Hz. Âdem'e her şey öğretilmişse, neden fosiller ilk insanların çok ilkel, konuşmayı dahi bilmeyen kimseler olduğunu gösteriyor?

Tarih: 24.10.2014 - 00:52 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Hz. Âdem'in ilk insan olarak yaratıldığı ve ona her şeyin öğretildiği Kur’an’da bildiriliyor. Madem ilk yaratılan insan Hz. Âdem’di ve her şey ona öğretildi. Neden bulunan fosiller çok ilkel konuşmayı dahi bilmeyen, hiçbir aleti kullanamayan ve hiçbir bilgiye sahip olmayan insanlardan oluşuyor?
- Ayrıca, dünyanın çeşitli yerlerindeki mağaralarda bulunan duvar resimleri ne anlama geliyor?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kur’an-ı Kerim’de ilk insan olan Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığı, ondan da eşi Hz. Havva’nın halk edildiği, daha sonra da bunların nesillerinin, günümüzde şahit olduğumuz üreme kanununa göre çoğaldıklarından bahsedilmektedir.

Hz. Âdem’in ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olduğunu, kendisine isimlerin öğretildiğini, meleklerle beraber, imtihana tâbi tutulduğunu, meleklerin bilemediği bazı şeylerin Hz. Âdem’e sorulduğunu, onun bu sorulara olumlu cevap verdiğini ve meleklerin Hz. Âdem’e secde ettiklerini Kur’an’dan öğreniyoruz.

Onun, Allah’ı tanımada ve Allah’ın kâinattaki tasarrufunu anlamada, varlıkların yaratılış gayelerini ve hikmetlerini bilmede, cennet ve cehennem konularında meleklerden daha üstün olduğunu, meleklerin secdesinden anlıyoruz.

Hz. Âdem’e öğretilen isimlerden neyin anlaşılması gerektiği hususu yoruma tâbidir. Hz. Âdem’e belki DNA’nın yapısı en ince teferruatına kadar öğretilmemiş olabilir. Ama en azından, buğday ve arpa gibi varlıkların nasıl yetiştirileceği, evcil hayvanlardan nasıl faydalanılması gerektiği gibi, temel ihtiyaçların karşılanmasında gerekli olan bilgiler verilmiş olmalıdır. Ayrıca, insanın bu dünyaya niçin gönderildiği, ne gibi vazifeler kendisine verildiği, yetkisi ve sorumluluklarının neler olduğu, öldükten sonra ahiretin varlığı ve orada, dünyadaki yaptıklarının veya yapmadıklarının hesabının sorulacağı, ceza ve mükâfatın bulunduğunun bildirildiğini anlıyoruz.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Hz. Âdem’den sonra gelen bazı peygamberlere bir takım san’atların öğretildiği bildirilmektedir. Mesela, Hz. İdris’e terzilik san’atı, Hz. Davut’a demiri hamur gibi yumuşatma san’atının v.s. öğretildiği nazara verilir.

Hz. Âdem’den takriben iki bin sene sonra, günümüzden de yaklaşık dört bin sene önce yaşamış olan Nuh aleyhisselam’a Cebrail tarafından gemi yapma sanatı öğretilmiştir. Bu geminin buharlı gemi olduğu Kur’an’ın ifadesinden anlaşılmaktadır. Batı felsefesi ise, ilk geminin 1800’lü yıllarda yapıldığını iddia etmektedir. Kur’an ise, Nuh aleyhisselama gemi yapmasının emredildiğini hatırlatır:

"Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapanlar hakkında da bana bir şey söyleme. Çünkü onlar kesinlikle suda boğulacaklardır. Gemiyi yapıyordu, kavminden bazı ileri gelen gruplar, onun yanından gelip geçtikçe, onunla alay ediyorlardı. Nuh dedi ki: "Bizimle eğleniyorsunuz, biz de sizinle tıpkı bizimle eğlendiğiniz gibi alay edip eğleneceğiz."

"O perişan edici azabın kime geleceğini ve o sürekli azabın kimin başına ineceğini ilerde bileceksiniz. Nihayet emrimiz geldiği ve tennur (tandır veya geminin kazanı) tutuşup parladığı zaman dedik ki; "Erkeği ve dişisi olan her canlıdan ikişer tane, aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında, aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle". Zaten beraberinde iman edenler çok az idi." (Hûd, 11/37-40)

Elmalılı Hamdi Yazır, tennur ile ilgili ayetin buharlı kazana işaret ettiğini belirtir ve şunları nazara verir:

"Ebu Hayyan, tefsirinde Hasen'den rivayetle 'tennur'un 'gemide suyun toplandığı yer' olduğunu nakletmiştir, ki bu ifade hemen hemen geminin kazanını andırıyor…"

"Görülüyor ki, tefsir âlimlerinin rivayetlerinin bazı noktaları yukarıda arzettiğimiz mânâya değinir yapıdadır. Yani geminin yelkenli bir gemi değil, kazanla çalışan bir vapur olduğunu hatırlatır niteliktedir." (bk. Elmalılı, Hak Dini, IV, 539)

Nuh aleyhisselam bin yıldan fazla yaşamıştır. Onun yaşını Kur’an bildirmektedir:

"Andolsun ki Nuh'u kendi kavmine gönderdik de o dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Sonunda, onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi." (Ankebut, 29/14)

Elmalılı Hamdi Yazır da rivayetlere dayanarak, Tufan'dan sonra Nuh aleyhisselamın altmış yıl yaşadığını belirtir ve şöyle der:

"Rivayet olunduğuna göre Nuh, kırk yaşında peygamber olarak gönderilmiş, dokuz yüz elli sene kavmini Hakk'a davet etmiş, tufandan sonra da altmış yıl yaşamıştır." (bk. Elmalılı, Hak Dini, VI, 215.)

Elbette Nuh aleyhisselamın toplumu bu süre içerisinde maddî ve teknik yönden de gelişmiş olmalıdır. Muhtemelen kızılderililer bu zaman zarfında, Nuh aleyhisselamın gemisine benzer bir gemi ile Arabistan yarımadasından Amerika'ya gitmiş olmalılar.

Tipik evrim felsefesine göre ise ilk insan, hayvan gibi cahil ve bilgisiz, hayatını hayvan avlayarak ve yabani meyveler toplayarak sürdüren ve ge­nellikle mağaralarda yaşayan varlıktır. Zamanla ziraatı geliştirip hay­vanları evcilleştirmiştir. Bazı sosyal topluluklar teşkil ederek köylerde yaşamaya başlamış, giderek aletlerin nasıl kullanılacağını keşfedip, ne­ticede gelişmiş bir medeniyeti hâsıl etmiştir.

Yaratılışçılar ise, insanın insan olarak ve yüksek bir zekâ, geniş kabiliyet ve kapasiteyle yaratıldığını kabul eder. Şüphesiz insan kurulmuş şehirler ve her yönüyle gelişmiş bir teknolojiye sahip olan bir dünyaya gelmemiştir. Fakat Yaratıcı tarafından ona, yeryüzü ve onun kaynaklarını kullanıp geliştirebilecek bir kabiliyet verilmiş, dünyaya gönderiliş gayesine uygun cihazlarla donatılmıştır. İnsanın sahip olduğu teknolojinin asırlar boyu devamlı bir gelişme gösterdiği açıktır. Fakat deliller, bu gelişmenin bir evrim sonucu ol­madığını ortaya koymaktadırlar. Yani böyle bir gelişme, insanın ka­pasitesiyle alakalıdır ve bu insana, hayvandan ayrı bir hususiyet ola­rak yerleştirilmiştir. Meselâ insanda bulunan bu kabiliyet, bir neslin sahip olduğu bilgi ve malumatın gelecek yeni nesile ak­tarılmasını sağlar. Böylece yeni bilgilerin geleceğe nakli, sadece in­sanda mevcut kabiliyetle mümkündür. Yoksa insanlık tarihinde medeniyetin evrimle ortaya çıkması imkânsızdır.(Tatlı, A. Evrim ve Yaratılış. Nesil yayınları, İstanbul, s.205, 2008) 

Şüphesiz yaratılışçılar da insanların mağaralarda ya­şadığını, taştan aletler yaptığını, avcılık ve meyve toplayıcılığıyla ge­çindiğini dikkate alırlar. Fakat bu hadiselerin evrim devreleriyle izahını kabul etmemektedirler.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de geçmiş toplulukların mal ve evlat bakımından daha güçlü olduklarına dikat çekilmektedir:

"(Ey münafıklar!) siz de tıpkı kendinizden öncekiler gibisiniz. Oysa onlar sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı idiler. Dünya nimetlerinden paylarına düşen kadar zevk sürdüler. Sizden öncekiler kısmetlerine düşen kadarıyla nasıl zevk sürmek istedilerse siz de onlar gibi kısmetinize düşen kadarıyla zevk sürmeye baktınız, siz de sizden önce batağa dalanlar gibi batağa daldınız. İşte bunların dünyada ve ahirette bütün amelleri heder olup gitti ve işte bunlar hep hüsran içinde kalanlardır." (Tevbe, 9/69)

Yeryüzünde çoğalan ve muhtelif kabilelere ayrılan toplulukların, Allah’ın emirlerine uymadıkları için, değişik musibetlerle ortadan kaldırılmış olduklarını anlıyoruz. Bununla ilgili olarak şu bilgi verilmektedir:

"Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh Kavmi'nin, Âd'in, Semûd'un, İbrahim Kavmi'nin, Medyen Ashabı'nın ve o mü'tefikelerin haberi gelmedi mi? Onların hepsine peygamberleri delillerle gelmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmetmiş değildi, lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı." (Tevbe, 9/70)

Fosillerin çok ilkel konuşmayı dahi bilmeyen, hiçbir aleti kullanamayan ve hiçbir bilgiye sahip olmayan insanları temsil ettiği tam bir safsatadır; bilimle ve hakikatle hiçbir ilgisi yoktur. Bu sadece, materyalist evrimcilerin düşünceleridir. Bir defa ortada böyle bir fosil yoktur. Kaldı ki bir fosilden siz onun konuşup konuşmadığını, bir alet yapıp yapmadığını nasıl bileceksiniz? İşin düzmece olduğu, gençleri bu konuda yanıltmak olduğu hemen her kelimeden anlaşılıyor.                                                                                                                                                       

Yaratılışçılara göre, bütün insanlar başlangıçta bir arada yaşıyorlardı. Daha sonra bunlar küçük gruplar hâlinde yeryüzüne dağıldılar ve değişik ül­kelere giderek birbirlerinden iyice koptular. Topluluğun orijinal mer­kezinden ayrılan bu küçük grupların bir kısmı önceden sahip oldukları bilgi ve sanatlarını devam ettirirken, bazıları bunları kaybettiler.

 Beş-altı yüzyıl önce Filipin yer­lilerinden ayrılan Tasaday toplumu buna örnek gösterilir. Filipin Ada­larının güney ucundaki Mindanao şehrindeki bu topluluk, beş-altı asır öncesine kadar Filipin yerlileriyle birlikte ziraatla uğraşıyor, çeşitli tipte alet ve silah yapıyordu. Daha sonra buradan ayrılıp geniş sahalara yayılan Tasaday halkı, uzun süren tecritten geçmiştir. Yer, gıda ve gerekli diğer ihtiyaçlar için rekabet olmadığından bildikleri pek çok şeyi unut­muşlardır. Şimdi ziraata ait bilgileri mevcut değildir. Silah yapımı da yoktur. Sadece taşlardan yaptıkları bazı aletlerle bambu kamışlarını silah olarak kullanmaktadırlar. Dolayısıyla Tasaday halkı, geçmişin ileri, gü­nümüzün ise ilkel bir toplumu olarak nazara alınır.(Macleish, K. National Geographie. 1972,  Vol.142. p.219) 

Arkeolojik araştırmalar, yeryüzündeki ilk medeniyet merkezinin Orta Doğu olduğunu ve bunun milattan dokuz bin yıl öncesine kadar uzan­dığını göstermektedir. Helbeak, bu konuda şunu belirtir:

"Mevcut araştırmaların ışığında şunu söyleyebiliriz: Eski Dünya’nın bitki ziraatı, yani çiftçiliğin merkezi / be­şiği Irak-İran ara­sındaki Zagros Dağları’nın teşkil ettiği yayın batısındaki saha, Toros (Güneydoğu Türkiye) ve Galilean (Kuzey Filistin)’in yüksek ara­zileridir." (Helbeak, H. Domestication of Food Plants in the Old World. Science. 1959, Vo1.130.p.365) 

Cambel, bitki ve hayvan evcilleştirilmesinin de aynı yerde yapıldığını kabul eder:

"Elde edilen deliller, tarım başlangıcının, Yakın Doğu’da milattan takriben dokuz bin yıl öncesine uzandığını göstermektedir." (Cambel, H. and Braıdwood, RJ.  An EarlyFor­mingVillage in Turkey. ScientificAmerican. 1970, Vol. 222.p.52) 

Dyson’a göre, metalin elde edilmesi milattan dokuz asır önce başlamıştır:

Suni olarak yapılmış en eski metal eşyalar, Irak’ın kuzeyinde bulunmuş olan bazı bakır boncuklardır. Bunların milattan dokuz bin yıl önceye ait olduğu tespit edilmiştir.

Yazının da insanlık tarihi kadar eski olduğu ve birdenbire ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Lintor bunu şu şekilde ifade eder:

"Yazı da Yakın Doğu’dan yayılmış ve medeniyetin gelişmesinde maden kullanımından daha etkili olmuştur. Yazı, 5.000-6.000 yıl önce Mısır, Mezopotamya ve İndus Vadisi’nde birdenbire görülmüştür." (Lintor, R.The Tree of Cu1ture. New York. 1955, pp.8­9,110)

Sonuç olarak, Mezapotamya veya havalisindeki ilk insanların bulunduğu merkezden ayrılanların bir kısmı, Asya ve Avrupa’ya ka­labalık gruplar halinde gitmişlerdir. Burada sahanın dar, nüfusun fazla olması, sık sık cereyan eden savaşlar ve gıdaların yeterli olmayışı, fen, teknik, sanat ve medeniyet yönünden bu kabile ve devletlerin hızlı bir şekilde gelişmesine yol açmıştır.

Diğer taraftan, Amerika, Avustralya ve Güney Afrika’ya gidenler ise, çok geniş alanlarda dağınık hâlde yaşamaya başlamışlardır. Meyvelerin ve avların yeterli oluşu sebebiyle birbirleriyle rekabet etmedikleri için, Tasaday halkında olduğu gibi, eskiden sahip oldukları medeniyeti yavaş yavaş terk etmişlerdir. Böylece, başlangıçta Avrupa ve Asya’daki kavim ve milletlerle belirli bir kültür değerine sahip olan bu Afrika ve benzeri yerlerdeki insanlar, günümüzde ilkel topluluklar hâline gel­mişlerdir. Yoksa onlar, ateist evrimcilerin ileri sürdüğü gibi, maymunluktan çıkıp tüylü postu bırakarak insanlığa gelmiş değillerdir. Onların büyük babaları da Hz. Âdem, anneleri de Hz. Havva’dır. Onlar Cennette bir süre kaldıktan sonra, işedikleri bir suç sebebiyle yeryüzüne gönderilmişlerdir.

Birbirinden ayrılan bu kavim ve kabilelerin kültür değerleri ve dilleri de giderek farklılık kazanmış ve farklı lisanlar ortaya çıkmıştır. İşte bugün bazı mağaralarda görülen bir takım şekil ve resimlere bu açıdan bakmak gerekir. O insanlar, birbirlerine, san’at ve maharetlerini göstermek için bir takım şekil ve heykeller yaptıkları gibi, farklı lisana sahip olan topluluklar arasında bazı şekil, resimler ve işaretler, anlaşma aracı olarak da kullanılmış olmalıdır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

Hurda

Hocam verdiğiniz bilgiler için çok çok teşekkür ediyorum. Allah razı olsun..

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun