Allah, ibadeti terk edenleri niçin cehennemle tehdit etmektedir?

Tarih: 05.11.2006 - 21:07 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

İbadet; kulun, Allah Teâlâ'ya karşı tekbir, hamd, şükür gibi vazifelerini, O'nun emrettiği tarzda yerine getirmesidir. İnsan; Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz ihsan, ikram ve nimetleriyle beslendiğini düşünerek O'na karşı hamd ve şükür görevini, nihayet tevazu ve mahviyet içerisinde yerine getirmekle sorumludur. Bu ise, ancak ibadetle olur.

İbadet eden insan, bu dünya misafirhanesinde, Allah'ı emri dâiresinde oturup kalkar, yiyip içer, her türlü fiil ve hareketlerini O'nun emirlerine göre tanzim eder. Başkasının değil, ancak Allah'ın kulu olarak yaşar. Bu kulluk onu, hakiki insaniyete, gerçek şerefe, haysiyet ve ismete kavuşturur. Zaten insanların yaratılış gayesi ibadet ile bu şerefe nâil olmaktır. Nitekim, Cenâb-ı Hak Zâriyât suresinde:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zâriyat, 51/56)

buyurmaktadır. Diğer bir ayet-i kerimede de şöyle buyuruyor:

“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takvâ mertebesine nail olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, Arz'ı size döşek, semâyı binanıza dam yapmış; ve semâdan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve diğer gıdaları çıkartsın. Öyle ise Allah'a misil ve ortak yapmayınız. (Bilirsiniz ki, Allah'tan başka Ma'bûd ve Hâlikınız yoktur).” (Bakara, 2/21-22)

Evet, Cenâb-ı Hak, semavatı güneş ve yıldızlarıyla, zemini deniz ve karalarıyla en mükemmel bir sûrette yarattı. Ve insanı o muhteşem kâinat ağacından, ilminin hassas ölçüleriyle nice eleklerden geçirerek, en mükemmel bir meyve olarak süzdü. O küçük insanı, bu muhteşem kâinatın bir hulâsası haline getirdi.

İnsanın ruhuna, her biri kâinattan daha kıymetli lâtifeler yerleştirdi. Ona her nev'i güzellikleri seyredebilecek bir göz, yiyeceklerin ayrı ayrı tatlarını zevk edebilecek bir dil verdiği gibi, bu duygularla elde ettiği algıları, zevkleri, ilim ve irfana çevirecek bir akıl ihsan etti. Ve insana, gerek kâinattan süzülerek onun imdadına gönderilen nimetleri ve gerekse kendi vücuduna yerleştirilen maddî ve manevî ihsanları takdir edebilecek bir vicdan lütfetti.

Hem o insanın sinesine, bu sonsuz ihsan ve ikramlara karşı, nihayetsiz bir muhabbetle mukabele edebilecek bir kalp yerleştirdi.

İnsan, kendisine hediye edilen akıl ile, sadece bu dünya için yaratılmadığını, kendisinin, vazifesiz ve gayesiz olamayacağını idrâk eder. Vicdanıyla, ona yapılan bu sonsuz ihsanlara karşı Rabbini yüce görmesi ve O'na hamd ve şükretmesi gerektiğini bilir.

Ubudiyetini yalnız Allah'a hasreder. O'na ortak koşmaz. İnsanın kalbindeki Allah sevgisi ancak ibadet ile ortaya çıkar gelişir ve kuvvet bulur.

Ve kalbiyle ancak Allah'a muhabbet eder; sevilmeye lâyık bütün yaratılmışları da yine O'nun için sever. Faraza, insan dinen ibadetle sorumlu olmasa bile ondaki akıl, kalp ve vicdan Allah'a ibadeti ve itaati emreder. Zira, bunları ancak ibadet tatmin eder.

Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan O Ganiyy-i Mutlak'ın bizim ibadetimize ihtiyacı olmadığı açıktır. Bilâkis, biz ibadete muhtacız.

İster istemez varacağımız o mahşer meydanında, o dehşetli hesap gününde, Cenâb-ı Hak biz insanlara:

“Ey kullarım! Ben sizleri yoktan var ettim. Sizin sonsuz ihtiyaçlarınızı yerine getirmek için bütün kâinatta olan nimetlerimle size yöneldim. Vakti vaktine ihtiyaçlarınızı yerine getirdim. Ben dünyada rahmet ve inâyetimle sizinle beraber idim. O zaman siz kiminle beraberdiniz? Şükür ve kulluk bana lâyık iken, siz beni unutup şükür ve ubûdiyetinizi kimlere takdim ettiniz?”

dediğinde ne cevap vereceğiz? O mukaddes huzurda ar, utanma ve hayâdan ortaya çıkan manevî azap, cehennem azabından daha dehşetli olmayacak mıdır? İşte, kâfirlere; “Keşke toprak olsaydık.” dedirten de bu hâlden gelen şiddetli utanç duygusu olsa gerektir.

Evet, insan ibadetsiz olmayacağı gibi, İslâmîyet de ibadetsiz düşünülemez. Bu hakikati şöyle bir örnekle açıklayalım: Bir Müslüman köyü düşününüz. Bu köyde ezan okunmasın. Hiç kimse -ne bayram, ne cuma, ne de vakit - namazlarını kılmasın. Hiçbir fert oruç tutmasın, zekât vermesin, hacca gitmesin. O köyde yaşayanlar Kur'an okumasın, haram-helâl tanımasın, farz-vacip nedir bilmesinler. Kalplerinde Allah sevgisi ve korkusu bulunmasın. O'nun nimet ve ihsanlarına karşı, hiç kimsenin hatırına hamd ve şükür etmek gelmesin...

Böyle bir köyün ahalisi, Kur’an-ı Kerim'in açtığı en geniş yola, Peygamber Efendimizin (asm) hayat tarzına, başta sahabeler olmak üzere bütün evliya ve asfiyaya, bütün müçtehit ve mücedditlere, müfessir ve muhaddislere ve nihayet bütün âbid, salih ve müttaki insanlara zıt bir konuma düşmezler mi?

Evet, İslâm sadece teorik ve vicdani bir sistem değildir. Kur'ân-ı Kerim'de birçok ayet-i kerimede imandan sonra hemen amel-i salih kavramı kullanılmakta ve salih amelin, imanın bir sonucu olduğu ders verilmektedir.

İbadetle ilgili açıklamalarımıza Bediüzzaman Hazretlerinin, İşarâtü’l-İ'caz tefsirindeki şu güzel ifadelerle son verelim:

“... İnsanın (O) yüksek ruhunu inbisat ettiren ibadettir; istidatlarını inkişaf ettiren ibadettir; meyillerini temyiz ve tenzih ettiren ibadettir, emellerini tahakkuk ettiren ibadettir, fikirlerini tevsi ve intizam altına alan ibadettir. Zâhirî ve bâtıni uzuvlarını ve duygularını kirleten, tabiat paslarını izale eden ibadettir, insanı muhakkak olan kemalâtına yetiştiren ibadettir, abd ile Ma'bûd arasında en yüksek ve en lâtif olan nispet, ancak ibadettir. kemâlat-ı beşeriyenin en yükseği şu nispet ve münasebettir.”

Evet, peygamberlerin gönderiliş hikmeti, imanın esaslarıyla İslâm'ın şartlarını insanlara öğretmektir. Yani, onların kalplerine, başta Allah'a iman olmak üzere, bütün iman hakikatlerini yerleştirmek ve bu imanlarını kemâle erdirecek ibadet vazifelerini onlara hakkıyla öğretmektir. İnsanın imanı, ancak bu ibadetlerle olgunlaşır. Bir kulun Allah katındaki değeri, O'na karşı kulluk vazifesinde göstereceği hassasiyet ve özenti oranındadır.

İbadetsiz iman bir meyve çekirdeğine benzetilirse, ibadetler onu geliştiren ve meyvedar bir ağaç haline getiren sebeplerdir. Biri güneş ise, diğeri hava, biri toprak ise diğeri su hükmündedir.

Peygamberler ve evliyalar dahil hiçbir mümin, bu ibadet sorumluluğundan hariç tutulmamıştır. Hiçbir kişisel erdem ve olgunluk, farz olan ibadetler yerine konulamaz.

Elbette ki böyle ulvi bir vazifeyi yapmayan insanın cezası cehennem olacaktır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun