyesine gelmiş ve İslam dininin mükemmel derslerini alma kabiliyeti kazanmıştır. Bu nedenle en son ve en mükemmel din en sona bırakılmıştır. İlkokulda da matematiğin özü vardır. Ama ders onların seviyesine göre verilir ve hoca bütün bildiği şeyleri değil de anlayacakları şeyleri anlatır.

İşte diğer peygamberler de insanlığa seviyelerine göre ilim vermiş ve onları yetiştirmiştir. Sonuçta bütün yönleriyle ders alma seviyesine geldikleri için İslam Dini ve Yüce Peygamberi (asm) gönderilmiştir.

Ayrıca, Hz. Peygamber (a.s.m) devri, eski peygamberler devrine göre, dünya ülkelerinin birbirini bildiği, insanların gelişen ticaret sayesinde birbirlerini yakından tanıdığı ve kıtalar arası iletişimin çok gelişmiş olduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber (a.s.m) Bizans, Sasanî ve benzeri dünya imparatorlarına mektup yazarak onları İslam dinine girmeye davet etmesi,  bu söylediklerimizin doğruluğunu kanıtlamaktadır. Kaldı ki, Hz. Muhammed (a.s.m) kıyamete kadar gelecek bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğine göre, bu günkü global dünyanın bir şehir hükmüne geçeceğini bilen Allah’ın bunu da göz önünde bulundurduğunu göstermektedir.

Allah (cc) daha önce göndermiş olduğu İncil ve Tevrat'ın bozulmasına izin verirken, neden Kur'an-ı Kerim'i korudu? Allah kendi sözlerinin değişmesine neden daha önce izin verdi?

1. Hikmetini anlayamadığımız bazı şeylerde Allah’a bırakmak, imanımızın kemalini ve dinimizdeki sadakatimizi gösterir.

2. Allah’ın yeryüzünde yarattığı şeylerin hepsi bir değildir. Kimini sebeplere bağlar, kimini sebepsiz vasıtasız yaratır. Mesela insanların hepsi bir anne ve babadan gelirken Hz. Ademi (as) hem anne hem babasız, Hz. İsa (as)'yı babasız, Hz. Havva'yı da annesiz yaratmıştır. Demek ki umumi kanunların dışında bazen hususi olarak hareket etmektedir.

Ayrıca ateş yakar, ay ikiye yarılmaz, ağaç yürümez, asa yılan olamaz. Sebepler açısından böyledir. Ancak, Hz. İbrahim (as) yanmamış, ay ikiye ayrılmış, ağaç Peygamberimizin (asm) emriyle yürümüş, Hz. Musa (as)'ın Asası da yılan olmuştur. Allah’ın izniyle ve muradıyla bunlarda değişiklik olmuştur.

Yine bazı peygamberler gelmiş, gönderildiği ümmetleri tarafından öldürülmüştür. Ama Hz. Musa, Hz. İbrahim, Hz. Muhammed (asm) gibi bazı peygamberlerini de muhafaza ederek korumuştur.

İşte aynı durum kitaplar için de geçerli olabilir. Diğer kitapların değiştirilmesine müsaade eden Allah, hususi olarak lütfüyle Kur’an-ı Kerim’in değiştirilmesini engellemiştir. Bu sebepten dolayı Kur’an’ın özel koruması altında olduğunu belirtmiştir. Hz İbrahim (as)’i ateşte yakmayıp koruyan Allah, Kur’an-ı Kerimi de değişiklikten muhafaza etmiştir.

Şimdi nefis ve şeytanımız, neden diğer peygamberlerini öldürülmekten korumadı da Hz. İbrahim (as)’i korudu diyemeyeceği gibi, bu konuda da fikir beyan edemeyecektir inşallah.

3. Peygamberimizin (asm) diğer peygamberler arasındaki konumu bellidir. Alemlere rahmet olarak gönderilmiş ve peygamberliği belli bir zamana ve belli bir döneme ait olmayıp, bütün zaman ve dönemleri içine alıyor. Hem de insan ve cinlere gönderilmiştir. Diğer peygamberler öyle değildir.

Öyleyse bu Peygamberin (asm) kitabı da bütün zaman ve mekanları içine alacak şekilde olmalıydı. Eğer değiştirilemez mührü olmasaydı, insanlar bu kitabı da değiştireceklerdi. Bu mühür onu korumuştur.

4. Allah isterse hiçbir kimse ona karşı bir şey yapamaz. İşte Kur’an’ı muhafaza ederek bunu göstermiş oluyor.

11 Kuran'da geçen, "Yahudi ve Hristiyanları dost tutmayınız." ayeti nasıl anlaşılmalıdır?

Cevap 1:

İslâmiyet, insanlık için bir saadet ve rahmet vesilesidir. Onun şefkat kanatları ve geniş müsamahası kendisine tâbi olmayanları da kuşatmıştır. Diğer dinlerin mensupları kendi dinlerinde görmedikleri rahat ve refahı İslâm'da bulmuşlar, bir İslam beldesinde hiçbir sıkıntıya maruz kalmadan hayatlarını devam ettirmişlerdir. Müslümanlar da bu husustaki İlâhî emirlere tam olarak riayet etmişler ve en geniş mânâda tatbik etmişlerdir.

Ankebut Sûresinin 46. âyetinde şöyle buyurulur:

"Kitap ehliyle ancak en güzel bir yoldan mücadele edin; güzellikle, yumuşaklıkla, delil ve ispat yoluyla onlara hakkı anlatın; ancak onlardan zulme sapanlar müstesnadır. Onlara deyin ki: 'Bize indirilene de size indirilene de îmân ettik. Bizim İlâhımız da sizin İlâhınız da birdir. Biz ancak ona boyun eğeriz.'"

Bu mânâyı teyit eden diğer âyet-i kerimenin meâli de şöyledir: 

"Sizinle din hususunda savaşmamış ve sizi yurdunuzdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmaktan ve adalet etmekten Allah sizi men etmez. Şüphesiz ki, Allah adalet edenleri sever."

"Ancak Allah sizinle din hususunda savaşmış, sizi yurdunuzdan çıkarmış ve çıkarılmanıza yardım etmiş olanları dost edinmekten sizi men eder. Kim onları dost edinirse işte onlar zâlimlerin tâ kendisidir."(1)

Meâlini verdiğimiz bu âyetler gibi daha birçok İlâhî emirler ve hadis-i şeriflerle Müslümanların Ehl-i kitapla münasebetlerinin esasları belirtilmiştir. Dinimiz, hiçbir zaman onları "kâfirdir" diye saf dışı bırakıp alakayı kesmemizi emretmemiş, onlarla dünya işlerinde anlaşmalar yapmayı, ortak hareket etmeyi meşru saymıştır.Yahudi ve Hristiyanlarla yapılan bu gibi münasebetler, Kur'an-ı Kerimin, "Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin." hükmüne aykırı değildir. Ayette yasaklanan dostluk, bir inanç olarak Yahudiliği ve Hristiyanlığı benimsemek, o yanlış inançlara dostluk göstermek manasınadır. Bir ehl-i kitabın ilminden, sanatından faydalanmak üzere kendisiyle dostluk kurmak bu yasağa girmez. Bediüzzaman'ın izahiyle mesele şöyledir:

"Herbir Müslümanın her bir sıfatı her zaman Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı istihsan etmek (hoş karşılamak) iktibas etmek, neden caiz olmasın?"

"Onlarla dost olmamız medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir (güzel görüp almaktır). Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asâyişi muhafazadır." Çünkü "Daire-i itikatı daire-i muamelata karıştırmaya mecburiyet yoktur."(2)

Yani inancı beşerî münasebetlere karıştırmaya lüzum ve mecburiyet yoktur.

Bir Müslümanın diğer din mensuplarıyla veya hiçbir inanca sahip olmayan kimselerle inanç bakımından olmasa da bazı durumlarda müşterek hareket etmesi ve birtakım medenî münasebetlerde bulunması mümkündür. Aynı topraklarda veya aynı dünyada yaşayan insanların zaman zaman birbirleriyle bir kısım meselelerde fikir alışverişinde bulunmaları tabiidir. Bu durum milletler arasında olduğu gibi, dar çerçevede fertler arasında da görülmektedir.

Müslümanlarla, aynı memlekette, aynı şehirde yaşayan gayri müslimlere düşman nazarıyla bakılmasına dinimiz müsaade etmemiştir. Dinimiz, Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmeyi, yemeklerini yemeyi, hastalandıkları zaman ziyaretlerine gidip hâl ve hatırlarını sormayı, komşuluk hukukuna riayet etmeyi bir vazife saymıştır.

"Zimmiye eziyet edenin ben hasmıyım." (bk. Acluni, keşfü'l-Hafa, II, 218; Ebu Davud, Harac, 31-33) 

buyuran Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) Müslümanları, kendi ülkelerinde yaşayan ve kendilerine tecavüz etmeyip zarar vermeyen gayrı müslim vatandaşların haklarını korumayı, onlara sıkıntı vermemeyi emir buyurmuşlardır.

Ehl-i kitabın İslâm topraklarında dinlerini rahatça yaşamalarına müsaade eden ve onlara tam bir ibadet ve inanç hürriyeti veren İslâmiyet, bu müsamahayı çok geniş tutmuştur. Meselâ, bir âyet-i kerimede Ehl-i kitabın yemeklerinin yenilebileceği, kadınlarıyla evlenebileceği hususunda şöyle buyurulur:

"Bugün temiz ve güzel olan şeyler size helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemekleri size helâl olduğu gibi, sizin yemekleriniz de onlara helâldir. Hür ve iffetli mü'min kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar, namuslu olmanız, zina etmemeniz, gizli dost tutmamanız ve kendilerine mehirlerini vermeniz şartıyla size helâldir."(3)

Kaynaklar:

1. Mümtehine Sûresi, 8-9.
2. Münazarat, s. 26-27.
3. Mâide Sûresi, 5.

(Mehmet PAKSU)

Cevap 2:

Dış siyaset konusunda Müslümanlar arasında görüş ayrılığı olabiliyor. Bu gayet normaldir. Fikir hürriyeti içerisinde anlayışla karşılanmalıdır. Ama bazen, bu tip tartışmalarda ölçü kaçıyor. Adam, mesela, NATO'yu savunan bir Müslümanı hemen küfre girmekle itham ediyor, tekfire yelteniyor. “Sen bu görüşünle Hristiyanları desteklemiş oldun ve küfre girdin.” diyebiliyor. Bu yanlışını düzeltmeye kalktığınızda, Kur’an-ı Kerim’de, “Yahudileri ve Nasranîleri dost edinmeyin!” buyurulmuyor mu, diye size çıkışıyor.

Bu âyet-i kerimeyi yanlış değerlendirerek Hristiyan âlemiyle yapılan askeri paktlara ve ticarî anlaşmalara karşı çıkan bir takım çevrelere Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği cevabın bir bölümü şöyledir:

“Onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat’iyyen nehy-i Kur’anîde dâhil değildir.” (Münazarat)

Bu ifadelerde, Hristiyan dünyasında ortaya çıkan teknik gelişmeleri, fennî buluşları almanın, iktibas etmenin bu ayetin yasağına girmediğine işaret edilmekle birlikte, dünya saadetinin esasının asayiş olduğu, asayişi korumak için onlarla anlaşmalar yapmanın da yine bu ayetle yasaklanmış olamayacağı nazara veriliyor.

Konunun devamında, bu ayet-i kerimeyle Yahudileri ve Hristiyanları “Yahudilikleri ve Hristiyanlıkları cihetiyle” sevmenin yasaklanmış olduğuna dikkat çekiliyor. Ve harika bir misal veriliyor:

“Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.” Yâni, bir Müslüman’ın Ehl-i kitaptan, meselâ Hristiyan bir hanımı olsa, onu hanımı olduğu için sevecek, ama onun Hristiyanlığına muhabbet etmeyecektir.

İşte bu ince ölçüden mahrumiyet bize çok pahalıya mal oluyor...

12 Hinduizm, Budizm ve Sihizm gibi dinlere göre, kim olursa olsun, tek Tanrı'ya inananların cennete gideceği kabul ediliyor. Bunlar İslam Dini açısından nasıl değerlendirilir?

Önce adı geçen dinler hakkında kısaca bilgi vermenin faydalı olacağını düşünüyoruz:

HİNDUİZM (Brahmanizm)

Hindistan 'ın en belirgin dinlerinden biri Hinduizm'dir. Hint dinlerindeki gelişmeler sonucu Hinduizm adını alan din, Brahmanların hakimiyet sağladıkları dönemde ise Brahmanizm terimi ile ifade edilmiştir. Günümüzde Hinduizm ve Brahmanizm terimlerinin bir biri yerine kullanıldığı bilinmektedir. Yaygın bir anlayışa göre Hinduizm ve Brahmanizm terimleriyle, en eski Vedalar döneminden günümüze ulaşmış bulunan Hintlerin inanç, düşünüş, his ve hayat tarzları kastedilmektedir. Hint yarımadasındaki halkın çoğunun dini inanç ve geleneklerini ifade ettiği için Hinduizm terimini kullanılmaktadır. Hindular ise dinlerini "Sanatana Dharma" yani ezeli ve ebedi din veya baki din diye adlandırırlar. Bu dine mensup kişilere de "sanatani" yani baki denir.

İnanç Sistemi

Hinduizm'de Tanrı sayısı akıl almaz derecede çoktur. Tanrı Brahma 'nın dünyayı meydana getirdiğine inanılır. Tanrı Şiva ve Vişnu Brahma'dan sonra gelir. Rig-veda'da "Tanrı'nın / gerçekliğin tek olduğunu, ama bilgeler tarafından farklı adlarla anıldığı" şeklinde bir ifade bulunmaktadır. Hindulara göre bütün bunlar tek olan Brahman'ın tezahürleridir. Vedalar Döneminde önemli sayılan pek çok Tanrı bugün unutulmuş gibidir; onlara nadiren dua edilir.

SİHİZM

Sihizm, Sri Guru Nanak Dev Ji (1469-1539) tarafından kurulmuştur. İslam ve Hinduizm karışımı bir dini harekettir. Sihler Kuzeybatı Hindistan’ın Pencap bölgesinde yaşamaktadırlar. 1995 sayımına göre nüfusları 18.7 milyon idi. Bu da Hindistan nüfusunun % 1.9 unu teşkil etmekteydi. Ayrıca küçük gruplar halinde İngiltere, Kanada, ABD, Malezya ve Doğu Afrika’da bulunmaktadırlar. Günümüzde Hint dini ve siyasi hayatında önemli bir yer tutmaktadırlar.

İnanç ve Ayinleri

Sihizm, temel yapı itibariyle Tanrı ve O'nun birliğine inanır. Nanak Tanrıya isim vermekten sakınarak Ona Hari demiştir. Nanak’a göre Tanrı, görünmez üç şey [1 Brahma (Vareden), 2 Vişnu (Rızıklandıran) 3 Şiva (Öldüren)] yaratmıştır. Sihizm'de kişinin bu dünyada yaptıklarının öteki alemdeki hayatına tesir edeceğine (Karma) ve ruh göçü (Tenasuh)´ne inanmaktadır.

BUDİZM

Brahma inanışının değiştirilmiş bir seklidir. Buda’nın felsefi düşüncelerini kabul edip yolunda yürümektir.

Buda, milattan tahminen 560 sene evvel, Hindistan’da Kapilavastu (Lumbini) köyünde doğmuştur. Asıl adı, Guatama veya Gotama’dır. Buda ismi, ona sonradan verilmiş lakap olup, münevver (aydın), ilhama kavuşan demektir.

Budizm’de dört esas vardır:

1. Hayat, ıstırap ile doludur. Zevk ve sefa, bir hayal, bir aldatıcı rüyadır. Doğum, ihtiyarlık, hastalık ve ölüm de acı bir ıstıraptır.

2. Bu ıstıraplardan kurtuluşa mani olan şey, bilgisizlik yüzünden kapıldığımız hevesler ve ne olursa olsun, muhakkak yaşamak arzumuzdur.

3. Izsdırabı yenmek için, bütün geçici heveslerle birlikte muhakkak yaşamak arzusunu da terk etmek gerekir.

4. Yaşama hevesinin sönmesi ile, insan rahata kavuşur. Bu hâle "Nirvana" ismi verilmektedir.

Nirvana, hiçbir hevesi ve ihtirası olmayan bir insanın, dünya zevklerinden elini çekerek kutsal istirahata kavuşması demektir.

Şimdi sorunuzun cevabına geçelim:

Cennetin anahtarı imandır. Oradaki makam ve dereceleri belirleyen ise, Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmaktır. Bu bakımdan iman etmemiş birisinin cennete gitmesi mümkün değildir. Yalnız İslam alimleri, kendisine hak din ulaşmamış insanları bunlardan müstesna tutar.

Bilindiği gibi, dinler -bir açıdan- üçe ayrılıyor: Semavî dinler, tahrif edilmiş dinler ve bâtıl dinler.

“Doğrusu Allah katında din ancak İslâm’dır...” (Âl-i İmran, 3/19)

âyetinin açık hükmüne göre, beşer aklının mahsulü olan batıl dinler gibi, Tevrat ve İncil’in tahrifiyle semavîlik vasfını kaybeden Yahudilik ve Hristiyanlık da Allah indinde geçerli değildir:

“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, o kimseden bu din asla kabul edilmez ve o, âhirette kaybedenlerden olur.” (Âl-i İmran, 3/85)

Din denilince önce itikat, sonra da ibadet akla gelir. Buna göre, İslâm dışında kalan dinlerdeki Allah inancı, melâike, kitap, resul telakkisi, âhiret ve kader anlayışı hakikatle tam uygunluk göstermiyor demektir.

“Bir şey sabit olursa levazımıyla sabit olur.” kaidesi meşhurdur. Bir şey için kaçınılmaz lâzımlar, yani özellikler, şartlar vardır. O şeyi bunlardan ayrı düşünemezsiniz. Meselâ, ruh dendi mi hayat onun lâzımıdır; hayatı ruhtan ayıramazsınız.

Diğer bir önemli itikat kaidesi: “İman tecezzi kabul etmez.” Yani, iman hakikatleri bir bütündür; birine iman etmemek insanı dinden çıkarmaya yeter. Bunlardan birine inanmayan insana mü’min denilmez. Meselâ Allah’a inanan, fakat âhirete inanmayan insan mü’min değildir. Bu adam için, “Allah inancında mü’min” fakat “âhiret inancında kâfir” gibi ikili bir tasnif yapılamaz. Bu böyle olduğu gibi, Allah inancı da tecezzi kabul etmez. Yani, “Allah’ın varlığına inanırım, ama kadim olduğunu kabul etmem.” diyen bir insan, Allah’a değil kendi zihninde kurduğu bir ilâha inanmış olur.

Allah'a inanan bir mümin, O’nun kitabı olan Kur'an'a da iman edecektir ki Rabbini hak bir itikat üzere bilebilsin. İnsan aklı ancak kendisini ve bu alemi bir yaratanın olduğunu bilebilir, ama onun sıfatlarını, fiillerini, isimlerini, emir ve yasaklarını, ebedi yurdunu, cennetin yollarını, Allah bildirmedikçe bilemez. O halde Allah'a ve Kur'an'a imanın birbirinden ayrı düşünülmesi kabil değil. Kur'an’a inanan insan, Peygamberimiz (asm)'in risaletine ve vahiy meleği Cebrail'e (a.s.) de inanma durumundadır. Bu ise peygamberlere ve meleklere imanın ilk ve en büyük adımı. Kur'an’a ve peygambere inanan bir insan ise Kur'an’ın bildirdiği ve Allah Resulünün (a.s.m.) öğrettiği bütün hakikatlere inanır ve bütün ibadetlere sarılır.

Sadece Allah'a inanmakla kurtuluşa erebilecek zümre, fetret devrinde yaşayan, hiçbir dinden, hiçbir peygamberden haberi olmayan, kendisine vahiy tebliğ edilmeyen, ibadet nedir bilmeyen kimselerdir.

Bu iki kaideye göre, Allah’a imanın sahih olabilmesi için, imanın altı rüknünün tamamına Kur’an’ın bildirdiği gibi inanılması gerekiyor. Zira insanlara ve cinlere Allah’ı tanıtan en son ve en mükemmel kitap odur; hiçbir tahrife ve değişikliğe uğramayan yegâne semavî kitap da odur.

Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ikiye ayrılıyor: Sıfat-ı Selbiye ve Sıfat-ı Sübutiye olmak üzere.

Sıfat-ı Selbiye; “Vücut, Kıdem, Beka, Muhalefetü’n li’l-Havadis, Kıyam Binefsihi, Vahdaniyet” sıfatlarıdır. ‘Vacip bir varlık ile var olan’, ‘ezelî ve ebedî bulunan’, ‘hiçbir varlığa benzemeyen’, ‘varlığı zatından olup varlığında ve devamında kimseye muhtaç olmayan’ ve ‘bir olan’ ilâh, ancak Allah’tır.

Sıfat-ı Sübutiye ise; “Hayat, İlim, İrade, Kudret, Sem’, Basar, Kelam, Tekvin” sıfatları. Zatî olarak, “hayat, ilim, irade, kudret, işitme, görme, kelâm ve tekvin (var etme)” sıfatlarına sahip olan ilah, ancak Allah’tır.

Biz “Lâ ilâhe illâllah” derken, bütün bu manaları ifade etmiş oluruz. Allah’a iman denildi mi, bu sıfatların tümüne iman anlaşılır; bir tekine dahi inanılmadığı takdirde o iman, Kur’anî mânâda bir iman değildir.

Kur’an-ı Kerim'de, “O’ndan başka İlâh yoktur.” hükmünün yer aldığı âyetleri gözden geçirdiğimizde, bu ilâhî hükmün ya hemen devamında yahut hemen öncesinde değişik mesajların verildiğini görürüz.

Sadece bir kaçını takdim edelim:

“Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler, elbette inkâr ettiler. Halbuki bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur.” (Mâide, 5/73)

Demek ki, teslise inananlar inkâra sapmış ve haktan uzaklaşmış oluyorlar.

“O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü onundur. Ondan başka ilâh yoktur. Hem diriltir, hem öldürür.” (A’raf, 7/158)

O halde, göklerin ve yerin mâliki olmayan, ölüm kanununa mahkûm ve mahşerde yeniden dirilmesi için de Allah’a muhtaç bulunan bir mahlûku ilâh edinen, yahut onu Allah’a ortak koşan bir insanın bu inancı, gerçek mânâsıyla Allah inancı değildir.

“Allah’tan başka ilâh yoktur. O sizi kıyamet günü mutlaka bir araya toplayacaktır.” (Nisa, 4/87)

İnsanları kıyamet günü bir araya toplamaya güç yetiremeyen ilâh olamaz.

“O Allah ki, sizi ana rahimlerinde dilediği gibi şekillendirir. Ondan başka ilâh yoktur...” (Âl-i İmran, 3/6)

Ana rahminde Allah’ın dilediği gibi şekillenen hiçbir mahlûka ilâh denemez.

“Ondan başka ilâh yoktur. Onun zatından başka her şey yok olucudur. Hüküm yalnız onundur. Ve ancak ona döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88)

Yok olmaya mahkûm hiç bir varlık ilâh değildir.

“Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka bir yaratıcı mı var? Ondan başka ilâh yoktur.” (Fatır, 35/3)

Yer-gök ikilisini bir fabrika gibi muntazam çalıştırarak rızkımızı yaratan Allah birdir. Bu güce sahip olmayana ilâh diye inanılmaz.

“De ki, o Rahman benim Rabbimdir. Ondan başka ilâh yoktur. Ben ona dayandım. Tövbem de onadır.” (Ra’d, 13/30)

Kulların günah bağışlayabileceklerini sanarak, onların karşısına geçip tövbe edenlerin inancı, Kur’anî mânâda Allah inancı değildir.

Tevhitle ilgili bir başka ayet:

“O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zahir’dir, Batın’dır. Ve O her şeyi bilendir.” (Hadid, 57/3)

Başlangıcı ve sonu olan, dışı, içi ve her şeyiyle Allah’ın tedbir ve idaresi altında bulunan bir varlığa ilâh denilemez. Teslis’e inananların bu âyetlerden alacakları çok dersler var. Hz. İsa (a.s.) her şeyden önce bir kuldur; risalet şerefiyle şereflenmiş bir kul. Annesi de, peygamber validesi olma lütfuna ermiş saliha bir hanım. Onlara ilâhlık isnat edecek kadar ileri giden, yahut gerilerde kalan insanların Kur’anî mânâda Allah inancına sahip olduklarını söylemek güç gibi görünüyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Fetret Ehlinin, Yani İslam'dan Haberi Olmayanların, Sorumluluğu Var mıdır?

13 İncil'de ve Tevrat'ta Hz. Muhammed'e işaretler var mıdır?

Tevrat ve İncil aslen vahiydir. Ancak değişik nedenlerden dolayı bu ilahi kitaplara ilaveler ve çıkarmalar olmuştur. Ayrıca değiştirmeler de yapılmıştır. Ancak "Göl yerinde su eksik olmaz." kabilinden Son Peygamber (asm)'den bahseden bazı cümleler, kelimeler de kalmıştır.

Bu konuda yapılan en detaylı inceleme Hüseyin-i Cisriye aittir. Hicri 1261-1327 yılları arasında yaşayan ve anne ile babası Ehl-i beytten olan bu Suriyeli alim, söz konusu mukaddes kitaplardan Efendimiz (asm) ile alakalı yüz on dört işaret çıkartmış ve bunları Türkçeye de çevrilen "Risale-i Hamidiyye"sinde neşretmiştir.

Eski mukaddes metinler arasında en çok tahrif edilmiş olma özelliğini taşıyan Tevrat'ta bile, Peygamberimize (asm.) ait şu işaretler vardır:

“O, iki binici gördü, biri merkep üzerinde, diğeri deve üzerindeki binicilerdi. O, dikkatle dinledi.” (İşaya XXI, 7)

Burada peygamber İşaya tarafından bildirilen iki biniciden merkep üzerinde olanı Hz. İsa (a.s.)'dır.  Çünkü İsa peygamber, Kudüse bir merkep üzerinde girmiştir. Deve üzerinde olan kişiyle de, Peygamber Pfendimize (asm) işaret edildiği açıktır. Efendimiz (asm) Medine'ye girişte devesinin üstündeydi.

Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, İncil tercümelerinde "faraklit" veya "paraklit" (perikletos) kelimeleri aynen muhafaza edilirken, yakın zamanlarda basılmış olan İncil tercümelerinde bu kelime değiştirilerek Arapça tercümelerinde “muazzi”, Türkçe tercümelerinde ise “teselli edici” şeklinde verilmiştir.

Hazreti Şuayb (as)'ın suhufunda, Efendimizin (asm) ismi "Müşeffeh" şeklinde geçer ki, kelime olarak tam karşılığı “Muhammed” dir. Tevrat'ta geçen "Münhemenna" isminin karşılığı da, yine "Muhammed"dir. (bilindiği gibi Muhammed kelimesinin lügat karşılığı da, “tekrar tekrar methedilmiş” şeklindedir.) Bunların dışında, Efendimizin (asm) ismi, Tevrat'ta çoklukla “Ahyed”, İncil'de ise, ”Ahmet” olarak geçmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Tevrat ve İncil Peygamberimizin Nübüvvetine Delildir
İncildeki paraklit veya faraklit kelimesi tam olarak neye işarettir?

14 Allah neden önceki dinleri muhafaza etmedi de İslamiyeti muhafaza etti? ilk din Yahudilik idi ve sonra diger kitaplar indi; acaba bunun sebepleri nelerdir?.. Neden Yahudilik tek din olarak kalmadı?

İlk din Yahudilik değildir. Ondan önce de çok şeriatlar ve peygamberler gelmiştir.

Hikmetini anlayamadığımız bazı şeylerde Allah’a bırakmak, imanımızın kemalini ve dinimizdeki sadakatimizi gösterir.

Allah’ın yeryüzünde yarattığı şeylerin hepsi bir değildir. Kimini sebeplere bağlar, kimini sebepsiz vasıtasız yaratır. Mesela insanların hepsi bir anne ve babadan gelirken Hz. Ademi (as) hem anne hem babasız, Hz. İsa (as)'ı babasız, Hz. Havva'yı annesiz olarak Hz. Adem'den yaratmıştır. Demek ki umumi kanunların dışında bazen hususi olarak hareket etmektedir.

Ayrıca ateş yakar, ay ikiye yarılmaz, ağaç yürümez, asa yılan olamaz; sebepler açısından böyledir. Ancak, Hz. İbrahim (as) yanmamış, Ay ikiye ayrılmış, ağaç Peygamberimizin (asm) emriyle yürümüş, Hz. Musa (as)'ın Asası da yılan olmuştur. Allah’ın izniyle ve muradıyla bunlarda değişiklik olmuştur.

Yine bazı peygamberler gelmiş, gönderildiği ümmetleri tarafından öldürülmüştür. Ama Hz. Musa (as), Hz. İbrahim (as), Hz. Muhammed (asm) gibi bazı peygamberlerini de muhafaza ederek korumuştur.

İşte aynı durum kitaplar için de geçerli olabilir. Diğer kitapların değiştirilmesine müsaade eden Allah, hususi olarak lütfuyle Kur’an-ı Kerim’in değiştirilmesini engellemiştir. Bu sebepten dolayı Kur’an’ın özel koruması altında olduğunu belirtmiştir.

Hz İbrahim (as)’i ateşte yakmayıp koruyan Allah, Kur’an-ı Kerimi de değişiklikten muhafaza etmiştir. Şimdi nefis ve şeytanımız, "Neden diğer peygamberlerini öldürülmekten korumadı da Hz. İbrahim (as)’i korudu?" diyemeyeceği gibi, bu konuda da fikir beyan edemeyecektir inşallah.

Hz.Adem (as)'in cennetten çıkarılması olmasaydı, bu kadar insan terakki edemeyecekti. Tohumun ağaç olması için ambardan tarlaya girmesi gibi, insanoğlu da Cennet ambarından dünya tarlasına inmiştir. Ta ki ağaç gibi terakki edebilsin. Bunun gibi diğer kitaplar değiştirilmeseydi, o zaman Kur'an-ı Kerim'in gelmesi söz konusu olmazdı. Onlar değiştirilecek ki Kur’an'a yol açılsın. Ancak onların değiştirilmesinden sadece değiştirenler sorumludur.

Peygamberimizin (asm) diğer peygamberler arasındaki konumu bellidir. O (asm), alemlere rahmet olarak gönderilmiş ve peygamberliği belli bir zamana ve belli bir döneme ait olmayıp, bütün zaman ve dönemleri içine alıyor. Hem de insan ve cinlere gönderilmiştir. Diğer peygamberler öyle değildir. Öyleyse bu peygamberin kitabı da bütün zaman ve mekanları içine alacak şekilde olmalıydı. Eğer değiştirilemez mührü olmasaydı, insanlar bu kitabı da değiştireceklerdi. Bu mühür onu korumuştur.

Allah isterse hiçbir kimse ona karşı bir şey yapamaz. İşte Kur’an’ı muhafaza ederek bunu göstermiş oluyor.

Diğer İlâhî Kitablarla Kur'an Arasındaki Fark Nedir?

Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî kitapların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitabların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Musa (as)'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Musa (as)'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabul edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Musa (as)'a indirilen Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dîninin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.

Davud'a (as) gelen Zebur da, Tevrat'ın mâruz kaldığı akıbetten kurtulamamıştır.

İncil'e gelince, Hz. İsa (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü otuz yaşında peygamber olmuş, otuz üç yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudilerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli takip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsa (as)'ın havarilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsa (as)'ın havarileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsa (as)'a gelen İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir.

Eldeki mevcut İncilerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabul edilmiştir. Bu heyet, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarından Hz. İsa (as)'ın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü dört İncil'i kabul edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.

Görüldüğü gibi, Hz. İsa (as)'ın -hâşâ- Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsa (as)'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabul edilmiştir.

Hattâ bu karara bâzı Hristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü dört İncil'in, Hz. İsa (as)'a indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.

Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitablar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?

Biz Müslümanlar, Hz. Musa, Hz. Dâvud ve Hz. İsa Aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebur ve İncil adını taşıyan İlâhî kitaplar gönderildiğine ve bu kitapların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitaplar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.

Bugün Yahudi ve Hristiyanların ellerinde bulunan kitapların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurafe ve bâtıl itikadlann karıştığı da bir vakıadır. Bu sebeble, bu kitaplara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabul ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitaplara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitapların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.

Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir:

"Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu:

Siz ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki: "Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Musa'ya ve İsa'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitab ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlanz." (Bakara, 2/136)

Kur'an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır?

Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermam olan Kur'an, yirmi üç senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz (as) kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin (as) vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler.

Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize (asm) Cebrail (as) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin (as) sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Aynca Cebrail (asm) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize (asm) yeni baştan okurdu. Efendimizin (asm) vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril (as) yine gelmiş, ancak bu sefer Kur'an'ı Peygamberimizle (asm) iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril (as) okumuş, Peygamberimiz (asm) dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz (asm) okumuş, Hz. Cibril (as) dinlemişti. Böylece Kur'an son şeklini almıştı.

Bununla beraber, Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.

Nihayet Hz. Ebû Bekir (ra)'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin (as) tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitap hâline getirilmiş oldu.

Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygamber (asm)'e gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti.

Hz. Osman (ra) zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaftan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi. Bugün elde mevcut olan Kur'anlar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır.

Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer ilâhi Kitablardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın edebî icaz ve i'câzının, yani, ezberleme kolaylığının hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyat ve belagatına erişılememesinin ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebeb, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfız ve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur:

"Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz." (Hicr, 15/9)

Bugün yeryüzündeki bütün Kur' anlar aynıdır. Hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşeri kitaba nasib olmadığı gibi, semavi kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar baki ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvi bir şerefe nail olması da, elbette zaruri ve lüzumludur. (bk. Mehmed Dikmen, İslam İlmihali, Cihan Yayınları, İstanbul, 1991, ss. 94-97)

15 Yahudi ve Hristiyanlıkta oruç nasıl tutulur? Peygamberimiz (asm)'in tuttuğu oruç ile Ehl-i kitabın tuttuğu oruç arasındaki fark nedir?

Hristiyanlık'ta oruç, genelde yılın belirli ayı için konmuş bir ibadet biçimi değildir. Kiliselerin ibadet takvimlerinde cemaati teşvik ve bir hatırlatma olarak oruç dönemleri yer almasına karşın, Hristiyanlar diledikleri zaman oruç tutabilirler.

Hristiyanlık'ta alkol ve cinsî münasebet, oruç sırasında yasaktır. Günlük işler asgariye indirilir. Oruç, genelde, istiğfar için, bolluk içinde yaşamanın idraki içindir. Özellikle Katolikler ve Ortodokslar kırk günlük "Büyük Perhiz" ile Noel'den önceki Advent dönemlerinde oruç tutarlar. Protestan kiliseleri oruç tutmayı üyelerinin vicdanlarına bırakırlar.

Yahudilik'te; Musevilikte oruç gereklidir. Yılda birkaç kez oruç tutulur. Özellikle Yom Kippur'da (Kefaret Günü) oruç tutulması öngörülür. Yenilmez, içilmez. Deri elbise giyilmez. Yağ ve krem sürülmez. Cinsî münasebette bulunulmaz.

Genelde oruç günlük işlerden uzaklaşmak için bir vasıtadır. Arabistan'ın çesitli bölgelerinde yaşayan Yahudiler oruç tuttuklarinda, yatsıdan sonra da bir şey yemezlerdi. İmsak, önceki akşam güneş batarken başlar. O gece ve ertesi gün ilk iki yıldız görününceye kadar da yemek içmek yasaktır. Bu süre yaklaşık yirmi beş saattir.

16 Kur'an-ı Kerim'de, Yahudilerin "Üzeyir Allah'ın oğludur." dediklerine dair ayeti kerime bulunmaktadır. Yahudilik inanışında bu var mı?

"Yahudiler, 'Uzeyir Allah'ın oğlu.' dediler, Hıristiyanlar da 'Mesih Allah'ın oğlu.', dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!" (Tevbe, 9/30)

Yahudiler, "Uzeyr Allah'ın oğludur." dediler. Yahudilerden böyle söyleyenler olmuştu. Rivayet olunduğu üzere, Resulullah'ın huzuruna Yahudi hahamlarından Sellam b. Mişkem, Numan b. Evfa, Şas b. Kays, ve Malik b. Sayf gelmişlerdi ve bunu söylemişlerdi. Fenhas b. Azura adındaki hahamın "Allah fakirdir, biz zenginiz." diye söylediği de ayrıca nakledilen rivayetler arasındadır. Daha eski devirlerde de buna benzer şeyler söyleyenler olmuştu. Bunun sebebi de Yahudiler, Tevrat ile amel etmeyi bırakmışlar, peygamberlerini de öldürmeye başlamışlardı. Tevrat'ı bilen kalmamış, kimi ölmüş, kimi öldürülmüş, kimi de unutmuş gitmişti. Allah Teâlâ onu onların kalblerinden silmişti. Nihayet Tevrat ve Tabut (kutsal emanetlerin bulunduğu sandık) ortadan kaldırılmıştı.

Daha sonra Uzeyr Aleyhisselam, yüz senelik ölümden sonra, Allah'a tazarru ve niyaz etmiş, Tevrat'ın hıfzı kendisine ihsan olunarak, genç yaşında İsrailoğulları'na gelmiş ve ezberden Tevrat'ı yeniden yazmış. Ve işte o vakit "Bu başka türlü olmaz, muhakkak bu Allah'ın oğludur." demişler ve daha sonra Hristiyanların "İsa Allah'ın oğlu." sözüne bir kapı açmışlar. Bu âyet nâzil olduğu zaman da Yahudiler "Biz böyle bir şey söylemeyiz, bunun aslı yoktur." diye hiçbir itiraz ve inkârda bulunmamışlardır.

Ancak bu meselede olsun üzerlerinde İslâm'ın harp tehlikesinin büyük bir tesiri olmuş ki, daha sonraki Yahudilerden bu söz işitilmez olmuştur. Şu halde hepsi değilse bile içlerinden bazıları bir zamanlar "Uzeyr Allah'ın oğlu." dediler. Nasara da "Mesih Allah'ın oğlu." dediler. Esasen bunu söyleyenler de bir kısım Hristiyanlar ise de sonradan hemen hepsi böyle söylemeye başladılar ve hatta böyle söylemeyenleri kâfirlikle itham ettiler. Mâide Sûresi'nde verilen bilgilere bakınız (Mâide 5/72,73).

İslâm'ın doğuşuna kadar bunlar bunu nesil ve evlat anlamına oğul olarak söylüyorlardı, sonra içlerinden bazıları bunun "Beytullah" tabiri gibi, sırf şeref ve itibar mânâsına bir izafet, bir mecaz olduğunu iddia etmeye başladılar... İşte o, yani Yahudi ve Hristiyanların "Allah'ın oğlu" sözü ağızlarıyla söylenmiş sözleridir. Bu, onlara başkaları tarafından isnad olunmuş bir iftira değildir, bizzat kendi ağızlarından çıkmış olan bir sözdür. Fakat öyle bir söz ki, gerçekte hiçbir ciddi anlamı olmayan boş bir sözdür, kuru gürültüdür, çelişkili ve saçma sapan bir şeydir. Onlar da zaten bunu bir mânâyı belirlemek için değil, mânâsı anlaşılmaz bir laf olarak söylerler. Bunu söylemekle bundan önce küfre düşenlerin sözlerine benzerler.

Daha önce sözü edilen müşrikler de "Melekler Allah'ın kızlarıdır." diyerek kâfir oluyorlardı ki, Yahudi ve Hristiyanların bu "oğul" cinsinden sözleri de tıpkı ona benzer, onun gibi bir küfür ve şirktir. Şu halde bunlar Ehl-i kitaptan olmakla beraber müşriklere benzerler. Bu açıdan müşrik sayılırlar ve Allah'a mümin değil kâfirdirler. Allah onları kahretsin.

Arap dilinde bu bir bedduadır ki, bundan kıtalin kendisi değil, gereği olan helak, kahr ve lanet kastedilir. Türkçe'de de biz bunu şu deyimlerle ifade ederiz: Allah belalarını versin, Allah canlarını alsın, Allah kahretsin, Allah'ın kılıcına uğrasınlar. Bunlar nereden çeliniyorlar? Nereden baştan çıkarılıyor, nasıl oluyor da hak yoldan çevriliyorlar? Allah'a oğul isnad etmek gibi fahiş bir yalan ve iftiraya, bu kadar açık bir küfre ve şirke nasıl saptırılıyorlar? Nereden, hangi noktadan, ne gibi sebeplerden ve ne yüzden bu kötü durumlara düşürülüyorlar? (Elmalılı Hamdi Yazır, ilgili ayetin tefsiri)

İslâm kaynaklarında Üzeyir hakkında nakledilen rivayetler Yahudi tarihinde önemli bir yere sahip olan Ezrâ’yı akla getirmektedir. Nitekim “pseudographik” metinlerden IV. Ezrâ’da  (IV/19-48) benzer bir anlatım bulunmaktadır.

Yahudi geleneğine göre Ezrâ bir peygamber değildir, fakat Yahudilik’te peygamberden üstün bir konuma sahiptir. Yahudi din bilgini rabbiler onu Hz. Mûsâ ile mukayese etmiş ve onun da Hz. Mûsâ gibi Tevrat’ı almaya lâyık olduğunu ileri sürmüştür. Rabbilere göre Hz. Mûsâ daha önce gelmeseydi Tevrat Ezrâ’ya verilirdi. (Sanhedrin, 21b) A. Geiger, Kur’an’da yer alan Üzeyir’le ilgili ifadenin Talmud’daki aşırı saygı ifadesinin yanlış aktarımından kaynaklandığını ileri sürer. (Judaism and Islam, s. 154)

Yahudiler arasında Ezrâ’nın Allah’ın oğlu olarak yüceltildiğine ilişkin Yahudi kaynaklarında herhangi bir bilgi yoktur. Geleneksel Yahudi inancında da bunun bir işareti görülmemektedir. Bu sebeple Yahudi bilgini Mûsâ b. Meymûn, Kur’an’daki bilgiyi Yahudilere karşı bir iftira şeklinde değerlendirir. (Jacobs, I, 181)

Sa‘lebî, İbn Cerîr et-Taberî, Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Fahreddin er-Râzî ve Tûsî gibi müfessirler âyetin bütün Yahudileri kapsamadığını belirtir. (Mahmoud Ayoub, “Uzayr in the Qur’an and Muslim Tradition”, Studies in Islamic and Judaic Traditions (ed. W. M. Brinner - S. D. Ricks), Atlanta 1986, s. 9-14)

Tefsirlerde yer alan rivayete göre bunu söyleyenler Medine’deki bir grup Yahudidir. (İbn Ebû Hâtim, VI, 1781; İbnü’l-Cevzî, III, 424)

İbn Hazm ise Yemen civarında yaşadıklarını söylediği Sadûkīler’in Ezrâ’yı Allah’ın oğlu olarak kabul etme inancını taşıdıklarını belirtir. Ona göre Sadûkīler’i diğer Yahudi gruplardan ayıran en önemli inanç budur (el-Fasl, I, 99)

Makdisî ise Ezrâ’yı Allah’ın oğlu diye kabul eden Yahudilerin Filistin Yahudileri olduğunu, bunu Ezrâ’yı yüceltmek ve onu onurlandırmak için yaptıklarını, diğer Yahudilerin bunu kabul etmediklerini söyler. (el-Bed’ ve’t-târîħ, IV, 35)

Yahudi asıllı İskenderânî ise Hicaz bölgesindeki Karâîler’in bu inanca sahip bulunduklarını nakleder. (Lazarus-Yafeh, s. 53)

Ezrâ / Üzeyir’i Allah’ın oğlu diye nitelendiren Yahudi gruplarına dair verilen bilgiler tarihsel açıdan doğrulanabilecek nitelikte değildir.

Bununla birlikte Kur’an’da yer alan (Tevbe 9/30) ifadeyi mecazi olarak anlamak da uygun değildir. Zira yahudilerin Üzeyir hakkında söylediklerinin, Hıristiyanların Hz. Îsâ hakkındaki inançlarına paralel şekilde zikredilmesi böyle anlamayı engellemektedir.

Esasen Kur’an’ın indiği dönemdeki Hicaz bölgesi Yahudilerinde böyle bir inanç vardı ve Hicaz Yahudileri diğer Yahudiler gibi bir kurtarıcı mesîh beklentisi içindeydi. Ancak ezoterik inanç yapısına sahip bu bölge Yahudilerinin beklediği mesîh farklıydı. Muhtemelen onlar bu mesîhe “Tanrı’nın yardımcısı” anlamında İbrânîce Azar yahu yahut Ozer diyorlar ve onun Tanrı’nın oğlu olduğuna inanıyorlardı. Bu kelimeler Arapça’ya Üzeyir şeklinde aktarılmıştır.

Buna göre Tevbe sûresindeki Uzeyr kelimesi bir isim değil mesîhe verilen bir unvandır şeklinde düşünülebilir. Üzeyir unvanını taşıyan bu mesîh de Newby’nin işaret ettiği gibi Enoh olmalıdır. Zira Enoh’a atfedilen sıfatlarla hıristiyanların Mesîh diye Îsâ’ya atfettikleri sıfatlar birbirine çok benzemektedir (Adam, s. 103-118; bk. TDV İSlam Ansiklopedisi, Üzeyir md.)

17 Ağlama duvarı kim tarafından yapılmıştır?

Hz. Süleyman (as), saltanatlı ve azametli bir peygamberdir. Onun krallığı bu günkü Filistin, Ürdün'ün tamamı ve Suriye'nin bir kısmını içine almakta idi. Hz. Süleyman'ın eserleri arasında, memleketin savunması için inşa ettirdiklerini ilk sırada saymak lâzımdır. Asker sevki için seçilen kilit noktalarda yaptırılan istihkâmlar bu bakımdan çok önemlidir.

Hz. Süleyman (as)'ın en mühim eseri , Siyon Dağı'na inşa ettirdiği Mâbed'tir. Babası Hz. Davud (as)  zamanında aynı yerde yalnız bir çadır vardı ve bu çadıra Tâbutül-Ahd (Ahid sandığı) konulmuştu. Süleyman Mâbedi veya sadece Mâbed denilen yapının bugün temel duvarlarından bir bölümü kalmıştır. Ağlama duvarı olarak isimlendirilen kısım da bu temeldir. (Osman CİLACI, Şamil Islam Ansiklopedisi)

Tarihteki pek çok kavim gibi İsrailoğulları da kendilerine verilen nimetlerin kıymetini takdir etmeyip Cenâb-ı Hakk'a isyan ettikleri için cezalandırıldılar. Semadan perdesiz olarak gelen bıldırcın eti ve helvaya karşı bile nankörlük eden anlayışın, ağaçtan yaratılan nimetleri takdir etmesi kolay değildir. Aslında nankörlük sadece İsrailoğulları için değil, tüm insanlar ya da nefislerimiz için geçerli.

Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği gibi İsrailoğulları Cenâb-ı Hakk'a isyan ettiler, kendilerine gönderilen ve onlara iyilikten başka bir şey düşünmeyen masum peygamberleri haksız yere öldürdüler. Ceza olarak işgaller, katliamlar ve sürgünler başladı. Büyük servetler harcanarak inşa edilen saraylar ve mabedler talan edildi ve yakıldı. İşgalden sonra da din düşmanlığında işgalcilerle işbirliği yaptılar. Son olarak da Hz. İsa (as)’a suikast teşebbüsünde bulununca iki bin yıllık sürgün başladı.

Rivayet edilir ki, Romalıların yıktığı son mabedin sadece bir duvarını fakirler geri kalanını da zenginler inşa ettirmişlerdi. Romalılar neyi yok ettiklerini göstermek için olsa gerek, duvarın birini bırakmışlar; o da fakirlerin yaptırdığı bugünkü ağlama duvarı. Yavuz Sultan Selim’e kadar Hristiyanların çöplüğü olarak kalan meşhur duvar. (Hasan GÜNEŞ)

Tevrât'a Göre Ağlama Duvarının Tarihçesi:

Musa (as), Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulup onları izleyememesi sonucu Yahûdileri, Sina'ya getirir. Burada, Sina Dağı'nda, Hz. Mûsâ'ya Tevrât ve On Emir verilir. Yahûdiler Sina çölünde kırk yıl dolaşırlar. Mûsâ'dan sonra Yeşu onları Filistin'e götürür. (Çıkış-Hurûc, VII-XL. Bâblar; Yeşu, I-XXIV. Bâb). Filistin'de Hâkimler ve Krallar devrinden sonra Kral David (Hz. Dâvûd, M.Ö. 1013-973), Kudüs'ü alır ve Yahûdilerin en parlak devresini başlatır. (bk. II. Samuel, V-IX. Bâblar). Oğlu Kral Şelomo (Hz. Süleymân, M.Ö. 973-933), babası tarafından hazırlatılan yere kutsal Mâbed'i inşa ettirir. O zamana kadar bir çadırda korunan ve içinde On Emir tabletleri bulunan mukaddes Ahid Sandığı, Mâbed'in bir odasına konur. (bk. I. Krallar, V-IX. Bâblar).

Hz. Süleymân (as)'ın ölümünden sonra krallık, güneyde Yuda (Yahuda), kuzeyde İsrail olmak üzere ikiye ayrılır (I. Krallar, XI-XII. Bâblar vd.). On kabîle, İsrail; ikisi de Yuda Krallığına bağlanır. Önce İsrail Krallığı, Asurlular tarafından M.Ö. 721'de; sonra da Yuda Krallığı Babilliler tarafından M.Ö. 586'da yıkılır. Mâbed tahrîb edilir ve Yahûdiler, Babil'e sürgün edilir. Sürgünde Yahûdi halkı, Ezra'nın çevresinde birleşir ve M.Ö. 538'de Kudüs'e döner. Mâbed, M.Ö. 520'den sonra yeniden onarılır. (bk. Daniel, Ezra, Ester).

Yahûdi Mukaddes Kitabı, önceki peygamberler kadar, sonraki peygamberlere de yer verir. Bâbil Sürgünü döneminde İşaya, Yermiya (Yeremya) gibi peygamberler gelmiştir. İlya-Mesih'ten önceki peygamber, Malaki'dir.

Yahûdi tarihinde Kudüs, İskender'den sonra Ağidler, Selefkîlerin eline geçti. Mâbed (Tapınak), M.Ö.168'de yağma edildi. Makkabîler, yeniden hâkimiyeti sağladılarsa da, M.Ö. 63'de başlayan Roma esâreti dönemi, M.S. 70'de Roma'lı komutan Titus'un, Kudüs'ü ve bu arada Mâbed'i de yakıp-yıkmasıyla sonuçlandı. Yahudiler, dünyanın her tarafına dağıldılar. Mâbed'den arta kalan Batı Duvarı (Ağlama Duvarı) yüzyıllarca onlarda millî ve dinî şuûru ayakta tutmuştur. Mesîh inancının verdiği ümit, onlarda bu şuûrun devamlı varlığını sürdürmesini temîn etmiştir. (Şamil İslam Ans.)

18 1400 sene önce gelmiş olan İslam, çağımızın sorularına cevap verebilir mi ve günümüz ihtiyaçlarını karşılayabilir mi?

Kur'an ayetleri bakidir. Nazil olduğu gün Kur'an hükümleri geçerli olduğu gibi günümüzde de geçerlidir ve ebedi olarak geçerli olacaktır. 

Kur'an'ın vazifesi, Nur Külliyatı'nda iki şubeye ayrılarak incelenir: 

Daire-i Rububiyetin hakikatını ve daire-i ubudiyetin ahvalini insanlara öğretmek. Daire-i rububiyet denilince Allah'ın zatı, sıfatları, fiilleri ve isimleri anlaşılıyor. Kur'an Allah'ı insanlara böylece tanıtmış ve onları batıl inançlardan korumuştur. Daire-i ubudiyet ise, insanların Allaha karşı vazifeleri demektir. Allah insanlara neleri emretmiş, onları nelerden yasaklamıştır? Hangi fiiller, haller davranışlar Allah'ın rızasını celbeder, hangileri onun kahrına sebep olur? Bu soruların cevapları Kur'an'da en mükemmel şekilde verilmiştir.

Bu iki dairede de insan aklının kendi başına konuşacak tek kelimesi yoktur. Her iki sahada da zamanın bir etkisi düşünülemez. Allah, zatı ve sıfatlarıyla ezelde nasılsa yine öyledir. Allah'ın razı olduğu insan modeli de ezelde ne ise yine odur.

Şu var ki, geçmiş peygamberler döneminde farklı asırlarda muamelata dair değişik hükümler nazil olduğu da bir vakıadır. Ve bu değişim insanlığın tek bir peygamberden ders alacak ve tek bir Kitap'la terbiye görecek seviyeye erişmesiyle son bulmuştur.

Bu tip tartışmalar, yahut itirazlar daha çok muamelata ve ahlaka dair hükümler üzerinde yapılıyor, ama o hükümlerin aksi de ortaya konulamıyor. İtirazlar toplumdaki dejenereye alışan kesimden gelmekte ve bu çarpık toplum yapısıyla Kur'an hükümlerinin uyuşmayacağı görülerek bu tip iddialara girişilmektedir.

Hakikatler çoğunluğa göre değişmezler. Hakikat ne ise odur. Kitleler onu bulmaya ve ona uymaya çalışacaklardır; hakikati kendilerine uydurmaya değil.

İki örnek verelim. Kur'an faizi ve içkiyi yasaklamıştır. Bu iki derde müptela olanlardan başka hiç kimse, bunların güzel ve faydalı şeyler oluğunu iddia edemez. Bir ülkede yahut bir asırda insanların büyük çoğunluğu içki içiyorsa ve faize girmişse bundan Kur'an'ın o ülkeye ve o asra hitap etmediği manası çıkmaz. Aksine, o insanların Kur'an'a muhatap olmaktan çok uzaklaştığı, çok gerilerde kaldığı ve dejenere olduğu manası çıkar.

Diğer hükümler de bunlar gibidir...

19 Bir Müslüman gayrimüslim bir kimsenin cenazesine katılabilir mi?

Hz. Ali (ra), babası ölünce Peygambere (sav) "Yaşlı ve sapık amcan öldü." dedi. Bunun üzerine Peygamber (sav) kendisine:

"Git babanı toprağa ver, bana dönünceye kadar da bir şey konuşma." buyurdu. Hz. Ali diyor ki:

"Ben de gidip onu toprağa verdim ve Peygambere döndüm. Bunun üzerine Peygamber (sav) bana yıkanmamı emretti, ben de yıkandım. Sonra Resulüllah bana dua etti." (Ahmed, Ebu Davud, Nesai ve Beyhaki rivayet etmişlerdir.)

Müslüman bir kimsenin Müslüman olmayan bir kimsenin cenaze merasimine katılması caizdir. Hz. Ali'nin babası olan Ebu Talip her ne kadar Peygamber'e (sav) yardım etti ise de Müslüman olmamıştı. Öldüğünde Hz. Peygamber (sav) Hz. Ali'ye onun defn ve tekfin işlerini tedvir etmek için emir buyurdu.

Gayrimüslimlere cenaze ile ilgili profesyonel hizmetler sağlamak caiz midir?

Müslüman olsun gayrimüslim olsun bir cenaze ile ilgili hizmetleri ikiye ayırmak gerekir:

a) Yıkamak, kefenlemek, namazını kılmak veya ayinini yapmak, kabre taşımak, kabirde gerekli bulunan dini merasim ve duayı yapmak gibi ya sırf ibadet veya ibadetle karışık olan, ibadet tarafı da bulunan işlemler.

b) Kabri kazmak, tabutu hazırlamak, cenaze için gerekli olan malzemeyi temin etmek (üretmek, alıp satmak, taşımak, uygulamak vb.) gibi ibadetle ilgisi bulunmayan hizmetler ve işler.

Bunlardan birincisini, kaide olarak her ölünün kendi dininden olanlar maddi bir karşılık beklemeden yapmalıdırlar. Bu hizmetleri bedelsiz yapanlar bulunmadığında, ücret karşılığında veya ücretli ve maaşlı kimselerin yapmaları da caiz görülmüştür.

İkinci kısma giren hizmetler ve işlerin ibadetle, ayinle ilgisi bulunmadığı için ücretle yapılması, bedel karşılığında alınıp satılması, farklı dinlerde olan kişiler tarafından yapılması sakıncalı değildir.

Yurtdışında çalışan Müslümanların, Müslüman olmayan ölülerle ilgili ibadet ve ayine katılma dışında kalan cenaze hizmetlerini yapmaları ve bundan dolayı ücret almaları caizdir; tıpkı ölmeden önce gayrimüslimlere yapılan ücretli, bedelli hizmetler ve işler gibi. Bunlar içinde sakıncalı olanlar, dinimizin özellikle yasakladığı işlemlerdir; bu yüzden mesela bir gayrimüslim, öldükten sonra cesedinin parçalanmasını veya yakılmasını istese Müslüman bunu yapamaz; çünkü İslam her iki işlemi de yasaklamıştır, ancak parçalanmış veya yakılmış bir cesedi derleyip toparlamak, istenilen yere taşmak vb. işler sakıncalı değildir. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman)

20 Müslüman olmayan kimselere, kafire selam vermek caiz midir?

Selam; sevgi ve muhabbeti ifade edip, manevî bağları kuvvetlendirmek için teşri' edilmiştir. Müslümanlarla Müslüman olmayan kimseler arasındaki bağ, küfürle kopuk olduğundan Müslüman olmayanlara selam vermek anlamsızdır.

Peygamber (asm) buyuruyor ki:

“Yahudi ve Hristiyanlara öncelikle siz selam vermeyin. Yolda onlardan biriyle karşılaştığınız zaman, eziyet etmemek şartıyla, onları yolun kenarından yürümeye zorlayınız.” (Müslim, Selam 13; Ebû Dâvûd, Edeb 138; Tirmizî, İsti‘zân 12; İbni Mâce, Edeb 13)

Bu konuda alimler arasında farklı görüşler vardır. İmam Nevevî’nin bildirdiğine göre Şafii alimlerin büyük çoğunluğuna göre Ehl-i kitaba selam vermek haramdır, selamlarını almak ise caizdir. Bunun da kısaca “ve aleyküm” şeklinde olması gerekir. Diğer bazılarına göre ise, ilk selam vermek haram değil, mekruhtur. Yani hadisteki nehiy/yasak kerahet içindir. Ancak Nevevî bunun haram olduğu görüşündedir.

Bir kısım alimlere göre -bir zorunluluk, bir ihtiyaç, bir sebepten dolayı olursa- onlara selam vermek de almak da caizdir. Alkame, Nehaî bu görüştedir. İmam Evzaî de bunun caiz olduğunu şu sözleriyle ifade etmiştir:

“Eğer onlara selam verirsem, benden önce de bazı salih kimseler onlara selam vermiştir, eğer vermezsem benden önce de bazı salih kimseler onlara selam vermemiştir.” (Nevevî, ilgili hadisin şerhi).

Bu farklı görüşleri göz önünde bulundurduğumuzda, mümkün oldukça selam vermek yerine başka bir ifadeyi (ör. merhaba) diyebiliriz. Şayet karşı taraf bunu kasıtlı bir şekilde selam verilmediğini düşünüp alınganlık gösterecek olursa -cevaz veren alimlerin görüşleri doğrultusunda- hareket etmeyi tercih edebiliriz.

Ehl-i kitaptan birisi selam verdiği takdirde ise, yalnızca "ve aleyküm / size de" denilir. (Buhârî, İsti’zân 22, Mürteddîn 4; Müslim, Selam 6–9)

Maslahata binaen Müslüman olmayan kimselere "selam" lafzını ifade etmeden "iyi günler, iyi akşamlar, merhaba" gibi ifadeler kullanılabilir.

Müslüman bir ülkede yaşayanlar, karşıdakilerin kafir olduğunu bilmiyorsa selam verebilir. Eğer selamı almazlarsa kendi selamını kendisi "ve aleyküm selam" diyerek geri alır. Onların bu selamı almamasından dolayı da sorumlu olmaz.

Yolda sıkıştırma meselesi, İslam’ın izzetini göstermeye yönelik bir davranış olarak değerlendirmek gerekir. Bu ise, zaman ve zemine göre farklılık arz edebilir. Eskiden -her şey din çerçevesinde değerlendirildiği için- böyle bir davranış Müslümanın vakarını, izzetini yansıtmış olabiliyordu.

Bu gün global dünya medeniyetinde din değil, başka evrensel kurallar, nezaketler ön plana çıkmıştır. Karşı tarafa böyle bir davranış sergilemek, izzeti, vakarı değil, nezaketsizliğin, görgüsüzlüğün belgesi olacaktır. İmam Gazalî şöyle diyor:

“Bir sünnet fasık olan kimselerin şiarı / nişanı, adeti, simgesi haline gelmişse, biz onun terk edilmesine hükmediyoruz.” (İhya, II/270).

Biz de bu büyük imamın yolunu takip ederek diyoruz ki:

“Eğer gayri müslimleri yolda sıkıştırmak, bu asırda nezaketsiz, ferasetsiz, görgüsüz insanların şiarı / nişanı, adeti, simgesi, alameti olarak değerlendiriliyorsa, bu davranışı terk etmenin zorunlu olduğuna hükmediyoruz.”

21 Ehl-i Kitaba; Yahudi ve Hristiyanlara kafir demek doğru mudur?

Bu soruyu meşrutiyetin ilanından sonra doğu aşiretlerini aydınlatmaya gittiğinde Bediüzzaman'a sormuşlar. Münazarat isimli eserde aktarıldığına göre, Bediüzzaman "hayır" diye verdiği cevabını iki temel gerekçeye dayandırmış.

Birincisi, hakaret manasına geldiği için manevi eziyettir. Adalet-i ilahiye Müslüman'ın başkasına eziyet etmesine müsaade etmez.

İkincisi, "Kâfirin iki manası vardır: Birisi ve en mütebadiri (yaygın olanı) dinsiz ve münkir-i Sâni (Allah'ı inkar eden) demektir. Şu mana ile Ehl-i kitaba ıtlak etmeye (söylemeye) hakkımız yoktur. İkincisi: Peygamberimizi ve İslamiyet'i münkir (inkar eden) demektir. Şu mana ile onlara ıtlak etmek (söylemek) hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen (geleneksel olarak) evvelki mananın tebâdüründen (akla gelmesinden), bir kelime-i tahkir (hakaret kelimesi) ve eziyet olmuştur." (1)

Üzülerek ifade etmeliyim ki, bir kısım insanlar, kafir lafzındaki hakareti bile az bulduğu için, Ehl-i kitaba gavur demeyi tercih ediyor. Yakın zamanda Türkiye'den çok kıymetli bir misafirim gelmişti. Beraber bulunduğumuz şehirdeki tarihi yerleri geziyorduk. Misafirim, Hristiyan birini gördüğünde, "gâvur" lafzını ağzından eksik etmiyordu. Birkaç defa benzer sözleri duyunca, dayanamayıp şöyle dedim: "Siz her gün akşama kadar "gâvur" deseniz bile, size hiç bir sevap yazılmaz. Sevap kazandıran mübarek zikirler arasında "gâvur" lafzı yok. Boşuna vaktinizi zayi etmiş olursunuz. Oysa Müslüman olmayanları gördüğünüzde "Allah hidayet versin" diye dua ederseniz, hem kendinize hem de onlara iyilik yapmış olursunuz. Ağzınızdan çıkan her dua amel defterinize sevap olarak kaydedilir. Peygamberimizin (a.s.m.) ilk tebliğinden itibaren on üç sene boyunca çok az kişi dışında etrafındaki bütün insanlar, sizin tabirinizle "gâvur" idi. Peygamberimiz (a.s.m.), onlara gâvur demek yerine, hem sözleriyle, hem de halleriyle onların hidayeti için dua etti. Biz de peygamberane yolu takip etmeliyiz."

Gayr-i müslimlere yönelik kullandığımız kavramları tekrar gözden geçirmeliyiz. Kafir ve münkir gibi kavramlar zamanla anlam kaymasına uğramış. Tanımlayıcı olmak yerine hakaret anlamında kullanılıyor. Oysa Arapçada inkar ve nankör aynı kökten gelir. İkisi de bir şeyi setretmek, üzerini örtmek manasında kullanılır. "Kafir" ve "Münkir", yani inkar eden, Allah'ın varlığına işaret eden hadsiz delilleri örten demektir. Yani delilleri cehaletle, yanlış gelenekle veya seküler eğitimle örttüğü için göremeyen biri Allah'ın varlığını kabul etmez, yani inkar eder. Aynı şekilde hadsiz nimetlerin Allah'tan geldiğini göremeyen biri de "nankör"lük eder. Yani nimetlerin kaynağını göremez. Bu sırdandır ki, nimetlerin kıymetini takdir edip şükretmek yerine şikayet edenlere, "küfran-ı nimet etme!" denir. (2)

Kur'an herkesin "Ahsen-i takvimde" yaratıldığını, Firavun dahi olsa son ana kadar iman edip en yüksek mertebe olan "ala-yi illiyyin"e çıkma ihtimalinin olduğunu bize ders veriyor. O halde bizler de Müslüman olmayanlara karşı aşağılayıcı manada değil, tarif edici manada "münkir" ve "kafir" kavramlarını kullanmalıyız. Madem, günümüzde bu kavramlar aşağılayıcı manayı akla getiriyor, onları kullanmayı bütün bütün terk etmeliyiz. Yerlerine Kur'ani kavram olan "ehl-i kitap"ı ikame etmeliyiz. Seyyid Hüseyin Nasr'a göre, Osmanlı'dan önce ehl-i kitap da "inananlar" kategorisine dahil ediliyordu. Onlara kafir denilmiyordu. Osmanlı ile birlikte bu gelenek değişti. Müslüman olmayanların hepsi "küffar" olarak anılmaya başlandı. (3) Kanaatimce, Osmanlı'dan devraldığımız bu yanlışı düzeltmeliyiz. Gâvur, zındık gibi aşağılayıcı kavramları terk etmeliyiz. Aksi halde, gayr-i müslimlere karşı önyargımız, onlara hakikati ulaştırmamıza engel teşkil eder.

Ehl-i Kitapla İlişkilerimiz

Aslında Hristiyanlar ve Yahudiler de bizim gibi aynı Allah'a iman edip ibadet etmeye çalışıyorlar. Allah'ı inkâr etmiyorlar, tariflerinde hata yapıyorlar veya O'na şirk koşuyorlar. İlginçtir, Bediüzzaman birçok İslam aliminin aksine, ehl-i kitaptan birinin, şirki terk ederek "la ilahe illallah" demekle kurtulabileceğini söylüyor. Bazılarının tenkit ettiği gibi, Bediüzzaman Hz. Muhammed'e (a.s.m.) iman etmenin gerekmediğini kastederek kelime-i şehadeti değiştirmiyor. Aksine, Peygamberimizi tanıyıp iman etmeyen birinin Allah'a da iman edemeyeceğini, etse bile imanının makbul olmayacağını söylüyor. Ancak, Peygamberimizi duymadığından veya doğru bir şekilde tanımadığından dolayı kabul etmeyenlerin durumunun farklı olabileceğini ifade ediyor:

"Adem-i kabul (kabulün yokluğuyla) başkadır, kabul-ü adem (yokluğun kabulü) başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe (meczup olanlar) ve ehl-i uzlet (toplumdan kendini soyutlayıp tek başına yaşayanlar) veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar, Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlâhiyeye (Allah'ı bilme ilmi) karşı yalnız "Lâ ilâhe illallah" biliyorlar. Bunlar ehl-i necat (kurtuluş ehli) olabilirler.

Fakat Peygamberi işiten ve davasını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenâb-ı Hakk'ı tanımaz. Onun hakkında yalnız Lâ ilâhe illâllah kelâmı, sebeb-i necat (kurtuluş sebebi) olan tevhidi ifade edemez. Çünkü o hal, bir derece medar-ı özür (özür sebebi) olan cahilâne adem-i kabul (kabulün yokluğu) değil; belki o kabul-ü ademdir (olmadığının kabulüdür) ve o inkârdır. Mucizâtıyla (mucizeleriyle), âsârıyla (eserleriyle) kâinatın medar-ı fahri (gurur sebebi) ve nev-i beşerin (insanlığın) medar-ı şerefi (şeref kaynağı) olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah'ı tanımaz." (4) O halde vazifemiz, Cehennem zebanileri gibi, cehennemlikleri Cehenneme doldurup başında bekçilik yapmak değil, İslam'ı bilmeyen, Hz. Muhammed'i (a.s.m.) doğru bir şekilde tanımayan insanlara, mümkün olan her yolla hakikati ulaştırmaktır.

Bediüzzaman, cehaletinden dolayı, Peygamberimize iman etmeyen, ancak bir tek Allah'a inanan Hristiyanların da kurtulabileceğini söylediği gibi, sahih hadislere dayanarak, dinsizlik cereyanlarına karşı, ehl-i kitapla aynı safta yer almamız gerektiğini de ifade ediyor: "Hadis-i sahihle, ahir zamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur'an ile ittifak edip müşterek (ortak) düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet (dindarlar) ve ehl-i hakikat (hakikat taraftarları), değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf (ayrılık sebebi) noktaları muvakkaten (geçici olarak) medar-ı münakaşa (tartışma konusu) ve niza etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz (saldırgan) dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar. ... Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acib zamanda, imanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden (dalalette olan gruplardan) bile olsa onlarla uğraşmamak ve Allah'ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza (tartışmalı) noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor. ?şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hristiyan'ın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf (tartışmalı) meseleleri nazara almamak, niza etmemek (tartışmamak) gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak (ateizm) hücum ediyor."(5)

Söz konusu ittifak sadece komünizme karşı değil, aynı zamanda sefahate dayalı Batı medeniyetine karşı da geçerlidir. Günümüzde, komünizm tehlikesi büyük ölçüde yok olmasına rağmen, "medeniyet-i sefahat" (eğlence medeniyeti) bütün dinleri tehdit ediyor. Ehl-i kitapla bu ortak düşmana karşı ittifak etmeye büyük bir ihtiyaç vardır.(6)

Hristiyanlıkta Reform Hareketleri

İlk kilise ziyaretimde, oradaki insanların Rablerini aradıklarını anlamıştım. Ruhu ölmüş ve cesedi kalmış Hristiyanlık onlara bu arayışta yardımcı olamıyordu. Başka gidecek yerleri olmadığı için, fıtraten Rabbini arayan insanlar, bir ümitle kiliselere gidiyordu. Oysa kilise onları Rablerine kul yapmak yerine, O'ndan gelen bir elçiye kul yapıyordu. Bunda kilise müdavimlerinin pek suçu yoktu. İki bin yıldır anlatıla gelen bir hikâyeye inanıyorlardı. Bir hakikat payı olmazsa bu kadar süre rağbet bulmazdı, diye düşünmüşler. Tıpkı çarpım tablosunu ilk defa öğrenirken, yanlış ezberleyen bir çocuk gibi. Böyle birinin ezberini değiştirmesi ancak doğruyu öğrenmesiyle mümkün olur. Kilise, matbaanın icadına kadar, İncil'i bile insanlardan uzak tutarak onların yanlışı görmelerine engel olmuştu. Baskı ve cehaletle, hakikati arayan insanlara yanlışı doğru gibi dayatmıştı.

Avrupa'daki reform hareketi, tahrif olmuş bir dinin tashih edilmesi hareketidir. Matbaanın icadından sonra, Hristiyanlığın temel kaynaklarına ulaşan aklıselim sahibi insanların "Bize bu yalanı artık yutturamazsınız!" demesidir. Kilisenin akla aykırı dayatmalarıyla oluşturduğu zifiri karanlıktan kurtulma gayretidir. Ne yazık ki, insanların kısıtlı akıllarının ışığına dayanarak gerçekleştirdikleri "aydınlanma hareketi" mutlak hakikati bulmak için yeterli olmamıştı. Avrupalı düşünürler teslisin Tanrı'yı beşer yapmasını reddederken, her bir insanı bir nevi tanrılaştırmıştı. Oysa Tanrı beşer olmadığı gibi, beşer de Tanrı olamaz.

İlk reform hareketi, kilisenin tahakkümünü kırıp insanlara hakikati arama özgürlüğü verdiği için önemlidir. Ancak, bu özgürlüğün kullanılması, insanları yanlıştan uzaklaştırmakla beraber, hakikate götüremedi. Seyahat edecek ekonomik gücü olmayanlara seyahat özgürlüğü tanımak netice vermediği gibi, hakikatten uzak tutulanlara, hakikati arama özgürlüğü vermek de pek bir şey değiştirmedi. Bir kısım insanlar, bazı yanlışları terk ederken, başka yanlışların içine düştüler.

On altıncı asırda başlayan reform hareketine benzer ikinci bir reform hareketi yaşanıyor Hristiyanlıkta. Hristiyanlığın hurafelerden arınıp Hz. İsa'nın getirdiği hakiki mesaja dönüşüne kadar bu hareket devam edecektir. Günümüzde, Amerika'daki iki kilise cemaati, ikinci bir reformla teslisi bırakıp tevhide yakın bir Allah inancına yaklaşmışlar. Birlik Kilisesi (Unity Church) ve Evrenselci Birlikçiler (Unitarian Universalist) adıyla ülke çapında organize olan bu iki kiliseye devam eden insanların ortak özelliği teslisi reddetmeleridir.

Hristiyanlıkta İkinci Bir Reform Dönemi

Hristiyanlarla irtibatı kuvvetli kılmamız gereğinin diğer bir nedeni, akıl ve bilimin hakim olduğu bir devirde, Hristiyanlığın yeni bir reform yaşamasıdır. Peygamberimiz (a.s.m.) "Ahir zamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-i Muhammediye ile amel edecek" (7) hadisiyle bu gelişmeyi haber veriyor. Bediüzzaman, yukarıdaki hadisi tefsir ederken, Hristiyanların teslisi bırakıp tevhide geleceklerini müjde veriyor: "Ahir zamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye (inkâr hareketi) ve inkâr-ı ulûhiyete (Allah'ı inkâr fikrine) karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan (hurafelerden) tecerrüt edip (sıyrılıp) İslâmiyet'e inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal'ı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet (Allah'ı inkar) fikrini öldürecek. İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek (ortaya çıkacak), yani rahmet-i İlâhiyenin semasından nüzul edecek (inecek), hâlihazır Hristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek (temizlenecek), hurafattan (hurafelerden) ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslamiye ile birleşecek, manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyet'e inkılâp edecektir. Ve Kur'ân'a iktida ederek (tabi olup), o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû (tabi olunan) makamında kalacak, din-i hak bu iltihak (katılım) neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır." (8)

Evet, Peygamberimizin (a.s.m.), gaybı gören gözleriyle, gelecekten haber verdiği bütün hadiseler çıktığı gibi, yukarıdaki hadisin haber verdiği husus da, Allah'ın izniyle, gerçekleşecektir. United Church ve Unitarian Universalist gibi kilise cemaatlerinin, teslisi bırakarak tevhide yaklaşmaları buna işarettir. O halde, Müslümanlar olarak, Hristiyan ve Yahudilere mesafeli durmak yerine, irtibatı kuvvetlendirip tevhid esasları üzerine ittifak ve ittihat etmeye gayret göstermeliyiz.

Kaynaklar:

1. Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, İfade-i Meram ve Uzunca Bir Mazaret, s. 71.
2. Müslüman olmayan Amerikalı iki öğretim üyesinin yazdığı, gayr-i müslimlere İslam'ı tanıtmak için hiç çekinmeden tavsiye ettiğim The Vision of İslam (İslam'ın Vizyonu) isimli kitapta "küfr" kavramı unbelief (inançsızlık) veya infidelity (dinden çıkmak) yerine ungrateful (şükürsüzlük) veya truthconcealing (hakikati örtmek) olarak İngilizceye çevrilmiştir. Schiko Murata ve William Chitteck'in yazdığı bu kitap aynı zamanda birçok Amerikan üniversitesinde ders kitabı olarak kullanılıyor.
3. Seyyid Hüseyin Nasr, The Heart of Islam, HarperCollins, 2002, s.44.
4. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, 26. Mektup, 4. Mebhas, Beşinci Mesele.
5. Bediüzzaman Said Nursî, Mektup No:151, Emirdağ Lahikası.
6. Köprü dergisinin Kış 2003 sayısından çıkan "Medeniyet-i Sefahat" ve "Medeniyet-i Fazilet"in Mukayesesi başlıklı makalemizde ehl-i kitapla neden ittifak etmeye muhtaç olduğumuzu etraflıca tartıştık. Arzu edenler, www.koprudergisi.com adresinden söz konusu makaleyi okuyabilir.
7. Buhari, Mezâlim, 31; Büyû', 102; Müslim, Îmân, 242, 343; İbni Mâce, Fiten, 33.
8. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, 15. Mektup.
Not: Bu yazı yazarın Nesil Yayınları'ndan çıkan "11 Eylül'e Rağmen Amerika'da Yükselen İslam" isimli kitabından alınmıştır.

22 İslam'da ruhbanlık var mıdır?

Genel olarak, "ruhbanlık" dünyadan tamamıyla el etek çekerek, evlenme, ev-bark edinme gibi nimetlerden vazgeçerek ve hatta meşrû lezzetleri de topyekün terkederek, bütün ömrü inziva ve ibadet üzere geçirmek şeklinde tarif edilmiştir.

Ne var ki, bazı dinlerde ya da din görünümlü organizasyonlarda, ruhbaniyetin çok yanlış yorumlanması, ruhban sınıfının zamanla imtiyazlı bir konum kazanması ve bunların kendilerini Yaratıcı'nın vekili gibi görmeleri, dolayısıyla kendilerinin rehberliği olmadan günlük ibadetlerin bile yerine getirilemeyeceğine halkı inandırmaları ve böylece bir manada Ma'bud ile kul arasına girmeleri de ruhbaniyet konusuna girebilir.

İslam dininde bu anlamda bir ruhbanlık yoktur. Ancak müctehid ve din alimleri vardır. İslam dininin kaynağı Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimiz (asm)'in söz ve hareketleridir. İslam alimleri de bunları esas alarak içtihad yapmaktadır.

İslâm'da âlim; Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerîm başta olmak üzere Resulullah (asm)'ın hadîslerini ve bütün sünnetini bilen, diğer İslâmî ilimlerden gerektiği şekilde haberdar olup ileri seviyede bir bilgi birikimine ulaşmış kimseye denir. Bu kâbiliyetli kimseler temel İslâmî bilgileri aldıktan sonra, belli bir ilim dalında daha çok ilerleyip özel bir ihtisas alanına sahip olurlar.

Âlim; bilgisi artıp ilerledikçe görüş açısı genişleyen ve bilgisi ile ihtisası dışındaki alanlarda hüküm vermekten çekinen, bildiklerinin doğruluğunu sürekli olarak araştıran kimsedir.

İslâm âliminin farz-ı ayn veya farz-ı kifâye olan ilimlerden birinde ilerlemesi mümkün olduğu gibi, her mümin için farz-ı ayn olan belli seviyedeki ilimleri elde ettikten sonra, daha dar çerçevede bir ilim alanında söz sahibi olacak kadar ayrı bir sahada ilerlemesi mümkündür.

İslâmî bir toplumda tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi ilimlerde gerçek otorite sahibi âlimlerin varlığı zarurettir. Ayrıca bu ilimlere belli bir düzeyde sahip olup; ayrıca kimya, fizik, matematik, astronomi gibi bugün fen ilimleri olarak kabul edilen ilimlerin birinde de ihtisas kesbetmiş ilim adamlarının toplum içinde varlığı zorunludur. Bu ilimlerin birinde mütehassıs olmak her toplum içinde yaşayan insanlar için farzı kifâye durumundadır. Toplum içinde bir kişi veya birkaç kişinin bu ilimlere sahip olması, toplumun mükellef olduğu farz- ı kifâye durumunu ortadan kaldırır.

İslâm toplumunda âlimin en önemli görevlerinden biri 'emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker'dir. Âlimin toplumda Allah'ın emir ve yasaklarının tam anlamıyla uygulanıp uygulanmadığını, yöneticilerin Allah'ın hükümlerini uygulamada titiz davranıp davranmadıklarını kontrol edip bu hususta yöneticileri uyarması gerektiği gibi; bu konuda halkın da dikkatini çekmesi gerekir.

Âlim, ümmetin ileri gelen şahsiyeti demektir. Âlim, her hususta İslâm'ın izzetini koruyan, İslâm'ın hâkimiyeti için gayret sarfeden, Allah'ın ahkâmını uygulama hususunda ihmalkâr davranan yöneticileri her zaman hak yola çekmeye çalışan kimse demektir.

Âlim; yöneticiler zulüm ve adaletsizliğe sapınca onlardan ayrılan ve onlara karşı İslâmî bir tavır takınan kimsedir. İslâm âliminin, Allah'ın emirlerini çiğneyen yöneticilere yaltaklık eden İsrailoğulları âlimlerinden ayrı bir özellik taşıması, İslâmî izzetin gereğidir. Bu tavır İslâm âliminin takınması gereken bir tavırdır. İmam-ı Â'zam Ebû Hanîfe, İmam Ahmed İbn Hanbel gibi vb. âlimlerin tavrı ve hassasiyeti bu idi.

İslâm âlimi, hevâ ve hevesine uyup kendi arzuları istikametinde dîne ilâvelerde bulunan kimse değildir. İslâm bu çerçevedeki âlime büyük değer vermiştir. İslâm, âlimin izzet ve haysiyetini korumuş ve ona gereken mevkîi vermiştir.

"...Allah'ın kulları arasında ondan en çok korkan âlimlerdir. " (Fâtır, 35/28).

"Bilmiyorsanız ilim erbâbına sorunuz... " (Nahl, 16/43).

aetleriyle, Kur'an'ın âlimler hakkındaki hükmü en açık bir şekilde belirtilmiştir.

Hz. Peygamber (asm), âlimleri birçok hadislerinde övmüştür. En çok övdüğü âlimler ise ilimleriyle amel edenler olmuştur. (Dârimî, Mukaddime, 27). İnsanları ilimleriyle irşâd edip, onlara ilmini duyuran kimseyi, Allah toplum içinde sözü dinlenir kimse kılar. (İbn Hanbel, II, 162, 223-224). Buna karşılık ilmiyle dünyaya talip olan âlimler de yine Resulullah (asm) tarafından yerilmiştir. (Tirmizî, İlim, 6). Müslüman daima Hz. Peygamber (asm)'in dua buyurduğu gibi, Allah'tan dünya ve ahiretine yararlı bir ilim ister (Müslim, Zikir, 73; Ebû Dâvud, Vitir, 32; İbn Mâce, Mukaddime, 23).

"İnsanların en hayırlıları, âlimlerin en hayırlılarıdır." (Dârimî, Mukaddime, 34, 55)

"Âlimler peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî, ilim, 10; Ebû Dâvud, İlim, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 17)

buyuran Resulullah (asm), âlimlerin toplumu yönlendirme hususunda peygamberlere vekil ve halef olduklarını beyan etmiştir.

İbn Mes'ud'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle buyrulur:

"Allah Teâlâ kıyamet gününde âlimleri toplayarak buyuracak ki: Ben size sırf hayır murad ettim. Bunun için de kalblerinize hikmeti koydum. Haydi girin cennetime. İşlediğiniz kusurlarınızı mağfiret ettim."

Ebü'd-Derda'dan rivayet edilen bir hadiste Resulullah (asm) âlimleri şu şekilde övmüş ve müjdelemiştir:

"Her kim bu ilim yoluna girer ve ondan bir ilim talep ederse; Allah onu cennet yollarından bir yola koyar ve ilim isteyene melekler kanatlarını gererler. Bunu o âlimin uğraşısından hoşlandıkları için yaparlar. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar. Onlar yalnız ilmi miras bıraktılar. Şu halde onu alan çok büyük bir nasip almış olur." (Buhârî, İlim, 10; Müslim, Zikir, 37; Ebû Dâvud, İlim, 1; Tirmizî, ilim, 19; ibn Mâce, Mukaddime, 17).

İlmi bir seviyeye sahip olan âlime, Allah katındaki değerinden dolayı itaat, Allah'ın emrine itaattir. Hak yolda ve hayra götüren bir hususta âlimin yaptığı tavsiyeye uymak müminler için farzdır. Bu farziyet ancak âlim, Allah'ın razı olduğu bir hususu tavsiye ederse söz konusudur. Allah'ın razı olmadığı ve Allah'ın emretmediği, dinde olmayan bir bid'atı tavsiye eden âlimin tavsiyesine uyulmaz. Böyle bir bid'ate çağrıldığında reddetmek ise mümin için farzdır.

İslâm'da olmayan bir hususu dine sokmak ve kendinden bir hüküm koymak Rububiyyet iddiasında bulunmak demektir. Allah'ın emir ve yasakları dışına çıkıp İslâm dışı tağutî nizamlara yapışmak nasıl küfür ise, âlimlerin hevâ ve heveslerine uyarak koydukları hüküm ve gösterdikleri gayri İslâmî yol ve ibadetlere yönelmek ve bu ibadetleri dinden kabul etmek de küfürdür.

Bu duruma göre İslâm âlimi, toplumu yönlendiren ve Allah'ın hükümlerinin uygulanmasında titizlik gösteren bir rehberdir. Âlimler ilimlerinin gereği olarak toplum içindeki görev ve fonksiyonlarını daima hatırlamak zorundadırlar. Ümmetler, âlimlerinin doğru yolu izledikleri ve doğru yolda oldukları müddetçe ayakta kalırlar. Bunun için Hz. Peygamber (asm) "Alimin ölümü İslâm'da açılan bir gediktir." (Dârimî, Mukaddime, 32) buyurmuşlardır.

23 Hz. Adem ibadet eder miydi; mesela namaz kılar mıydı?

Her peygamber gibi, Hz. Âdem aleyhisselam da ibadet ederdi, namaz kılardı.

Hz. Aişe (r.a) şöyle demiştir:

Cenab-ı Hak, Âdem'in tövbesini kabul et­meyi dilediği zaman, Hz. Âdem, yedi defa Kabe'yi tavaf etti. Kâbe o zaman kırmızı bir tepecik idi. İki rekat namaz kıldığında Kâbe'ye yöneldi." (Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî)

"Ey inananlar, oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allah'a karşı gelmekten sakınasınız diye, size (de) sayılı günlerde farz kılındı..." (Bakara, 2/183).

Ayeti kerime de oruç ibadetinin diğer peygamberler zamanında da var olduğunu ifade etmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Diğer dinlerde namaz ibadeti var mıydı?

24 Zerdüştlükle İslam dini arasında benzerlik olmasının sebebi nedir? Bazı ateist sitelerde Zerdüştlük'ten İslama çok ciddi iman esaslarının geçmiş olduğu yazmakta. Zerdüşt bir peygamber midir?

Hz. Âdem (as)'den Peygamber Efendimize (as) gelinceye kadar bütün peygamberler hak dini tebliğ etmişlerdir. Dinin temeli olan îman esasları hep aynı kalmıştır. Fakat şeriat dediğimiz, ibadet ve dünyaya ait işlerde Hz. Âdem (as)'den Peygamberimize (as) kadar her devrin icaplarına, insanların ihtiyaçlarına göre bazı hükümler değişerek gelmiştir. Cenab-ı Hak her devrin insanının yaşayışını ve menfaatini gözeterek her ümmete ayrı bir şeriat göndermiştir. Mâide Sûresinin 48. âyetinde bu hususta şöyle buyurulur:

"Sizin her biriniz için Biz bir şeriat ve açık bir yol tayin ettik."

Allah hiç bir kavmi peygambersiz bırakmamış, onlara hakkı tebliğ edecek peygamberleri göndermiştir. 124.000 peygamberin insanları tebliğ için gönderildiği, hadiste belirtilen bir hakikattir.

Tüm peygamberlerin en büyük davası tevhid ve iman hakikatlerini insanla tebliğ etmektir. Bu nedenle geçmiş dinlerde olan tevhid inancı ve bazı hükümlerin Kur'an'da da olması gayet normaldir. Çünkü, peygamberlerin davası bir olduğu gibi, muhatapları da insan, o dinlerin sahibi de Allah'tır.

İslamiyeteki tevhid inancının Zerdüşlük ile benzerlik göstermesi, o dinin kurucusunun bir peygamber olduğunu göstermektedir. Nasılki diğer dinlerde tahrifler olmuşsa Zerdüştlükte de tahirfler olmuş ve günümüze bu şekilde gelmiştir. Bunda garipsenecek herhangi bir taraf yoktur.

İlave bilgi için tıklayınız:

ZERDÜŞTLÜK

25 Kur'an-ı Kerim'in Ehl-i kitaba (Yahudi ve Hristiyanlara) bakışı nasıldır?

İslâm dini, müşriklerle (Allah’a ortak koşanlarla), kitap ehlini yani Hıristiyanları ve Yahudileri bir tutmaz. Mâide sûresinde

Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. (Mâide, 5/3)

buyurulur. Buna göre onlarla iktisadi ve ticari sahalarda münasebet kurulabilir. Âyetin devamında ise, Müslüman erkeklerin kitap ehlinden olan namuslu kadınlarla evlenebilecekleri haber verilir. Halbuki, bir Müslümanın bir putperestle evlenmesine izin verilmemiştir.

Kur'an'da lanet edilen Yahudilerin özelliklerine sahip olan Yahudilere lanet etmek caizdir. Çünkü Kur'an'da Yahudilere lanet edilmiştir. Ama bu vacip değildir, lanet etmeyen mesul olmaz.

Ehl-i kitap hakkındaki şu âyet-i kerimeleri de nakletmekte fayda görüyoruz:

“(Ey Resulüm!) de ki: Ey Ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım; Ona hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın.” (Âl-i İmrân, 3/64)
“İçlerinden zulmedenler bir yana, Ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim İlahımız da sizin İlahınız da birdir ve biz Ona teslim olmuşuzdur.”(Ankebût, 29/46)
“İnsanlar içerisinde, iman edenlere düşmanlık bakımımdan en şiddetli olarak Yahudiler ile Allah’a ortak koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da ‘Biz Hrıstiyanlarız’ diyenleri bulacaksın.”(Mâide, 5/82)

26 Hz. Muhammed (sav) Hristiyan ve Yahudilere karşı nasıl davranıyordu?

Peygamberimiz (asm) kendisine düşmanlık göstermeyen Hristiyan ve Yahudilere insaniyet ölçüleri içinde davranıyordu. Hasta olduklarında ziyaret ediyor, yardıma muhtaç olduklarında maddi ve manevi yardımda bulunuyordu. Sofralarında yemek yiyor; onlardan kız alınmasına müsaade ediyordu. Cenazelerine saygı duyuyor, onları öncelikle Allah'ın yarattığı bir insan olarak değerlendiriyordu.

İnsanların sınıflandırılmasına karşı çıkan Rasulullah (asm), toplumda insanları cinslerine, renklerine, dillerine ve mali konumlarına göre ayırmamış, herkesi eşit telakki etmiş, bunun sonucu olarak sahabeleri arasında hiçbir fark gözetmemiştir. Onun (asm) şefkati din, dil, ırk, renk, cinsiyet farkı gözetmeksizin evrensel bir boyuttaydı. Tek başına başlayıp sonra da kitleleri peşinden sürüklediği davasında Onun (asm) izlediği yol, herkese karşı hoşgörülü, merhametli ve alçakgönüllü olmaktı.

Nitekim bir gün bir Yahudinin cenazesini götürüyorlardı, mescidin önünden geçerken cenazeyi gören Hz. Peygamber (asm) ayağa kalktı. Sahabeden biri, “O Yahudidir...” dediğinde, Hz. Peygamber (asm), “Ama insan değil mi?” demiş ve insanlara olan saygısını bir kez daha göstermişti ümmetine.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur’an-ı Kerim’in Ehl-i kitaba (Yahudi ve Hristiyanlara) bakışı nasıldır?

27 Hristiyanlık ve Yahudilik Allah'ın dini olmasına rağmen, neden insanlar İslam dinine girmekle emrolunmuş? Bazı insanlar Müslüman bir ülkede doğdukları için daha mı şanslıdır?

Her şey bulunduğu ortamda en iyisidir. Fakat genel olarak, bütün eşya içerisinde en iyi ve en güzel olan bir şey vardır. Mesela: Kur'an-ı Kerim'de insanın ahsen-i takvimde yani, en güzel kıvamda yaratıldığı ifade edilmiştir. Buna göre, diğer mahlukat eksik mi yaratılmış oluyor? Hayır. Onlar da kendi alanlarında en güzel mahlukattır. Misal olarak, güneş kendi alanında en güzeldir. Yani güneş olmazsa insanların hiç birisi yaşayamaz. Ama insan genel itibariyle en güzeldir. Güneş ise, bulunduğu ve icra ettiği iş cihetiyle en güzelidir. Bu örnekleri artırabiliriz. Koyun, toprak, meyveli ağaç, melek v.s. bunlar kendi alanlarında en güzel ve mükemmel mahlukattır. Bu durum da insanın en mükemmel olması, diğer mahlukatın mükemmel olmadığı veya eksik yaratıldığı anlamına gelmemektedir.

Çünkü, bu koyunlardan daha güzel bir koyun tasavvur edilmez. Bu deveden daha güzel bir deve, bu güneşten daha güzel bir güneş hayal edilmez. İşte aynen onun gibi, gönderilen semavi kitaplar kendi zamanlarında gönderilmesi gereken en mükemmel kitaplardır. Nasıl ki, bir ilkokul çocuğuna çarpım tablosunun öğretilmesi, ne eksiktir ne de fazladır. Fakat üniversitedeki öğrenciye çarpım tablosu değil daha ileri dersler verilir. Bunun gibi, Kur'an'dan evvel gelen kitaplar, kendi zamanlarının en iyisidir ve o zamanlarda onların gönderilmesi hikmettir, eksiklik değildir. Bu açıdan her peygamber ve Ona verilen her vahiy kendi döneminin en mükemmeli ve en güzelidir.

Ancak tabiri uygun ise, insanlığın tamamı bir kitaptan ve bir peygamberden ders alacak yüksek okul öğrencileri gibi bir seviyeye gelince Kur'an gönderilmiştir.

Madem ki en yüksek ilim üniversitede veriliyor. Öyleyse üniversitede verilen ilim, ilkokul çocuklarına da verilsin, diyebilir miyiz? İnsanlık da bir eğitim kurumu gibidir. Her devir bu okulun bölümleri gibidir. Bu bölümlerin hocaları da peygamberlerdir. Hz Adem (as)’den bu yana insanlık, hocalarından ders alarak sanki üniversite seviyesine gelmiş ve İslam dininin mükemmel derslerini alma kabiliyeti kazanmıştır. Bu nedenle en son ve en mükemmel din en sona bırakılmıştır. İlkokulda da matematiğin özü vardır. Ama ders onların seviyesine göre verilir ve hoca bütün bildiği şeyleri değil de anlayacakları şeyleri anlatır.

İşte diğer peygamberler de insanlığa seviyelerine göre ilim vermiş ve onları yetiştirmiştir. Sonuçta bütün yönleriyle ders alma seviyesine geldikleri için İslam Dini ve Yüce Peygamberi (asm) gönderilmiştir. Artık bütün insanlar bu dine uymak ile emrolunmuştur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Müslüman olarak seçilmek ve fetret ehli hakkında bilgi verir misiniz?..

28 İslamiyetin tek doğru din olduğu kanıtlarla ve akılla anlaşıldığı halde, gayri müslimlerin başka dinlerdeki ısrarı nedendir?

"Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalpleri vardır ama bu kalplerle idrâk etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır." (A'raf, 7/179)

Allah Teâlâ bu son âyette birçok cin ve insanı, cehennem için yarattığı­nı beyan etmektedir. Bunlar Allah'ın kâfir olacaklarını bildiği kimselerdir. Allah Teâlâ bunların, kalblerinin anlamaz, gözlerinin görmez ve kulaklarının işitmez olduklarını beyan etmektedir. Aslında bunlar, maddî olarak, anlamayan, görme­yen ve işitmeyenler değil, dünya ve âhiretlerinde kendilerine faydalı olacak şey­leri idrak etmeyen, görmeyen ve anlamayan kimselerdir. Zira bu duyu organları maddi şeylerin gerçeğini idrak etmek için bir vasıta olduğu gibi, manevî şeyle­rin bilinmesi ve hidayete erişilmesi için de birer vasıtadırlar. Bunlar sadece madde için kullananlar, âyet-i kerimenin de ifade buyurduğu gibi, insanlık mertebesine ulaşamayıp hayvanlık derecesinde kalan kimselerdir. Hatta bu yetenek­lerin gereğini yapmadıkları için, bu yeteneğe sahip olmayan hayvanlardan da aşağıdadırlar.

Ve işte onlar o gafillerin ta kendileridir. Tam anlamıyla gafil diye işte bunlara denilir. Zira beyinleri ve kalbleri var, fakat şuurları yoktur. Nefislerine karşı şahit olmuşlardır da kendi özlerinden haberleri olmaz, fıtratlarındaki misak ve taahhüdü duymazlar, aldırmazlar. Kendi iç gözlemleriyle, fıkh-ı nefsî denilen kendi iç dikkatleriyle duymadıkları gibi, dışarıdan gözlerine sokulan âyetlerin, kitabın ve kulaklarına okunan hak kelâmının verdiği haberlerin şahitliğiyle de duymazlar. Vücud var, vicdan namına bir şeyleri yoktur. Dini, bir vehim; kitabı, bir eğlence; ilâhî kelâmı, bir musıki diye karşılarlar. İlâhî işlerle dünya işleri arasındaki inceliğin farkına varmaz, kimin kulu olduklarını, neye veya kime tapacaklarını bilmezler. Gönülleri boş heva, gözleri şekil ve resim, kulakları anlamsız sesler, müsemmasız isimler peşinde dolaşır durur. Kendilerine kalb, göz, kulak verip yaratan, yaratılıştan kendilerini rablık mîsakına taahhüt ettiren, Semî (işiten), Basîr (gören) ve eşi-benzeri olmayan Allah Teâlâ'ya türlü türlü şirkler koşarlar, gafletlerinden dolayı Allah'ı anmazlar, anarlarsa bile O'nun münezzeh şanına layık olmayan isim, sıfat ve özelliklerle anarlar.

İlk insan Hz. Adem (as) ile birlikte, din de dünyaya gelmistir. O günden bugüne dünyada dinsiz bir dönem olmamıştır. Dinsiz fertler ve topluluklar olmuştur ama, dünya hiç bir zaman bütünüyle dinsiz olmamıştır. Atamız Adem (as) ile anamız Havva'nın, cennetteki misafirlikleri sona erip de esas imtihan sahası olan dünyaya gönderildiklerinde, Hak Teala bundan sonrası için olacakları haber vererek.

"(İyi bilin ki) size benden bir hidayet geldiği zaman, kimler benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkar edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, cehennem halkı olacaklardır ve orada ebedi kalacaklardır." (Bakara, 2/38-39)

buyurmuştur. Bunun manası sudur:

"Artık dünyadasınız ve gerektiği zamanlarda siz insanlara Allah’tan ne yapacağınızı bildirecek peygamberler ve kitaplar gelecektir. Bunlara uyduğunuz takdirde, korku ve üzüntü yasamazsınız. Uymazsanız âkıbetiniz ateştir."

İşte bizim "din" denince aklımıza gelen şey, ilk insandan beri varolduğuna inandığımız bu gerçektir. Fakat insanlık tarihi boyunca, sadece peygamberlerin ve kitapların ortaya koyduğu ilahi sistemlere din denmemiştir. İnsanlar tarafından uydurulan inanç ve hayat sistemleri ile Allah tarafından gönderilmiş olduğu halde insanlar tarafından bozulan ilahî sistemlere de din denmiştir. Binaenaleyh ortada "din" adı verilmiş bir çok şey bulunmaktadır. Hem sadece bugün değil, her asırda adına din denilen birçok şey olmuştur. Bunların çoğu birbirinden de tamamen farklı ve birbirine uymayan şeylerdir. Dolayısıyla ortada bir gerçek din, bir de sahte dinler bulunmaktadır. Elbette kimse yoğurdum ekşi demeyeceği için herkes kendi dininin yegane gerçek din olduğunu, diğerlerinin batıl olduğunu iddia ediyor. İddia ispat ister. Tek gerçek olduğunu iddia eden din de, kendini ispat etmelidir. Bu noktada İslâm ile yarışacak din çıkmamıştır.

İslâm, on dört asırdır, aleyhindeki onca çabaya rağmen gücünü gittikçe artırmış; taraftarlarının en zayıf olduğu çağımızda bile, batilin en çok korktuğu güç olmuştur. Eğer o, uydurma, basit bir din olsaydı, başedilmesi zor olmamalıydı. Kaldı ki o, düşmanlarına hep hodri meydan demiş ve onları aklin hakemliğine davet etmiştir. Kur'an vahyinin inmeye başladığı çağdan itibaren muhaliflerini, delilli burhanlı ispata davet etmiş, ama ilk düşmanları olan cahilî Araplar, akılla karşı koyamayacaklarını anlayıp, kılıçla karşılık vermişlerdi. Bunu yapmaya mecbur idiler. Çünkü o günkü uydurma dinlerinin aklın hakemliğine dayanacak gücü yoktu. Bugünkü dinlerin ve taraflarının bu açıdan cahîli Araplardan farkı yok. Bunlar da bir türlü baş edemedikleri İslâm’ı, potansiyel bir güç olarak, askerî paktlarının düşmanı ilan ettiler. Bu bile İslâm’ın gücünü gösteren önemli bir delildir.

Dinler arasında gerçek olan da tektir ve o, İslâm’dır.

"Allah katında (gerçek) din, İslâm’dır." (Al-i İmran, 3/19) ve

"Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki o din ondan kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Al-i İmran, 3/85)

ayetleri bu gerçeği bildiriyor ve Âdem (a.s.)'den beri peygamberlerin Allah Teâlâ'dan getirdiği bütün bozulmamış dinlerin İslâm olduğunu ilan ediyor. Binaenaleyh Allah katında, ancak kendisinin gönderdiği dinler gerçektir. Bastan beri Allah tarafından gönderilen dinlerin hepsi özde aynı özelliklere sahiptir ve hepsinin özünde Allah'a kayıtsız şartsız teslimiyet vardır. Değişmeyen bu peygamberler yoluna "İslâm" denilişinin sebebi iste bu teslimiyettir. Ama bu teslimiyet, körü körüne değildir, başlangıcı akil ve tefekkür olan, hatta alternatifler arasında titiz bir seçme olan bir teslimiyettir. Bu Hz. Muhammed (a.s.m)'i uzun bir arkadaşlıktan sonra tanıyan Hz. Ebu Bekr (ra)'in, mesela Miraç hadisesi kendisine anlatıldığında, "Bunu o söylüyorsa doğrudur." diyerek gösterdiği teslimiyettir. Teslimiyet emre âmâde olmak demektir. Allah’ın emrine âmâde olduğunuzda, O'nun vereceği her emre, dilinizle ve kalbinizle, "Başım gözüm üstüne." deyip, hemen yerine getirmeye koşarsınız; nedir, nedendir, ne ile ilgilidir diye sormazsınız.

İslâm’ın özü teslimiyet olunca, onu seçen iyi düşünmeli, iyi araştırmalı, diğer dinlerle mukayesesini iyi yapmalı ki sonra itiraz olmasın. Çünkü o, insanları zorla değil, kendi iradeleri ile kabulünü istiyor.

"Dinde zorlama yoktur. Doğru, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu inkar edip, Allah'a inanırsa, muhakkak ki kopmayan sağlam bir ipe yapışmıştır." (Bakara, 2/256)

derken, İslâm, hak ile batilin besbelli olduğunu, dolayısıyla, zorlamaya gerek olmadığını bildirir. Bu ifadede kendine güven ve kendi kıymetini ilan bulunmaktadır. Bu ayni zamanda, ancak batılın zorlamaya ihtiyacı olduğuna bir işarettir. Nasıl elinde kaliteli mal bulunan satıcı nazlı olur ve alıcıyı zorlama ihtiyacı hissetmezse ve akıllı bir alıcının, sonunda dönüp dolaşıp kendisine geleceğini bilirse, bu iddialı sözleri söylerken İslâm da ayni güven içindedir. Dolayısıyla isteyen gelir, isteyen gelmez, ama yanlış alışverişinin sonucuna da katlanmak zorundadır. Bunda akl-i selime güven vardır. Zaten din geçmiş alimlerimizce, "Akil sahibi şuurlu insanları, kendi irade ve arzuları ile, aslında iyi ve hayırlı olan şeylere yönelten Allah tarafından konmuş yoldur." seklinde tarif edilirken, bu noktalar vurgulanmaktadır.

29 İslam sonradan gelmiş bir dindir, onun doğru din olduğu nasıl ispatlanır?

Burada bu konuyu detaylarıyla açıklama imkânımız yoktur. Bununla beraber, burada konuya ışık tutacak bazı bilgileri birkaç madde halinde özetlemeye çalışacağız:

- Hz. Peygamber (a.s.m)’in üstün bir akıl ve zekâya sahip olduğu doğrudur. Ancak, bu akıl ona Allah’ın vahyini algılama imkânını sağlamıştır. Yoksa -haşa- kendisini hayatı boyunca, Allah’a iftira eden bir kimse durumuna düşürmemiştir. Hayatı boyunca, yalan ve yalancılarla mücadele eden bir insanın, aynı zamanda en büyük bir yalancı olması mümkün müdür? Bu insanların fıtratına aykırı olduğu gibi, akıllı insanların da nefret ettiği bir husustur.

- Hz. Muhammed (a.s.m) ya doğruluğun zirvesinde, güzel ahlakı kendisinde toplamış, herkesten daha çok Allah’tan korkan, ona saygı duyan bir Peygamberdir yahut -haşa, yüz bin defa haşa- yalancıların temsilcisi, ahlaksız, Allah’tan korkmaz, en büyük bir sahtekârdır. Hayatı boyunca, herkesten daha çok Allah’a bağlanması, ona saygı duyması, ondan korkması, ona ibadet etmesi, bütün insanlığı kendine meftun edecek şekilde yüksek bir ahlak performansını göstermesi, bu ikinci ihtimalin kendisi hakkında asla mümkün olmadığını göstermektedir.

- İslam dininin en büyük mucizesi Kur’an’dır. On beş asırdır Kur’an’ın “Haydin gelin Kur’an’ın bir tek suresine bir benzer yapın... Eğer yapmaktan âciz kaldıysanız, bilin ki bu Kur’an, göklerin ve yerin gaybını bile Allah’ın kelamıdır.” manasına gelen meydan okuyuşu, şimdi de geçerlidir. Kur’an’ın belagatı mucize olduğu gibi, koyduğu evrensel ahlakî prensipleri de birer i’caz  parıltısını göstermektedir. Okuma-yazması olmadığı Kur’anla sabit olan Hz. Muhammed (a.s.m) gibi öksüz büyümüş, ahlakın tefessuh ettiği bir muhitte yetişmiş bir insanın, İslam dini gibi A’dan Z’ye bütün hükümleri, prensipleri makul, âdil ve ahlakî olan bir nizamı ortaya koyması, başlı başına bir mucizedir.

- Peygamber olmadan önce de bulunduğu çevrede “Muhammedü’l-Emin = güvenilir, dürüst, Emin Muhammed” unvanıyla meşhur olan bir zatın, 23 yıllık hayatı boyunca, farklı bir karakter sergilemesi, bu görülen tarafının tam aksine bir şahsiyette olmasına ihtimal verenin deli olması gerekir. Çünkü, şeytan dahi bunu ağzına almaya cüret etmez.

- Bir ağacın yaş veya kuru olduğu meyvelerinden bilinir. Hz. Muhammed (a.s.m)’in diktiği İslam ağacının milyonlarca meyvesi olan evliya ve asfiyanın varlığı, bu ağacın kuru değil, yaş olduğunu, boş bir kütük değil, dal budak veren meyvedar bir ağaç olduğunu, yalan üzerine değil, doğruluk üzerine kurulmuş bir din olduğunu sönmemiş akıllara -gündüz gibi- göstermektedir.

İslam alimlerinin tespitlerine göre, Hz. Muhammed (a.s.m)’in  peygamber olduğunu gösteren mucizelerin ve delillerin sayısı binlercedir. Bu mucizeler, hadislerde geçtiği gibi, onlardan bazı misalleri Kur’an’da da görmek mümkündür. Aşağıda birkaç misal sunulmaktadır:

- İsra Suresi'nin birinci ayetinde, Hz. Peygamber (a.s.m)’in gecenin çok küçük bir zaman diliminde Mekke’den Kudüs’e gidip, Mescid-i Aksa’yı ziyaret ettiği vurgulanmıştır. Hadis ve siyer kaynaklarında, olayın detayları da anlatılmış, aynı gecede onun  tekrar Mekke’ye döndüğü ve yattığı, yatağının ısısının hala devam ettiği anlatılmaktadır.

Daha önce, Kudüs’e hiç gitmediği bilinen biri olarak, Mescid-i Aksa hakkında kendisine sorulan sorulara doğru cevaplar vermiş ve daha başka bilgiler vermek suretiyle de bu olayın doğruluğunu ispat etmiştir.

- Kamer Suresi'nin başında, Hz. Muhammed (a.s.m)’in müşriklerin bir mucize istemeleri üzerine, bir parmağının işaretiyle gökteki Ay’ın ikiye bölündüğü bildirilmektedir. Orada bulunan kâfirler bu olayı yalanlayamamış, mecbur kalıp “bir sihir “olarak nitelemişlerdir. Bu olay detaylı olarak sahih hadis kaynaklarında incelenmiş ve tasdik edilmiştir.

- Kur’an’da, -fetihten iki sene önce inmiş olan- Fetih Suresi'nde, çok açık bir ifadeyle Mekke’nin fethedileceği haber verilmiş ve Hz. Peygamber (a.s.m)’in bu hususta gördüğü rüyasının tasdik edildiği vurgulanmıştır. İki yıl sonra gerçekten Mekke fethedilmiştir.

- Yine, Kur’an’ın -Mekke’de inen- Rum Suresi'nde, müşrik-mecusî İranlılar karşısında yenik düşen ehl-i kitap olan Bizanslıların, en geç sekiz-dokuz yıl içerisinde, İranlılarla yeniden savaşa gireceği ve onları mağlup edeceği çok açık ifadelerle haber verilmiş ve aynı tarihte bu haber gerçekleşmiştir. Bu haber içerisinde “o gün Müslümanlar için de sevinç günü olacağını” detayına da yer verilmiş ve “Bedir Zaferi” ile de bu haber, ikinci bir gerçekle taçlanmıştır.

- Peygamberimiz (a..s.m), hanımlarından birine gizli bir şey söylemiş, fakat o bu sırrı kumalarından birine aktarmış ve Peygamberimiz (a.s.m), onun söylediklerini kendisine aktarınca da, şaşırmış ve bunları nerden öğrendiğini sormuştu. Efendimiz (a.s.m) da ‘Bunları bana her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi’ demiştir.  Bu olay Kur’an’ın Tahrim Suresi'nde geçmektedir.

- Sahih hadis kaynaklarında, Hz. Peygamber (a.s.m)’in İran, Bizans, Kudüs, Şam, İstanbul fethi gibi daha bir çok yerin fethedileceğini haber verdiği ifade edilmektedir. Zaman ise, o haberlerin aynen çıktığına onlarca kez şahitlik yapmıştır.

İşte birer örnek olsun diye verdiğimiz bu  misaller, tereddüde yer vermeyecek derecede, Peygamberimizin (asm) nübüvvetini çok güçlü bir şekilde tasdik etmektedir. Çünkü bu gaybî gerçekleri akılla bilmek ve bu harika olayları bir insan gücü, zekâsı ve aklıyla gerçekleştirmek imkân haricindedir. Demek ki, Hz. Muhammed(a.s.m) Allah’ın hak elçisi ve Kur’an da Allah’ın hak  kelamıdır. Amenna.. ve Saddekna..

Not: Bu konularda size yardımcı olacak kitaplar için sitemizdeki bibliyografyayı tavsiye ediyoruz. Bu konuyu en iyi ispat eden kitapların başında Risale-i Nur Külliyatı gelir. Allah rızası ve dinimizi öğrenme adına bu eserleri okuyalım ve bilgilerimizi pekiştirelim.

İlave bilgiler için aşağıdaki linklere tıklayınız:

Kur'an'ın değiştiğini ya da Peygamber sözü olduğunu iddia edenlere... 

Kur’an insanların konuşmalarına benziyor. Allah’ın eserleri nasıl insanların eserlerine benzemiyorsa, ...

Kur’ân, madem insanları iyiliğe ve güzelliğe teşvik ediyor, kötülükten sakındırıyor. Öyleyse bunu ...

Dünyadaki insanların büyük çoğunluğu ve bazı meşhur ilim adamları Hz. Peygamberi kabul ...

Hz. Muhammed’in hayatına bakıldığı zaman sıradan bir insanın hayatında olan yemek, içmek,...

30 Gayrimüslim ile Müslüman arasındaki fark nedir?

Müslüman: İslâm dinini kabul eden, Allah'a teslim olmuş kişi. Resûl-i Ekremin (a.s.m.) haber verdiği ahkâm ve emirleri, dinin icaplarını kabul edip, ona bütün varlığıyla teslim olmak, itaat etmek ve boyun eğmektir. Bu durumda İslâm'ın getirdiklerini kabul eden kimseye Müslim-Müslüman denir.

İman ise, lügat manası itibariyle; bir şeye hiç tereddüt etmeden kesin olarak inanmak, bir hükmü tasdik etmektir. Verilen haberin kendisinde ve haberi verenin doğruluğunda şüpheye düşmemektir.

Dinî manâsıyla da îman, Allah'ın varlık ve birliğine, Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) Onun Peygamberi olduğuna ve Peygamber olarak insanlara duyurduğu şeylerin hak ve doğru olduğuna tereddütsüz inanmak, tasdik etmek ve kabul etmektir.

İslâm dininin kabul ettiği inançlı bir Müslüman, İslâm ve îman tariflerinde yer alan bütün esas ve prensipleri kabul edip inanan, îman ve İslâmı birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak bilip ona göre hayatını sürdüren insandır. Çünkü bu iki mefhum ruh ve beden gibi birbirinden ayrılmayan, ayrıldığı takdirde bir mânâ ifade etmeyen şeylerdir.

Gayrimüslim: Müslüman olmayan, İslâm'ın dışında başka bir dine mensup kişi.

İnsanlar inanç bakımından iki gruba ayrılır: Hz. Muhammed (asm)'in peygamberlerin sonuncusu (bk. Ahzâb, 33/40) ve bütün insanlığın peygamberi (bk. A'râf, 7/158; Sebe', 34/28) olduğuna inanan kimselere Müslüman; Hz. Muhammed (asm)'in peygamberliğine inanmayan kimselere de gayrimüslim denilir. Bu tanıma göre ehlikitap olanlar (Yahudiler ve Hristiyanlar), mecusiler, dehriler, sâbiîler, mürtedler, müşrikler gayrimüslim sınıfına girmektedirler.

31 Yehova Şahitleri hakkında bilgi verir misiniz?

Kur’an-ı Kerim, tevhîd konusunda göstermiş olduğu hassasiyet nedeniyle “Teslis İnancını” benimseyen; “Allah üçün üçüncüsüdür” diyen Hristiyanları şiddetle tenkit eder ve onların bu yorumlarıyla küfre düşmüş olduklarını belirtir. Hristiyanlıkta teslis akidesinin resmi olarak dördüncü yüzyılda kabul edildiği göz önüne alınırsa; Kur’an’ın tenkide konu edindiği Hristiyanların daha ziyade o yüzyılda ve sonrasında bu düşünceyi savunan Hristiyanlar olduğu görülür. İlginç olan teslisi savunan Hristiyanlar  bu nazariyeyle putperestlikten kaçınmayı hedef almışlardır. Bu yüzden olsa gerektir ki Kur’an’ın teslise inanan Hristiyanlar hakkındaki hükmü onlar için oldukça rahatsız edicidir. Çünkü Katolik, Protestan ve Ortodoks Hristiyanlar teslis inancının putperestlik olmadığını savunur ve putperestliği reddederler. Bununla beraber Kur’an’ın onlar hakkındaki tenkidi; yani Meryem oğlu İsa’nın Allah olmadığı fikri, Hristiyanlığın kendi bünyesinden de destek görür. Bu düşünce Hristiyanlığın ilk döneminde olduğu gibi tarih boyunca ve günümüzde de Hristiyan ilahiyatçılar tarafından tartışılmaktadır. Yehova şahitleri söz konusu edilince onların bariz özelliklerinden birisi teslis inancını reddetmeleridir.

Hristiyanlar Hz. İsa’dan hemen sonra peygamberliğin bir destekleyici güç olarak yeniden ortaya çıktığını iddia ederler. Buna bağlı olarak Hristiyanlık’ta, kilise bünyesinde peygamberliğin kurumsallaştırıldığı görülür; aynı zamanda Hristiyan cemaatin her ferdi potansiyel olarak peygamberi faaliyet yetisine sahiptir. Yahova Şahitleri de teşkilat olarak kendilerinin Tanrı tarafından seçildiğini ve teşkilatları bünyesinde peygamberliğin geri döndüğünü iddia ederler. Onlar bu iddialarını Kitab-ı Mukaddes’e dayandırırlar. Diğer taraftan Yahudilikteki yeryüzünde Tanrının krallığını gerçekleştirecek olan bir Mesih beklentisi, Hz. İsa’nın ikinci dönüşü bağlamında  bütün Hristiyan akımları olduğu Yahova Şahitlerini de etkilemiştir. Öyle ki Yahova Şahitlerinin teolojik arka planı ve gelecekle ilgili (eskatolojik) düşünceleri tamamen bu beklentilerle ilintilidir. Dolayısıyla Yehova Şahitlerinin Yahudi ve Hristiyanlığın dini ve kültürel öğretilerinin besleyip büyüttüğü bir çocuk olduğu söylenebilir. Ancak bizim bu çalışmadaki hedeflerimizden birisi de Yehova Şahitlerinin tam anlamıyla nereye oturduğunu tespit etmektir.

Hristiyanlık tarihinde Hz. İsa’ya sadece bir Mesih ya da bir peygamber olarak olayların merkezinde yer verilmez; bunun ötesinde bütün bir Hristiyan teoloji ve eskatoloji Hz. İsa’ya bağlı olarak şekillenmiştir. Bu nedenle Hristiyanlar bakımından Hz. İsa bir peygamber olmanın ötesinde bir ilahi tabiata ve şahsiyete sahiptir. Bir Müslüman için Hz. İsa’yı bir peygamber olarak kabul etmek nasıl gayet tabii ve basitse, bir Hristiyan için de, isterse bu Hristiyan bir unitarianist (vahdaniyetçi) veya Yehova şahidi olsun, o kadar karmaşık ve zordur. Son ikisine göre Hz. İsa tanrı değildir ama bir peygamberden de ötedir. Gerçekte Hristiyanlığın tarihinde ve geleneğinde bir Hristiyan için Hz. İsa’nın beşer üstü olarak algılanmasını mümkün kılacak çok münbit bir ortam vardır. Bu ortam ve olaylara rağmen bir kimse hele bir Hristiyan olarak Hz. İsa’nın tanrısal öze sahip olmadığını söylüyorsa bunu önemsemek gerekir.

Bu nedenle bu çalışmada öncelikle Yehova Şahitlerinin teolojik arka planı üzerinde durulacaktır. İkinci olarak Yehova Şahitlerinin tanrı tarafından seçilmiş oldukları iddiası, teşkilatları bünyesinde yeniden kurumsal anlamda inşa ettikleri peygamberlik anlayışı ve Mesih’in dönüşü üzerinde durulacaktır. Konunun daha iyi kavranması bakımından nispeten mukayeseli bir yaklaşım izlenecektir; ancak mukayeseli çalışmaların zorluğu ve uzun araştırmaları gerektirmesi nedeniyle konu kısaca irdelenmeye çalışılacaktır.

A. Yehova Şahitlerinin Tarihî ve Teolojik Arka Planı

1.  Hz. İsa’nın İlahi Tabiatı Meselesi ve Teslis Akidesi

Hristiyanlıkta Hz. İsa’nın ilahi tabiatı meselesi söz konusu edilince, ister istemez tanrının mahiyeti, Kutsal Ruh ve Teslis İnancı da gündeme gelir. Yehova Şahitlerini teslisi savunan Hristiyanlardan ayıran en bariz özellik, teslis inancını reddetmeleridir. Onlara göre “Hristiyanlıktaki teslis nazariyesi; tanrıyı bir ve aynı mahiyette üç esrarengiz şey ya da şahsiyet olarak tasvir etmek Kitab-ı Mukaddeste var olan bir öğreti değildir. Mesela Isaiah 40:25, 45:5, 46:9; Psalm 83:18. John 5:19, 6:38, 7:16”.(1) Onlar, eğer insanların bir teslis düşüncesi ön fikrine sahip olmaksızın Kitab-ı Mukaddesi (Tevrat ve İncili) baştan sona okusalar hiç bir şekilde böyle bir düşünceye ulaşmayacaklarını ileri sürerler.(2)  Bu bağlamda mesele şudur: Şayet teslis bir Kitab-ı Mukaddes öğretisi değilse bu düşünce nasıl oldu da Hristiyanlık’ta bir doktrin halini aldı? Yehova Şahitlerinin bu soruya verdikleri cevaba Hristiyanlık tarihindeki süreç de destek olmaktadır. Çünkü Yehova Şahitlerinin de vurguladığı gibi, yaygın kanaatin aksine, teslis nazariyesi 325 tarihinde toplanan İznik konsülünde dahi ortada yoktu. İznik konsülü sadece, daha sonra ifade edilen teslis inancına alt yapı oluşturdu. Konsül Hz. İsa’nın tanrı ve tanrıyla aynı mahiyete sahip olduğunu resmen ifade etmiştir. Bu konsülde teslis'in (üçlü tanrı anlayışı) üçüncü şahsı olarak Kutsal Ruh’tan kimse bahsetmemiştir. Daha sonra 381 yılında toplanan İstanbul konsülünde Kutsal Ruh, Baba ve Oğul ile aynı seviyeye yerleştirilmiş; ancak açıkça tanrı olarak tasvir edilmemiş; "fakat Rab, Baba'dan çıkan hayat bahşeden, kendisine ibadet olunan ve Baba ve Oğulla birlikte takdis edilen olarak nitelendirilmiştir".(3)

Yukarıdaki düşünceleriyle Yehova Şahitlerinin tanrı inancı bakımından, Arianism ve Unitarianism bir yana, Selefi Hristiyanlığa bağlı oldukları görülür. Buna rağmen Hristiyanlar arasında önemli sayılan mezhep ve gruplar Yehova Şahitlerinin Hristiyan olmadıklarını ileri sürerler. Bunların gerekçeleri ise; Yehova Şahitlerinin Tanrının insan şeklinde cisimleşmiş oğul ve Kutsal Ruhun da aynı özde, tanrıya eşit tanrı olmadığını kabul etmeleri, “Yehova Şahitlerinin Kutsal Metinleri tahrif ettikleri ve Hristiyan geleneğine uygun düzenli bir dini hayatları olmadığını ileri sürmeleri, ayrıca Yehova Şahitlerinin kendi teşkilatlarından olmayanlarla ilişkilerini kestikleri ve bir çeşit fikir hırsızlığı mahsulü olan teşkilatları bünyesinde bocalayıp durdukları.”(4) hususlarındaki iddialarıdır. Bu değerlendirmenin karşısındaki görüşe göre ise, yukarıda belirtilen hususların gerçekten Yehova Şahitlerinin Hristiyan sayılamayacakları konusunda yeterli olup olmadığı münakaşa götürür. Çünkü Yehova Şahitlerinin birçok inancı, kökten (fundamentalist) Hristiyanlıkla benzerdir. Mesela Kitab-ı Mukaddesin masumiyetine, Hz. Meryem’in bakire olarak doğurduğuna, Hz İsa’nın insanlığın geçmiş ve geleceği için hayatını feda eden bir kurban olduğuna inanırlar. Boşanma, homoseksüellik, evlilik öncesi cinsel ilişki ve kürtaja karşıdırlar. Şeytanın gücüne inanırlar. Bu benzerliğe rağmen Yehova Şahitleri aşağıdaki hususlarda kökten (fundamantalist) Hristiyanlıktan ayrılırlar; ancak bir kısım selefi ve unitarianist ya da Ariyan Hristiyanla benzerlik arzederler: Yehova Şahitleri teslise inanmazlar; bunun yerine güçlü bir şekilde tek tanrıcılığı savunurlar. Bu tek tanrı Kadir-i Mutlak Yehova’dır. Hz. İsa Tanrının yaratılmış oğludur. İsa Mesih’in ilk insanın yaratılmasından önce bir melek olarak (Archengel Michael) varolduğuna; daha sonra onun insan şekline büründüğüne; ancak doğuştan günahsız ve hayatı boyunca da öyle kaldığına  inanırlar. Çarmıha gerildikten sonra İsa Mesih öldü; ancak maddi varlık olarak değil de, yüce manevi bir varlık olarak görünmeyen bir şekilde tekrar dirildi. Kutsal Ruh ise başka bir şeyin parçası değil; fakat basitçe tanrının dünya ile iletişim yöntemidir (5). Dördüncü yüzyılda inşa edilen teslis nazariyesinde Kutsal Ruh’a biçilen tanrılık rolü ve bir şahsiyete sahip olduğu inancı bir tarafa bırakılırsa, Yehova Şahitlerinin Kutsal Ruh hakkındaki inançlarının da diğer Hristiyan akımlarla benzerlik arz ettiği görülür. 

Yehova Şahitlerinin tanrı inancı; dördüncü yüzyıl Hristiyanlığında ortaya çıkan ve Hz. İsa ile Kutsal Ruha Mutlak Yaratıcı Tanrı ile eşdeğer atfeden “bir özde üç şahsiyet” anlayışıyla bağdaşmaz. Bu nedenle Yehova Şahitlerinin tek Tanrı anlayışı bakımından Yahudilerle benzerliği olsa da, Hz. İsa’ya atfettikleri kimlik teolojik bağlamda onları Yahudilikten koparır. Dolayısı ile Yehova Şahitlerinin tanrı inancı konusundaki teolojik temelleri Yahudilikten ziyade Kitab-ı Mukaddes yorumlarına ve ilk dönem Hristiyanlık ilahiyat anlayışına dayanır. Binaenaleyh teolojik görüş açısından Yehova Şahitlerinin Hristiyan olmadıklarını iddia etmek pek tutarlı görünmemektedir. Üstelik Yehova Şahitleri kendilerinin gerçek Hristiyan olduklarını, diğerlerinin hata içerisinde olduğunu vurgularlar ve şöyle derler:

“Tanrı hakkında Kitab-ı Mukaddesin öğretisi ve onun hedefleri açık, anlaşılması kolay ve makuldür; fakat Hristiyanlıkta kiliselerin öğretileri böyle değildir; daha kötüsü Kitab-ı Mukaddese aykırıdır. Hristiyanlık aleminin Trinity (teslis) nazariyesi, Tanrıyı bir Tanrıda üç esrarengiz şey olarak tasvir eder; fakat bu öğreti Kıtab-ı Mukaddeste bulunmamaktadır.”(6) Bu bağlamda Yehova Şahitleri’nin Tanrı anlayışıyla ilgili olarak Prof. Dr. Hikmet Tanyu’nun “Yehova Şahitleri de kendilerine göre yorumlanmış bir üçlemeyi (Yehova-Oğul-Kutsal Ruh) kabul ediyorlar.”(7) tespiti, oğul ve kutsal ruhun tanrı olduğu ya da tanrıyla ayni mahiyete sahip oldukları; Baba'ya eşit ve Kadir-i Mutlak oldukları anlamına gelmez; fakat Oğul ve Kutsal Ruhun ayrı ve mühim bir değer ifade ettikleri anlamına gelir.

İşaret edildiği gibi “Teslis İnancı”, “İsâ’dan birkaç asır sonra ortaya çıkmış ve Arius (m. 250-336) ile onun taraftarlarının “vahdaniyetçilik” (Allah’ın birliği) lehinde gösterdikleri uzun ve pek büyük direnişlere ve mücadelelere rağmen bu akide, Hristiyanlar arasında kabule değer görülmüştür”.(8) İlginç olan şudur ki Arius’un fikirlerinin kabul edilmemesi, karşı görüşteki Hristiyanların Tanrının birliği konusunda gösterdikleri hassasiyet ve putperestliği reddetmeleri nedeniyledir. Hristiyan olmayan için bu durum garip karşılanabilir. Ancak Arius ile aynı dönem de yaşamış olan Hristiyan İlahiyatçı Athanasius (296-373)’un, Arius’un görüşlerini niçin reddettiğine bakılınca mesele daha iyi anlaşılmaktadır. Athanasius şöyle bir mantık yürütür:  “Arius’un tartıştığı gibi İsa Mesih gerçekten bir tanrı olmasaydı, (bunu) bir dizi yıkıcı unsurlar da takip etmiş olurdu: İlk olarak, Tanrı’nın insanlığı kurtarması mümkün olmazdı. Çünkü bir yaratık bir diğer yaratığı kurtaramaz. İkinci olarak da Hristiyanlar düzenli olarak İsa Mesih’e ibadet ve dua ettikleri için Hristiyan kilisenin puta tapıcılıktan suçlu olması gerekirdi. Çünkü “putçuluk” insan yapımı bir şeye ya da bir varlığa ibadet etmektir diye tanımlanabilir. Bunun da sonucu putlara tapmak olur. Bu ve benzeri tartışmalar nedeniyle İsa’nın yaratılmış olduğu fikri reddedildi.(9) 

Buna rağmen Arius ve düşüncelerinin, Hristiyanlığın bünyesinde vahdaniyetçiliğin bir damarı olarak her zaman varlığını koruduğu görülür. Buna bağlı olarak ortaya çıkan mezhepler ve Yehova Şahitlerinin Hz. İsa’nın mahiyeti ve Kitab-ı Mukaddes hakkındaki görüşlerini Arius ve Origen (m.185-254) gibi Hristiyan ilahiyatçılara dayandırmak mümkündür. “Yehova şahitlerinin Hristiyanlık anlayışları da aynı zamanda Arianism’ındeki (anlayışın) bir şeklidir; Yehova Şahitleri Arius’e kendi teşkilatlarının kurucusu Charles Taze Russell’in bir habercisi olarak değer verirler.”(10) Arius ve Aryanizm'in düşünceleri de doğu Hristiyan düşüncesinin gelişimini sağlayan Origen'e dayanır. Origen'in Hristiyanlığa katkısı iki genel alanda görülür: Kitab-ı Mukaddes'in tefsiri hususunda; Origen metnin görünürdeki anlamının onun daha derin manevi anlamından ayrı olduğunu tartışarak mecazi tefsir anlayışını geliştirdi. Hristiyanlık alanında; Origen Baba'nın tam tekmil ilahi tabiatıyla oğlun daha az ilahi tabiatı arasını ayırmak suretiyle bir gelenek inşa etti.(11) Bu gelenek “7. yüzyılın sonuna kadar Kuzey Avrupa kabileleri arasında Aryanizm (adı altında) hayatiyetine devam etmiştir. Çağımızda bir kısım vahdaniyetçiler (unitarians) Hz. İsa’yı ne saf bir insan tabiatına sahip varlık konuma düşürmek ne de Baba ile aynı bir ilahi tabiatı ona atfetmek hususunda isteksiz olmaları hasebiyle tam olmasa da Arian (Ariyuscu) sayılırlar.(12) Bugün dahi Hristiyanlar arasında, aralarında doğrudan bir bağlantı olmasa da, Arius’un vahdaniyetçi görüşlerini kabul edenler vardır. Bunlar Hristiyanlığın bünyesinde Unitarianism (vahdaniyetçilik) ayrı bir mezhep oluşturmaktadırlar. Michael Servetus (1511-1553), Paolo Socianus (1539-1604) ve 17. yüzyıl İngiliz vahdaniyetçiliğinin (Unitarianism) babası diye nitelendirilen John Biddle (1615-1662) bu akımın önemli ilahiyatçıları arasında yer alır.(13)

Sonuç olarak Yehova Şahitleri Katolik, Protestan ve Ortodoks Hristiyanların tanrı anlayışlarını benimsemezler; Yehova Şahitlerinin tanrı anlayışı, Selefi Hristiyanlık, Unitarianizm ve Aryanizm ile paralellik arz eder. Bununla beraber onlar, yukarıda işaret ettiğimiz büyük Hristiyan İlahiyatçı Origen’de temel bulan iki hususta, yani; Hz. İsa'nın ilahi tabiatı meselesi ve Kutsal Metinlerin mecazi yorumu konularında Katolik, Ortodoks ve Protestan mezheplerin tepkisini çekmiş, bu iki neden ve başka görüşleri sebebiyle Yehova Şahitlerinin Hristiyan olmadıkları ileri sürülmüştür. 

2. Mesih İnancı ve Hz. İsa’nın Tekrar Dönüşü

Yahudilik gibi uzun soluklu bekleyişlerin mahkumu olan Hristiyanlık bünyesinde en büyük hayal kırıklığını Hz. İsa’nın tekrar dönüşü (resurrection) konusunda Yehova Şahitleri yaşadı. Yeryüzünde Tanrı’nın krallığını gerçekleştirecek bir Mesih'in geleceği inancı ve beklentisi Yahudi peygamberlik geleneğinde baştan beri canlılığını sürekli korudu. Yahudilikte peygamberlik ve peygamberlik sonrası dönemde peygamberliğin, Mesih inancıyla irtibatlı olduğu ve bu anlayışın Hristiyanlar tarafından tevarüs edildiği görülür.

İsrail’de peygamberlik faaliyetinin son temsilcileri Haggai, Zekariyya ve gölge şahsiyet Malaki idi. Sürgün sonrası dönemde Malaki’den sonra "peygamberlik ruhu'nun" Yahudiler arasındaki faaliyeti sona erdi. Çünkü "peygamberlik ruhu’nu" taşımaya layık bir insan yoktu. Bu görüş Yahudi Mezheplerinin çoğu tarafından kabul edildi. Buna rağmen aynı zamanda Rabbiler (Yahudi din alimleri) tarafından peygamberliğin bir aks-ı sedasının (the bat qal=semavi bir ses) ve nübüvvetten bir cüz olarak rüyanın devam etmekte olduğu kabul edildi. Bu peygamberlik sonrası dönemde peygamberle iletişimin devamını sağlamanın bir yöntemi idi. Bu demektir ki Yahudi geleneğinde peygamberlik tamamen sona ermedi, fakat başka bir şekle büründü.  Hz. Yahya (John the Baptist) ve Hz. İsa zamanında "peygamberliğin ruhu" fikri "Kutsal Ruh" düşüncesiyle yer değiştirdi. Hz. Yahya İsrailî peygamberliğin yeniden doğuşu  ya da mümasil bir şekilde Hristiyanlıktaki peygamberliğin başlangıcı olarak kabul edilmesine rağmen, O kendisini peygamber olarak takdim etmedi; Mesih’in habercisi ve Hz. İsa’nın vaftizcisi olarak ilan etti. Hz. Yahya ortamı İsa için hazırladı ve Mesih’in geleceği fikrini güçlendirdi. Hz Yahya kasten kendisini peygamber olarak nitelendirmez, fakat basitçe Mesih’in habercisi olarak nitelendirir; ancak bu anlayışın Hz. Yahya’nın rolünün önemini küçültmek için yapılan bir Hristiyan yorum(14) olduğu göz ardı edilmemelidir.

Yahudiler Hz. İsa’nın beklenen Mesih olduğu fikrine hiçbir zaman itibar etmediler ve peygamberliğin İsrail’e geri döneceği zamanı beklediler. Bu dönüş de “mesihlik çağı”nda olacaktır. O vakit, Mesihlik zamanlarının geldiğine dair bir işaret ortaya çıkmış olacaktır. İlk Hristiyanlar bu anlayışın farkında idiler. Onlar Mesih’in İsa’nın şahsında gelmiş olduğuna inanıyorlardı. Bu nedenle onların peygamberliğin dönüşünü beklemeleri mantıklı olmalıydı. Acts (Elçilerin İşleri) kitabının ilk bölümlerinde kaydedildiği gibi Hristiyan inancına göre peygamberlik İsa’nın çarmıha gerilmesinden yedi hafta kadar bir zaman sonra dramatik (karmaşık) bir yolla ortaya çıktı.(15) Buna paralel olarak Hristiyanlıktaki Mesih’in dönüşü beklentisi Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinin akabinde Onun havarileriyle başladı. Gerçekte İsa’nın ikinci dönüşünün gerçekleşeceğine dair İncillerde açık bir kanıt yoktur. İnciller daha ziyade Hz. İsa’nın mesihliğini kanıtlayan belgelerdir; ikinci dönüşünü değil. Beklenen Mesih zaten Hz. İsa’nın kendisi idi. Hz. İsa aynı zamanda peygamberlik yapmış olmasına rağmen O’nun görevi ve icra ettiği faaliyet peygamberliğin ötesinde idi. Bu bakımdan o günün Hristiyanları için Mesih’in değil; ama peygamberliğin dönüşünü beklemek daha makul ve gerçekçi görülmektedir. Çünkü Hz. İsa kendisi dünyadan ayrılmadan önce, öğrencilerine "tesellici" ya da destek olsun diye kutsal ruhu göndereceğine dair söz vermişti. Yuhanna (John) incilinde belirtildiği gibi Hz. İsa şöyle demişti: “Baba’dan isteyeceğim ve O ebediyen sizinle olsun diye size başka bir müdafi (yardımcı, tesellici/ Advocate, comforter, counselor=paraklete) verecek. Bu hakikatin ruhudur” (14:16-17). İncil'in bu ayetleri ve daha birçoklarından hareketle Hristiyan peygamberliğin, ruhun eskatolojik bir gücü olarak, herhangi bir Hristiyan için mümkün olabileceğini Hristiyan ilahiyatçılar ortaya koymaktadır.(16)

Meseleye Kur’an-ı Kerim açısından bakıldığında peygamberliğin ve ilahi vahyin Hz. Muhammed ile sona erdiği görülür. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim beklenen Mesih’in Meryem oğlu İsa’nın kendisi olduğunu da belirterek Mehdi ve Mesih beklentilerinin önünü kapatmıştır. Aynı zamanda Kur’an Hz. İsa’yı Allah’ın Resulü, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve Allah’tan bir ruh olarak nitelendirir (Nisa, 4/171). Muhammed Hamidullah bu hususu şöyle tasvir eder:

“Kur’an-ı Kerim, (mesela Hristiyanlar arasında) kullanılmakta olan yürürlükteki terimleri kullanmaya müsaadekâr davranmaktadır; ancak o bu terimlere saf ve katıksız vahdaniyete uygun bir biçimde yeni bir mâna, yeni bir anlayış ve mefhûm vermektedir”.(17)

Kur’an’ın Hristiyanlara karşı bu yakın tavrına rağmen daha sonraki Hristiyanlar Hz. İsa’nın aynı zamanda Hz. Muhammed’in habercisi olduğu fikrine hiç itibar etmediler. Yahudilerin Hz. İsa’yı reddetmeleri gibi Hristiyanlar da Hz. Muhammed’i; en azından Onun evrensel bir peygamber olduğunu reddettiler. Kur’anî görüş açısından Hz. İsa Yahudilerin beklediği peygamber, aynı zamanda da Hz. Muhammed’in peygamberliğinin habercisi ve müjdecisidir (Kur’an-ı Kerim: 3/49, 61/6). Hristiyanların Hz. Muhammed'in peygamberliğini reddetmeleri; peygamberliği içselleştirmelerinin ve kiliseyle birlikte kurumsallaştırmalarının bir sonucuydu. Bununla beraber Hristiyanlar arsında peygamberlik konusunda esnek davranan ve farklı beklentilere daha açık olanların bulunduğunu da söylemek mümkündür. Nitekim İbn Teymiyye’nin "el-Cevap es-Sahîh li-men beddele dîne’l Mesîh" adlı eserinde tartıştığı gibi o dönemdeki Hristiyanların bir kısmı, özellikle Doğu Kilisesi mensupları, Hz. Muhammed’in peygamberliğine itiraz etmiyordu; fakat Onun sadece Araplara gönderilmiş bir peygamber olduğunu iddia ediyorlardı. Bununla birlikte Hristiyanlar arsında günümüzde Hz. Muhammed’in bir peygamber olduğunu ve Kur’an’ın Hz. Muhammed’e Allah tarafından vahyedildiğini kabul eden Hristiyanlar da vardır. Bunların arasında en çarpıcı örnek ömrünü İslam ilimlerinin ve Hz. Muhammed’in hayatını araştırmaya vakfeden Montgomery Watt’tır.(18)  

Hz. İsa söz konusu olunca Hristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki temel farklılıklardan bir tanesi de Hz. İsa’nın çarmıha gerilme meselesidir. “Hristiyanların inanışına göre İsâ ‘çarmıha gerilip’ idam edildikten sonra göğe çıkmıştır ve ‘hem canlılara hem de ölülere hesap sormak’ üzere tekrar yer yüzüne inecektir. Kur’an-ı Kerim ise Allah’ın onu kendisine yükselttiğini (urûc)  kabul edip açıklamakla beraber, onun yeniden yeryüzüne ineceğinden bahsetmez (Nisa,4/156-7). Fakat Hadiste mesele ele alınmaktadır (Muslim,52, No:110,116).” (19) Kur’an’da “çarmıh”tan söz edilmemesini Montgomery Watt şöyle açıklar:

“Yeni tarih yazımı ölçülerine göre Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi -denebilirse- Hz. Muhammed’in 610 yılı dolaylarında Mekke’de İslam Dinini tebliğ etmesi olgusu kadar kesin, geçmiş tarihin en şüphe götürmez olaylarından biridir... Çarmıha gerilme olayı, her ne kadar Kur’an tarafından yalanlanıyor görünse de (4/157-9) ayetlere tarafsız gözle bakıldığında bu durum, genel olarak müslümanlarca sanıldığı kadar kesin değildir. Bu ayet onu Yahudilerin ‘öldürmediğini, çarmıha germediğini’ söylüyor ki bu, yargılanması Yahudi mahkemesinde yapılmasına rağmen, çarmıha germe işini yapanların Yahudiler değil de Romalılar olduğu anlamında doğru olmaktadır.”.(20)

Watt’ın çarmıh hadisesinin kesinliği hakkındaki bu açıklamasına küçük ama önemli bir ayrıntı da Yehova Şahitlerinden gelir: Hristiyanlığın geleneksel simgesi haç’ı pagan (çoktanrıcı) kaynaklı olduğu için reddeden Yehova Şahitleri Hz. İsa’nın haç’ta değil, düzgün bir odun değnekte çarmıha gerildiğine inanırlar (Elçilerin İşleri 5:30, Galatyalılar 3:13).(21)

Hz. İsa’nın, kendileri hayatta iken döneceğini bekleyen havarileri bu dönüş gerçekleşmeyince, dönüşün ertelendiğine kani oldular; ancak o beklenen an gelinceye kadar da Hristiyan cemaate manevi destekçi olarak Rab tarafından Kutsal Ruh gönderildi. Bununla birlikte Hristiyanlıkta Kutsal Ruh yoluyla peygamberlik icracı, kurumsal bir otorite olarak geri döndü. Böylece Hristiyanlık, İsrailî peygamberlik geleneğine kapılarını tamamen açmasına rağmen, öte taraftan peygamberliği içselleştirdi ve farklı açılımlara kapılarını tamamen kapattı. Buna karşılık Yahudi geleneğinden kopya ettiği Mesih inancıyla İsa’nın tekrar dönüşü düşüncesini sürekli sıcak tuttu. İşte bu altyapıda Yehova Şahitlerini temayüz ettiren düşünce Hz. İsa’nın tekrar dönüşü fikri üzerinde odaklaşmalarıydı. Ancak onlar Kilise şahsında kurumsallaştırılan peygamberliği kendi bünyelerine taşıdılar. Yehova Şahitleri ortaya çıkışlarını Kutsal Kitap peygamberliklerinin bir gerçekleşmesi olarak görürler ve kendilerini de efendisinin malı üzerinde yetkili köle olarak adlandırırlar (Matta: 24: 45-47) Malaki 4:5’de  geleceği vaat edilen İlya (Elijah) peygamberin bizzat Cemiyetin kendisi olduğunu belirtirler.(22)

Böylece peygamberlik Yehova Şahitleri bünyesinde de geri dönmüş oldu. Öte taraftan Hz. İsa’ya inananların ona besledikleri sevgi ve atfettikleri kutsallık, onun, aralarından bedenen ayrılmış olsa bile manen ve ruhen ayrılmış olamayacağı ve bir gün geri döneceği inancına dönüştü. Merhum Yaşar Kutluay’ın belirttiği gibi “Yahudilikteki ‘Mesih’e intizar inancı’, Hristiyanlık’ta ‘İsa’nın rucu’u’ inancına çevrilmiştir”.(23) Bu konuda, Hebrew, Yahudilik ve Kitab-ı Mukaddes çalışmalarında öğretim görevlisi olan Profesör Sawyer şu tespiti yapar: “Hristiyanlar için Mesih’in gelişi hakkındaki peygamberi bulgular (önceden tahminler) Hz. İsa’nın şahsiyetinde gerçekleştiği için İncil otoriteleri İsa Mesih’in tekrar dönüşünü ve dünyanın sonunu peygamberler (Eski Ahit’in peygamberlik kitapları) den ziyade Matta 24-5, Markos 13, Luka 21, I.Selanikliler 4:13-18 ve diğer apokaliptik metinler gibi İncil pasajlarında ve Paul’da araştırıldı. (Oysa) bunlar Danial (7:13), Joel (2:10-11), Zephaniah (1.15), Zecheriah (9:14) gibi peygamberlik kitaplarına bağımlıdır”. (24) Mesela Danial Kitabındaki tarihler ve rakamlar genelde Mesih’in ne zaman döneceğini tespit için kullanıldı. Hristiyan Adventist Mezhebinin kurucusu William Miller’in (1782-1849) ikinci dönüşün 1843-4 yıllarında olacağını tespiti ve bugün Yehova Şahitleri olarak bilinen mezhebin (sect) kurucusu J.T. Russel ikinci gelişin 1874’de gerçekleşeceğini ve dünyanın sonunun 1914 olduğunu hesap etmesi gibi. (25) Öte taraftan Yehova Şahitlerine benzer şekilde İslam’ın aşırı Şia yorumlu atmosferinde doğan Bahailiğin  kurucusu Bahaullah, Kutsal Kitabın birçok ayetini yorumlayarak “ben İsa Mesih’in ikinci gelişiyim” diyordu. (26) Fundamantalist Hristiyanlar ise bu iddiaları “İsa Mesih’in ikinci gelişinin yaklaştığına işaret eden olması gereken olaylar” diye yorumluyorlardı. (27) Burada işaret edilmesi gereken bir husus da Russel’ın Miller ve Adventistlerle olan ilişkisidir. Bu hususa aşağıdaki bölümde yer verilecektir. Ancak Sawyer’ın Yehova Şahitleri teşkilatı hakkında sect (mezhep, hizip) tabirini kullanması dikkat çekicidir.(28)  

Sonuç olarak Hz. İsa’nın çarmıha gerilip, göğe yükseltilmesinden sonra Kutsal Ruh aracılığı ile peygamberlik Hz. İsa’nın havarileri şahsında geri döndü. Ancak mesele bununla sınırlı kalmadı; kilisenin müesseseleşmesiyle peygamberlik ve peygamberî otorite, yine Kutsal Ruh yoluyla kilise bünyesinde icracı güç oldu. Aynı zamanda Kutsal Ruh yoluyla takdis edilmiş her kilise üyesi ve Hristiyan fert peygamberliğin kendisinde ortaya çıkabileceği potansiyel bir güce sahipti. Buna bir de Mesih’in tekrar döneceği fikri eklenince Yehova Şahitleri ve benzerleri gibi Hristiyan grupların farklı yorumlarla ortaya çıkması kaçınılmaz oldu. Bu anlayış daha bir çok peygamberlik iddiasında bulunanların ortaya çıkmasına sebebiyet verdi. Havariler hayal kırıklığını farklı yorumlarla telafi cihetine gittiler. Ancak Mesih’in ikinci dönüş fikri hiçbir zaman canlılığını yitirmedi. Mesih’in dönüşü beklentisinde en büyük hayal kırıklığını Yehova Şahitleri yaşadı. Yehova Şahitlerinin bu hayal kırıklığının nedeni ise bu teşkilatın kurucusu olarak kabul edilen Charles Taze Russel’in İsa Mesih’in dönüşü hakkında vermiş olduğu kesin tarihlerdir. Bu tarihler konusunda hüsran ve hayal kırıklığı yaşanınca aşina oldukları mecazi yorum onların imdadına yetişti: Hz. İsa'nın dönüşü bedenen değil ama manen olacaktır. O 1914 tarihinde döndü ve tanrının krallığını ilan etti.

B. Yehova Şahitlerinin Teşkilatlanması ve Temel İnançları

1. Charles Taze Russell ve Yehova Şahitleri

Yehova Şahitlerinin teşkilatlanmasında ya da kurulmasında asıl rol sanıldığı gibi C. T. Russel (1852-1916)'ın değil, fakat J. F. Rutherford (1869-1942)’undur. 16 Şubat 1852’de Amerika’nın Pittsburgh (Pensylvania) eyaletinde doğan C.T. Russell, Protestanlığın bir kolu olan Presbiteryan kilisesine bağlı ebeveyninden ilk dini bilgi ve inançlarını alır. Okul hayatı uzun sürmez; daha ziyade evde özel öğretmenler nezaretinde eğitim görür. Russel 9 yaşında iken annesini kaybeder. Annesinin ani ölümünün onun üzerinde bıraktığı etkiyle hayatın anlamı ve insanın geleceği hakkında sorular sorar. 11 yaşında iken babasının manifatura mağazasında çalışmaya başlar ve daha bu yaşlarda iken Kıtab-ı Mukaddes araştırmalarına ilgi duyar. Cehennem düşüncesinden oldukça etkilenmiştir. Bunun üzerine ilk gençlik yıllarında cehennemden kurtuluş için tövbe çağrıları yapar. Bağlı bulunduğu kilisenin cehennem ve önceden seçilmişlik gibi inançlarından şüphe duyar. Sonuçta Presbiteryan kilisesinden daha liberal gördüğü Kongregasyonalist bir kiliseye yönelir.(29) 20 yaşında iken ebedi cehennem fikrini Tanrının mağfiretiyle bağdaştıramadığı için hem  Presbiteryan hem de Kongregasyonalist kiliseyi terkeder. Şans eseri bir grup Adventistle karşılaşıncaya kadar şüphelerinden kurtulabilmiş değildir. Adventistler  onu, tanrının kurtuluş planı ve özellikle de dünyanın sonuyla ilgili planın Kitab-ı Mukaddeste bulunabileceği fikriyle tanıştırır.(30)

İkinci Adventist vaizlerden biri olan Joness Wendell, Russell’a bir cehennem olmadığı fikrini aşılamış, onu şüphe ve korkulardan kurtarmış ve kararlı bir şekilde dini faaliyetlere yöneltmiştir. (31) Russell, özel öğretmenler yardımıyla Kitab-ı Mukaddes çalışmak için Hebrew ve Yunanca sözlükleri kullanmaya muvaffak olur. Kutsal Metinler onu Pittsburgh’daki manifatura mağazasında olduğundan daha çok cezp etmiştir. Bunun üzerine o, 1872’de kendisinin ilk Kitab-ı Mukaddes okulunu oluşturmak için iş dünyasını terk eder. Russell, karmaşık Kitab-ı Mukaddes hesaplamalarına dayanarak (apokaliptik hesaplamalara göre) 1877’de Hz. İsa’nın görünmez bir şekilde 1874’de dönmüş olduğunu ilan eder. 1914’de kapitalizm ve sosyalizm ya da komünizm arasında takip eden savaşla insanın hükümranlığının sona ermiş olacağını; bundan böyle Mesih aracılığıyla yeryüzünde tanrının krallığının hüküm süreceğini beyan eder.(32)

Russell 1879 Watchtower (Tarassut Kulesi) dergisinin ilk sayısını çıkardı. 1884 Tarassut Kulesi ve Kutsal Kitabın Takipçileri Cemiyeti (Watch Tower Bible and Tract Society) ni kurar ve kendisi de başkan seçilir. Onun özellikle yedi ciltlik Kutsal Kitap araştırmaları (Studies in the Scriptures) dikkat çeker. Kendi kitap ve kitapçıklarının  35 dilde basılan nüshaları ve haftalık vaazlarının 2000 gazetede yayınlanmasıyla matbu neşriyatı  16 milyonluk bir dolaşım ağına ulaşır. (33) Böylece Cemiyet özellikle matbuat yoluyla Amerika, Kanada ve Avrupa’da yayılmaya başlar. 1909’da uluslar arası bir örgüt haline gelirler ve merkezlerini New York’ta, Brooklyn’e taşırlar. 1916’da Russell, yerine Joseph Franklin Rutherford’u (1869-1942) halef bırakarak ölür.

Russell'ın apokaliptik düşüncelerinin oluşması ve gelişmesinde Kutsal Kitap Peygamberlikleri ile birlikte, Mesih'in ikinci gelişi konusunda Adventistlerin verdiği kesin tarihler de etkili olmuştur.(34) Russell ve Yehova Şahitlerinin teşkilat olarak en fazla hayal kırıklığı yaşadıkları ve tutarsız oldukları husus İsa Mesih’ın dönüşü konusunda verdikleri tarihler ve buna bağlı olarak yanılgılar hakkında yapılan mecazi yorumlardır. Yehova Şahitlerinin bu yanılgıları, zaman zaman teşkilatları bünyesinde çözülmeye ve zayıflamaya yol açmış olsa da hayatiyetlerini sürdürmeye ve yeni yeni askatolojik düşünceler üretmeye muvaffak olmuşlardır. J. F. Rutherford 1920 yılında yayınladığı "Şimdi Yaşayan Milyonlarca İnsan Asla Ölmeyecektir" başlıklı kitabında "Yahudi Siyonistçiliğini övüyor ve aynı zamanda 1925 yılının dünyanın sonu, tanrı krallığının yeryüzünde kuruluşu, İbrahim, İshak ve Yakup gibi Eski Ahit peygamberlerinin diriliş tarihi olduğunu ileri sürüyordu."(35) Nihayet Yehova Şahitleri Mesih’in ikinci gelişi konusunda 1925 yılının 1914 yılından daha açık bir şekilde Kutsal Kitapta  tespit edilmiş olduğu kanaatine vardılar; ancak bu tarihte de coşkulu beklentilerinin yeri hayal kırıklıkları ile dolmuştur. Bunun üzerine Rutherford yeni bir kronoloji hazırlar ve Mesih'in huzurunun 1874 değil 1914 olduğunu vurgular. Bu huzur bizatihi geliş değil görünmeyen bir şekilde “Semavi Krallığın” kurulmasıdır. 

Rutherford teşkilat bünyesinde birtakım değişiklikler de yaptı. O öncelikle Yehova’nın hak tanrı olduğu tespitini tekrarladı  ve bu isme şahadet edenlerin tanrının özel seçilmiş takipçileri olduğunu temyiz etti.1931'de bu Hristiyan cemaat kendilerini diğer Hristiyan mezheplerden ayırtetmek  için  "Yehova Şahitleri" adını benimsediler. Bunu da Isaiah 43:10-12’deki ayetlere dayandırdılar.(36) Bu ayetler aynı zamanda onların tanrı anlayışlarına da temel teşkil etmektedir:

"Rab 'siz benim şahitlerimsiniz' diye ilan eder; Ben kimi seçtiysem o benim hizmetçimdir. Böylece beni bilip, bana inanmalısın ve benim O olduğumu anlamalısın. Benden önce hiçbir tanrı yoktu ve benden başka da hiçbir tanrı olmayacak. Rab olan sadece benim. Benden başka hiçbir kurtarıcı da yoktur. Size vahyeden, koruyan ve açıklayan benim; aranızdaki bazı yabancı tanrılar değil. Rab, Tanrı olan benim diye ilan eder."

Rutherford'un faaliyeti sadece kendilerini mevcut kiliselerden temyiz etmekle sınırlı kalmadı. Her fırsatta hükümetlere karşı tavır aldı; askerlik hizmetini ve bayrağı selamlamayı reddetti. Bu tavırları nedeniyle 1933-45 yıllarında Almanya'da, özellikle Hitler döneminde  ağır baskılara maruz kaldılar.(37) Aynı şekilde diğer mihver (itilaf) ve müttefik ülkelerde çalışmaları yasaklandı. Ancak Amerika'da kendi inançlarını anlatma ve yaşama konusunda mahkemeler onlara hak tanıdı. Sömürge dönemi sonrasında onlar, milliyetçilik anlayışları teokratik tarassut kulesi fikriyle çelişen bir grup yeni Afrikalıyla düşmanca ilişkiye girdiler. Sonuçta Russell tarafından tasarlanan demokratik cemaat, Rutherford'un önderliğinde Brooklyn merkezinden yönetilen teokratik bir sistemle yer değiştirdi.(38)

Rutherford'un koyduğu kurallar O'nun halefi Nathan Homer Knorr (1905-77) tarafından devam ettirildi. Knorr New York'da misyonerleri ve yöneticileri eğitmek için Gilead Tarassut Kulesi Kitab-ı Mukaddes Okulunu kurdu. Cemaatin bütün kitap ve makalelerinin anonim olarak basılmasını ve Şahitlerin nazik ve saygılı konuşmalar yapmaları konusunda eğitilmeleri için bir yetişkinler eğitim programı oluşturulmasını emretti. Knorr'un yönetimi altında bir grup Yehova Şahidi Kutsal Kitabın yeni bir tercümesini yaptı.(39) Bu tercüme hakkında aşağıda bilgi verilecektir.

Daha önceki hayal kırıklıklarından bir ders çıkarmayan Yehova Şahitleri yeni bir hamle olarak 1975 yılını Armageddon Savaşı'nın ve bin yılın başlangıcı olarak ilan ettiler. Onlara göre Adem ve Havva M.Ö. 4026 yılında yaratılmıştır. İnsanlık 6000 sene şeytan ve günahın boyunduruğu altında yaşayacaktır. 1975 yılında bu sure dolmuş olacağından 7000. yıl Mesih'in bin yıllık krallığının yer yüzünde kuruluşu olacaktır. Bu tarih özellikle N. H. Knorr ve 1992'de ölen dördüncü başkan Frederic W. Franz tarafından ortaya atıldı. Franz'ın yerine teşkilat başkanlığına Milton G. Henschel seçildi.(40)

Yehova Şahitlerinin 2001 yılı istatistiklerine göre 235 ülkede Yehova Şahidi yaşamaktadır.(41) 2001 yılında yapılan başka bir istatistiğe göre Yehova Şahitlerinin artışı, düzenli ve hızlı artışın olduğu Eski Sovyetler Birliği, birçok Afrika, Güney ve Orta Amerika ülkeleriyle karşılaştırılınca, Avrupa ülkelerinin çoğunda, Kuzey Amerika ülkeleri ve Japonya’da sıfır ya da negatiftir. Söz konusu istatistiğin gösterdiği sonuç, Yehova Şahitlerinin sayısının artış gösterdiği ülkeler ekonomik, sosyal ve siyasi istikrarsızlığın olduğu ülkelerdir. Yehova Şahitleri sağlıksız ve fakir toplumlarda aynı zamanda halkın bilgi kaynaklarının az ve kısıtlı olduğu yerlerde başarılı olmaktadır.(42) Yine bu rapora istinaden denebilir ki: Yehova Şahitleri inanç bağları zayıf olan, dine ve dini eğitime önem verilmeyen; yaygın ve örgün eğitimde din eğitimi ve öğretimine yer verilmeyen toplumlarda daha çok yayılma imkanı bulmaktadırlar.

2. Yehova Şahitlerinin Temel İnançları ve Uygulamaları

Yehova Şahitlerinin inançlarına yukarıda anlattıklarımız içerisinde kısmen işaret edildi. Bununla beraber burada onların inanç ve faaliyetlerinin kısa bir özeti sunulacaktır:

Teslis (Trinity) inancını reddederler. Yehova Şahitleri “bir tanrıda üç şahıs (yada şahsiyet) olamayacağını” söyler ve bu inançlarını Kıtab-ı Mukaddesle desteklerler. Baba Jehovah (Yehova) tek gerçek tanrıdır. İsa tanrının oğlu ve tanrıdan çıkan ilk varlık ve daha sonra insan suretinde görünen bir melekti. Oğul Baba’ya eşit değildir; Baba ondan daha büyüktür. Kutsal Ruh bir kişiliğe sahip değildir; O tanrının faal gücüdür. Yehova Şahitleri Kadir-i Mutlak, göklerin ve yerin yaratıcısı tanrı Yehova’ya inanırlar. Onlara göre kainat tanrının mükemmelliğinin bir eseridir ve hiçbir şekilde yok olmayacaktır; bu dünya bir gün cennete dönüştürülecek ve Yehova Şahitlerinin ebedi yurdu olacaktır.(43)

Yehova Şahitleri İngilizce’de “the Bible” (Kitab-ı Mukaddes) diye adlandırılan Eski Ahit (The Old Testament) ve Yeni Ahit (The New Testament)’i masum (hatasız) kutsal kitap olarak kabul ederler; yani Kitab-ı Mukaddes tanrının gerçek sözü (vahiy) dür. Yehova Şahitleri, mazisi 1950’li yıllara dayanan Kitab-ı Mukaddes’in, "Kutsal Metinlerin Yeni Dünya Tercümesi" (New World Translation of the Holy Scriptures) diye anonim bir tercümesini çeşitli dillerde yayınlamışlardır; ancak henüz Türkçe'ye tercüme edilmemiştir. Diğer Hristiyanlar bu tercümede Hebrew ve Yunanca metinlerin tahrif edildiği iddiasında bulunurlar.(44) Buna karşılık Yehova Şahitleri de söz konusu çevirilerinin en sahih ve aslına en uygun çeviri olduğunu iddia ederler.(45)

Şahitler Krallık Evleri adı verilen kiliselerde toplanırlar.
Suya daldırmak suretiyle vaftiz yaparlar.
Şahsi ilişkilerde güzel ahlak kurallarına uyma konusunda ısrarlıdırlar.
Zina sebebi hariç, boşanmayı uygun görmezler.
Kutsal Kitaba dayanarak kan nakline karşı çıkarlar.

Yehova Şahitleri temel olarak iki çeşit sakramenti (dini ayin) kabul ederler: Vaftiz (Babtism) ve Evharistiya. Vaftiz ayini sorumluluk çağına gelen bir imanlıyı günahlardan arındırmak maksadıyla tamamen suya daldırmak suretiyle yapılır. Bu hayatı tanrıya adamak anlamına gelir. Evharistiya ayini ise yılda bir kez Hz. İsa’nın ölümü hatırasına verilen akşam yemeğidir. İbadet yerleri Krallık Evi diye adlandırdıklar kiliselerdir.

Hz. İsa’nın doğum gününü kutlamazlar. Hz. İsa doğum gününün kutlanmasını emretmediğini ölümünün hatırlanmasını söylediğini, Hristiyanlardaki krıstmıst geleneğinin eski batıl dinlerden kalma bir adet olduğunu kabul ederler. İlk Hristiyanların da bu adetleri benimsemediklerini savunurlar.(46)

1920 ve 30'lu yıllarda radyo yayınlarını yoğun bir şekilde kullanan cemaat 1933 yılında Kıtab-ı Mukaddes derslerini radyo yoluyla iletmek için 403 radyo istasyonuna sahipti. Daha sonra radyo kullanımı, kasetlere kaydedilmiş Kutsal Kitap konuşmaları ve çeşitli dokümanlarla yapılan ev ziyaretleriyle yer değiştirdi. Evlerdeki Kitab-ı Mukaddes çalışmalarında Kitab-ı Mukaddese ilgi duyanlara öncelik verildi.(47)

Yehova Şahitleri her türlü tıbbi tedaviyi kabul etmelerine rağmen kan nakline karşıdırlar. Çünkü Tanrı kanı kutsal kılmıştır. Tanrı ruhun ya da hayatın kanın içinde olduğunu söylemiştir. Kan naklinin yasak olduğu gibi kan içeren yiyecekleri de yemek yasaktır. Kan naklini kabul edenleri cemiyetlerinden atarlar. Ayrıca hayvanların hayatı da kutsaldır. Bir hırıstiyan ancak etinden ve diğer ürünlerinden yararlanmak için hayvanları öldürebilir. Sırf zevk için hayvanları öldürmek yasaktır.

Kan nakline tedavi maksatlı dahi olsa şiddetle karşı çıkan Yehova Şahitlerinin, Bulgaristan'daki uygulamaları dikkat çeker. Şöyle ki: Yehova Şahitleri 1998 yılında Bulgaristan tarafından resmen tanınmaları için Avrupa Konseyine baş vururlar. Buna karşılık, Avrupa Konseyi gözetiminde Yehova Şahitleri için de kan nakli yapılması ve kullanılması konusundaki Bulgar hükümetinin talebini Yehova Şahitleri kabul ettiler. Şimdi Bulgaristan ile sınırlı olan bu durumun gelecekte, diğer Yehova Şahitlerini de kapsayıp kapsamayacağı merak konusudur.(48)    

Yehova Şahitlerinin diğer gruplarla yok denecek kadar çok az ilişkileri vardır ya da hiç yoktur denebilir. Seküler yönetim biçimlerinden tamamen ayrı kalmaya özen gösterirler. Dünyadaki hakim güçleri ve siyasi partileri şeytanın bilinçsiz müttefikleri olarak görürler. Bu yüzden her hangi bir ulusun bayrağına hürmet etmeyi ya da askerlik hizmeti yapmayı reddederler ve genel seçimlerde hemen hemen hiç oy kullanmazlar. Onlar aynı zamanda diğer dini grupların da şeytanın hilelerine kanabilecekleri nedeniyle onları da şüpheyle karşılar ve uzak dururlar; yıllarca papaz, kilise, ayin gibi kavramları teşkilatlarının bünyesinde kullanmaktan kaçındılar. Bugün bu davranış biçimi nispeten değişti, ama onlar hala içlerine kapalı ve 20. yüzyıl Ekümenik (kiliseler birliği) hareketinden kendilerini tecrit etmektedirler. Onlar maksatlarının açıkça tanrının krallığını; teokrasiyi  tesis etmek olduğunu ifade ederler. Bu teokrasinin Armageddon'u* takiben ortaya çıkacağına inanırlar. Onlar bu tahminlerini Kitab-ı Mukaddes'in apokaliptik kitaplarına; özellikle de Daniel ve Revelation kitaplarına dayandırırlar. Bu kitapları onlar,  Tanrının dünya işlerindeki planına ve insanın kaderine işaret eden tek güvenilir kaynaklar olarak kabul ederler.(49)

Tanrının Semavi Krallığı 1914 yılında Hz. İsa’nın krallığında görünmez bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu krallık 135.400 kişiden oluşmaktadır. Bu kimseler Hz. İsa’nın göğe çekilmesinden hemen sonra Pentakost’ta ve sonrasında seçilmiştir. 1935’de bu seçilenlerin sayısı 144.000 olarak tamamlanmıştır. Bunlardan 8.600 kimse hala hayattadır. Bu 144.000 Yehova Şahidi Tanrı ve Hz. İsa ile birlikte sonsuza kadar manevi varlıklar olarak kalacaklardır. Mesih ‘in görünmez şekilde dönüşüyle şeytanla arasında semavi bir savaş oldu; bu savaşta şeytan yenildi ve yer yüzüne atıldı. Bundan sonra kralların kıralı olarak  Mesih semavi hükümranlığına başladı. I. Dünya Harbi şeytanın yeryüzünde görünüşünün, kötülüğün ve dünya sistemlerinin sonunun bir başlangıcıdır. Yakın gelecekte Armageddon savaşı başlayacaktır. Tanrının gazabıyla diğer Hristiyanlar ve din mensupları yok olacaktır. Zulüm ve kargaşa dönemi sonunda dünya temizlenecektir. Yer yüzünde Tanrının bin yıllık krallığı kurulacaktır. Armageddon savaşından kurtulanlar akabinde yaratılacak olan ideal dünyada (ütopik alemde) barış içinde yaşayacaklar; daha önce semaya çekilen değerli ölülere katılacaklardır. Bu bin yılık krallıktan sonra kısa bir süre için şeytan ve taraftarları tekrar ortaya çıkacak ve yok edileceklerdir. Armageddon savaşından önce ölenlerin ise varlıkları yok edilip toprak olacaklardır. Bu bağlamda günahkarlar ve inanmayanlar için cehennem hayatının olmadığını ileri sürerler. Onlara göre günahların karşılığı olarak bir azap söz konusu değildir; insan bu cezayı fiziksel ölümüyle zaten ödemektedir. Ölüler diyarı bir mezar olup cehennem ise kesin yok oluşun bir sembolüdür.(50)  Semaya yükselen müminler için Tanrı yeni bir beden yaratacaktır. Bu bedenler hiçbir kusur olmaksızın önceki özlerine benzer olacak ve asıl kişilikleri ve hatıralarıyla yaşamaya devam edeceklerdir.(51) Böylece cennet yer yüzünde kurulmuş olacaktır.  

SONUÇ

Diğer Hristiyan mezhepler her ne kadar Yehova Şahitlerini Hristiyan olarak kabul etmeseler de Yehova şahitlerini Yahudiliğin intaç ettiği bir akım olarak kabul etmek doğru değildir; ancak hakim Hristiyanlıkta olduğu gibi Yehova Şahitliği de Yahudilikten bazı unsurları taşımaktadır. Dolayısı ile Yehova Şahitleri Hristiyan bir zeminde otururlar ve yer yüzünde Tanrının vaat ettiği krallığın tek temsilcileri olarak, o zeminde inşa ettikleri tarassut kulesinden İsa’nın ikinci kez döneceğini intizar ederler. Meydana gelen her mühim hadiseyi Mesih’in tekrar dönüşünün ve dünyanın sonunun yaklaştığının bir işareti olarak  değerlendirirler.

Yehova Şahitlerinin gerçek Hristiyanlığı ve onun tanrı anlayışını ortaya koyma hususunda bir kararlılık içerisinde oldukları görülür. Görüşlerini desteklemek için de Kitab-ı Mukaddese ve ilk dönem Hristiyan ilahiyatçılarının görüşlerine müracaat ederler. Hatta Yehova Şahitleri kendilerini Hz. Adem’e kadar geri götürürler. Bununla beraber günümüzdeki örgütlenmeleri C. T. Russell ve J. F. Rutherford’a dayanır. Aslında Russel bu teşkilatın öncüsü, Rutherford ise kurucusu durumundadır. Dolayısı ile onların Arius'un tanrı anlayışıyla olan  benzerlikleri Arius'un bir Yehova Şahidi olduğu anlamına gelmez. Tanrı anlayışlarını Kitab-ı Mukaddes’e dayandırarak bir kararlılık içerisinde olmaları ise Mesih’in dönüşüyle ilgili mitolojik ağ örgüsü yanılgılarını telafi etmez.  Dışardan bir bakışla Yehova Şahitlerinin tanrı anlayışının Kıtab-ı Mukaddese daha uygun olduğu söylenebilir. Ancak özellikle 19. yüzyılda teşkilat olarak ortaya çıkan Yehova Şahitlerinin Hz. İsa'nın tekrar dönüşü, dünyanın sonuyla ilgili tahminleri, kurtuluşu ve cenneti ancak kendilerine has kılmaları, cennetin bu dünyada olacağını savunmaları, cehennemi ve cezayı inkar etmeleri gibi konularda Kitab-ı Mükaddese aykırı düşmüşlerdir. Karşıt Hristiyanların iddia ettiği gibi bu hususlarda aşırı giderek gerçekten Kitab-ı Mukaddes ayetlerini mecazi ya da yanlış yorumlamaları da vakıadır. Dolayısı ile teolojik temelleri itibarıyla olmasa da sonuç itibarıyla Yehova Şahitleri de galat ve tahrif edilmiş bir hiristiyan hareket olup; Hristiyanlığın geleneksel, modern ve liberal yorumuyla çeliştiği ve bunlardan destek görmediği görülmektedir.

Yahudiliğin yeni bir formu olarak ortaya çıkan Hristiyanlıkta Hz. İsa'ya biçilen roller onun kimliği konusundaki bir takım müşkülatı ve münakaşayı da beraberinde getirdi. Fakat bunlardan hiçbirisi onun insanlığın mutlak kurtarıcısı olduğu; insanların günahı ve kurtuluşu için kendisini kurban ettiği ve tekrar döneceği (Mesih’ın ikinci gelişi) inancı kadar etkili olmamıştır. Beklenti kültü ya da Mesih inancı kurtuluş ve ümidin tükenmez kaynağı olduğu gibi felaket ve karamsarlığa giden yol da olmuştur. Yahudilik geleneğinde baştan beri var olan Mesih İnancı genel olarak bütün Hristiyanlık’ta ve özel olarak da Yehova Şahitleri bünyesinde farklı bir şekilde yeniden ortaya çıkmıştır. Bu ümit ve ümitsizlik; lütuf ve felaket arasındaki değişim Yahudiliğin tarihi sürecinin en belirgin özelliği olup İsrailî peygamberlik geleneğinin dokusunu tahrif etmiş; zamanla peygamberler ve Kitab-ı Mukaddes’teki peygamberlik kitapları etrafında bir efsaneler ağı örülmüştür. Buna bağlı olarak da Yehova Şahitleri hala Tanrı’nın gelecekle ilgili planını, bir takım cifir hesaplamaları ile  Kitab-ı Mukaddes’in sayfaları arasında bulmaya çalışırlar. Gerçi Kitab-ı Mukaddesle bu yüzleşme onları teslisi reddetmeye ve İsa Mesih’in tanrı olmadığını dillendirmeye götürür; ancak gelecekle ilgili mitolojik ağ örgüsünden bir türlü kurtulamazlar.

Dipnotlar:

(1)  bk. Yehova Şahitleri resmi web sayfası:www.watchtower.org/  Christendom Has Betrayed God and the Bible.
(2)  bk. Yehova Şahitleri resmi web sayfası: www. watchtower.org/, What does the Bible says about God and Jesus?
(3)  bk. McGrath , Alister E., Christian Theology An Introduction,  UK, Blackwell, 1998, s. 282., Ag. web s. How Did the Trinity Doctrine Develop?
(4)  Fr. De Rosa, Jesuit, Denounces Jehovah’s Witnesses: www. Zenit.org/
(5)  Web sayfası: www.religioustolerance.org/ Jehovah’s Witnesses’ Beliefs and Practices .
(6)  bk. Yehova Şahitleri resmi Web sayfası: www. Watchtower.org “What is the Purpose of Life”
(7)  Tanyu, Hikmet, Yehova Şahitleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, Tarihsiz, s. 22.
(8)  Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çeviren: Prof. Dr. Salih Tuğ, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1980, c. 1, s. 695.
(9)  Mc Grath, age, s.12.
(10) Ecyclopaedia Britannica. Arianism maddesi.
(11) bk. Mc Grath, age.  s.11.
(12) Encyclopaedia Britannica: Arianism.
(13) bk. Ata ur-Rahim, Muhammed, Jesus A Prophet of Islam, London, 1979, s. 112 vd, 134 vd., ve 142 vd.
(14) Okumuş, Bünyamin, The Idea Of Prophecy in the 'Abrahamic Faiths': a Comparative Study, Master (MA) tezi, Manchester Üniversitesi, Eylül 2000, s. 26.
(15) bk. Okumuş, ay.
(16) bk. Okumuş, age., s. 27-28.
(17) Hamidullah, age., c.1, s. 684.
(18) bk. Watt, W. Montgomery, Companion to the Qur’an, İngiltere, Amerika, 1967, 1994, s.3-4.
(19) Hamidullah, age., c.1, s. 686.
(20) Watt, W. Montgomery, Günümüzde İslam ve Hristiyanlık, Türkçesi: Dr. Turan Koç, İstanbul, İz Yayıncılık, 1991, s.213.
(21) bk.5. dipnot.ay., www.watchtower.org/  What Do They Believe?
(22) bk. Paşaoğlu, Sarkis, Yehova Şahitleri, Lütuf Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 18 v.d.
(23) Doç. Dr. Kutluay, Yaşar, İslam ve Yahudi Mezhepleri, Anka Yayınları, Ankara, 2001, s.187.
(24) Sawyer, John F.A. Prophecy And The Biblical Prophets, Oxford Üniversitesi Yayınları, 1993, s. 156-157.
(25) Age. S. 157.
(26) bk. Günay, M., Gerçeği Bilelim, İstanbul, 1984, s. 167.
(27) bk. age., s. 166-167.
(28) Yehova Şahitlerinin yeni bir din mi, mezhep mi yoksa tarikat mi olduğu konusunda bk. Doç. Dr. Günay Tümer, Yehova Şahitleri Hareketi Ve Bir Din Olup Olmadığı, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.27, Y.1985.
(29) bk. Paşaoğlu, age., s. 30-31.
(30) bk. Encyclopaedia Britannica, Russell, Charles Taze maddesi.
(31) Paşaoğlu, age. s. 32.
(32) Encyclopaedia B. Ay. Mad.
(33) bk. Encyclopaedia B. Ay. Mad., Yehova Şahitleri resmi web sayfası: www.watchtower.org/, Their Modern Development and Growth.
(34) bk. Paşaoğlu, age., s. 32-53.
(35) Paşaoğlu, age. s.104-105.
(36)Yehova Şahitleri resmi web sayfası, Their Modern Development and Growth.
(37) Paşaoğlu, age. s. 116.
(38) Encyclopaedia Britannica: Jehovah's witness, maddesi.
(39) bk. Age. a.y.
(40) Paşaoğlu, age., s.124-125.
(41) bk. Yehova Şahitleri resmi Web sayfası: Statistics for 2001.
(42) bk. Statistics of Jehovah’s Witnessses, İnternet adresi: www.jwic.com/
(43) bk. Yehova Şahitleri resmi web sayfası, Beliefs and Customs That Displease God.
(44) bk. Jehovah’s Witnesses Introduction, www.religioustolerance.org /
(45) bk. Paşaoğlu, age. s. 168 vd., The Watchtower, October 15, 1999, s. 28.vd.
(46) bk. Yehova Şahitleri resmi web sayfası, Beliefs and Customs That Displease God, Encyclopaedia Britannica: Jehovah’s Witness maddesi.
(47) bk. Yehova Şahitleri resmi web sayfası, Their Modern Development and Growth
(48) bk. Paşaoğlu, age. s. 242-243.
*  Dünyanın sonunda çıkacağına ve insanlığın ya da dünyanın tamamen yok olmasına sebebiyet vereceğine inanılan bir savaş.
(49) Ancyclopaedia Britannica: Jehovah's Witness maddesi.
(50) bk. Paşaoğlu age. s.218 vd., 227 vd.
(51) bk. Jehovah’s Witnesses’ beliefs and Practises: www.religioustolerance.org/

(Bünyamin OKUMUŞ, Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı, Diyanet İlmi Dergi, cilt, 38, sayı 2, 2002.)

32 Yahudiler Allah’a neden "Yahova", Hristiyanlar da neden "Tanrı" diye hitap etmektedirler?

Eski semavî kitaplarda İbranice veya Süryanice dillerinde “Allah” ve benzeri isimlerinin nasıl kullanıldığını öğrenmek, çok geniş ve derin bir araştırmaya bağlıdır.

Bununla beraber, kesin olarak Kur’an’dan öğrenip bildiğimiz husus şudur ki, bütün peygamberler kavimlerine “Allah”a kulluğu tavsiye etmişler. O kitaplar Arapça olmadıklarına göre ve -Kur’an’ın bildirdiği gibi-, “Allah-Rab” isimleri onlarda da kullanıldığına göre, o dinlerin dillerinde de bu manaları ifade den eş anlamlı Allah’ın isimleri söz konusudur.

Hz. Nuh, Hz.İbrahim, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut, Hz. Şuayb gibi peygamberlerin kavimlerini Allah’a iman etmeye ve ona kul olmaya davet ederken, Söz gelimi, “Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” manasındaki ifadelerinde “Allah” ismini kullandıklarına bakmak için, Şuara suresine bakılabilir. Demek ki, Arapça olan “Allah” kelimesini karşılayacak bir isim kullanmışlardır.

Keza, Kur’an’ın bildirdiğine göre, Hz. Musa ve Hz. İsa da “Allah-Rab” isimlerini kullanmışlardır. Demek ki bunların manasına gelen kelimeler kullanmışlar.

Bazı alimlerin bildirdiğine göre, ALLAH kelimesi İbranice’de “ELOHUM / İlohim” olarak kullanılır. İbn Abbas İbranicede Allah isminin “ÎL” olarak geçtiğini ve “CEBRÎL / CEBRAÎL” isminin manası “Abdullah”, MÎKÂÎL isminin manası ise “Ubeydullah” olduğunu ifade etmiştir. Hz. Yakub’un diğer bir ismi olan “İSRÂÎL” kelimesi de (İSRA=Abd, ÎL=Allah) Abdullah manasına gelir. (Taberî, Razî,  Bakara, 2/40. ayetin tefsiri).

Yine bazı araştırmacıların bildirdiğine göre, insanlık tarihinde ilk defa Allah’ın en meşhur ismi “ÎL” ve  bundan türetilen “İLOHÎM-ÎLÎM” isimleridir. Ayrıca, YAHOVA, İLİYON kelimeleri de İbranice’de “Allah” kelimesi yerine kullanılan meşhur isimlerdendir.

Yahudlier genellikle tanrıyı Elohim ve Yehova şeklinde adlandırmaktadırlar. Elohim Tanrı'nın gazap tarafını, Yehova ise rahmet tarafını temsil eder. Yahudiler Tanrı'nın gazabından çok korktukları için Elohim adını daha çok kullanmayı tercih ederler

Yahudi ve Hristiyanlarda da hem peygamberlere iman hem de ahiret inancı vardır. Zaten bütün semavî kitaplarda iman esasları aynıdır. Ancak zaman içerisinde yanlış yorumlarla farklı bazı şeyler söylenmiş olabilir.

Mesela, Hristiyanlar genellikle ahirette yalnız ruhların haşredileceğini, insanlar bedenleri ile değil sadece ruhları ile cennet veya cehenneme gideceklerini söylerler. Bununla beraber, ahiretin varlığına, cennet ve cehenneme inanırlar. 

Fakat, ilahî hikmetin gereği olarak eski zamandaki insanların kapasiteleri, görgüleri, anlayışları göz önünde bulundurulmuş; ahiret akidesi daha basit ve daha özet halde/detaylara fazla girilmeden anlatılmıştır.

Kur’an ise, kıyamete kadar gelen bütün insanlara hitap ettiği için, her asırdaki insanları tatmin edecek açıklamalarda bulunmuş, detaylara girmiş, deliller ortaya koymuştur... Bediüzzaman Hazretlerinin, yedi yüzden fazla ayetin tefsiri olduğunu bildirdiği Onuncu Söz / Haşir Risalesine bakan, bu söylediklerimizi gözle görecektir.

33 Hristiyanlık ve Yahudilik tabirleri ne zaman ortaya çıkmıştır?

Hristiyan, Mesih'e bağlı demektir. Bu kelime, Yunanca "Hristos"tan gelir. İbranîcesi "Maşiah"dir, yağlanmış anlamını ifade eder. İncillerde "Hristiyan", "Hristiyanlık" gibi terimler yer almaz. Bu terimler, ilk defa Hz. İsa (as)'dan yirmi-otuz sene sonra Antakya'da kullanılmıştır. (Resullerin işleri, XI, 26). İnciller daha çok, Hz. İsa (as)'a ağırlık vermektedirler ve onun bir tür hayat hikayesi durumundadırlar.

Hristiyanlık, aslında tek tanrı anlayışını esas alan bir dindir. İncillerde ve diğer yazılarda bu hükmü doğrulayacak ifadeler vardır, Allah'ın birliğinden söz edilmektedir. (Yuhanna, V, 44). Fakat yine aynı metinlerde bir kısım ifadeler, mecâzî deyimler, daha sonraları bir üçleme (teslis) anlayışına yol açmıştır. Bunda, İncil yazarları ile Hz. İsa (as) arasındaki zaman aralığının rolü vardır.

Öte yandan, Hristiyan Kutsal Kitabı'nda teslis, hiçbir yerde açıkça zikredilmemiştir. Ancak "Ben ve baba biriz", "Baba'nızın ruhu", "Allah'ın ruhu" gibi ifadeler, zamanla Allah'ın yanında İsa (as) ve kutsal rûhun da tanrı sayılmasına kadar varan yorumlara yol açmıştır. Bu yorumları ilk başlatan, havârîlere sonradan katılan Pavlus olmuştur.

"Hz. İsâ zamanındaki en büyük ilâhiyatçı" olarak tanımlanan Pavlus, bugünkü Hristiyanlığın kurucusu olarak bilinmektedir. Modern bilginlere göre günümüz Hristiyanlığı, Hz. İsa (as)'ın getirdiği nizamdan çok, Pavlus'un yorumlarından ibarettir. Hatta denilebilir ki, sonraki yüzyıllar, dini inançlarını İncillerden çok, onun yorumlarına dayandırdılar. Pavlus'un telkinleri, Allah'ı değil, İsa Mesih'i ağırlık merkezi olarak almıştır. Ona göre İsa (as), sâdece bir insan değil, Tanrı'nın kudretiyle diriltilen bir kimse idi.

Hz. İsa (as)'ın çarmıha gerilmiş olması ve tekrar dirilmesi, insanların Hz. Âdem (as)'in cennette, yasak meyveden yemiş olması sebebiyle doğuştan günahkâr oldukları inançları da Pavlus tarafından Hristiyanlığa sokulmuştur.

Görüldüğü gibi bugünkü Hristiyanlık, Pavlus'un yorumlarına dayanır. Gerek dinin aslî şekli, gerekse kutsal kitabları olan İncil, tahrifata uğramıştır. Artık Hristiyanlık muharref bir dindir. Bunun içindir ki, günümüz Hristiyanlarının benimsediği Hristiyanlık ile Kur'ân-ı Kerîm'in bize bildirdiği Hristiyanlık, birbirinden tamamen farklıdır.

Kur'ân-ı Kerîm'de Hristiyan için "Nasrânî", Hristiyanlar için de "Nasârâ" kelimeleri kullanılmıştır (Âl-i İmran, 3/67; Bakara, 2/62, 111, 113, 135, 140; Mâide, 5/14, 18, 51, 69, 82; Tevbe, 9/30; Hacc, 22/17). Ayrıca, "Ehl-i kitap" ifadesinin yer aldığı âyetlerde, Hristiyanlar da muhatap alınmıştır. Meselâ "De ki; ey Ehl-i kitap! Aramızda eşit olan bir kelimeye gelin. Yalnız Allah'a kulluk (ibadet) edelim ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım." (Âl-i İmrân, 3/64) âyetinde olduğu gibi.

Kur'ân-ı Kerîm'de İslâm kelimesinin geçtiği ilk yer bu âyettir. İslâm'ın söz­lük anlamı, "bağlanmak, itaat etmek, teslim olmak, esenlik ve barış içinde ol­mak"tır. Terim olarak islâm "Hz. Muhammed (asm)'in din adına bildirdiklerinin tama­mını bütün varlığıyla benimsemek ve bunu ortaya koyan bir teslimiyet içinde olmak" demektir. Hz. Peygamber (asm)'in getirdiği hak dinin adı da İslâm'dır. Yine İslâm, Arapça'da bu dine girmeyi ifade eden bir masdardır. İslâm dininin mensubu olan kişi Arapça'da müslim, Farsça'da müselmân kelimesiyle ifade edilir. Türkçe'de bu din için İslâmiyet ve Müslümanlık, bu dinin mensubu için de Müslüman ke­limeleri kullanılır.

İslâm kelimesinin sözlük anlamıyla terim anlamı arasında güçlü bir alâka vardır. İslâmî anlayışa göre din, irade ve akıl sahibi varlıklar arasında uyuşmazlık­ları ve çekişmeleri önleyip uzlaşma sağlayan bir kanundur. Din sadece insanlar arasında değil insanlarla Allah arasında da bir mutabakatı İfade eder. Böylece ya­ratanın iradesiyle yaratılmışların iradesi arasında bir uyum sağlanmış olur.

Bütün ilâhî dinler Allah'ın birliği esasına dayalı olduğu için, Hz. Muham­med (asm)'in tebliğ ettiği İslâm dini ile diğer peygamberlerin getirdiği dinler temelde birleşirler. Bununla beraber Müslüman bilginlerin bir kısmına göre İslâm dini ve İslâm ümmeti tabirleri sadece Hz. Muhammed (asm)'in getirdiği din ve onun mensupla­rı için kullanılabilir. İslâmiyet önceki hak dinlerle temelde uyuşsa bile bu dinin kendine ait özellikleri ve mensubu olan ümmete özgü hükümleri vardır. Diğer bir grup Müslüman bilgine göre ise, önceki ilâhî menşeli dinlerin de İslâm olarak anıl­ması mümkündür. Onlara göre Kur'ân-ı Kerîm'de bu anlayışı destekleyen birçok âyet vardır: Hz. İsa (as)'ın havarilerinin cevabının "Şahit ol ki bizler Müslümanlarız" şeklinde ifade edilmesi, Hz. İbrahim (as) hakkında "O hanîf bir Müslümandı" buyurulması, yine "O sîze daha önce de bunda da 'Müslümanlar' adını verdi" şeklinde genel bir nitelendirilmeye yer ve­rilmesi bunlara örnektir. Karşı görüş sahiplerine göre ise bu tür nitelendirmeler peygamberlerle alâkalıdır.

Kanaatimize göre Kur'ân-ı Kerîm dışındaki ilâhî kitaplarda, o kitaba tâbi ola­caklar için bir din adı konmadığı, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi isimlendirmele­rin daha sonra ortaya çıktığı ve bunların o peygamberin tâbilerine sonradan veri­len adlar olduğu dikkate alınırsa "Doğrusu Allah katında din İslâm'dır" ifadesinin anlamı daha iyi anlaşılır. Her ne kadar Hz. Muhammed (asm)'in tebliğ ettiği dinin ken­dine özgü hükümleri varsa da, Kur'an'da bu kitabın önceki peygamberlerin getir­diklerini onaylama özelliği üzerinde ısrarla durulması, onların bildirdiklerinin de temelde İslâm dairesi içinde olduğunu, ancak ilâhî hikmet gereği bu öğretilerin en mükemmel şekline Hz. Muhammed (asm)'in gönderilmesi ile ulaşıldığını gösterir.

Şu halde yüce Allah'ın hoşnutluğunu elde etmenin yegâne yolu O'nun bildirdiklerine bütünüyle inanmaktır. Buna göre olgudan hareketle ve belir­li kesimleri ifade için başka din isimlerinden söz edilebilirse de, nihaî hedef ger­çeği arayanların Allah Teâlâ'nın razı olduğu çerçevede buluşmalarıdır ve ilâhî bil­dirimler için geçerli olan bu sürecin insanlığın aklına ve vicdanına yansıması ka­çınılmazdır. İslâm bilginleri bu anlayışı "ümmet-i icabet" ve "ümmet-i davet" şek­linde kavramlaştırmışlardır; bunlardan birincisi Hz. Muhammed (asm)'in bildirdiklerine bilfiil ve açık biçimde tâbi olma iradesini ortaya koyanları, ikincisi ise henüz bu düzeyde olmayan fakat işaret edilen yansıma süreci içinde bulunan potansiyel kit­leyi ifade etmektedir.

Bu itibarla "Musevîlik" ve "İsevîlik" gibi isimlendirmelere kıyasla bazı batılı yazarların İslâmiyet'i "Muhammedîlik" şeklinde sınırlayıcı bir adla anmaları isabetli değildir; zira bu hem gerçeği yansıtmaktan uzaktır, hem de sözü edilen iletişimi ve kaynaşmayı önleyici niteliktedir.

34 Uzak Doğu kültürleri ve inançları / dinleri nelerdir?

Doğu dinleri pekçok insan için büyük bir bilinmezdir. Hinduizm, Caynizm, Budizm, Sihizm, Şintoizm, Konfüçyüsçülük ve Taoculuk gibi dinlerin isimleri sayıldığında, genelde insanların akıllarına taştan ya da tahtadan heykellere tapınan, bu heykellere adaklar sunup saygı gösterilerinde bulunan, loş tapınaklarda ilginç ayinler düzenleyen topluluklar gelir. Asya halklarının büyük bir bölümünün inandıkları Hinduizm, Budizm gibi dinler, pagan (putperest) inançlardır. Budistler Buda heykelleri önünde eğilir, onlara adaklar sunarlarken, Hindular milyonlarca farklı puta tapınmaktadırlar.

Bir insanın taştan yapılmış bir heykelin güç sahibi olduğuna, insanlara yardım etme ya da ceza verme kudretini elinde bulundurduğuna inanmasının, bu taş yığınına saygı duymasının ya da ondan korkmasının ne kadar büyük bir sapkınlık ve akılsızlık olduğu açıktır. Üstelik Hinduizm gibi ineklere, maymunlara, farelere, ağaçlara ve nehirlere tapınmayı emreden batıl dinler, insanları çok daha büyük bir manevi sapkınlığın, cehaletin ve karanlığın içine sürüklemektedirler. Ancak bu gibi putperest inanışlara sahip topluluklar tarihin her döneminde var olmuşlardır. Allah'ın Kur'an'da kıssalarını haber verdiği pek çok mübarek elçisi benzer topluluklarla karşılaşmış, onları Allah'tan başka varlıklara secde etmekten vazgeçip, sonsuz güç ve kudret sahibi olan Rabbimiz'e iman etmeye davet etmişlerdir. Allah'ın Kendisi'ne dost kıldığı, hanif kulu Hz. İbrahim'in, putperest kavmine çağrısı Ankebut Suresi'nde şu şekilde haber verilmektedir:

"Siz yalnızca Allah'tan başka birtakım putlara tapıyor ve birtakım yalanlar uyduruyorsunuz. Gerçek şu ki, sizin Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz." (Ankebut, 29/17)

HİNDUİZMİN KARANLIK DÜNYASI

Doğu Dinleri denildiği zaman ilk akla gelen çoğu zaman Hinduizm'dir. Çünkü Hinduizm yaklaşık 900.000.000 takipçisiyle, İslam dini ve Hristiyanlıktan sonra dünya üzerinde en fazla kişi tarafından kabul gören üçüncü dindir. Hindistan, Nepal ve Endonezya'daki nüfusun önemli bir bölümü başta olmak üzere, Hinduizmi dünya nüfusunun yaklaşık yüzde on beşi kabul etmektedir. Hindistan nüfusunun yaklaşık yüzde doksanını oluşturan 700.000.000 kişi Hindudur.

Aslında Hinduizmi bir din olarak tanımlamak doğru değildir. Çünkü İslam dini, Hristiyanlık ve Yahudilik Allah'ın vahyine dayalı hak dinlerken (Yahudilik ve Hristiyanlık vahyedilmelerinden sonra tahrif edilmişlerdir), Hinduizm bir felsefe, yaşayış şekli, asırlardır süregelen batıl geleneklerden oluşan bir kültürdür.

Hinduizm Putperest Bir Dindir

Hinduizmin kendi içinde birçok farklı türevi olduğu için, bu batıl inancın öğretilerini kesin hatlarla tespit etmek, inanışlarını sınıflandırabilmek ve bunun ardından tüm sapkın yönlerini teker teker ortaya koymak mümkün değildir. Ancak Hindu dini hakkında bilinen en temel gerçek, bu dinin insanları putlara tapınmaya teşvik eden, pagan bir inanç olduğudur.

Hinduların nasıl bir Allah inancına sahip olduklarını anlamak oldukça zordur. Çünkü her farklı Hindu topluluğunun, kasabanın, köyün, hatta aynı aile içinde yaşayan bireylerin dahi birbirlerinden farklı inançları bulunabilmektedir. Ancak bu din üzerine araştırma yapıldığında Hinduizmin putperest bir din olduğu sonucuna ulaşılır. Bu gerçeğe rağmen, Hindular asırlardır süregelen putperest geleneklerini çok farklı şekillerde yorumlamaktadırlar. Milyonlarca farklı puta tapmalarına, bu putların cezalandırma ve mükafatlandırma gibi pek çok sözde üstün güce sahip olduklarına inanmalarına rağmen, Hindular genelde putperest olduklarını kabul etmezler. "Brahma" adını verdikleri "evrensel bir ruha" inandıklarını, diğer putları Brahma'nın yansımaları olarak gördüklerini, dolayısıyla Hinduizmin tek tanrılı bir inanç olduğunu söylerler. Oysa bu, İslam dini ile hiçbir şekilde bağdaşmayan sapkın bir anlayıştır ve zaten putperestlik de budur. Üstelik Hinduizmin putperest bir din olduğunu anlamak için herhangi bir araştırmaya ya da uzun süre gözlemler yapmaya da gerek yoktur. Hindistan'ın dört bir yanını saran milyarlarca put bu gerçeği tüm açıklığıyla gözler önüne sermektedir.

Hinduizmin Ölüm ve Ahiret Hayatına Dair Batıl İnançları

Putperest Doğu dinlerinin en temel özelliklerinden biri ahiret inancını inkar etmeleri, canlıların hayatlarının ise reenkarnasyon ve karma olarak isimlendirilen hayali bir sisteme göre işlediğini iddia etmeleridir. Hindu dininin ölüm ve dünya hayatına bakışı da bu iki temel üzerine kuruludur. Reenkarnasyon (ruh göçü ya da tenasüh), ölümün ardından ruhun beden değiştirerek dünyaya birçok kez gelip gitmesi şeklinde özetlenen yanlış inanca verilen isimdir.

Hinduizmde "sansara" adını alan reenkarnasyonun, "karma" adı verilen hayali bir sebep-sonuç yasasına göre işlediği sanılır. Hiçbir somut delile dayanmayan Karma inancına göre, yaşam boyunca yapılan kötü davranışlar kötü karma oluşturacak, insanın bir sonraki yaşamında "aşağı" bir bedene sahip olmasına sebep olacaktır. Aynı şekilde iyi davranışlar da iyi karma oluşturacak ve kişi bir sonraki hayatında "yüksek" bir beden elde edecektir. Böylece insan sürekli farklı bedenlerle dünyaya geri dönecektir.

Ancak bu sistemi kimin kurduğu, sistemin nasıl işlediği gibi sorulara hiç kimse bir cevap verememektedir. İnsan yapımı Hindu inanışlarına göre her varlık insan bedenine ulaşıncaya kadar bitki, böcek, hayvan gibi değişik yaşam formundan geçer, bunun ardından insan olarak dünyaya gelir. Kimin kontrolü altında geliştiği belli olmayan bu geliş gidişlerin amacı ise "yaşam-ölüm-yeniden doğum-yaşam-ölüm" zincirini kırıp, sözde özgürlüğe, "Aydınlanma"ya, "Nirvana"ya ya da "Brahma"ya kavuşmaktır. Ancak "insan yapımı" hurafeler ve efsanelerden oluşan Hindu metinlerini temel alan reenkarnasyon ve karma inançları tamamıyla birer safsatadır, hiçbir akılcı dayanakları yoktur.

Batıl Öğretiler Üzerine Kurulu Bir Yaşam

Her topluma Allah peygamberler göndermiş ve tüm peygamberler gönderildikleri toplumları Allah'a iman etmeye davet etmişlerdir. Elçiler kavimlerine Allah'ın emir ve tavsiyelerini bildirmiş, ibadet yollarını göstermişlerdir. Hinduizm gibi batıl dinlerde ise, asırlardır süregelen gelenek ve törelerden oluşan batıl uygulamalar, sırf atalara bağlılık uğruna "ibadet" adı altında uygulanmaktadır. Oysa bunlar ibadet değil, putlara tapınmalar, garip törenler ve sapkın ritüellerdir. Hindular bu törenlerle, tapınmalarla sözde ilahlarına yakınlaştıklarına, iyi işler yaptıklarına, bu yaptıklarının kendilerine yeni hayatlarında faydası olacağına inanırlar. Allah müşriklerin içinde bulundukları durumu şu şekilde haber verir:

"Oysa (bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç yetirebilir, ne kendi nefislerine yardım etmeye." (Araf, 7/192)

Hinduların çok karanlık bir dünyaları vardır. Batıl ritüeller, putperest ibadetler, sapkın uygulamalar, tapınmalar, adaklar bir milyara yakın insanın hayatının her anını kaplamıştır. Onları Allah'a iman etmenin huzurunu, mutluluğunu ve kurtuluşunu yaşama onurundan uzak tutarak karanlık ve çok kasvetli bir hayata hapsetmiştir.

Bir Hindu, doğumundan ölümüne kadar, tüm hayatı boyunca belirli merasimleri yerine getirmekle mükelleftir. Hindu kelimesinin anlamlarından biri olan "karanlık" ifadesi bu batıl dini çok iyi anlatmaktadır.

Hinduların sayıları yüzü aşan bayramları vardır. Bu bayramların her biri tek tek incelendiğinde insanı hayrete düşüren uygulamalarla karşılaşılır. Örneğin "Naga Pançami" isimli bayram "sonsuzluk yılanı" adı verilen bir sözde ilah adına düzenlenmektedir. Aralarında eğitim sahibi, kişilerin de bulunduğu milyonlarca Hindu bu bayramda dev yılan heykelleri yapar ve bu heykellere tapınırlar. İlk önce taştan yılan heykellerini sütle yıkar, daha sonra da canlı kobra yılanlarına süt ve pasta verirler.

"Ganeşa Çaturthi Bayramı" ise yarı fil yarı insan görünümünde olan sözde ilahları Ganeşa içindir. Bayramda Ganeşa'nın sekiz metre büyüklükteki topraktan heykeli eve getirilir. İki-on gün arasında bu heykele saygı gösterilerinde bulunulur. Sonra bu heykel kalabalık bir topluluk eşliğinde denize veya bir göle bırakılır. Hindistan cevizi ve tatlı kek topları puta sunulur.

(Hinduların sözde kutsal metinlerinde Ganeşa'ya çok geniş yer verilir. Ganeşa, fil başlı Hindu putudur. Batıl Hindu geleneklerinde önemli yeri olan Şiva ve Parvati isimli sözde ilahların oğlu olduğuna inanılır. Parvati bir gün yanlışlıkla onun başını keser. Sonra üzülüp, ilk geçen canlının kafasını takarak Ganeşa'yı hayata döndürür. Önünde hep bir tabak dolusu tatlı olur. Ganeşa'ya insanlar süt sunarlar.)

Hinduların putlarına karşı duydukları güçlü sevgi ve gösterdikleri saygı Allah'ın Kur'an ayetleriyle dikkat çektiği bir müşrik cehaletidir.

Sapkın Ritüellerin Merkezi GANJ NEHRİ

Hindu dininde Ganj Nehri çok önemli bir yer tutar. Ganj Nehri'nde yıkanan bir Hindunun tüm günahlarından arınacağı düşünülür. Bu inanış nedeniyle yaşı ilerlemiş Hindular vakitlerini Ganj Nehri'nin insan sağlığını tehdit eden pis sularının yakınlarında geçirirler.

Bu nehir neden kutsal sayılmaktadır? Nehir, içinde yıkanan insanlardan günahı nasıl alıp götürmektedir? Dünyanın en büyük zalimliklerini işleyen bir insan sırf bu nehrin sularına girip-çıktığı için manen temizlenmiş mi sayılacaktır?

Hindular bu gibi sorular üzerinde düşünmemeyi tercih ederler, çünkü bir an düşünmek bile bu inancın saçmalığını açığa çıkaracaktır.

Hindistan'daki Acımasız Sosyal Düzen

Hindistan topraklarına adım atıldığında ilk fark edilen sefalet, yokluk ve açlıktır. Günlük hayat kasvetli, pis ve iç karartıcıdır. Her yerde dilenciler, sokakta yaşayan insanlar ve zor şartlar altında oldukları her hallerinden anlaşılan yoksullar vardır. Bu sefaletin en önemli nedenlerinden biri ise, Hindistan topraklarında 3000 yıldan uzun süredir hüküm süren acımasız kast düzenidir (diğer bir deyişle jati).

Kast, MÖ 2500-1500 yıllarında Hindistan topraklarını işgal eden Aryanlardan kalan, vahşi bir sosyal ayrım sistemidir. Aryanlar Hindu medeniyetini oluştururken, Hindular arasında yerleşik olan kölelik sisteminin devamını sağlamak için bu sosyal hiyerarşi sistemini kurdular. Böylece beyaz tenli, uzun boylu ve kalkık burunlu olan kendi topluluklarını yerli siyah halktan (Munda, Dasyu ve Dravidler) ayırıp Hindistan'da asırlardır devam eden ırkçı düzenin temelini attılar.

Kast sistemi tarih boyunca Hindistan topraklarında yaşanan katliamların, cinayetlerin, kundaklamaların, tecavüzlerin, adaletsizliklerin, çatışmaların, sosyal çarpıklıkların temel nedenidir. Üstelik bu sistem Aryanlarca kaleme alınan ve tüm Hindular tarafından kutsal görülen sözde kutsal metinlerle insanlara dayatılmakta, halk tarafından bir dini zorunluluk olarak görülmektedir. Bu nedenle de kast sistemi Hindistan toplumunda çok köklü bir şekilde yerleşmiştir ve şimdiye kadar hiçbir sosyal ya da hukuki girişim, yerel ya da uluslararası baskı, kast sistemini ortadan kaldıramamıştır.

DİĞER UZAK DOĞU DİNLERİ

CAYNİZM: Kendi Kendine Eziyet Dini

Hindu dinindeki üst kastlara birçok ayrıcalık sağlayıp diğer insanları köle haline getiren baskıcı sosyal düzen, kadınlara yönelik vahşi uygulamalar ve putlara yapılan kurban törenleri, tarih boyunca Hint toplumunun bazı kesimlerinde rahatsızlık oluşturdu. Bu nedenle de zaman zaman Hinduizme tepki olarak birçok yerel akım ortaya çıktı. Bunlar, Hinduizmin tepki oluşturan bölümlerini dışladılar, bazı uygulamalarını kabul ettiler ve aynı zamanda yeni öğretiler de ürettiler.

Örneğin MÖ 6. yüzyılda Siddharta Gautama'nın kurduğu Budizm, Hinduizmin içinden doğdu, ancak Hinduizmden birçok konularda farklılıklar gösterdi. Gautama kurduğu bu batıl dini şekillendirirken kast sistemini reddetmiş, ama çilecilik (münzevilik) şeklinde tanımlanan yeni bir baskı sistemi öngörmüştü. Ayrıca Hinduizmin temelini oluşturan batıl karma ve reenkarnasyon inanışlarını da muhafaza etmişti.

Caynizm, Allah'ın Mutlak Varlığını İnkar Eden, Ateist Bir Dindir

Caynizmin en önemli özelliği tüm kainatı yoktan var eden bir Yaratıcı'nın varlığını inkar eden, ateist bir din olmasıdır. Caynalar (Caynistler) evrenin sonsuz olduğuna, varlıkların bir başlangıcı ya da sonu olmadığına inanırlar. Onlara göre evrendeki bütün maddeler ve varlıklar sonsuzdur, kainat ise kendi kozmik kanunlarıyla işlemektedir. Bu tanım Allah'ın varlığını inkar eden materyalist felsefenin de temelini oluşturmaktadır ve tarihin en eski düşüncelerinden biridir. 20. yüzyılda ise bu materyalist düşünce bilimsel yöntemlerle çürütülmüş, maddenin sonsuzdan beri var olduğu düşüncesi, evrenin yoktan var edildiğini ispatlayan Big Bang teorisi ile yıkılmıştır.

ŞİNTOİZM: Ölülere ve Doğaya Tapınma Dini

Japonya'nın ulusal dini olan Şintoizm Japon halkına özgü, batıl bir gelenekler dinidir. Şintoizmin özü doğaya, ölülere ve put olarak kabul ettikleri milyonlarca farklı varlığa tapınmadır. Şintoizm, Japon tarihinin en eski dönemlerinden beri var olmuş, yerel halkın geleneklerinde, dünyaya bakış açılarında, tapınmalarında, törenlerinde her zaman yaşamıştır.

Budizmin ve Konfüçyüsçülüğün, Japon kültürü üzerinde çok derin etkileri oldu. Özellikle de Japonların Kore Yarımadası'ndaki krallıklarla ilişkiye girmeleri sonucunda, Japonya'da Çin'in kültürel etkileri görülmeye başlandı. Japon prenslerin Budizmi teşvik etmeleri, Budist tapınaklar açmaları, Buda'ya saygı gösterilerinde bulunmaları, 7. ve 8. yüzyıllarda bu dinin toplum içinde hızla yayılmasına neden oldu. Konfüçyüsçülüğün de Budizm gibi Japon İmparatorluğu tarafından desteklendi, halka ahlaki bir öğreti olarak sunuldu.

Şintoizmin herhangi bir ahlaki prensibi olmaması, Konfüçyüsçülüğün bu ülkede hızla yayılmasında çok önemli bir etken oldu. Bu iki batıl dinin toplum üzerindeki etkileri, yine batıl bir din olan Şintoizmin zaman içinde güç kaybetmesine neden oldu. Halk Şinto tapınaklarından ziyade, Budist tapınaklara gitmeye, ölülerini Budist rahipler eşliğinde yakmaya başladı.

Şintoizm Ölülere Tapınma Dinidir

Şintoistler ölülerin ruhlarının bir "kami" haline gelerek yaşayanlar arasında dolaştığına, mezarlarında kaldığına, çocukları ile torunlarının sevinçlerine, kederlerine ortaklık ettiklerine, onlara göz kulak olduklarına inanırlar. Onlar ölerek sözde birtakım doğaüstü güçlere sahip olmuşlardır. Bu batıl inanç, Şintoistleri akılcı bir insanın hayrete düşerek dinleyeceği masallar üretmeye itmiştir. Onlara göre ölüler doğa olaylarını yönetir, doğumları, ölümleri kontrol eder, bereket getirir, mevsimlerin oluşmasını sağlar, afetleri ve kıtlıkları meydana getirirler. Bu sapkın anlayış yüzünden her ailenin, her köyün, her klanın, ulusun "kendi atalarının ruhları" tarafından korunduğuna inanırlar. Bazı kamilerin de ağaçlara, doğaya, aletlere, hatta mutfaktaki tencerelere kadar herşeye can verdiklerine inanırlar.

ŞAMANİZM: Çin'in Antik Dini

Şamanizm Çin'in en eski dini olarak kabul edilir. Bu batıl din, "Kam" adı verilen Şaman rahiplerinin ruhlarla bağlantı kurdukları ve bu ruhlardan aldıkları sözde güçle geleceği bildirme, kötülükleri savma, hastalıkları iyileştirme, kötü ruhları çıkarma, ölümsüzlüğün yolunu bulma, yaşamı uzatma gibi kabiliyetlere sahip oldukları yönünde çarpık bir temel üzerine kuruludur.

Şamanizm, Konfüçyüsçülüğün ilk ortaya çıkışına kadar Çin toplumu üzerindeki en etkili inanıştı. Ancak Konfüçyüsçülüğün halk arasında kabul görmesi ve dönemin yönetimleri tarafından destek görmesi, Şamanizmin toplum üzerindeki etkisini azalttı. Şamanizm ve Konfüçyüsçülük birbiriyle tamamen zıttır. Konfüçyüsçülük ahlaki bir öğreti gibi gözükmekle birlikte, Allah ve ahiret inancını içermeyen batıl bir dindir. Şaman inanışları "Kam"ların gücüne, büyüye, ruhların insanlar üzerindeki iyi ve kötü etkisine büyük yer verirken, Konfüçyüsçülük tam ters yönde bir hayat görüşüne sahiptir. Konfüçyüsçüler "mantık, gerçeklik, düzen, kontrol, denge" gibi değerleri öncelikli görüyor, Şamanları ise düzen bozucu, cahil ve anarşist bir topluluk olarak kabul ediyorlardı. İşte bu nedenle Konfüçyüsçülüğün yükselişi Şamanizmin de düşüşü anlamına geldi.

Ancak Şamanizmin güç kaybetmesi, batıl inanışların, büyünün ve dünyevi ölümsüzlüğü arama yönündeki beyhude çabaların ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. Özellikle de bazı karışımlar, formüller, ayinler ve büyülerle ölümün engellenebileceği yönündeki saçma inanç Çinliler arasında büyük bir kabul görüyordu. Bazı Çin imparatorlarının da bu yöndeki akıl ve mantık dışı, sapkın ritüelleri desteklemeleri yeni bir batıl dinin ortaya çıkmasına yol açtı. MS 2. yüzyılda büyü, ruhlarla bağlantı, bitki ve çeşitli karışımlarla tedavi gibi batıl uygulamalara yönelen bazı akımlar çeşitli Şaman liderlerinin etrafında birleştiler. Şeytan çıkarma gibi Şamanist uygulamalarda, ölümsüzlüğün formülünü keşfetme gibi hayali uğraşılarda birleşen bu yarı felsefi düşünce "Taoizm" ismi altında halka sunuldu.

Şamanizm, milattan önceki bin yıllarda Sibirya bölgesinde gelişen ve Orta Asya'daki çeşitli kavimler tarafından benimsenen bir tür putperest dindir. Şamanizmin temelinde iki önemli kavram yatar: 1. Doğadaki her varlığın (taş, toprak, su, ağaç vs.) bir ruhu ve iradesi olduğuna, onun için bunlarla diyalog kurulması gerektiğine inanılır. 2. Bu diyaloğu kurabildiğine inanılan kimse ise "Şaman"dır. Şaman, tütsüler, davul ritimleri veya danslar yoluyla doğadaki cansız maddelerle konuşur, onları kendince ikna eder ve yine kendince çeşitli hastalıkları iyileştirmeye çalışır.

Şamanizmin temeli, yukarıda da belirtildiği gibi doğadaki cansız varlıkların ruh ve kudret sahibi olduklarına inanılmasıdır. Örneğin yağmurun bulutların içindeki ruh tarafından yağdırıldığına veya ateşin kendi içindeki bir ruh tarafından yakılıp sürdürüldüğüne inanılır.

35 Gayri müslimlerin yemeklerini yemek caiz midir?

Mezahib-i Erbaa gibi değerli fıkıh kitaplarında mes'ele gayet açık ve net olarak izah edilmiştir. Bu hususta şüphe ve tereddüde düşmeye hiç de hacet yoktur. Özet olarak diyebiliriz ki:

Gayri müslim ülkelerde bulunan Müslümanlar, yiyecekleri eti ya bizzat kendi kestikleri hayvandan temin ederler; yahut da Hristiyan ve Yahudilerin kestiği hayvandan temin ederler.

Kendileri gibi Müslümanın kestiğinden temin ederlerse mes'ele yoktur. Kimsenin tereddüt etmemesi gerekir. Ama Hristiyan ve Yahudinin kestiğinden temin edecek olurlarsa, şu hususları bilmeleri kifayet eder:

a. Bu hayvanı kesen Hristiyan, yahut Yahudi kesim ânında İncil'e, yahut Tevrat'a inanan biri mi, değil mi?

Bu iki kitaptan birine inanmışsa demek ki Ehl-i Kitap'tır. Ehl-i Kitab'ın ise kestiği yenir. Yeter ki kesim ânında Ehl-i Kitaplığını muhafaza etmiş olsun. Dinsiz olduğu anlaşılmasın.

b. Kesim ânında ya besmele çekmiş olmalı, yahut da kendi dillerinde Allah'ın adını söylemiş olmalı, ya da bunları unutarak, yahut da ihmal ederek terketmiş olmalı; Allah'ı inkar mânâsına gelen bir put ismi söylememelidir.

Allah ismini söylememiş, ama zıddını da ifade etmemişse, kestiği yenir. Mutlaka besmele çekmiş olması, yahut da kendi dillerinde Allah'ın ismini söylemiş olması şart değildir.

Ayrıca Hristiyan komşularınızın getirdiği yemekleri yemenizde de bir mahsur yoktur. Yeter ki domuz yağı ve içki gibi mamüller içinde olmasın. Gayri müslimlerin verdiği hediyeler de alınabilir.

36 Son İlahi Din hangisidir?

İslâm âlimleri dinleri başlıca iki kısma ayırırlar:

1. Hak dinler.

2. Bâtıl dinler.

Tek Allah`a îmanı esas alan ve yalnızca O`na kulluk ve ibâdeti emreden dinlere "Hak dinler" denir. Hak dinler, Allah`ın göndermiş olduğu dinlerdir. Bu sebeble bunlara semavî dinler de denir. Hak dinlere, temelini, Allah`ın birliğine îman ve sadece O`na ibâdet esası teşkil ettiği için, "Tevhid dini" adı da verilir.

Allah tarafından gönderilmemiş, insanların kendilerinden uydurdukları, tek Allah`a îman esasını taşımayan inanç ve fikirlere ise, "Bâtıl dinler" denir.

Hak dinlerin bazıları, sonradan insanlar tarafından bozulmuş, içine dînin aslından olmayan hurâfeler ve bâtıl inançlar konulmuştur. Bu gibi, aslı hak iken sonradan bozulan dinlere, "Muharref dinler" denir. Yahudîlik ve Hristiyanlık gibi... Bunlar başlangıçta Hak din iken, sonradan içlerine hurâfeler ve tevhide aykırı fikirler girmesiyle bozulmuş ve birer muharref din olmuşlardır. Muharref dinler de, bâtıl dinlerden sayılır.

İnsanlığın ilk dîni, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem Aleyhisselâm`a gönderilen ve Allah`ın bir olduğu inancına dayanan Tevhid dînidir. Sosyolojik araştırmalar da insanlığın ilk dîninin tevhid dîni olduğunu isbatlar mahiyettedir. Nitekim dinler tarihi araştırmacısı ve sosyolog Schmidt, yeryüzünde en ilkel insan cemiyeti olan Pigmeler üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu, bunlarda "tek tanrı inancı"nın olduğunu ortaya koymuştur. Schmidt`in bu tesbitleri, Durkheim`in, insanlığın ilk dininin Totemizm olduğu yolundaki iddialarını çürütmüş, bu konudaki yaygın Batılı kanâatleri yıkmıştır.

Hz. Âdem`den (as) sonra, zamanın ilerlemesiyle bazı insanlar nefislerine ve Şeytan`ın telkinlerine kapılarak tevhid inancından uzaklaşmış, Hak dîne yabancılaşmış, bir takım yanlış inançlara saplanmışlardır. Böylece bâtıl dinler ortaya çıkmıştır. İnsanlar Hak dinden uzaklaşıp bâtıla saplandıkça, Cenâb-ı Hak onlara yeni bir peygamber ve yeni bir din göndermiş, onları tevhid inancına dâvet etmiştir. Ancak insanların sadece bir kısmı bu dâvete uymuş, diğer kısmı ise bâtıl inançlarında ısrar etmiştir. Hattâ bunlar Hakka dönmemekle de kalmamış, dönenlere zorla mâni olma, baskı ve işkence yapma yollarına bile başvurmuşlardır. Böylelikle her asırda ve her devirde Hak dine inananlarla inanmayanlar arasında sürekli bir mücadele olagelmiştir. Günümüzde de çeşitli isimler ve şekiller altında bu mücadele sürmektedir ve kıyâmete kadar da sürecektir.

Son İlahi Din İslam Dinidir.

Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitapların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitapların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Musa (as)'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Musa (as)'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabul edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Musa (as)'ya indirilen Tevrat'ın aynısı olamayacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dîninin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.

Davud'a (as) gelen Zebur da, Tevrat'ın mâruz kaldığı akıbetten kurtulamamıştır.

İncil'e gelince, Hz. İsa (as.) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü otuz yaşında peygamber olmuş, otuz üç yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudilerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli takip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsa (as)'ın havarilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelikde bunları yazanlar Hz. İsa (as)'ın havarileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsa (as)'a gelen İlâhî sözleri onlardan dinleyenlerdir.

Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabul edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarından Hz. İsa (as)'ın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü 4 İncil'i kabul edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.

Görüldüğü gibi, Hz. İsa (as)'ın -hâşâ- Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsa (as)'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabul edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü dört İncil'in, Hz. İsa (as)'ya indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.

Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitaplar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur?

Biz Müslümanlar, Hz. Musa, Hz. Dâvud ve Hz. İsa Aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebur ve İncil adını taşıyan İlâhî kitaplar gönderildiğine ve bu kitapların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitaplar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.

Bugün Yahudi ve Hristiyanların ellerinde bulunan kitabların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurafe ve bâtıl itikadlann karıştığı da bir vakıadır. Bu sebeble, bu kitaplara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabul ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitaplara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitapların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.

Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir: «Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu:

«Siz Ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki:

'Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Musa'ya ve İsa'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitab ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlanz.' " (Bakara, 2/136).»

Kur'an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır?

Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhi fermanı olan Kur'an, yirmi üç senede âyet âyet, sûre sûre nazil olmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine nazil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahabelerine okur, sahabeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin (asm) vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nazil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize (asm) Cebrail (as) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur.

Aynca Cebrail (as) her Ramazanda gelir, o güne kadar nazil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize (asm) yeni baştan okurdu. Efendimizin (asm) vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibril (as) yine gelmiş, ancak bu sefer Kur'an'ı Peygamberimiz (asm) ile iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibril (as) okumuş, Peygamberimiz (asm) dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz (asm) okumuş, Hz. Cibril (as) dinlemişti. Böylece Kur'an son şeklini almıştı.

Bununla beraber, Hz. Peygamber (asm)'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde sahabeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hafızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.

Nihayet Hz. Ebû Bekir (ra)'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hafızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hafızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin (asm) tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.

Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere (asm) gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti.

Hz. Osman (ra) zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaf'tan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi. Bugün elde mevcut olan Kur'anlar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır.

Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer ilâhi Kitaplardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın edebî icaz ve i'câzının, yani, ezberleme kolaylığının hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyat ve belagatına erişılememesinin ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebeb, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyamete kadar lâfızve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur:

«Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz...» (Hicr, 15/9).

Bugün yeryüzündeki bütün Kur' anlar aynıdır. Hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hafızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşeri kitaba nasib olmadığı gibi, semavi kitaplardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyamete kadar baki ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvi bir şerefe nail olması da, elbette zaruri ve lüzumludur.

(Mehmed Dikmen, İslam İlmihali, Cihan Yayınları, s. 94-97, İstanbul, 1991).

37 İslam hukukuna göre, bir İslam beldesinde bulunan gayrimüslimler, serbestçe dinlerini yaşayabilir ve propagandalarını açıkta yapabilirler mi?

Bu konu hakkında, İslam alimleri tarafından farklı görüşler ortaya konmuştur. Alimler, içinde bulundukları zaman ve zeminin şartlarını da göz önünde bulundurarak, vardıkları kanaatlerini pekiştirmek için kitap ve sünnetten deliller getirmişlerdir. Farklı yorumlara açık olan ayet ve hadis rivayetlerinin varlığı, bu konuda -kişisel mizaçların da etkisiyle- farklı görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

İslam Devletine sadık kalacağını ve itaat edeceğini söyleyerek burada yaşama niyeti gösteren bütün güyr-i müslimlere “Zimmi” denir. İslam, bütün bu çeşit vatandaşlara, hayatlarının, bedenlerinin, mallarının, kültür, inanç ve namuslarının korunacağına dair bir garanti verir. Onlara da sadece memleket kanunları uygulanır ve bütün medeni meselelerde Müslümanlarla eşit haklara sahip kılınır.

Peygamberimiz (sav), İslam davetini engellemeyen ve genel kurallara uyan herkes ile iyi ilişkiler içinde olmuş ve hiçbir zaman diğer din mensuplarının dinlerine müdahale etmemiştir. Ehl-i kitabı toplumun birer ferdi olarak kabul etmiş ve onların bazı davetlerine icabet etmiştir.

Resulullah'ın ehl-i kitabın düğün yemeklerine katıldığına, cenazelerini taşıdığına, hastalarını ziyaret ettiğine ve onlara ikramda bulunduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Hatta Necran Hristiyanları onu ziyaretlerinde Resulullah onlara abasını sermiş ve oturmalarını söylemiştir. İslam, Müslüman olmayan toplulukların, dinlerini istedikleri gibi yaşamalarına izin vermiş ve bunu engelleyenleri de cezalandırmıştır...

Ayrıca İslam, ehli kitabın yemeklerinden yemenin caiz olduğunu söylemiş, kestiklerinin helal olduğunu söylemiş ve onların kadınlarıyla Müslüman erkeklerin evlenebileceğini söylemiştir. Evlendikten sonra da kadının kendi dinini serbestçe yaşayabileceğini ve ona herhangi bir baskı yapılamayacağını belirtmiştir. (Yrd. Doç. Dr. Yusuf Ziya Keskin, Nebevi Hoşgörü, s.77-78)

Konuyla ilgili bazı Hadisler

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Bir zimmiyi (sorumluluk altına alınan kişi) haksız yere öldüren cennetin kokusunu duyamaz. Halbuki onun kokusunu kırk yıllık yoldan duyabilir." (Buhari, Cizye, 5)

"Kim bir muahide /zımmiye zulmeder veya gücünün üstünde bir iş yükler ya da zorla ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmıyım." (Ebu Davud, Harac, 31-33)

"Kim bir zimmiye zulmetse veya gücünün üstünde bir mükellefiyet yüklese, ben onun hasmıyım." (Ebu Yusuf, Kitabu'l-Harac, Matbaatu's-Selefiye, 1397 h. Kahire, s.135)

Onlara; Allah'ın zimmeti altında oldukları için zimmi denmiştir. Bu konuda Peygamberimiz (sav)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Kim bir zimmiye eziyet ederse ben onun davacısıyım. Ben kime (bu dünyada) davacı olursam, kıyamet gününde de davacı olurum." (Acluni, Keşfu'l-Hafa' II, 218)

Resulullah (S.A.V.) ordusunu savaşa gönderirken şöyle tembih ederdi: "Allah adına çıkınız. Çünkü siz Allah yolunda savaşıyorsunuz, zulmetmeyiniz. İnsanların organlarını kesmek suretiyle işkence yapmayınız. Çocukları, manastırlarda oturan din adamlarını öldürmeyiniz." (Ebu Davud, Cihad 120)

Hz. Peygamber (sav)'in birtakım gayri müslim gruplarla yaptığı anlaşmalarda da canları ve mallarının güvenlikte olduğu hususu özellikle vurgulanmıştır. (Cüheyne kabilesi ile yapılan anlaşma Hamidullah, Vesaik, no.151)

Hz. Peygamber (sav) tarafından Hristiyanlara sunulan mabet garantisine dair ilk ifadeleri Necranlılarla yaptığı anlaşmada görüyoruz. Anlaşmada Allah'ın himayesi ve peygamberi Muhammed'in zimmetinin Necranlıların mabetlerinin üzerine olduğu belirtilerek ibadethaneler garanti altına alınmıştır. (İbn Sa'd, I, 288, 357-58)

Anlaşmanın Ebu Davud'daki rivayetinde ise kiliselerin yıkılmayacağı ifadesi yer almaktadır. (Ebu Davud, Haraç, 29-30)

Hz. Peygamber (S.A.V.) Beni Haris b. Kab üskufu ile Necran üskuflarına gönderdiği emannamede de mabetler hakkındaki garantiyi tekrarlamıştır. (İbn Sa'd, I, 266)

Hayber Yahudileri bir defasında Hz. Peygamber (sav)'e gelip ürünlerinin bazı Müslümanlar tarafından izinsiz şekilde alındığını söyleyerek şikayette bulunmuşlardır. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), Müslümanları mescitte toplamış ve onlara kendileriyle muahede yapılanların mallarının haram olduğunu ilan etmiş ve yaptıkları şeyin doğru olmadığını açıklamıştır. (Müsned, IV, 89; Vakıdi, II, 691; Serahsi, Siyer, I, 133, IV, 1530)

Hz. Ali (ra); "Her kim ki bizim zımmimizdir, onun kanı bizimki kadar kutsaldır, malları bizim mallarımız kadar tecavüzden masundur." dedi. Başka bir kaynakta, Hz. Ali'nin şöyle dediği naklediliyor: "Zımmi durumunu açıkça kabul edenlerin malları ve hayatları bizimki (yani Müslümanlarınki) gibi kutsaldır." (İslamda Devlet Nizamı, Ebu-l A'la-El Mevdudi, Hilal Yayınları, 1967, s. 76)

Necran, Mekke ile Yemen arasında bir yerdir. Necran Hristiyanlarının temsilcileri Medine'ye geldiklerinde Hz. Peygamber (S.A.V.) ve ashabı henüz ikindi namazını kılmışlardı. Onlar da ibadet vakitleri geldiği için, mescide girip doğu istikametine yöneldiler ve ibadet etmeye hazırlandılar. Ashab-ı kiram onlara mani olmak istedi. Ancak Resulullah (S.A.V.) onların serbest bırakılmalarını ve ibadetlerini yapmalarına müsaade edilmesini emretti. Onlar da doğuya doğru yönelerek ibadetlerini yaptılar. (İbn Hişam, I, 574; İbn Sa'd, I, 357)

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ve onu izleyen Raşid Halifelerin çeşitli Hristiyan, Yahudi ve diğer dini gruplarla yaptığı anlaşma metinleri bugün birer vesika olarak korunmaktadır... Mesela, Hz. Peygamber (s.a.v.), Hristiyan olan İbn Harris b. Ka'b ve dindaşlarına yazdırdığı anlaşma metninde: "Şarkta ve Garpta yaşayan tüm Hristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah'ın, Peygamber'in ve tüm müminlerin himayesindedir. Nasraniyet dini üzere yaşayanlardan hiç kimse kerhen İslam'a icbar edilmeyecektir. Hristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar." maddelerini yazdırdıktan sonra: "Ehl-i Kitap ile ancak en güzel yöntemlerle mücadele edin..."(Ankebut, 29/46) ayetini okudu. [İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdulmelik, (v.218/834), es-Siretü'n-Nebeviyye, Daru't-Turasi'l-Arabiyye, Beyrut, 1396/1971, IV/241-242; Hamidullah, el-Vesaik, s.154-155, No.96-97; Doğu Batı kaynaklarında birlikte yaşama, s.95]

Medine Site Devleti Sözleşmesinin;

17. maddesi: "Yahudilerden bize tabi olanlara yardım edilip iyi davranılacaktır. Onlar hiçbir haksızlığa uğramayacak, düşmanlarına yardım edilmeyecektir."

25. madde: “Beni Avf Yahudileri müminlerle birlikte tek bir ümmettirler. Onlar kendi dinlerine, Müslümanlar da kendi dinlerine göre yaşayacaklardır."

36. madde: "Müslümanlarla Yahudiler arasında yardımlaşma, nasihat ve iyilik olacaktır." (İbn Kesir, es-Sire, II/322; Hamidullah, el-Vesaik, s.44-45; Doğu ve Batı kaynaklarında birlikte yaşama, s.285)

Ünlü müfessir Fahreddin-i Razi, Tefsir-i Kebir'inde: "Din ve iman müstesna tutulmak kaydıyla, bir Müslümanın bir gayr-i müslimi hafife almasını, ona karşı böbürlenmesini caiz görmemekte ve insanların iman ve küfür haricinde diğer övülen sıfatlar itibarıyla müşterek olduğunu" ifade etmektedir. (Fahreddin-i Razi, Tefsir-i Kebir, c. 28, s.138)

Dr. Mümtaz AYDIN'ın "Bir Arada Yaşama Sanatı" isimli makalesinde, gayr-i müslimere tanınan haklar ve Osmanlı'da bazı uygulamalar konularında, şu bilgilere yer verilmiştir:

Tarih boyunca milletler, yurt edindikleri topraklarda varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu milletlerden bazıları hâlâ yaşamaya devam ederken, bazıları da ömürlerini tamamlamıştır. Tarih boyunca; bu millet ve devletlerden bazıları dönemin siyasî şartları gereği komşuları olan ülkeleri zaptetmiş, o ülkenin milletini de kendi hakimiyeti altına alarak yönetmiştir. Böylece yeryüzünde ırk, renk, dil ve din olarak birbirinden farklı olan milletlerden birinin hâkim, diğerinin ise onun hakimiyeti altında yaşadığı bir yönetim şekli ortaya çıkmıştır. Farklı kültür ve inançların, aynı coğrafyada farklı statülerde yaşamaları, insanlık tarihinde derin izler bırakan savaşlara, ölümlere ve eziyetlere sebep olmuştur. Bugün bile dünyanın bazı bölgelerinde aynı problemler yaşanmaktadır.

Yakın tarihe kadar hakimiyeti altında başka millet ve dinlere mensup topluluklar bulunduran devletlerden biri de Osmanlı'dır. Osmanlı, hakimiyeti altındaki millet ve toplulukların insanî hak ve hürriyetlerini göz önünde bulundurduğu mükemmel sistemiyle, günümüz devletlerine de örnek teşkil etmiştir. Kuruluşundan itibaren teb'ası arasında başka millet ve dinlerden topluluklar da bulunan Osmanlı'da, Müslüman nüfus ile Müslüman olmayan unsurlar, iç içe ve belli bir düzen içerisinde yaşamışlardır. Osmanlı devletince uygulanmış olan kaynağını İslâm hukukundan alan ve farklı dinlerden insanların asırlarca bir arada yaşamalarını sağlayan bu idari düzenin adı: "Osmanlı Millet Sistemi"dir. Millet sistemi; bir bölgenin İslâm ülkesine katılmasından sonra, buradaki kitap ehlinin bir ahitname ile, İslâm devletinin idaresi altına girmesinden doğan bir teşkilat veya bir hukukî varlıktır.

Osmanlı Millet Sistemi'nin kaynağı İslâm hukukudur. Kur'anda insanlar; "inananlar" ve "inanmayanlar" diye iki gruba ayrılır. Bu temel ayrım dışında İslâmiyet, insanlar arasında ırk, renk, dil ve ülke esasına dayalı başka bir fark gözetmediği gibi, kendi mensuplarının oluşturduğu bir toplumda, İslâm inancını paylaşmayanların inanç hürriyetlerine, can ve mal güvenliğine sahip çıkarak yaşamalarına imkân tanımıştır. Bunun ilk örneği de bizzat Hz. Peygamber tarafından Medine'de bulunan müşrik ve Yahudilerle yapılan "Medine Vesikası" anlaşmasıdır. İslâm hukukuna göre bir İslâm ülkesinde yaşayan teb'a; ırk, kavim veya cemiyetlerine göre değil, mensubu olduğu inanca göre Müslüman veya gayr-i Müslim olarak birbirinden ayrılırdı. Gayr-i Müslimler de devletin himayesi altındadır, onların hukuk ve mükellefiyetleri 'zimmî' statüsü altında belirlenmiştir. Böylece gayr-i Müslimlerin; can, mal ve namus güvenlikleri garanti altındadır. Buna karşılık; tarımda, "haraç"; can vergisi olarak da "cizye" ödemekle mükelleftirler. Bu sayede onlar dinî ve hukukî temele dayalı kültürel kimliklerini muhafaza ederek İslâm toplumunun içinde yaşama imkânına kavuşmuşlardır. İdaresi altında farklı din ve milletlerden topluluklar bulunduran Abbasi ve Selçuklular gibi devletlerde de olan bu uygulama, Osmanlı Devleti'ndeki millet sistemiyle en gelişmiş biçimini bularak, "kanunnâme"lere girmiş ve yazılı bir hukuk haline gelmiştir.

Osmanlı toplumu Müslümanlarla birlikte, diğer semavî dinlerin mensupları olan Hristiyan ve Yahudilerden oluşmaktadır. Osmanlı'daki Hristiyan topluluğun bir kısmı zaten devletin kuruluşundan önce bu topraklarda yaşamaktaydı, diğer bir kısmı ise, yeni fetihlerle veya kendi istekleriyle Osmanlı toplumuna katılmışlardır. Ancak Osmanlı'daki Hristiyanlar mezhep farklılıklarından dolayı "Rum" ve "Ermeni" şeklinde iki ayrı millet olarak isimlendirilmişler, İstanbul'un fethinden sonra yapılan düzenlemelerle iki millet halinde hukukî statüye kavuşmuşlardır. Diğer bir gayr-i Müslim unsur olan Yahudiler de yine bu topraklarda eskiden beri yaşamaktadır. Ayrıca 1492'de Endülüs Emevi Devleti'nin yıkılıp buranın Hristiyanların eline geçmesiyle başlayan zulümden kaçan çok sayıda Yahudi'nin Osmanlı'ya sığınmasıyla, bu sayı daha da artmıştır.

Millet Sistemi sayesinde, Osmanlı coğrafyasında yaşayan gayrimüslimler, temel hak ve hürriyetlerine sahip olma ve bunları uygulama imkânı bulmuştur:

Bunların en başında vatandaşlık hakkı gelmektedir. Günümüzde milli devletlerde vatandaşlık, kan ve toprak esasına dayanmaktadır. Buna karşılık İslâmiyet, insanlar arasında mukadder tesadüflere bağlı olan bu tür farklılıkları bir yana bırakarak, vatandaşlık konusunda irade ve tercihin ortaya konduğu dinî aidiyeti esas almıştır. Çünkü insanların mensup oldukları ırk, renk ve cinsiyet kendi iradeleri dahilinde değildir; fakat dinleri kendi tercihleridir. Bu sayede onlar, devlet tarafından Müslümanlarla aynı şekilde muhatap kabul edilmiş ve eşit sayılmışlardır. Bu vatandaşlık, sömürgeci ülkelerin sömürgeleri altında olan halkın vatandaşlığı gibi değildir. Zira sömürge halkı, teb'a olmakla birlikte, sömürgeci devletin kendi vatandaşlarının sahip olduğu siyasî haklardan mahrumdur.

Müslümanlarla zimmet akdi yapan ve vatandaş olan gayr-i Müslimlerin can ve mal güvenliği devletin garantisi altındadır. Zimmî bir kimseyi öldüren veya yaralayan Müslüman, hukukun gerektirdiği cezaya çarptırılır. Yine zimmînin malının bir Müslüman tarafından çalınması halinde ona ceza uygulanır.

Gayrimüslimlerin sahip olduğu hak ve hürriyetlerden en ilgi çekeni, inanç ve ibadet hürriyetidir. Her şeyden önce, hiçbir gayr-i Müslim, İslâmiyet'teki "Dinde zorlama yoktur." gerçeğinin bir gereği olarak Müslüman olmaya zorlanamaz. Herkes dilediği dine inanmakta ve o inancının gereği olan ibadetleri yerine getirmekte serbesttir. Osmanlı hakimiyetine giren gayr-i Müslimler, kiliselerinde ayin ve ibadet edebilirler, dinî günlerini kutlayabilirlerdi. Ancak yeni kilise yapılması veya mevcutların tamir edilmesi idarî bir tedbir olarak izne tâbidir. Hâlâ mevcut olan pek çok kilise ve havra, Osmanlı'nın bu hoşgörüsünün yaşayan şahitleridir. İstanbul'un fethinden sonra, bölgede mevcut semavî dinlere resmiyet kazandıran Osmanlı Devleti, bu mânâda Orta Çağ ve modern zamanlarda tevhid inancına sahip üç dini tanıyan, alt gruplarıyla birlikte uyumlu bir şekilde yaşamalarını güvence altına alan tek siyasî organizasyondur. Müslüman toplumun bu davranışı karşısında Müslüman olmayanlar da, meselâ, oruç ibadetine saygı olarak, Ramazan ayında açıkça bir şey yiyip-içmeyerek, kadirşinaslık göstermişlerdir.

Gayrimüslimler, Müslümanlarla eşit bir ikamet ve dilediği yere seyahat etme, çalışma, mülkiyet edinme, ticaret yapma Hakkına sahiptirler. Başka ülkelerden göç eden veya bir başka şehre taşınan gayr-i Müslimler, bazı küçük sınırlamalar dışında Müslümanlarla eşit bir ikamet ve dilediği yere seyahat etme hürriyetine sahiptirler. Bunun yanında çalışma, mülkiyet edinme, ticaret yapma konusunda herhangi bir sınırlamaya tâbi tutulmadıkları gibi, bazı alanlarda çalışmaları teşvik edilmiş hattâ öncelik tanınmıştır. Bu serbestlik, Osmanlı ticaret hayatında gayr-i Müslimlerin öne çıkmalarını ve büyük servet yapmalarını sağlamıştır. Müslüman nüfus genellikle tarım ve askerlikle meşgul olduğu için diğer alanlarda Müslüman olmayanların ağırlığı söz konusudur. Ülkedeki el sanatları ve zenaatların çoğu gayr-i Müslimlerin elindedir. Devlete ait kamu görevlerinde de onlara önemli görevler verilmiştir. Vezir, vali gibi yöneticiliklerde veya hakimlikte bulunamamakla beraber, özellikle tabiplik, tercümanlık vb. görevler genellikle onlar tarafından yürütülmekteydi.

Osmanlı idaresinde yaşayan gayrimüslimlerin sahip oldukları diğer çok önemli bir hak ve hürriyet de hukuk alanındadır. Gayr-i Müslimler; ceza davaları haricindeki aile, şahıs, miras, borçlar hukuku gibi dinî inançlarıyla ilgili konularda kendi mahkemelerine gitme ve kendi hukuklarını uygulamada serbesttirler. Bu, onları kendi inançlarının gerekleriyle baş başa bırakmadır. Bu şekilde onlar asırlar boyunca İslâm toplumu içinde varlıklarını sürdürme imkânı bulmuşlardır. Ancak ceza davalarında Osmanlı kanunlarına tâbidirler. Burada suç sayılan bir fiil işlediklerinde aynı hukuk onlara da uygulanır. Fakat, içki içmek gibi kendi dinlerince suç sayılmayan fiilleri işlediklerinde, İslâm hukukunun gereği olan ceza değil, sadece kanun düzenini bozma suçunun cezası uygulanır.

Gayrimüslimler isterlerse davalarını Osmanlı mahkemesine de getirebilir ve burada, kutsal kitapları üzerine yemin edebilirlerdi. Onların genellikle Osmanlı mahkemelerini tercih ettiklerini gösteren çok sayıdaki arşiv belgesi, aynı zamanda Osmanlı hoşgörü ve toleransının da önemli bir delili olarak günümüze kadar intikal etmiştir.

Gayrimüslimlerin sahip oldukları bu hak ve hürriyetlerin karşılığında yerine getirmekle yükümlü oldukları görevler ise, cizye ve haraç vergisi ödemektir. Cizye, can-mal ve namuslarının devlet garantisinde olması, bunların tehlikeye düşmesi durumunda da devlet tarafından korunması karşılığıdır. Aksi takdirde bu vergi alınamaz. Ayrıca gayr-i Müslimler askere de gitmezlerdi. Çünkü İslâmiyet onları, Müslümanlarla birlikte kendi dindaşlarına karşı savaşmak zorunda bırakmamak gâyesiyle askerlikten muaf tutmuştur. Bu aynı zamanda inanç özgürlüğünün bir gereğidir. Osmanlı ordusunun geri hizmetinde çalışanlardan da cizye vergisi alınmazdı. Ayrıca kadın, çocuk, ihtiyar, sakat, deli, münzevi ve din adamları da bu vergiyi ödemezdi. Askerlikten muaf olmaları sayesinde gayr-i Müslimler uzun vadede hem nüfus olarak azalmamışlar, hem de ticaret ve zenaatlarına kesintisiz devam ettikleri için ekonomik olarak güçlenmişler, hattâ devlete borç verecek hale gelmişlerdir.

Cizye ve haraç vergisi, Müslüman olanlara oranla gayr-i Müslim vatandaşlardan fazladan alınıyor gibi görünse de, durum öyle değildir. Çünkü onlardan alınan haraca benzer bir vergi olan öşür de Müslümanlardan alınmaktaydı. Cizye Müslümanlarca ödenmiyorsa da, verdikleri zekât onların ödediği diğer malî bir yükümlülüktü.

Gayr-i Müslimler sosyal hayatla ilgili bazı kısıtlamalara tâbi tutulmuşlardır. Ancak bu kısıtlamaların hiçbiri temel hak ve hürriyetlere yönelik olmayıp tamamen hakimiyet sahibi devletin uyguladığı idarî tedbirlerdir.

Müslümanların, kendi inançlarından olmayan topluluklara bu şekilde hoşgörülü davranması, İslâm'ın üstün özellikleriyle doğrudan ilgilidir. İslâmiyet, Allah'ın insanlığa yol göstermek üzere muhtelif zamanlarda ve o zamanın şartlarına uygun bir muhteva ile gönderdiği mesajın en son ve en mükemmel merhalesidir. Bu durum, İslâm'ın evrensel bir din olduğunu göstermektedir. Bu evrensellik de, Müslümanların İslâm'ı tebliğ etmeleri için diğer toplumlarla iyi münasebetler kurmalarını gerektirir. Çünkü tebliğ ve davet ancak iyi münasebetlerin hakim olduğu bir durumda ve barışçı yollarla mümkündür. Nitekim bunun sonucu olarak da, Osmanlı topraklarında yaşayan pek çok gayr-i Müslim bazen Boşnaklar ve Arnavutlar gibi toplu, bazen de ferdî olarak ihtida ederek İslâmiyet'i kendilerine din olarak seçmişlerdir. Yine İslâm'ın evrensel olma özelliğinin bir diğer gereği de, kendinden önceki semavî dinlerle ve onların müntesipleriyle rekabet ve düşmanlık içinde değil, onları kucaklayıcı olmasıdır.

İslâm'daki ve Osmanlı'daki millet biçiminde teşkilatlanma ve ferdin bu kesime aidiyeti, modern dünyadaki azınlık statüsü ve psikolojisinden farklıdır. Bu şekilde fert; doğduğu millet kompartımanının içinde ruhanî, malî, idarî otoritesine bağlı olarak yaşar. Ancak ihtida ederse, bu kompartımanı değiştirir. Millet sistemi içerisinde yaşayan bir kimse, azınlığın aksine, kendi içtimaî grubu içinde kendi ananesi ve kültürü içinde yaşar. Farklı millet kompartımanları içinde çatışma da azdır ve azınlıklarda olduğu gibi zorla asimile de söz konusu değildir.

Osmanlı'daki bu karşılıklı iyi münasebetler sayesinde gayrimüslimler, Avrupa'daki mezhep savaşları veya Balkanlardaki Ortodoks-Katolik kavgalarında olduğu gibi kendi dindaşları içinde bulamadıkları bir güvenle bu toplumun içerisinde yüzyıllar boyunca yaşamışlardır. Eğer Osmanlı bu hoşgörü ve anlayışla hareket etmeseydi, bugün birçok milletin ve özelikle de Balkan devletlerinin isimleri ile dinî kimliklerini sadece tarih kitaplarında görebilirdik. Osmanlı devleti, en güçlü zamanlarında bile, tamamen İslâm'dan aldığı bir şuurla ortaya koyduğu "Hoşgörü Medeniyeti" hızla globalleşen dünyamızda günümüzde ve gelecekte insanlığa örnek olmaya devam edecektir. 

Kaynaklar:

- Nejat Göyünç; "Osmanlı İmparatorluğunda Ermeniler" Türkler, C.10, s. 233-250, Ankara, 2002; Ufuk Gülsoy, "Cizyeden Vatandaşlığa; Osmanlı Gayr-i Müslimlerinin Askerlik Serüveni" Türkler, C.14, s. 82-93; Ziya Kazıcı, "Osmanlılarda Hoşgörü" Türkler, C. 10. s. 221-232; İlber Ortaylı; "Osmanlı İmparatorluğunda Millet Sistemi" Türkler, C. 10, s. 216-220; Ahmet Özer; "Gayr-i Müslim" DİBİA, c.13, ist. 1996, s. 418-427; İslam Ansiklopedisi; "Zimmet" maddesi, c.13 İstanbul 1993, s. 566-571.

38 Bir Hristiyana nasıl tebliğde bulunabiliriz?

İslam dinini anlatırken ilk olarak Allah'ın varlığını ve birliğini anlatmak gerekir. Çünkü Allah'ın varlığına ve birliğine iman eden insana diğer konuları anlatmak daha kolay olur. Özellikle Hristiyan olanlara tevhid inancını ve Hz. İsa (as)'ın Allah'ın peygamberi olduğunu ifade etmek gerekir. Ayrıca diğer konularda aklına takılan sorular sitemiz vasıtası ile cevaplandırılabilir.

KUR'AN'DAN YAHUDİ VE HRİSTİYANLARA CEVAP

Kur'an-ı Kerim'de Yahudi ve Hristiyanların bâtıl iddialarına çok veciz ve susturucu cevaplar vardır. İşte bunlardan bazıları:

Yahudiler cennetin kendilerine has olduğunu iddia ediyorlar. Kur'ân onlara söyle cevap veriyor:

" De ki: Ahiret yurdu diğer insanlara ait olmayıp Allah tarafından size has kılınmış ise, ölümü isteyiniz. Fakat onlar ellerinin yaptıklarından dolayı (yani günâhları sebebiyle) ölümü asla istemeyeceklerdir. Allah zâlimleri bilendir." (Bakara, 2/94-95)

Yahudi ve Hristiyanlar kendilerini Allah'ın seçkin kulları olarak görürler. Kur'ân onların bu bâtıl iddialarını şöyle cevaplandırıyor:

" De ki: O halde günâhlarınızdan dolayı Allah size niye azap ediyor?" (Mâide, 5/18)

Yahudi ve Hristiyanlar "Hz. İbrahim bizdendi'' iddiasındalar. Kur'ân onları şöyle susturuyor:

"Ey Ehl-i kitab! İbrahim hakkında niçin çekişiyorsunuz? Halbuki hem Tevrat, hem İncil ondan sonra indi. Aklınızı kullanmıyor musunuz?" (Âl-i imrân, 3/65).

Hristiyanlar, Hz. İsa (as)'ın babasız dünyaya gönderilmesini yanlış değerlendirmişler. O'nu ve annesi Meryem'i ilâh kabul etmişlerdir. Kur'ân ise meseleyi şu şekilde açıklığa kavuşturuyor:

"Allah katında İsa'nın hali Âdem'in hâli gibidir. Allah O'nu (Âdem'i) topraktan yarattı. Sonra 'OL' dedi ve olu verdi." (Âl-i imrân, 3/59)

Yâni, Hz. İsa (as)'ın babasız dünyaya gelmesini anlamak aklın almayacağı bir şey değildir. Allah dilediği gibi yaratır. Nitekim ilk insan olan Hz. Âdem (as)'i hem babasız, hem de annesiz bir şekilde topraktan yaratmış, sonra da "OL" emriyle O'na ruh üflemiştir. Annesiz ve babasız yaratılan Hz. Âdem (as)'in ilâh olması gerekmediği gibi, babasız yaratılan Hz. İsa (as)'ın da ilâh olması gerekmez.

Hz. İsa (as)'ın daha dünyaya yeni geldiği sırada bir mucize olarak konuşması ve ilk cümle olarak "Muhakkak ki ben Allah'ın kuluyum." demesi de çok mânidardır. (Meryem, 19/30) Yâni Hz. İsa (as) ileride kendine ilâh diyecek olan Hristiyanları, söyledigi ilk sözlerle reddetmektedir. Evet O -hâşâ- ibnullah degil Abdullahtır. Yâni, Allah'ın oğlu değil, Allah'ın kuludur.

"Kıyâmet günü peygamberleri huzuruna toplandığında, Allah sorar 'Ey Meryemoğlu İsâ! İnsanlara "Beni ve annemi Allah'tan başka ilâhlar edinin." diyen sen misin?' İsâ der ki: 'Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Hak olmayan bir şeyi ben söyleyemem. Eğer söylemişsem sen zâten onu bilirsin. Sen benim gönlümde olanı bilirsin: Ben ise senin açıklamadığın şeyi bilemem. Muhakkak ki görünmeyenleri ve gizli olan şeyleri hakkıyla bilen ancak sensin.'" (Maide, 5/116)

İlave bilgi için tıklayınız:

Teslise inanan bir Hıristiyan'ın Allah inancı ne derece makbûl ve ne ölçüde geçerlidir?

39 Müslüman, kilisede de Allah'a dua edebilir mi?

Bir Müslüman, her yerde Allah'a dua edebileceği gibi kilisede de dua edebilir. Ancak bir Müslümanın kiliseye gidip Hristiyanlar gibi dua ve ibadet etmesi doğru olmaz. Böyle bir şey haramdır.

Müsüman olmayanların geleneklerine benzemek bile yasaklanmışken, başka bir dinin mabedine gidip onlar gibi ibadet etmek daha büyük bir günahtır. Böyle bir şey kişinin zamanla dinini unutup diğer dini benimsemesine sebep olabilir.
Peygamberimiz (asm) buyuruyor ki;

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa oda onlardan birisi olur.” (Ebu Davut, Kitabu'l-libas, h. no: 3512)

Kiliseye gitmek iki şekilde olur;

1. Hıristiyan olduğu için kiliseye gidenler.

2. Ziyaret ve turistik amaçlı kiliseye gidenler.

Bu sınıflamayı yaptıktan sonra kiliseye gitmenin hükmünü açıklayalım:

a. Birinci sınıf kendini Hristiyan bildiği ve kabul ettiği için hükmen Hristiyan’dır ve gayrmüslim olarak kabul edilir; yani Müslüman olmayan bir kişidir.

b. İkinci sınıf ise, sadece kilisenin nasıl tanzim edildiğini, nasıl yapıldığını öğrenmek için gider. Nasıl ki, bir Hristiyan camiye ziyaret amaçlı girmek ile Müslüman olmaz, bir Müslüman da ziyaret için kiliseye girse Hristiyan olmaz.

40 Müslüman devletlerde diğer din mensuplarına ne gibi özgürlükler verilir?

Bu soruyu iki cevap şeklinde iki başlıkla cevap vereceğiz.

Cevap 1:

İslâmî naslara ve Müslüman toplumlardaki tatbikata bakarak şunu ifade etmek mümkündür ki, anlaşmalara riayet ettikleri, fitne ve fesadın merkezi olarak kullanmadıkları müddetçe bütün gayri müslimlerin mabetlerine saygı gösterilmesi ve korunması Müslüman idareciler için bir vecibe sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’nin belirlemiş olduğu ana esaslar, hulefâ-i râşidîn başta olmak üzere İslâm’ın ahkamını kendilerine rehber edinmiş bütün Müslüman idareciler tarafından tatbik edilmiştir.

Emevîler, Abbâsîler, Fâtımîler, Selçuklular, Osmanlılar vd. Müslüman devletler her daim kendi tebaası olmayı kabul etmiş gayri müslimlerin mabetlerine ve dinî yaşantılarına saygı göstermiş, dinî hürriyetlerini her türlü tecavüzden korumuşlardır. Hususen Osmanlıların takip ettiği dînî müsamaha sayesinde bugün de pek çok Osmanlı şehrinde cami, kilise ve havrayı bir arada görmek mümkündür. Tarihte yaşanan bazı küçük ve istisnaî uygulamalar bir tarafa bırakılacak olursa, farklı din mensuplarınca kutsal mekân olarak kabul edilen mabetler ve dinî mekânlar hep korunmuş ve zarar görmelerine müsaade edilmemiştir.(1)

Müslüman bir ülkede yaşayan gayri müslimlere / zimmilere, din ve vicdan hürriyeti meşrû dairede tanınmış ve tatbik edilmiştir. Osmanlı hukukunda zimmîlerin dinleri ile başbaşa bırakılmaları, İslâm'dan alınan temel bir prensiptir. Fâtih'in Sırp Kralı Brankoviç'e Macar Kralı'nın “Sırbistan'ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim, Protestan kiliselerini yıkacağım.” dediğini bile bile, "Eğer devletime itâat ederseniz, her camiinin yanında bir kilise inşa edilecek; buralarda herkes kendi Halıkına ibadet edecek.” cevâbını vermiştir.(2)

Bütün bu hoşgörüye rağmen gayri müslimlerin ibadet özgürlüklerine kısmi kısıtlamaların getirildiği bazı konular da vardır. Bu kısıtlamalar çoğunlukla ibadet zamanında çıkarılan seslerle ilgiliydi ki bunların başında çan çalma yasağı gelmekteydi.(3)

Çan çalmanın, Müslümanlar tarafından İslâm’ın üstünlüğüne bir saldırı olarak görüldüğü için yasaklandığı belirtilmektedir.(4)

Bununla birlikte bu yasak, zimmilerin hiçbir şekilde çan çalamayacakları anlamına gelmiyordu. Mabetlerinin içinde, çevresindeki Müslümanları rahatsız etmeyecek bir ses tonuyla ve namaz vakitlerinin dışında çan çalabiliyorlardı. Ayrıca çan yerine tahta çalma geleneği de zaman zaman şikayet konusu oluyordu. Kayseri’deki Rumların çan yerine tahta çalmalarından dolayı çıkan seslerden rahatsız olan Müslümanlar şikayetçi olmuşlar, bunun üzerine Rumların tahta çalmaları yasaklanmıştı. Fakat daha sonra tahta çalmaları konusunda Rumlara izin verildiği görülmektedir.(5)

Ayrıca beratlarda gayri müslimlerin âyinleri esnasında çıkan seslerin yüksekliğini istismar ederek zimmilere gereksiz şekilde müdahale edilmemesi de özellikle vurgulanmaktaydı.(6)

İlave bilgiler için tıklayınız:

İslam'ın insana verdiği temel haklar nelerdir?

İslam topraklarında yaşayan azınlıklara ve anlaşma imzalanan devletlere nasıl muamele edilmesi gerekir?

Bir İslam ülkesinde Müslümanlar dışında kimseler de yaşayabilir mi? ...

Dipnotlar:

1) Zeydan, Ahkâm, 95-98.
2) Ercan, Yavuz, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara 2001, s. 241.
3) Christian Church Buildings”, Etudes Balkaniques, Sofia 1994, sy. 4, s. 33.
4) Adıyeke, Nuri, “Islahat Fermanı Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet Sistemi ve Gayrimüslimlerin Yaşantılarına Dair”, Osmanlı’dan Günümüze Ermeni Sorunu, (Ed: H.Celal Güzel), Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2000. s.191) Tahta çalma işinin oldukça eski bir uygulama olduğu, bu konunun XVI. yüzyıl şeyhulislâmlarından Ebussuud Efendi’ye de sorulmasından anlaşılmaktadır. (“Su’al: Bir kilise Müslümanlar mahallesinde vâki’ olup, kafirler nâkûs yerine bir yufka tahtayı nice yerlerden delip ibadetleri zamanında ol tahtanın orta yerine tokmak ile darb edip, bir savt-ı acib peyda olup, Müslümanlar müte’ezzî olsalar, şer’an ref’ olunmak caiz olurmu? Cevap: Vacibdir.” bk. Düzdağ, M.Ertuğrul, Şeyhulislâm Ebussu’ud Efendi’nin Fetvalarına Göre Kanuni Devrinde Osmanlı Hayatı, Şule Yayınları, İstanbul 1998, s.151.
5) “…ve metropolit ve papaz tâifelerinin hânelerinde izhâr-ı savt etmeksizin İncil kırâat eylemelerine muhâlefet olunmayub ve ehl-i örf tâifesi mücerred ta‘cîz içün siz mülk menzilinizden bir oda gözde Tevrat ve İncil okuyub kandil asmışsız ve mum yakmışsız ve iskemle ve tasvir koyub bürde asmışsız ve buhur yakıb salarsız ve elinizde değnek tutarsız deyu bahâne ile ref‘i savt ve i‘lân-ı küfr eylememek şartıyla icrâ-yı âyin-i bâtılalarına mücerred celb-i mal kasdıyla mîr-i mîran ve sâir ehl-i örf tâifesi taraflarından hilâf-ı şer‘i şerîf ve bi-gayr-i hak akçe mütâlebesiyle ta‘addî ettirilmemek içün mukaddem verilen fermân-ı âliberâtları şartına idhâl oluna deyu sâdır olan fermân-ı âlişân mahalline kayd olunmağla hilâf-ı fermân rencide ve ta‘addî ettirilmeyüb…” (B.Ş.S. -Bursa Şer’iyye Sicilleri-, C29/4b; bk. Ali İhsan KARATAŞ, Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlere Tanınan Din ve Vicdan Hürriyeti)

Cevap 2:

Soruda geçen konuyla ilgili olarak, Ali İhsan KARATAŞ’ın "Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlere Tanınan Din ve Vicdan Hürriyeti", isimli makalesini takdim ediyoruz:

Osmanlı Devleti, tebaası olan gayrimüslimlere tanıdığı din ve vicdan hürriyeti bakımından muasırları arasında en önde gelen devletler arasında yer almaktadır. Zaman zaman fethedilen şehirlerin en büyük mabedi fetih sembolü olarak camiye çevrilirken diğer mabetlere büyük ölçüde dokunulmamış ve gayrimüslimlerin ihtiyaçları için tahsis edilmiştir. Bu mabetlerinin işleyişi, yönetimi, gelir ve giderlerinin kontrolü din adamlarına bırakılmıştır. Gayrimüslimler gerek ferdi gerekse toplu ibadetlerini diledikleri gibi ifa etme hakkına sahip idiler. Zorla Müslümanlaştırmanın yasak olduğu Osmanlı Devleti’nde zimmiler, aile hukukuyla ilgili meselelerini kendi din adamlarının nezaretinde çözebiliyor, çocuklarının eğitim öğretimlerini de yine kendi dinlerinin gerektirdiği şekilde yapabiliyorlardı. Bu konulardaki hakları devletin koruması altındaydı. Zaman zaman yaşanan bireysel aksaklıklar idareciler tarafından giderilmeye çalışılmaktaydı.

Osmanlı Devleti’nin, tebaası olan gayrimüslimlere tanıdığı din ve vicdan hürriyeti konusunda çok sayıda yazı kaleme alınmıştır. Bu yayınlardan, gayrimüslimlere tanınan haklar bakımından Osmanlı Devleti’nin muasırı devletler arasında ilk sıralarda yer aldığı anlaşılmaktadır. Son yıllarda artan arşiv çalışmaları ve konuyla ilgili tespit edilen belgeler de bu gerçeği te’yid etmektedir. Bu çalışmada da özellikle Bursa Şer’iyye Sicilleri’nden tespit edilen belgelerle konuya katkı sağlanmaya çalışılacaktır.

A. Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi

İslâm hukukuna göre halkı Müslüman olmayan bir şehir fethedilince şehrin sakinleriyle “zimmet akdi” denilen bir anlaşma yapılır. Bu anlaşmayı kabul eden gayrimüslimlere zimmi denir. Bu antlaşmayla hakları garanti altına alınmış olan gayrimüslimler birçok konuda Müslümanlarla eşit hale gelir ve Müslümanlar gibi bütün hususî haklardan faydalanırlar.1 İslâm hukukunun önemli bir bölümünü teşkil eden ve ilk uygulamaları Hz. Peygamber döneminde yapılan zimmet akdine göre Müslüman idareciler, cizye ödemeyi kabul eden zimmilerin can ve mal güvenliklerini sağlamak zorundadırlar.2

İslâm hukukunda kendileriyle zimmet antlaşması yapılan gayrimüslimlerin Kur’an’daki “dinde zorlama yoktur” ayeti3 gereği zorla Müslümanlaştırılmalarını yasaklanmıştır. Onların mabetlerinde ibadet etmeleri, mülk edinme ve seyahat etme gibi hakları engellenemez. Müslümanların zimmilere zulmetme hakları yoktur. Nitekim Peygamber Hz. Muhammed bir hadisinde, bir zimmiye zulmeden, gücünün üzerinde yük yükleyen ve isteği dışında ondan zorla bir şey alan kişiye kıyamet gününde bizzat kendisinin düşman olacağını belirtmiştir.4

İstanbul’un fethinden önce Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlere, İslâm hukukuna göre muamele edilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra ise İslâm hukuku açısından bir değişiklik yapılmamakla birlikte biraz daha farklı bir uygulamaya gidilerek millet sistemi oluşturulmuştur. 

Millet sisteminde din ve mezhep esasına göre tasnif edilen zimmiler, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler üç ayrı millet olarak kabul edilmiştir. Böylece gayrimüslimlerin devletle olan ilişkileri yeni bir yapıya kavuşturulmuştur. XVIII. asırdan itibaren Katolikler ve Protestanlar da millet sistemi içerisindeki yerlerini almışlardır.5 Bu sistemle gayrimüslimlerin idare edilmesi daha kolay hale gelmiştir. Zira daha önce devlet bir bütün olarak gayrimüslimler ile muhatap iken, şimdi bölümlere ayrılmış ve her birinin başında devlete karşı cemaatinden sorumlu olan liderlerle muhatap olmaya başlamıştır. Bu sistemle, gayrimüslimler bakımından İslâm hukukunun kendilerine tanıdığı haklarda bir kayıp olmamışken, devletin zimmi tebaayla olan ilişkilerinin düzene girmesi sağlanmıştır. 

Doğu (Bizans) ve Batı (Roma) kiliseleri arasında yaşanan problemler sonucunda Patrik II. Anastasios istifa etmiş ve Ortodoks dünyasının liderliği boş kalmıştı.6 İstanbul’un Osmanlıların eline geçmesiyle birlikte Fatih, daha önce dağılmak üzere olan Ortodoks kilisesini yeniden canlandırmak amacıyla Rumlardan, boş olan patriklik makamına yeni bir patrik seçmelerini istedi. Bunun üzerine Rumlar kendi dinî kurallarına göre Georgios Scholarios’u “Gennadios” ünvanıyla patrik olarak seçtiler. Fatih Sultan Mehmet, bu seçimi onayladı ve cemaate haklarını içeren bir de ferman verdi.7 Ayrıca Rumeli ve Anadolu’nun yanında Mısır, Suriye, Filistin, Kıbrıs ve Rus Ortodokslarının idaresi de İstanbul’daki Rum Ortodoks Patrikliği’ne bağladı.8 Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoks Hıristiyanlar kendilerine tanınan imkanlar bakımından memnundular. Zira onlar birçok bakımdan koruma altına alınmışlardı.9

1461 yılında ayrı bir millet olarak kabul edilen Ermeniler için de bir patrikhane kurulmuş ve söz konusu millete patrik olarak Bursa Metropoliti Ovakim tayin edilmiştir.10 Ayrıca Süryani, Habeş ve Kıbti kiliseleri de Ermeni patrikhanesine bağlandı. Ortodokslara verilen hakların aynısı Ermeni Patrikhanesi’ne de tanındı.11

Rumlar ve Ermenilerden sonra millet olarak tanınan üçüncü grup ise Yahudilerdir. Fetihten sonra Yahudilere hahambaşı olarak Moşe Kapsali tayin edildi ve kendisine cemaatini idare etme yetkisi verildi.12 Osmanlı Devleti’nde Yahudilere verilen hakların genişliği nedeniyle dünyanın birçok yerinde baskı gören Museviler Osmanlı Devleti’ne gelmeye başladılar.13

Kuruluşundan beri Osmanlı Devleti’nin zimmilere, İslâm hukukunun sınırları içinde muamele ettiği ve topraklarında barındırdığı gayrimüslimlere verdikleri haklar bakımından muasırı devletler içerisinde en iyiler arasında yer aldığı gerçeği, yabancı araştırmacıların da daima dikkatini çekmiştir.14 Nitekim İslâm araştırmalarında önemli bir yeri olan Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi adlı eserinde Osmanlı yöneticilerinin zimmilere yönelik tutumlarıyla ilgili şu ifadelere yer vermiştir: 

“Alt tabakadan idare organlarının keyfi hareketlerine karşı merkezî idarenin kolayca yardıma çağrılabildiği hükümet merkezinde ve civarında milliyetlerine ve mezheplerine göre millet halinde toplanan Hıristiyanlar, bilhassa Rumlar 'Rum milleti' tam bir siyasi ve dini hürriyete malik idiler. Onların patrikleri Osmanlı hakimiyeti devrinde evvelce Bizansta malik oldukları salahiyet ve nüfuzdan daha geniş bir nüfuza bile sahipti. Vaftizler, evlenmeler, cenaze merasimleri ve hac açıktan açığa ve ekseriya parlak bir şekilde icra ediliyordu. Büyük yortu günlerinde Türk hükümeti dini merasimin bir engele maruz kalmadan icra edilmesi için kilise kapılarına kendiliklerinden yeniçeri nöbetçiler koyuyorlardı.”15

Osmanlı Devleti’nde zimmilere İslâm hukukunun yanında örfî hukuk da uygulanmıştır. Zaman zaman zimmilerle ilgili çıkarılan fermanlar, büyük ölçüde İslâm hukukuna uygun olmakla birlikte devlet idarecilerinin görüşlerini de yansıtmaktadır. 

Yukarıda da ifade edildiği üzere, İslâm hukukunda ehl-i zimmet aile hukukunu ilgilendiren meselelerinde kendi dinî hükümlerine bağlı idiler. Millet sistemiyle birlikte bu konuda herhangi bir değişiklik yapılmamış ve zimmiler, evlenme, boşanma, miras ve vasiyet gibi meselelerini yine kendi dinî hükümlerine göre çözmüşlerdir.16 Bununla birlikte istemeleri halinde Osmanlı mahkemelerine de başvurma hakları vardı ki şer’iyye sicillerinde onbinlerce gayrimüslimin hemen her konuda şer’î mahkemelere başvurduğu ve meselelerine İslâm hukukuna göre çözüm istedikleri görülmektedir.

Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerin dinleriyle ilgili meseleler cemaat reislerine bırakılmıştır. Âyinlerin düzenlenmesi, din adamlarının seçilmesi ve azledilmesi, mabetlerin gelir ve giderleri, çocukların eğitim-öğretimleri gibi konular zimmilerin iç işlerinden kabul edilerek bunlarla ilgili uygulama ve düzenleme yetkisi patrik ve metropolitlere verilmiştir.17 Eskiyen ve tahrip olan kilise ve havraların eski şekillerinin değiştirilmemesi şartıyla tamir edilmelerine imkan tanınmıştır.18

Millet sistemiyle birlikte gayrimüslimler, cemaat olarak kimliklerini devam ettirme imkanını bulmuşlardır. İlber Ortaylı’nın ifadesiyle:

“Millet kompartımanına mensup olan kimse; modern toplumdaki azınlığın aksine bazı davranış ve tutum sergiler. Bu aidiyet fertlere aile ve sülale ve cemaat içinde bir güvenlik ve hatta vakar verir. Kendi toplumsal grubu içinde kendi ananesi ve babadan sözlü kültürü içinde yaşar. Kompartımanlar arasında ilişki azdır, çatışma azdır. Modern toplumdaki azınlık ferdi gibi çevre ile didişme, kimlik ispatı, asimile olma (çoğunluk tarafından emilme) veya asimilasyona karşı direnme dolayısıyla çatışmacı davranışlara girme gibi durumlar söz konusu değildir….”19

Osmanlı Devleti’nde zimmilerden başka çok sayıda müste’men de20 vardı. Yabancı devlet görevlileri ve ticaret için Osmanlı topraklarına gelen müste’menlerin durumu devletlerarası anlaşmalarla belirlenmiştir. 1535 yılında Fransa’ya verilen kapitülasyonlarla bu devletin vatandaşı olan tüccarın her türlü davalarında Fransız konsoloslarının yetkili olduğu kabul edilmiştir.21 Yabancı tüccarın Osmanlı topraklarında ticaret yapabilmeleri için değişik tarihlerde Fransa dışında başka devletlere de ticaret ahidnameleri verilmiştir.22

Bu ahidnameler kapsamında ülkeye gelen yabancılara (müste’menler), “Osmanlı suları ve topraklarında kendi bayraklarını taşıyarak serbestçe ticaret yapabilecekleri, hiç kimse tarafından rencide edilmeyecekleri; gemilerinin kazaya uğraması halinde ilgililer tarafından kendilerine gereken kolaylık gösterileceği gibi mallarına da dokunulmayacağı; kanuni gümrüklerini ödedikten sonra başka her hangi bir vergi ve resim talebinde bulunulmayacağı; hiç kimsenin bir vatandaşının borcundan sorumlu tutulmayacağı; kendi aralarındaki davalara konsolosları tarafından bakılacağı, Osmanlı tebaasıyla olan anlaşmazlıklarının mahalli mahkemelerde, dava konusunun 4.000 akçeyi geçmesi halinde İstanbul’da görüleceği garantisi veriliyordu.” 23

B. Osmanlı Devleti’nde Din ve Vicdan Özgürlüğü

Osmanlı İmparatorluğu’nun gayrimüslimlere tanıdığı inanç ve ibadet hürriyeti devletin kuruluşuyla birlikte başlamıştır. Bu yaklaşım birçok yerin fethini de kolaylaştırmıştır. Henüz kuruluş döneminde Bursa’nın Orhan Gazi tarafından fethedilmesinin ardından şehirde yaşayan halkın malları yağmalanmamış, yalnızca tekfurun malı gaziler arasında dağıtılmıştı.24 Hatta Bursa’dan önce fethedilen çevre köy ve kasaba insanlarının rahatlık içinde yaşadıkları, hiç kimsenin zulme uğramadığı ve inançlarında serbest bırakıldıkları haberleri Bursa halkı üzerinde olumlu etkiler yapmış ve bunun sonucu olarak da şehrin fethi kolaylaşmıştır. Nitekim Orhan Gazi, Bursa’nın fethedilmesinden sonra Hisar’ın tesliminde yardımcı olan ve aynı zamanda tekfurun veziri olan Saroz’a “…bu Hisar’ı verdiniz. Neden verdiniz. Neden bunaldınız da verdiniz?” diye sorunca Saroz şu cevabı vermişti:

“Birkaç sebepten dolayı verdik. Biri budur ki sizin devletiniz günden güne büyüdü. Bizim devletimiz döndü. Bunu iyice bildik. Biri de bu ki baban üzerimize havale yaptı, gitti. Onun devleti köylerimizi zaptetti. Size itaat eder oldular. Bizi hiç anmaz oldular. Biz de bildik ki onlar rahat oldular. Onun için bizi anmazlar dedik. Biz de o rahatlığa heves ettik…”25

Bursa’nın fethiyle şehirden kaçan Yahudiler bizzat Orhan Gazi tarafından Bursa’ya davet edilmiş ve kendileri için bir havra inşa edilmesine izin verilmiştir.26

Osmanlı tebaası olan gayrimüslimlere başlangıçtan itibaren İslâm hukuku çerçevesinde haklar verilmiştir.27 Zira İslâm hukukunda mevcut müsamaha ve himaye prensipleri, Osmanlı Devleti idaresinin temelini oluşturmuştur.28 Osmanlı vatandaşı olan gayrimüslimlerin can ve mal güvenlikleri devletin ellerine teslim edilmiştir.29 Kanunların uygulanışı bakımından Müslümanlarla gayrimüslimler arasında bir fark da gözetilmemiştir. Mahkeme kayıtlarına bakıldığında Müslümanlarla zimmiler arasında dava konusu olan meselelerin birçoğunda zimmiler haklı bulunarak şikayet konusu olan mağduriyetlerinin giderilmesi yönünde karar verildiği görülmektedir. Araştırmalarında büyük ölçüde mahkeme sicillerini kaynak olarak kullanan Mustafa Akdağ bu meseleyi şöyle izah eder: 

“...Ahalisi bütün Hıristiyan (Rum veya Ermeni) olan köylerde, imam yerine papaz bulunduğundan başka, böyle köylerin kethüdaları da tabii olarak, gene kendilerinden, yani Hıristiyan kimselerden idi. Ziraatçi Türk ve Hıristiyan halk, ister ayrı köylerde köy komşusu, ister aynı köyde ev komşusu olarak yaşamakta bulunsunlar, birbirleriyle çok iyi geçiniyorlardı. Esasen devlet kanunları her iki topluluğu da, hiç din farkı gözetmeden ‘reaya’ saymakta, bunlar için mirî toprak tasarruf edenlerin ödeyecekleri vergileri bir devlet hizmetlisine yüklettiği zaman, o hizmetlinin beratında zikrolunan vergileri kendisine vermekle ödevli olan kişiye ‘raiyet’ (kiracı köylü) adını vermekte idi.”30

Kıbrıs’ın fethedilmesinden sonra 979/1572 tarihinde Osmanlı padişahı tarafından Kıbrıs beylerbeyi, kadısı ve defterdarına gönderilen fermanda ada halkına ne şekilde muamele edilmesi gerektiği özetle şöyle belirtilmiştir: “Kıbrıs adası yeni fethedilen bir yerdir. Halk savaş yüzünden zor duruma düşmüş olabilir. Kıbrıs halkı bana Yaratıcının emanetidir. Onlara adalet ve şefkatle muamele ediniz. Kimseye zulmetmeyiniz. Mahkemelerde, vergi alınmasında ve idareyle ilişkili tüm işlerinde onlara yardımcı olursanız Kıbrıs kısa zamanda kalkınır ve refah seviyesi yükselir. Onlardan her biri emniyet içinde yaşasınlar. Bu emirlerimin yerine getirilmesi konusunda hiç kimse ihmalkârlık yapmasın. Eğer emirlerim yerine getirilmeyerek Kıbrıs reayasına zulmedildiğini, gereğinden fazla vergi alındığını duyarsam hiçbir mazereti kabul etmeyeceğimi bilesiniz.”31

Osmanlı Devleti’ndeki zimmilerin içinde bulundukları durumu göstermesi bakımından bu topraklarda yaşayan Yahudilerin Avrupa’daki dindaşlarına gönderdikleri mektuplar da oldukça dikkat çekicidir. Söz konusu mektuplardan biri Almanya’da doğmuş, ancak hayatını Edirne’de sürdüren ve bir Fransız Yahudisi olan İsaak Zarfati tarafından Avrupa’daki Yahudiler için yazılmıştır. XV. yüzyılın ilk yarısında yazılan bu mektupta Yahudilerin Osmanlı Devleti’nde yaşadıkları huzurlu günler şöyle ifade edilmektedir: 

“Almanya’daki kardeşlerimizin ölümden beter kederler içerisinde olduklarını duydum; despotik yasalar, zorla vaftiz edilmeler, sürgünler sıradan gündelik olaylarmış. Bana anlatıldığına göre yağmurdan kaçarken her seferinde doluya tutuluyorlarmış… Kardeşler, hocalar, dostlar, tanışlar! Ben İsaak Zarfati, soyum Fransız da olsa, Almanya’da doğmuş ve oradaki saygıdeğer hocalarımın dizi dibinde oturmuş olsam bile, size derim ki: Türkiye hiçbir şeyin eksik olmadığı bir ülkedir. Eğer isterseniz şu anda burası sizin için en hayırlı yer olacaktır. Kutsal topraklara giden yol sizler için Türkiye’den geçiyor. Hıristiyanlardansa Müslümanların (egemenliği) altında yaşamak sizin için daha iyi değil midir? Burada herkes kendi asması ve inciri altında huzur içinde oturabiliyor. Burada en değerli esvablar giymenize izin var. Oysa Hıristiyan ülkelerde çiğnenmiş siyah ve mavinin, tekmelenmiş yeşil ve kırmızının hakaretine maruz kalmadan, hüzünlü renkler taşıyan alçaltıcı esvablar giymeye mahkûm etmeden çocuklarımıza kendi zevkimize göre kırmızılar ya da maviler giydirmeye bile cesaret edemiyorsunuz…”32

1655-56 yıllarında Osmanlı şehirlerini gezen Thevenot da Sakız Adası ile ilgili gözlemlerini aktarırken, Osmanlı topraklarındaki zimmilerin ibadet özgürlükleriyle ilgili olarak şunları söylemektedir:

“…Türkler herkese kendi dinlerine göre ibadet hürriyeti tanımışlardır, ayin herkesin önünde yapılıyor ve şaraplı ekmek yortusunda hiçbir korku duyulmadan ve Türkler tarafından hiçbir saygısızlığa maruz kalınmadan, bir gölgelik altında şaraplı ekmek (Saint-Sacrament)i sokaklarda gezdirirlerdi. Hz. İsa’nın heykeli de önde bir fenerle taşınmaktaydı.”33

Zimmilerle ilgili bu anlayış daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Örneğin, XIX. yüzyıl Osmanlı sultanlarından II. Mahmut “Ben teb’anın Müslümanını camide, Hıristiyanını kilisede, Musevisini de havrada fark ederim. Aralarında başka gün bir fark yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi hakiki evladımdır.”34 diyerek zimmilerin baskı altında kalmadan kendi inançlarını yaşamaları gerektiğini ve kendisinin de bizzat bu durumun takipçisi olduğunu vurgulamıştı.

Osmanlı Devleti’nde zimmilerle ilgili haklar öylesine genişti ki bu meselenin zamanla devletin aleyhine dönüşen bir durum ortaya çıkardığını ifade eden araştırmacılar olmuştur. Nitekim Stanford Shaw, Osmanlı idarecilerinin zimmilerle ilgili tutumlarının gereğinden fazla özgürlükler içerdiği, bu sebeple de İmparatorluğun son yüzyılında azınlık sorunlarının çıktığı, eğer zimmilere tanınan haklar daha az olsaydı azınlık sorunlarının bu kadar büyümeyeceğini şu sözlerle ifade etmektedir:

“Osmanlılar, dünya tarihi boyunca başka yerlerde başka istilacıların yaptıkları gibi, istila ettikleri yerlerde yaşayanları din değiştirmeleri için zorlamayı reddetmemiş olsalardı, Osmanlı İmparatorluğu’nu son yüz yılında büyük zaafa düşürecek hiçbir azınlık sorunu olmayacaktı. Oysa Osmanlılar, bunun yerine Rumlar, Ermeniler ve Yahudilere kendi dinî önderleri yönetiminde, kendi dillerini ve geleneklerini kullanarak, kendi okullarını, mahkemelerini, yetimhanelerini, hastanelerini vb. koruyup sürdürerek, sultanın koydukları, istenen vergileri ödedikleri, İmparatorluk sınırları içinde güvenlik ve düzeni sürdürdükleri sürece Osmanlı egemen sınıfıyla pek az bir ilişki içinde, kendi yaşamlarını daima yaşama hakkı tanıdılar. Dahası, Hıristiyanlar ve Yahudiler, Sultan tarafından yalnız Müslümanlara getirilmiş olan bir takım yükümlülüklerden de uzaktılar….”35

Osmanlı toplumunda zimmilerin zorla Müslümanlaştırılması yasaktı. Bilindiği üzere “dinde zorlama yoktur”36 ayeti İslâm dininin önemli prensiplerinden birisidir. Buna göre hiç kimse kendi rızası olmadan Müslüman yapılamaz. Bununla birlikte kendi rızasıyla Müslüman olan birisinin önünde de hiçbir engel yoktur.37 İslâm hukukunun uygulandığı Osmanlı Devleti’nde de gayrimüslimlerin bir devlet politikası olarak zorla Müslümanlaştırılması söz konusu olmamıştır. Gayrimüslimlerin Müslüman olmaları yönünde eğer planlı bir baskı uygulanmış olsaydı, hiç şüphesiz Osmanlı hakimiyetindeki yerlerde yaşayan zimmilerin büyük çoğunluğu ihtida etmiş olurlardı. Ancak Osmanlı Devleti’nin farklı dönemlerinde Bursa,38 Trabzon,39 Konya40 ve Kayseri ile41 ilgili yapılan çalışmalara bakıldığında din değiştirerek Müslüman olan gayrimüslimlerin oranının çok büyük olmadığı görülmektedir. Gayrimüslim din adamlarına verilen beratlarda da herhangi bir zimminin zorla Müslümanlaştırılmayacağı garantisi verilmekteydi. Bu konuyla ilgili zaman zaman bazı Müslümanlar tarafından yapılan ihlaller, gayrimüslim yetkililer tarafından ilgili makamlara intikal ettirilerek gerekli önlemlerin alınması sağlanmıştır. 1843 yılında Bursa ve civarından sorumlu olan Rum Metropoliti Divan-ı Hümayun’a müracaat ederek kendi ellerindeki beratlarda yukarıda zikredilen garantinin verilmiş olmasına rağmen, Bursa’da bir kısım reayanın zorla İslâmlaştırıldığını iddia etmiştir. Bunun üzerine Bursa kadısına gönderilen bir fermanda “metropolite verilen berattaki şartlara göre onlara muamele yapılmasını emrediyorum” ifadesiyle ilgili kişiler uyarılmışlardır.42

Gayrimüslimlerin zorla İslâmlaştırılmasının engellenmesinin yanında ihtida edenlerin eski dindaşları tarafından rahatsız edilmelerine veya tekrar eski dinlerine dönmeleri yönünde gayrimüslimlerin baskı yapmalarına da müsaade edilmemekteydi. Zimmilerin zorla Müslümanlaştırılmamaları konusunda yukarıda işaret edilen 1843 tarihli fermanın devamında şu ifadelere yer verilmiştir:

“…kendi rızalarıyla Müslüman olanların eski dinlerine dönmeleri hususunda metropolit ve başkaları tarafından baskı görmemeleri ve rahatsız edilmemeleri konusunda da gerekli önlemlerin alınmasını emrediyorum.”43

Bu emrin aksine davranan zimmiler cezalandırılmışlardır. Örneğin, Müslüman olan Yahudilerin cemaat yetkilileri tarafından tekrar Yahudileştirilmeleri devlet tarafından yasaklanmış olmasına rağmen bu işe kalkışanlar olmuştur.44

İnançlarına dokunulmayan gayrimüslimler, ayrıntılara ilişkin bazı kısıtlamalar dışında gerek kilise ve havralarında toplu olarak gerekse evlerinde bireysel olarak rahat bir şekilde ibadet etme haklarına sahiptiler.45 Din adamlarına verilen beratların tamamında zimmilerin ibadetlerini rahatça yapabilecekleri, yönetici veya halk tabakasından hiç kimseye ibadetleri konusunda müdahale edilmemesi gerektiği açıkça belirtilmiştir.46 Meselâ 1168/1755 tarihinde Rum metropolitine verilen bir beratta zimmilerin ibadetlerine müdahale edilmemesi şu şekilde bildirilmiştir:

“…ve papaz ve keşiş tâifesinden bazıları metropolitleri marifetiyle zimmi tâifesinin hânelerine varub âyinlerini icra eyledikte ve kadîmden âyinleri üzere mâbeynlerinde nizâm ve intizâmlarına kudât ve nüvvâb ve mütesellimler ve voyvodalar ve mütevelliler ve subaşılar ve sâir ehl-i örf tâifesi taraflarından muhâlefet olunmaya…”47

Şehirlerin yerel yöneticileri ve zimmi din adamlarına, şehirde ikamet eden gerek Ermeni48 ve Rumların,49 gerekse Yahudilerin50 ibadetlerini rahatça yapabilmeleri için yukarıdakine benzer fermanların gönderildiği, aynı içerikteki fermanların XIX. yüzyılda Katolik Ermeniler 51 ve Protestanlar52 için de verildiği görülmektedir.

Osmanlı Devleti’nde, tebaanın ibadetlerini rahatça yapabilmeleri için Müslüman ve gayrimüslim ayrımı yapılmadan herkes için gerekli imkanlar hazırlanmaktaydı. Bu amaçla şehirlerde kurulan haftalık pazarların Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların kutsal günlerine denk gelmemesi için gayret edildiği görülmektedir. Kastamonu Sancağı’na bağlı Taşköprü Kazası’nda her hafta kurulan pazarın cuma gününe denk gelmesi, bu günde Müslüman halkın alış-veriş yapmaları nedeniyle birçoğunun cuma namazını kılmada zorlandıkları gerekçesiyle mezkur pazarın salı gününe,53 Selanik Eyaleti dahilinde olan Vidina Kazası’nda kurulan haftalık pazarın pazar gününe tesadüf etmesi, bunun da Hıristiyanların ibadet günlerine denk gelmesi nedeniyle Hıristiyanların rahatça alış-verişlerini yapamadıkları gerekçesiyle cumartesi gününe alınmasına karar verilmiştir.54 İlgili belgeden Vidina’da reaya arasında Yahudilerin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle cumartesi gününde pazar kurulmasında bir sakınca görülmemiştir. Hiç şüphesiz Müslümanlar ve Hıristiyanlar için dikkat edilen bu durum Yahudiler için de söz konusuydu. Nitekim İslimye’de haftada iki kere kurulan pazarın cumartesi ve pazara denk gelmesi ve adı geçen günlerin gayrimüslimlerin ibadet günleri olması nedeniyle şehirde bulunan zimmilerin alış-verişten mahrum oldukları gerekçesiyle haftalık pazarın pazartesi ve salı gününe alınması kararlaştırılmıştır.55

Gayrimüslimler rahat bir şekilde ibadetlerini yapabilmeleri için devlet, her türlü güvenlik önlemini almaktaydı. Brockelmann, bu gerçeği “büyük yortu günlerinde Türk hükümeti dinî merasimin bir engele maruz kalmadan icra edilmesi için kilise kapılarına kendiliklerinden yeniçeri nöbetçiler koyuyorlardı”56 sözüyle ifade etmektedir. Eğer ibadetlerini yapmalarına haksız olarak engel olunursa din adamları aracılığıyla doğrudan Divan-ı Hümayun’a müracaat ederek söz konusu engellerin kaldırılmasını talep edebiliyorlardı. Zimmilerin bu konudaki talepleri çoğunlukla olumlu karşılanır ve söz konusu engellemeler ortadan kaldırılırdı. Örneğin, 1198/1784 yılında İstanbul Rum Patriği ve İstanbul’da ikamet eden cemaat metropolitleri Divan-ı Hümayun’a müracaat ederek Kirmasti Kasabası’nda metropolit tarafından tayin edilen keşiş ve papazların evlerinde seslerini fazla yükseltmeden İncil okumalarına izin verildiği, bu konuda müdahale edilmemesi gerektiği kendilerine verilen beratta belirtilmiş iken ehl-i örf taifesinden bazılarının “siz şunu şunu yaparsınız” diye müdahale ettiklerini şikayet etmişler ve bu konuda kendilerine yardım edilmesini istemişlerdi. Bunun üzerine zimmilere müdahale edilmemesi konusunda Kirmasti kadısına bir ferman gönderilmiştir.57

Mabetlerinde ibadet etmeleri bizzat devlet tarafından güvence altına alınan zimmiler, ferdi ibadetlerini de evlerinde veya kendilerine ait mülklerinde rahatça yapabiliyorlardı.58 Metropolitlere verilen beratlarda evlerde yapılan ibadetler konusunda zimmilerin rahatsız edilmemeleri gerektiği belirtilmektedir.59 1104/1692 yılında İstanbul’da bir havranın yanması dolayısıyla Yahudilere verilen ve daha sonraki yıllarda da yenilendiği anlaşılan bir fermanda, Yahudilerin havralarını tamir ettirinceye kadar evlerinde ibadet edebilecekleri, hiç kimsenin bu duruma müdahale etmemesi gerektiği, eğer müdahale edenler olursa cezalandırılacağı bildirilmiştir.60

Bütün bu hoşgörüye rağmen gayrimüslimlerin ibadet özgürlüklerine kısmî kısıtlamaların getirildiği bazı konular da vardır. Bu kısıtlamalar çoğunlukla ibadet zamanında çıkarılan seslerle ilgiliydi ki bunların başında çan çalma yasağı gelmekteydi. 61 Çan çalmanın, Müslümanlar tarafından İslâm’ın üstünlüğüne bir saldırı olarak görüldüğü için yasaklandığı belirtilmektedir.62 Bununla birlikte bu yasak, zimmilerin hiçbir şekilde çan çalamayacakları anlamına gelmiyordu. Mabetlerinin içinde, çevresindeki Müslümanları rahatsız etmeyecek bir ses tonuyla ve namaz vakitlerinin dışında çan çalabiliyorlardı. Ayrıca çan yerine tahta çalma geleneği de zaman zaman şikayet konusu oluyordu. Kayseri’deki Rumların çan yerine tahta çalmalarından dolayı çıkan seslerden rahatsız olan Müslümanlar şikayetçi olmuşlar, bunun üzerine Rumların tahta çalmaları yasaklanmıştı. Fakat daha sonra tahta çalmaları konusunda Rumlara izin verildiği görülmektedir.63 Tahta çalma işinin oldukça eski bir uygulama olduğu, bu konunun XVI. yüzyıl şeyhulislâmlarından Ebussuud Efendi’ye de sorulmasından anlaşılmaktadır.64

Ayrıca beratlarda gayrimüslimlerin âyinleri esnasında çıkan seslerin yüksekliğini istismar ederek zimmilere gereksiz şekilde müdahale edilmemesi de özellikle vurgulanmaktaydı.65

Osmanlı Devleti’nde hacca gitmek isteyen gayrimüslimlere her hangi bir kısıtlama getirilmemiştir.66 Bilindiği üzere her üç din için de kutsal kabul edilen Kudüs, gayrimüslimler için hac merkezleri arasındadır. 1156/1743 yılında Edirne ile İstanbul arasındaki şehir ve kasabalarda bulunan kadılara gönderilen bir emirle Edirne’den Kudüs’e gitmek isteyen Yahudilere engel olunmaması ve gerekli izinlerin verilmesi istenmişti.67 Benzer bir emir de 1760 yılında Anadolu’daki şehirlerde görev yapan bütün kadılara gönderilmiştir. Buna göre hac ibadeti için Kudüs’e giden gayrimüslimlere gidiş ve gelişlerinde zorluk çıkarılmayacak ve kendilerine gerekli izinler verilecekti.68

Zimmiler cenaze töreni ve defni konusunda da serbest bırakılmışlardır. Gayrimüslimler, cenazelerini kendi dinî inançlarına göre törenler yaptıktan sonra yine kendileri için tahsis edilen mezarlıklara defnedebilmekteydiler. 990/1592 yılına ait bir fermanla İstanbul’da Yahudilere sınırları belli olan bir mezarlık yeri verilmiş ve bu mezarlığın dışındaki herhangi bir yere Yahudi cenazelerinin defnedilmemesi istenmiştir.69

Zimmiler için tahsis edilen mezarlıklar devlet tarafından korunmaktaydı. Zaman zaman gayrimüslim mezarlıklarına yapılan haksız müdahalelerin zimmiler tarafından şikayet edilmesi üzerine bu tür uygunsuz davranışların engellenmesi için mahkemelerden kararlar çıkarılmıştır. 1583, 1584, 1586 yıllarında çıkarılan fermanlarda belirtildiğine göre, İstanbul’daki Yahudiler, Divan’a müracaat ederek kendilerine ait mezarlıkların önceden etrafı boş iken daha sonradan bazı Müslümanların mezarlık yakınına ev yaparak mezarlıktan bir kısım yerleri evlerine dahil ettikleri, bir kısım mezar taşlarını çaldıklarını bildirerek şikayetçi olmuşlar ve bu tecavüzlerin engellenmesini istemişlerdi. İnceleme sonucunda Yahudilerin haklı olduğu anlaşılmış, bu tür davranışların bir daha olmaması için farklı tarihlerde fermanlar çıkarılmış ve emirlere uymayanların cezalandırılacağı bildirilmiştir.70

Bu emirlere uyulup uyulmadığı konusu akla gelebilir. Bursa Şer’iyye Sicilleri’nde yer alan sürgünle ilgili bir fermanda devletin bu konuda kayıtsız kalmadığı, diğer birçok konuda olduğu gibi zimmilerin cenazeleriyle ilgili meselelerinde de hassasiyet gösterdiği anlaşılmaktadır. İstanbul gümrük eminine gönderilen söz konusu fermanda Edirne ve Eğrikapı dahilinde Kameriye, Çakır Ağa ve Hacı Muhyiddin Mahalleleri sakinlerinden biri papaz on üç zimmi mahkemeye müracaat ederek Cebecibaşı Mahallesi’nden Akbaş İbrahim’in defnetmek istedikleri cenazelerin her biri için yirmişer otuzar para istediğini, eğer vermezlerse defnetmelerine izin vermeyeceğini söylediğini iddia ederek şikayetçi olmuşlar ve bu haksız davranışın önlenmesini istemişlerdi. İddia Akbaş İbrahim’den sorulduğunda cevap olarak “…kale derûnunda ihrâç olunân lâşeden bir şey ahz eylediğim olmayub ancak kale hâricinde vâki‘ olan re‘âyâ lâşesinden bir mikdâr nesne almak üzere vakıf tarafından memur Hacı İbrahim nâm kimesne tarafından vekil olduğuma binâen ahz ederim…” diyerek para aldığını itiraf etmişti. Akbaş İbrahim’in elinde izin belgesi olmadığından dolayı zimmilere müdahale etme hakkının olmadığı, bu sebeple kendisiyle birlikte Hacı İbrahim’in de cezalandırılması gerektiği belirtilerek gümrük emini vasıtasıyla adı geçen şahısların bir gemiyle Mudanya’ya nakledilmeleri, oradan da Bursa’ya sürgün edilmelerine karar verilmiştir.71

Zimmiler diğer birçok konuda olduğu gibi eğitim-öğretim konusunda da serbest bırakılmışlardır. XIX. asra kadar gayrimüslimlerin eğitim-öğretimi çoğunlukla mabetlerinde veya mabetlerine bağlı olarak kurulan mekteplerinde yapılmaktaydı. Her cemaatin kendilerine ait havra, kilise ve benzeri mabetlerinin yanında bunlara bağlı mektepleri vardı.72 Bu mekteplerin idaresi mabetlerde olduğu gibi din adamları tarafından yürütülüyordu.

Din ve vicdan hürriyetinin önemli konularından biri de eğitim öğretim hakkıdır. Osmanlı Devleti’nde etnik grupların eğitim-öğretim hakları korunmuş ve bu konuda Müslüman-gayrimüslim ayırımı yapılmamıştır.73 XIX. asra kadar gayrimüslimlerin eğitim-öğretimi çoğunlukla mabetlerinde veya mabetlerine bağlı olarak kurulan mekteplerinde yapılmaktaydı. Din adamlarının idaresi altında olan mekteplerin giderleri kilise ve havralarda olduğu gibi cemaat mensuplarının vasiyet ve bağışları gibi gelirlerle karşılanmaktaydı.74

XIX. yüzyıldan sonra yabancı devletlerin girişimleriyle Osmanlı sınırları içinde çok sayıda okul açılmıştır. Öyle ki bu yüzyılın sonlarında Osmanlı şehirlerindeki gayrimüslim mekteplerinin sayısı 6.739 olmuştur.75 Bu okulların, eğitim-öğretim faaliyetlerinin dışında misyonerlik yapmaları ve gayrimüslim toplulukların uluslaşma süreçlerini hızlandırma gayreti içinde olmaları Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında önemli etkenlerden biri olmuştur.

Sonuç

Osmanlı Devleti’ndeki gayrimüslimler, din ve vicdan hürriyeti bakımından muasırlarına göre oldukça geniş haklara sahip olmuşlar, inanç ve ibadet konularında bazı istisnalar dışında herhangi bir zorlukla karşılaşmamışlardır. 

Osmanlı Devleti, tebaası olan gayrimüslimlerle ilişkilerinde hoşgörü prensibini esas almıştır. Ancak bu kavramın izafî bir mahiyet taşıdığı açıktır. Zira, merkezden uzak bölgelerde gayrimüslimlerle ilgili hükümler veren yerel idarecilerin hepsinin aynı derecede hoşgörü prensibiyle hareket etmeleri düşünülemez. Bununla birlikte hoşgörü esasının devletin hemen her bölgesinde hâkim olduğunu söylememiz mümkündür. Osmanlı Devleti’nin gayrimüslimlere karşı muasırlarından çok daha fazla hoşgörülü bir tutum içinde olmalarında İslâm hukukunun oldukça önemli etkisi olmuştur. Zira, İslâm hukukunda gayrimüslimlerle ilgili haklar çok geniş bir şekilde düzenlenmiştir. İslâm hukukunun gayrimüslimlere tanıdığı haklarla Osmanlı idarecileri ve halkının müsamahakâr anlayışı birleşince, farklı din ve ırk mensuplarına davranış bakımından günümüzde bile yerli ve yabancılar tarafından gıpta ile bakılan “Osmanlı barışı” (Pax Ottomana) ortaya çıkmıştır. 

Osmanlı Devleti, son dönemlerinde karşılaştığı bazı olumsuz olaylara rağmen, gayrimüslimlere tanıdığı haklarla bir yandan büyük devlet olmanın gereklerini yerine getirmiş, diğer yandan günümüzde de sıkça dile getirilen farklı ırk, inanç ve kültüre mensup insanların bir arada yaşama tecrübesinin en güzel örneğini vermiştir. (bk. Uludağ Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 15, Sayı: 1, 2006 s. 267-284)

Dipnotlar:

1 Özel, Ahmet, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı: Dârulislâm Darulharb, İklim Yayınları, İstanbul 1991, s. 315.
2 el-Kardavi, Yusuf, Ğayru’l-Müslimîn fî Müctemi‘i-l İslâm, Beyrut 1985, s.7; Zeydan, Abdü’l-Kerim, “İslam Hukukuna Göre Zimmiler”, (çev. Hasan Güleç), D.E.Ü.İ.F.D. İzmir 1994, sy.VIII, s. 435.
3 Bakara, 2/265.
4 Ebu Davud, Harac, 33.
5 Eryılmaz, Bilal, Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Tebaanın Yönetim, Risale Basın Yayınları, İstanbul 1996, s. 68-75.
6 Tekindağ, Şehabeddin, “Patrik ve Patrikhane Hakkında Düşünceler”, Türk Kültürü, Haziran 1965, sy. 32, Yıl, 3, s.509; aynı müellif, “Osmanlı İdaresinde Patrik ve Patrikhane”, Belgelerle Türk Tarih Dergisi, 1968, sy. 1, s. 52; Şahin, Süreyya, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, Ötüken Yayınları, İstanbul 1990, s. 52.
7 Arnold, T. W., İntişar-ı İslâm Tarihi, (Çev: Hasan Gündüzler), Akçağ Yayınları, Ankara 1971, s.216; Bozkurt, Gülnihal, Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (1839-1914), T.T.K. Basımevi, Ankara 1989, s. 12.
8 Braude, Benjamin.-Lewis, Bernard, “Introduction”, Christians and Jevs in the Ottoman Empire, Holmes & Meier Publishers, Inc. New York-London, 1982, I, 12; Eryılmaz, Bilal, Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi, Ağaç Yayıncılık, İstanbul 1992, s. 21; Ercan, Yavuz, “Osmanlı Devleti’nde Müslüman Olmayan Topluluklar”, Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2000, s.156.
9 Gradeva, Rossitsa, “Orthodox Christians in the Kadı Courts: The Practice of the Sofia Sheriat Court, Seventeenth Century”, Islamic Law and Society, E.J. Brill, Leiden 1997, vol. 4, no. 1, s. 41.
10 Gürün, Kamuran, Ermeni Dosyası, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1983, s. 55.
11 Eryılmaz, age., s. 22.
12 Sharon, Moshe Sevilla, Türkiye Yahudileri, İletişim Yayınları, İstanbul 1992, s. 38.
13 Bozkurt, age., s. 13.
14 Vojtech Kopcan Osmanlı idarecileriyle ilgili şunları ifade etmektedir: “…Osmanlılar’ın ileri gelen yöneticilerinin çoğu gerçekten derviş tabiatlı kişilerdi; onlar siyasî görüşlerini dinî ve ahlakî ilkelerle bağdaştırmış olup hem reayanın hem de önemli kişilerin Allah tarafından yaratıldığına, bu nedenle halkı korumaları ve reayaya karşı görevlerini yerine getirmeleri gerektiğine inanırlardı.” Bkz. Vojtech Kopcan, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta Avrupa Eyaletlerinde İnsani Değerler ve Yasalara Saygı”, Tarih Boyunca Türkler’de İnsani Değerler ve İnsan Hakları, İstanbul ts. II, 378.
15 Brockelmann, C., İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, (ter: Neşet Çağatay), AÜİF. Yayınları, Ankara 1954, I, 330.
16 Küçük, Cevdet, “Osmanlı Devleti’nde Millet Sistemi”, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, IV, 210.
17 Reşit, Ahmet, Ekalliyetlerin Himayesi, Matbaa-i Ebuzziya, İstanbul 1933, s. 30.
18 B.Ş.S.(Bursa Şer’iyye Sicilleri), B242/59b.
19 Ortaylı, İlber, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet Sitemi”, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, X, 217.
20 Müste’men, seyahat, ticaret gibi nedenlerle geçici bir süre için Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunanlara denilmektedir.
21 Aydın, M. Akif, “Osmanlı’da Hukuk”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), IRCICA, İstanbul 1994, I, 428.
22 Kütükoğlu, Mübahat, S., “Ahidnameler ve Ticaret Muahedeleri, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, III, 329 vd.; Panaite, Vıorel, “Osmanlı-Leh Ahidnamelerinde Ticaret ve Tüccarlar (1489-1699), Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, III, 342 vd.
23 Kütükoğlu, Mübahat, S., “Osmanlı İktisadi Yapısı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), IRCICA, İstanbul 1994, I, 574.
24 Koyunluoğlu, A.Memduh Turgut, İznik ve Bursa Tarihi, Bursa Vilayet Matbaası, Bursa 1935, s. 76.
25 Aşıkpaşazade, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, (Haz: Atsız), M.E.B.Yayınları, İstanbul 1992, s.33; Benzer ifadeler için bkz. Mehmed Neşri, Kitab-ı Cihannüma, (Yay: F.R.Unat-M.A.Köymen) T.T.K. Basımevi, Ankara1987, I, 135.
26 Sharon, age.,s. 31.
27 Kenanoğlu, M. Macit, Osmanlı Millet Sistemi- Mit ve Gerçek, Klasik Yayınları, İstanbul 2004, s.281.
28 İnalcık, Halil, Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar I, T.T.K.Basımevi, Ankara 1954, s.184.
29 İlgürel, Mücteba, “Osmanlı Devleti’nde İstimalet Siyaseti”, XII. Türk Tarih Kongresi (12-16 Eylül 1994), T.T.K. Basımevi, Ankara 1999, III,942.
30 Akdağ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadi ve İctimai Tarihi, Barış Yayınevi, Ankara 1999, II, 36; Ayrıca kaynaklarda zikredilen şu olay da Osmanlı idarecilerinin gayrimüslimlere bakışlarını, bunun sonucu olarak ta asırlarca beraber yaşamanın altında yatan sırların ipuçlarını vermesi bakımından dikkat çekicidir. Fatih Sultan Mehmet’in Avrupa seferi sırasında Osmanlılarla Macarlar arasında kalan Ortodoks Sırplar, Macar Kralına bir heyet göndererek Türklere karşı Macarlarla ittifak yapmaları halinde kendilerinin durumlarının ne olacağı sorusuna cevaben Sırbistanın her tarafına Katolik kiliselerinin yapılacağı söylenmişti. Bunun üzerine başka bir heyet Fatih Sultan Mehmed’e giderek Macarlara karşı Osmanlılarla ittifak yapmaları halinde kendilerine yapılacak muamelenin nasıl olacağı sorusuna karşılık Fatih’in her caminin yanına bir kilisenin yapılacağı ve herkesin özgürce ibadet edebileceği yanıtını almıştır. Bkz. Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1999, II, 193.
31 12 Numaralı Mühimme Defteri, (978-979/1570-1572) Tıpkı Basım, O.A.D.B. Yayınları, Ankara 1996, s.641.
32 Lewis, Bernard, İslâm Dünyasında Yahudiler, (çev. B.Sina Şener), İmge Kitabevi, Ankara 1996, s.156.
33 Thevenot, Jean, 1655-1656’da Türkiye, (çev: Nuray Yıldız) Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1978, s. 221.
34 Kaynar, Reşat, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, T.T.K. Basımevi, Ankara 1991, s.100.
35 Shaw, Stanford, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Azınlıklar”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, İstanbul 1985, IV, 1003.
36 Bakara, 2/265
37 Şeker, Mehmet, Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre İhtida Etmenin Şartları”, Diyanet İlmi Dergi, C.41, Sy. 2, Nisan-Mayıs-Haziran 2005, Ankara 2005, s. 72 vd.
38 Çetin, Osman, Sicillere Göre Bursa’da İhtida Hareketleri ve Sosyal Sonuçları (1472-1909), T.T.K.Basımevi, Ankara 1994, s. 34.
39 Lowry, Heath W., Trabzon Şehrinin İslâmlaşması ve Türkleşmesi 1461-1583, B.Ü. Yayınları, İstanbul 1988, s. 119-140.
40 Özgökmen, Ali, Konya Şer’iyye Sicilleri Işığında Müslim-Gayr-i Müslim Münasebetleri S.Ü.S.B.E., (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Konya 1996, s. 26.
41 Jennings, C. Ronald, “Zimmis (Non-Muslims) in Early 17th Century Ottoman Judicial Records, The Sharia Court of Anatolian Kayseri”, Journal of the Economic and Social History of the Orient, Vol. XXI, Part. III, E.J. Brill, Leiden 1978, s. 240-246.
42 BŞS., C27/57a.
43 BŞS., C27/57a.
44 Kenanoğlu, age., s. 313.
45 Ercan, Yavuz, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara 2001, s. 239.
46 Şeker, Mehmet, Anadolu’da Birarada Yaşama Tecrübesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2000, s. 158 vd.: Güler, Ali, “Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerin Din-İbadet, Eğitim-Öğretim Hürriyetleri ve Bu Bakımdan ‘Kilise Defterleri’nin Kaynak Olarak Önemi (4 Numaralı Kilise Defteri’nden Örnek Fermanlar)”, OTAM, Ankara 1998, sy. 9, s. 158.
47 B.Ş.S., B79/95a.
48 B.Ş.S., C38/9a.
49 B.Ş.S., B123/49b.
50 B.Ş.S., C26/43a.
51 B.Ş.S., C106/7b.
52 B.Ş.S., C50/17b; Düstur, Birinci Tertib, IV, 652.
53 “…ahâlisinin ahz ü ita ile meşgul olmalarından naşi ekserisi salât-ı Cuma’yı eda edememekde olduklarından bahisle bazar-ı mezkurun Salı gününe tahvili hususu… ” Bkz. Akif, Erdoğru, “18-19. Yüzyıl Osmanlı Panayırları ve Hafta Pazarlarına Dair Belgeler-I”, OTAM, Ankara 1994, sy. 5, s.99.
54 Erdoğru, agm., s. 57.
55 Erdoğru, agm., s. 96.
56 Brockelmann, age, I, 330.
57 B.Ş.S., B380/57b.
58 Hıristiyanların Pazar günleri kilisede yapılan ayinden başka günün belli vakitlerinde ferdi olarak yaptıkları ibadetleri de vardı. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Ali Erbaş, Hıristiyanlıkta İbadet, Ayışğı Kitapları, İstanbul 2003, s.19 vd.
59 B.Ş.S., B79/95a.
60 “…ve evlerinde sûret ve mihrab olmadıkça âyinleri üzere Tevrat okuyub ibadet eylemelerine bir ferd müzâhim ve dafi olmayub dahlidenler men‘ olunub ba‘de’t-tenbih mütenebbih olmayub dahl ü ta‘arruz ederler ise arz oluna ki imtisal eylemedikleri içün cezaları verile…” Bkz. Ahmed Refik, Onikinci Asr-ı Hicri’de İstanbul Hayatı (1689-1785), Enderun Kitabevi, İstanbul 1988, s. 11.
61 Ercan, age. s. 241.
62 Gradeva, Rossitsa, “Ottoman Policy Towards Christian Church Buildings”, Etudes Balkaniques, Sofia 1994, sy. 4, s.33.
63 Adıyeke, Nuri, “Islahat Fermanı Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Millet Sistemi ve Gayrimüslimlerin Yaşantılarına Dair”, Osmanlı’dan Günümüze Ermeni Sorunu, (Ed: H.Celal Güzel), Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2000. s.191.
64 “Su’al: Bir kilise Müslümanlar mahallesinde vâki’ olup, kafirler nâkûs yerine bir yufka tahtayı nice yerlerden delip ibadetleri zamanında ol tahtanın orta yerine tokmak ile darb edip, bir savt-ı acib peyda olup, Müslümanlar müte’ezzî olsalar, şer’an ref’ olunmak caiz olurmu? Cevap: Vacibdir.” Bkz. Düzdağ, M.Ertuğrul, Şeyhulislâm Ebussu’ud Efendi’nin Fetvalarına Göre Kanuni Devrinde Osmanlı Hayatı, Şule Yayınları, İstanbul 1998, s.151.
65 “…ve metropolit ve papaz tâifelerinin hânelerinde izhâr-ı savt etmeksizin İncil kırâat eylemelerine muhâlefet olunmayub ve ehl-i örf tâifesi mücerred ta‘cîz içün siz mülk menzilinizden bir oda gözde Tevrat ve İncil okuyub kandil asmışsız ve mum yakmışsız ve iskemle ve tasvir koyub bürde asmışsız ve buhur yakıb salarsız ve elinizde değnek tutarsız deyu bahâne ile ref‘i savt ve i‘lân-ı küfr eylememek şartıyla icrâ-yı âyin-i bâtılalarına mücerred celb-i mal kasdıyla mîr-i mîran ve sâir ehl-i örf tâifesi taraflarından hilâf-ı şer‘i şerîf ve bi-gayr-i hak akçe mütâlebesiyle ta‘addî ettirilmemek içün mukaddem verilen fermân-ı âliberâtları şartına idhâl oluna deyu sâdır olan fermân-ı âlişân mahalline kayd olunmağla hilâf-ı fermân rencide ve ta‘addî ettirilmeyüb…” B.Ş.S., C29/4b.
66 Brockelmann, age., I, 331.
67 İstanbul Ahkam Defterleri, İstanbul’da Sosyal Hayat, İ.B.B.K.D.B. Yayınları, İstanbul 1998, I,84
68 Ahkam Defterleri, II, 209.
69 Ahmed Refik, Onuncu Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı (1495-1591), Enderun Kitabevi, İstanbul 1988, s.53.
70 Ahmed Refik, age., s.53-56.
71 B.Ş.S., B197/53a.
72 Eryılmaz, Bilal, Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Tebaanın Yönetim, Risale Basın Yayınları, İstanbul 1996, s. 168; Vahapoğlu, V. Hidayet, Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okulları, M.E.B.Yayınları, İstanbul 1997, s.80.
73 Vahapoğlu, age., s. 80 .
74 B.Ş.S., B328/71a.
75 Erylmaz, age., s. 177.

41 Peygamberimiz zamanındaki Hristiyanlıkla şimdiki Hristiyanlık arasındaki fark nedir? O dönemde de Hristiyanlar Hz. İsa'yı "oğul" diye nitelendiriyorlar mıydı?

Hristiyanlık, menşei itibariyle vahye dayanan ve kutsal kitabı olan, özde tek tanrılı olmakla beraber, sonradan teslis inancına dönüştürülmüş bir dindir. Bu dinde ayrıca peygamber, melek, âhiret, kader gibi dini kavramlar bulunsa da, bu kavramları anlayış ve açıklayış şekli İslâm'dakinden farklıdır.

Hristiyanlık aslında tek tanrı anlayışını esas alan bir dindir. İncillerde ve diğer yazılarda bu hükmü doğrulayacak ifadeler vardır. Allah'ın birliğinden söz edilmektedir (Yuhanna, V / 44). Fakat yine aynı metinlerde bir kısım ifadeler, mecâzî deyimler, daha sonraları bir üçleme (teslis) anlayışına yol açmıştır. Bunda, İncil yazarları ile Hz. İsa (as) arasındaki zaman aralığının rolü vardır. Öte yandan, Hristiyan Kutsal Kitabı'nda teslis, hiç bir yerde açıkça zikredilmemiştir. Ancak "ben ve baba biriz", "babanızın ruhu", "Allah'ın ruhu" gibi ifadeler, zamanla Allah'ın yanında İsa ve kutsal rûhun da tanrı sayılmasına kadar varan yorumlara yol açmıştır.

Bu yorumları ilk başlatan, havârîlere sonradan katılan Pavlus olmuştur. "Hz. İsâ zamanındaki en büyük ilâhiyatçı" olarak tanımlanan Pavlus, bugünkü Hristiyanlığın kurucusu olarak bilinmektedir. Modern bilginlere göre günümüz Hristiyanlığı, Hz. İsa (as)'ın getirdiği nizamdan çok, Pavlus'un yorumlarından ibarettir. Hatta denilebilir ki, sonraki yüzyıllar, dini inançlarını İncillerden çok, onun yorumlarına dayandırdılar. Pavlus'un telkinleri, Allah'ı değil, İsa Mesih'i ağırlık merkezi olarak almıştır. Ona göre İsa, sâdece bir insan değil, Tanrı'nın kudretiyle diriltilen bir kimse idi.

Görüldüğü gibi bugünkü Hristiyanlık, Pavlus'un yorumlarına dayanır. Gerek dinin aslî şekli, gerekse kutsal kitapları olan İncil, tahrifata uğramıştır. Artık Hristiyanlık muharref bir dindir. Bunun içindir ki, günümüz Hristiyanlarının benimsediği Hristiyanlık ile, Kur'ân-ı Kerîm'in bize bildirdiği Hristiyanlık, birbirinden tamamen farklıdır.

Kur'ân-ı Kerîm'de Hristiyan için "Nasrânî", Hristiyanlar için de "Nasârâ" kelimeleri kullanılmıştır (Âli İmran, 3/67; Bakara, 2/62, 111, 113, 135, 140; Mâide, 5/14, 18, 51, 69, 82; Tevbe, 9/30; Hacc, 22/17). Ayrıca, "Ehl-i Kitap" ifadesinin yer aldığı âyetlerde, Hristiyanlar da muhatap alınmıştır. Meselâ,

"De ki; ey Ehl-i kitap! Aramızda eşit olan bir kelimeye gelin. Yalnız Allah'a kulluk (ibadet) edelim ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım." (Âli İmrân, 3/64)

âyetinde olduğu gibi.

Kur'ân-ı Kerim'e göre, Yahudiler gibi Hristiyanlar da verdikleri sözde durmadıkları için, kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin salınmıştır. Hz. Muhammed (asm) onlara da gönderilmiş bir elçidir. O, Ehl-i Kitab'ın gizledikleri ve sakladıkları şeylerin çoğunu onlara açıklamıştır. Ancak Yahudi ve Hristiyanlar, kendilerinin "Allah'ın oğulları ve sevgilileri" olduklarını söyleyerek, Hz. Muhammed (asm)'e karşı çıkmışlardır. Yahudiler Uzeyr (as)'i, Hristiyanlar da İsa (as)'yı Allah'ın oğlu saymışlardır. İnsanları tanrılaştırdıkları için de küfre girmişlerdir. (Mâide, 5/12-18; Tevbe, 9/20) Allah'a çocuk isnad etmekle Tevhid'in özüne ve rûhuna aykırı hareket etmişlerdir. Halbuki

"Allah, bu tektir. Her şeyden müstağnî ve her şey O 'na muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiç bir şey O'na denk değildir." (İhlâs, 112/1-4).

Kur'ân-ı Kerim, Hz. İsa (as)'ın Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu, O'nun da tevhid'i tebliğ ettiğini açıklar. (Mâide, 5/46-47, 62-69, 72-77). Bu durumda Meryem oğlu İsa'yı ilah edinen Hristiyanlar, "Allah, üçün üçüncüsüdür." (Mâide, 5/72-75) diyerek doğru yoldan sapmışlar, tevhid çizgisinden uzaklaşmışlardır. Tevhid esasından uzaklaşan Hristiyanların yüce Allah, dinlerinin aslına, tevhid ve İslâm yoluna çağırmaktadır. (Mâide 5/46).

Yukarıda da belirtildiği gibi Hristiyanlık, aslı itibariyle hak dinlerderdendir. Peygamberi Hz. İsa (as), kitabı da İncil'dir. Bugünkü Hristiyanlığın odak noktasını oluşturan ve Pavlus teolojisinin temelini teşkil eden Hz. İsa (as), yalnız Allah'ın kulu ve rasûlüdür. Bunu bizzat kendisi şöyle ikrar etmiştir:

''Hz. İsa: Ben şüphesiz Allah'ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve dirileceğim günde bana selam olsun." dedi." (Meryem, 19/30-33).

Ayrıca Hz. İsa (as)'ı ve annesini tanrılaştırıp "teslis" akidesini oluşturan Hristiyanlarla Hz. İsa (as), kıyamet gününde yüzleştirilecekler ve böylece Hristiyanların uydurdukları yalanlar bir kere daha ortaya çıkmış olacaktır. Bu husus, Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle belirtilir:

"Allah, Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah'tan başka iki tanrı olarak benimseyin." dedin?" demişti de; ''Hâşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen benim içimde olanı bilirsin, ben Senin içinde olanı bilemem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak Sensin" demişti, ''Ben onları sadece, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahiddim, beni aralarından aldığında onları sen gözlüyorsun. Sen her şeye şâhidsin." (Mâide, 5/117).

Hz. Peygamber (asm) dönemindeki Hristiyanlık da bu günkü Hristiyanlık gibi tahrif olmuş haldeydi.

Şu halde bugünkü Hristiyanlık, Hz. İsa (as)'ın tebliğ ettiği Hristiyanlık değildir; ''Mesih, Allah'ın oğludur." gibi sözleri kendi ağızlarıyla uydurmuşlar (Tevbe, 9/30) ve "Meryem oğlu Mesih'i'de, kendilerine Allah'tan başka Rab edinmişlerdir." (Tevbe, 9/31).

Aynı şekilde, mevcut Hristiyanların, Hz. İsa (as)'ın getirdiği İncil'le hiç bir ilgileri yoktur (Mâide, 5/68). Çünkü Yahudi bilginleri gibi, Hristiyan râhipleri de birtakım menfaat temini için, Allah'tan kendilerine indirilmiş olan Kitab'ın hükümlerini değiştirmişlerdir.(Tevbe, 9/34).

Özetle söylemek gerekirse; İslâmiyet ile bugünkü Hristiyanlık arasındaki belli başlı ayrılıklar şunlardır:

1. Hristiyanlıkta teslis akidesi olduğu halde İslâm'da tevhid akidesi vardır.

2. İslâm bütün semâvî dinleri ve peygamberleri içine alır; Hristiyanlık ise, yalnız Kitab-ı mukaddes'i hak bilir ve Kur'an-ı Kerim'i vahye dayalı bir kitap olarak kabul etmez.

3. Hristiyanlık, insanın doğuştan günahkâr olduğunu ve bu sebeple temizlenmesi için vaftiz edilmesi gerektiğini savunur; İslâm ise, bütün insanların günahsız doğduğunu ve hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini belirtir.

4. Hristiyanlıkta papaz ve rahiplerin günah çıkarmak ve affetmek yetkisi vardır; İslâmiyet'te ise, günahlar yalnız Allah tarafından bağışlanır.

5. Hristiyanlık'ta Hz. İsa'nın sözleri Allah kelâmı olarak telakki edilir; İslâmiyet'te ise, ilâhi emirler vahiy yoluyla, Cebrâil (as) vasıtasıyla bildirilir.

6. Hristiyanlara göre İsa (a.s) çarmıha gerilmiştir. İslam'a göre ise, Allah onu kendi katına yükseltmiştir.

7. Her ne kadar bugünkü Hristiyanlar, kendi dinlerinin son din olduğunu iddia ediyorlarsa da, bu iddiânın İslâm nazarında hiç bir geçerliliği yoktur. Çünkü "Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet'tir..." (Âl-i İmrân, 3/19) Ve artık "Kim İslâm'dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir ve o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır." (Âl-i İmran, 3/85).

(bk. Şamil İslam Ank., Hristiyanlık Md.)

42 Tek tanrılı dinin Yahudilikle başladığı iddia edilmektedir. İlk Çağ'da tek tanrılı dinin olduğunun kanıtı var mıdır?

İlk insan aynı zamanda ilk peygamberdir ve bütün peygamberlerin getirdiği din de tevhid dini olan İslamiyet'tir. İlk Çağlarda da kavimler inançlarını değiştirip putperestlik başta olmak üzere farklı inançlara yönelmiş olsalar da, bu İlk Çağlarda tek tanrılı dinin hiç olmadığı anlamına gelmez. Nitekim bilimsel araştırmalar da İlk Çağ'dan beri tek tanrılı dine inanan insanların olduğunu teyid etmektedir. Zaten bu konuda temel kaynağımız Kur'an-ı Kerim'dir.

Allah inancı ilkel dinlerde ve diğer inanç sis­temlerinin hemen hepsinde vardır. İlkel din araştırmaları için uygun bir alan ol­duğu kabul edilen Avustralya'da sürdü­rülen araştırmalar sonunda ilk inanışlar için fetişizm, totemizm ve animizme da­yalı olarak yapılagelen antropolojik açık­lamalara bir yenisi ilâve edilmiştir. Ya­şayan en düşük kültür seviyesine, dü­şünce şekillerinin en uzak eskiye daya­nan kalıplarına ve beşerî hayatın en ka­ba şekline rastlanan Avustralya'nın gü­neydoğusundaki ilkel kabileler üzerinde yapılan son çalışmalar, onların yüce bir varlığa inandıklarını ortaya koymuştur.

Eski antropolojik teorilerle açıklanması­na imkân bulunmayan bir inanışa göre, ölüm öncesinden itibaren var olan yüce tanrı (kamunun babası) göklerin üzerin­de varlığını hâlâ sürdürmekte, insanla­rı ve davranışlarını gözlemektedir. Orta Avustralya'daki Atnatuların inancına gö­re ise, varlığı kendinden olan, göklerde ikamet eden, lutufkâr ve ezelî bir tanrı mevcuttur. Dinler tarihi alanında yapı­lan bu tür yeni araştırmalar, ilkel inanış­larda Allah'ın birliğine dayalı bir telak­kinin bulunduğunu, politeizmin bir sap­ma olarak sonradan ortaya çıktığını belgeler durumdadır.(bk. God, ERE, VI, 243-247) Bu sonuç semavî kitapların beyanına da uygun düşmektedir.

Asur-Bâbil dininde çok tanrıcı bir inanç sistemi tesbit edilmekle birlikte, özellik­le Asurluların inanışına göre küçük tanrılar, yüce tanrı Asur'un karşısında ger­çek birer varlık olmayıp, sanki onun fark­lı isimler almış görünümlerinden ibarettir.

Budizm'de tanrı inancının bulunmadı­ğı söylenirse de aslında konu o kadar açık ve kesin değildir. Gerçi mevcut bilgi ve belgelere bakılırsa Buddha'nın kendisi duyular ötesi âlem, vahiy ve âhiret gibi teolojik konulara iltifat etmemiş, eski Hint Sankhya felsefesine uyarak kâinat­ta ilâhî müdahalenin bulunmadığı izleni­mini vermiştir. Fakat Budizm metinlerinin Buddha'nın yaşadığı dönemden asır­larca sonra redakte edildiği unutulmama­lıdır. Aynca onun bu tutumundan ate­izm sonucu çıkarılmasının doğru olma­dığı ve talebelerinin de böyle bir sonuca varmadığı bilinen bir gerçektir. Sonraki gelişmelerde Budizm'in tanrı anlayışına yer verdiğini, hatta Buddha'nın kendisi­nin bile tanrılaştırıldığını belirtmeliyiz.

Çin dinlerinde önceleri monoteizmi an­dıran bir tanrı inancı hâkim iken, son­raları Shangti adlı semavî tanrının yanı sıra gök ve yer ruhlarının mevcudiyeti kabul edilip bu ruhlar tanrılaştırılmış ve böylece çok tanrıcı anlayışa kaymalar olmuştur. Bununla birlikte Çin'de tek tan­rı inancının dejenere edilmesine karşı sık sık tepkiler de meydana gelmiştir.

Eski Mısır dininde güçlü bir tanrı inan­cının bulunduğu şüphesiz olmakla birlik­te bunun tek tanrıya mı, yoksa bir nevi çok tanrı (henotheisme her kavim için bir tanrı inancı) esasına mı dayalı olduğu hu­susu araştırmacılar arasında tartışma konusudur. Mısır metinlerinde nitelendi­rilen tanrı, “Her şeyi yaratan, ezelî, dehrin sahibi, ilmi sınırsız, görünmeyen ama duaları kabul eden” ulu bir varlıktır. Ancak bu vasıflar birden fazla tanrıya da yöneltilmiştir. Bu ikinci derecede tanrılar, tek tanrının çeşitli isimleri ve te­cellileri olarak da kabul edilebilir. (bk. ERE, VI, 275)

Nitekim Kur'an'da Hz. Yû­suf (as)'ın Mısır hapishanesindeki mahkûm­lara hitaben söylediği,

“Allah'tan başka taptıklarınız sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimlerden başka bir şey değildir.” (Yûsuf 12/40)

mealindeki sözü de bu son görüşü destekler mahiyettedir.

Zerdüştîlik öncesi İranlılar Ari ırk ola­rak Hindûlarla temelde aynı inancı pay­laştılar. Zerdüşt'ün getirdiği anlayışa göre ise Tanrı (Ahura Mazda) yüce ve bir tek olup cevheri maddî değildir; rahîm ve alîm, her yerde hâzır ve nazırdır; değişmeye tâbi değildir. Ancak Ahura Maz­da'nın kudreti bir anlamda sınırlıdır. Çünkü mahiyeti bakımından ona tamamen zıt bir ruhanî güç daha vardır ki belli bir süre içinde Ahura Mazda'nın iş­lerine karşı gelip kötülüklere yol açabi­lir.

Daha sonra kaleme alınan dinî me­tinlerde Ahura Mazda yüceliğini koru­makla birlikte mutlak birliğini kaybetmiştir. Klasik anlayışta tanrının sıfatları olarak geçen özellikler şahıslaştırılmış ve tapınma konusu haline getirilmiş, ateş de tanrının oğlu olarak tarif edilerek ona tapınılmıştır. Aynca Zer­düştîlik öncesi tanrılara benzeyen tabiat tanrılarına Yazatalar adı verilerek Ahu­ra Mazda ve onun başmelekleriyle bir­likte bunlara da tapınılmıştır. Bu ise Zerdüştîliğin temelde tevhidci olan anlayı­şından bir sapmadan ibarettir.

Eski Türklerin millî geleneğinde, sem­bolik anlamlar taşıyan kurt ve kartal gibi hayvanlara gösterilen ihtimamdan hareket eden bazı araştırmacılar, onla­rın dininde totemcilik unsurlan aramışlarsa da Türklerin içtimaî, hukukî ve iktisadî hayatlarının totemciliğin öngör­düğü kalıplara uymadığı bilinmektedir. Ayrıca bozkır Türk inançları ile Saman­lık arasında bağlantı kurulması hususu da yerleşmiş fekat eksik bir yaklaşım­dır. Zira Samanlık din olmaktan çok si­hir karakteri taşıyan bir vecd tekniği olarak tarif edilmektedir. Şifacılık, ölü ruhlanyla temasa geçme ve onların za­rarlarını giderme, cin ve perilerle ilişki kurma gibi gayelere yönelik bu tür tek­niklerin, çoğu ilkel dinler gibi bozkır Türk inançlarında da yer aldığı bilinmektedir. Ancak yine de eski Türklerde Samanlık, onların dinlerini temsil edecek kadar şü­mullü bir fonksiyona sahip görünmemektedir. Aynı durum, atalarına ait hâtıraları aziz sayan eski Türklerin bu özellikleriyle bir tür atalar ibadetine mensup oldukları şeklindeki yorumlar için de söz konusudur. Nitekim ölen ataları yan-tanrı sayma, onlara insan kurban etme, ölen atanın yanına karısının ve maiye­tinden birinin gömülmesi gibi atalar kül­tünün karakteristik inanç ve uygulamaları eski Türklerde bulunmamıştır.

Bozkır Türk topluluğunun asıl dini Gök Tanrıya inanma ve ona ibadettir. Bu inanç sisteminde “Tengri” (tanrı) yaratıcı ve mutlak kudret sahibi bir varlık olarak düşünülmüş, yüceliğini belirtmek mak­sadıyla “semavî” olarak nitelendirilmiş ve genellikle Gök Tanrı diye anılagelmiştir. İnsanların mukadderatını tayin eden, hayata doğrudan müdahale eden, emreden ve emrine uymayanı cezalan­dıran tanrı hayatın ilkesi olup ölüm de onun iradesine bağlıdır. Tanrı kanun­dur, hakikattir; insanlar fâni, o ise ezelî ve ebedîdir. Bütün bu vasıfların yanında tanrı birdir. Eski Türk dinine ait bütün veriler, araştırmacıları bu inanç sistemi­nin tek tanrı esasına bağlı olduğu yö­nünde düşünmeye âdeta mecbur etmektedir. Nitekim Türklerin İslâm dini­ni kısa zamanda ve kitleler halinde benimsemelerinde, öteki âmiller yanında, onların eski inançları ile İslâm'daki tan­rının birliği ilkesi arasında bir uygunluk veya yakınlık görmelerinin de etkili olduğunu söylemek mümkündür.

İslâm öncesinde Arapların puta tap­tıkları bilinmektedir. Kur'an'da bu ko­nuya sık sık temas edilmekte, bazı âyet­lerde putların isimlerinden de söz edil­mektedir. (bk. Meselâ Necm 53/19-20; A'râf 7/180; Râzî, Tefsir, IV, 477) Bununla birlikte onların, muhtelif kabi­lelere ait olmak üzere sayısı yüzlerle ifa­de edilen putların üstünde bir yüce tanrının bulunduğu inancını taşıdıkları da an­laşılmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm, onların de­yişiyle “Allah”, “Aziz” ve “Alîm” diye ad­landırdığı bu yüce tanrının kendilerini ve bütün kâinatı yarattığına, güneşi ve ayı belli bir nizama bağladığına, yağmur yağdırmak suretiyle yeryüzünü canlıla­rın beslenmesine elverişli hale getirdi­ğine inandıklarını haber vermekte (bk. Meselâ Ankebût, 29/61, 63; Zuhruf, 43/9), ayrıca onların bu Allah adına ye­min ettiklerini(En'âm 6/109; Nahl 16/38), hayatlarının sıkıntılı ve tehlike­li dönemlerinde O'na sığındıklarını (Enam 6/40-41; Yûnus, 10/22) ve O'nu Kabe'nin rabbi kabul ettiklerini (Kureyş, 106/3) ifade etmektedir. Yine Kur'an, Câhiliye Araplarının bu yüce tanrı (Allah) inancının yanında putlara tapmalarının, putların kendilerini Allah'a yaklaştıracağı ve Onun nezdinde şefaatçi olacağı ka­naatine bağlı olduğunu haber verir.(bk. Yûnus 10/18; Zümer, 39/3) Diğer bazı âyetler, Câhiliye Araplarının “Yüce tanrı” anlamındaki Allah inancının başka be­lirtilerine de temas eder. (bk. Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 104-105)

Bazı yazar­lar Câhiliye Araplarında tesbit edi­len yüce tanrı inancının Yahudi ve Hristiyanların tesiriyle oluştuğunu, en azın­dan bu tesirin söz konusu inancın oluş­masında önemli rol oynadığını öne sü­rerler. (İzutsu, s. 99-105) Temelde tek tann inancına dayanan Yahudilik ile Hristiyanlığın bu tür tesirleri teorik ola­rak mümkün görünmekle birlikte. İs­lâm öncesi Araplarının yabancı etkilere açık olabilecek bir din arayışı duygusun­dan uzak bulunmalan ve gerek Yahudi gerekse Hristiyanlarla olan olumsuz ve­ya ilgisiz münasebetleri, ileri sürülen bu görüşün doğruluğuna fazla şans tanıma­maktadır. Bilindiği gibi Arapların ken­di ülkelerinde Hristiyanlar yok denecek kadar azdı. Yesrib (Medine) civannda yer­leşen Yahudi kabileleri de o bölgenin Arapları tarafından etkileri altında ka­lınacak ölçüde sıcak karşılanmış değildi.

Ayrıca Arapların puta tapıcılığı ve yüce tanrı anlayışı içinde ne Yahudi antropo­morfizminin ne de Hristiyan teslis inancının izlerini görmek mümkündür. Buna göre İslâm öncesi Araplarının dinî ha­yatında görülen yüce tanrı inancını Hz. İbrahim (as)'den kalan Hanîf dinine dayan­dırmak daha isabetli olacaktır. Nitekim Hz. Peygamber (asm)'in ve daha birçok Arap kabilesinin soyu İbrahim (as)'in oğlu İsmail (as)'e ulaşmaktadır. Muhtelif âyetlerin beya­nından anlaşılacağı üzere Hz. Muhammed (asm), ebedî kurtuluşu gaye edinen ev­rensel çağrısıyla ortaya çıkarken bu çağ­rısını, hitap ettiği kitle nezdinde kabul görmüş bulunan ve kısaca Hanîf diye adlandırılan inanç üzerine oturtmuştur. Bunun karşısında müşrikler ve özellikle Yahudi ve Hristiyanlar İbrahim (as)'in dinine (millet) sadık kaldıklarını iddia etmişler; Kur'ân-ı Kerîm ise İbrahim (as)'in Yahudi, Hristiyan veya müşrik değil Allah'ı bir tanıyan bir Müslüman (hanîf-müslim) ol­duğunu kesin bir dille ifade etmiş(Âl-i İmrân 3/67), hidayet ve kurtuluşun an­cak İbrahim (as)'in dinine uymakla gerçek­leşebileceğini bildirmiş, hem Hz. Peygamber (asm)'e hem de Yahudî, Hristiyan ve müşriklere bu dine uymalarını emret­miştir. (bk. M. F. Abdülbâki, Mu'cem, “ha­nîf”, “hunefâ” madeleri)

Hz. Peygamber (asm) de tebliğ ettiği dinin Yahudilik veya Hristiyanlık değil müsamahakâr bir tek tanrıcı din (el-Hanîfiyye es-semha) oldu­ğunu (Müsned, V, 266; VI, 116, 233) ve Al­lah nezdinde makbul sayılacak dinin bu özelliklere sahip bulunması gerektiğini ifade etmiştir.(Buhârî, “îmân”, 29; Tirmizî, “Menâkıb”, 32, 64; Müsned, 1, 236) Bü­tün semavî dinlerin değerlendirmesine göre peygamberler içinde önemli bir ye­ri olan Hz. İbrahim (as)'in dinine sadık kalan tek din, son peygamberin tebliğ ettiği İslâmiyet'tir. Hz. Muhammed (asm)'in peygam­ber olmadan önceki dinî hayatı ve ilk muhataplarının gönüllerinin derinlikle­rinde yatan inanç da bu dine yakındı. O evrensel çağrısını bu inanç temeli üzeri­ne oturtmuş ve bundan dolayı muvaffak olmuştur.(DİA. Allah Md. Çeşitli Dinlerde Allah İnancı)

İnsanlık tarihi araştırmalarında tevhid inancının temel inanış olduğu, çok tanrılı ve putperestlik gibi inanışların sonradan insanlar içerisinde yayıldığı görülmektedir. Aksi görüşler hiçbir zaman gerçeği yansıtmamaktadır.

43 Yunan mitolojisi ile Kur’an-ı Kerim arasında benzerlik olduğu gerekçesiyle Kur’an-ı Kerim’in Yunan mitolojisinden etkilenmiş olduğunu iddiasının doğruluk payı var mıdır?

Evvela, Yunan mitolojisinin Hz. İsa (as) ve Hz. Musa (as)’ın dininden etkilenmemiş olduğunu iddia etmek mümkün değildir. O dinler de semavîdir. Onlarda da vahyin mesajları bulunduğu bir gerçektir. Yunan Mitolojisinin muhtevasında / içeriğinde bu hakikatlerden bazı hususların olması, o semavî dinlerden etkilendiğini göstermektedir. Dolayısıyla, Allah’ın değişik zamanlarda gönderdiği vahiylerin benzer yönlerinin -olmaması değil-, olması bir zorunluluktur. Kur’an’da bu kitaplara atıfta bulunulması bu gerçeğin açık ifadesidir.

İnsanlık camiasının ilk atası olan Hz. Âdem (as) aynı zamanda ilk peygamberdir. Ve Allah her dönemde peygamberler yollamıştır. Bu sebeple, hangi zaman diliminde olursa olsun, insanlık camiasında  şifahî ve kitabî kültürde yer almış bazı hukukî, edebî, ictimaî ürünlerin hepsi mutlaka semavî dinlerden etkilenmiştir. Onun için herhangi bir mitolojinin ihtiva ettiği gerçeklerin asıl kaynağı yine semavî vahiylerdir.

Kısacası, mitoloji-vahiy etkileşimi ille de söz konusu edilecekse, vahiylerin mitolojilerden değil, ancak mitolojilerin vahiylerden etkilenmesinin söz konusu olacağı açık bir hakikattir. Bu hakikate olan inancımız, sadece dini hislerin duyarlılığıyla hissi bir inanç değil, tam tersine aşağıda delillerini sunacağımız aklî gerekçeler ve delillerledir.

Mitolojik eserlerin ortaya çıktığı destanların oluştuğu dönemlerde, vahiy ve dinin hakikatlerinin ortaya çıktığı bölge ile mitolojik ürünlerin ve inançların ortaya çıktığı bölgeler arasında insanlar birbirinden etkilenmemiş ve bu karşılaşma gerçekleşmemiş olsa bile, yine de, bu durum; mitolojilerin vahiyden etkilenmediğini göstermez. Çünkü direkt bir karşılaşma ve etkileşim söz konusu olmasa da, bir peygamberle, bir vahiy ürünüyle ve hak bir din ile karşılaşılmamış olsa bile, filozofun, bilge kişilerin Allah’ın sünnetullahı olan evrensel yasanın hakikatlerinden bir yansımayı keşfedip yakalamış olması ve bunu edebî bir sembolizmle ifade etmesi mümkündür.

Ancak vahiylerin üslubuna, diline ve manevi etkisine bakıldığında bunların evrensel bir hakikati ifade etmekte ne denli yüksek bir etkiye sahip olduğu ve mitolojilerde de bu hakikatlerden küçük bir parça ifade ediliyor olsa dahi, bunun vahye kıyasla ne denli düşük ve yetersiz olduğu işin uzmanlarınca anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla, vahiy-mitoloji karşılaşmasının tarihsel gerçekliği konusunda, bunun gerçekleşmediği iddia edilecek olsa dahi, mitolojinin vahiyden habersiz olması mümkünse de etkilenmemiş olmasının imkansızlığı, aksi ispat edilmesi zor bir gerçektir.

Öte yandan vahyin mitolojiden etkilendiğini iddia etmek ise, bilimsel ve aklî kanıtları sunulamayacak bir safsatadan ibarettir.

İçinde hikmetler barındıran mitolojik ürünlerin bulunması, onların ortaya çıktığı dönemde yeryüzünde hüküm süren bir vahiy kültüründen etkilenmediğini göstermez. Bu mitolojik ürünler, tahayyül edilen yahut bilinen tüm semavi dinlerin vahiylerinin ulaşmadığı bir dönem ve bölgede ortaya çıkmış olduğunu ve bu dinlerden tarihsel olarak eski bir geçmişe sahip olduğunu bir varsayım olarak kabul etsek bile, yine de bunların vahyi etkilediği iddia edilemez. Çünkü iki ürün karşılaştırıldığında, yani mitolojik ürün ve vahiy ürünü karşılaştırıldığında, bu ürünlerin içerdiği hakikatlerin yüksekliği, üslubu, hakikatleri katman katman ifade ediş sembolizmi, tek bir insan ve tüm bir insanlıkta meydana getirdiği değişim ve dönüşüm, dolayısıyla yeryüzünde ve kainatta oluşan manevi etki, işte tüm bunlara bakıldığında ve kıyaslandığında (aslında kıyas kabul etmemekle birlikte) mitolojiler hakikatin cüzi bir parçasının yansıdığı zayıf bir ışığın yansıması gibi kalırken, vahiy ürünleri insanı ve kainatı aydınlatan yüksek birer hakikat güneşi gibi durmaktadır.

Hal böyle olunca, Yunan mitolojisindeki bir destan Kur’an’dan çok önce de ortaya çıkmış olsa bile, Kur’an’ın mitolojiden etkilenmiş olma ihtimalinin imkansız olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, güneşin; ışığı içermek ve yansıtmak bakımından, güneşten aldığı cüzî ışığı, cüzî bir biçimde yansıtan yerdeki bir cam parçasıyla kıyaslanmasına benzer ki bu anlamsızdır. Aynen öyle de Kur’an vahyinin güneşini de bir mitolojiyle kıyaslamak da o derece anlamsızdır.

Son olarak, tarihsel gerçeklerin de yukarıda söz konusu ettiğimiz hakikatleri desteklediğini söylemek istiyoruz. Nitekim ümmî olan, yaşadığı coğrafya ve içinde yetiştiği kültür itibariyle de Yunan mitolojisi ürünleriyle karşılaşma imkanı neredeyse imkansız olan İki Cihan Güneşi Hz. Muhammed (asm)’in saf ve temiz, asla insan bilincinin bulanık suyunun karışmadığı yüksek vahyi olan Kur’an’ı, bu mitolojiden etkilenmekle suçlama girişiminin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur ve ispatı imkansızdır.

44 Sümerlere hangi peygamber gönderilmiştir?

- Sümerliler, M.Ö. 3500 - M.Ö. 2000 yılları arasında Güney Irak'ta (Mezopotamya) yerleşik olan, medeniyetin beşiği olarak bilinen coğrafi bölge ve medeniyet... Mezopotamya'da yaşayan birçok farklı kavimden ilk öne çıkan ve daha sonraki medeni oluşumların temelini atan Sümerlilerdir. Gerek yazı, dil, tıp, astronomi, matematik; gerekse din, fal, büyü ve mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplum Sümerlilerdir. "Yaratılış" ve "Tufan"a ilk kez Sümerlilerde rastlanır...(VİKİPEDİA).

- Bu açıklamalar kesin olmamakla beaber, anlaşılıyor ki, Sümerlerde din olgusu önemli bir yer tutmaktadır. Dinlerin ilk defa Orta Doğu'da başladığı bilinmektedir.

- Ayrıca, Kur’an’da adı geçen Hz. İbrahim (as)’den de önce var olduklarına göre, Sümerliler için Hz. Nuh (as)’tan başka bir peygamberin adını veremiyoruz. Tabii ki, Kur’an’da adı geçmeyen binlerce peygamber gelmiştir.

Elmalılı Hamdi Yazır Nuh Suresi 1-3. ayetlerin tefsirinde şöyle der:

“Kavmine gönderdik.” Burada Hz. Nûh’un bütün insanlara değil, kavmine gönderildiği anlaşılıyor. Zira peygamberler içinde bütün insanlara gönderilmiş olmak Peygamberimiz (asm)’e ait bir özelliktir. O zaman yeryüzünde ne kadar insan ve hangi kavimler vardı ve yeryüzünün nerelerinde insanlar yaşıyordu, onu da ancak Allah bilir. Bununla beraber Alûsî’nin açıklamasına göre denilmiş ki, Hz. Nûh’un kavmi Arap yarımadası ve ona yakın yerlerde oturuyordu. Meşhur olan da onu Kûfe topraklarında yani Irak’ta yaşadığı ve orada kendisine peygamberlik görevi verilmiş olmasıdır..." (Hak Dini Kur'an Dili)

Hz. Nuh (as)’un yaşadığı tarih ve coğrafya ile Sümerlerin yaşadığı tarih ve coğrafya örtüşüyor.

Bazı bilgilere göre, Hz. Nuh’un adı Sümer dilinde Ziusudra’dır. Zisudra destanı yaklaşık olarak M.Ö. 2900 yılında geçiyor ve M.Ö. 2600 de tabletlere yazılıyor..

Bu konuda kesin bir şey söylemek şu anda mümkün görünmüyor. İleride yeni arkeolojik keşifler bu konuya da ışık tutabilir.

45 Allaha ve Peygambere inanan Hristiyan Müslüman sayılır mı? Yani Hristiyan olan bir insan aynı anda Müslüman da olabilir mi?

Kelime-i  şehadeti dil ile söylemek şart değildir. Önemli olan kelime-i şehadete kalben iman etmektir. Bir Hristiyan da dinindeki hurafe ve tahriflerden arınarak İslamiyet'in esaslarına ve imanın esaslarına kalben iman eder benimserse, bu kimseye Müslüman denilir. Hak dinlerin ortak ismi de zaten İslam'dır. Böyle bir kimseye kelime-i şehadet öğretilirse bunu söylemekten kaçınmayacağı da açıktır.

Bilgi için tıklayınız:

- İman eden kişinin kelime-i şehadet getirmesi (bunu illa Arapça ifade etmesi) şart mıdır?

- Sadece Allah'a inanıp da diğer iman esaslarına -mesela peygambere veya kadere- inanmayan mü'min sayılır mı?..

46 Hristiyan ve Yahudilere İslam dininin hak din olduğunu nasıl anlatabiliriz?

Kur’an-ı Kerim’de OTUZ yerde Hristiyan ve Yahudilerden “Ehl-i kitap”(1) olarak bahsedilmektedir. Bu şekilde onlara davette bulunulmakta ve bütün peygamberleri gönderenin, kitapları indirenin Allah olduğu vurgulanmaktadır.

Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır:

“De ki: 'Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.' Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: 'Şahit olun, biz Müslümanlarız.'”(2)

Tevhid / Allah’ın birliği ortak noktadır.

Herkesin mensubu olduğu dinini hak bilmesi kadar tabii bir şey olamaz. Karşı tarafta yer alanların buna inanamamaları da o kadar doğaldır. Tarihin hiçbir devrinde bütün insanların hak dinde birleştiği görülmemiştir. Dünya insanoğluna mesken olduğu günden beri, hak-batıl çatışmasının olması, bu gerçeğin belgesidir.

Hiçbir Müslüman Yahudî ve Hristiyanların dinlerinin aslının doğru olmadığını söylemez. İslam’da onların kaynak kitapları olan Tevrat ve İncil’in hak kitap olduğuna inanmak imanın temel esaslarından biridir. Din mensuplarının hataları ile dinin kendisi mesul olmaz. Bizim o iki din mensuplarının yanlışlarını, yaptıkları yanlış yorumları ve tahrifleri eleştirmemiz hiçbir zaman onların dinlerin aslına yönelik değildir. Böyle bir şey bizleri İslam dairesi dışına atar.

Buna mukabil, onların İslam dinini, Kur’an’ı kabul etmemeleri kendi sorunlarıdır. Bize düşen, Kur’an’ı doğru anlamak, mucizeliğini iyi kavramak ve -onlar dahil- herkesle bu gerçekleri paylaşmaktır. Hidayet Allah’ın elindedir. Şunu çok iyi biliyoruz ki, cennet adam istediği gibi cehennem de adam ister.

Kur’an kırk yönden mucizedir. Hz. Muhammed (asm) ise binler mucize belgeleriyle hak peygamber olduğunu ortaya koymuştur. Bunlar sübjektif değil, objektif belgelerdir. Örneğin, Kur’an’da “Bizanslıların Sasanilerle kısa bir süre sonra yeniden savaşa başlayacağını ve onları yeneceğini haber vermesi; Mekke’nin fethedileceğini iki yıl önce haber vermesi, Müslümanların bir süre sonra müşriklerin eziyetinden kurtulacaklarını, her tarafta İslam dinin yayılması sonucu Hicaz bölgesinde tam bir emniyet ve güvenin hâkim olacağını bildirmesi, kısa bir süre sonra müşrik topluluğun (Bedir savaşında) hezimete uğrayacağını bildirmesi, İslam devletinin -Hz. Peygamberin vefatından sonra da- hilafetle devam edeceğini haber vermesi, ...." gibi, tarih tarafından hepsinin olduğu gibi ortaya çıktıkları tasdik edilen gaybî haberler, -dinsiz olsun, dindar olsun- her aklıselim sahibinin kabul etmesi gereken hak dinin açık kriterleridir.

Ayrıca, Kur’an’ın o günkü Arapça dil belagatının zirvesinde olan Arap müşriklerine karşı  meydan okuması, “bir tek surenin bir benzerinin getirilmesi halinde davadan vazgeçeceğini” haykırması ve hiç kimsenin böyle bir şeyi ortaya koymaması, Kur’an’ın Allah tarafından gönderilen bir kitap olduğunu açık belgesidir.

Belagatın zirvesinde olan onlarca şair, edip kimselerin inadı bırakıp İslam dinine girmesi de ayrı bir hak ve hakkaniyet belgesidir.

Zemahşerî, Bakıllanî, Abdulkahir Cürcanî, Sekkakî gibi binler Arap dili ve belagatının zirve uzmanları, Kur’an’ın bir insan sözü olmasının mümkün olmadığını dünya-âleme ilan etmeleri ayrı bir belgedir.

Tarih boyunca ve bu gün de Yahudî ve Hristiyan din adamlarından ve bilginlerden pek çok insaflı kimselerin İslam dinine girmeleri Ehl-i kitap için de üzerinde önemle durulması gereken bir hak belgesi niteliğindedir.

Hz. Musa (as)’ın asası ve yed-i beyzası mucizesini gözleriyle gördükleri veya işittikleri halde Firavun ve taraftarlarının ona inanmaması ve onu öldürmeye teşebbüs etmeleri; keza Hz. İsa (as)’ın en müzmin hastalıklarla mustarip olan hastalara şifa dağıttığını, hatta ölüleri dahi dirilttiğini gören veya işiten Yahudilerin buna rağmen onu öldürmeye teşebbüs etmeleri, bu iki kutsî zatın peygamberliğine zerre kadar halel getirmediği gibi; Kur’an’ın açık ifadesiyle; bir gecenin çok kısa bir bölümünde Mekke’den Kudüs’e gidip tekrar Mekke’ye döndüğünü, Ay’ı bir parmağının işaretiyle ikiye böldüğünü, Bedir savaşı esnasında bir avuç toprağı atıp müşrik ordusunun her ferdinin gözüne bir avuç toprak koyduğunu, keza sahih hadis kaynaklarıyla sabit olduğu üzere, on parmağını on musluk yapıp ordusuna su içirdiğini, yüzlerce hastalara şifa dağıttığını, hatta eli, kolu, bacağı -savaşta- kopanın bu uzuvlarına mübarek tükürüğünü sürerek derhal iyileşmesini sağladığını, Uhud savaşında okun isabet etmesiyle dışarı fırlayan arkadaşının gözünü yerine koyup el sürmesiyle eskisinden daha güzel halde iyileşmesi gibi yüzlerce mucizesini gören veya işitenlerin de -bu mucizelere rağmen- Hz. Muhammed (asm)’in peygamberliğini inkâr etmeleri, onun davasının hak ve hakkaniyetine sivrisinek kanadı kadar zarar vermez ve aklıselim sahipleri nezdinde bir kıymet ifade etmez.

Çünkü, bu inkâr hareketleri her peygamber için geçerlidir. Gerek Hz. Musa (as)’ı, gerek Hz. İsa (as)’ı, gerek Hz. Muhammed Mustafa (asm)’ı yalanlayanların hepsinin kullandıkları ortak argümanları “SİHİR”dir. Hepsi de gördükleri mucizeleri birer sihir olarak algılamaya çalışmıştır. Nefislerini, şeytanlarını, makam-mevkilerini, siyasî-sosyal-ekonomik konumlarını bir peygambere feda etmemek için sığındıkları “SİHİR” hülyası, onlar için sihirli değnek bir hayat iksiri hükmüne geçmiştir. Halbuki, mucizeye sihir demekle, gerçeğin ismini değiştirmekle müsemmanın / gerçeğin değişmesi mümkün değildir.

Güneş üflemekle sönmez, göz yummakla gece olmaz; gözünü kapayan sadece kendine gece yapar...

İlave bilgiler için tıklayınız:

Bir Hristiyana nasıl tebliğ ederiz?
Gayri müslimlere İslam'ı nasıl anlatırız?

Dipnotlar:

1. Âl-i İmran, 3/64-65, 69-72, 75, 98-99, 110, 113, 199; Nisa, 4/123, 153, 159, 171; Maide, 5/15, 19, 47, 59, 65, 68, 77; Ankebut, 29/46; Ahzab, 33/26; Hadid, 57/29; Haşr, 59/2, 11; Beyyine, 98/1, 6.
2. Âl-i İmran, 3/64.

47 Tevrat ve İncil en son kitap olduğunu iddia ediyor. Buna göre Kur'an'a ve Hz. Muhammed'e inanmak nasıl mümkün olur?

- Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu gösteren yüzlerce delil ve belge vardır.

Bu konuda pek çok eserler yazılmıştır. On dört asırdan beri Kur’an’ın “bir tek suresine bile benzer bir surenin getirilemeyeceğine” dair meydan okuması, tarihin hiçbir devrinde karşılık bulamamıştır. Müsleyme-i Kezzap gibi bazı hezeyanlarla Kur’an’a nazire yapmak isteyenler, “yalancı” damgasını yemekten kurtulamamıştır. Şu anda bu konu üzerinde durmak istemiyoruz. Konumuzla ilgili olan Tevrat ve İncil’in Kur’an’la ilişkisi üzerinde durmayı düşünüyoruz. Yani, Hz. Peygamber (a.s.m)’in Kur’an vasıtasıyla Kitab-ı Mukaddes ve ehl-i kitapla olan münasebetlerinden söz edecek ve ilgili bazı örneklere dikkat çekmeye çalışacağız.

- Okuma-yazması olmadığı, Tevrat ve İncil’i asla okumadığı tarihçe sabit olan Hz. Muhammed (a.s.m)’in, o günkü Ehl-i kitap alimlerine karşı meydan okuduğu, onların kitaplarındaki gerçekleri ört-bas ettiklerini söylediği ve konuşma esnasında onları susturduğu Kur’an, Hadis, Tarih ve Siyer kitaplarında açıkça belirtilmektedir.

Konuyla ilgili birkaç misal:

a. “Tevrat'ın indirilmesinden önce, İsrail'in (Ya'kub'un) kendisine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrail oğullarına helâl idi. De ki: Eğer doğru sözlü iseniz o zaman Tevrat'ı getirip onu okuyun. Artık bundan sonra her kim Allah'a karşı yalan uydurursa, işte bunlar, zalimlerin ta kendisidirler.” (Al-i İmran, 3/93-94).

Bu ayetin nüzul sebebi olarak bir iki husus bildirilmiştir:

Yahudiler, Hz. Peygamber (a.s.m)’e “nesih / bir önceki hükmü kaldırma” konusunda itiraz etmişler ve dinde böyle bir şeyin olamayacağını söylemişlerdi. Bu ayet onlara cevap olarak inmiş ve “Tevrat’tan önce -Hz. Yakub’un kendine haram kıldığı / kendine yasakladığı şey hariç tutulursa- diğerleri haram değildi. Tevrat, neshi inkâr etmek şöyle dursun, tam tersine önceden helal olan bazı şeyleri İsrail oğullarına haram kılmakla nesih yapmıştır” diyerek aksini iddia eden Yahudilere meydan okumuştur.

Diğer bir rivayete göre, Yahudiler, Hz. Muhammed (a.s.m)’e “Sen bir yandan Hz. İbrahim’in milletinden olduğunu söylüyorsun, bir yandan da onun dininde yasak olan devenin etini ve sütünü helal sayıyorsun.” diye itiraz etmişlerdi.

Bu ayetle, söz konusu yasağın Hz. İbrahim (a.s.) zamanında değil, onun torunu olan Hz. Yakubu’n kendine yaptığı bir yasak olduğunu vurgulamıştır. Rivayete göre, Hz. Yakub yakalandığı “siyatik” hastalığından iyileşmesi durumunda en sevdiği yiyecek olan devenin etini ve sütünü yemeyeceğini bir adak olarak adamıştır.

Nüzul sebebi ne olursa olsun, açık olan bir şey vardır ki, Yahudilerin Tevrat’ta olmadığını iddia ettikleri bir bilginin varlığında ısrar eden Hz. Muhammed (a.s.m); “Eğer doğru sözlü iseniz o zaman Tevrat'ı getirip onu okuyun.” diyerek meydan okumuş ve onlar da bunu getirmekten imtina etmişlerdir.(bk. Taberî, Kurtubî, Razî, İbn Kesir, İbn Aşur, Nesefî, Alusî, ilgili ayetin tefsiri).

b. “ Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda tartışanlara de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da beddua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.” (Al-i İmran, 3/61).

Bu ayetteki meydan okuma, Necran Hristiyanlarından Medine’ye gelen ve “Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunda ısrar eden” bir heyete karşı yapılmıştır. Bu heyetin reisi olan ‘Akıb Abdu’l-Mesih’in görüşü doğrultusunda, bu “lanetleşme” teklifine cevap vermeye cesaret edememişlerdir.(bk. Taberî, Kurtubî, Razî, İbn Kesir, İbn Aşur, Nesefî, ilgili ayetin tefsiri).

c. “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (Muhammed’i), öz evlatlarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen, onlardan bir kısmı, bile bile gerçeği gizler.” (Bakara, 2/146).

Bu ayette, Hz. Muhammed (a.s.m)’in İncil ve Tevrat’ta bulunan vasıfları sebebiyle, kendi çocuklarını diğer insanlardan ayırıp tanıdıkları gibi, onu tanıdıkları vurgulanmıştır. Rivayete göre, Hz. Ömer, Yahudi âlimlerinden Abdullah b. Selam’a “gerçekten -kitabınıza dayanarak- Hz. Muhammed (a.s.m)’i çocuklarınızı tanıdığınız gibi tanıyor muzunuz?” diye sormuş,  o da “Onlardan daha fazla tanıdıklarını” söylemiştir. (bk. Taberî, Kurtubî, Razî, İbn Kesir, İbn Aşur, Nesefî, ilgili ayetin tefsiri).

Çok önemli bir nokta da şu olsa gerektir: Eğer, Hz. Muhammed (a.s.m)’in üzerinde ısrarla durduğu ve Tevrat’ta bunun mutlaka var olduğunu söylediği hususlar, gerçekte olmamış olsaydı, herkesten önce -kendisine iman eden Yahudi alimlerinden- Abdullah b. Selam gibi insanlar, bir an İslam dininde kalmaz hemen eski dinlerine dönerlerdi. Bu husus, Hristiyan alimleri için de geçerlidir. Onların hayatları boyunca, İslam dinine samimi olarak gösterdikleri bağlılık, bu ayetin ve Hz. Muhammed (a.s.m)’in doğruluğunun açık göstergesidir.

Bu konuda, Kur’an’ın mucizelerini gösteren misalleri yüzlerce sıralamak mümkündür. Keza, Kitab-ı Mukaddes’te “gerek modern bilime aykırı beyanları, gerekse, Hz. Lut, Hz. Davud kıssaları gibi hiçbir peygamberin şanına yakışmayan uydurma hikâyelerin bulunmasına dair pek çok şey söyleyebiliriz.

Fakat bizim bir ölçümüz var: Allah’ı inkâr eden, bütün semavî dinleri hurafe olarak niteleyen materyalist ve ateist akımların kol gezdiği günümüzde, Hz. İbrahim’in milletinde birleşme iddiasında olan, genel olarak Allah’a, peygamberlerine ve ahiret gününe  inanan dindar olarak, ihtilaflı meseleleri mevzu münakaşa yapmamayı, ortak düşmanımız olan ateizme, deizme ve buna dayalı olarak türeyen ahlaksızlık hastalığına karşı omuz omuza vermenin, Yüce Yaratanın hoşuna gideceğini düşünüyor ve buna göre hareket etmek istiyoruz. Umarız ki, lüzumsuz, faydasız, semavî dinlerin aleyhinde olacak, dinsizlerin eline koz verecek tartışmalara mecbur bırakılmayacağız.

Not: Tevrat'ın değiştirilmediği fikrini esas alıp, buna göre bir hükme varmak doğru değildir. Öncüleri yanlış olan bir önermenin, sonucu da yanlış olur. Çünkü, her ne kadar Tevrat ve İncil'de aslından kalan bazı vahiyler varsa da, değiştirildiği ve orjinalinin korunmadığı tarihi bir gerçektir. Demek ki, İncil'e sonradan giren bazı yanlış bilgiler, Tevrat'a da katılmıştır.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Hz. Muhammed'in peygamberlik delilleri ve Kur'an'ın Allah kelamı olması.

Diğer ilahi kitapların tahriften korunmamasının sebebi.

48 Eski Türklerin Gök Tanrı inanışları ve fetret ehli hakkında bilgi verir misiniz?

İslâmiyet'i kabul etmezden önceki Orta Asya Türk boylarına göre gök on yedi kattır. Gök-Tanrıların yardımını dilemek ancak ecdadın ruhlarıyla mümkündür. Tengri inancı hem gök, hem de gökte hüküm süren ruh manalarını içine almaktadır. Türklerin İslâmiyet'ten önce kabul ettikleri dinlerdeki Tengri kelimesi, hemen daima bu dinlerin en yüksek varlıklarını ifade için kullanılmış, "gök" manası ikinci plânda kalmıştır.

Şark Türkçe'sinin hâkim olduğu İslâmî metinlerde, Allah, Mevlâ, İlâh, Rab, Hüdâ, Yezdan gibi Arapça ve Farsça isimler Türkçe Tengri (Tanrı) karşılığında kullanılmıştır. Kutadgu Bilig'de Allah kelimesi geçmekle beraber, bazan Tengri kelimesi "Teâlâ" olarak geçer (V.F. Büchner, İ.A XI, 707). Eski Türkçe'de Tengri, kâinatta bulunan her şeyi yarattığına ve koruduğuna inanılan en yüce varlıktır. Oğuzlar, Allah fikri ve inancına sahip olmuşlar ve bunu Tanrı adıyla ifade etmişlerdir. Türklerin Tanrı anlayışı İslâm'ın Allah anlayışıyla hemen hemen aynı olmuştur. (Osman Cilacı, Şamil İslam Ans.)

Gök tanrı inancı İslamiyet'e çok yakın olup semavi dinlerin izlerini taşımaktadır. Türkler'e gönderilmiş olan peygamberlerden kalma kısmen unutulmuş bir inanış olabilir.

Hak din kendilerine tebliğ edilmeyen kimseler fetret ehli kabul edilirler. Türkler de Hz. İsa (as)'ın döneminde ve İslamiyet kendilerine tebliğ edilinceye kadar fetret dönemi içerisinde bulunmuş olabilirler.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Fetret ehli, İslam'dan haberi olmayanların sorumluluğu hakkında...

“Fetret” ne demektir, İslam alimlerine göre dinden haberi olmayanların durumu nedir?

49 Hristiyanlık ve Yahudilik bugün hak din midir? Yoksa zamanla uğradıkları değişimle bugün hak olmaktan uzak mıdırlar?

Gerçek Dinin Esasları ve Başlıca Dinler

Gerçek din, Yüce Allah'ın bir kanunudur ve birtakım sağlam hükümlerin kutsal bir mecmuasıdır. Allah bunu, peygamberleri aracılığı ile insanlara ikram ve ihsan buyurmuştur. Bu kanun, insanları hayırlı olan şeye götürür. İnsanlar, bu Allah kanununun buyruklarına kendi güzel irade ve arzuları ile uydukça, doğru yol üzerinde bulunur ve hidayete ermiş olurlar. Hem dünyada, hem de âhirette mutluluğa ve selâmete kavuşurlar.

Dinler başlıca üç kısma ayrılır

Birincisi: Hak dinlerdir. Bunlar yukarıdaki tarife uygun olanlardır. Yüce Allah tarafından konulup peygamberler aracılığı ile insanlara bildirilen dinlerdir. Bunlara "İlâhî ve Semavî" dinler de denir.

Semavî dinlerin hepsi esas bakımından birdirler. Yalnız bazı ibadetler ve hukuk kuralları bakımından aralarında ayrılık olmuştur.

Hazret-i Adem'den Hazret-i İsa'ya kadar gelen bütün mübarek peygamberlerin insanlara bildirmiş oldukları dinler, iman esaslarında bir olup, yalnız bir Allah'a iman etmeye dayalı iken, bunlar sonradan bozulmuş ve asılları kaybolmuştur. Yüce Allah en son ve en büyük peygamberi olan Hazret-i Muhammed (sav)'i bütün insanlara peygamber olarak göndermiştir. Onun aracılığı ile de hak dinlerin en sonu ve en mükemmeli olan İslâm dinini kullarına Allah Tealâ ihsan etmiştir. İşte bugün yeryüzünde hak din olarak kıyamete kadar yaşayacak olan yalnız bu İslâm dini vardır.

İkincisi: Asılları değişmiş ve bozulmuş olan dinlerdir. Bunlar, yukarıda söylendiği gibi asılları bakımından birer gerçek din iken sonradan bozulmuş, İlâhî niteliklerini kaybetmiş olan dinlerdir. Hristiyanlık ve Yahudilik gibi... Bunlar temelde Hak din iken, içindeki bozulmalardan dolayı hak olan din özelliğinden çıkmışlardır.

Üçüncüsü: Bâtıl dinlerdir. Bunlar asılları bakımından da gerçek din ile ilgisi bulunmayan dinlerdir. Bunlar birtakım milletler tarafından ortaya konmuş olan uydurma inançlardır. Bunlarda akla ve mantığa uygun olan bazı hükümler bulunsa bile, konuluşları itibariyle İlâhî olmak şerefinden yoksun olup hiçbir bakımdan din kutsallığını taşımazlar. Ateşe, yıldızlara ve putlara tapan milletlerin dini bu türdendir...

50 Kudüs neden Yahudiler ve Hristiyanlar için de önemlidir?

Kudüs, üç ilâhî dinde de önemli bir yere sahip olan ve kutsal sayılan bir şehirdir.

Yahudilik’te Kudüs

Kudüs şehri Tevrat’ta sadece bir defa Salem adıyla zikredilmektedir.(Tekvîn, 14/18) İshak’ın kurban olarak takdim edildiği Moriah dağının Süleyman Mâbedi’nin yapıldığı yer olduğu iddiası tartışmalıdır. Şehrin krallık ve ibadet merkezi oluşu Hz. Dâvûd’la başlamaktadır. (II. Samuel, 6-7; bablar, 24/18-25; I. Tarihler, 21/18-22)

Birinci mâbed döneminde, mâbedin bulunduğu tepeye Sion tepesi denilmekteydi, Sion adı Kudüs’ün tamamını da ifade ediyordu. Hz. Dâvûd’a saltanatının ebediyen devam edeceği vaad edildiğinde, bu aynı zamanda krallık ve mâbed şehri olan Kudüs’ün ebedîliğine de işaret sayılmıştır. (II. Samuel, 7/13-16)

Hz. Süleyman zamanında mâbedin inşası Kudüs’e ayrı bir kutsallık sağlamış, bir taraftan Dâvûd’un saltanatının ebediyen devam edeceğine dair Tanrı’nın vaadi, diğer taraftan mâbedin Tanrı’nın ebedî mekânı olarak kabulü şehri kutsallaştırmıştır.

Mezmurlar’da (Mezmur, 132), ahid sandığının getirildiği Dâvûd şehri (Sion) sadece Rabbin krallık için seçtiği bir şehir olarak değil, Rabbin meskeni olarak da takdim edilmektedir. Peygamber Yeremya’ya göre Kudüs’e “Rabbin tahtı, adalet yurdu, kutsiyet dağı” denilecektir. (31/23; 33/16) O ayrıca “yüksekliği güzel, bütün yerin sevinci” (Mezmur, 48/2), “güzelliğin kemali” (Mezmur, 50/2) olarak nitelendirilmekte, “Eğer seni unutursam ey Yeruşalim, sağ elim hünerini unutsun; eğer seni anmazsam, eğer Yeruşalim’i baş sevincimden üstün tutmazsam dilim damağıma yapışsın.” (Mezmur, 137/5-6) denilmektedir.

Kudüs, özelliği ve kutsallığı sebebiyle Yahudi şeriatında diğer şehirlerden farklı bir konumda ele alınmıştır, dolayısıyla bazı kurallar Kudüs’e uygulanmamaktadır. Tanrı tarafından seçilen bir yer kabul edildiği için (II. Krallar, 21/4; Mezmur, 132/13) Kudüs Mâbedi sadece kurbanların takdim edildiği bir mekân değil aynı zamanda hac ibadetinin de hedefidir. Çünkü yılda üç defa (Pesah, Şavuot ve Sukkot bayramlarında) her erkek kurban takdimi için Rabbin huzurunda (mâbedde) bulunmakla yükümlü tutulmuştur. (Çıkış, 23/17; Tesniye, 16/16-17)

Hac mekânı olduğu için Yahudiler burada belli bir süre ikamet etmek durumunda kalmışlar, bu da mâbedin ayakta olduğu dönemde halkın kültür hayatını şekillendiren en önemli özelliğini oluşturmuştur.

Tanrı tarafından seçilmiş olması dolayısıyla Kudüs, Yahudiliğin en yüce değerlerinin ve ümitlerinin simgesi olmuştur. Peygamberler ondan övgüyle bahsetmişlerdir. İşaya Kudüs’ü “adalet şehri” diye adlandırmakta ve şeriatın Sion’dan, Rabbin sözünün Yeruşalim’den çıkacağını bildirmekte (1/26; 2/3), Yeremya gelecekte Kudüs’e “Rabbin tahtı” denileceğini, bütün milletlerin onda toplanacağını belirtmektedir (3/17).

Diğer taraftan Eski Ahid’de onun güzelliği anlatılmakta ve sevgiliye benzetilmektedir. (Neşîdeler Neşîdesi, 6/4; Mezmur, 48/2; 50/2)

Talmud’da (Sukkot, 51b) Kudüs’ü görmeyenin güzel bir şehrin nasıl olduğunu asla bilemeyeceği belirtilmekte, Midraş’ta (Genesis Rabbah, 14, 8) Âdem’in Kudüs Mâbedi’nin toprağından, bir başka rivayette ise dünyanın Sion’dan başlayarak yaratıldığı nakledilmektedir.

Yahudi şeriatına (Halakah) göre bütün ülke kutsaldır, ancak Kudüs şehri en kutsaldır. Yeryüzündeki en kutsal yer olan ve “kutsallar kutsalı” denilen mekân Kudüs’teki mâbedde bulunmaktadır. Şeriatta Kudüs’ün kutsallığının gerektirdiği emirler ve yasaklar sıralanmıştır. (Neusner, V, 15-16)

Milâttan sonra 70 yılındaki yıkımın ardından Yahudi milletinin hayatında Kudüs daha az rol oynamaya başlamış, ancak mânevî ihtişamın sembolü ve şeriatın bedenleşmiş şekli olarak varlığını sürdürmüş, ona olan özlem her vesileyle dile getirilmiştir. Yahudiler nerede olurlarsa olsunlar ve hangi saatte dua ederlerse etsinler mutlaka Kudüs’e dönmek zorundadırlar.

Yemek duasında Kudüs’ün yeniden inşası dileği yer almaktadır. Günde üç defa tekrarlanan Amidah adlı dua Kudüs’e dönülerek yapılmakta, bu duada Kudüs’e dönme, şehri ve Dâvûd saltanatını yeniden tesis etme arzusu ifade edilmektedir. Yıllık üç oruçta Kudüs’ün yıkılışının anısına yas tutulmaktadır.

Kudüs’ün ibadet hayatındaki önemi Yahudi devletinin Mesîh tarafından bu topraklarda kurulacağı inancına dayanmaktadır. Kudüs’ün yeniden inşası ve mâbedin yapılması bunun işaretleridir. Yahudi geleneğine göre yeryüzündeki Kudüs gibi bir de gökte Kudüs vardır. Talmud’da Tanrı’nın yerdeki Kudüs’e girmeden gökteki Kudüs’e girilemeyeceğini bildirdiği nakledilmektedir.

Yahudi dinî literatürünün bir kısmında semavî Kudüs’ün dünyanın sonunda yerdekinin yerini almak üzere ineceği belirtilmektedir. Yahudilerde, Kudüs yeniden kurulduğunda ve ölüler diriltildiğinde mâbedin bulunduğu tepeye yakın olduğu için zaman kazanmak ve sıkıntıyı azaltmak amacıyla Zeytindağı’na gömülme arzusu vardır. Yahudi Fısıh bayramının seder sofrası ve kefâret günü ibadeti “seneye Kudüs’te” dileğiyle sona erer. (Dictionnaire encyclopedique du Judaisme, s. 573)

Hristiyanlık’ta Kudüs

İnciller’de Kudüs önemli bir yer işgal etmektedir. Markos İncili’ne göre Hz. Îsâ, Galile bölgesinde halka tebliğ faaliyetine başlar ve onların olumsuz tavrı üzerine Kudüs’e yönelir, şehre girer ve mâbedi temizler. Yahudi otoritelerinin tepkisiyle karşılaşınca, şehrin cezalandırılacağını ve mâbedin kirletileceğini haber verir. Şehrin dışında çarmıha gerildiğinde mâbedin perdesi yırtılır.

Diğer İnciller Kudüs’le ilgili bu bilgilere bazı ilâveler yaparlar. Yuhanna İncili Hz. Îsâ’nın birçok defa Kudüs’e geldiğini kaydeder. İnciller’e göre Hz. Îsâ’nın dünyevî hayatı Kudüs’te sona erer, havâriler orada “kutsal ruh”u alırlar.

İslam’da Kudüs

Kudüs ismi Kur’an’da doğrudan geçmemekle birlikte bu şehirden el-Mescidü’l-Aksâ’nın mübarek kılınan çevresi şeklinde bahsedilmiş (İsrâ, 17/1), ayrıca bulunduğu bölge “mukaddes toprak” (Mâide, 5/21), “iyi, güzel bir yer” (Yûnus, 10/93) olarak nitelendirilmiştir.

Hadislerde ise Mescid-i Aksâ’nın, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Resûlullah ile beraber ziyaret amacıyla seyahat edilebilecek üç mescidden biri ve yeryüzünde Mescid-i Harâm’dan sonra inşa edilen ikinci mescid olduğu belirtilmiştir. (Buhârî, Fażlü’s-salât fî mescidi Mekke ve’l-Medîne, 6, Ĥac, 26, Enbiyâ, 8, 40; Müslim, Hac, 288, Mesâcid, 2; Nesâî, Mesâcid, 3)

Ayrıca bazı rivayetlerde Hz. Peygamber (asm)’in Beytülmakdis’te namaz kılmayı tavsiye ettiği de aktarılmaktadır.(Ebû Dâvûd, Salât, 14)

Kütüb-i Sitte dışındaki rivayetlere göre Hz. Îsâ nüzûlünden sonra ölünce Medine’de Resûl-i Ekrem’in kabri yanında veya Kudüs’te defnedilecektir.

Hicretten önce iki veya üç yıl süreyle Hz. Peygamber’in Kâbe’yi de önüne almak suretiyle Kudüs’e yönelerek namaz kıldığı (İbn Sa‘d, I, 243; Kurtubî, II, 150; Fahreddin er-Râzî, IV, 110) ve -farklı rivayetler bulunmakla birlikte- Medine döneminde on altı veya on yedi ay bu uygulamanın devam ettiği, daha sonra kıblenin Kâbe’ye çevrildiği kabul edilmektedir. (Buhârî, Salât, 31, Tefsîr, 18; Müslim, Mesâcid, 11-12)

Resûl-i Ekrem (asm)’in sağlığında belli bir dönem için Kudüs’ün kıble olarak tercih edilmesi, Müslümanların bu şehri dinî bir merkez olarak görmelerinin sebeplerinden birini teşkil etmiştir.

Ayrıca Hz. Peygamber (asm)’in, Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya gece götürülmesi şeklinde gerçekleştirilen İsrâ (İsrâ, 17/1) ve ardından mi‘rac mûcizelerinde Mescid-i Aksâ’ya gitmiş olması Müslümanlar için bu şehrin önemini arttırmıştır.

Muhammed Hamîdullah, el-Mescidü’l-Aksâ’nın Beytülmakdis değil semalarda bulunan, meleklerin sürekli Allah’a ibadet ettikleri bir mescid olduğunu ileri sürmüşse de (İslâm Peygamberi, I, 150-151) adı geçen mescidle sonradan bu ismi alan caminin değil Hz. Süleyman tarafından yaptırılan Beytülmakdis’in kastedildiği de bilinmelidir.

Bunların dışında Kudüs, Hz. İbrâhim’den itibaren pek çok peygamberin yaşadığı, mukaddes olarak da tanımlanan bir bölgede bulunması, Hz. Süleyman’ın inşa ettiği Beytülmakdis’i barındırması, İsrâiloğulları’nın ve onlara gönderilen peygamberlerin mücadelelerine mekân olması açısından semavî dinler geleneğinde önemli bir yere sahip olmuştur. (bk. Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, s. 63-147; TDV İslam Ansiklopedisi, Kudüs md.)

51 Bir İslam ülkesinde, Müslümanlar dışında kimseler de yaşayabilir mi?

Evet, yaşayabilir. Bunlar cizye vererek, huzur ve emniyet içinde İslam ülkesinde yaşarlar. Cizye, gayri müslim azınlığın İslam Devletine verdiği verginin adıdır. Bununla, belli bir muhtariyete ve özel bir statüye sahip olurlar, korunurlar. İslam hükümetindeki gayri müslim vatandaşlara zimmi denir(1). Zimmiler hakkında, "Bizim için olan haklar onlara da vardır. Bize düşen vazifeler, onlara da vazifedir." denilmiştir. (2)

Şu bir tarihi realitedir ki, "Zimminin istifadesi, ödediğinden fazladır." Zimmi, cihadla, zekatla mükellef değildir. Askerlik görevinden muaftır.(3)

Ehl-i kitap azınlık, inançta, ibadette hürdürler. Mabedlerini tamir edebilirler, yenisini yapabilirler. Çanları çalar, bayramlarında haçlarıyla gezebilirler. Müslümanların, Ehl-i kitabın mabetlerini yıktıkları veya onları İslam'a zorladıkları vaki değildir.(4) Müslümanların, İslam Devleti bünyesindeki azınlıklara tavrıyla, diğer milletlerin idareleri altındaki azınlıklara tavrı incelendiğinde, aralarında büyük bir mesafe olduğu görülecektir.(5)

Müslümanların, gayri müslim azınlığa tavrıyla ilgili bazı örnekler zikretmekte fayda görüyoruz. Hz. Peygamber şöyle der:

"Kim bir zimmiye zulmetse veya gücünün üstünde bir mükellefiyet yüklese, ben onun düşmanıyım."(6)

Hz. Ömer, yaşlı ve kör bir dilenci görür. Onun Ehl-i kitap bir Yahudi olduğunu; cizyeden, ihtiyaçtan ve ihtiyarlıktan dolayı dilendiğini anlayınca, elinden tutar, evine götürür. Ona bir şeyler verir. Sonra onu beytü'l-mal'e (hazineye) gönderir. Oradaki görevliye,

"Bu ve emsallerine yardımcı ol. Gençliklerinde onlardan yararlanıp, ihtiyarlıkta yüzüstü bırakırsak, insafsızlık etmiş oluruz." der. (7)

Halid b. Velid, Rumların hücumunu önleyemeyeceklerini anlayınca, Hımıs Hristiyanlarına,

"Sizi koruma karşılığı olarak sizden cizye almıştık. Bugün sizi koruyamayacak durumdayız."

der ve cizyelerini iade eder.(8)

Selahaddin Eyyubi de Şam'dan çekilmeye mecbur kaldığında, Halid b. Velid'in yaptığını yapar.(9)

Emevi hükümdarlarından Mervan, gayri müslimlerden İslam'a girenlerden de cizye alır. Ömer b. Abdülaziz halife olunca, Irak valisine şu talimatı verir:

"Şüphesiz Allah, Hz. Muhammedi (asm.) bir davetçi olarak gönderdi, bir vergi toplayıcısı olarak değil. Bu mektubum sana ulaştığında, Ehl-i kitaptan Müslüman olanlardan vergiyi kaldır."(10)

Kaynaklar:

1. Mevdudi, İslam'da Hükümet, s.614; Zeydan, Şeriatu'l-İslamiye, s. 63.
2. Bu haklar ve vazifer için bkz. Zeydan, age., s. 66-73.
3. Azzam, s. 154.
4. Abdürabbih, s. 258.
5. Mevdudi, İslam'da Devlet Nizamı s. 59.
6. Ebu Yusuf, Kitabu'l-Harac, Matbaatu's-Selefiye, 1397 h. Kahire, s. 135.
7. age. s. 136.
8. Azzam, s. 154.
9. age. s.,154.
10. Cessas, III/150.

52 Hristiyan kadınla yapılan evlilik sürecinde, Hristiyan kadının da gusül mecburiyeti var mıdır? Fakat bu iki insan cinsel beraberlik yaşadıkları zaman zina olmuyor mu?

Hristiyan kadınla Müslüman erkek evlenebilir; zina söz konusu değildir. Hristiyanla evliliğin, Müslüman kadınla yapılan evlilikten farkı yoktur.

Cinsel beraberlikten sonra Müslüman erkek gusül alırken, Hristiyan (gayri müslim) kadın da kendi dinin gerekleri ne ise onu yapar.

53 "Sizin dininiz size, benim dinim bana." ayetini açıklar mısınız?

Tefsirciler, bu surenin belli birkaç kâfir için hususî indiğini söylüyorlar. Demek ki bu ifade herkese "sizin dininiz size bizim ki bize" demiyor, yalnız birkaç kişiyi muhatap alıyor. Bu sebeple, bu ifadeyi evrenselliğe zıt bir şekilde mütalaa etmek isabetli değildir.

Faraza bunu genel bir ifade kabul etsek bile, “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” cümlesini Kur’an’ın ve sünnetin açıkça evrensel olan hükümlerine ters düşmeyecek şekilde anlamak gerekir. “Biz seni bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe, 34/28) mealindeki ayette bu gerçek açık olarak bildirilmiştir.

Peygamberimiz (a.s.m) de “Ben bütün insanlara peygamber olarak gönderildim.” buyurdu.(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).

O halde, “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” cümlesi, İslam dininin evrensel olma iddiasında olmadığını gösteren bir ifade olmaktan ziyade, bütün insanlığa hitap eden İslam’ın insanları zorla değil, özgür iradeleriyle tercih yapmalarına imkân veren hürriyet-perver bir din olduğunun göstergesidir.

Öyle anlaşılıyor ki, “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” cümlesini,  “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256), “Dileyen iman etsin, dileyen küfre girsin.” (Kehf, 18/29) mealindeki ayetlerin bir başka ifadesi olarak görmek en isabetli bir algılama olacaktır.

54 Yahudilerin Müslümanlara olan düşmanlığı hakkında bilgi verir misiniz?

 “İnsanlar içinde iman edenlerin en amansız düşmanlarının Yahudiler ve şirk koşanlar olduğunu göreceksin. Yine, onlar arasında iman edenlere sevgi bakımından en yakın olanların da 'Biz Hristiyansız' diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü bunların içinde (insaflı) keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.”(Maide, 5/82)

Ayetin Açıklaması:

Hz. Muhammed'in temas halinde olduğu inanç çevreleri, kendisine iman edenlere karşı tutumları bakımından iki gruba ayrılmakta; bunlardan Yahudilerin ve müşriklerin Müslümanlara olumsuz baktıkları, en olumlu bakışın ise Hristiyanlara ait olduğu belirtilmektedir. Bu, belirli inanç kesimlerini kesin bir tasnife tâbi tutup buna göre dost veya düşman ilân etme amacı taşımamaktadır.

Âyetteki bu tespitin o dönemdeki olguya tamamen uygun olduğu tarihen sabittir: Medine'deki Yahudiler Müslümanları bir kaşık suda boğabilmek için türlü entrikalara başvurmuşlar, Mekke'deki müşrikleri kışkırtma ve onlarla iş birliği imkânları araştırma dahil, bu uğurda her yolu denemişlerdir.

Mekke müşrikleri Müslümanlara açıkça savaş ilân edip husumetlerini en şiddetli biçimde ortaya koydukları ve inanç bakımından da Müslümanlara Yahudilere nispetle daha uzak oldukları hâlde, muhtemelen âyette Yahudiler hem kendi imkânlarını kullanmaları hem de başka düşman potansiyelleri harekete geçirmeye çalışmaları yüzünden müşriklerden de önce anılmışlardır.

Bu arada, Yahudilerin kendilerini uyarmak ve aydınlığa çıkarmak üzere gönderilen peygamberleri öldürmekten çekinmemeleri ve bu özelliklerine Kur'an'da yer yer gönderme yapıldığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Öte yandan, Habeşistan Necâşî'sinin kendi ülkesine göç etmek zorunda kalan Müslümanlara yaptığı iyi muamele, Hz. Peygamber (asm)'in değişik ülkelerin hükümdarlarına yolladığı elçilere ve İslâm'a çağrı mektuplarına gösterilen en olumlu tepkilerin Hristiyanlardan gelmiş olması da, âyetteki tasvirle tamamen örtüşmektedir. (bk. Levent Öztürk, "Etiyopya/Tarih", Dİ A, XI, 492-493.)

O dönemdeki bu tavrın, Hristiyanların Müslümanların uzağında, Yahudilerin ve müşriklerin ise yakınında hatta onlarla iç içe olmalarına bağlanması gerektiği, düşmanlık ve sevginin o gün de bugün de din veya dünya adına menfaat ve egemenlik çekişmesinin eseri olduğu, dinin bu konuya herhangi bir etkisinin bulunmadığı ileri sürülebilir. Hatta tarihte ve günümüzde Müslümanlarla Yahudiler, çok tanrı inancına sahip olanlar ve Hristiyanlar arasındaki ilişkilerden bu düşünceyi destekleyen örnekler verilebilir. Bu bakış genel olarak isabetli olsa da, Kur'an'ın amacını ortaya koyma açısından doğru ve yeterli değildir. Kur'an burada çekişme olgusunu açıklamanın ötesinde daha yüksek, daha kapsamlı bir gerekçeye ışık tutmaktadır ki o da şudur:

Düşmanlık ve sevginin asıl gerekçesi, tarafların dinî ve dinî olmayan gelenekleriyle ahlâkî ve sosyal terbiyelerinin sonucu olarak oluşan hâlet-i ruhiyedir. Bu âyette Hristiyanların sevgi beslemelerinin sebebine dikkat çekilmiş, Yahudilerin düşmanlıklarının sebebine ise değinilmemiştir. Çünkü onların hâlet-i rûhiyeleri birçok sûrede açıklanmıştır. Yahudi ve müşrikleri Müslümanlara karşı düşmanca davranmaya yönelten ortak vasıflar arasında kendini beğenmiştik, haddini bilmezlik, ırkçılık, maddeperestlik, sevgi ve şefkat duygularının zayıf oluşu sayılabilir.

Câhiliye Arapları Yahudilere nispetle daha ince duygulu, cömert, diğerkâm ve hürriyete düşkündüler. Âyette Yahudilerin önce anılması bu sebebin yanı sıra, peygamberleri öldürme ve başkalarının mallarını haksız yere yeme alışkanlıklarından dolayı olmalıdır.

Tabii ki her toplumda iyiler ve kötüler bulunur. Burada işaret edilen hususlar İnanç gruplarının toplumsal karakterleriyle ilgilidir. Öte yandan Yahudilerin tek Tanrı inancına sahip olmaları dolayısıyla Müslümanlara Hristiyanlardan daha yakın oldukları düşünülebilir. Fakat Hristiyanlığa sonradan sokulan ve mensupları tarafından da anlaşılıp mâkul bir izaha kavuşturulamamış olan teslis inancının -onların davranışları ve Müslümanlara bakışları üzerinde önemli bir olumsuz etkisi olmamıştır. İnsanları birbirine yaklaştıran veya uzaklaştıran asıl faktör, ahlâkî davranışlar ve âdâb-ı muaşerettir. Hristiyanların Allah inancı konusundaki yanlışlıkları ve sapık düşünceleri ise zaten Kur'an'da değişik vesilelerle eleştirilmiştir. Burada söz konusu olan inançlar değil davranışlardır. (Reşîd Rızâ, Vn, 5-11.)

Bu iki kesimin Müslümanlara düşman olma sebeplerini, âyette Hristiyanlarla ilgili olarak yapılan açıklamadan da anlamak mümkündür. Âyette bunlar hakkında

"Yine, onlar arasında inananlara sevgi bakımından en yakın olanların da 'Biz Hristiyanız' diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü bunların içinde (insaflı) keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar."

buyurulmuştur. Burada önce o dönemde Araplar arasında yaygın olarak bilinen ve gözleme dayanan bir tespite yer verildiği görülmektedir. Zira Hristiyan kesiş ve rahipler Araplar arasında tevazu, hoşgörü ve diğer ahlâkî erdemleriyle, yine mâbedlerin iman için özel çaba sarf etmeleriyle tanınan örnek birer şahsiyet olarak tanınıyorlardı. Nitekim o dönem Arap şiirinde bu hususa vurgu yapan parlak sözler bulunmaktadır. Bünyesinde bu tür insanları barındıran ve onları saygın bir konuma getiren bir toplumun ahlâkî bakımdan kendini düzeltmesi ve dolayısıyla Müslümanlara yakın davranması da tabii olacaktır. (İbn Âşûr, VII/7-9.)

Onların temel özelliğini belirten soyut ifade ise âyetin sonunda yer almıştır ve bu, esasen bütün ilâhî dinlerin temel umdelerinden olan "İnsanın yüce Allah'ın kudreti karşısında kendi küçüklüğünün ve aczinin idraki içinde olması, bu sebeple de bir yandan O'na mutlak biçimde itaat etmesi diğer yandan O'nun yarattıklarına karşı şefkatle muamele etmesi" ilkesinin bir başka ifadesidir. Şu halde âyette, alçak gönüllü olmayı ve kendine kötülük edene bile hoşgörülü davranmayı öğütleyen Hristiyanlığın bu anlayışa diğer dinlere nispetle daha yatkın olduğuna işaret edilmiş olmalıdır. "Ve onlar büyüklük taslamazlar" şeklinde tercüme edilen cümle, "İzan sahibidirler yani ön yargılı davranmayıp karşı tarafı dinlerler" şeklinde de yorumlanmıştır. (Taberî, VII/1.)

Ayrıca âyette, bir toplumda ilâhî buyruk ve yasaklan sürekli olarak inceleyen ve insanlara bu doğrultuda yol gösteren bilginlerin ve kendini Allah'a kulluk etmeye adamış insanların bulunmasına olumlu bir tarzda değinilmiştir. Buradan, -İslâm'da ruhbanlık tasvip edilmemekle beraber- dinin araştırılması ve yaşanmasına destek veren toplumların zihin ve gönüllerini hakikat çağrısına kapatmamış olmaları dolayısıyla gerçeği yakalama şansına daha fazla sahip olacakları anlaşılmaktadır. (Kur'an'ın ruhbanlık yani din adamları, sınıfının oluşturulması konusundaki yaklaşımı hakkında bk. Tevbe 9/ 31, 34; Hadîd 57/ 27.)

(bk. Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/259-262.)

İlave bilgi için tıklayınız: 

Neden yahudiler Müslümanlara bu kadar düşman? Tevratta; "Bir şehre girdiğinizde kadın, erkek, çocuk, yaşlı veya nefes alan herşeyi öldürün." diyor. Bu nasıl olur?

55 Kutsilik nedir? Kutsiler kimler ve özellikleri nelerdir?

Eski kitaplarda sahabelere kutsiler, yani salih evliyalar namıyla işaret edilmiştir.

Tevrat'ta Fâran Dağlarından zuhur eden Peygamber'in sahabeleri hakkında şu âyet var:

"Kudsîlerin bayrakları beraberindedir. Ve onun sağındadır."

"Kudsîler" namıyla tavsif eder. Yani, "Onun sahabeleri kudsî, salih evliyalardır." (Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, s.168)

56 Allah neden dört dine gerek duydu, sadece İslam gelseydi olmaz mıydı?

Her şey bulunduğu ortamda en iyisidir. Fakat genel olarak, bütün eşya içerisinde en iyi ve en güzel olan bir şey vardır.

Mesela, Kur'an-ı Kerim'de insanın ahsen-i takvimde yani, en güzel kıvamda yaratıldığı ifade edilmiştir. Buna göre, diğer mahlukat eksik mi yaratılmış oluyor. Hayır, onlar da kendi alanlarında en güzel mahlukattır.

Misal olarak, güneş kendi alanında en güzeldir. Yani güneş olmazsa insanların hiç birisi yaşayamaz. Ama insan genel itibariyle en güzeldir. Güneş ise, bulunduğu ve icra ettiği iş cihetiyle en güzelidir. Bu örnekleri artırabiliriz. koyun, toprak, meyveli ağaç, melek v.s. bunlar kendi alanlarında en güzel ve mükemmel mahlukattır.

Bu durum da insanın en mükemmel olması, diğer mahlukatın mükemmel olmadığı veya eksik yaratıldığı anlamına gelmemektedir.

Çünkü bu koyunlardan daha güzel bir koyun tasavvur edilmez. Bu deveden daha güzel bir deve, bu Güneş'ten daha güzel bir güneş hayal edilmez. İşte aynen onun gibi, gönderilen semavi kitaplar kendi zamanlarında gönderilmesi gereken en mükemmel kitaplardır.

Nasıl ki, bir ilk okul çocuğuna çarpım tablosunun öğretilmesi, ne eksiktir ne de fazladır. Fakat üniversitedeki öğrenciye çarpım tablosu değil daha ileri dersler verilir. Bunun gibi, Kuran'dan evvel gelen kitaplar, kendi zamanlarının en iyisidir ve o zamanlarda onların gönderilmesi hikmettir, eksiklik değildir. Bu açıdan her peygamber ve ona verilen her vahiy, kendi döenminin en mükemmeli ve en güzelidir.

Ancak tabiri uygun ise, insanlığın tamamı bir kitaptan ve bir peygamberden ders alacak yüksek okul örencileri gibi bir seviyeye gelince Kur'an gönderilmiştir.

Madem ki en yüksek ilim üniversitede veriliyor. Öyleyse üniversitede verilen ilim, ilkokul çocuklarına da verilsin, diyebilir miyiz. İnsanlık da bir eğitim kurumu gibidir. Her devir bu okulun bölümleri gibidir. Bu bölümlerin hocaları da peygamberlerdir.

Hz Âdem (as)’den bu yana insanlık, hocalarından ders alarak sanki üniversite seviyesine gelmiş ve İslam dininin mükemmel derslerini alma kabiliyeti kazanmıştır. Bu nedenle en son ve en mükemmel din en sona bırakılmıştır. İlk okulda da matematiğin özü vardır. Ama ders onların seviyesine göre verilir ve hoca bütün bildiği şeyleri değil de anlayacakları şeyleri anlatır.

İşte diğer peygamberler de insanlığa seviyelerine göre ilim vermiş ve onları yetiştirmiştir. Sonuçta bütün yönleriyle ders alma seviyesine geldikleri için İslam Dini ve Yüce Peygamberi Hz. Muhammed (asm) gönderilmiştir.

- Allah (cc) daha önce göndermiş olduğu İncil ve Tevrat'ın bozulmasına izin verirken neden Kur'an-ı Kerimi korudu? Allah kendi sözlerinin değişmesine neden daha önce izin verdi?

1. Hikmetini anlayamadığımız bazı şeylerde Allah’a bırakmak, imanımızın kemalini ve dinimizdeki sadakatimizi gösterir.

2. Allah’ın yeryüzünde yarattığı şeylerin hepsi bir değildir. Kimini sebeplere bağlar, kimini sebepsiz vasıtasız yaratır. Mesela, insanların hepsi bir anne ve babadan gelirken Hz. Ademi (as) hem anne hem babasız, Hz. İsa (as)'ı babasız, Hz. Havvayı da annesiz yaratmıştır. Demek ki umumi kanunların dışında bazen hususi olarak hareket etmektedir.

Ayrıca ateş yakar, ay ikiye yarılmaz, ağaç yürümez, asa yılan olamaz. Sebepler açısından böyledir. Ancak, Allah’ın izniyle ve muradıyla Hz. İbrahim (as) yanmamış, Ay ikiye ayrılmış, ağaç Peygamberimiz (asm)'in emriyle yürümüş, Hz. Musa (as)'ın asası da yılan olmuştur. 

Yine bazı peygamberler gelmiş, gönderildiği ümmetleri tarafından öldürülmüştür. Ama Hz. Musa, Hz. İbrahim, Hz. Muhammed (asm) gibi bazı peygamberlerini de muhafaza ederek korumuştur.

İşte aynı durum kitaplar için de geçerli olabilir. Diğer kitapların değiştirilmesine müsaade eden Allah, hususi olarak lütfuyla Kur’an’ı Kerim’in değiştirilmesini engellemiştir. Bu sebepten dolayı Kur’an’ın özel koruması altında olduğunu belirtmiştir. Hz İbrahim (as)’i ateşte yakmayıp koruyan Allah, Kur’an-ı Kerimi de değişiklikten muhafaza etmiştir.

Şimdi nefis ve şeytanımız, neden diğer peygamberlerini öldürülmekten korumadı da Hz. İbrahim (as)’i korudu diyemeyeceği gibi, bu konuda da fikir beyan edemeyecektir inşallah.

3. Hz. Âdem (as)'in cennetten çıkarılması olmasaydı, bu kadar insan terakki edemeyecekti. Tohumun ağaç olması için ambardan tarlaya girmesi gibi, İnsanoğlu da Cennet ambarından dünya tarlasına inmiştir. Ta ki ağaç gibi terakki edebilsin.

Bunun gibi diğer kitaplar değiştirilmeseydi, o zaman Kur'an-ı Kerim'in gelmesi söz konusu olmazdı. Onlar değiştirilecek ki Kur’ana yol açılsın. Ancak onların değiştirilmesinden sadece değiştirenler sorumludur.

4. Peygamberimiz (asm)'in diğer peygamberler arasındaki konumu bellidir. Alemlere rahmet olarak gönderilmiş ve peygamberliği belli bir zamana ve belli bir döneme ait olmayıp, bütün zaman ve dönemleri içine alıyor. Hem de insan ve cinlere gönderilmiştir. Diğer peygamberler öyle değildir.

Öyleyse bu Peygamber (asm)'in kitabı da bütün zaman ve mekanları içine alacak şekilde olmalıydı. Eğer değiştirilemez mührü olmasaydı, insanlar bu kitabı da değiştireceklerdi. Bu mühür onu korumuştur.

5. Allah isterse hiçbir kimse ona karşı bir şey yapamaz. İşte Kur’an’ı muhafaza ederek bunu göstermiş oluyor.

İlave bilgi için tıklayınız: 

İslam neden hak dindir?

57 İslamiyet hak din ise, neden dünyada bu kadar çok inkar eden veya başka dinlerden olanlar var?

Önce şunu unutmayalım ki, bu gün bütün dünyada İslam dinine mensup olanların sayısı eğer birinci sırada değilse -ki bu kuvvetle muhtemeldir- ikinci sırada olduğu kesindir. Eğer bir dinin hak olması ona bağlı olanların sayısal çoğunluğuna bağlı ise, bu takdirde en başta hak din olarak kabul edilmesi gereken Hristiyanlık ve İslam dinidir. Bu gün dünyada her üç dört kişiden biri Müslüman’dır. Bu sayısal çoğunluk bile önemli bir hakikatin sinyalidir.

Tarih boyunca hiçbir din dünyanın bütün insanlarını kendine bağlama imkânını bulmuş değildir. Eğer bu nokta nazara alınsa hiçbir dinin doğruluğuna inanmamak gerekir. Böyle bir düşüncenin yanlışlığı ortadadır.

İslam dinini kabul etmeyenler iki gruba ayrılır:

Birinci grup: Leh veya aleyhinde herhangi bir delile dayanmadan İslam dinini kabul etmez. Buna “adem-i kabul” denir. Yani İslam’ın doğru olup olmadığıyla hiç ilgilenmeyen, kendi keyfine bakan, İslam’ı herhangi bir delile dayanarak reddetmek gibi bir arzusu olmadığı gibi, herhangi bir delile dayanarak onu kabul etmek için de hiçbir çaba harcamayı aklının ucundan bile geçirmeyenlerdir. İslam dinini kabul etmeyenlerin büyük çoğunluğu bu tip insanlardır. Bir sorumluluk, bir mükellefiyet getirerek insanların hayatına bir düzen vermeyi ön gören İslam’ı kabul etmekle -akıllarınca- kendi keyiflerini kaçırmak istemezler. İslam’a karşı lakayt kalan bu grup tamamen bir cehaletin kurbanıdır.

İkinci grup: Büyük bir ön yargıyla İslam’a karşı alerji duyan ve lehinde olan hiçbir delile müspet olarak bakamayan, aksine İslam’ın aleyhinde gibi görünen en zayıf ve cılız bir emareyi büyük bir delil olarak sarılan kimselerdir. Bunlar çok az bir gruptur ve hiçbir zaman ön yargıdan uzak, gerçek ilmî ve aklî delillere dayanarak İslam’ın hakikatlerini çürütememişlerdir ve çürütemezler de. Aksine tarih boyunca ilmî ve aklî muhakemeyle İslam dinine giren binlerce gayri müslim söz konusudur. Günümüzde bile İslam’dan sonra evrensellik davasında bulunan Hristiyan dinine mensup -yüzlerce bilim adamı ve din adamının da içinde bulunduğu- binlerce insan İslam’a girmiş ve girmeye devam etmektedir. 

Konuyla ilgili Bediüzzaman’ın tespitleri de bize ışık tutmaktadır

Bediüzzaman’a göre, evrensel bir din ve bütün meselelerini akla tespit ettiren İslam’ın ve Kur’an’ın şimdiye kadar bütün dünyaya yayılmasını engelleyen sekiz engel vardı. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1. Yabancıların / gayri müslimlerin cehaleti. Ehl-i kitaptan olanlar bile çok cahil oldukları için ak ile karayı birbirinden fark edemiyorlardı.

2. Bunların aynı zamanda medeniyetten uzak çok bedevî bir hayat yaşıyor olmaları. Bu sebeple İslam medeniyetinin güzelliğini anlamaktan çok uzak bulunuyorlardı.

3. Özellikle Ehl-i kitap olanların dinlerine körü körüne bağlanmış bir taassup içinde bulunmaları. Bu bağnazlık İslam’ın hakikatlerini görmelerine perde olmuştu.

4. Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri. Bu zorbalık halkın özgürce mantık yürütmelerine ve bir tercih yapmalarına imkân vermiyordu.

5. Halkın bu papazları ve ruhanî reisleri körü körüne taklit etmeleri. Halkın akıllarını onların cebine koymaları, başka yerde de bir hakikatin olabileceği ihtimalini düşünmeye fırsat vermiyordu.

6. Müslümanlarda bulunan ferdî, içtimaî tahakküm ve istibdat. Bu istibdat İslam ve Kur’an medeniyetinin güzelliklerini despotça törpülüyor ve yabancıların nazarında hoş olmayan bir manzaranın oluşmasına sebep oluyordu.

7. Yine Müslümanlarda -Kur’an’a muhalif hareketlerden- meydana gelen türlü türlü ahlaksızlık. Bu gayr-ı İslam ahlak, İslam güneşinin cazibesini kırıyor ve bir kara bulut misali o parlak güneşin akıllara yansımasına büyük bir engel oluşturuyordu.

8. Sekizinci mani, genel olarak Kur’an’ın bazı meselelerinin fen bilimleriyle ispatlanmış bazı gerçekler arasında çelişkinin olduğu vehminin varlığıydı. Bu hatalı vehim sebebiyle birçok fen bilimcisi, İslam’dan uzak kalarak vahim bir hataya imza atıyordu.

Bediüzzmana’a göre, birinci, ikinci, üçüncü mâniler, mârifet ve medeniyetin güzellikleriyle kırıldı ve dağılmaya başlıyor.

Dördüncü ve beşinci mâniler ise,  insanlık camiasında hürriyet fikri ve taharrî-i hakikat/hakikati araştırıp bulma meylinin ortaya çıkmasıyla, zeval bulmaya başlıyor.

Altıncı, yedinci mâniler de istibdadın kırılması ve kötü ahlakın çirkin yüzünün görülmeye başlamasıyla bertaraf olacaklardır. Evet, bir şahıstaki münferit istibdat kuvvetinin şimdi zeval bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdatlarının otuz kırk sene sonra zeval bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ve sû-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mâni de zeval buluyor ve bulmaya başlamış. İnşaallah tam zeval bulacaktır.

Sekizinci mâni ise; Kur’an’ın -doğru algılanan- hakikatleri ile müspet bilimin -doğru anlaşılan- yeni keşifleri arasında hiçbir çelişkinin olmadığının ortaya çıkmasıyla tartışma sahnesinden silinmeye mahkum olacaktır. Eskiden  fen ve felsefeciler İslam’ın gerçeklerini bilmedikleri için İslâmiyete muarız çıkmışlar. Şimdi ise bu tablo tamamen değişmiş bulunuyor.

“Hattâ Risale-i Nur, Mucizat-ı Kur'âniye risalesinde, fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında Kur'ân'ın bir  i'câz parıltısını gösterip,  fencilerin medar-ı tenkit zannettikleri Kur'ân-ı Kerîm'in cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhar edip en muannit filozofları dahi teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir. Ve baksın”

“İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur'âniye ve imaniye olacaktır… Çünkü, biz Kur'ân şakirtleri olan Müslümanlar, burhana tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle imanın hakikatlerine giriyoruz. Başka dinlerin bazı mensupları gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı aklîye / aklî delillere istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur'ân hükmedecek.” (Hutbe-i Şamiye).

İlave bilgi için tıklayınız:

Materyalistlerin, inkârcıların, din ve mukaddesat hakkındaki propaganda...

İslam dininin bütün insanlığa rahmet olduğu söylenmektedir...

58 Peygamberimiz için söylenen, sen olmasaydın kâinat yaratılmazdı, anlayış Hristiyanlıktan geçmiş olabilir mi?

- Önce şunu belirtelim ki, hem Hz. İsa hem de Hz. Muhammed için aynı ifadelerin kullanılması bir çelişki değildir. Çünkü bu ifadelerde “dünyanın yalnız falanca için yaratıldığı” şeklinde bir tahsis yoktur.

Bununla beraber, Hz. İsa hakkında kullanılan ifadeler, Allah veya Hz. İsa tarafından kullanılmamıştır. Onun tabileri olan bazı insanlar (Pavlus) tarafından söylenmiştir. Bu husus ilgili ifadeden çok rahatlıkla anlaşılmaktadır.

Bu sebeple, bu alelade insanların söylediği söz ile bir peygamberin söylediği sözler arasında fark vardır ve bu iki sözün katma değeri de ona göredir.

- Peygamberimiz için rivayet olduğu söylenen “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” ifadesinde “tanrılaştırma” diye bir şey söz konusu değildir.

Evet, hadis otoritelerine göre bu rivayetin sağlam bir aslı yoktur. Fakat, manası sahihtir. (bk. Aclûnî, 2/164; bk. Leknevî, el-âsaru’l-merfua, 1/44)

 - Deylemî, İbn Abbas (r.a.)’tan merfu hdis olarak şunu rivayet etmiştir:

"Cibril bana geldi ve dedi ki: Ya Muhammed! Sen olmasaydın cennet yaratılmazdı, sen olmasaydın nâr (cehennem) yaratılmazdı." (Kenzu’l-Ummal, h. no: 32025). Bu hadis yukarıdaki hadisin manasını desteklemektedir.

- Hadisin manasını, bütün her şeyin sırf Hz. Muhammed(a.s.m)’in şahsı için yaratıldığı şeklinde anlamak yanlıştır. Anlatılan hususu şu iki noktadan değerlendirmek gerekir:

Birinci nokta:  Değer bakımından bütün kâinatın merkezinde oturan hayattır. Hayatın merkezinde ise, şuur vardır. Şuurlu varlıklar arasında ise, en değerli varlık insandır. İnsanlığın merkezinde en nuranî şahsiyet ise, bütün kâinatın iftihar tablosu olan  Hz. Muhammed’dir (a.s.m). Hadiste, insanların bu değerli konumu, onların en büyük temsilcileri olan Hz. Muhammed(a.s.m)’in eşsiz şahsiyetiyle vurgulanmıştır.

İkinci nokta: Kâinatın yaratılış gayesi, yüce yaratıcının varlığı ve birliğini tanıtmak ve onun hak mabud olduğunu gönüllere nakşetmektir. Özellikle şuurlu varlıktan cinlerin ve insanların sırf bu görevle yükümlü tutulduğunu “Ben cinleri ve insanları sırf beni tanıyıp yalnız bana ibadet / kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 50/56) mealindeki ayetten anlamaktayız.

 Allah kendini özellikle şu iki kitapla tanıtmak istemiştir:

a. Ontolojik vahyin eseri,  hârika bir nizam ve âhengin örgüsü olan kâinat kitabı.

b. Diğeri ise, bu kâinat kitabının ezelî bir tercümanı ve tefsiri olan ve bütün semavî kitapların esaslarını ihtiva eden Kur’an-ı kerim.

İşte gerek kainat kitabı olsun, gerekse Kur’an olsun, Hz. Muhammed (a.s.m) gibi bir muallim olmaksızın, tamamen anlaşılmasının mümkün olmadığı bir gerçektir. Halbuki, anlaşılmaz bir kitap -ne kadar güzel olursa olsun- onu anlatan, açıklayan bir muallimi yoksa, o kitabın manasız bir tomar kağıttan farkı kalmaz.

İşte hadiste, Allah’ın en büyük tarifçisi/tanıtıcısı olan bu iki kitabın yegâne muallimi olan Hz. Muhammed (a.s.m)’in “şahsiyet-i Muhammediye” denilen bu unvanı dikkatlere sunulmuştur. Bu açıdan bakıldığında, her şeyin şahsiyet-i Muhammediye için yaratıldığını söylemekte bir sakınca yoktur. Bu sebeple, ortada şaşkınlığa yol açan bir durum söz konusu değildir.

- Şunu da hemen belirtelim ki, Hz. İsa’nın bu maksatlara hizmeti pek fazla görünmemektedir. Bilakis, Sorudaki sözün sahibi olan Pavlus’un Hristiyanlık dinine soktuğu teslis akidesi, Allah’ın bu maksadına tamamen terstir. Ne ilgili İnciller’de ne de Kitab-ı Mukaddes’in herhangi bir tarafında Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu hakikatleri görmek mümkündür.  Hz. Muhammed’in gerek Kur’an  lisanıyla gerekse hadislerinde kâinatı konuşturarak Allah’ın celal ve cemal sıfatlarını öyle bir şekilde ortaya koymuş ki, bunu gören her vicdan sahibi, onun diğer peygamberlerden çok üstün ve pek özel olduğunu tasdik edecektir.

Demek ki, böyle bir sözün muhatabı olsa olsa Hz. Muhammed olur.

İlave bilgiler için tıklayınız: 

Levlake hadisi olarak bilinen "Sen olmasaydın, ey Habîbim, ... Kaynağı var mıdır?

59 İslamiyet'ten önce yaşayan Yahudilerin ve Hristiyanların imanları geçerli midir?

- Âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, Hz. İsa ile Hz. Muhammed (a.s.m) arasında kalan zaman dilimine "Fetret Devri" denir. Bu devirde yaşayan insanlar -bir peygamberin tebliğine muhatap olmadıkları için- ehl-i necattır/kurtulurlar.

- Ehl-i kitap ise, o zaman da kendi dinlerinden sorumludur. Onlardan yanlış yapanlar ceza, doğru hareket edenler ise, mükâfat görürler.

Bazı âlimler, bir kısım rivayetlere de dayanarak şu görüşleri belirtmişlerdir: Yahudiler, Hz. Musa’ya iman edip onun diniyle amel etmeleri halinde kurtulurlar. Ancak, Hz. İsa geldiği zaman Ona iman etmeyen, onun dininde olmayan prensipleri takip etmeleri durumunda riske girmiş olurlar. Hristiyanlar da Hz. İsa’ya bağlı oldukları sürece kurtuluşa ererler. Ancak, Hz. Muhammed (a.s.m) geldiği zaman, artık ona bağlanmak zorundadırlar. Onun diniyle amel etmedikleri takdirde, onlar da risk altına girmiş olurlar.(bk. Taberi, Bakara, 62. ayetin tefsiri)

- İbn Kesir de bu konuda şu bilgilere yer vermiştir:

Kullar tarafından işlenen bir amelin makbul olmasının iki şartı vardır: Birincisi: Yapılan işin ihlasla, sırf Allah rızası için yapılmış olması. İkincisi, yapılan işin Hz. Muhammed (a.s.m)’in şeriatine uygun olması. Dolayısıyla,  bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiş olan Hz. Muhammed (a.s.m)’e iman etmeyen, onun  getirdiği İslam dinine uymayan bir iş ihlasla da yapılsa makbul değildir. Nitekim, Müslim’in rivayetine göre, Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur: “Bizim getirdiğimiz dine uymayan her amel reddedilir.” (İbn Kesir, Bakara, 113. ayetin tefsiri).

- Bununla beraber, bir nevi fetret dönemine girmiş son iki-üç asırda yaşayan insanların durumu hakkında farklı görüşler seslendiren alimler de vardır. Burada asıl ölçü,

 “...Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz.” (İsra, 17/15)

mealindeki ayet olmalıdır. Kimin bu ayetin neresinde olduğunu Allah bilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Fetret ehlinin, yani İslam'dan haberi olmayanların sorumluluğu var mıdır?

60 Misyonerlere karşı tavrımız nasıl olmalıdır ?
61 Bütün semavi dinlerin (Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam) aslı Hz. İbrahim'in Hanif dini midir?

"İslam" kelimesi bir çok anlamda kullanılmaktadır. Bununla beraber Peygamberimize (asm) gönderilen dinin özel adı da İslam'dır. Bu bakımdan Peygamberimize (asm) gönderilen din ile Hz. İbrahim (as)'in dininin ismi farklıdır. Bu dinlerin isimleri farklı olsa da temel konularda aynıdır. Ancak teferruat da farklı olabilmektedir.

Hz. Âdem (as)’den Peygamber Efendimize (asm) gelinceye kadar, bütün peygamberler hak dini tebliğ etmişlerdir. Dinin temeli olan îman esasları hep aynı kalmıştır. Fakat şeriat dediğimiz, ibadet ve dünyaya ait işlerde Hz. Âdem (as)’den Peygamberimize (asm) kadar her devrin icaplarına, insanların ihtiyaçlarına göre bazı hükümler değişerek gelmiştir. Cenab-ı Hak her devrin insanının yaşayışını ve menfaatini gözeterek her ümmete ayrı bir şeriat göndermiştir. Mâide Sûresinin 48. âyetinde bu hususta şöyle buyurulur:

“Sizin her biriniz için Biz bir şeriat ve açık bir yol tayin ettik.”

Bediüzzaman da bu meseleyi şöyle izah eder:

“Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiya’dan (a.s.m.) sonra şeriat-ı kübrası (büyük şeriatı) her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır.” (bk. Sözler, Yirmi Yedinci Söz, s. 480)

Meselâ, Yahudiler ancak havralarda, sinagoglarda, Hristiyanlar sadece kiliselerde ibadet edebilirlerken, biz Müslümanlar her yerde namaz kılabiliyoruz. Yine sığır ve koyun gibi hayvanların iç yağları Hz. Musa (as)’nın şeriatında haramken, bizim dinimizde helâldir.

Hanif dini Hz. İbrahim (as) tarafından temsil edilen tevhid esasına dayalı hak dindir.

"Hanîf" kelimesine lügat itibâriyle çeşitli mânalar verilmişse de, genellikle kabul edildiğine göre "hakka ve doğruya yönelen, istikamet üzere bulunan kimse" demektir. İslâm literatüründe ise câhiliye döneminde her türlü sapıklıktan ve putperestlikten yüz çevirerek hakka yönelen, Hz. İbrahim (as)'in dinine tâlip olarak yalnız bir Allah'a inanan kimseler için ad olmuştur.

"Hanîf" kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de tekil olarak "hanîf" şeklinde on yerde, çoğul olarak "hunefâ" şeklinde ise iki yerde kullanılmaktadır. Bu âyetlerin sekizinde hanîf kelimesi, Hz. İbrahim (as)'le ilgili olarak zikredilmiştir. Meselâ şöyle buyrulur:

"'Yahudi ve Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız.' dediler. (Ey Habîbim), 'Bilâkis biz, doğruya yönelmiş (Hanîf) olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız.' de!" (Bakara, 2/135),

"İbrahim, ne bir Yahudi, ne de bir Hristiyandı. Ama doğruya yönelen (Hanîf) bir Müslümandı ve müşriklerden de değildi." (Al-i İmrân, 3/67).

Cenâb-ı Hak, Peygamber Efeandimize (asm) Hanîf olan İbrahim dinine tâbi olmayı, yani onun yolunu devam ettirmeyi şöylece emretmiştir:

"İbrahim, şüphesiz Allah'a boyun eğen ve O'na yönelen (hanîf) bir önderdi; puta tapanlardan değildi."

"Şimdi (ey Habîbim!) sana doğruya yönelmiş (hanîf) olan ve puta tapanlardan olmayan İbrahim'in dinine uy!' diye vahyettik." (Nahl, 16/120, 123).

Bu sebeple Hanîflik, İslâm için dahi kullanılmış ve samimi, ihlâslı bir Müslümana da "hanîf" vasfı verilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Ben, müsâmahakâr hanîf dini (el-Hanîfıyye es-Semha) ile gönderildim."  (İbn Hanbel, V/266. Ayrıca bk. Buhârî, İmân, 29; Tirmizî, Menâkıb 32, 64; İbn Hanbel III/442).

Peygamber Efendimizin (asm) nübüvvet ile görevlendirilmeden önce Arap Yarımadası'nda putperestliğin hâkim olduğu ve insanlığın dalâlet içerisinde bulunduğu cahiliye döneminde putlardan ve her türlü sapıklıktan yüz çevirerek, Hz. İbrahim (asm) dini olan Hanîfliğe tâbi olmuş, hakka yönelerek hak dinin arayışı içerisine girmiş kişiler, çok az da olsa mevcut idi. İslâm tarihi kaynakları bunların bir kısmından ve faâliyetlerinden bahseder. Meselâ bunlardan birisi Varaka b. Nevfel idi.

İlave bilgi için tıklayınız:

HANÎF DİNÎ.

62 İslam Dininin, tanrı inancı olan diğer dinlere karşı üstünlüğünü açıklar mısınız?

İslam’ın diğer semavî dinlere karşı üstünlüğünü ortaya koymak için, özel bir çalışma ve örnekleriyle ortaya koyacak bir araştırmaya ihtiyaç vardır. Bu sebeple, burada konuyu geniş bir yelpazede inceleme imkânımız yoktur. Yalnız birkaç madde halinde İslam dininin üstünlüğüne işaret etmekle yetineceğiz. Zaten arif olana işaret yeter.

- İslam dini diğer semavî dinlerin bütün meziyetlerini içine almıştır.

- Diğer semavî dinlerin çok özet halde ortaya koydukları iman esasları, İslam dininde bütün detaylarıyla ortaya konmuştur.

- Allah’ın birliği / tevhit inancı İslam’da çok geniş mertebeleriyle aklın gözüne gösterilmiştir.

- Diğer semavî dinler genellikle birer kavim ve kabileye hitap ederken, İslam dini evrensel karakteriyle bütün insanlara ve cinlere hitap etmektedir.

- Kur’an’ın ahkâmı, dünya ve ahiret hayatını içine alacak şekilde düzenlenmiştir.

- Diğer semavî dinlerde ahiret inancı -o zamanın anlayışına uygun olarak- çok kısa, âdeta işaret nevinden bahse konu edilmiştir. Oysa Kur’an’da, yüzlerce misal verilerek, hem akıl, hem kalbi, hem de değişik duyguları tatmin edecek bilgilere yer verilmiştir. (Haşre dair bir ayeti tefsir eden Risale-i Nur Külliyatı'ndan Onuncu Söz, bu konuda eşsiz bir belgedir.).

- Diğer peygamberlerin mucizeleri hissî / göze hitap eden, mevziî, lokal ve belli bir zaman dilimiyle sınırlı olmalarına mukabil, İslam Peygamberi (asm)'in en büyük mucizesi olan Kur’an, aklî, zaman ve mekân üstü özelliğiyle kıyamete kadar tesirini icra edebilecek bir konumdadır.

- Diğer semavî dinlerde ilmî meselelere çok az yer verilirken, İslam’da / Kur’an’da, değişik fen bilimleri tarafından ispatlanmış gerçeklere on dört-on beş asır önce parmak basılmış ve Kur’an’ın ayrı bir mucizesinin yansıması olarak ortaya konmuştur.

- Diğer semavî kitapların aksine, Kur’an Allah’ın özel koruması altına alınmıştır. Çünkü Kur’an, a’dan z’ye, Allah’ın kelamıdır. Diğer hususları buna kıyas edebilirsiniz.

63 İslam dininin sembolü, simgesi, parolası, alameti nedir?

Şiar, Allah'a kulluk etmeye vesile olan, saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet, işaret ve semboller anlamında bir terimdir.

Sözlükte "bilmek, hissetmek" anlamındaki şi'r (şa'r) kökünden türeyen şiar (şaî-re, çoğulu şeâir) "ayırıcı özellik, nişan, alâmet, sembol" manasına gelir. Şiâre ve meş'ar kelimeleri de aynı anlamdadır.

Bu çerçevede bayrak ve sancak gibi temsil özelliği taşıyan şeylere veya askerlikte kullanılan parolalara da şiar adı verilmiştir.

Dinî terminolojide Allah tarafından vazedilen, O'na kulluk etmeye vesile olan, saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet, işaret ve semboller şiar kabul edilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de şiar kelimesi geçmemekle birlikte "dinin gerçekleştirilmesini emrettiği hususlar" anlamındaki şaîrenin çoğulu olan şeâir, hac ibadetinin konu edildiği dört yerde Allah kelimesine muzaf olarak zikredilir. Bu âyetlerde hac veya umre münasebetiyle aralarında yürünen Safa ve Merve ile kurban edilecek hayvanların Allah'ın koyduğu dinî simgelerden olduğu (Bakara, 2/158; Hac, 22/36), söz konusu simgelere saygısızlık edilmemesi gerektiği ve bunları yüceltmenin Allah'a bağlılıktan kaynaklandığı (Mâide, 5/2; Hac, 22/32) belirtilmektedir.

Başka bir âyette hacıların Arafat'tan sonra gittikleri mekâna (Müzdelife) "meş'arü'l-harâm" (ibadet yeri) denilerek, burada Allah'ın çokça anılması istenmektedir. (Bakara, 2/198)

Hadislerde, Câhiliye döneminde uygulandığı için ashaptan bazılarının önceleri Safa ile Merve arasında sa'y etmekte tereddüt gösterdikleri, ancak Bakara sûresinin 158. âyeti indikten sonra bunu yerine getirdikleri bildirilmektedir.(Buhârî, Hac, 79-80; Tirmizî, Tefsîrü'l-Kur'ân, 2)

Yine hac ibadeti sırasında yüksek sesle söylenen "telbiyenin (Lebbeyk Allahümme lebbeyk...)" demenin haccın şiarlarından sayıldığı haber verilmekte (Müsned, II, 325; V, 192), Hz. İbrahim'den gelen dinî bir gelenek olduğu için haccdaki uygulamalara devam edilmesi emredilmekte (İbn Mâce, Menâsik, 55; Nesâî, Menâsik, 202), ayrıca Müzdelife'deki mekânın meş'ar-i haram olduğuna dair rivayetler yer almaktadır. (Müsned, 1, 298; Müslim, "Hac", 148; Ebû Dâvûd, "Menâsik", 56)

Şeâir kelimesi naslarda daha çok hac ibadetinin rükün ve unsurlarıyla ilişkili iken daha sonra tefsir kaynaklarında ve dinî literatürde muhtevası genişletilerek ibadete, saygı ve tazime konu olan davranış ve sembollerin bütününü kuşatan bir terim şeklinde kullanılmaya başlanmış, hacda somut formlar halinde öne çıkan mekân, nesne ve uygulamaları tasvir için kullanılan terim dinin temelini oluşturan esasları da içine almıştır. Nitekim Zeccâc'ın şeâir tanımlaması bu yöndedir. (Lisânü'l-'Arab, "şiar" md.)

İmam Mâtürîdî konuyla ilgili âyeti tefsir ederken "şeâirullah" kavramına bütün farzların veya genel olarak dinî konuların girdiği şeklindeki anlayışlara temas eder. (Tevilâtü'l-Kur’ân, IV, 134)

Fahreddin er-Râzî de bir anlama göre Allah'a kulluk işareti taşıyan her şeyin tek ibadetle sınırlı kalmayıp şeâir kapsamına girdiğini söyler. (Mefâtîhul-ğayb, IV, 177; XI, 128)

Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, şeâirin alanını daha da genişleterek ibadetlerin yanında Allah'ın kendine has kıldığı ve manen O'na yaklaşma vesilesi yaptığı, duyularla algılanabilen dinî sembolleri de bu terim içinde kabul eder. Buna göre en büyük dört şiar Kur'an, Kabe, Peygamber ve namazdır. Bunlara saygı göstermek Allah'a saygı göstermek, saygısızlıkta bulunmak O'na saygısızlık yapmak hükmündedir. (Hüccetullâhi'l-bâliğa, I/206-209)

Elmalılı Muhammed Hamdi şeâirin bazen ibadetin kendisiyle, bazen da ibadet edilen yerle ilişkili olabileceğini belirtir; bu bağlamda haccın rükünleri yanında ezanı, cemaatle namazı, cuma ve bayram namazlarını, hatta camileri ve minareleri de dinin şiarları arasında sayar. (Hak Dini, I/554; bk. DİA İslam Ansiklopedisi, Şiar md.)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de şeairin, âdeta toplumun tamamını ilgilendiren birer ibadet olduğunu söyler. Birinin yapmasıyla o toplum tamamen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de bütün Müslümanlar sorumlu olurlar.  Bu noktadan konuyu değerlendirdiğimiz de, bunları yapmakta herhangi bir gösteriş ve riya söz konusu olamaz. (bk. Lem'alar, On Birinci Lem'a)

Sonuç olarak, Dinin topluma ve sosyal hayata bakan yönlerine "İslam alametleri" denilebilir.

Buna göre, iman alameti olan kelime-i tevhit ve kelime-i şahadet; Allah’ı zikretmek anlamında besmele, hamdele, salvele, tekbir, tahmid, tehlil gibi zikir ifade eden kelimeler; namaz, oruç, hac, zekât, kurban, cuma, cemaat gibi ibadetler; cami, minare, sarık, başörtüsü/tesettür gibi alametler; bayram, ezan, selam gibi adetler de “İslam alametleri/sembolleri/simgeleri” sayılırlar.

Özetle, bize Allah’ı, Kur’an’ı, Peygamberi, İslamiyeti, Müslümanlığı hatırlatan her şeye şeair denilebilir.

64 Bir Müslümanın, farklı din ve inançlara sahip kişilerin inançlarıyla alay etmesi günah mıdır?

Konuyla ilgili ayet-i kerime şöyledir:

"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri giderek Allah'a sövmesinler..." (En'am, 6/108)

Zemahşerî, âyetteki "sebb" kelimesini genel olarak "eleştiri" mânasına alarak, normal şartlarda yanlışlıkları ve kötülükleri eleştirmenin bir görev olduğu­nu, ancak eğer eleştiri eleştirilen durumdan daha zararlı ve yıkıcı sonuçlara yol açacaksa, bundan kaçınmanın da bir görev olduğunu belirtmektedir. (Keşşaf, II, 23).

Bu­nunla birlikte, birçok müfessirin de kaydettiği gibi, "sebb" kelimesi "şetm" yani "ter­biye ve nezaketle bağdaşmayan çirkin sözler" demektir. Yanlış yolda olanları eleş­tirmek, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ortaya koymak zorunlu olmakla birlik­te; âyete göre, bunu hakaret, sövüp sayma gibi İslâm ahlâkının hilim, edep ve ne­zaket kurallarıyla bağdaştırılması mümkün olmayan bir üslûpla yapmak caiz de­ğildir. Nitekim âyette hitabın, Hz. Peygamber (asm)'e değil de diğer müminlere yönel­tilmiş olması da bunu gösterir. Çünkü sövüp sayma zaten Resûlullah (asm)'ın ahlakıyla bağdaşmadığı için, ona böyle bir uyarıda bulunulmasına gerek yoktur.

Bu âyete göre başkalarına, onların inançlarına ve kutsal saydıkları değerlere hakaret etmek İslâmî edep ve ahlâkla bağdaşmadığı gibi, İslâm'ın izzetine de za­rar getirir. Esasen, Râzî'nin de belirttiği gibi (Tefsir-i Kebir, XIII, 139), müşrikler putlara tapmakla birlikte Allah'a da inanıyorlardı. Bu yüzden durup dururken O'na hakaret etmeleri düşünülemez.

Şu halde bazı Müslümanların müşrikler ve inançları hak­kındaki ölçüsüz sözleri onları taşkınlığa sevketmiş; doğrudan doğruya Allah'a sövmek maksadıyla olmasa bile, öfkeye kapılarak Müslümanların kutsal inançları­na sövüp saymaya kalkışmışlardır. Bu âyette Müslümanların bu durumlara imkân verecek söz ve davranışlardan kaçınmaları emredilmektedir.

Ayette İslâm'ın teb­liğ ve davet metoduna da işaret vardır. Buna göre bizim gibi başkalarının inanç ve kanaatleri de onlara göre değerlidir. Diyalog ve ikna etmenin yolu saygı ve neza­ketten geçer. Hakaret ve küfür ise, sadece muhatabın düşmanlık duygularını kabar­tır; inatlaşma, sertleşme ve giderek çatışmaya yol açar.(Kur’an Yolu, Diyanet Tefsiri: II/358-359)

65 Dinin isminin önemi nedir?

Din: Allah'ın, insanlara peygamberleri aracılığı ile gönderdiği bir sistemdir.

Öncelikle belirtelim ki Hak din, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (as) ile başlamıştır. Esas itibariyle hak dinin temel prensiplerinde değişiklik yoktur. Fakat kabiliyetlerin, zaman ve mekânın, sosyal şartların değişmesine ve gelişmesine bağlı olarak ibadet şekilleri ve bazı hükümlerde değişiklikler olmuştur. Peygamberlerin getirdiği esaslarla fikirler geliştikçe, medeniyet ilerledikçe Allâh (c.c) peygamberleriyle ortaya koyduğu dinlerini de tekamül ettirmiştir. Bu tekâmül, sahifeler halinde başlayan ilahi kitaplar, Tevrat ve İncil'den sonra, kıyamete kadar sürecek olan sonsuz mucize Kur'an-ı Kerim'le noktalanmıştır.

Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan ve temel esaslarında aynı olan ilahi dinler, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile son bulmuştur. Gönderilen peygamberlerin sayısı konusunda Kur'an-ı Kerim'de herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Kur'an-ı Kerim'de yalnız yirmi beş peygamberin adı zikredilir: Âdem, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, İlyas, El-Yesa', Zül-Kifl, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa ve Muhammed (hepsine selâm olsun).

Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur:

"Daha önce bazılarını sana anlattığımız, bazılarını da anlatmadığımız peygamberler gönderdik. Allah Musa ile bizzat konuştu." (Nisâ, 4/164).

Peygamberlerden beş tanesi getirdikleri tevhîd dininin yerleşmesi için büyük sıkıntı ve cefalara katlanmaları, üstün irade ve fazîletleri sebebiyle Ulûl-azm peygamber sayılmışlardır. Bunlar; Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed'tir. (bk. Ahzâb, 33/7).

Kendilerine peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmet bulunmadığı Kur'an-ı Kerim'de açıkça beyan edilmiştir. (Fâtır 35/24; Nahl 16/63; Yunus 10/47). Dolayısıyla İlk peygamber Hz. Âdem (a.s.)'den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'e kadar yüz binlerce peygamber gelip geçmiştir. (Müsned 5/265-266; İbn Hibbân,Sahîh, 2/77)

Hz. Âdem (a.s.)'den Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'e kadar gelen bütün peygamberler insanlara Allah'ın birliği inancını tebliğ etmişler ve Allah'a nasıl ibadet edileceğini öğretmişlerdir. Hz Âdem'den Hz Muhammed (s.a.v.)’e kadar gelen dinlere "semavi dinler", "hak dinler” veya "İslam" denmiştir. Zira İslâm kelimesi ve türevleri genel olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'den önceki semâvî tevhid dinleri ve mensupları için de kullanılmıştır. Çünkü vahy'in kaynağı bir olup, O da yüce Allah'tır. O'na ve peygamberlerine "tabi ve teslim olma" niteliği önceki dinlerde de vardır. Kur'an-ı Kerîm'de bununla ilgili pek çok âyet- i kerîme vardır.

Cenâb-ı Hak (c.c.) Nûh (a.s)'a vahyettiği gibi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e de vahyettiğini bildirmiş (en-Nisâ, 4/163), Hz İbrahim ve ondan sonra gelen bazı peygamberleri ve mensuplarını "Müslüman" olarak nitelemiştir.

"Bir zaman Rabbi ona: 'İslâm ol' dediğinde, İbrahim: 'Âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.' demişti. İbrahim İslâm ümmetinden olmayı oğullarına da vasiyet etti. Ya'kub da onu tavsiye ederek: 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. O halde sizler sadece Müslümanlar olarak can verin.' dedi. Yoksa siz Yakub'a ölüm geldiği sırada yanında mı bulunuyordunuz? O zaman o, oğullarına: 'Benden sonra neye tapacaksınız?' demiş, oğulları da: 'Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek ilâha kulluk edeceğiz. Bizler ona teslim olduk.' demişlerdi." (Bakara, 2/131-133).

Şu ayet-i kerîmede peygamberlerin mesajının temelde bir ve aynı olduğu ve bunun da İslâm'dan ibaret bulunduğu şöyle ifade buyrulur:

"Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa'ya ve İsa'ya verilen ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene iman ettik. Onlar arasında bir ayının yapmayız, biz de Allah'a teslim olanlarız, deyin" (Bakara, 2/136).

Ancak daha sonra Yahudi ve Hristiyanlık dininin bozulduğu ve mensuplarının şirke düştükleri bir önceki ayette şöyle anlatılır:

"Kitap ehli: ‘Yahudi ve Hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız’ dediler. Ey Muhammed! De ki: ‘Hayır biz bâtılı bırakıp hakka yönelen İbrahim'in dinine uyarız O, Allah'a ortak koşanlardan değildi’." (Bakara, 2/135).

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in tebliğ ettiği İslâm dini, İslam dininin tekâmül etmiş en son halkasıdır. Allah tarafından getirdiği Kur'an-ı Kerim, bütün insanlığa seslenen Allah'ın son kitabıdır. Onun için mutlak olarak “İslam dini” denilince Peygamberimiz Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği din kast edilir.

Bütün insanlığa hitabeden İslam dini, mutlak irade sahibi Allahu Teâlâ tarafından en mükemmel düzeye ulaştırılmıştır:

"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim." (Maide,5/3).

Kendi devirlerindeki toplum ihtiyaçlarını karşılayan önceki semâvî dinler ve İlahi vahye dayandığı halde insanların eliyle tahrif edilen ilahi kitaplar, Kur'an-ı Kerim'in gelişiyle yürürlükten kaldırılmış Kur’an-ı Kerim onların yerini almıştır.

Biz Müslümanlar, peygamberlere gönderilen kitapların hepsine inanıyoruz. Kur'an-ı Kerim son ilahî kitaptır. Ondan sonra başka kitap gelmeyecektir. Kur'an-ı Kerim'in hükümleri kıyamete kadar geçerli olacak, değişmeyecektir. Kur'an-ı Kerim, bütün insanlığa gönderilen bir kitaptır. Her asrın ihtiyaçlarını karşılayacak hakikat ve hikmetlerle doludur. Yine inanıyoruz ki Peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusu, bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'dir.

Peygamberlik müessesesini kökten kabul etmemek veya herhangi bir peygamberin nübüvvetini inkâr da küfürdür. Bu yüzden diğer peygamberleri kabul etmekle birlikte Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'i Allah'ın (c.c.) elçisi olarak kabul etmeyen Yahudiler, yine Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini tanımayan Hristiyanlar küfre düşmüşlerdir.

Ayrıca peygambere ilâhlık isnat etmek de küfürdür. Nitekim Hristiyanlar Hz. İsa (a.s.)'nın Allah olduğunu söyledikleri için kâfir sayılmışlardır (bk. Mâide 5/17, 72).

"Yahudiler; ‘Uzeyr Allah'ın oğludur’ dediler. Hristiyanlar da: ‘Mesih (İsa) Allah'ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkârcıların sözlerini taklit ediyorlar." (Tevbe, 9/ 30).

Hz. Meryem'in doğuşundan, İsa (a.s)'yı mucizevî bir şekilde dünyaya getirişine kadar ki olaylar, Kur'an-ı Kerim'de ayrıntılı olarak yer almaktadır. Bunun bu kadar geniş ele alınmasının sebebi, Yahudi ve Hristiyanların sapıttıkları temel meselenin, gerçek yüzüyle açıklığa kavuşturulmasıdır. Allahu Teâlâ, İsâ (a.s)'ın dünyaya gelişi ve kendini daha beşikte iken kavmine takdim edişini zikrettikten sonra; "İşte Meryem oğlu İsa budur. Hakkı söylemiştir. Ne var ki, Yahudi ve Hristiyanlar bunda ihtilaf etmişlerdir." (Meryem, 19/34) buyurmaktadır.

İsa (a.s)'ın durumunu Allahu Teâlâ, Âdem (a.s)'ın durumuna benzetmektedir: "Allah katında İsa'nın durumu da Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi ve o oluverdi."(Al -i İmran, 3/59). Âdem (a.s)'ın topraktan yaratılışına inanmak nasıl imanla alâkalı bir şey ise, Hz. Meryem'in, İsa (a.s)'yı babasız olarak dünyaya getirişi de imanla alâkalıdır. Kalbinde fitne bulunanlar Yahudi ve Hristiyanlar gibi onun durumu hakkında şüpheye düşerler, Allah'a teslim olan kalpler ise, olayı âyetlerin haber verdiği şekilde kabul edip, tasdik ederler. Allahu Teâlâ rasulüne hitap ederek, onun şahsında bütün mü'minleri uyarmaktadır: "Bu, Rabbin tarafından bir gerçektir. Sakın şüphe edenlerden olma." (Al-i İmran, 3/60).

Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin peygamber olarak gönderilmesinden sonra bütün insanların ve bilhassa Yahudi ve Hristiyanların kendi dinî kitapları gereğince Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini tasdik edip İslam'ı kabul etmeleri gerekir. Aksi takdirde kendi kitaplarını ve dinlerini inkâr etmiş olurlar.

Bu itibarla, Allah'a inanan diğer din mensupları, -eğer İslamiyet'ten haberleri varsa- Hz. Muhammed (s.a.v.)’in O'nun kulu ve elçisi olduğuna ve Kur'an-ı Kerim'deki bütün esaslara, olduğu gibi iman etmedikçe İslam inancına göre Müslüman değildirler ve cennete de giremezler.

İlave bilgi için tıklayınız:

Fetret ne demektir? İslam alimlerine göre, dinden haberi olmayanların durumu...

66 Diğer ümmetler de namaz ve oruç gibi ibadetlerle emrolunmuş mudur?

Hz. Âdem'den (a.s.) Peygamber Efendimize (a.s.m.) gelinceye kadar bütün peygamberlerin tebliğ etmiş oldukları iman esasları birdir. Bu husus, peygamberlerin tebliğ ettikleri bütün hak dinlerin ortak bir hususiyetidir. Hiç bir peygamber iman esaslarını değiştirmediği gibi, ona her hangi bir ilâve de yapmamıştır.

Hz. Adem (as) insanları nelere inanmaya çağırmışsa, son peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam da ümmetini o esaslara iman etmeye davet etmiştir.

İlâhî dinler arasında iman esasları hususunda hiçbir fark olmadığı gibi, bilhassa temel ibadetler hususunda da fark bulunmamaktadır. İşte dinin direği mesabesinde olan namaz da bütün peygamberlere ve onların ümmetlerine farz kılınmış bir ibadettir. Fark, sadece vakitlerde ve rekât sayısındadır. Bize ise, sevap bakımından elli vakte denk, beş vakit olarak farz kılındı.

Namazın geçmiş ümmetlere de emredildiği hususu bizzat Kur'an-ı Kerîm'de ifade edilmektedir. Meselâ, bir âyeti kerimede Hz. İbrahim’in (as) devamlı namaz kıldığı ve neslinin de namaza devam etmelerini istediği şöyle haber verilir:

"Yâ Rabbi, beni ve benim neslimden olanları namazda devamlı kıl. Ey Rabbimiz, duamı kabul buyur."1

Hz. Musa (as) da namazla emrolunmuştu. Mâide Sûresinin 12. âyeti kerimesinde İsrailoğullanndan namaz kılmaları hususunda kesin söz alındığı ifade edilir.

Hz. Şuayb (as) da çok namaz kılardı. Hatta bu sebeple kendisine hakaret edilmek istenmişti. Bu da Kur'an-ı Kerîm'de şöyle beyan buyurulur:

"Onlar dediler ki: 'Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terk edip mallarımız hakkında dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?"2

Yine Kur'an-ı Kerîm'de Hz. Ishak ve Yakub'un, Hz. Zekeriya'nın, Hz. İsa’nın ( Aleyhimüsselam) namaz kıldıkları bildirilmektedir.

Diğer taraftan oruç ve zekât da sadece Peygamberimizin (asm) ümmetine mahsus ibadetler değildir. Nitekim, Kur'an-ı Kerîm'de bu ibadetlerin diğer ümmetlere de farz kılınmış olduğu bildirilmektedir. Meselâ, Bakara sûresinin 183. âyetinde mealen şöyle buyurulur:

"Ey imân edenler! Oruç, sizden evvelki ümmetlere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Tâ ki, günahtan sakınıp takvaya eresiniz."

Evet, namaz, oruç, zekât ve daha birçok ibadetler diğer peygamberlerin şeriatlarında da vardı. Fakat zamanla Yahudi ve Hristiyanlar bu ibadetleri terk ettiler veya değiştirdiler.

Dipnotlar:

1. İbrahim, 14/40.

2. Hûd, 11/87.

67 İslam, Eski ya da Yeni Ahit, Sümerlerden etkilenmiş olabilir mi?

Esasen bir millette ya da kültürde bulunan herhangi bir haberin veya güzelliğin, hak dinlerden birinde de olması, o dinin o kültürden etkilendiğini değil, aksine onun kaynağının da vahiy olduğunu gösterir. Zamanla vahiyle ilgisi unutulmuş ve o milletin kültürü olarak anlaşılmıştır. Çünkü Allah insanlığa yünbinlerce peygamber göndermiştir. İlk insan aynı zamanda ilk peygamberdir. Bu açıdan dinlerin verdiği haberlerin başka bir kültürde de olması, onun aslının bir vahye dayandığını gösterir. Ancak zamanla vahyin unutulup kültüre veya bir şahsa ait olduğu zannedilmiştir.

Hz. Musa (as)'ın kundağa bırakılması konusu ayetlerde yer  almaktadır, Hz. Musa (as) kıssası ve hayatı okunursa bu açıkça görülür. Orta Doğu'da pek çok peygamber gelmiştir, bu açıdan Sümer kültüründe de bazı  ilahi dinlere ait müjde motifleri yer alabilir. Bu durum Musa Alyehisselamdan önce gelen bazı peygamberlerin onun geleceğini müjdelemesi anlamına gelir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) ile ilgili müjdeler kendinden önceki kutsal kitaplarda gelmiştir.

Bazı inançsız insanlar, bu tür yazıtları, dinleri çürütmeye yönelik olarak kullanmaktadır. Halbuki Kur’an bize bildiriyor ki, hiçbir millet peygambersiz, uyarıcısız ve mürşitsiz bırakılmamıştır. İnsanlık tarihinin bu gibi tabloları tamamen Kur’an’ın bu haberlerini doğrulamaktadır.

Cahiliye dönemi Araplarda, binlerce yıl önceden kalma Hz. İbrahim (as)’in Hanif dinine ait kalıntıların dimdik ayakta olduğu bilinmektedir. Beytullah’ın varlığı, o devirde de Arapların orayı kutsal tanımaları, onu tavaf etmeleri ve benzeri ritüellerini din dışı kaynaklı göstermek imkânsız olduğu gibi, insanlığın onuruna yakışacak kanunların veya geçmiş tarihi kıssalara dair yazıtların varlığı, dinin lehine olan birer delil olmasına rağmen, bu materyalist ve Deccalcı materyaller kullanan ateistlerin tersyüz ettikleri tarihî fenomenlerdir.

Hz. Eyyup (as) gibi bazı kıssalar -eğer doğruysa- Onun yaşadığı devirden çok önce hikaye edilmişse, bu onu müjdeleyen bir haber olabileceği gibi, şu anlama da gelebilir: 

Tarih içerisinde, Hz. Eyyup (as) gibi, başından büyük imtihanlar geçmiş bir çok insan olabilir. Kur’an’ın tespitleri, bu gibi külli hadiselerin ucunu göstermek ve insanlık camiasında meydana gelmiş ve gelecek o gibi sabır kahramanlarının hayatını canlı bir örnek olarak sunmaya ve kıssadan hisse alınmaya yöneliktir.

Özetle; Kur’an’ın bahsettiği olaylar ve olayların kahramanları, kesinlikle bir tarihî vaka olarak vardır. Ancak o olayların başka benzerleri de olabilir.

68 Yahudi (gayri müslim) şirketinde çalışmak helal midir?

Çalıştığınız şirkette helal olan işler yapılıyorsa, Yahudi şirketinde çalışmak helaldir.

Bir Müslüman bir kâfirin hizmetinde bulunsa, yani bizzat kendi şahsına hizmet ederse, mutemede göre tenzihen mektuhtur. Fakat şahsına değil, tarla, fabrika, ziraat ve ticaret gibi işlerinde çalışırsa mekruh sayılmaz (1).

Yani bir Müslümanın gayri müslimin şahsına hizmet etmesi tavsiye edilmese de haram değildir. Ancak gayri müslimin iş yerinde çalışmak caizdir.

1-el-Fıkıh 'ala'l-Mezâhib el-Erbâa, c. 3, s. 125

İlave bilgi için tıklayınız:

Gayrimüslimlerle münasebetteki ölçüler nelerdir, ticaret ortaklığı yapmak caiz midir?

69 İslam devleti sınırları içinde kilise yapılmasına izin verilebilir mi?

Tarihi uygulamaya bakıldığında, gayrimüslimlerin dinlerine müdahale edilmediği, öteden beri İslam toplumunda tam bir din hürriyeti içinde yaşama imkanına sahip oldukları görülmektedir.

Hz. Peygamber (a.s.m.) ve Hulefâ-i Râşidîn döneminden itibaren gayrimüslimlerle yapılan vatandaşlık ve zimmet anlaşmalarında; onlara din ve vicdan hürriyeti tanındığı, dinlerinin gereklerini serbestçe yerine getirebilecekleri açık bir şekilde ifade edilmiştir. Kendi inançlarını koruma, mabetlerini yapma ve dinlerine göre ibadet etme, çocuklarına din eğitimi verme gibi temel hak ve hürriyetleri tanınmış, sadece kamu düzenini ilgilendiren alanlarda bazı sınırlamalar getirilmiştir.

İslam toplumunda Hristiyanların mabetlerine ilişilmemiş; heykellerine, mozaiklerine, resimlerine, özel merasimlerde taşıdıkları haçlarına, çanlarına dokunulmamış, mezarlıkları ve cenaze törenleri günümüze kadar gelmiştir.

Sonuç olarak, dünya barışı ve insanlığın problemlerinin çözümü için diğer din mensuplarıyla diyalog, dinimizin ön gördüğü bir faaliyet olup, İslâm'ın temel ilkeleri ve tevhit inancından taviz verilmesi anlamına gelmez.

70 Mitoloji neden var olmuştur?

Malum olduğu üzere, ilk insan Hz. Âdem (as) aynı zamanda ilk peygamberdir. Bir peygamberin en başta gelen görevi Allah’ın birliğini, tevhit inancını ders vermektir. Kur’an’ın bize bildirdiğine göre, tarih boyunca her millete, her topluluğa mutlaka bir uyarıcı, bir elçi gönderilmiştir. Peygamberler de birer insan olarak ecelleri geldiğinde ölmüşlerdir. Bir peygamberin ölümünden hemen sonra diğer bir peygamberin gönderilmesi söz konusu olmayabilir. Çünkü vefat eden peygamberin dini bir süre peygamberden sonra da tesirini gösterebilir.

İşte bu iki peygamber arasında kalan devrelere fetret devri denir. Bu devrelerde insanlar bir yandan cehaletin pençesine düşer, bir yandan da fıtratlarındaki dinî boşluğu doldurmaya çalışırlar. Gerçeği bulmayınca da cahilce ihtiyaçlarını giderme yolunu tutarlar.

Allah’a tapma duygusu insanın fıtratında belki de en güçlü bir vicdan unsurudur. Bu sebepledir ki, tevhit inancını, hakikî mabudu kaybedince -fıtrî olan tapma duygusunu tatmin etmek için- yeni mabutlar aramaya başlamışlar. Bu uydurma mabutların bir işe yaramaları için de Allah’ın kudret, ilim, merhameti gibi bazı sıfatlarla -hayalen- donatmışlar ve bu vasıflara uygun ilahlar edinmişlerdir.

Aslında Mitolojideki yanlış totemlerin hepsi bir kutsalla ilişkilendirilmiştir. Güneş olsun, ay olsun, bitki olsun, deniz olsun, inek olsun vs. bunların hepsinin önce ilahî birer cemal, celal, kemal veya nimet kaynağı olarak düşünülmüş ve Allah ile irtibatından ötürü onlara kutsallık atfedilmiştir. Ancak daha sonraki nesiller bunları tamamen bir mabut haline getirmiştir.

Nitekim hadislerde verilen bilgiye göre, İnsanlığın ikinci babası olan Hz. Nuh (as) kavminin taptığı ve Kur’an’da adları verilen putların (Nuh, 71/23), aslında salih birer insan imişler. Onların manevî makamlarına gösterilen saygı, zamanla cahil nesiller tarafından aşırı bir bağlılığa ve de mabutluğa terfi ettirilmiştir.(bk. Taberî, İbn Kesir, ilgili ayetin tyefsiri).

Diğer putçuluğun altında da benzer sebeplerin olduğunu düşünebiliriz.

İlave bilgi için tıklayınız:

“Fetret" ne demektir?

71 Bir insan dünya ve ahiret saadeti için, neden başka bir din ve inanışı değil de İslamı seçmek zorundadır?

- Neden başka bir inanış değil de dünya ve ahiret saadeti için İslamiyeti seçmeliyiz?

Bu soruya verilecek cevap kitap hacminde olmalıdır. Ancak biz burada İslamiyetin son ve evrensel din olma yönünü ele alacağız.

Neden İslam'ı seçmeliyiz? Çünkü Allah'ın gönderdiği din İslam'dır ve insanlar için seçtiği din de İslam'dır.

"Bugün dîninizi kemâle erdirdim, size nimetimi tamamladım. Size dîn olarak İslâmı beğendim..." (Maide, 5/3)

Hz. Âdem (as)'den Peygamberimize (asm) kadar bütün peygamberler ve ilahi kitaplar İslam dinini tebliğ etmişlerdir. Son Peygamber olan Hz. Muhammed (asm)'de İslamiyeti tebliğ etmiş ve getirdiği son dinin özel adı da İslam olmuştur.

"Bu dîni İbrâhîm, kendi oğullarına vasiyyet etti, Yakûb da öyle yaptı: 'Ey oğullarım! Muhakkak ki, bu dîni size Allah seçti, başka dinlerden uzak durun, yalnızca Müslüman olarak can verin!' dedi." (Bakara, 2/132)

Diğer bütün dinler, hak dinin tahrif edilmesiyle ortaya çıkan inanışlardır. Hristiyanlar Hz. İsa (as)'a gönderilen İncil'i tahrif etmişler, bir peygamber ve kul olan Hz. İsa (as)'ı Allah'ın oğlu olarak tanıtmışlar; Yahudiler Hz. Musa (as)'a gönderilen Tevrat'ı tahrif etmişler; diğer inanışlar da kendilerine gönderilen peygamberlerin mesajını zamanla farklı uygulamalarla değiştirmişlerdir.

"Kim İslâm'dan başka bir dîn ararsa, ondan aslâ kabûl edilmeyecek ve o âhirette de hüsrâna uğrayacaklardır." (Al-i İmran, 3/85)

"Allah katında hak din, İslâmdır..."

“Allah katında tek hak din İslam’dır.” (Al-i imran, 3/19) ayeti, aslında bütün hak dinleri ihtiva etmektedir. Yani İslam dini, Hz. Âdem (as)’den Hz. Muhammed (a.s.m)’e kadar gelen bütün semavî dinlerin -manen / zımnen- ortak adıdır. Çünkü bütün hak dinler, Allah’ın gönderdiği hak ve hakikati ifade eden dinlerdir. Zaman ve mekânların farklılığıyla teferruatta / füruatta farklılık göstermelerine rağmen, dinin temel inanç esaslarında hep aynı dersi vermişlerdir. Bütün semavî dinlerin hakikî varisi, mükemmili ve mütemmimi / tekmil edicisi, tamamlayıcısı olan son din, bizzat İslam dini olarak anılır olmuştur.

Kur'ân-ı Kerîm dışındaki ilâhî kitaplar da o kitaba tâbi ola­caklar için, bir din adı konmadığı, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi isimlendirmele­rin daha sonra ortaya çıktığı ve bunların o peygamberin tâbilerine sonradan veri­len adlar olduğu dikkate alınırsa, "Doğrusu Allah katında din İslâm'dır." ifadesinin anlamı daha iyi anlaşılır.

Her ne kadar Hz. Muhammed (asm)'in tebliğ ettiği dinin ken­dine özgü hükümleri varsa da Kur'an'da bu kitabın önceki peygamberlerin getir­diklerini onaylama özelliği üzerinde ısrarla durulması, onların bildirdiklerinin de temelde İslâm dairesi içinde olduğunu, ancak ilâhî hikmet gereği bu öğretilerin en mükemmel şekline Hz. Muhammed (asm)'in gönderilmesi ile ulaşıldığını gösterir.

İslam'dan önceki bütün semavi dinler, muayyen belli bir kavme gelmişlerdi ve her biri millî bir din mahiyetinde idi. İnsanlık tarihinde ilk defa İslam, beynelmilel ve bütün insanlığın dini olarak gelmiştir. Cenab-ı Hakk'ın:

(Ey Muhammed!) Biz seni bütün insanlara hidayetin rehberi olarak gönderdik. Onları, iyi amellerin mükafatıyla müjdeleyecek, kötülüklerin cezasıyla korkutacaksın.” (Sebe, 34/28)

hitabıyla, bütün insanlığa yönelik bir vazife ile ilk şereflenen Peygamberimiz (asm) olmuştur. Hatta Hz. Peygamber (asm), sadece insanlar için de değil, insanla alakası olan bütün âlemler için gönderilen bir rahmet peygamberidir. Çünkü ayet-i kerimede,

“Seni (canlı-cansız, insî-cinnî, ruhanî-cismanî) bütün âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107) buyurulmuştur.

72 Allah'a ve ahirete inanan ve salih amel işleyen Ehl-i kitap, Müslüman olmasalar da cennete girecekler midir? Bu konuda Beyyine suresini nasıl anlamalıyız?

98. Beyyine Suresi: Medine’de indirilen bu sure sekiz ayettir.

Bismillahirrahmanirrahim

1-3. Kitap ehlinden ve putperestlerden olan inkarcılar, kendilerine apaçık bir belge, içinde kesin ve en doğru hükümlerin bulunduğu arınmış sahifeleri okuyan, Allah katından bir peygamber gelene kadar dinlerinden vazgeçecek değillerdi.

4. Ama, kendilerine kitap verilenler, onlara apaçık belge geldikten sonra ayrılığa düştüler.

5. Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur.

6. Kitap ehlinden ve puta tapanlardan inkar edenler, şüphesiz içinde temelli kalacakları cehennem ateşindedirler. İşte bunlar, yaratıkların en kötüsüdürler.

7. Fakat, inanıp yararlı iş işleyenler, işte onlar da, yaratıkların en iyileridirler.

8. Onların Rableri katındaki mükafatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır. Bu, Rabbinden korkan kimseyedir.

Burada "iman etme" şartı vardır. Ehl-i kitap'tan iman edenler İslamiyet'i tercih edenler için geçerlidir bu mükafat.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bakara suresi 62. ayette ifade edilen Yahudi, Hristiyan ve Sabiilerin (Ehl-i kitabın) kurtuluşu nasıl anlaşılmalıdır?

73 Teslis inancına sahip olan Hristiyanlar Ehl-i kitap mıdır?

Cenab-ı Hak, Maide Suresinin 17. ayetinde de şöyle buyurmaktadır:

“Andolsun ki, Allah, Meryem’in oğlu Mesih’dir diyenler şüphesiz kafir olmuştur. De ki: “Eğer, Allah, Meryem’in oğlu Mesih’i, anasını ve arzda bulunanların hepsini yok etmek isterse, kim Ondan bir şey kurtarabilir? Göklerin, yerin ve aralarındaki her şeyin mülkü (hakimiyeti) Allah’ındır. O, dilediğini yaratır ve her şeye kadirdir.”

Bu konudaki bazı ayetler aşağıdaki gibidir:

"Yahudiler Üzeyr’e, Hristiyanlar da İsa’ya Allah’ın oğlu dediler. Daha önce kâfir olmuş kişilerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları kahretsin." (Tevbe, 9/30)

"Allah’ın çocuğu oldu." dediler. Hâşâ, O yücedir, göklerde ve yerdekilerin hepsi Onundur, hepsi Ona boyun eğmiştir." (Bakara, 2/116)

"Ey Ehl-i kitap, İsa, Allah’ın peygamberidir. Tanrı üçtür demeyin. Allah, ancak tek bir ilahtır. Çocuğu olmaktan münezzehtir." (Nisa, 4/171)

"İsa’ya, Allah diyenler kâfir olmuştur. Halbuki Mesih, 'Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.' demiştir. 'Allah üçün üçüncüsü.' diyenler de kâfirdir." (Maide, 5/72, 73)

Bu ayetlere göre teslis inancının varlığı yeni değildir. Çünkü Allah onlar için "kafir" demektedir. Demek ki Hristiyanların teslis anlayışları Peygamber Efendimiz (asm) zamanından öncesine aittir. Buna rağmen Kur'an-ı Kerim onlar için aynı ayetlerde Ehl-i kitap tabirini kullanır. Bu nedenle teslis inancına sahip olanlar Ehl-i kitaptır, kestikleri yenilir ve Ehl-i kitap kadınla evlenmek de helaldir.

İlave bilgi için tıklayınız:

TESLİS.
Teslise inanan bir Hıristiyan’ın Allah inancı ne derece makbûl ve ne ölçüde geçerlidir?

74 Dinlerin farklı olmasının, sosyal, kültürel ve ekonomik nedenleri nedir?

- Semavî dinler, temel esaslarda / iman esaslarında, evrensel ahlakî değerler bakımından ve bir tek ilâh’a karşı kulluk yapma şuuru açısından ittifak halindedir. Dinin furuatında/dalları ve detaylarında farklılık vardır. Bu farklılık, zamanların ve zeminlerin farklı şartlarından ileri gelmiştir. Bu sebepledir ki, farklı çağlarda farklı şeriatlar  geldiği gibi, aynı çağda bulunan farklı bölgelere de farklı peygamberler, farklı şeriatlar / furuata dair yeni bazı düzenlemeler getirmişlerdir.

- Kültürel bakımdan farklı yanlışları olan toplumlara, farklı dinlerin farklı mesajlar ve mucizelerle geldiği bilinmektedir. Sihirbazların göz bağcıklarının esiri olmuş Mısır’a Hz. Musa (as)’ın o türden mucizelerle gelip karşı koyması, Tıbbın çok revaçta olduğu, insanların adeta kayıtsız-şartsız hekimlere teslim-i silah ettikleri bir devirde, Hz. İsa (as)’nın tıpla ilgili mucizelerle ortaya çıkması, Cahiliye Araplarınca adeta birer şairlerin ve şiirlerin, edebiyat ilahı gibi karşılandığı bir dönemde, Hz. Muhammed (a.s.m)’in eşi-benzeri görülmemiş Kur’an gibi bir şaheserle meydana çıkıp meydan okuması, çevrenin kültürel ve sosyal yapısının dinle olan ilişkisini gösteren canlı-tarihî belgelerdir.

- Ekonomiyle ilgili olarak dinler, özellikle İslam dini, helal-haram sınırlarını çizer, aldatıcı hileleri, haksız kazancı, aldanmayı önleyici koşullar koyar, geriye kalan detayları zamanın şartlarına ve bölgelerin örflerine bırakır. Bu açıdan bakıldığı zaman, dinlerde, özellikle -en son din olan- İslam dininde; furuat kısmından sayılan ticaret, sanat, ziraat gibi ekonomik durumlar, her çağda uygulanabilir esnek formüllerle vazedilmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

İslamiyet neden son din olarak gönderildi?

75 Orta Asya'daki Türkler de kutsal saydıkları dağ veya tepe etrafında yedi defa dönerek tavaf etmektedirler. Haccda Kâbe tavafı ile bu olay arasında ne gibi bir bağlantı vardır? Her ikiside de yedi defa dönülmesi nasıl anlaşılmalıdır?

Dağ kültü, eski çağlardan beri çeşitli uluslarda mevcut olan, uluslar arası bir külttür. Eski Yahudiler Sina Dağı’nı, Yunanlılar Olympos’u, Hintliler Himalaya’yı, Moğollar da Burhan Kaldun’u kutsal kabul etmişlerdir.

İslam öncesi Türklerde dağ kültü Gök Tanrı kültüyle ilgili bir kült halini almıştır. Hunların eski vatanı olan Şan-Din-Şan sıradağlarındaki Han-Yoan dağı, her yıl Gök Tanrı’ya kurban kestikleri dağdı. Orta Asya’da yaşayan başka kavimlerde de Gök Tanrı’ya kurbanların yüksek dağların tepelerinde sunulduğu Çin kaynaklarından öğrenilmektedir. Günümüzde Altaylı Türklerin de kurbanlarını Gök Tanrı’ya yüksek dağ tepesinde, yaptıkları bir ayinle sundukları belirtilmektedir.

Eski Türkler, dağların Tanrı makamı olduğuna inanmakta idiler. Dağlara mübarek, mukaddes, büyük ata, büyük hakan anlamlarına gelen sıfatlar verirlerdi. Her boyun ve her oymağın kendine mahsus kutsal kabul ettiği bir dağı olduğu gibi, boylardan meydana gelen büyük teşekküllerin de kutsal kabul ettikleri ortak dağları vardı. 7. yüzyılda bütün Türk boyları ve Gök Türk Devleti'ne giren yabancı boylar için Ötüken Dağı’nın ve ormanlarının kült olduğu, gerek Gök Türk ve gerekse Uygur yazıtlarından anlaşılmaktadır. Orta Asya’nın en kutsal dağları ve bölgesi olan “Ötüken”, Tanrı’nın dünyaya, dünyanın da Tanrı’ya en yakın olduğu yer olarak kabul ediliyordu.

Her milletin ibadet şekilleri farklı olmuştur. Bütün kavimlere peygamber gönderilmiş ve hak din tebliğ edilmiştir. Bir çoğunun aslı vahiy olan dinler zamanla bozularak şekil değiştirmiştir. Belki de ilahi vahye dayanan bir ibadet zamanla tahrif edilerek o hale gelmiş olabilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hac sırasında tavafta yedi defa dönmenin hikmeti nedir? Tavafın anlamı nedir?..

76 Bahira Hanif mi yoksa Hristiyan mıydı?

Bahira,  Hz. Peygamber (asm)'in henüz çocukken Suriye'de görüştüğü rivayet edilen rahiptir.

Ârâmî dilinde "seçilmiş" manasına gelen Bahîrâ kelimesini unvan olarak alan bu rahibin asıl adı Sergius'tur. Kaynaklarda kendisinin Abdülkays kabilesine mensup olduğu zikredilmekte, Zühri’ye nisbet edilen bir rivayette ise Teymâ Yahudilerinden olduğu ve sonradan Hristiyanlığı kabul ettiği nakledilmektedir.

Süryani rahiplerden olan Bahira, kendi döneminin ilimlerine vakıf bir zattı. Hz. İsâ'nın ulûhiyetini reddettiğinden diğer rahiplerin hışmına uğramış; bağlı bulunduğu manastırın reisi tarafından kovulmuştu. Bunun üzerine Bahîra, Busra civarında bir manastıra çekilmişti. Yanında kilisenin ileri gelenlerince nesilden nesile intikal eden "el-Enbâ" isminde bir kitap bulunuyordu ki bu kitapta Arabistan'da gelecek son peygamberin vasıfları anlatılıyordu. (bk. Tecrid-i Sarîh Tercemesi, VI, 525-526).

İbn Hacer, İbn Mende ve onu takip eden Ebü Nuaym el-İsfahânî'nin Bahîrâ'yı sahâbî kabul ettiklerini belirttikten sonra, onun Hz. Muhammed'i peygamber olduktan sonra gördüğüne dair bilgi bulunmadığını ileri sürerek bu görüşe katılmadığını açıklar. Ayrıca Hz. Peygamber'in (asm) yirmi beş yaşlarında iken Hz. Hatice'nin ticaret kervanıyla Suriye'ye yaptığı ikinci seyahatte Bahîrâ'yı bir daha ziyaret ettiğine dair rivayetler bulunduğunu zikreder. Halebî ise Hz. Muhammed'in (asm) Ebû Bekir ile Bilâl'in de bulunduğu bu İkinci seyahatte karşılaştığı rahibin Bahîrâ değil onun halefi Nestûrâ olduğunu, bazı kaynakların bu iki hadiseyi karıştırıp bir vak'a gibi zikrettiklerini, Müslüman olmayan bu iki rahibin fetret ehlinden sayılmaları gerektiğini belirtir. (bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, Bahira md.)

İlave bilgi için tıklayınız:

BAHÎRA

Fetret ehlinin sorumluluğu var mı?

77 İlahi dinlerdeki emir ve yasaklarda farklılıklar var mıdır?

Cevap 1:

Hak dinlerin iki temel esası vardır; inanç esasları ve ameller. İnanç esasları bütün dinlerde aynıdır. Ancak şeriat denilen ameller-muamelat kısmı, dinlerde farklılık gösterir. Bunun böyle olması da hikmetin gereğidir. Çünkü, mevsimlere göre -kışlık, yazlık, mevsimlik gibi- elbiseler / giysiler farklılık göstermektedir. Hastaların ve hastalıkların durumuna göre, tedavide kullanılan ilaçlar farklılık arz etmektedir.

Bunun gibi, insanlık camiası daha önceki peygamberler devrinde, birbirinden çok farklı katmanlara ayrılmış, bedeviliğe yakın olduklarından, mizaçları bir derece kaba, anlayışları birbirinden uzak olduğundan, o asırlarda değişik şeriatlar, hatta aynı asırda gönderilen ayrı peygamberlerle farklı şeriatlar gelmiştir. İnsanlara o mevsimlere uygun elbiseler giydirmişler, hastalıkları uygun metotlarla tedavi etmişler. Diğer bir ifadeyle, ilk ve orta öğretim çağındaki o insanlara -bölgelere, seviyelere- uygun bir eğitim sunmuşlardır

Ancak, İslam dininin geldiği çağ artık üniversite çağı olmuştur. İnsanlar gittikçe medeniyete doğru yol almış, iletişim imkânları çoğalmış, seviyeler yaklaşmış, bir tek öğretmeni dinleyecek seviyeye gelmiş olduğundan, ilahî hikmet İslam şeraitini kıyamete kadar devam edecek bir donanıma sahip kılmıştır. Eski şeraitlerin, her zaman uygulanabilir yanlarını, evrensel güzelliklerini de alarak bütün insanlığa bir öğretmen olmuştur.

Konuyla ilgili birkaç misal:

a. Bazı âlimlere göre, daha önceki bazı ümmetlerde oruç elli gündü. İslam'da bir aya indirildi. (Razî tefsir, V/63)

b. Hz. Musa (as)'a kendi evlerini kıble yapılması ve oralarda namaz kılmaları emredilmişti.

İslam'da ise, bütün yeryüzü mescittir. Müslümanlar istedikleri yerde namaz kılabilirler. (bk. a.g.e.)

c. Bir kısım yiyecekler Yahudilere haram iken, İslam'da helal kılınmıştır. Aşağıdaki ayetler bu konuya işaret etmektedir:

"De ki: Bana vahiy olunanlar arasında yiyecek olan kimseye haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ancak leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki bu pisliğin ta kendisidir- veya Allah'tan başkası adına kesilen bir fısk (murdar olmuş hayvan) bunun dışındadır. Kim çaresiz kalırsa, haddi aşmamak ve başkasının hakkına tecâvüz etmemek suretiyle (bunlardan yiyebilir). Şüphesiz ki Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir."

"Biz, Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Ancak bu hayvanların sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı ya da kemiğe karışan yağlarını haram kılmadık. Zulümlerinden dolayı onları bu şekilde cezalandırdık. Biz, elbette doğru söyleyenleriz." (En'am, 6/145-146)

Cevap 2:

İslâm dini insanı maddî ve mânevî her türlü zarardan korumak için birtakım kurallar koymuş, bu arada beslenme konusunda da bazı temel prensipler belirlemiştir. İnsana zarar verebilecek pis ve kötü her şeyi yasaklamış; temiz, güzel ve faydalı olanı da helâl kılıp serbest bırakmıştır. (Bakara 2/168, 172; el-A‘râf 7/157; Mü’minûn 23/51)

Domuz da (hınzîr) pis ve zararlı şeylerden kabul edilip etinin haram kılındığı Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça belirtilmiştir:

“Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı.” (Bakara 2/173; Nahl 16/115; ayrıca bk. Mâide 5/3; En‘âm 6/145)

Yahudilik’te domuzun haram kılındığı hususunda Tevrat’ta açık ifadeler vardır:

“... ve domuzu, çünkü çatal ve yarık tırnaklıdır, fakat geviş getirmez, o size murdardır. Onların etinden yemeyeceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız, onlar size murdardır.” (Levililer, 11/7-8; Tesniye, 14/8)

Bugünkü Hıristiyanlık’ta ise domuzun haram kılındığına dair açık ve kesin bir hüküm yoktur. Ahd-i Cedîd’in, “Putlara kurban edilen şeylerden, kandan ve boğulmuş olanlardan... çekinin, bunlardan çekinirseniz iyi edersiniz.” (Resullerin İşleri, 15/29) şeklindeki cümleleri arasında domuzun haram kılındığına dair açık bir hüküm bulunmamakta, buna karşılık ağıza giren şeyin değil ağızdan ve kalpten çıkan şeylerin insanı kirleteceği ifade edilmektedir. (Matta, 15/11, 18; Markos, 7/15-23)

Bununla beraber gerçek İncil’e resmî dört İncil’den daha yakın olduğu müslümanlarca kabul edilen Barnaba İncili’nde,

“Bunun üzerine yazıcılardan biri dedi: Eğer ben, domuz eti veya pis olan bir başka et yersem, bu benim vicdanımı kirletmez mi? Îsâ cevap verdi: İtaatsizlik insanın içine girmez, insandan, kalbinden dışarı çıkar ve bu sebeple haram kılınan yiyeceği yerse kirlenmiş olur.” (Fasıl, XXXII/32-34)

cümleleri yer almaktadır. Bu ifadelerden, pis ve murdar olan domuz etinin haram kılınan yiyeceklerden olduğu, yenildiği takdirde de kişinin gönlünü, vicdanını kirleteceği anlaşılmaktadır. (İncîlü Barnaba, s. 50, d.n.b.)

Diğer İncil’lerde de domuz yer yer horlanmaktadır. (Matta, 7/6; Markos, 5/11-14) Elde mevcut İncil’lerde domuzun haram kılındığını gösteren açık bir hüküm bulunmamaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. İsa zamanında şarap helal miydi?

78 Yeni Müslüman olan bir kimsenin geçmiş günahları bağışlanır mı?

Yeni Müslüman olan bir kimsenin, kul hakkı dışındaki bütün günahları affedilir. Böyle hidayete gelmiş olan bir kula, Allah, hakkı yenen kulunun hakkını zayi etmeden, kul hakkı konusunda da bir kolaylık sağlayabilir.

Allah kimseye zulmetmez; her hak sahibine hakkını verir. Kul hakları her ne kadar iki kişi arasında geçmiş gibi görülüyorsa da Cenab-ı Hak, hak sahibini dünyada rızkına bereket koymak, üzerinden birtakım bela ve musibetleri uzaklaştırmak gibi hallerle; âhirette ise onun razı olabileceği bir şekilde bağışta bulunmak ve makamını yükseltmekle hakkını zayi etmeyecek, gönlünü alacaktır.

79 "Müslüman bir ülkede doğduğunuz için Müslüman olmuşsunuz, dinleri araştırıp 'Doğru din İslam dinidir.' diye Müslüman olmuş değilsiniz." diyen birisine nasıl cevap verebiliriz?

- Müslüman bir ülkede doğmamız Müslüman olmamıza bir vesile olabilir, ancak dünyaya baktığımızda her Müslüman ülkede doğan Müslüman olmadığı gibi, her kafir ülkede doğan da kafir olmamaktadır. Bunun örnekleri çoktur. Bugün Amerikada yılda bir milyona yakın insan Müslüman olmaktadır. Avrupa ve Rusya gibi ülkelerde bu sayı daha da artmaktadır. Bu rakamlar azımsanmayacak derecededir. Demekki illa Müslüman olmak için Müslüman bir ülkede doğmak diye bir durum söz konusu değildir. Aynı şekilde Müslüman ülkede yaşayıp Müslüman olmayanlar da vardır.

- Müslüman ülkede doğmamız, aklımızı bir köşeye koyduğumuz anlamına gelmemektedir. Yaratıcıyı inkar edip her şeyin kendi kendine olduğunu iddia eden ateizmin safsatalarını da biliyoruz, Hristiyanların teslis hurafesini de biliyoruz, Yahudilerin ırkçı din anlayışını da biliyoruz, Hindistan'da ineğe, fareye, heykellere ve daha nice nice şeylere tapanları da biliyoruz.

- İşte bütün bunları biliyoruz ki Kur'an'ın bizlere gösterdiği her türlü şirkten uzak bir olan Allah'a ve gönderdiği İslam dinine inanıyoruz. Kur'an'ın bizlere gösterdiği ve aklıselim hiçbir insanın reddedemeyeceği temel ilkeleri de biliyoruz ve bunun için inanıyoruz.

80 Hristiyanlar içerisinde Hz. İsa'nın Tanrının oğlu olduğuna inanmayan ve onun peygamber olduğuna inananlar var mı?

İman bir bütündür. İmanın altı esasına birden inanan kimseye mümin denilir. Bunlardan birine iman etmeyen, yahut bu inancı İslâm'a uygun düşmeyen bir insana, Kur'anî manada mümin denilmez. Kur'an'da tevhit inancı esastır. Yani Allah birdir; zatında, sıfatlarında ve icraatında ortağa, yardımcıya muhtaç olmaktan münezzehtir. Bu tevhit esasına ters düşen her türlü inanç İslâm'a göre şirktir, Allah'a ortak koşmaktır. Böyle bir iman ise Allah katında makbul değildir.

Bilindiği gibi, dinler üçe ayrılıyor: semavî dinler, tahrif edilmiş dinler ve bâtıl dinler.

"Doğrusu Allah katında din ancak İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19)

âyetinin açık hükmüne göre, beşer aklının mahsulü olan batıl dinler gibi, Tevrat ve İncil'in bozulmasıyla semavîlik özelliğini kaybeden Yahudilik ve Hristiyanlık da Allah indinde geçerli değildir.

"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, o kimseden bu din asla kabul edilmez ve o, âhirette kaybedenlerden olur." (Âl-i İmran, 3/85)

Din denilince önce itikat, sonra da ibadet akla gelir. Buna göre, İslâm dışında kalan dinlerdeki Allah inancı, melâike, kitap, resul telakkisi, âhiret ve kader anlayışı hakikatle tam uygunluk göstermiyor demektir.

"Bir şey sabit olursa levazımıyla sabit olur." kaidesi meşhurdur. Bir şey için kaçınılmaz lâzımlar, yani özellikler, şartlar vardır. O şeyi bunlardan ayrı düşünemezsiniz. Meselâ, ruh dendi mi hayat onun lâzımıdır; hayatı ruhtan ayıramazsınız.

Diğer bir önemli itikat kaidesi: "İman tecezzi kabul etmez." Yani iman rükünlerini birbirinden ayrı düşünerek, bir kısmına inanıp diğerlerine inanmamak olmaz. Meselâ ,Allah'a inanan fakat âhirete inanmayan insan mü'min değildir. Bu adam için, "Allah inancında mü'min" fakat "âhiret inancında kâfir" gibi ikili bir tasnif yapılamaz. Bu böyle olduğu gibi, Allah inancı da bölünme kabul etmez. Yani, "Allah'ın varlığına inanırım, ama kadim olduğunu kabul etmem." diyen bir insan, Allah'a değil kendi zihninde kurduğu bir ilâha inanmış olur.

Bu iki kaideye göre, Allah'a imanın sahih olabilmesi için, imanın altı rüknünün tamamına Kur'an'ın bildirdiği gibi inanılması gerekiyor. Zira ins ve cinne Allah'ı tanıtan en son ve en mükemmel kitap odur; hiçbir tahrife ve değişikliğe uğramayan yegâne semavî kitap da odur.

Hristiyanların içerisinde de Hz. İsa (as)'nın Allah'ın peygamberi olduğuna inananlar bulunmaktadır. Bununla beraber yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İslamın koyduğu inanç esasarına inanmada bir eksiklik varsa, bu kişilere Müslüman denilmez.

81 Kur’an Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımlarının kafir olduğunu haber veriyor. Onların şeriatında kafirle evlenmek caiz miydi?

İlgili ayetin meali şöyledir:

“Allah, kâfirlere Nûh’un eşi ile Lût’un eşini misal getirir. Her ikisi de iki iyi kulumuzun mahremi idiler. Ama inkâr tarafına giderek eşleri olan peygamberlere hıyanet ettiler, kocaları da Allah’tan gelen cezadan eşlerini asla kurtaramadılar. Onlara (ölürken veya kıyamet günü): 'Haydi, cehenneme girenlerle beraber siz de girin!' denilir.”(Tahrim, 66/10).

Ayette meal olarak yer alan “eşleri olan peygamberlere hıyanet ettiler” ifadesi, Hz. Nuh ve Hz. Lut’un onların kâfir olduklarını bilmiyor olduklarına delalet etmektedir. Çünkü, “hıyanet” kavramı, yapılan kötü işin gizli yapıldığını gösterir.(bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah bildirmediği sürece peygamberler de gaybı bilmezler. Bu kadınların daha önce iman etmeleri, yıllar sonra nefis ve şeytana uyarak inkâra sapmaları ve bu inkârlarını gizli tutarak münafıklık yapmaları da mümkündür.

Dolayısıyla gerçekte kâfir oldukları hâlde zahiren mümin olarak yaşamış olabilirler. Nitekim, Tevrat’ta Hz. Nuh’un tufandan sonra gemiden çıktığı zamanda da eşinden söz edilir. (İbn Aşur, ilgili yer). Bu da onun tufandan sonra inkâra saplandığını gösteriyor. Çünkü kâfirler gemiye binmemişler ve boğulmuşlardır.

Peygamber de olsa insanların görevi zahire göre amel etmektir. Binaenaleyh, bu peygamberlerin zahirde/görünürde mümin olan eşleriyle hayatlarını devam ettirmelerinde dinen bir sakınca yoktur.

82 Gayri müslimlere karşı hangi duyguları beslemeliyiz?

Cevap 1:

İslâmiyet, insanlık için bir saadet ve rahmet vesilesidir. Onun şefkat kanatları ve geniş müsamahası kendisine tâbi olmayanları da kuşatmıştır. Diğer dinlerin mensupları kendi dinlerinde görmedikleri rahat ve refahı İslâm'da bulmuşlar; bir İslam beldesinde hiçbir sıkıntıya maruz kalmadan hayatlarını devam ettirmişlerdir. Müslümanlar da bu husustaki İlâhî emirlere tam olarak riayet etmişler ve en geniş mânâda tatbik etmişlerdir.

Dinimiz, hiçbir zaman onları "gayri müslim" diye saf dışı bırakıp alakayı kesmemizi emretmemiş, onlarla dünya işlerinde anlaşmalar yapmayı, ortak hareket etmeyi meşru saymıştır. Yahudi ve Hristiyanlarla yapılan bu gibi münasebetler, Kur'an-ı Kerim'in, "Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin." hükmüne aykırı değildir. Ayette yasaklanan dostluk, bir inanç olarak Yahudiliği ve Hristiyanlığı benimsemek, o yanlış inançlara dostluk göstermek manasınadır. Bir Ehl-i kitabın ilminden, sanatından faydalanmak üzere kendisiyle dostluk kurmak bu yasağa girmez.

Bir Müslümanın diğer din mensuplarıyla veya hiçbir inanca sahip olmayan kimselerle inanç bakımından olmasa da, bazı durumlarda müşterek hareket etmesi ve birtakım medenî münasebetlerde bulunması mümkündür. Aynı topraklarda veya aynı dünyada yaşayan insanların zaman zaman birbirleriyle bir kısım meselelerde fikir alış verişinde bulunmaları tabiidir. Bu durum milletler arasında olduğu gibi, dar çerçevede fertler arasında da görülmektedir.

Müslümanlarla, aynı memlekette, aynı şehirde yaşayan gayri müslimlere düşman nazarıyla bakılmasına dinimiz müsaade etmemiştir. Dinimiz, Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmeyi, yemeklerini yemeyi, hastalandıkları zaman ziyaretlerine gidip hal ve hatırlarını sormayı, komşuluk hukukuna riayet etmeyi bir vazife saymıştır.

“Zimmiye eziyet edenin ben hasmıyım...” (bk. Acluni, keşfü'l-Hafa, II, 218; Ebu Davud, Harac, 31-33) 

buyuran Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) Müslümanları, kendi ülkelerinde yaşayan ve kendilerine zarar vermeyen gayri müslim vatandaşların haklarını korumayı, onlara sıkıntı vermemeyi emir buyurmuşlardır. Ehl-i kitabın İslâm topraklarında dinlerini rahatça yaşamalarına müsaade eden ve onlara tam bir ibadet ve inanç hürriyeti veren İslâmiyet, bu müsamahayı çok geniş tutmuştur.

Gayri müslimlere karsı hangi duyguları beslemeliyiz? Ehl-i kitapla putperestler veya ateistleri birbirinden ayırmalı mıyız?

Cevap 2:

“Kelime-i şahadet getirmeyen herkes gayri müslimdir.” yargısı doğrudur. Ancak bunların hepsi bir değildir. Kur’an’da da gayri müslimler farklı kategoride değerlendirilmiştir. Bunları genel olarak üç-dört gruba ayırmak mümkündür; münafıklar, ateistler, müşrikler, Ehl-i kitap olanlar. Bunların Allah’a ve peygambere karşı saygısızlıkları, İslam’a ve Müslümanlara karşı zararları da farklılık arz eder.

İslam dinine en fazla zararları dokunanlar münafık olanlardır. Çünkü, bunlar görünürde mümin oldukları için Müslümanlara karşı kötülükleri daha fazladır. Bakara suresinin ilk kısmında kâfirler hakkında iki ayet tahsis edilirken, münafıklar hakkında on iki veya on üç ayet tahsis edilmiştir. Bu da münafıkların zararlarının önemine işaret etmektedir.

“Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar.” (Nisa, 4/145)

mealindeki ayetten de bunu anlamak mümkündür.

Ateistler, Allah’ı tanımadıkları için din namına hiçbir değere inanmaları söz konusu değildir. Bu sebeple, bunların durumu bu açıdan münafıklardan bile kötü olabilir. Çünkü, Allah’a inanıp da Hz. Muhammed (asm)’e inanma noktasında iki yüzlülük eden Ehl-i kitaptan olan münafıklar da vardır.

Müşriklerle Ehl-i kitaptan olan Yahudilerin aynı ayette yer verilmiş olması da manidardır.

“Sen, iman edenlere, düşmanlık besleme bakımından onların en şiddetlilerinin Yahudiler ile müşrikler olduğunu görürsün. Müminlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise 'Biz Nasârayız (Hristiyan’ız)' diyenler olduğunu görürsün. Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir.” (Maide, 5/82).

Bu ayette dikkat çekici üç nokta vardır.

Birincisi; Ehl-i kitaptan olduğu halde, İslam dinine karşı duydukları kin, nefret ve düşmanlıkta müşriklerle aynı kefeye konmalarıdır.

İkincisi: Müşriklerin düşmanlıklarının aşırı bir raddeye vardığının belirtilmesi. Her asırda herhangi bir şirk türüne saplanmış olanlar gerçekten İslam’a karşı en acımasız düşmanlık sergilemişlerdir. İki üç asırdan beri değişik kılıklarda ortaya çıkan ve putperestliğe saplanmış olan müşriklerin İslam dinine karşı sergiledikleri düşmanca tavırlar bu ayeti maddeten tefsir eden birer tarihî belgedir.

Üçüncüsü: Ehl-i kitaptan Hristiyanlar hakkında vurgulanan olumlu ifadelerdir: “Müminlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise ‘Biz Nasârayız / Hristiyanız’ diyenler olduğunu görürsün.” Bunun altyapısını oluşturan sebeplere de şöyle işaret edilmiştir:

“Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir." 

Bu ayette özellikle Ehl-i kitaptan Hristiyanlarla ilişkilerin normal bir seyirde cereyan edebileceğine bir işaretin varlığını sezinlemek mümkündür.

Mealini vereceğimiz şu ayette de Ehl-i kitaba karşı daha ılımlı bir tavır sergilememiz isteniyor:

“Zulmedenleri hariç, Ehl-i kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: 'Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim İlahımız da sizin İlahınız da bir ve aynı İlahtır ve biz ona gönülden teslim olduk.'” (Ankebut, 29/46).

Görüldüğü gibi, ayette Ehl-i kitap için özel bir statü ön görülmüştür.

Bu ayet indiği devirde de eski ve yeni ahitlerin durumu bundan farklı değildi. Demek ki Kur’an buna rağmen onların aslı itibariyle vahiy olduğunu ve buna iman etmenin lüzumuna işaret etmekle beraber, Ehl-i kitapla -ihtilaflı konular üzerinde münakaşa etmek yerine- ortak noktalarımızı dikkate bir diyalog kurmamızı ve gerçeklerin bu vesileyle dile getirilmesini ön görmektedir.

Bu açıklamaların yanında, ahir zamanda küfrün her çeşidini temsil eden deccalizm ve süfyanizme karşı Hz. İsa (as) ile Hz. Mehdi'nin ittifaklarından söz eden hadislerden de açıkça şunu anlamak gerekir ki, bu zamanda özellikle Hristiyanlarla Müslümanların hak din /Kur’an’ın ortaya koyduğu hakikat etrafında ittifak etmeleri, küfrün mağlup edilmesi, ahlaksızlığın bertaraf edilmesi, zulmün ortadan kaldırılması, adalet üzerine kurulu dünya barışının tesis edilmesi için zorunlu adımlardır. Bu açıdan bakıldığında Hristiyanlarla akıllıca yapılan her diyalog, Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi'nin ittifaklarına dair yapılmış önemli bir hizmet ve Mehdi'nin askeri olmaya atılan bilinçli bir adım olacaktır.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Gayri Müslimlerle İlişkilerimiz nasıl olmalıdır?

Gayrmüslimlerle münasebetteki ölçüler nelerdir, ticaret ortaklığı yapmak caiz midir?

Peygamberimizin tebliğ ve nasihat metodu nasıldı?

İslam’ın yayılması ve yerleşmesinde en etkili yöntem savaş mıdır, tebliğ midir?

Hz. Peygamber’in Tebliğinde Göze Çarpan Hususlar

Gayri müslimlere İslam'ı nasıl tebliğ etmeliyiz, tebliğ metodu nasıl olmalı?

“Fetret” ne demektir, İslam alimlerine göre dinden haberi olmayanların durumu ne olacaktır?

Kur'anda geçen, "Yahudi ve Hristiyanları dost tutmayınız." ayeti nasıl anlaşılmalıdır? ...

83 Dünyadaki Müslümanların sayıları Hristiyanlardan daha az, bunun sebebi nedir?

Bunun pek çok hikmet ve sebebi olabilir. Bir açıdan değerli şeylerin değersiz şeylere nispetle daha az olması, dünyada bir kanun gibi görünmektedir. Müslümanlar İslam'ı yaşadıkları devirlerde elmas gibi bir cevher idiler. Keyfiyet / nitelik daima kemiyetten / nicelikten daha üstündür.

Belki de Müslümanların keyfiyet bakımından, Hristiyanların da kemiyet bakımından daha üstün olması, bu iki evrensel Semavî din mensupları arasında bir denge unsuru olmuştur.

"Resulüm! Sen ne kadar düşkün de olsan, insanların çoğu iman etmez."(Yusuf, 12/103)

mealindeki ayette gaybî bir haber olarak bu konuya işaret edilmiş ve Hristiyanlar da dahil insanların çoğu iman etmemekle Kur'an'ın bu haberini tasdik etmiştir.

Hristiyanlık İslam'dan önce geçen ve evrensellik iddiasında olan bir dindir. Bunun da rolünü unutmamak gerekir.

Eski Ahit ile Yeni Ahit'in bir arada anılmış olması, bir kabile dini olarak yerinde sayan Yahudilik din potansiyelini, evrensel bir din mensubu olarak hareket eden Hristiyanlara kaydırmıştır.

Şimdiki Hristiyanlıkta nefsanî arzuların fazla engellenmemesi, dini ritüellerin az olması, velediyet / baba-oğul fikrinin kabul edilmesiyle, bu yoldan kendilerine bir kutsiyet kazandırılması ve gururlarının okşanması gibi tatlı hayallerin de önemli rolü vardır.

Bir hadiste Efendimiz buyurur:

"Kıyamet koptuğu zaman insanların çoğunluğunu Rumlar (bir anlamda Hristiyanlar) teşkil ediyor olacaktır."(Müslim, Fiten, 10).

Amr b. As, bu hadisi duyduğunda, bunun sebebi olarak şu gerekçeleri saymıştır:

"Onlarda dört güzel haslet vardır:

a. Bir fitne zamanında herkesten daha çok yumuşak davranırlar.

b. Bir musibetten sonra herkesten daha önce kendine gelip toparlanırlar.

c. Savaşlarda kaçıp yeniden saldırıya geçme konusunda (kerr-u ferde) çok mahirdirler.

d. Fakir, öksüz ve güçsüz olanlara en iyi sahip çıkarlar."
(a.g.e)

Ayrıca, ahir zamanda Hz. İsa (as) ile Hz. Mehdi'nin hak dinde ittifak etmeleri, tevhit inancı etrafında kenetlenmeleri ve Hristiyanların mevcut yanlışlıklarını terk edip bir nevi "İsevî Müslüman" olmaları ve Kur'an'ın hakikatlerine tabi olmaları da onların bu çokluklarına bir vesile teşkil etmiş olabilir.

Daha bir çok sosyolojik, psikolojik, ekonomik, teknolojik sebepler sayılabilir.

84 Günümüzdeki Yahudi ve Hristiyanlar da Ehl-i kitap mıdır?

Cenab-ı Hak, Maide Suresinin 17. ayetinde de şöyle buyurmaktadır:

“Andolsun ki, Allah, Meryem’in oğlu Mesih’dir diyenler şüphesiz kafir olmuştur. De ki: “Eğer, Allah, Meryem’in oğlu Mesih’i, anasını ve arzda bulunanların hepsini yok etmek isterse, kim Ondan bir şey kurtarabilir? Göklerin, yerin ve aralarındaki her şeyin mülkü (hakimiyeti) Allah’ındır. O, dilediğini yaratır ve her şeye kadirdir.”

"Yahudiler Üzeyr’e, Hristiyanlar da İsa’ya Allah’ın oğlu dediler. Daha önce kâfir olmuş kişilerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları kahretsin." (Tevbe, 9/30)

"Allah’ın çocuğu oldu." dediler. Hâşâ, O yücedir, göklerde ve yerdekilerin hepsi Onundur, hepsi Ona boyun eğmiştir." (Bakara, 2/116)

"Ey Kitab ehli! Dininizde sınırları aşmayın ve Allah hakkında ancak hakkı söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı (emriyle onda var ettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve peygamberlerine iman edin, "(Allah) üçtür" demeyin. Kendi iyiliğiniz için buna son verin. Allah, ancak bir tek ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan uzaktır. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O'nundur. Vekil olarak Allah yeter." (Nisa, 4/171)

"İsa’ya, Allah diyenler kâfir olmuştur. Halbuki Mesih, 'Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.' demiştir. 'Allah üçün üçüncüsü.' diyenler de kâfirdir." (Maide, 5/72, 73)

Bu ayetlere göre teslis inancının varlığı yeni değildir. Çünkü Allah onlar için "Kafir" demektedir. Demek ki Hristiyanların teslis anlayışları Peygamber Efendimiz (asm) zamanından öncesine aittir. Buna rağmen Kur'an-ı Kerim onlar için aynı ayetlerde "Ehl-i kitap" tabirini kullanır. Bu nedenle teslis inancına sahip olanlar Ehl-i kitaptır, kestikleri yenilir ve Ehl-i kitap kadınla evlenmek de helaldir.

İlave bilgi için tıklayınız:

EHL-İ KİTAP

85 İslam kavramı diğer ümmetler için de kullanılabilir mi?

Cenâb-ı Hak Nûh (a.s)'a vahyettiği gibi Hz. Muhammed (sav)'e de vahyettiğini bildirmiş (Nisâ, 4/163), Hz İbrahim (as) ve ondan sonra gelen bazı peygamberleri ve mensuplarını "Müslüman" olarak nitelemiştir.

"Bir zaman Rabbi ona: 'İslâm ol' dediğinde, İbrahim: 'Alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.' demişti."

"İbrahim, İslâm ümmetinden olmayı oğullarına da vasiyet etti. Yakub da onu tavsiye ederek: 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. O halde sizler sadece Müslümanlar olarak can verin.' dedi."

"Yoksa siz Yakub'a ölüm geldiği sırada yanında mı bulunuyordunuz? O zaman o, oğullarına: 'Benden sonra neye tapacaksınız?' demiş, oğulları da: 'Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek ilâha kulluk edeceğiz. Bizler O'na teslim olduk' demişlerdi." (Bakara, 2/131-133).

Şu ayet-i kerîmede peygamberlerin mesajının temelde bir ve aynı olduğu ve bunun da İslâm'dan ibaret bulunduğu şöyle ifade buyurulur:

"Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa'ya ve İsa'ya verilen ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene iman ettik. Onlar arasında bir ayının yapmayız, biz de Allah'a teslim olanlarız, deyin." (Bakara, 2/136).

Ancak daha sonra Yahudi ve Hristiyanlık dininin bozulduğu ve mensuplarının şirke düştükleri bir önceki ayette şöyle anlatılır:

"Kitap ehli: 'Yahudi ve Hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız.' dediler. Ey Muhammed! De ki: 'Hayır, biz bâtılı bırakıp hakka yönelen İbrahim'in dinine uyarız O, Allah'a ortak koşanlardan değildi.' " (Bakara, 2/135).

Diğer yandan tesis (üç ilâhı bir sayma) inancının onları küfre düşürdüğü de ifade edilir:

"Gerçekten, 'Allah Meryem'in oğlu İsa'dır.', diyenler kâfir olmuşlardır." (Mâide, 5/72).

"Şüphesiz ki: 'Allah üç ilâhtan biridir.', diyenler, kâfir olmuştur. Oysa tek bir ilâhtan başka hiçbir ilâh yoktur." (Mâide, 5/73).

"Yahudiler, Üzeyr Allah'ın oğludur, Hristiyanlar da İsâ Allah'ın oğludur, dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri câhilce sözleridir." (Tevbe, 9/30).

Kur'an-ı Kerîm'de Hz. Musa'ya ve Tevrat'a tabi olanlara da "Yahudi", Hz. İsa'ya ve İncil'e tabi olanlara da "Nasrânî" adı verilmiştir. Hz. İbrahim'in temsil ettiği tevhid dini de "Hanîf dîni" olarak isimlendirilir. Diğer yandan İncil, Tevrat veya Zebur'a tabi olanların hepsine birlikte, kutsal kitap sahipleri anlamında "Ehl-i kitap" denilir. Nasrânîlere Hz. İsa'dan çok sonra, Yunanca bir kelime ile "Hristiyanlık" adı verilmiş, mensuplarına da "Hristiyan" denilmiştir.

Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed'in davet ittiği son dine ise özel ad olarak "İslâm" terimini kullanmıştır. Ayetlerde şöyle buyurulur:

"Şüphesiz, Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 3/19).

"Eğer seninle mücadele ederlerse, de ki: 'Ben Allah'a yöneldim. Bana tabi olanlar da.'. Kendine kitap verilenlere ve okur yazarlığı olmayanlara, de ki: 'İslâm oldunuz mu?' Eğer Müslüman olurlarsa doğru yolu bulmuş olurlar." (Âl-i İmrân, 3/20).

"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, onun dini asla kabul edilmeyecektir." (Âl-i İmrân, 3/85).

"Allah, kimi hidayete erdirmek isterse onun gönlünü İslâm'a açar." (En'âm, 6/125).

 Bütün insanlığa hitabeden ve evrensel bir mesaj getiren son tevhid dini, en mükemmel düzeye ulaştırılmıştır.

"Bugün dininizi sizin için ikmâl edip üzerinize nimetimi tamamladım ve din olarak size İslâm'ı seçtim." (Mâide, 5/3). 

Kendi devirlerindeki toplum ihtiyaçlarını karşılayan önceki semâvî dinler İslâm'ın gelişiyle yürürlükten kaldırılmış ve İslâm onların da yerini almıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

 İSLAM.

86 Başka inançlar için "din" ifadesini kullanmak, "Allah katında tek din İslam'dır." ayetine zıt değil midir?

"Allah katında din İslam'dır." ifadesindeki "din" hak din anlamındadır. Dinler çeşitlidir. Hak din ise İslam'dır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de batıl inanışlar için din kelimesi kullanılmıştır.

"Sen, onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir."(Bakara, 2/120)

"Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah'a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih, İsa ancak Allah'ın elçisi ve kelimesidir."(Nisa, 4/171)

Bu ayeti kerimeler gibi bir çok ayette de batıl inanışlar için din ifadesi kullanılmıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:

- "Dinler" ifadesini kullanmanın mahzuru var mı? "Dinler Arası Diyalog" dediğimiz zaman bir sakıncası var mı?

87 Keşke yaşasaydım da ona (asm) ümmet olabilseydim, diyen kimdir?

Ümmet-i Muhammed (a.s.m.) birçok yönleriyle övülen bir millettir. Kurân’da da diğer İlahi kitaplarda da övülmüştür.

Hz. İsâ, İncil’de, bu ümmetin övgü dolu sıfatlarını gördüğünde, onlardan eylemesi için Allah’a dua etmiş, Allah da onun duasını kabul etmiştir. Günü geldiğinde müceddit olarak yeryüzüne inmesinin hikmetlerinden biri budur. (Canan İbrahim, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Feza Gazetecilik, 1996, 14/74)

Ayrıca, Kur’an’da da adı geçen Yemen padişahlarından Tubba’ adındaki bir melik / kral, “Ben Ahmed (a.s.m)’in Allah’tan gelen hak peygamber olduğuna şahadet ediyorum. Eğer onun zamanına kavuşsaydım, ona vezir ve (Ali gibi) amca oğlu olurdum.” demiş. (bk. İbni Kesîr, el-Bidâye, 2:166; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363).

Bir de meşhur Habeş Kralı Necaşi de şöyle demişti:

"Keşke şu saltanata bedel Hz. Muhammed (a.s.m)’e hizmetkâr olsaydım." (Kadı Iyâz, Şifâ, 1/365; Nebhânî, Hüccetüllah, 115; Beyhakî, Delâil, 2/285)

88 Hz. İsa'ya Tanrı hulul etmiş olabilir mi?

Bu konuyu birkaç madde halinde özetleyelim:

"Allah yanında İsa’nın durumu, aynen Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yaratıp ona 'Ol!..' dedi, o da derhal oluverdi.” (Al-i İmran, 3/59)

mealindeki ayette, Hz. İsa (as)’ın babasız yaratılması, Hem babasız hem de annesiz  var edilen Hz. Âdem (as)'in yaratılışına benzetilmiştir. Bu benzetmede aynı zamanda Hz. İsa (as)’ın da Hz. Adem (as) gibi bir beşer olduğuna, ilahlıkla bir ilgisinin olmadığına işaret edilmiştir.

“Allah üçten biridir, diyenler kâfir olurlar. Gerçek şudur ki, bir tek ilahtan başka ilah yoktur…” (Maide, 5/73)

mealindeki ayette, teslisin tevhit inancına aykırı olduğu açıkça ifade edilmiş ve böyle bir saplantıya girenlerin inkârcı ve nankör olduklarına işaret edilmiştir.

“Mesih oğlu İsa sadece bir Resuldür. Nitekim ondan önce de pek çok elçi gelip geçmiştir. Onun annesi son derece dürüst ve iffetli bir hanımdı. Her ikisi de -diğer insanlar gibi- yemek yerlerdi. Dikkat et: biz onlara delilleri nasıl açıklıyoruz. Sonra bak; nasıl oluyor da akılları çelinip bu hakikatlerden yüz çeviriyorlar.” (Maide, 5/75)

mealindeki ayette, insanın aklıselimi iş başına davet edilmiştir. Çok basit bir misal getirilerek, meselenin pek açık olduğuna işaret edilmiştir. “Her ikisi de -diğer insanlar gibi- yemek yerlerdi...” mealindeki ifadeden şu delilleri çıkarabiliriz:

a.  İsa (as) ve annesi birer insandır, çünkü diğer insanlar gibi yemek yerlerdi.

b. Yemek yemeğe muhtaç olan ilah olamaz.

c.  Yemek yiyenin ağzı, midesi, bağırsaklarının olması gerekir, bu organlar maddiliğin en açık unsurlarıdır. Oysa Allah maddeden sosuz derece  münezzehtir.

d. Yemek yiyenin WC’ye çıkması zorunludur. WC’ye çıkmaya muhtaç olan bir varlığın ilahlığı düşünülebilir mi? Gerisini aklıseliminize havale  ediyoruz..

Hulul iddiasına gelince:

Allah’ın Hz. İsa (as)’a hulul ettiği iddiası doğru değildir. Çünkü Ezelî bir varlık hadis olan bir varlığa hulul etmez. Hulul aynı zamanda bir mekân edinmektir ki, Allah mekândan münezzehtir. Hululun gerçekleştiğini düşünen kimse, bunun Hz. Meryem’in rahminde gerçekleştiğini kabul etmek zorundadır. Mutlak sonsuzlukta olan Allah’ı -hâşâ- Meryem'in dar rahmine sıkıştığını tasavvur etmek için iki kat deli olmak gerekir.

Başta Ehl-i sünnet olmak üzere Mu‘tezile’ye ve mûtedil Şîa’ya mensup İslâm kelâmcıları ister mutlak ister muayyen olsun, bütün şekilleriyle hulûlün İslâm inancına aykırı olduğunda da ittifak etmişlerdir.

Allah’ın belirli bir varlığa hulûl etmesi mümkün değildir. Zira hulûl bir varlığa tahsis edilmeyi, başkasına muhtaç olmayı, bir yerde ve yönde bulunmayı, parçalara bölünmeyi, başka bir nesneye bitişip onunla tek varlık haline gelmeyi, yapısal değişmeyi ve aşağı varlıklara intikal etmeyi gerektirir. Bütün bunlar hâdis olan ve maddeden ibaret bulunan mevcutlara ait özellikler olup hulûl eden varlığın araz, cevher veya cisim olmasını gerektirir. Halbuki Allah Teâlâ vâcibü’l-vücûd olup mümkin veya hâdis değildir, madde üstü yetkin bir varlıktır, cevher yahut da araz olmaktan ve bunlara ait nitelikler taşımaktan münezzehtir. Hulûl O’nun zâtı gibi sıfatları hakkında da imkânsızdır. Zira sıfatların zâttan ayrılması muhaldir.(1)

Allah’ın bütün varlıklara hulûl edip onlarla ittihad etmesi de mümkün değildir. Zira bu hem naslara hem de akla aykırıdır. Kur’an ve Sünnet’te böyle bir akîdeyi doğrulayacak hiçbir delil yoktur. Aksine naslarda Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde benzersiz olduğu ve O’nun dışındaki her şeyin yaratılmış varlıklardan ibaret bulunduğu te’vile imkân bırakmayacak bir açıklıkla ifade edilmiş, İslâm âlimleri de nasları bu çerçevede anlamışlardır.

Hulûl ve ittihad telakkisi aklın ilkeleriyle de bağdaşmaz. Çünkü böyle bir anlayış Allah âlem ikiliğini ortadan kaldırmakta ve aklın temel ilkelerinden biri olan ayniyetle çelişmektedir.

1) bk. İbn Metteveyh, I, 224; Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, s. 77-78; Hillî, s. 36; Fahreddin er-Râzî, el-Metâlibü’l-’âliye, II, 101-103.

İlave bilgi için tıklayınız:

Teslise inanan bir Hristiyan’ın Allah inancı ne derece makbûl ve ne ölçüde geçerlidir?

89 Ümmetimden hata, unutma, zorlama ile işlenen fiillerden sorumluluk kaldırılmıştır, hadisindeki kolaylık sadece bizim ümmetimize mi hastır?

“Allah, kimseyi, elinde olmadan kalbine gelen çirkin şeylerden dolayı -onları yapmadığı veya konuşmadığı sürece- hesâba çekmeyecektir." (Buharî, Talak, 11).

- Buharî, İlim, 44’te, Şurut 12, Tefsir-Enbiya 27 (doğrusu, 21) de bu konu yoktur. İlk iki yerdeki “unutma” kelimesi, oralardaki Hz. Musa-Hz. Hızır kıssasında vardır.

“Şüphesiz Allah, ümmetimden, hata, unutma ve yapmaya zorlandıkları şeyi (n hükmünü) kaldırmıştır.",

“Allah, kimseyi, elinde olmadan kalbine gelen çirkin şeylerden dolayı -onları yapmadığı veya konuşmadığı sürece- hesaba çekmeyecektir."

 Bu hadis rivayetleri için (bk. İbn Mece, Talak, 16).

- Buharî ve Müslim’de geçen aşağıdaki hadislerde, Peygamberimizin (a.s.m) bir kısım hususiyetleri zikredildiği halde,  adı geçen “hata, unutma ve icbar”la ilgili hususların yer almaması dikkat çekicidir:

- Ebu Hureyre anlatıyor: Resulüllah (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Şu altı şeyle peygamberlerden üstün oldum: Bana belagat-fesahat / veciz anlatım gücü verildi. Düşmanın kalbine salınan korkuyla zafer kazandım. Savaş ganimetleri bana helal kılındı. Yeryüzü bana temiz ve mescit kılındı. Önceki peygamberler kendi kavimlerine hususî olarak gönderilirken, ben bütün insanlara gönderildim. Peygamberlik benimle sona erdi.” (Müslim, Mesacid, 1)

- Hz. Cabir anlatıyor: Resulüllah (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Benden önce hiç kimseye verilmeyen beş şey bana verildi: Bir aylık mesafeden düşmanın kalbine salınan korkuyla zafer kazandım. Yeryüzü benim için mescit ve tertemiz kılındı. Öyle ki ümmetimden bir kimse nerede olursa olsun, namaz vakti geldiğinde orada namazını kılabilir. Savaş ganimetleri bana helal kılındı. Ki benden önce hiç kimseye helal kılınmadı. Bana şefaat verildi (diğer peygamberlerinkinden farklı bir şefaat) Bütün insanlara gönderildim.” (Buharî, Teyemmüm, 1)

- İbn Hacer, bu hasletlerin / özelliklerin değişik rivayetlerdeki sayısına dikkat çekerek, toplam olarak çok daha fazla olduğunu vurgulamıştır. Ona göre, İbn Huzeyme ve Nesai’de yer alan ve Peygamberimizin (a.s.m) hususiyetlerinden biri olarak aktarılan “Bana Bakara Suresinin son kısmı Arşın altındaki bir hazinden verildi.” ifadesinde, söz konusu edilen ayette yer alan hasletler den bazıları da “hata ve unutmanın hesaba tabi tutulmaması” dır.(bk. İbn Hacer, Fethu’l-Barî, ilgili hadisin şerhi).

- İbn Hacer’in bu ifadesinden anlaşılan, “hata ve unutmanın hesaba tabi tutulmaması” da bu ümmete mahsustur. Nitekim, Bedreddin el-Aynî de “hata, unutma ve icbar altında yapılanların hesaba tabi tutulmaması”nın bu ümmete mahsus olduğunu açıkça vurgulamıştır (bk. Umdetu’l-Karî, ilgili hadisin şerhi).

- Bununla beraber, adı geçen hadislerin zahir ifadelerinde, “hata, unutma ve icbar altında yapılan işlerin muaf tutulmasının” sadece bu ümmete mahsus olduğunu gösteren açık bir delil yoktur. Öyle de anlaşılabilir, -başka ümmetler için de geçerli olmakla beraber- bu ümmete bunların özel olarak hatırlatılması da söz konusu olabilir.

Çünkü adı geçen hadislerden hiçbirisinin metninde açıkça “şu hasletler bu ümmete mahsustur” ifadesine yer verilmemiştir. Oysa, Buharî ve Müslim’de geçen diğer hasletler için bu husus açıkça belirtilmiştir. O halde, denilebilir ki, “hata, unutma ve icbar altında yapılan işlerin muaf tutulmasının” ifade edilmesi, diğer ümmetleri dışlayan bir kayd-ı itirazî değil, bu ümmetin durumunu ortaya koyan bir kayd-ı vakiîdir.

90 Yahudiler ve Hristiyanlar ölmeden önce Hz. İsa'ya iman edecekler mi?

Hz. İsa (as), doğumuyla ve gösterdiği mucizeleri ile kutlu bir peygamberdir. Allah, Hz. İsa (as) için özel bir kader belirlemiş ve bu kader doğrultusunda, inkar edenlerin Hz. İsa'yı öldürmek için kurdukları tuzaklarını bozmuştur. İnkar edenler, Kur'an'da açıkça bildirildiği üzere, Hz. İsa'yı öldürememişler, ancak onlara bu durumun bir benzeri gösterilmiştir. (Nisa, 4/157) Allah Hz. İsa'yı, bilinen biyolojik anlamda canını almadan Kendi Katına yükseltmiştir ve Hz. İsa ikinci kez yeryüzüne gelecektir. Ancak Hz. İsa ikinci gelişi sırasında, önceleri çok az sayıda kişi tarafından tanınacak ve cemaati oldukça az kişiden oluşacaktır.

“Ehl-i kitaptan hiç kimse yoktur ki, ölmeden ona iman etmiş olmasın. Kıyamet günü gelince de o, onların aleyhinde şahitlik edecektir.” (Nisa, 4/159).

Açıklama: Tefsir alimleri bu ayette -meal olarak- geçen “ölmeden” sözcüğünün kime ait olduğu hususunda farklı iki görüşe yer vermişlerdir:

Birincisi: Burada ölümü söz konusu olan Ehl-i kitaptan olan insanlardır. Yahudiler, peygamberliğini inkâr ederek ona inanmazken, Hıristiyanlar da onu tanrılaştırarak gerçek anlamda onun peygamberliğine inanmazlar. Ama can vermeden önce onun Allah’ın kulu ve resulü olduğuna inanacaklar, fakat  o zamanki iman fayda vermeyecektir. (Taberî, İbn Kesir, Razî, Beydavî, ilgili ayetin tefsiri)

İkincisi: Burada ölümü söz konusu olan Hz. İsa’dır. Bu yorumun sahiplerine göre, Hz. İsa, bir gün semadan nüzul edecek ve ölmeden önce, o devirde yaşayan Ehl-i kitap'tan olanlar ona sağlam bir imanla iman edeceklerdir. Taberî bu görüşü tercih etmiştir. (bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri)

Taberî’ye göre, sahih hadislerin verdiği bilgilerden anlaşılıyor ki,  semadan nüzulü kesin olan Hz. İsa’nın gelişi zamanında İslam dininden ve İbrahim milletinden başka hiçbir din kalmaz. Hepsi de Kur’an’a tabi olurlar(bk. a.g.y).

Bediüzzaman da Taberî’nin görüşüne paralel bir kanaattedir.

Ona göre, Hristiyanlıkta saflaşma, özellikle teslis akidesinde yaşanacaktır. Teslis akidesini, ya makul bir yoruma tabi tutarak tevhit akidesine ters düşen unsurlardan ayıklanacak veya tamamen terk edilecektir.

Konuyu özet olarak, bizzat B. Said Nursi’den dinleyelim:

- Hıristiyanlık, ya tasaffi ederek, hurafelerden arınıp saflaşacak, ve bütün semavî dinlerin ortak gerçeği olan İslam’ın hakikatlerini kabul edecek veya yok olup gidecektir.(bk. Sözler, Lemeât).

- Hz. İsa’nın Hz. Mehdi’ye tabi olup namaz kılacağını ifade eden hadisin manası şudur ki, Hristiyanlar, materyalist ve ateist felsefesine karşı mücadelede, hak dinin temsilcileri olan Müslümanlara tabi olacaklardır. Hz. İsa’nın temsil ettiği hakikî İsevilik dini ortaya çıkacak, şimdiki Hristiyanlık dini o hakikate karşı arınıp saflaşacak, hurafelerden sıyrılıp İslam’ın hakikatleriyle birleşecek, Hıristiyanlık bir nevi İslamiyet’e dönüşecektir. Bu iki dinin gerçekte birleşmesinin sonucunda Hak din dinsizliğin manevî temsilcisi olan Deccaliyete galebe çalacak ve dinsizlik düşüncesini mağlup edecektir. (bk. Mektubat, On Beşinci Mektup).

Bediüzzaman bir başka sözünde ise Hz. İsa'nın toplumun büyük kesimi tarafından tanınamayacağını şöyle açıklamıştır:

"Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakiki Îsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı (derin imanlı yakın talebeleri), nur-u iman (imanın ışığı) ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde (birdenbire ve açıkça) herkes onu tanımayacaktır." (Mektubat, s. 60) 

"Hatta Hazret-i İsa Aleyhisselam'ın nüzulü (inişi) dahi ve kendisi İsa Aleyhisselam olduğu, nur-u imanın (iman ışığının) dikkatiyle bilinir; herkes bilemez." (Şualar, s. 487)

- Ayette –meal olarak- yer alan “Kıyamet günü gelince de o/İsa, onların aleyhinde şahitlik edecektir.” ifadesini de şöyle anlamak mümkündür:

Kıyamet gününde, dünyada iken, sağlam olarak ona iman etmeyen Yahudilerin kendisini yalanladığını,  Hristiyanların ise kendisini tanrılaştırdıklarını söyleyerek haklarında davacı olup aleyhlerinde şahitlik edecektir.(krş. Taberî, İbn Kesir;  Razî, Beydavî, ilgili ayetin tefsiri).

İlave bilgi iin tıklayınız:

Hz. İsa, kıyamet kopmadan önce tekrar yeryüzüne inecek mi?

Deccal, Mehdî ve İsâ Aleyhisselâmı herkes tanıyabilecek midir, sorusunun cevabı için tıklayınız.

91 Peygamber Efendimizin babasının ismi olan "Abdullah" ne anlama gelmektedir? Arapların önceki put inançlarında "Allah" kelimesi var mıdır?

"Abdullah"ın kelime manası "Allah'ın kulu" demektir. Araplarda da Allah inancı vardı. Ancak onlar ayrıca putları da Allah'a kendilerini yakınlaştıran bir vasıta olarak görüyorlardı.

Kur'an’da bu gerçek, bir çok ayette ifade edilir. Bunlarda birisi şöyledir:

"Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) 'Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.' ..."(Zümer, 39/3)

Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Peygamberimizin (asm) döneminde müşrikler Allah’ı biliyordu; ama “Putlara bizi Allah’a yakınlaştırsın diye tapıyoruz.” diyorlardı. Onlarda Allah’ı tümüyle bir inkar söz konusu değildi. Sadece bazı putları ona ortak koşuyorlardı.

İlave bilgi için tıklayınız:

İslam'dan önce, Cahiliye döneminde Arapların Allah inancı nasıldı?..

92 Hz. İsa'nın babasız dünyaya gelmesi, ölüleri diriltmesi gibi mucizeler kıyamete yakın tekrar dünyaya gönderileceğine bir işaret olabilir mi?

Konuyu bildiğinizi düşündüğümüz için kısaca bir noktaya işaret ederek düşüncelerimizi ortaya koymaya çalışacağız:

Bilindiği üzere, Hz. İsa (as)’ın göğe çıkarılması ve tekrar yere indirilmesi konusu aklî olmaktan ziyade naklî / semaî bir meseledir.

Her peygamberin gösterdiği bazı mucizeler ve olağandışı harikalar olmuştur. Bu mucizelerin varlığı mutlaka başka bir harikanın olacağını göstermez. Bu sebeple, Hz. İsa (as)’ın da gösterdiği harikalar onun göğe çıkarılmasını veya yere tekrar indirileceğine dair bir delil teşkil etmez.

Bir delil olarak değil de, bir münasebet, bir uygunluk, bir tevafuk açısından denilebilir ki, Hz. İsa (as)’ın babasız dünyaya gelmesi, -Hz. Cebaril (as)’in üflemesiyle- âdeta yarı melek bir şekilde var olması, onun melekler gibi gökte yaşamasına çok güzel bir uygunluk göstermektedir. Meleklerin gökten yer inmeleri gibi, onun da tekrar yere inmesi mümkündür, makuldür. Bu ipuçları, verilen haberlerin doğruluğunu desteklemektedir.

Ashab-ı Kehf'in 309 yıl bir nevi ölümcül uykularından sonra tekrar hayata döndürülmeleri, Allah’ın her şeye kâdir olduğunu ve Hz. İsa (as)’ı da -bir süreliğine gökler âleminde bıraktıktan sonra- tekrar dünyaya getirmeye de kâdir olduğunu göstermektedir. Hz. Uzeyr (as) gibi Hristiyan olmayan bir kutsî zatı da ölümünden yüz yıl sonra tekrar diriltilmesi söz konusu ise de bu olay, genel kanaate göre Hristiyan olan Ashab-ı Kehf’in bu harika dirilişlerinin, peygamberleri olan Hz. İsa (as)’ın dünyaya tekrar döndürülmesi arasında bir sinyalin olmasına engel değildir.

Özetle; başta arz edildiği üzere -Hz. İsa (as)’ın hayatında ve ümmetinde meydana gelen harikaları- doğrudan -naklî bir konu olan- Hz. İsa (as)’ın dünyaya gelişine bir delil olarak göstermek ilmen mümkün olmadığını, fakat iki olay arasındaki münasebet ipçiklerini yakalamak ve ilahi takdirin acip bir tevafuk nakşı olarak bakmanın mümkün olduğunu düşünüyoruz.