Rızık (dağılımı) konusunda Allah'ın adaleti nasıldır?

Tarih: 26.12.2006 - 22:07 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Aynı fakültede farklı üniversiteden mezun aynı kurumda çalışan iki mühendisten biri hem daha iyi bir üniversiteden mezun hem çok daha kıdemli, hem de idareci pozisyonunda olduğu halde 1.250 YTL maaş alıyor. Diğeri 3.000 YTL maaş alıyor. Bu kokuşmuş düzende bütün bunlar normal.
- Ancak benim sormak istediğim maaşa rızık olarak bakılabilir mi?
- Şayet rızıksa bu rızık dağılımının hikmeti ne olabilir?
- Sonuçta her şey yüce Allah'ın iradesinde olduğuna göre?..

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Rızık, insanın istifade ettiği şeylere denir. Bu bakımdan kişinin maaşı onun kazancıdır. Bu maaşından istifade ettiği kısım onun rızkıdır. Ayrıca rızık iki kısımdır. Rızkı hakiki ve rızkı mecazidir. Rızkı hakiki, insanın yaşaması için gerekli olan her şeydir. Rızkı mecazi ise onsuz hayatımızı devam ettireceğimiz rızıktır.

Dünyaya gelen her varlık beslenmek ister. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de yaratma ile rızıklandırma birçok ayette birlikte geçmektedir.

“Allah sizi yarattı ve rızıklandırdı.” (Rûm, 30/40).

İnsan; ana rahmine düşmesiyle rızkı kendisine gönderilmekte ve sonra da göbeği aracılığı ile beslenmektedir. Bütün canlıların da yaratılışlarına göre rızıkları kendilerine sevk olunmaktadır.

Kur'an-ı Kerim'in ana konuları; Allah, kâinat ve insanla ilgilidir. Büyük kitabımızda genel bir ifade ile, her canlının sudan yaratıldığı bildirilmiş (Enbiyâ, 21/30), sonra insan hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Zümer sûresinin 6. ayetine göre Allah, cenini ana rahminde sıvı, ısı ve ışık geçirmeyen üç ayrı perde içinde halden hale, tavırdan tavıra değiştirmekte, geliştirmekte ve oluşumu tamamlandıktan sonra dünyaya getirmektedir. İnsan yavrusu, dünyaya gelir gelmez, annesinin göğüsleri birer süt musluğu halinde onu beklemektedir. Allah'ın ilhamıyla hemen annesinin göğüslerini emmekte, dünyanın en değerli besini olan anne sütü ile beslenmektedir. Zamanla büyüyüp, dişleri çıkmaya başladığında, besin maddeleri çeşitlenmekte, zevkleri artmaktadır. Ancak, acizliği ve ihtiyacı devam ettikçe, nerede bulunsa rızkı kendisine ulaştırılmaktadır.

Rızık, kader konusu ile ilgilidir. İnsanı eceli nasıl takip ederse, rızkı da öyle takip eder.

“Allah Teâla'nın rızık vermediği bir canlı yoktur.” (Hûd, 11/6).

İslâm bilginleri çalışıp kazanmayla ilgili “kesp” ve üretim konusunu fıkıh ve İslâm hukuku kitaplarında incelemiş; rızık konusunu ise akâid ve kelâm kitaplarında işlemişlerdir. Bu bakımdan hiç kimse, “ezelde bana takdir edilen ne ise o elime geçecektir; çalışmama gerek yoktur,” diyemez. Elektriğin düğmesine dokunmadan lambalar yanmadığı gibi, kişi cüzî iradesini kullanmadan ezelî planda belirlenen nimetlere ulaşamaz. Zaten biz ezelde ne takdir edildiğini bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da usulune uygun çalışanın kazanacağıdır.

* Her müfessir, Bakara sûresinin 3. ayetinin yorumunda rızkın mahiyeti ile ilgili görüşlerini açıklamıştır. Özellikle Hamdi Yazır merhum da, kaynaklara dayanarak bu âyetin tefsirinde doyurucu bilgiler vermiştir. Buna göre, çocuklar anne babanın rızkı, anne baba da çocukların rızkıdır. Bu anlamda eşler de birbirinin rızıklarıdır.

Rızıkta faydalanma esastır. Bir insanın rızkı, onun malı ve mülkünden yalnız faydalandığı bölümdür. Rızık, bir insanın, bir canlının ihtiyacını karşılayan şeydir. Bir insanın çok fazla malı, mülkü olsa da, bundan ancak yiyip içerek, türlü ihtiyaçları için kullanarak ve Allah yolunda harcayarak değerlendirdikleri onun rızkıdır. Mal varlığının kalan kısmının kimin rızkı olacağını Allah'tan başkası bilemez. Mutlu insan malını, mülkünü rızık derecesine yükseltebilendir. Nice varlıklı kimseler bulunmaktadır ki, bunların nasipleri, yani rızıkları sınırlıdır. Kazançları ile orantılı değildir. Ama bunu büyütmemelidir. Çünkü bu dünyanın ahireti de vardır. Ayrıca dünya imtihan dünyasıdır. Aynı fırsat eşitliğine sahip olan insanlar arasında da rızıkları bol ve kıt olanlar vardır ve bu derece derece her toplumda görülmektedir.

Kur'an-ı Kerim, cennet rızıklarından da uzun uzadıya bahs etmektedir. Bir insanın âhirette ulaşacağı imkânları görmeden, dünyada onun zenginliğini yalnız eriştikleriyle ölçmek eksik bir değerlendirme olur.

İktisatçılar “ nedret ” ve “ vefret ” diye iki tabir üzerinde dururlar. Nedret, mal, mülk ve rızık kaynaklarının insanlığa yetmeyeceği, iddiasıdır. Hatta bir İngiliz iktisatçısı olan Malthus'a göre, yeryüzünde insan sayısı arttığı halde, besin kaynaklarında bir artış olmadığına göre, insanlık acından ölecek ve dünyanın sonu gelecektir. İki asır önceki bu kehânet boşa çıkmış ve gün geçtikçe besin kaynaklarında büyük artışlar olmuştur. İşte “vefret” de bu manadadır.

Batılı meşhur iktisatçılardan olan Dr. Colin Clark'ın tesbitine göre, dünyanın besin kaynakları yirmi sekiz milyar insanı rahat besleyebilecek durumdadır. Bu bakımdan aslında insanlık için bir kıtlık tehlikesi yoktur. Fakat insanların tembelliği, beceriksizliği, üretimde verimliliği artıramayışı belki bir kıtlık sebebi olabilir. Ama bu, kaynakların yetersizliğinden değil, insanların ihmalleri ve düşüncesizliklerinden ileri gelebilir. Şüphesiz bölüşüm adaletsizliğinin de giderilmesi gereklidir. Bu arada israf çılğınlığının da önüne geçilmesi gerekir. Üzücüdür ki, dünyada silahsızlanma gayretleri de sonuç vermedi. Bugün silaha yapılan harcamalar, açlık çeken insanlara dağıtılabilir. Bütün bunların yanında mali imkanların Allah yolunda harcanması da emrolunmaktadır. Zekat, kurban, sadaka ve sırasında ödünç verme bu emirler arasındadır.

Diğer taraftan insan rızkı madd î ve manevî olmak üzere iki kısma ayrılır. Ekmek, peynir, elbise, ayakkabı, saat, kalem, bilgisayar, iletişim araçları ve gözlük birer maddî rızık oldukları gibi, Allah, peygamber ve din sevgisi, iman ve ibadet sevgisi de birer manevi rızıktır. Vatan sevgisi, meslek sevgisi de şüphesiz manev î rızıklardan sayılır.

Kainatımızdaki renkler ve güzel kokular da manevi rızıklardandır. Allah bu nimetlerini fark etmemizi istiyor. Mesela Rahman sûresinin 12. ayetinde yapraklı taneler ve hoş kokulu bitkilerden; 76. ayetinde cennette yeşil yastıklar ve harikulade güzel döşeklerden bahsedilmektedir. Özel mülkiyetimizde olmasa bile, dağlar, denizler, gökyüzü, yeryüzündeki bahçeler, parklar ve ormanların manzaraları da duygulu ruhları doyuran manevi rızıklardır.

Tabir caiz görülürse, insanı bir sentez, Kur'an-ı Kerimi de bir sentez olarak düşünebiliriz. İnsanın en ince, en küçük ihtiyaçları bile Kur'an-ı Kerim'le karşılanmaktadır. Kendimizin bile fark edemediğimiz nice duygularımız, Kur'an-ı Kerim'le tatmin olmaktadırlar. Kur'an-ı Kerim'in ısrarla kendisini okunmaya çağırması, Peygamberimizin (asm) bu yoldaki teşvikleri işin önemini vurgulamaktadır.

Midemiz, rızık istediği gibi gözümüz, kulağımız da rızık istemektedirler. Yenilecek, içilecek, lezzet alınacak şeyler, görülüp işitilecek şeyler de bunlara cevap vermek için yaratılmışlardır. Mesela, insan ruhunun Kur'an-ı Kerim'in zevk verici sesine, insanın aklının, Kur'an-ı Kerim'de akla hitap eden, düşünmeyle ilgili âyetlere ihtiyacı vardır. İlimle ilgili âyetler, insanın bilgi ihtiyacını karşılamakta, insan ilişkileri ile ilgili âyetler ise, sosyal hayatın şekillenmesine yön vermektedir. Kalp, ruh, hatta hayal de rızka muhtaçtır ve kendilerine münasip rızıkları hazırlanmıştır. Hele bir de gönlümüzün rızkını düşünürsek, konu çok daha derinleşir. Gönül, dünyaya doyamıyor. 90 yaşındaki insan bile yaşamak istiyor.

Her canlının, her varlığın kendine münasip rızkını yaratan Allah, gönlümüzün sonsuz yaşama arzusunu hiç cevapsız bırakır mı? Evet, bırakmamış ve cenneti yaratmıştır.

Rızık, hayattan sonra nimetlerin en büyüğü, hamd ve şükrü celp eden bir hazine, insanı ibadet, dua ve niyâzlara sevk eden bir kaynak durumundadır. Dolayısıyla her an bize Allah'ı hatırlatmaktadır. Dinimizde mukaddes olan imân ve Kur'an gibi yüce değerler rızıktan çok, nimet olarak ifade edilirler. Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihler, Allah'ın nimet verdiği kimseler olarak bildirilmişlerdir. Onlara verilen bu nimet imân ve İslâm nimetidir.

Öte yandan rızık kavramı, Kur'an-ı Kerim'de sık geçen kelimelerden biridir. Rızık, sosyal ve iktisadî hayatın merkezinde bulunan, bütün hayatî faaliyetleri örgütleyen bir konumdadır. Fert olarak, toplum olarak, ne yaparsak yapalım, sanki hedefinde rızık vardır. Kesb ve sây ise rızkın elde edilmesinde önemlidir.

Ana karnında ve çocukken, rızkı kendisine gönderilen insan yavrusunun; gücü kuvveti arttıkça, Allah'ın çalışıp kazanma emirlerine muhatap olmaktadır. Bir taraftan Necm sûresinde (39-40) “insan için çalışmasından başka bir şey yoktur; çalışmasının karşılığını ise görecektir” buyrulurken, diğer taraftan Hûd sûresinin 61. ayetinde, insan oğlunun ömrünü geçireceği yeryüzünü bayındır hale getirmesi istenmektedir.

Yukarıda işâret edildiği gibi, Kur'an-ı Kerim'de, çalışıp kazanma, girişimcilikte bulunma ve her türlü üretim faaliyetleri “kesb” deyimi ile ifade edilmiştir. Aynı manada “sây” kelimesi de geçmektedir. Gerçekte rızkı veren yalnız Allah'tır. Ancak Cenab-ı Hak bunu kanunlara, sebeplere bağlamıştır. Sünnetullâh'a uygun olan tavır, bir meslek edinip kurallara uygun şekilde gayret göstermektir. Gerçi Kur'an-ı Kerim'de mucize gıdalara da yer verilmiştir. Fakat kulların bunu beklemeye hakları yoktur. Kula gereken, ilerleme ve kalkınma kurallarına uymak, helâlinden rızkına kavuşmaktır. Medeniyet tarihçileri kalkınmış ülkeleri göz önünde tutarak bunu coğrafi şartlara, yahut iklim şartlarına veya ırkî özelliklere bağlamışlar, ancak bu özelliklere sahip olanların bir kısmının ilerlediği, bir kısmının geri kaldığını görmüş, araştırmalarını derinleştirirken, bunun yalnız eğitimle mümkün olduğu kanaatine varmışlardır. Bunun tipik bir örneği olarak da Japonya'yı göstermişlerdir. Japonya'nın toprağı bile yoktur. Ama eğitimle Japon insanının ruhuna çalışkanlık ve üretkenlik işlenmiştir. Avare gezen ve boş duran bir Japon insanını göremezsiniz. Onlarda bilgi, temel güç ve sermayedir. Sonuçta kaliteli insan, kaliteli düşünce ve kaliteli ürünler ortaya çıkmaktadır. Japonya da on beş yıl kalmış olan bir ilim adamımız, verdiği bir konferansta sözlerini şöyle bitirmişti:

“Kalkınmanın yolu birdir. Başkaları nasıl kalkınmışlarsa, onları örnek alarak biz de kalkınabilir ve daha insanî çizgiler üzerinde bütün dünyaya örnek olabiliriz.“

Hoca, haklıdır. Çünkü bugünkü teknoloji insanların işini kolaylaştırdı, fakat onları mutlu edemedi. Dolayısıyla insanlık bir gönül medeniyeti arayışı içindedir. Mevlanaların ve Yunusların yaşadığı medeniyetin teknoloji ile kucaklaşması gerçek mutluluğu doğurmuş olacaktır.

İlk Peygamber'den itibaren peygamberler, maddi hayatın, çalışıp kazanmanın üretimin de örneklerini vermişlerdir. Mesleklerin temelleri peygamberler tarafından atılmıştır. En eski meslekler tarım, ticaret, sanat (buna sanayi de eklenmiştir:), işçilik ve memuriyettir. İlk insanlar avcılıkla, ziraatçılıkla geçiniyorlardı. Tefsirlerimizde Hz. Adem (as)'in ziraatçı da olduğu ve bunların temsilcisi bulunduğu belirtilmiştir (Taberî Tefsîri). Hz. Yusuf (as)'un üretme ve pazarlamaya, denk bütçe yapımına örnekler verdiği; Yusuf sûresinde bildirilmiştir (54-55). Şuayip (as) peygamberin ölçü ve tartıda hile yapan milletinin hareketlerini önlemeye, ticaret ahlâkını yerleştirmeye çalıştığı ve peygamberlerini dinlemeyenlerin helak oldukları Hûd sûresinin 85-86. ayetlerinde bildirilmiştir. Dâvut (as) peygamber ile oğlu Süleyman (as) peygamberin ileri teknolojinin örneklerini verdiği belirtilmiştir (Enbiya, 21/80-81; Neml, 27/42-44; Seb'a, 34/13).

Süleyman peygamber zamanında ileri bir medeniyet hayatı yaşanıyordu. Süleyman (a.s.) kristal bir sarayda oturmakta idi. Onun çağdaşı olan ve güneşe tapan kraliçe Belkıs, Hz. Süleyman ile tanışmaya gelmişti. Kristal sarayın önünde suya girileceğini sanarak paçalarını sıvamaya kalkıştı. Hizmetçiler bunun su olmadığını peygamber ve devlet başkanı olan Hz. Süleyman'ın kristal sarayı olduğunu belirtirler. Belkıs, Hz. Süleyman'ın huzuruna çıkarken, sarayın ihtişamı karşısında gözleri kamaştı ve derhal “Süleyman ile beraber, ben de alemlerin Rabbi olan Allah'a inandım.” dedi. Bu olay, Neml sûresinde heyecanlı bir şekilde anlatılmaktadır. Acaba niçin anlatılmaktadır? Kıyamete kadar inanmış insanların yüksek bir hayat standartına sahip olarak başkalarının da inanmalarına sebep olmak için…

Kasas sûresinde Hz. Musa (as)'nın şahsında bir işçinin hem güçlü, kuvvetli, hem de güvenilir olması gerektiği belirtilmiştir. Bakara sûresinde ise girişimci insanın nitelikleri anlatılmış, onun hem bedenen güçlü ve kuvvetli olması, hem de işinin gerektirdiği bilgilere sahip bulunması icap ettiği belirtilmiştir. Yine Bakara sûresinde hiç kimseden gücünün yetmediği bir şeyi yapmasının beklenmediği, ama herkesin yapabildiğini yapmaya mecbur olduğu belirtilmiştir. Asr sûresindeki “Husr” kelimesini açıklarken, Hamdi Yazır, “bir insan yapabildiğinin en iyisini, en güzelini yapmadıkça o'da bir bakıma hüsran içindedir” demektedir.

“İki günü birbirine denk olan mümin aldanmıştır.”  (Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 323)

hadisini bilmeyenimiz çok azdır.

Bu deliller karşısında bizim olmamız gereken yerde bulunmadığımız acı bir gerçektir. Mesela bilim, teknoloji ve ekonomisini geliştiren Hollanda, başka ülkelere fabrika kurmakta, yani bilim ve teknoloji ihraç etmektedir. Teknolojisini bu derece geliştirmiş olan bu ülke, tarımcılığını da aynı seviyede geliştirmiştir. Dünyanın çoğu ülkelerine yağ, peynir ve sebze ihraç etmektedir. Halbuki bu ülkenin toprağı Konya'dan küçük, nüfusu ise İstanbul'un nüfusundan azdır. Fakat eğitim seviyesini çok yükseklere çıkarmayı başarmış ve bilgisini iş haline dönüştürmüştür. Aslında ülkemiz potansiyel imkanları ile böyle bir ülke olmaya namzettir. Bir taraftan teknolojimizi ve sanayimizi geliştirirken, diğer taraftan, tarım, turizm, denizcilik, yeraltı hazinelerimizi, özellikle madenlerimizi işletmeliyiz. O zaman yabancı ülkelerdeki işçilerimiz kendi ülkelerine dönmüş, memleket hasretinden kurtulmuş olacaktır.

Kur'an-ı Kerim'de “et-tâyyibat, el-hâbîsât” şeklinde iki tabir vardır. Tâyyibat; helal, hoş, temiz, güzel, sevimli ve çekici olan şeylerdir. Hâbîsât ise haram, temiz olmayan, iğrenç şeylerdir. Allah'ın tayyibatı helâl, habîsâti ise haram kıldığı açıkça ifade edilmiştir (A'raf 157). İnsanlara düşen, vahiyle haram kılınmış olanları haram, helâl kılınmış olanları da helâl bilmektir.

Rızkın da helal ve haramı vardır. Bir işin; akıl, can, mal, nesil ve dini koruma şeklinde fomüle edilen dinimizin temel amaçlarına açıkça zarar vermesi, onun haram kılınmasının temel sebebi ve açıklaması olarak kabul edilmiştir. Aklı korumak için, içki ve uyuşturucular; canı korumak için, adam öldürmek, cinayet; malı korumak için, hırsızlık; nesli korumak için, zina ve fuhuş; dini korumak için de, batıl inanışlara saplanmak haram kılınmıştır.

Kur'an'da insanın dünya ve ahireti ile ilgili bulunan “hayır” ve “şer” diye iki kavram vardır. Bunlar dolaylı yoldan rızıkla da ilgilidir. Hayır istenilen, şer ise kaçınılan şeylerdir. Hz. İbrahim (as)'e verilen mallar hayır, Kaarûn'un sahip olduğu mallar ise, şerdir. Onun için Allah'tan her şeyin hayırlısını isteriz. İş hayatında haksızlıktan sakınmak, işçi ve işverenin ilişkilerini gönül rızasına dayandırmak çok önemlidir. Helal ile beslenmek, her şeyin iyi ve hayırlısını kullanmak sağlığın ve huzurun temelidir.

Kuran-ı Kerim'de yer alan bir ifade de berekettir. Bereket, dua ve ibadet ile elde edilmeye çalışılan bolluk, genişlik, hayır ve mutluluktur. İyi ve hoş karşılanan bir şeyin süreklilik arz etmesine de bereket denilmiştir. Allah'ın dilediği kullarına yerden ve gökten bereket kapılarının açılacağı da müjdelenmiştir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun