UHUD SAVAŞI - I

Hicretin 3. Senesi, 7 Şevvâl, Milâdî 625.

Kureyş müşrikleri Bedir'de uğradıkları hezimetin acısını bir türlü unutmak istemiyorlardı, daha doğrusu unutamıyorlardı. İleri gelenlerinden bir çoğunu bu savaşta kaybetmişlerdi. Bir avuç Müslümandan yedikleri ağır darbe ile izzet-i nefisleri kırılmıştı. Civar kabileler nezdindeki prestijleri de haliyle sarsılmıştı.

Ayrıca, sahilden giden Şâm ticaret yollarının Resûl-i Ekrem tarafından devamlı kontrol altında tutulması da ticarî hayatlarına oldukça ağır darbe vuruyor, onların askeri ve iktisadî mukavemetlerini kırıyordu. Kureyş müşrikleri bu sefer Irak yoluyla Şam'a ticaret kervanlarını göndermeye başlamışlardı, ama burası da Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından kısa zamanda haber alınmış, gönderdiği seriyye ile bu yoldan giden ticaret kervanları kıstırılarak, mallarına el konulmuştu.

Haliyle bu durumlar, zaten Bedir hezimetinin acısıyla yanıp tutuşan Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı kin ve husûmetlerini artırıyor, intikam alma duygularını harekete getiriyordu. İlk fırsatta bu intikam hislerini tatmin için âdetâ can atıyorlardı. Bedir'den sonra giriştikleri bir iki küçük baskın hareketi onların bu kinlerini dindirme yerine, bozguna uğrayan kendileri olduğu için, daha da kabartmıştı.

Daha önce, Ebû Süfyan idaresinde Şam'a gönderilmiş olan büyük ticaret kervanı Resûl-i Ekrem'in kumandasındaki Müslüman kuvvetlerin eline düşmekten kıl payı kurtulup Mekke'ye zar zor gelebilmişti. Hemen arkasından Bedir Harbinin patlak vermesi, kervandaki malların taksimini geciktirmişti. Mallar olduğu gibi "Dâru'n-Nedve" de muhafaza edilmekteydi.1

Bu sırada bilhassa Bedir Savaşında yakınlarını kaybetmiş olanlar ve bunların içinden Cübeyr bin Mut'im, Safvan bin Ümeyye, İkrime bin Ebû Cehil gibi Kureyşin ileri gelenleri sayılabilecek kimseler, Ebû Süfyan'a şu teklifte bulundular.

"Muhammed, büyüklerimizi öldürerek, bizi perişan etti. Onlardan intikam alma zamanı artık gelmiştir. Kervandaki malların sermayesini sahiplerine verelim. Kârıyla da Müslümanlara karşı harp hazırlığı yapalım!"2

Teklif oy birliği ile kabul edildi. Mallar satılarak altına dönüştürüldü: Toplam 100.000 altın. Hisse sahiplerine sermayeleri olan 50.000 altın verildi. Kârıyla da sürâtle harp hazırlığına başlandı.3

Bedir'den gözü korkan Mekkeli müşrikler bu sefer büyük bir ordu hazırlamak kararında idiler. Sadece, mahallî gönüllü askerler, hattâ devamlı müttefikleri bulunan Ahabiş* Kabilesi askerleriyle iktifa etmiyorlardı. Arabistan yarımadasındaki diğer kabileleri de yanlarına almak istiyorlardı. Bunun için hususî bir heyeti görevlendirdiler ve o kabileleri kandırmak için de özel bir fon ayırdılar. Bu fonla diğer kabilelerden paralı askerler kiralayacaklardı.

Kendileri Mekke'de sür'atle harp hazırlıklarını sürdürürken, görevlendirdikleri, içlerinde birçok ünlü kişilerin, şâirlerin, hatiplerin de bulunduğu propaganda heyeti ise bütün Arabistan Yarımadasını karış karış dolaşıyor, anlaşabileceklerini tahmin ettikleri kabilelere girişecekleri hareketin mahiyetini anlatarak, halkı Peygamberimiz (s.a.v.)'e karşı ayaklandırmaya var güçleriyle uğraşıyorlardı. Bir şâirin bir tek sözü, bir hatibin bir tek hitabesi için kabilelerin icabında birbirlerine girdiklerini, kanlar akıttıklarını kaydedersek, şâir ve hatiplerin bu harekete katılmaya teşvikten ne derece müessir oldukları kendiliğinden anlaşılmış olur.

Civar kabilelerden gelenlerin ve parayla kiralanan askerlerin de katılmasıyla şirk ordusu tam 3.000 kişiyi buldu. Yedi yüz zırhlı, iki yüz atlı ve 3.000 de deve vardı.4

Askerlere moral vermek, onları harbe teşvik etmek, heyecanlarını devamlı diri tutmak için orduya kadınlar da katıldı. Türkü söyleyecek, def çalacak ve askerlerin moral gücünü takviye edeceklerdi!

Komutan Ebû Süfyan Sahr bin Harb idi. Kadınlar kolu da Ebû Süfyan'ın karısı ve Bedir'de babasını kaybeden Hind'in kontrolü altında bulunuyordu. Gönlü kin dolu bu kadın, Bedir'de öldürülen yakınlarının intikamını alacaklarına dair kadınlara yemin bile ettirdi.

Kureyş ordusunun üç sancağı vardı. Birini Süfyan bin Uveyf, birini Talha bin Ebî Talha, üçüncüsünü de Ahâbîş Kabilesinden biri taşıyordu.

Kureyş hazırlıklarını böylece tamamlamış ve yirmi gün sürecek bir uzun sefere Mekke'den hareketle çıkmış bulunuyordu.

Medine'ye Peygamber Efendimize bir haber geldi. Haberi getirmek üzere görevlendirilen adam mektubu Resûl-i Ekreme heyecan ve telâş içinde uzattı. Açılan mektupta, Kureyş müşriklerinin hazırlıklarını tamamladıkları ve Medine üzerine yürümek için yola çıktıkları yazılı idi.

Mektubun altındaki imza, Peygamberimiz (s.a.v.)'in amcası Hz. Abbas'a aitti. Resûl-i Ekremin emriyle, hem oradaki Müslümanlara yardımcı olmak hem de olup bitenlerden kendilerini haberdar etmek maksadıyla Mekke'de oturmaya devam ediyordu. Hattâ bir ara Medine'ye gelmek arzusunu izhar edince Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

"Sen bulunduğu yerde daha güzel cihad etmektesin. Senin Mekke'de oturman daha hayırlıdır."5

Peygamber Efendimiz, ilk anda mektubun muhteviyatını gizli tuttu ve birkaç kişiden başkasına bildirmedi. Fakat kötü haber çabuk yayılır hesabı, Kureyş'in Medine üzerine yürüdüğü haberi çarçabuk etrafa yayıldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce Kureyş ordusunun durumunu gözetleyip tahkik etmek maksadıyla birkaç sahabîyi Mekke'ye doğru gönderdi. Mücahidler, yolda Kureyş ordusunu gördüler ve durumunu öğrendikte sonra Medine'ye gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdiler.

Mücahidlerin getirdiği haber, Hz. Abbas'ın mektupta yazdıklarına aynen uyuyordu.

Kureyş Ordusu Uhud'da

Mekke'den ayrılıp süratle yol alan Kureyş ordusu Şevvâl ayının başlarında bir Çarşamba günü gelip Uhud Dağının yakınında bulunan Ayneyn Tepesi yanında karargâhını kurdu.

Bu sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz gördüğü bir rüyayı ashabına anlattı:

"Ben kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfikârın ağzında ise, bir gediğin açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır, arkasından da bir koç gördüm."

Ashab-ı Kirâm, "Bunu ne şekilde tâbir ediyorsun, yâ Resûlallah?" diye sordular.

Hz. Resûlullahın cevabı şu oldu:

"Sağlam zırh giymek Medine'ye, Medine'de kalmaya işarettir. Kılıcımın ağzında bir gediğin açılmasını görmüş olmam, bir zarara uğrayacağıma işarettir. Boğazlanmış sığır, ashabımdan bir kısmının şehid edileceğine işarettir. Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince, o askeri bir birliğe işarettir ki inşallah Allah onları öldürecektir."6

Bir başka rivâyete göre Peygamber Efendimizin rüyâsı şöyledir:

"Rüyâmda kılıcı yere çarptım, ağzı kırıldı. Bu, Uhud günü mü'minlerden bazılarının şehid düşeceklerine işârettir. Kılıcı tekrar yere çarptım. Eski düzgün haline döndü. Bu da, Allah'tan bir fetih geleceğine, müminlerin toplanacağına işârettir."7

Peygamber Efendimizin bir cuma gecesi gördüğü bu rüyâ, ashabla harp hususunda yapacakları istişâreye de tesir edecektir.

Ashabla İstişâre

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ensar ve Muhacirlerin ileri gelenlerini bir araya topladı ve kendileriyle bu hususta istişârede bulundu.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in kanâatı, gördüğü rüyânın da ilhamıyla Medine'yi bizzat içerden müdafaâ etmekti. Buna rağmen Müslümanların da görüşlerine başvurup onların da kanâatlarını öğrenmek istiyordu.

Ashabın ileri gelenlerinin bir çoğu da Peygamber Efendimizin bu kanaatına iştirak etti. O anâ kadar hiçbir toplantıya çağrılmayan münafıkların reisi Abdullah bin Übey de bu istişâreye çağrılmıştı. O da Medine'de kalma fikrindeydi.

Ancak Bedir Gazâsında bulunmayan kahraman ve genç sahabîler, Bedir'de bulunan gâzilerin nâil olduğu ecir ve sevabı, Bedir şehidlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Resûl-i Ekrem Efendimizden işitmekle, o harpte bulunmadıklarından dolayı son derece üzülmüşlerdi. Bu sebeple düşmanı Medine dışında karşılama arzusunu taşıyor ve bu arzularında şiddetle ısrar ederek şöyle diyorlardı:

"Yâ Resûlallah! Vallahi, onların Cahiliyye Devrinde bile Medine'ye, üzerimize yürümelerine meydan ve imkân verilmemiştir. İslâmiyet devrinde onların Medine'ye, üzerimize yürümelerine nasıl müsaade buyurulur?"

"Yâ Resûlallah! Biz, Allah'tan bu günü isterdik. Bizleri dışarı çıkar. Düşmanlarımız ile göğüs göğüse cenk edelim!"8

Bir kısmı ise şöyle diyordu:

"Yâ Resûlallah! Eğer onları dışarda karşılamazsak, düşman bu durumu korkaklığımıza ve zaafımıza hamlederek şımarır!"

Bu arzuyu taşıyanlara cesur ve bahadır bir zat olan Hz. Hamza, Sa'd bin Übâde, Numân bin Mâlik gibi hatırı sayılır ashabın ileri gelenleri de katıldı. Kahraman Hz. Hamza bu görüşünü şöyle açıkladı:

"Yâ Resûlallah! Sana kitabı indiren Allah'a yemin ederim ki, bu kılıcımla Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim."

Hz. Hayseme Bedir Muharebesine katılmak için oğlu Sa'd ile kurâ çekmişti. Kurâ Hz. Sa'd'a çıkmıştı. Bedir Harbine katılan Sa'd ise arzuladığı şehâdet mertebesine ulaşmıştı.

Şehid babası Hz. Hayseme şöyle diyordu:

"Yâ Resûlallah! Kureyşliler, çöl Araplarından ve müttefikleri olan Ahâbîşten asker topladılar. Develerine ve atlarına binip gelip meydanlarımıza indiler. Bizi evlerimizde ve kalelerimizde kuşatacaklar, sonra da dönüp gideceklerdir. Aleyhimizde bir sürü söz söyleyeceklerdir. Bu, onların cesaretlerini arttıracaktır."

"Görüp de karşılamayacak ve onları yurdumuzun ortasından kovmayacak olursak, çevremizdeki Araplar da bize göz dikeceklerdir! Allah Teâlânın bizi, Kureyş müşriklerine karşı galip getireceği ümit edilir."

"Eğer ikincisi olursa -ki şehitliktir- Bedir, beni ondan mahrum kıldı. Halbuki, ben onu öyle özlemiştim ki! Benim Bedir Muharebesine çıkmayı arzuladığımı duyan oğlum benimle kurâ çekmişti. Kurâ ona çıktı. Sonunda şehidlik mertebesine o ulaştı. Halbuki, ben şehid olmayı ne kadar arzu ediyorum!"

"Dün gece oğlumu güzel bir surette gördüm: Cennet meyvaları ve ırmakları arasında dolaşıyor ve bana 'Cennette arkadaşlığa katıl! Ben, Rabbimin bana vaadettiği gerçeği buldum!' diyordu."

"Vallahi, yâ Resûlallah! Sabah gözlerimi açınca, oğluma Cennette arkadaş olmayı candan özlemeye başladım. Yaşım, fazlasıyla ilerledi. Artık Rabbime kavuşmayı özlemekteyim. Yâ Resûlallah! Beni şehidlikle, Cennette oğlum Sa'd'ın arkadaşlığı ile nasiblendirmesi için Allah'a duâ et!"

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Hayseme'nin bu arzusunu yerine getirdi. Kendisi için duâ etti.9

Ebû Said el Hudrî'nin babası Mâlik bin Sinan ise,

"Yâ Resûlallah! İki şeyden biri bizimdir: Ya Allah bizi onlara galip ve muzaffer kılar ki istediğimiz budur. Ya da Allah, bize şehidlik nasip eder! Vallahi, yâ Resûlallah! Bence bu ikisinden hangisi olursa olsun, onda hayır vardır!" dedi.

Yine kahraman bir sahabî olan Numan bin Mâlik ise şöyle dedi:

"Yâ Resûlallah! Ben şehâdet ederim ki, rüyâda boğazlandığını gördüğün sığırın temsil ettiği ashabından birisi de benim! Bizi Cennetten mahrum etme! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yemin ederim ki, ben Cennete girsem gerektir!"

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Niçin?" buyurdu.

Hz. Numan, "Çünkü ben, Allah'tan başka ilâh bulunmadığına, senin de Allah'ın Resûlü olduğuna şehâdet eder, Allah'ı ve Resûlünü severim. Düşmanla karşılaştığım gün de yüz çevirip kaçmam!" dedi.

Peygamber Efendimiz, "Doğrusun ve gerçeği söyledin" buyurdu.10

Karar

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, ekseriyetin düşmanı Medine dışında karşılamak arzu ve görüşünde olduğunu anlayınca, şehirden çıkıp muharebeyi açık arazide kabul etmeye karar verdi. Ashabına hitaben de şöyle buyurdu:

"Sabır ve sebat ederseniz bu defa dahi Cenâb-ı Hak size yardımını ihsan eder. Bize düşen azim ve gayret göstermektir!"

Günlerden Cuma idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz cuma namazını kıldırdıktan sonra, Müslümanlara cihadın faziletinden cihada nasıl hazırlanacağından bahsetti ve şöyle buyurdu:

"Cihadda geri durmak, gecikmek âcizliktir. Sabır ve sebât gösterildiği zaman Allah'ın yardımı gelir. Sabır ve sebât ediniz! Sabır ve sebât ettiğiniz takdirde, Allah'ın yardımı sizinledir."11

Resûl-i Ekrem Efendimiz, vakti giren ikindi namazını da cemaâte kıldırdıktan sonra, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'le birlikte Hâne-i Saâdetine girdi. Bu iki Sahabî Efendimizin hazırlanmasına yardımcı olacaklardı.

Resûl-i Ekrem içerde zırhını giymek, kılıcını kuşanmakla meşgulken, dışarda toplanmış bulunan Müslümanları Sa'd bin Muaz ile Üseyyid bin Hudayr sahabîleri ikaz ederek şöyle dediler:

"Medine'den çıkmak istemediği halde, siz çıkmaları için Resûlullaha ısrar edip durdunuz. Halbuki ona emir gökten iner. Siz bu işi ona bırakınız. Onun istediğini yapınız!"

Bu sözler, Medine dışında düşmanı karşılamak fikrinde olanları bir derece de olsa yumuşattı, hattâ pişmanlık bile duyar oldular. Resûl-i Ekremin zırhını giyinmiş, kılıcını kuşanmış bir hâlde evinden çıktığını görünce şöyle dediler:

"Yâ Resûlallah! Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer Medine'de kalmak istiyorsan kalalım! Sana aykırı hareket edemeyiz."

Hz. Resûlullahın cevabı şu oldu:

"Bir peygambere, zırhını giydikten sonra, düşmanla çarpışmadan ve Allah onunla düşmanları arasında hükmünü vermeden zırhını sırtından çıkarmak yakışmaz."12

Arkasından da şöyle buyurdu:

"Sürâtle size emrettiğim şeyleri yapmaya bakınız. Allah'ın ismini anarak gidiniz. Sabır ve sebât gösterdiğiniz müddetçe, Allah size yardım edecektir."13

İslâm Ordusu

Hazırlanan Müslümanlar 1.000 kişi civarında idi.14 Sayıca Kureyş ordusunun üçte biri kadar. İçlerinde sadece yüz zırhlı vardı.15

Orduda üç sancak bulunuyordu. Mus'ab bin Umeyr Muhacirlerin, Üseyyid bin Hudayr Evslilerin, Hubab bin Münzir ise Hazreçlilerin sancağını taşıyordu.

İslâm ordusu harekete hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz atına binmiş, yayını omuzuna asmış ve mızrağını eline almıştı. Medine'de yerine Abdullah bin Ümmi Mektum'u bırakmıştı. Zırhlı iki sahabî, Sa'd bin Muaz ile Sa'd bin Ubâde önünde, mücahidler ise sağ ve solunda yer alıyorlardı.

İslâm ordusunun Uhud'a doğru hareket edeceği sıradaydı. Topal bir zat olan Amr bin Cemûh da sefere katılmak için gönlünde şiddetli bir arzu duydu. Her zaman Peygamber Efendimizle birlikte savaşa çıkan dört oğlu vardı. Onları çağırdı ve "Beni de sefere çıkarınız." dedi.

Oğulları, "Resûlullah, senin sefere çıkmamana müsâade etti. Yüce Allah'da seni mazeretli saymıştır." dediler.

Gönlü Allah ve Resûlullah muhabbetiyle yanıp tutuşan Amr, oğullarının bu sözlerine aldırış etmedi.

"Yazıklar olsun size!" dedi. "Siz, beni Bedir seferinde Cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz. Uhud seferinde de mi alıkoyacaksınız? Herkes Cennete giderken, ben evde oturup kalamam!"

Sonra da doğruca Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı.

"Yâ Resûlallah! Bu oğullarım, şunu bunu bâhane ederek beni sefere çıkmaktan alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben, seninle beraber sefere çıkmayı ve Cennette şu aksak halimle dolaşmayı arzu ediyorum!" dedi ve sordu:

"Yâ Resûlallah! Sen, benim Allah yolunda çarpışmamı ve şehid düşüp şu aksak ayaklarımla Cennette gezip yürümemi uygun görmez misin?"

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Evet, uygun görürüm" dedikten sonra şöyle ilâve etti: "Amma Allah, seni mazeretli saymıştır. Sen cihadla mükellef değilsin!"

Sonra bu sahabînin oğullarına şöyle dedi:

"Siz, onu seferden alıkoymaya mecbur değilsiniz. Onu serbest bırakınız. Umulur ki Allah, ona şehidlik nasib eder."16

Bunun üzerine Amr bir Cemuh derhal silâhlandı ve kıbleye dönerek, "Allah'ım! Bana şehidlik nasib et." diye duâ etti.17

İslâm ordusu Seniyye Tepesine gelmişti. O sırada Peygamber Efendimiz, dönüp arkasına baktı. Okçulardan mürekkep kalabalık bir askeri birlik gördü.

"Kimdir bunlar?" diye sordu.

Mücahidler, "Abdullah bin Übey'in Yahudî müttefiklerinden altı yüz kişilik bir topluluk." cevabını verdiler.

Resûl-i Ekrem "Onlar Müslüman olmuşlar mı?" diye sordu. "Hayır, yâ Resûlallah" denilince, Efendimiz şu emri verdi:

"Gidip onlara söyleyiniz, geri dönsünler. Onların yardımına ihtiyacımız yok."18

Peygamberimiz (s.a.v.)'in Orduyu Teftişi

İslâm ordusu Şeyheyn tepelerine geldiği zaman, Resûl-i Ekrem durup ordusunu bizzat teftişten geçirdi. Bu sırada on beş kadar küçük yaşta çocuğu da geri çevirdi.

Fakat, içlerinde mücahidler safından ayrılmak istemeyen, müşriklere karşı küçük yaşta da olsa savaşmak isteyenler vardı. Bunlardan biri de Rafi' bin Hadic idi. Ayağındaki mestlerin ucuna basarak Resûl-i Ekreme uzun görünmek istiyordu. Sonradan bir sahabînin

"Yâ Resûlallah Rafi' iyi ok atar." demesi ve ordudan ayrılmasını istememesi üzerine Peygamber Efendimiz, onu da orduya aldı. Arkadaşı Rafi'in orduya alındığını gören bir başka küçük sahabî Semüre bin Cündüb, babasına,

"Babacığım, Resûlullah Rafi'e müsâade etti, beni ise geri çevirdi. Halbuki ben güreşte onu yenebilirim." dedi.

Baba Mürey bin Sinan, teklifi Resûl-i Ekreme iletti. Peygamber Efendimiz güreşmelerini istedi. Güreşte Semüre'nin Rafi'i yıktığını görünce onun da orduya katılmasına izin verdi.19 Henüz on beş yaşlarında bulunan bu gencecik sahabîler, işte böylesine büyük bir şevkle mücahidler safında müşriklere karşı savaşmak istiyorlardı.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in ordusunu teftişi sona erdiği zaman, güneş de o günkü vazifesini bitirip guruba doğru kaymaya başlamıştı. Az sonra Bilâl-i Habeşî akşam ezanını okudu. Resûl-i Ekrem, mücahidlere namazı kıldırdı. Aynı şekilde yatsı namazı da eda edildi. Peygamber Efendimiz geceyi burada geçirecekti. Muhammed bin Mesleme kumandasındaki elli kişilik bir devriye birliğini de orduyu muhafaza altında bulundurmak ve etrafı kontrol etmekle vazifelendirdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahidlere yatsı namazını kıldırdıktan sonra, "Bu gece bizi kim bekleyecek?" diye sordu.

Mücahidler arasından bir ses geldi:
"Ben, yâ Resûlallah!"
Peygamber Efendimiz, "Sen kimsin?" diye sordu.
Aynı sesin sahibi, "Zekvân bin Abd-i Kays'ım" diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem, "Sen otur!" diye emretti.
Aradan az bir zaman geçtikten sonra Peygamber Efendimiz tekrar,
"Bu gece bizi kim bekleyecek?" diye sordu. Yine mücahidler arasından bir ses yükseldi:
"Ben, yâ Resûlallah!"
Efendimiz, "Sen kimsin?" diye sordu.
Sesin sahibi, "Ben, Ebû Seb'im," diye cevap verdi.
Peygamber Efendimiz ona da, "Sen otur" buyurdu.
Bir müddet bekledikten sonra Peygamber Efendimiz sorusunu üçüncü sefer tekrarladı:
"Bu gece bizi kim bekleyecek?"
Yine Müslümanlar arasından bir ses yükseldi:
"Ben beklerim yâ Resûlallah!"
E
fendimiz, "Sen kimsin?" diye sordu.
"Ben, İbni Kays'ım" diye cevap verdi.
Peygamber Efendimiz ona da, "Sen otur!" dedi.
Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Üçünüz de kalkınız" buyurdu.
Yalnız bir kişi ayağa kalktı. Bu, Zekvân bin Abd-i Kays'ti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Diğer arkadaşların nerede?" diye sorunca, Zekvân, "Yâ Resûlallah! Üç seferinde de sorunuza cevap veren ben idim" dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz ona şöyle duâ etti:
"Git, sen bize muhafızlık et! Allah da seni muhafaza etsin."
Zekvân, hemen zırhını giyindi. Kalkanını aldı. Bütün gece Peygamber Efendimizin yanında nöbet tuttu.20

İslâm Ordusu Uhud'da

Sabaha yakın Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ordusuyla birlikte Şeyheyn'den ayrıldı ve Uhud'a doğru yürüdü. Artık her iki ordu da birbirini fark edebiliyordu.

Düşman karşıda görünüyordu. Mücahidler cephesinde sabah ezânı göklere dalga dalga yayılıyordu. Saf bağlayan Müslümanlar, Hz. Resûlullahın arkasında silâhlarını çıkarmadan düşmanlarının gözleri önünde namazlarını edâ ettiler.

Bu arada Peygamber Efendimiz, tedbir babında, zırhının üzerine ikinci bir zırh, takkesinin üzerine ise miğfer giydi.21

Münafıkların Ordudan Ayrılması

Artık iki ordu karşı karşıya gelmişti. Her biri harp nizamıyla meşgul oluyordu. Bu sırada oraya kadar çekine çekine korku içinde gelmiş bulunan Abdullah bin Übey bin Selûl ortaya atıldı.

"Muhammed, rey ve görüş sahibi olmayan gençlerin sözünü dinledi. Benim sözümü dinlemedi. Ey ahali! Bir türlü anlayamıyorum; şuracıkta biz ne diye canımızı vereceğiz."22

deyip kavminden ve münâfıklardan üç yüz kadar askerle geri döndü.

Münâfıkların ayrılmasıyla İslâm ordusu 700 kişiden ibâret kaldı. Kureyş ordusunun dörtte biri kadar.

Abdullah bin Übey, münâfıklardan bir grupla, İslâm ordusundan ayrılmakla kalmadı; sâir Müslümanları da tesir altına almaya çalıştı. Onun geri döndüğünü gören Hazreç Kabilesine mensup Selimeoğulları ile Evs Kabilesine mensup Hariseoğulları da geri dönmeye niyetlendiler. Fakat, Allah'ın inâyeti yetişti ve onları bu tereddütlerinden kurtardı.

Kur'ân-ı Âzimüşşanda bu hususla ilgili olarak şöyle buyurulur:

"Allah, sizden iki birliğin hâlini de işitip görüyordu ki, onlar dostları ve yardımcıları Allah olduğu hâlde, bir an bundan gaflet ederek dağılmaya yüz tutmuşlardı. Hâlbuki mü'minler ancak Allah'a güvenip Ona tevekkül etmelidir."23

Münâfıklarla İlgili İnen Âyet

"İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen, Allah'ın izniyle idi ve gerçek mü'minleri ayırd etmek içindi."

"Münâfıkları da mü'minlerden ayırıp ortaya çıkarmak içindi. Onlara 'Gelin, Allah yolunda savaşın veya müdâfaada bulunun.' denildi. Onlar ise, 'Eğer gerçekten bir savaş olacağını bilsek elbette sizin peşinizden gelirdik.' dediler. Onlar o gün küfre îmandan daha yakın idiler. Onlar, kalblerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler. Allah ise onların gizlediklerini hakkıyla bilir."24

Muhayrık'ın İslâm Ordusuna Katılışı

Muhayrık büyük bir Yahudî âlimi idi. Medine'de bol serveti vardı. Resûl-i Ekrem Efendimizi, mukkaddes kitaplardaki sıfatlarıyla tanırdı. Fakat, kavminden çekindiği ve dininin tesirinden kendisini bir türlü kurtaramadığı için bu sıfatları açıklamıyordu. Bu durumu Uhud Harbine çıkışa kadar devam etti.(İbni Hişâm, Sîre, 2:164-165.)

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, mücahidlerle Uhud Gazâsına çıktığı sıradaydı. O âna kadar bildiğini açıklamayan Muhayrık şöyle dedi:

"Ey Yahudî cemaâti! Vallahi, siz Muhammed'in peygamber olduğunu, ona yardım etmenin, üzerinize düşen bir vazife ve yerine getirmeniz gereken bir hak olduğunu pekâla bilirsiniz!" Yahudîler, 

"Bugün Cumartesi günüdür! Hiçbir şeyle meşgul olunmaz." diye cevap verdiler.

Bunun üzerine Muhayrık, kılıcını ve harçlığını yanına aldı. Akrabasından birisine, 

"Eğer, bugün öldürülürsem, mallarımın hepsi Muhammed'indir. O dilediğini yapmaya serbesttir."

diyerek vasiyette bulundu ve gidip İslâm ordusuna katıldı. Şehid düşünceye kadar da müşriklerle çarpıştı.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ona şu iltifatta bulundu:

"Muhayrık, Yahudî ırkından, hayırlı bir kişidir."(İbni Hişâm, Sîre, 2:165)

Muhayrık'ın vasiyeti üzerine Peygamber Efendimize kalan mülkleri: Bisab, Sâfiye, Delâl, Hüsnâ, Avaf, Bürka ve Meşrebe adlarını taşıyan yedi bahçe ve bostandı.(İbni Sa'd, Tabakât, 1:502-503.)

Muhayrık'ın mallarını teslim alan Efendimiz, onların hepsini vakfetti. Medine'deki vakıfları umumiyetle Muhayrık'ın mallarındandı.(İbni Hişâm, Sîre, 2:165)

İslâm Ordusu Karargâhı

Günlerden cumartesi idi. Peygamberimiz (s.a.v.) atından indi, yürüyerek sayıca az, îmân ve cesarette büyük ordusunun saflarını bizzat kendisi tanzim etti. Sağ ve sol kanadı düzene soktu. İslâm ordusunun arkasında Uhud Dağı vardı. Yüzü ise Medine'ye doğru idi.25

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu arada oldukça mühim bir yer olan Ayneyn Tepesine elli muharipten teşekkül eden bir okçu müfrezesini vaziyet almak üzere vazifelendirdi. Başlarına Abdullah bin Cübeyr'i tayin etti. Vazifeleri, Uhud ile Ayneny Tepesi arasındaki geçidi muhafaza etmek, düşmanın buradan İslâm ordusunu arkadan vurmasına fırsat vermemekti.26

Resûl-i Ekrem okçulara şu emri verdi:

"Düşmanı yendiğimizi görseniz de size haber vermedikçe, adam göndermedikçe yerlerinizden asla ayrılmayınız. Düşmanın bizi mağlup ettiğini görseniz de yine kesinlikle yerinizi terk edip, yardımlarına koşalım demeyin."27

Bu emir ve tâlimatını iki sefer tekrarlayan Peygamber Efendimiz, daha sonra okçulara şu emri verdi:

"Kuşların cesetlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi, ben size adam göndermedikçe asla yerinizden ayrılmayınız."28

Resûl-i Kibriyânın emri ve talimatı böylesine net ve kesindi.

İki Ordu Karşı Karşıya

İki ordu da artık harp nizamına girmiş ve karşılıklı bekliyorlardı.

İslâm ordusunda, Zübeyr bin Avvam zırhlı kuvvetlerin, Hz.Hamza ise zırhsız askerlerin başında vazifeli idi.

Müşrik ordusunun sağ kol kumandanı Halid bin Velid, sol kol kumandanı ise Ebû Cehil'in oğlu İkrime idi. Süvari birliklerinin başında Safvan bin Ümeyye, okçuların başında ise Abdullah bin Ebi Rabia bulunuyordu.29

Müşrik ordusu cephesinde gürültü ve şamatanın bini bir paraydı. Gönülleri intikam hırsıyla dolu kadınlar türküler, şarkılar söyleyerek ve defler çalarak müşrikleri coşturmaya çalışıyorlardı.

İslâm ordusu cephesi ise dualar, tekbirler, âminlerle inliyordu. Allah'tan yardım dileniyor, nusretini ihsan etmesi niyaz ediliyordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de hitabesinde onları cihada, Allah yolunda savaşa, bu yolda sabır ve sebata, her şeye rağmen gayretle çalışmaya teşvik ve davet ediyordu. Gönülleri îmânla dolu, gözlerinden cesaret kıvılcımları sıçrayan mücahidler, bir an evvel "hücum" emrini heyecanla bekliyorlardı. Ya vurulup şehid olarak Allah'ın huzuruna çıkmak ya da müşrik topluluğunu yerle bir etmek için yerlerinde duramıyorlardı.

Taraflar birbirlerine oldukça yaklaşmışlardı.

Bu sırada Kureyş ordusunun sancaktarı Talha bin Ebî Talha ortaya atılarak kendinden emin, mağrurane bir edâ ile seslendi:

"Benimle çarpışmaya er meydanına kim çıkar?"

Karşısına "Esedullah" ünvanının sahibi Hz. Ali çıktı.

"Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, seni kılıcımla Cehenneme göndermedikçe veya kılıcınla Cennete girmedikçe seni bırakmayacağım!" 

diyerek hasmına şiddetli bir kılıç darbesi indirdi. Başını çenesine kadar yarıp ikiye ayırdı. Talha yere yıkılınca Hz. Ali geri döndü. Mücahidler, "Neden onun başını gövdesinden ayırmadın?" diye sordular.

Hz. Ali, "Yere düşünce edep yeri bana taraf açıldı. Ondan hemen yüzümü çevirdim. İyi biliyorum ki; Allah onu yaşatmayacak öldürecektir." diye cevap verdi.

Kureyş sancaktarının yere serilmesine Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ve mücahidler son derece sevindiler ve bu sevinçlerini tekbirler getirerek izhâr ettiler.

Talha yere serilince, Kureyş müşriklerinin sancağını kardeşi Osman bin Ebî Talha aldı. Ona karşı da Hz. Hamza çıktı ve omuzundan kılıçla vurup kolunu kesti.

Bu sefer sancağı yine Abdüddaroğullarından Ebû Sa'd bin Ebî Talha aldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Sa'd'a karşı da Hz. Ali'yi çıkardı. Çarpışmadan galip çıkan yine Ali oldu. Ebû Sa'd "Esedullah"ın kılıç darbeleri arasında can verdi.

Sa'd öldürülünce Kureyş sancağını hemen Müsafi bin Talha bin Ebî Talha eline aldı. Onu da Âsım bin Sâbit Hazretleri okla vurup öldürdü.

Ondan sonra Kureyş müşriklerinin sancağını Hâris bin Ebî Talha aldı. Âsım bin Sâbit Hazretleri onu da bir okla yere serdi.30

Hâris'ten sonra sancağı Kilab bin Talha aldı. Onu da Zübeyr bin Avvam (r.a.) bir hamlede yere serdi.

Bu sefer sancağı Cülâs bin Talha aldı. Onu da Talha bin Ubeydullah Hazretleri öldürdü.

Abdüddâroğullarından baba, oğul, kardeş ve amca olan tam yedi kişi, Kureyş müşriklerinin sancağı altında kahraman mücahidler tarafından böylece yere serildiler.

Bundan sonra sancağı yine Abdüddâroğullarından Ertat bin Şürahbil aldı. O da Hz. Ali'nin amansız darbeleriyle yere serildi. Sonra sancağı Şurayb bin Kâriz aldı. O da Ashab-ı Kirâmdan biri tarafından öldürüldü.

Sancaktarlarının bir bir yere serildiğini gören Kureyş müşriklerini bir dehşet ve korku sardı. Öyle ki, sancaklarının yanına bile kimse yanaşmaya cesaret edemiyordu. Sonunda onu Alkame kızı Amre yerden alıp Kureyşlilere teslim etti.31 Abdüddâroğullarından sancağı tutacak kimse bulunmadığından yine onların kölelerinden Suvap sancağı taşıdı. Kuzman, vurup onun sağ elini kesti. Suvap sancağı sol eline aldı. Kuzman sol elini de kesti. Bunun üzerine Suvap sancağı kol ve pazularıyla tutmaya çalıştı. Fakat, daha fazla dayanamayıp arka üstü yere yıkıldı.

Artık iki tarafın da beklemeye tahammülü kalmamıştı. Çarpışma, bir anda şimşek hızıyla başladı. Kılıç şakırtısı, ok vınlaması, at kişnemesi ve deve böğürmesi ortalığı kapladı. Allah yolunda savaşmaya can atan mücahidler kahramanca savaşmaya başladılar.

Resûl-i Ekrem'in elinde bir kılıç vardı. Üzerinde: 

"Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibar var! 
İnsan korkaklıkla kaderinden kurtulamaz!" 

meâlindeki beyit yazılı idi.

"Bu kılıcı benden kim alır?" diye sordu. 

Birçok sahabî birden atıldı. "Ben, ben yâ Resûlallah!" diyerek ellerini uzattılar.

Bu sefer Peygamberimiz (s.a.v.), "Bunu hakkını vermek üzere kim alır?" diye sordu.

Yine hararetle isteyenler çıktı. Aralarında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Zübeyr bin Avvam da vardı. Resûlullah (a.s.m.) vermek istemedi. Bu sırada korkusuz, gözünü daldan budaktan sakınmayan biri ortaya atıldı. Ebû Dücâne'ydi bu! Resûlullaha, "Nedir onun hakkı, yâ Resûlallah!" diye sordu.

Resûl-i Ekrem, "Hakkı; eğilip bükülünceye kadar düşmana sallamandır!" buyurdu.

Bunun üzerine Ebû Dücâne, "Yâ Resûlallah! Ben onu, hakkını yerine getirmek üzere alıyorum!" dedi ve Hz. Resûlullahtan kılıcı teslim aldı.

Ebû Dücane, elinde Resûl-i Ekremin şartlı teslim ettiği kılıcı, başında ise kırmızı sarığı olduğu halde müşriklere doğru çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz ashabına şu ölçüyü ders verdi:

"Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah onu, şu yerin [harp halinin] dışında hiçbir zaman sevmez!"32

Ebû Dücane, şimşek sürâtinde, düşman safları arasına girdi, kılıcını var kuvvetiyle hakkını vermek için sallamaya başladı. Önüne geleni bir-iki darbede yere seriyor, durmadan ilerliyordu. Bir ara dağın eteğinde deflerle müşrikleri savaşa teşvik eden kadınların yanına kadar vardığını fark etti. Orada biri müşriklere hiddetli hiddetli bağırıyor, onları vuruşmaya teşvik ediyordu. Yanına yaklaştı, kılıcını kaldırıp vuracakken, hasmından bir çığlık koptu. Bu Ebû Süfyan'ın karısı Hind'in çığlığı idi. Ebû Dücane, ona vurmadı. Kendisini o sırada gören Hz. Zübeyr bin Avvam, sonradan, neden o kadına kılıç sallamadığını soracak, Ebû Dücane ise şu cevabı verecektir:

"Resûlullahın kılıcına hürmetimden, o kadının kanına bulaştırmak istemedim!"33

Diğer taraftan Hz. Hamza, elinde iki kılıç, "Ben Allah'ın arslanıyım" diye diye bir öne bir arkaya dönerek kılıcını sallıyor, müşriklerin üzerine cesaretle saldırıyordu.

Mücahidlerin hepsi de düşmanla cesurca döğüşüyor ve kıyasıya mücadele veriyorlardı!

Düşmanın Bozguna Uğraması

Şirk ordusu, mücahidlerin bu kahramanca döğüş ve çarpışması karşısında fazla dayanamadı. Kendilerini bir korku ve dehşet sardı. Gerisin geriye kaçışmaya başladılar. Müşrik kadınlar defler çalıyor, şarkılar söylüyor ve paniğe kapılıp kaçan askerleri geri çağırıyorlardı. Ancak, cesaretin kaynağı îmândan mahrum kalbe deflerin çalınması, şarkıların söylenmesi ve şiirlerin okunması bile fayda veremiyor, müşrik askerleri gerisin geri herşeylerini, canlarını kurtarmak uğrunda terk ederek kaçıyorlardı.

Harbin ilk safhası işte böylesine mücahidlerin üstün çarpışmaları ve Allah'ın yardımı ile Müslümanlar lehine neticelendi.

İslâm ordusu henüz bozulmamıştı. Bu esnâda bir müşrik tarafından Abdullah bin Amr bin Harâm şehid edildi. Uhud'un ilk şehidi bu mücahid oldu.

Oğlu Hz. Cabir der ki: 

"Babam Uhud seferine çıkmak için hazırlandığı sırada, geceleyin beni yanına çağırdı ve

'Yavrucuğum! Belli olmaz. Belki de yarın Uhud günü ilk şehid ben olurum! Kızkardeşlerine iyi davranmanı vasiyet ederim. Üzerimde borç var. Borcumu öde.'

dedi. Gerçekten dediği gibi, ilk şehid kendisi oldu."34

Dipnotlar: 

1. Tabakât, 2/37.
2. Sîre, 3/64; Tabakât, 2/37
3. Sîre, 3/64; Tabakât, 2/37
* Benî Mustalıkla Benî Hevn bin Huzeyme, Mekke'nin alt tarafındaki Hubşâ Dağı eteklerinde toplanıp, düşmanlarına karşı; sonuna kadar birlikte hareket edecekleri hakkında Mekkeli müşriklerle andlaşmış oldukları için, toplantı yerlerine nisbetle bu kabilelere Ahâbîş adı verilmiştir.
4. Tabakât, 2/37; Taberî, 3/12
5. Tabakât, 4/31
6. Sîre, 3/66-67; Tabakât, 2/37-38
7. Buharî, 3/27; İbni Kesir, Sire, 3/22
8. Tabakât, 2/45; İbni Kesir, Sîre, 3/24
9. İbn-i Kayyim, Zadü'l-Maad, 1/353
10. İbn-i Kesir, Sîre, 3/24
11. Belâzurî, Ensab, 1/315
12. Sîre, 3/38; Tabakât, 2/38
13. Tabakât, 2/38
14. Sîre, 3/63; Tabakât, 2/39
15. Sîre, 3/63; Tabakât, 2/39
16. Üsdül-Gâbe, 2/349; İsâbe, 2/206; Beyhakî, 9/24
17. İstiâb, 3/1168
18. Tabakât, 2/48; İnsanü'l-Uyûn, 2/232
19. Taberî, 3/12-13
20. Megazî, 169-170
21. Tabakât, 2/39
22. Sîre, 3/68; Tabakât, 2/39
23. Âl-i İmrân Sûresi, 122
24. Âl-i İmrân Sûresi, 166-167
25. A.g.e., 3/69; Tabakât, 2/39
26. Sîre, 3/70
27. Sîre, 3/70; Tabakât, 2/40
28. Tabakât, 2/40
29. Sîre, 3/70-71; Tabakât, 2/40
30. Tabakât, 2/41
31. Taberî, 3/17
32. Sîre, 3/71
33. A.g.e., 3/73; Taberî, 3/15
34. İbn-i Kesîr, Sîre, 3/87; Üsdü'l-Gâbe, 3/232.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun