Hıristiyanların Tanrı İnancı ve Hıristiyanları Dinden Çıkaran Sorular

“Önyargılar, insanları birbirlerinden uzak tutmak için bilgisizlikten yapılmış zincirlerdir.” Blessington Kontesi

Her pazar sabahı dünyanın birçok diyarında milyonlarca Hıristiyan, Allah’ın fıtratımıza yerleştirdiği inanma ihtiyacı ve arzusunu karşılamak ümidiyle kilisedeki ayinlere katılırlar. Bu şekilde, kendilerine ulaşan eksik ve yanlış bilgiler doğrultusunda olsa da, tahrif olmuş dinlerinin gereklerini yerine getirmeye çalışırlar.

Tüm insanlığa Kur’ani mesajı ulaştırmakla sorumlu olan biz Müslümanlar, dünyada sayıca en kalabalık olan bu dinin mensuplarını “gâvur” diyerek göz ardı edemeyiz. Tam aksine, onlara hakikati ulaştırmak için azami gayret göstermeliyiz. Şahsen, birkaç sene önce sözüm ona “gâvur” diye tezyif ettiğim Hıristiyan Aeron`u, şimdi Brother Harun (Harun Kardeş) namıyla yüzlerce Müslüman’a hutbe verip imamlık yaparken gören biri olarak insanları “müminler” ve “mümin adayları” diye ayırmayı tercih ediyorum.

İtiraf etmeliyim ki, Amerika’ya ilk geldiğimde Hıristiyanlara ve kiliseye karşı çok mesafeliydim. Bundandır ki, ilk kilise ziyaretimi iki sene sonra yapmıştım. Kur’an’ın Hıristiyan ve Yahudiler için “ehl-i kitap” kavramını kullanmasının hikmetini bu ziyaretimden sonra daha iyi anlamıştım.

Hiç şüphesiz, bu, gecikmiş bir ziyaretti. Bu denli gecikmeme neden olarak birçok şeyi sıralayabilirim. Öncelikle, her insan gibi karmaşık dünyayı basite indirgemek için zihnimde oluşturduğum (veya daha doğru bir ifadeyle, yetiştiğim toplumun tahkikten uzak zihnime aşıladığı) Hıristiyanlık şablonu, ayaklarıma kilit vuran gizli bir zincir olmuştu. Hıristiyanlar hakkında olumsuz bir imaja sahiptim. Bir tek Hıristiyan’ı bile tanımadan edindiğim bir imajdı bu. Onlarca mezhep farkına rağmen bütün Hıristiyanları şu basit tipleme ile zihnime kodlamıştım: “Hıristiyanlar, sapkınlar topluluğundan müteşekkil insan güruhudur.”

Bu önyargımı sözde sağlam gerekçelere dayandırmıştım. Mesela, Kâinat Sultanı, Kur’an-ı Kerim’de “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” (Maide, 51) buyuruyordu. Hem, sapkın bir dini bilmeye ne gerek vardı! Onlar sapkın dinlerini terk edip bize gelmeliydi. Tıpkı müthiş bir yangın içinde derin uykuya dalmış ve hatta rüya aleminde gördükleriyle kendini, alevler yerine, güzel bir bahçede zanneden bir insanın kendiliğinden uyanmasını beklemek gibi. Veya gözü bağlanmış ve hiçbir şeyi göremeyen birinin önündeki uçurumu fark etmesini ummak gibi.

Diğer yandan, İslamiyet, ehl-i kitabın kestiği helal hayvanların etinden yememize cevaz vermişti. Bununla da kalmamış, ehl-i kitaptan bir bayanla evlenmemize müsaade etmişti. Demek ki, İslam, Hıristiyan birini eşimiz kadar sevmemize izin veriyordu. Önceleri, ehl-i kitaba tanınan bu ayrıcalıklar bana, yukarıdaki ayetin hükmüne ters düşüyor gibi geliyordu. Fakat Hıristiyanlıkla ilgili bu karmaşık bilgi ve düşüncelerim, Bediüzzaman’ın farklı yorumuyla açığa kavuşunca ayağımdaki zincirler çözülmüştü. Artık bir an önce kiliseye gitmek için sabırsızlanıyordum.

Kilisede Gördüklerim

İki dakikalık gecikme ile kilisenin bahçesine girerken, önceden randevulaştığımız Profesör Easton dışarıda beni bekliyordu. Tebessüm ve merak dolu bir merhabadan sonra içeriye girerken elime günün programını içeren bir kâğıt uzatıldı.
Yerime oturduktan sonra, bir gözümle programın akışını takip ediyor, öbürüyle içerideki insanları gözlemliyordum. Hemen herkesin zamanında gelmesi ve programın vaktinde başlaması, doğu kültüründen uzak bir diyarda olduğumu bana ihtar ediyordu. Cuma namazında bile, çoğu zaman, son anda namaza yetiştiğimizi düşününce hayli hayıflandım.

Profesör Easton açılış konuşması yapan kişinin papaz olduğunu söyleyince hayretim katmerleşti. Çünkü o güne kadar zihnimde var olan biraz itici ve kılıksız papaz imajının aksine, karşımda ayaklarına kadar uzanan sade elbisesi ve boynundaki şalı ile bir “Papaz Hanım” duruyordu.

Programa başlamadan önce kısa bir müzik dinletisi oldu. Programın hemen her bölümünde arka fonda müzik çalınması bana Amerikan toplumunda müşahede ettiğim bir vakıayı anımsattı. Müzik, Amerikalıların, kundaktan mezara kadar hayatlarının her anında bulunuyor. Kırmızı ışıkta durduğumda, bazen yanımdaki arabanın içinde insanların sonuna kadar açtıkları müziğin sesiyle aşka geldiğini ve adeta benim arabamı da aşka getirdiklerini hatırladım. Hiç unutmuyorum, bir gün yakıt istasyonunda benzin alırken, bir kadının kundaktaki bebekle, deliler gibi sağa sola sallanıp radyodan gelen müziğe eşlik ettiğini hayretle izlemiştim. Bu hadise, Amerikan gençliğinin, büyüdükleri zaman niye durmaksızın müzikle birlikte sallandıklarına açıklık getiriyordu! Gerçi bu tarz müzikle kilise müziği arasında fark olduğu aşikâr... Ancak toplumda müziğin bu denli yaygınlık kazanmasında kilisenin etkisi olduğu inkâr edilemez. Her neyse...

Papaz Hanım, doğum günü olanları ismen zikredip tebriklerini sunduktan sonra duaya başladı. Dua esnasında etrafımdaki insanlara dikkatle bakıyordum. Adını yanlış koymalarına rağmen, herkes İlahi Güce elini açmış, dua ediyordu. Dua, kendi acizliğini anlayan insanın, kendisinden üstün ve kudretli birine el açıp yalvarmasıdır. Bu anlamda hangi dine mensup olursa olsun, dua eden bir insan lâfzen dahi olsa aczini beyan eder ve kendisinden daha kudretli Yüce Varlığa iltica eder. Fıtratın sesi olan duaya kulak verirken, Papaz Hanım’ın söylediği cümleleri kısmi bir tashihle beraber tekrar etmekte tereddüt etmedim. Sanırım sadece, aşağıda vereceğim duaların içeriği bile İslam ile Hıristiyanlık arasındaki bazı ortak noktaları göstermek için yeterli olabilir. Hz. Muhammed (a.s.m.), Hz. İsa’nın (a.s.) getirdiği ilahi mesajın zamanla tahrip olan kısımlarını tashih etmiş, değişmeyen kısımlarını teyit etmiş ve insanlığın ilerlemesiyle beliren yeni ihtiyaçlarına cevap vermişti.(1)

“Yalnızca harika bir şey tatmak,
Sadece büyüleyici bir şey görmek,
Ya da bir şeyin içindeki nuru fark etmek,
Allah’ın (God) huzurunda olduğunu bilmek için,
Durup onları hayret ve ibretle seyretmek için,
Kalplerimizde merak uyandırmak için,
Ayaklarımızı yere basıp raksetmek (zikretmek) için,
Sizi harekete geçirip şükretmek için yeterli.”

Aynen çevirdiğim bu ilk duada, Müslüman olarak, sadece bir kelimeyi tashih ettiğimde (parantez içindeki kelime) gerisini tasdik etmek için hiç bir engel yok.
İlk duadan sonra bir dakika sessizce bekledik ve akabinde şu dua okundu: “Ey sırların sahibi! Kalbimizin derininde senin varlığını hissetmeyi ve günlük yaşadığımız her şeyin içinde Sen’i aramayı ve bulmayı bize nasip et!

Şüphesiz, Rabbimiz şu anda buradadır, O’nun azamet ve rahmetini hissedebiliyorum. Meleklerin kanatlarının hızlı çırpıntısını (meleklerin burada bulunduğunu) duyabiliyorum ve her birinin yüzündeki yüceliği görebiliyorum. Şüphesiz, Rabbim şu anda burada hazırdır…”

Hıristiyanların Tanrı İnancı

Yukarıdaki duada, “God” kelimesi kullanılmıştı. God, İngilizcede Tanrı manasına gelmekle beraber, Hıristiyanlar için zamanla farklı anlamlar kazanmıştır. Hıristiyanların “God” derken, bizim anladığımız manada sıfatların sahibi tek bir ilahi kudreti düşündüklerini söylemek güçtür. Baba, oğul ve kutsal ruh üçlemesi (teslis inancı) birçok Hıristiyan mezhebi için God kelimesinin manasına dahildir.
Teslis inancı Hıristiyanlığın ilk zamanlarında yoktu. Hz. İsa’dan (a.s.) yaklaşık bir asır sonra yazılan İncillerin içine teslis inancı yerleştirildi. Dördüncü asırda çok tanrılı bir dine sahip olan Roma İmparatorluğu’nun idarecileri, teslis inancını kendi inançlarına daha yakın bulduklarından dolayı kabul edip, tevhide yakın diğer İncilleri imha etmişlerdi. (2) Günümüzde Unity Church ve Unitarian Universalist gibi bazı kilise cemaatleri teslisi reddediyorlar.

İslam’dan önce gelen İlahi mesajdaki tahribatın en büyüğü bu alanda gerçekleşmiştir. Kur’an’ın tevhide olan vurgusunun ne kadar yerinde olduğu, Hıristiyan bir memlekete geldikten sonra daha iyi anlaşılıyor.

Tarihsel olarak, inananların mücadele etmesi gereken en büyük tehlike şirk ve inkâr olmuştur. Sapkınlığa düşen insanlar, bir İlah ile yetinmek yerine, sürekli başka ilahlar aramışlar. Bu sırdandır ki, Kur’an ısrarla, “Allah’tan başka ilah yoktur” diyerek şirkin her çeşidini reddediyor.

Kanaatimce, Hıristiyan birine Allah’ı anlatmak, Allah’ı hiç bilmeyen veya inkâr eden birine Allah’ı anlatmaktan daha kolaydır. Bir Hıristiyan’ın Müslüman olması için ilk etapta Allah inancını tashih etmesi yeterlidir. Tahkik ehli ve insaflı insanlar için bu çok zor değil. Doğrusu, Hıristiyanların İslam’ı tercih etmelerindeki en önemli neden, teslis ve tevhid arasındaki farkın büyüklüğüdür. Her gün artan sayıda Hıristiyan, teslis inancını makul görmediği için dinini terk ederek tevhide dayalı İslam’a teslim oluyor.

Hıristiyanlıktaki Tahrifatın Bir Örneği

Bir kısım insanların, nefislerine uyup Hz. İsa’nın (a.s.) getirdiği mesajı tahrip etmelerine rağmen, aklıselim sahibi olanlar zamanla yapılan tahrifatı görüp, kısmen de olsa, tashih yoluna gitmişler. Bu ilk kilise ziyaretimde gördüğüm bir hadise de bunun somut bir örneğiydi. Programın ortalarında Papaz Hanım eline büyük bir somun ekmek alarak Hz. İsa ile ilgili bir olay anlattı. Akabinde, Hz. İsa’nın (a.s.) hatırasına, elindeki ekmekten bir parça koparıp masanın üzerindeki bardağa batırarak yedi. Herkes sıraya girip mistik bir havada ekmekten bir lokma alıp bardağa batırdıktan sonra ağzına atıyordu. (3) Ben yanımdakine bardakta ne olduğunu sordum. Şarap olduğunu düşünmüştüm. Ancak yanılmıştım. Arkadaşımın anlattığına göre, bu kilisede şarap yerine meyve suyu içiliyordu. Hayret etmiştim. Birçok kilisede şarap içilmesine rağmen, bu kilisedeki insanlar, içki içmenin doğru olmadığını anlayıp Hıristiyanlıktaki yanlış bir hükmü tashih etmişlerdi. Başka bir deyişle, tahrip olmuş bir hükmü tashih ederek bu konuda İslam’ın getirdiği hükme gelmişlerdi.
Kilise cemaati, Hz. İsa’nın cömertliğine işaret eden sofradan bir lokma aldıktan sonra şu manalı sözlerle dua etti: “Ey Rabbim! Aç olanlara aş, ekmeği olanlara da adalet açlığını ver!”

Bireyselliğin Hakim Olduğu Toplumda Kilisenin Yeni Rolü

Daha sonra, İncil’den alınan bazı ayetlerden bestelenen şarkıyı koro halinde söylediler. Sıra, sevinç ve kederlerin paylaşımına gelmişti. Bazıları geçen hafta yaşadığı mutlulukları paylaşırken, sıkıntıya duçar olanlar da teselli ve dua için dertlerini anlattılar. Bireyselliğin hakim olduğu bu toplumda kilise, insanların sosyal ihtiyacına cevap veriyordu. Anlaşılan, birçoğunun evlerinde besledikleri sadık dostları olan köpekler, sosyal ihtiyaçlarını karşılayamıyordu!

Dertleşme devam ederken, dağıtılan bir liste dikkatimi çekti. Bu bir “dua istek” listesiydi. Arzularının yerine gelmesi veya dertlerine deva bulmak için insanlar birbirlerinden dua talep ediyordu. Herkes listedekilere gıyaben dua edecekti. İslam’ın gıyabi dua hakikatini bu Hıristiyanlar bir sistematiğe bağlamışlardı. Listede kimin, niçin dua istediği de yazılıydı. Gerekçeler hayli ilginç geldi bana. İşte birkaç örneği:
J. R., kardeşi Corey’in alkolle mücadelesinde başarılı olması için; Nancy, yeni evlerinin zamanında bitmesi için; Keith, güvenli bir seyahat yapmak için; Mary, gelecek hafta gireceği iş mülakatında başarılı olmak için dua istiyordu.

Programın sonunda Papaz Hanım, yaşanan sevinçlerin şükrünü eda etmek ve sıkıntıların giderilmesini istemek için, el ele verip halka oluşturmamızı istedi. Halka halinde salonun içinde Mevleviler gibi dönerken, herkesin ağzından şu sözler dökülüyordu:

“İsa tekrar yaşıyor. Dünya tekrar nefes alıyor.”

Kilise Ziyaretinin Düşündürdükleri

Bu gecikmiş ziyaretin sonunda arabama binip eve doğru yol alırken İslam’ın yüksek hakikatlerine imanım daha da artmıştı. Kiliseye gitmekle Hıristiyan olmamıştım. Aksine, İslam’ın güzelliğini daha iyi anlamıştım. Bana öyle geliyor ki, Hıristiyanlara mesafeli yaklaşmamızın bir nedeni, dinimizi kaybetme korkusudur. Oysa ziyaretimin sonunda bu korkunun yersiz olduğunu anladım. Dinini gerçek manada bilen hiçbir Müslüman, Hıristiyanlığı öğrendiğinde Hıristiyan olmayı istemez.

Yol boyunca, “Tanrı öldü” diyen Nietzsche’nin anlattığı deli adamın hikayesini düşündüm:

O deliyi duymadınız mı; tanla kalkan, fener yakıp pazar yerine koşan, durmadan bağıran, “Tanrıyı arıyorum! Tanrıyı arıyorum!” diyen deliyi. Tanrıya inanmayan çok kişi var kalabalığın arasında. Gülüp dalga geçerler deliyle. Biri, “Ne, Tanrı’yı mı kaybetmiş!” der. “Çocuk gibi yolunu mu kaybetmiş?” der bir başkası. “Yoksa Tanrı saklanıyor mu bizden? Yolculuğa mı çıkmış? Göçmüş mü yoksa?” Bu şekilde bağrışırlar, gülüşürler. Deli ortalarına dalar, onları bakışlarıyla deler. “Nerde mi Tanrı?” diye bağırır. “Söyleyeyim: Biz öldürdük onu. Hepimiz onun katilleriyiz.” (Nietzche doğru söylemiş, Hıristiyanlar kendi elleriyle yarattıkları tanrıları, yine kendileri öldürmüşlerdi.) Deli, anne ve babasını öldüren küçük bir evlat gibi şaşkınlık içinde işlediği cinayetin aslında kendi ölüm fermanı olduğunu anlatmaya çalışır kalabalığa: “Peki bunu nasıl yaptık? Nasıl yutabildik denizi? Bütün ufku emmek için süngeri kim verdi bize? Dünyayı güneşten koparmakla ne yaptık biz? Şimdi nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzaklaşmıyor muyuz? Dalmıyor muyuz boyuna; geriye doğru, yana, ileriye doğru, bütün yönlere? Aşağı diye, yukarı diye bir şey kaldı mı? Sonsuz bir yokluk içindeymiş gibi yoldan sapmıyor muyuz? Soluğunu duymuyor muyuz boş uzayın? Daha çok soğuk değil mi şimdi? Gece üstüne gece değil mi yaklaşan? Sabahları fener yakmamız gerekmez mi?” (4)

Nietzsche’nin delisi kalabalıkları terk eder, birçok kiliseye gider. Orada Tanrı’nın ölümüne ağıtlar yakar. Kendisini dışarı çıkarıp sorgulayanlara şu manidar cevabı verir: “Tanrının mezarlarından, türbelerinden başka nedir ki bu kiliseler?” Evet, Nietzsche’nin doğru söylediğini bugünkü türbe ziyaretimde anlamıştım. Ruhu ölmüş, cismi kalmıştı kilisenin. Ancak, ben Nietzsche gibi üzülmedim tanrının ölümüne. Çünkü hiç ölmeyen Tanrı’yı bulmak için, evvela beşer eliyle icat edilen bütün tanrıların ölmesi gerekir. Aslında kelime-i tevhid, “la ilahe” lafzıyla bütün beşeri tanrıları öldürdükten sonra, “illallah” ifadesiyle de tek olan Allah’ı ilan eder. (5)

Hıristiyanları Dinden Çıkaran Sorular

Kızı İslam’ı seçtiğinde, tabir yerindeyse, dünyası yıkılan Amerikalı Hıristiyan bir kadının “Başka Bir Yolun Kızları (Daughters of Another Path)” adındaki kitabını okumuştum. Yazar, hem kendi kızının hem de başka Amerikalı kızların niye İslam’ı seçtiklerini anlatıyor kitabında. Anne ve babalarından Hıristiyanlığı miras alan bu kızlar, lise ve üniversite yıllarında seküler eğitim aldıklarında sorgulama ve kuşku duyma devresini yaşamışlar. Hıristiyanlıkta akılla çelişen inanç esasları ve cevabını bulamadıkları şu sorular onları hakikati aramaya ve bulmaya sevk etmiş: “Hz. İsa’dan önce gelenlerin durumu ne olacak? (Hıristiyanlar Hz. İsa’ya kurtarıcı olarak inanmayanların Cennete girmeyeceğine inanıyor.) Niye bazıları çok iyi hayat yaşadıkları halde sırf Hz. İsa’ya inanmıyor diye Cehenneme gidecek? Öte yandan, niye bazı Hıristiyanlar çok kötü oldukları halde sırf Hz. İsa’ya inanıyor diye Cennete gidecekler? Niye çok seven Yaratıcı insanların günahlarını bağışlamak için Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesini gerekli kılmış? Niye her çocuk Hz. Adem’in Cennette işlediği günahla dünyaya geliyor? Nasıl olur da sonsuz ilim sahibi Yaratıcı’dan gelen İncil açıkça bilimsel hakikatlere ters düşüyor? Hz. İsa nasıl ilah olabilir? Bir Yaratıcı niye üç olsun ki?” (6)

Kilisenin tanrıları yukarıdaki sorulara cevap veremediği için ölüyor. Kur’an ise, henüz sorulmamış sorulara bile cevap verdiği için yaşıyor ve yaşamaya devam edecek. O halde, dinimi kaybederim korkusuyla Hıristiyanlardan uzak durmak sadece bir vehimdir. Size iki araba sunduklarında, çok eski model, hurdaya dönmüş, kendisini bile zor taşıyan bir arabayı mı istersiniz; yoksa yeni model, bakımı çok güzel yapılmış ve hiçbir problemi olmayan bir arabayı mı istersiniz? Elbette ikincisini! İslam, temsildeki ikinci araba gibi sağlam ve işleyen prensipler üzerine hareket etmesine rağmen, Hıristiyanlık zamanla tahrip olmuş ve aklen kabulü çok zor olan esaslara dayandığı için birinci arabaya benziyor. Bu sırdandır ki, hakiki bir Müslüman Hıristiyanlığa geçmediği halde, her gün yüzlerce Hıristiyan İslam’ı tercih ediyor. Hıristiyan diyarına göçen Müslümanlar, her türlü sosyal baskıya rağmen, dinlerini terk edip Hıristiyan olmuyorlar. Aksine, onları gören birçok Hıristiyan, dinlerini bırakıp Müslüman oluyorlar. O halde Hıristiyanlarla ilişki kurmaktan çekinmek yersizdir. Daha da ötesi, Kur’an’ın Hıristiyan ve Yahudileri “ehl-i kitap” diye tarif edip onlara bir nevi “imtiyazlı” statü tanıması, bizim onlarla iyi ilişkiler kurup, gerektiğinde ortak hareket etmemizi teşvik içindir. Bu asırda böyle bir diyalog, işbirliği ve ittifaka birçok nedenle büyük bir ihtiyaç vardır.

Kaynaklar:
1. Kur’an, İslam’ın önceki ilahi dinlerle bağını birçok ayette ifade ediyor: “Biz, Allah’a, bize indirilene; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene; Musa’ya, İsa’ya ve (diğer) peygamberlere Rablerinden verilene inandık, iman ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız ve biz, ancak O’na boyun eğen Müslümanlarız! Her kim İslam’dan başka bir din ararsa asla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.” (Al-i İmran, 84-85)
2. Hz. İsa (a.s.) hayatta iken, kendisine davet ulaştığında kabul etmeyen Antakya’daki bir sinagogun din görevlisi Pavlus, Hz. İsa’nın (a.s.) göğe çıkmasından (veya Hıristiyanlara göre çarmıha gerilmesinden) iki sene sonra Hz. İsa’nın (a.s.) siluetini gördüğünü ve kendisine İncil’i (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından yazıldığı iddia edilen dört kitabın bütünü) yazdırdığını söyler. Teslis inancını ilk defa ortaya atan Pavlus, Yahudiler tarafından ölümle tehdit edilince, kuzeye kaçar ve teslise dayalı Hıristiyanlığı tebliğ eder. O zamanlar birçok Hıristiyan tarafından reddedilen teslis inancı, daha sonraları Yunanlıların çok tanrılı dinlerinden etkilenen Bizans idarecileri tarafından Hıristiyanların resmi dini haline getirilir. Fred Reed, Shattered İmages isimli kitabında Hıristiyanlıktaki tevhit inancının nasıl tahrip edilip teslise dönüştürüldüğünü detaylıca anlatır.
3. Sonradan öğrendiğime göre, ekmeğin şaraba batırılarak yenilmesi Hıristiyanlar için başka bir manaya da geliyor. Ekmek, Hz. İsa’nın (a.s.) bedenini, şarap ise ruhunu temsil ediyor. Ekmeği şaraba batırıp yemekle, Hz. İsa (a.s.) sevgisini içlerine yerleştirmeyi amaçlıyorlar.
4. Friedrich Nietzsche, “The Gay Science,” The Portable Nietzsche, ed. and trans. W. Kaufmann, Viking, 1954, s. 95.
5. Katolik okulunda öğrenciyken, Hıristiyanlığın temel öğretisini bir kısım sorularla sorguladığı için okuldan atılan Jeffrey Lang’ın hidayet öyküsü bu konuda hayli ibret vericidir. Jeffrey, sorularına cevap bulamadığı için, lise yıllarında Hıristiyanlığı terk edip ateist olur. Üniversite eğitimini tamamlayıp matematik profesörü olmasına rağmen huzuru bulamaz. Bu esnada, karşılaştığı Müslüman bir öğrencisinde fark ettiği huzur ve nur, Jeffrey Lang’i İslam’ı araştırmaya teşvik eder. Kur’an’ı alıp okumaya başlar. Sorularına Kur’an’da cevap bulur. Onun tabiriyle, “ben bir süre Kur’an’ı okuduktan sonra anladım ki, Kur’an beni okuyor. Zihnimdeki sorulara cevap veriyor.” Hocalık yaptığı üniversitenin yakınındaki küçük bir mescide gidip kelime-i şehadet getirir. Dr. Lang, şehadet cümlesindeki her bir kelimeyi söylerken hissettiklerini hidayet serüvenini yazdığı kitapta ayrıntılı olarak anlatır: “Eşhedü en la ilahe” derken şöyle düşündüğünü ifade eder: “Geçliğimden bugüne kadar hiçbir tanrı olmadığını öğrendim ve bu inançla yaşadım. “Hiç bir tanrı yoktur” sözünün ne kadar korkunç bir hakikat olduğunu ve insanı müthiş bir boşluğa yuvarladığını kendi hayatımla anlamıştım.” Dr. Lang, bu sözcüğün akabinde “illallah” derken şunları hisseder: “Bu kelime susuzluktan ölmek üzere olan birinin ağzına damlatılan ilk damla su gibiydi. İmamı takip edip kelime-i şehadeti bütünüyle zikrettiğimde sanki yeniden doğmuştum.” (Struggling to Surrender, Amana Publication, s.15)
6. Carol Anyway, Daughters of Another Path, Yawna Publication, 1995.
Not: Bu yazı yazarın Nesil Yayınları'ndan çıkan 11 Eylül’e Rağmen Amerika’da Yükselen İslam isimli kitabından alınmıştır.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun