Bakış Açımız
Bakış açısı, derinlere dayalı bir felsefedir. İnsanların bakış açısı onların şahsiyet ve kimliklerini belirler. Yani bir meseleyle karşılaşılınca, onu değerlendirmesi, ona karşı gösterdiği tepki ve aksülamel, o meselenin fikir ve amel planında meydana getirdiği değişmeler, müspet veya menfi alınan tavırlar kişinin inanç, kültür ve tecrübe durumlarını ve bunların seviyelerini gösterir. Nitekim “medeniyet”in tarifini yapan düşünürler çoğunlukla “dünya görüşü”, “hayata bakış şekli” demekte ittifak ederler.
“Bakış açısı” tabirini biraz açmak için “Neye bakış açısı?” sorusunu cevaplayalım:
Her şeye!
Hayata, ölüme, başarıya, başarısızlığa, zenginliğe, fakirliğe, paraya, mevki ve makama, yetki ve salahiyete.
Dosta, düşmana.
Kadına-erkeğe, büyüğe-küçüğe.
Hatta zelzele, hastalık, savaş, kıtlık, bolluk-darlık, musibet... ve ekonomik krize bakış açısı.
Nitekim aynı hâdise karşısında insanların tepkisi bir değildir. Sözgelimi ölüm hadisesi inanan insanla inanmayan insanın, iyi ve müttakî ile fâsık ve günahkar kimselerin üzerinde aynı tesiri hâsıl etmez.
Sözü fazla uzatmadan şunu demek istiyoruz: Hayatın her meselesinde olduğu gibi musibetler ve hususen şu ekonomik ve mâlî kriz karşısında bir Müslümanın takınması gereken tavır, gayr-ı müslimlerin tavrından farklı olmalıdır.
Acaba bunu hiç düşündük mü?
Düşündükse, kendimizi bir sigaya çekip muhâkeme ve muhâsebeden geçirdik mi: Değerlendirmelerimiz ve bu değerlendirmeler sonucu ortaya koyduğumuz tavırlarımız ve sarf ettiğimiz sözler ve yaptığımız fiillerin ne derece İslamî olduğu? sorusuna cevap verdik mi?
Verdiğimiz cevaplar ayet ve hadislere mi dayanmakta yoksa çevremizden veya televizyondaki bir açık oturumda söylenenlerden duyduklarımıza, yada rast gele bir gazeteden okuduklarımıza mı dayanmakta!
Eğer Müslümanlığımızın Allah nezdinde makbul olması, bir bakıma, bu çeşit durumlar karşısında ortaya koyacağımız, İslama uygun sağlıklı tepkiye bağlı ise bu soruya müspet cevap verebilmemiz gerekir.
Şu sahih hadis açısından, tepkimizin –bir sözle dahi olsa- hayatî önem taşıdığını bilmemiz gerekir:
“Muhakkak ki kul, Allahın rızasına uygun bir kelam sarfeder de bunun kazandıracağı dereceyi bilemez, halbuki Allah, o söz sebebiyle, kıyamete kadar kendisinden razı olur. Yine kul, bir kelam sarfeder de onun sebebiyle, Allahın kendisine gadab edeceğini hiç düşünemez. Halbuki Allah o sözü yüzünden, kavuşacağı güne kadar ona gadab eder” (1).
Bu hadiste ifade edilen yasağın bir çerçevesi olmadığı için bütün konuşmalara şâmil olduğunu söyleyebiliriz. Hatta bir başka hadis, fitne sırasında başvurulması gereken tedbirlerden biri olarak sükûtu yani “konuşmama”yı tavsiye etmektedir(2). Yine Resulullah bir keresinde “Ya hayır konuş yada sus” derken(3) bir diğer seferinde de: “Emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münker ile zikrullah dışındaki bütün sözlerinin, kişinin lehinde değil aleyhinde olduğuna (4) dikkat çeker.
Burada hassaten, asıl konumuz olan iktisadî kriz, deprem, fitne ve benzeri meselelerde uluorta konuşmalara çok dikkat edilmesi gerektiğine dikkat çekmek istiyoruz. Çünkü “kalbin tercümanı” durumunda olan sözümüz(5) ve tavrımız, Kuran tarafından açık ve kesin bir üslupla belirtilen şu düstura ters düşebilir: “Allah ve Resûlünün beyanını olduğu gibi kabul etmek”. Bir müminin, olmazsa olmaz diye ifade edebileceğimiz temel vasfı “Allah ve Resulüne” itiraz etmemek, onlara muhalif düşmemektir. Çünkü doğrunun, gerçeğin ve hakikatin kaynağı onlardır. Bu hususu teyit eden sadece üç kısa ayetin mealini kaydediyoruz:
“Rabbine yemin olsun ki, onlar, aralarında çıkan ihtilafta seni hakem tayin edip, sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir rahatsızlık hissetmeden tam bir teslimiyetle razı olmadıkça onlar mümin olamazlar” (6).
“Allah ve Resûlü, müminleri ilgilendiren işlerden bir şey hususunda bir hükümde bulunduğu zaman, ne erkek ne de kadın hiçbir müminin, o meselede (bir başka hükmü tercih etmek) muhayyerliği yoktur. (Kim bu hükme uymayarak) Allah ve Resulüne âsi olursa, mutlaka, pek açık bir sapıklığa düşmüş olur” (7).
Üçüncü ayet, hem daha açık hem de daha kesin muhtevasıyla imanda sağlamlık arayan kalpleri “yanlış”a düşme endişesinden ürpertip teyakkuza sevk edecek mahiyettedir: “Aralarında hükmetmek üzere Allah ve Resûlüne (uymaya) çağrıldıkları zaman müminlerin sözleri “işittik ve itaat ettik” demekten ibâret olmalıdır. İşte gerçek mümin bunlardır” (8)
.
Söz ve tavırlarımızda böylesi bir hassasiyet ve itinaya yer vermediğimiz takdirde, yine Kuranın ifadesiyle “Kendi hevamızı (yani bir kısım arzu ve kaprislerimizi) kendimize ilah (tanrı) kılmak” (9) gibi ciddi bir şirke düşme tehlikesiyle baş başa kalabiliyoruz.
Kaynaklar :
1-Müstedrek 1, 45, Tirmizi, Zühd 8.9 (2416, 2418, 2421.hl.
2-Ebu Dâvud, Melâhim 17, 4343. h. (Başka rivayetler için bak. İslam Işığında Anarşi s. 316-17).
3-Buharî, Rikâk 23, Müslim, İman 75-77
4-Feyzul-Kadir 5,57,sh
5-A. e. 5,57.
6-Nisa 65.
7-Ahzâb 36.
8-Nur 51.
9-Furkân 43.
BENZER SORULAR
- Namaz, Müslümanların başına bela mı?
- İnanmaya Direnen Birinin Son Soruları
- Musibet Nasıl Değerlendirilmeli
- İnanan insanın bakış açısı nasıl olmalı?
- Cennette, eşimi başkası ile paylaşmak zorunda mıyım? Bu durum adaletsizlik olmuş olmaz mı?
- Rabbimize hakkıyla nasıl teslim olalım?
- İman herkese mutluluk verir mi?
- Ahzab suresi 36. ayetinden peygamberimizin de hüküm verebileceğini anlıyorsak, aynı mantıkla Tevbe suresi 1. ayeti nasıl açıklayabiliriz?
- Zemahşeri’nin, Hz. Muhammed ile Hz. Zeyneb’in evliliğiyle ilgili yorumu nedir?
- Hz. İsa ve Hz. Musa'nın hiç şekilsel namaz kıldığına dair belge var mı?