Bilim varsa mucize yoktur, mucize varsa bilim yoktur, denilebilir mi?

Tarih: 26.11.2015 - 01:40 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Mucize bilimin açıklayamadığı ve tanrıya mal edilen olağanüstü hallerdir. Bilim her olayı bugün ya da gelecekte açıklayacaktır. Doğa ustu ya da altı diye kavramlar olamaz.
- Mucizeye inanmak bilimi reddetmektir. Bilim varsa zaten mucize yoktur, mucize varsa da bilim yoktur; pozitivizmi bir kenara itip akıl dışılıklara inanan toplumların bugün içinde bulundukları hal de ortadadır.
- İslam'da yeri olan tüm mucize akıl dışılıktır.

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Mucize, Allah’ın kainattaki sistem ve düzenini resul ve elçileri için rafa kaldırması anlamına geliyor. Nasıl kainata düzen ve sistemi tesis eden Allah ise, onu bir kulu için rafa kaldırıp delen de yine Allah’tır. Haliyle mucizeleri bilimsel bir metot ve izah ile açıklamak mümkün değildir.

Mucizeler bilimsel olarak açıklanabilse, zaten mucize olmaktan çıkar, bir bilimsel done olur.

Allah sonsuz kudret sahibi olduğu için, bu mucizeyi kırıp dökmeden ya da kainatın sistem bütünlüğüne zarar vermeden gerçekleştirebilir. Allah için bu çok kolaydır. İnsan her şeye kendi açısından bakmaya aşina olduğu için, Allah’ın icraat ve fiillerini de yine kendi düşkün ve aciz  bakış açısından değerlendiriyor.

Esasen, aşırı zorlamalarla ve tekellüflerle girişilen sözde açıklamaların bütün gayesi, mucize diye bir şey olamayacağı ve her şeyin muhakkak maddî bir sebep-netice münasebeti ile ortaya çıkması gerektiğini -güya- ispatlamaktır.

Tabii bunun arkasından da Mukaddes Kitaplarda mucize olarak bahsedilen, harikulade tabiat hadiselerini ya "paranormal hâdiseler veya aslı astan olmayan uydurma haberler" şeklinde reddetmek gelir.

Hâlbuki bilimi mucizelere karşı bir delil olarak kullanmak mantıkî yönden geçerli değildir ve bu davranışın bizzat bilimin aleyhine bir şekilde neticelenmesi daha muhtemeldir. Zira mucizelerin olabileceğine inanmak, olmadığına inanmak kadar bir tercih ve inanç meselesidir. Neticede bilimin izah adına acziyetini itiraf ettiği durumlar, kendi sahasını zorlamanın bir cezası olarak yine bilime fatura edilecektir.

Aslında bu meselede tartışma zeminini doğru oturtmak ve kavramların tarifini iyi yapmak gerekir. Bu kavramlar içinde pozitif ilim veya bilim diyebileceğimiz deneye ve gözleme dayalı hadiseleri izah tarzının sınırlarının iyi bir şekilde ortaya konulması, aklın güvenilirlik sınırları, zamanın izafîliği ve zorunluluk ile determinizm başta gelir.

Hepimizi aldatan bir mesele yaratılış hızının zaman içindeki izafîliğidir. Meselâ, her gün milyonlarca canlının, ana ve babalarının cinsiyet hücreleri sebep kılınarak yaratılması, zaman içinde geniş bir alana yayıldığından bize çok normal bir hadise gibi gelir. İnsan için bu yaratılış ortalama dokuz ay gibi bir zaman içinde yavaş yavaş olduğundan ve binlerce yıldır artık alıştığımızdan buradaki mucizevî yön gözlerimizden çoğunlukla kaçar.

Hâlbuki aynı insanın yaratılışı yine aynı embriyolojik yollardan geçerek hızlandırılmış bir film gibi iki dakika içinde gerçekleşse ve bir kadının karnı iki dakika içinde büyüyüp doğum yapsa, aynı hadiseye hemen mucize deriz.

Demek ki burada bizi hayrette bırakan asıl olay hadisenin oluşundaki sebep-netice münasebetinden çok, meydana gelişindeki izafî hız ve bizim hadiseye alışık olup olmamamızda gizlidir.

Bilimin kendine mevzu olarak aldığı meselelerin dayandığı ölçüler sadece tecrübelerimize ait genellemelerden ibarettir. Kullanılan en büyük kıstas ise beş duyumuza ve sağlam aklımıza dayanan deney ve gözlemdir.

Ancak bütün bu sayılanlar teker teker ele alınıp incelendiğinde, gerek aklın ve beş duyumuzun sınırları gerekse de deney ve gözlemin yapıldığı şartların izafîliği bugün birçok teorik fizikçi ve bilim felsefecisi tarafından çok net bir şekilde geniş olarak tartışılmıştır.

Meselâ, Peygamberimiz (asm)'e ait birçok mucize onlarca gözlemci sahabenin gözü önünde cereyan etmiş, rüya ve sihir gibi ithamlardan uzak tutulması için de meydana gelen harikulade hadise neticesinde ortaya çıkan yemeği veya suyu sahabiler bol bol kullanmışlardır. İki kişi arasındaki küçük bir yalanın bile birkaç günden fazla saklanamadığını ve kendisinin yalanını çıkarmak için bütün düşmanlarının gözlerinin üzerinde olduğunu düşünürsek, birçok mucizeden hiçbirinin bile en küçük bir itirazla karşılaşmadan asırlarca gerçek kabul edilmesi Peygamberimiz (asm)'in mucizelerinin doğruluğuna en büyük delillerden biridir.

Eskiden, ilmin bu kadar gelişmediği dönemlerde insanları ilzam etmek ve peygamberlerin doğruluğunu tasdik ettirmek için kullanılan en güçlü delillerden biri mucizelerdi. Hz. İsa'nın babasız olarak dünyaya gelişi, Hz. Musa'nın kavmini yarılan Kızıldeniz'den boğulmadan geçirmesi ve asasının yılan oluşu, Hz. Süleyman'ın hayvanların lisanını bilmesi, çok uzak mesafelerden eşyayı nakletmesi, Hz. İbrahim’in ateşte yanmaması ve Efendimiz (asm)'in büyük mucizeleri olan Miraç hâdisesi ve Ay'ın ikiye yarılması ilk anda aklımıza gelen harikulade vak'alardır.

Ancak günümüzde ortaya çıkan dogmatik ve tutucu pozitivist anlayışın estirdiği bilimsel terör havasından dolayı, birçok inanan insan mucizelerden çekinerek bahseder duruma gelmiştir. İnsanlar çevrelerinde meydana gelen her günkü hadiselere o kadar alışmışlar ki bunlara ters gelecek herhangi bir vakaya hemen “peri masalı” veya “uydurma” damgasını vurabiliyorlar.

Tarih içinde ortaya çıkan bu ters bakışın önemli bir sebebi, bilimin mühim bir özelliği olan gözlemin yorumdan ayrılmasıdır. Mucizelere inanmayan ve küçümseyenlerin sahip olduğu bu bakış açısının temelleri pozitivizm ve rasyonalizmle birlikte XVI. asırda Avrupa'da atıldığından bu durum bütün semavî dinler için söz konusudur.

XVI. asırdan önce “nasıl ve niçin” soruları hemen hemen aynı şekilde cevaplandırılırdı: Yeni ağaçlar büyüyebilsin diye tohumlar toprağa düşer; ürünler çıksın ve insanlar yesin diye yağmur yağar gibi. Ancak aynı hadisenin birden fazla şekilde yorumlanabileceği fark edelince, mekanizmaya ve tabii hadiselerin önceden tahmin edilebilirliğine dikkat çekildi. Bu da hadiselerde İlahî Kudrete gerek olmadığı (!) şeklinde yorumlandı ve sadece açıklanamayan şeylerde Allah’a ihtiyaç duyma gibi sakat bir anlayışı ortaya çıkardı.

XVII. asırla birlikte bilim adamları modern anlamda “tabiat kanunları” tabirini kullanıyorlar, ayrıca fizikî ve biyolojik dünyaların kendi kendilerini düzenleyen sistemler olduğuna inanıyorlardı. Allah sadece “ilk sebep” olarak görülüyor ve “tabii kanunları” değiştirerek dünyaya müdahale edebileceği düşünülüyordu.

Locke ve Hume, Newton fiziğini kullanarak tabiat kanunlarının değiştirilemeyeceğini, bu yüzden mucizelerin olamayacağını öne sürdüler. XVII. asırdaki bir şey yapmaktan aciz bir tanrı inancını ortaya çıkaran ve kâinatın mekanik olarak devam ettiğini ileri süren bu anlayışa rağmen din, XIX. asırdaki kadar yara almamıştı.

Batıda 1960’lı yıllar öncesine kadar fizikî belirsizlik düşüncesinden kaynaklanan çok dar bir müdahale sahası bırakılmıştı ve o kadarlık bir inançla tatmin olmanın çarelerini aramakla meşguldüler.

Günümüzde ise moleküler biyolojinin ve hücrenin derinliklerine yapılan “keşif gezileri”nin ortaya koyduğu biyolojik belirsizlik, bilhassa sosyobiyolojide ciddi tartışmalara sebep olmaktadır.

Levontin’e göre “Eğer sosyal kanunlara model olabilecek, biyolojik kanunları göstereceksek bunlar popülasyon kanunları, tekamül kanunları, organizasyon kanunları seviyesinde olmalıdır, fakat bütün gayretlere rağmen biyolojide bu tür kanunlara rastlanılmamıştır.”

Biyolojide istatistiklere göre hüküm verebilirsiniz, fakat hiçbir zaman bir fizik formülünde olduğu gibi kesin rakamlara dayalı ve kâinatın her yerinde geçerli bir rakam elde edilemez, zira canlı sistemler her an değişen kararlı bir dinamik denge içinde hayatiyetlerini sürdürürler. Meselâ elma ağacının yaprağında 763 gözenek vardır veya bir milimetreküp kanda 5.891.633 adet alyuvar vardır diyemeyiz, ancak yuvarlak genellemeler ve ortalamalarla bazı münasebetleri ifade edebiliriz.

Bunları söylemekle beraber mucizelerle ilgili durumu belirsizlik prensibine bağlayamayız, çünkü cansız olan fizik âlemde, biyolojiye nazaran oldukça sağlam bir belirlilik vardır, meselâ ağaçtan kopan elma yere düşer, çünkü yerçekiminin tesirindedir. Ancak atomaltı partikülleri seviyesine inildiğinde orada da büyük bir belirsizlikle karşılaşırız. Heisenberg’in belirsizlik prensibi bunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu durumda cansızlar âleminde görülen denizin yarılması, Ay'ın ikiye bölünmesi gibi mucizeler için de atomaltı seviyeye inildiğinde fizik kanunlarının belirliliğinden çok belirsizliği ile karşılaşırız. Bütün bunlara rağmen mucizeler yine de belirsizliğe bağlanamaz, kaldı ki buna belirsizlik demek de doğru olmaz; bize göre belirsiz olsa bile Yaratıcı’nın ilmine, iradesine, kudretine ve hür tercihine bağlı bir belirlilik demek daha doğrudur.

Mucizelerin aleyhinde ortak bir tecrübenin ve iddianın oluşması için bütün rivayetlerin yanlış olduğunu söylemek ve mucize olduğunu iddia edenleri yalanlamak gerekir. Halbuki rivayetlerin yanlış olduğuna da mucizelerin olamayacağını düşünerek karar verirler, yani tam bir fâsid daire içinde kalırlar...

Hâlbuki mantıktaki temel bir kaideye göre, binlerce yalanlayana karşı bir tek ispatlayan delil kabul edilir. Meselâ bir milyon kişi dünyada siyah kuğu yoktur ve bütün dünyayı aradık deseler, bunlara karşı bir kişinin siyah kuğuyu göstermesiyle iddiaları çürütülür. Peygamberlerin mucizeleri ise çok büyük çoğunlukla kalabalık bir topluluk önünde cereyan etmiş ve asırlardır yalanlanmadan sahih rivayetler halinde gelmiştir.

Hume’un mucizelere saldırmasındaki bakış açısının da mesnetsiz olduğu ortaya çıkarılmıştır.

Hume’a göre hadiselerin sadece bir sebebi vardır ve bu tek sebep bilinirse tamamen açıklanabilir. Bu mantıkî olarak hatalı bir görüştür. Aynı hadise farklı birkaç sebeple meydana gelebilir, özellikle farklı varlık tabakalarına ait boyutlarda hadiseye tesir eden sebeblerin hepsinin, bizim anladığımız maddî ölçülerde de olması gerekmez.

Aynı nesneye tesir eden farklı mahiyetteki sebepler farklı neticeleri doğuracağı gibi bunun aksi de yani aynı sebeplerin tesiriyle bizim ölçülerimize göre bilinemeyen nesnenin gizli bir mahiyetinden ötürü farklı neticeler elde edilmesi mümkündür. Bu hususlar ise birbiriyle ihtilafa düşmemekte, aksine birbirini tamamlamaktadır.

Aynı şekilde bir mucizenin de yanlış bir gözlem veya bilinmeyen bir sebep yerine İlahî bir gücün eseri olarak izah edilmesinde bilimsel (!) olmaya halel getirecek bir durum yoktur. Hem ayrıca böyle bir yorum, zincirleme şekilde sürüp gidecek bir sebep-netice münasebetine de gerek bırakmaz.

Medawar, bilimsel anlayışın sınırı olduğu hususuna şöyle parmak basar: “Bilimin bir sınırı olduğu görüşü, bilimin cevaplayamadığı soruların mevcut olmasından kaynaklanmıştır ve bilimdeki gelişmeler de bu sorulara cevap getirememektedir. Bu hususta Karl Popper’in son sorulan artık çocuklar tarafında” bile sorulmaktadır:

Her şey nasıl başladı? Niçin buradayız? Hayatın gayesi ne?

Katı ve bağnaz pozitivizm, bu tür soruları soru olarak görmemiş veya sözde soru olarak telakki etmiş, yani hep gözardı etmiştir. Pozitivizme göre bu soruları ancak budalalar sorar ve ancak şarlatanlar cevap verme cüretini gösterirler. Hâlbuki soruları gözardı etmek insanları tatmin etmez, zira bu sorular, hem soranlar hem de cevaplamaya çalışanlar için bir mânâ ifade eder. Evrensel olarak kabul edilmiş bir gerçek vardır ki, bilimin işi bu sorulara cevap vermek değildir. Demek ki bilimsel anlayışın belirli bir sınırı mevcuttur.

Mucizeler söz konusu olduğunda bu yaklaşımı şu şekilde uygulayabiliriz: Mucizelerin, normal bilimin ölçüleriyle ispatlanması veya inkâr edilmesi mümkün değildir. Bir mucizenin ardındaki mekanizmayı bilsek bile bu onun mucize oluşunu ortadan kaldırmaz. Meselâ birçok biyolojik mucizede harikuladeliklerin temelindeki temel biyolojik mekanizmalar bilindiği halde onların hassasiyeti ve mükemmeliyeti hususunda insan aciz kaldığı müddetçe birer mucize olmaya devam edeceklerdir.

Bizim âdiyattan zannedip alıştığımız mucizeler dışında tarihte bir kere olmuş ve insanlar tarafından tekrarı mümkün olmayan mucizeler için önemli olan onların nasıl olduğundan çok nerede ve ne zaman ortaya çıktıklarıdır. Bu durumda bilimin işi daha da güçleşmektedir, zira tarihin geçmiş bir devrinin bütün şartlarını teferruatlı olarak bilmek mümkün olmadığından bilimin bu hususta da söz söylemesi mümkün değildir.

Mucizeleri inkâr eden görüş indirgemeci bir mahiyettedir. İndirgemeci görüşün değeri, taşıdığı işaretler yardımıyla kontrol edilebilir.

Bunlar, Jacques Monod’un nihilizmiyle ifade edilmiş ve W.H.Thorpe tarafından teferruatlı bir şekilde cevaplandırılmıştır. Monod gibi mucizeyi inkâr edenlerin düştüğü en büyük çelişki bilim adına tesadüflere ve olmayan zorunluluğa bel bağlamalarıdır. Zorunsuzluk hakkında oldukça doyurucu izahlarda bulunan Emile Boutroux, tabiat kanunları, causalite ve determinizmi sorgularken farklı varlık tabakalarındaki zorunsuzluğu çok güzel bir şekilde izah etmektedir.

Mucizeler hakkındaki geleneksel görüş, mucizenin tabiatı küllî değil genel sebepler çerçevesinde kurup devam ettiren Zât'ın, bu sebepleri doğrudan veya ilmin bilemediği sebepler üstü bir sebeple kırarak yarattığı hadiseler olduğudur.

O Ayrıca mucizelerde bile sebepler tamamen gözardı edilmemiştir. Meselâ Efendimizin (asm) parmaklarından su akması için az bir su sahabiler tarafından dökülmüş, yemeğin artması için bir miktar yemek bulunmuştur.

Bazı ilahiyatçılar determinizmden çok fazla etkilenerek mucizelerin bulunmadığı bir din ortaya koymaya teşebbüs etmişlerdir. Fakat bu tip gayretler artık dine olan teveccühten dolayı pek rağbet görmemektedir.

Ancak burada bir noktaya dikkat etmek gerekir: Bu tür bir görüş hem bilim hem de bilim dünyası hakkında yanlış tahminlere sahip insanlara empoze edilen spekülatif bir oyundur. Bu şekildeki bir anlayışın bilim adamlarına hiçbir faydası olmadığı gibi dine inanan ve onun buyurduğu akidelere iman etmiş insanları da bilimden soğutmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Mucizeler indirgemeci bir anlayışla kolaylıkla inkâr edilebilir ama böyle bir teşebbüs ilmî inkişafa mâni ve ilmin kendi prensiplerine terstir, zira mucizeleri inkâr etmek onları kabul etmekten daha fazla bilimsel değildir. Dolayısıyla onları kabul etmek safdillik olarak görülmemelidir, aksine bilimin bir sınırı olduğunu farketmemize yardımcı olur.

Nitekim mucizelerin bu yönüne Bediüzzaman Hazretleri çok çarpıcı bir şekilde temas ederek onları ilmin ulaşamayacağı son sınır olarak görmüştür.

İlmin bu sınıra kadar yaklaşabileceğini müjdelemiş (meselâ, eşyanın ışınlama suretiyle nakledilmesi, kayalardan su çıkması, ölülerin diriltilmesi vs.) ancak bu sınırın insanın gücüyle aşılamayacağını söylemiştir.

Düne kadar Miraç hadisesi ilmin dışında telâkki edilebilecek özellikte görülmüş ise de çok buudlardan, ışınlamadan ve antimaddeden bahsedilen günümüzde bunun inkârı bilim dışılıktan başka bir şey değildir.

Nitekim birçok teknolojik buluş geçmişe göre kıyaslandığında birer mucize ölçüsünde görülebilir (yanmayan elbise, seslerin nakli, görüntünün nakli gibi). Ancak bunların son sınırları Allah'ın eli ile peygamberlerin gerçekleştirdiği mucizelerdir. İnanan ilim adamlarının mucizelerden aldıkları ilhamlar ve peygamberlerin teşviği ile bu sınırlara ne kadar yaklaşabildiklerini ise ancak yaşayanlar göreceklerdir. 

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun