Peygamberler kişisel hata işlemiş olamazlar mı? Peygamberlerde "zelle" denilen kişisel hatalar mevcut ise, bunlar nelerdir?
Değerli kardeşimiz,
Birincisi: Peygamberler, iki şeyden birini tercih durumunda kaldıklarında, aliyyüla’lâ (iyilerin en iyisi) dururken a’lâyı (iyiyi) seçmişlerse, bu onlar için bir zelle kabul edilebilir. Fakat bu sürçme veya hata bizim ölçülerimiz içinde bir sürçme veya hata değildir. Zira seçtiği, “a’lâ”, yani iyidir. Fakat bir peygamber böyle bir tercihle karşı karşıya geldiğinde, mukarrebîn olmasının gereği olarak “aliyyüla’lâ”yı seçmeliydi, denebilir -tabii biz diyemeyiz- kimse bu tercihi günah olarak da vasıflandıramaz.
Şimdi bir misâlle bu hususu zihne yaklaştırmaya çalışalım: Bir insan düşünün ki, Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmek istiyor. Ancak, Kur’ân’ı kaç günde hatmetmeli? İşte bu husûsta karşısına iki alternatif çıkıyor: Birincisi, Kur’ân’ı düşüne düşüne, teemmül ede ede on günde okumam daha iyi olacak, alternatifi ki, ancak bu şekilde mânâya dikkat etmek ve Kur’ân’ın derinliklerine inmek mümkün olacaktır. İkincisi, Kur’ân’ı yedi günde hatmetmeli; zira böyle yapılması Rabbimizin kelâmına karşı daha fazla hâhişkâr olmamın ifadesidir. Sonra da Kur’ân’ı on günde okumaya karar veriyor ve başlıyor...
Şimdi, farazî olarak diyelim ki, Cenâb-ı Hakk’ın rızası, onun Kur’ân’ı yedi günde okumasındaydı. Fakat bu insan kendi içtihadıyla on günde okumaya karar verdi. Cenâb-ı Hakk’ın rızası “Aliyyüla’lâ”dır. Fakat bu insanın yaptığı da en azından “a’lâ”dır. Bu itibarla da, ortada günah yok ki, bu insana “hata işledin, günaha girdin” denilebilsin. Belki en son söylenecek şey, o şahsın en iyi dururken, iyi ile meşgul olduğunu söylemekdir. Günah isnad etmeye gelince bu kat’iyen doğru değildir.
İşte peygamberlerin, kendi içtihatlarıyla tercih edip yaptıkları işlerin durum ve keyfiyeti de böyledir. Öyleyse onlara, bu yaptıklarıyla günah isnad etmek nasıl câiz olabilir?
İkincisi: Her şeyden evvel Nebîler, müçtehitler müçtehididirler. Onlar, Cenâb-ı Hakk’dan mesaj almadıkları husûslarda -ki bu ister ahkâma ait, ister onların şahsî hayatlarına ait, isterse hayat-ı içtimâiyeye ait olsun- içtihad eder ve bir görüş bildirirler. Onların bu içtihatlarının bazıları ilâhî murada tam muvafık olabileceği gibi, bazıları da o ölçüde olmayabilir. Ancak, onların bütün içtihadları, ilâhî murad çerçevesi içerisinde cereyan eder. Şimdi, eğer içtihadları ilâhî murâda tam muvafık gelmedi ise, bunlar sarayın gözdeleri olmaları, gözlerinde perde bulunmaması, kader kaleminin sesini duymaları gibi seviyelerine kıyasla bir hata işlemiş sayılırlar. Çünkü onlara düşen murâd-ı İlâhîye yüzde yüz muvafık olanı bulmaktır. Fakat içtihatlarındaki bu yanılma aslâ günah değildir ve onların ismetlerini ihlâl etmez ki, bu sebepten sorgulanabilsinler.
Üçüncüsü: Bunlara sürçme tabirini kullanıyoruz. Sürçme, yere kapaklanıp kalma değildir. Yüzü daima secdede olanlar yere kapaklanmazlar. Sürçmede hafif bir sendeleme söz konusu olsa bile, yere düşme söz konusu olmaz ki ondan bir günah diye bahsedilsin.
Peygamber Efendimiz (asm) Bir Defasında "Bu Ağızdan Sadece Hak Çıkar" Demesine Rağmen Hurmaların Aşılanması Tavsiyesi Üzerine Meydana Gelen Netice İçin "Ben Bir Beşerim" Demesi Nasıl Tevfik Edilir?
Bu soruda iki hadisin birbirine zıt olmasından bahsediliyor. Bunlardan birinci hadis: "Şu ağızdan doğrudan başka bir şey çıkmaz." buradaki ifâde daha ziyade, mübarek ağızlarına işaret ederek: "Yaz! Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, buradan hakdan başka birşey çıkmaz..." şeklindedir.
Hadis başta Buharî, Müslim olmak üzere pek çok sahih hadis kitabının rivayet ettiği bir hadistir. Bu hadisin ravisi de Abdullah ibn-i Amr ibni As'tır. (ra) O, Efendimizin (asm) konuştuğu her inciyi tesbit eder ve hiç birini kaçırmazdı. Hatta Ebû Hureyre, kendisinden daha çok hadis rivayet ettiğini ifade sededinde: "Ben hadisleri yazmadım. Ama, Abdullah İbn-i Amr yazardı. O bakımdan benden daha çok hadis kaydetmiş olabilir." der.
İşte, bu hadislerden birincisi, bunu ifade ediyor. Abdullah bin Amr diyor ki: "Bana, Efendimizin ağzından çıkan her şeyi yazıyorsun, ama; O'da bir beşerdir. Yumuşak olduğu an da olur, öfkeli olduğu an da.. bazen arzu etmediği şeyler de söyleyebilir, -haşa- Sen ise, tefrik etmeden herşeyi yazıyorsun." Abdullah bunun üzerine ben de, yazıyı bıraktım. Sonra Efendimiz (asm) ile karşılaştığımda dedim ki: "Yâ Resûlullah böyle böyle diyorlar!.." Buyurdular ki: "Yaz! Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bu ağızdan hakdan başka birşey çıkmaz"
Diğeri de şöyle: Efendimiz Medine'ye teşrif buyurduklarında, Medinelilerin, hurmaları, aşıladıklarını görüyor ve "Bu aşılamanın neticeyi değiştireceğine kânii değilim." diyor. Yani "Aşılamanın, kat'iyen faydası yoktur." demiyor. Neticeye tesir etmeyeceğini ifade buyuruyor. Onlar da hangi stilde aşı yapıyorlarsa onu bırakıyorlar. Ertesi sene de verim alınamıyor. Kim bilir belki Allah'ın takdiri, o sene meyve olmayacaktı?.. Sonra buyuruyorlar ki: "Dünyanızın işlerini siz iyi bilirsiniz." "Benden daha iyi bilirsiniz" şeklinde anlamak doğru değildir.
İhtimal ki, Efendimizin (asm) maksadı, "Siz bunları aşılıyorsunuz ama, Allah'ın dediğinden, dilediğinden başka bir şey olmayacaktır." Ondan sonra tevafukan ertesi sene meyve olmadı. Zeytin de bir sene olur, bir sene olmaz. Olmadığı seneye rastladı. Onların hallerine baktı ve sözlerindeki hikmeti kavrayamadıklarını anladı. "Dünyanızın işlerini siz iyi bilirsiniz." dedi. Yani vicdanî tecrübe ile kazanacakları önemli bir husus için henüz vaktin erken olduğuna işaret buyurdu.
İkinci bir husus, cahiliyye devrinde çeşitli sebeblere te'siri hakiki veriyorlardı. Meselâ yine Buharî, Müslim'de gördüğümüz "Yağmuru bize nev' verdi." diyorlardı. Yani falan yıldız zuhur edince, bulut teşekkül eder ve o yıldız bize yağmur verir itikadında idiler.
Bu hususta Efendimiz (asm) buyururlar ki:
"Yıldızın zuhur veya sükutuyla yağmur geldi diyenler de kafir oldu, yağmuru Allah verdi diyenlerde mümin..."
Evet, bir cemaat, her lütfu Allah'dan bildiği gibi, yağmurun da Allah'dan geldiğine inanıyor. İşte onlar mümin... Diğer bir topluluk ise, her şey gibi yağmuru da sebeblere veriyor. Onlar da Allah'a karşı küfür etmiş oluyorlar. O devirde, böyle esbaba tesir-i hakiki verme çok yaygındı. Bunu, kökünden kesip atmak, her şeyin Allah'ın elinde olduğunu göstermek... O, ulûhiyetinde bir olduğu gibi, rubûbiyetinde dahi bir olduğunu bildirmek içindir.
Evet, nasıl Allah zâtında tekdir, öyle de icraatında dahi yardımcılara ihtiyacı yoktur. Yıldız doğsa da doğmasa da yağmuru veren Allah'tır. Ama çok defa yağmurun gelmesini herhangi bir sebeb veya bir yıldızın zuhuruna mukarin kılar. Bu bir iktirandır. Tâ insanlar yağmurun geleceğine hazırlansınlar. Ama O, yağdırmayabilir de. Evet O, ne isterse onu yapabilir... Efendimiz (asm) bu hakikata inandırmak için, yani esbab ve vasıtaların tesiri olmadığını, her şeyin Müsebbib'ül Esbâb olan Allah'ın elinde bulunduğunu göstermek için, halkın eşya ve hadiselere, sebep ve vesile saydığı her şeyi yıkıyor ve nazarları Kudret-i Sonsuz'a çeviriyordu.
Bir başka vaka;
Bir gün, bir bedevi Resulullah asm)'ın huzuruna geldi ve:
"Yâ Rasûlallah, devem uyuzlu develerin yanına bağlandığından uyuz oldu."
Buyurdular ki:
"O uyuzlu deve, uyuzu yanına bağlandığı deveden aldı, öbürü nereden aldı?.."(Buhârî, İstiskâ 27; Müslim, İman 125; Ebû Dâvûd, Tıb 22)
Burada hastalığın sirayetini nefyetme yok. Öyle olsaydı hiç:
"Bir yerde sari bir illet varsa oraya girmeyin; içerdeyseniz dışarıya çıkmayın."(Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 98-100)
şeklinde ikazda bulunur muydu? Esasen Efendimiz (asm), cahiliye akıl ve mantığına karşı savaşıyordu. Yoksa sebepleri yok saymıyordu. Ona göre sebeplerin bir hikmet-i vücudu vardı. Virüslerin, mikropların hastalık yapabileceğine dahi, işârette bulunuyorlardı. Ancak, sebebler her şey demek değildi. Sebeblere riayet bir mükellefiyet ve vazife; neticenin, Allah'ın elinde olduğuna inanmak ise tevhiddi. İşte, bu ince hususu göstermek için Efendimiz (asm), "O uyuzlu deve, uyuzu öbür deveden aldı. O kimden aldı?" diyerek, meseleyi, devir ve teselsül zemininde, devir ve teselsülün batıl olmalarıyla noktalıyordu. Yani, o, ondan o da bir öncekinden... Pekala ilk deve kimden aldı?.. Ve neticede "Allah" dedirtiyordu. Öyleyse, daha sonra sebebler altında meydana gelen şeyler ta baştan Allah'ın emir ve iradesiyle oluyor demektir. Her şeyi yaratan Allah (C.C).'tır. Böylece Efendimiz, (asm) Tevhid-i Rubûbiyete dair bir şirkin başına balyoz indiriyor, ruhları şirke karşı uyarıyor ve çok önemli bir hususa dikkatimizi çekiyordu.
Aşılama konusunda da cahiliye devrinde öyle bir itikat vardı ki, hurmayı aşıladığın zaman on verir, aşılamazsan hiç olmaz. Bunda da gizli bir şirk vardı, yani, sanki aşılama, hurmanın meydana gelmesine tek sebep gibiydi. Efendimiz (asm), bu batıl anlayışı yerinden söküp attı ve sebeblerin, sadece, Allah'ın izzet ve azametin'in perdeleri olduğunu onlara anlattı. Anlattı ama, ashabın kendi mantık çizgilerinde anlattı. Evvelâ onlara bir ders verdi. Sonra da onlar, belli bir anlayış içinde karşısına çıkınca "dünyanızın işlerini siz bilirsiniz" dedi. Burada ciddi bir iltifat mı var? Yoksa, anlattığı hakikati kendi istediği mânâda kavrayamamadan ötürü bir tenbih mi var? Üzerinde düşünülmeye değer...
Üçüncü bir konu: Efendimiz (asm)'in söylediği her söz, bütün bir hayatı tâlim istikametindedir. Eğer onların hayatlarının her noktasına doğrudan doğruya teşri maksadıyla katılsa ve karışsaydı; meselâ, deseydi ki; sularınızı şöyle akıtın, içerken bardağı şöyle sofranın etrafında dolaştırıp için; şu işi yaparken şöyle yapın, ağacı keserken alttan kesin, demiri döverken şöyle dövün; böyle ocağa sokun gibi her şeyi tâlim etseydi, bu emirleri de, diğer teşrii emirleri gibi uyulmasını zaruri görüp kıyamete kadar aynı şeyleri yapacaklardı ve yapacaktık. Halbuki Allahın kendisine bildirmesiyle, buğdaydan bire on almak mümkün olduğu gibi, bire yüz almak da mümkündü. Tecrübe ve aşılamalarla, meselâ; narenciye yumruk kadarken; bir kavun, bir karpuz haline getirilebilirdi. Böylece onlara, bilgi, görgü ve tecrübelerini arttırma güven ve itimadını verdi.
Dördüncü bir husus, var ki, cidden çok mühimdir. Cenab-ı Hak beşere, Şeriat-ı Fıtriye'ye müdahale etme hakkını vermiştir. Madem insan yeryüzünde Allah'ın halifesidir. O halde, Allah'ın yarattığı şeylerde, şart-ı âdi kaydiyle bir kısım müdaheleleri olacaktır. Bu husus, aynı zamanda iradenin verilme nedeni ve insanın, Yaratan'a halife olmasının bir neticesidir.
Halbuki bu konuda dahi, Efendimizin (asm) koyduğu kurala uyacak, diyeceklerdi ki, "aşılama" dedi aşılamadık, "aşıla" dedi aşıladık. Böylece, beşerî ilgi ve bilgi kaynakları kuruyacak; tecrübe birikimleri hebâ olup gidecek ve fıtratı talim etme vazifesiyle gelen zat, fıtratla zıtlaşmış olacaktı. Oysaki, Efendimiz (asm) bir söz söylerken kıyamete kadar devam edecek şekilde söyler. O'nun vaz'ettiği kanunlar kıyamete kadar geçerlidir. Bu nedenle, o, öyle kat'i şeyler söylemeliydi ki, ilerde yanlış anlamalara meydan verilmesin. Ve herkes her zaman, büyük bir güvenle o âb-ı hayat kaynağına baş vurabilsin. Onun için o ağızdan hep doğru çıkmalıydı. O ağızdan hep doğru çıktı. Ve doğrudan başka bir şey çıkmadı...
Beşinci bir husus da, Efendimiz (asm) bir insandı, insan hürriyetinin ne demek olduğunu çok iyi biliyordu, insan hür değilse insan da değildir. Esir bir insana insan denemez, zindandaki bir insana da insan denemez. Evet, insan iradesiyle insandır. Ve irade çok mühim bir meseledir. İrade öyle bir meseledir ki, tıpkı, toprağa düşen bir tohum gibi, toprağın bağrına düşer düşmez, düştüğü yeri hemen kocaman bir ağaca hamile hale getirir. Efendimiz (asm) onların iradelerine zincir vurmadı. Evvelâ onları bir denedi, sonra, "Sizin iradenizin neticesi, meyvesi hatta daha sonraki meyveleri için öyle hareket etmeniz doğrudur." buyurdu.
"Dünyanızın işlerini siz bilirsiniz." demek suretiyle bu hakikati anlattı ki, anlattıkları doğrudan başka bir şey değildir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz, hadisiyle kastedilen nedir?
- UHUD SAVAŞI- I
- VEDÂ HUTBESİ
- EN YAKINLARININ LİSÂNINDAN RESÛLULLAHIN SON GÜNLERİ
- VEDÂ TAVAFI
- PEYGAMBERİMİZİN BİZANS'A KARŞI ÜSÂME ORDUSUNUN HAZIRLANMASI EMRİ
- MEDİNE`YE GİRİŞ
- TÂİF KUŞATMASI DÖNÜŞÜ SIRASINDA OLAN OLAYLAR VE MÜELLEFE-İ KULUB UYGULAMASI
- HENDEK SAVAŞI
- MEKKE'NİN FETHİ-II