Tabiattaki çoğalma tesadüfi midir?

Mucize olmayan ne var ki?

İçtiğimiz su, ciğerlerimize doldurduğumuz hava, bastığımız toprak, her akşam yıldızlarıyla üstümüze inen gece, güneş, ay...

Hepsi de mu'cize değil mi?

İnsan Allah'a inandı mı, dilsiz taş, dağ ve yıldız yoktur, mucizesiz varlık yoktur. Acı çekip, çabalayıp kendini kelebeğe çevirmeye çalışan minik, alçak gönüllü bir tırtıl, mucizedir. Bir yumurta veya çekirdek, ışık dolu birer mucizedir.

Mucize olmayan ne var ki?

İçtiğimiz su, ciğerlerimize doldurduğumuz hava, bastığımız toprak, her akşam yıldızlarıyla üstümüze inen gece, güneş, ay...

Hepsi de mu'cize değil mi?

İnsan Allah'a inandı mı, dilsiz taş, dağ ve yıldız yoktur, mucizesiz varlık yoktur. Acı çekip, çabalayıp kendini kelebeğe çevirmeye çalışan minik, alçak gönüllü bir tırtıl, mucizedir. Bir yumurta veya çekirdek, ışık dolu birer mucizedir.

Yumurtada canlının hayat programını yazan, çekirdekte dev ağaç fabrikalarının projelerini yerleştiren İlahi kudret, canlıları yeryüzü denilen eğitim meydanına göndermektedir. Hayat programlarında en ufak bir başıboşluk, gayesizlik görünmediği gibi, canlıların çoğalmaları da tesadüfe terk edilmemiştir. Her çevredeki canlılar birbirleri ile son derece iyi bir ahenk içindedir. Bu ahengin, insan elinin müdahalesi ile bozulması, telafisi güç zararları netice vermektedir.

Hayvanlardaki nüfus planlaması ile ilgili tespitleri dikkatli bir analizle ele alırsak, planlayan ilahi hikmetin nokta nokta yeryüzünü nasıl kuşattığını daha iyi anlayabiliriz. Ve yine anlayabiliriz ki, bu muhteşem planlamayı yapan, bütün canlıları mucizevi özellikleriyle yaratan; güneşi, havayı, ışığı, rüzgarı, hayat sahiplerinin imdadına gönderen; bitkileri hayvanların, hayvanları insanların imdadına koşturan, beden azalarını birbirlerinin yardımına, gıda zerrelerini beden hücrelerinin hizmetine yollayan Zat-ı Zülcelal'dir (C.C.)...

Canlı topluluklarında, nüfus yoğunluğu artarsa ne olur? Açlık faktörü başlamadan, nüfus kırıcı biyolojik bir mekanizma harekete geçer. Canlının hormon sistemi değişik çalışmaya başlar. Yumurtlama durur, cinsel organlarında gerileme başlar. Psikolojik davranışlar değişir: Tavşanlarda, tilkilerde, geyiklerde, farelerde olduğu gibi...

Bu büyük keşfi 1962'de J. Colhoun fareler üstünde yaptığı deneylerle ortaya koymuştur: Vahşi Norveç farelerine bol gıda ve yer vermiş, hastalanmalarını önlemiş, yalnız nüfus yoğunluk faktörünü sağlamış, 27 ay sonra 20 çift fareden normal üreme temposu ile 5000 fare elde etmesi gerekli iken, ancak 150 fare kalmış, kapalı yerde bakılan fareler belirli bir nüfus yoğunluğuna ulaşınca, evvelce birbirine karşı şaşılacak kadar iyi davrandıkları halde, huyları değişmeye başlamıştır. Erkekler dişileri hırpalamaya başlamakta, dişiler yuva yapmamakta veya üstünkörü yarım bırakmakta, rasgele bir yerde doğurmakta, yavruları terk etmekte, sahipsiz yavrular diğerleri tarafından parçalanıp yenmektedir. Yavrularda ölüm % 90'a, anne ölümleri % 50'ye yükselmiştir. Durmadan boğuşma halindeki erkeklerin daha pek genç çağda bitkinleştikleri ve öldürüldükleri görülmüştür. Halbuki hepsine yetecek kadar bol gıda verilmiştir.

Otto Koenning de buna benzer bir deneme yapmıştır. Beyaz balıkçıllar Wilhenminenberg'teki Enstitü'de kapalı bir yere almış ve bol gıda vermiştir. Beyaz balıkçılların sosyal ve aile hayatları alt üst olmuş, çiftleşme çok aşırı bir ölçüye varmış, fakat yavrular azalmıştır. Kavgalar birbirini kovalamış, kar gibi beyaz balıkçıllardan kısa bir süre sonra geriye üstleri başları kirli, kanlı, kendi yumurta ve yavrularını bile çiğneyen birer zavallı hayvanlar kalmıştır. Yaşayabilen yavrular, yavruluktan kurtulamamış, büyüdükleri ve yemlik yem dolu olduğu halde annelerinin peşinden koşmaya devam etmişlerdir. Ne annelik, ne de babalık yapabilmişlerdir.

Aynı olaylar, hiç değişmeden tabii çevrede de görülmektedir. Mesela foklar, çoğalma mevsiminde bir adada üst üste yığınlar halinde toplanır, normal davranışlarını kaybederler. Kuzey denizinde İngiltere açıklarında Farne adası vardır. Çoğalma mevsiminde 4000 kadar fok bu adada toplanır. Ada kayalıklarının üstü adeta bir et pazarına döner. Doğan yavruların çoğu bu kaynaşan hayvanların arasında ezilir veya açlıktan ölürler. Üremek için fokların yakındaki diğer adalara gitmeyip, yalnız bu adada toplanmaları ilgi çekicidir.

Adeta bu adada nüfus yoğunluklarını ölçmektedirler. Böylece foklardaki nüfus patlaması önlenmektedir. Foklardaki bu program çok uzak bir zamanda ortaya çıkabilecek bir açlık tehlikesine karşı tedbir almalarını emretmektedir sanki.

Bir başka misal verelim: Kanada'da Suparior gölünde bir Royale adası vardır. Adada 600 baş Moose denen çok iri cüsseli bir geyik (ortalama 800 kilo) türü yaşar. 24 sene kadar evvel göl donunca Ontario'dan 19 ila 21 hayvandan ibaret bir kurt sürüsü adaya geçmiştir. Dave Mech, Philip C. Shelton, 10 sene süren bir araştırma ile geyiklerle kurtların ilişkilerini izlemişlerdir. Ada ormanlarını bir felaket halinde tahrip eden geyik sürüsünün sayısı kurtlar geldikten sonra hızla azalmış ve bugünkü 600 baş hayvan civarında duralamıştır. Kurtlar bilindiği gibi sosyal organizasyonu kuvvetli ve zeki hayvanlardır. Belirli usullerle idare edilirler. Adada iki ayrı sürü halinde dolaşırlar. Büyük sürü 15 ila 17 fertten meydana gelmiştir. Cinsel hayatları yakından takip edilmiştir. Çiftleşme olmaktadır: Fakat 10 senedir, sürüye bir tek yavru eklenmemiş bulunmaktadır. Sürünün sayısı 21-22'nin üstüne çıkmamıştır. Her kurdun hayat sahası bir mil karedir. Geyiklerin sayıları ise 600'de karar kılmıştır. Sürünün yıllık yavru sayısı 225 kadardır. Kurtlar yalnız yaşlıları, hastaları, sakatları ve küçük yavruları avlamaktadırlar. Ve her iki-üç günde bir, tek hayvan avlayarak denge bozmamaya titizlikle dikkat etmektedirler.

Aslanların belirli gruplar halinde sosyal hayatları malumdur. Annelik, yavruları korumak, bakma hisleri örnek denecek mükemmeliyettedir. Fakat çevrede beslenme imkanları kötüleşmeye başlayınca beslenme hakkı yalnız hayatiyetini sürdürecek güçte olanlarındır. Öz anası dahi yavrusunu bir pençe darbesi ile uzaklara fırlatır. Bir deri, bir kemik halinde sürüyü takip eden ve nihayet ölünceye kadar yalvardığı halde pay alamayan çocuklarına asla kulak asmaz ve çoğalma fonksiyonunu koruyabilecek şekilde dişiler ayakta kalır.

Canlılarda çoğalmayı kısıtlamanın bir başka yolu daha vardır: Koku!...

Farelerin nüfus yoğunluğu bir dereceye ulaşınca erkeklerin pisliklerinden bir koku çıkmaya başlar. Ve bu koku dişileri kısırlaştırır. Gebe bir fare kafesine bir yabancı erkek sokulsa değişik koku nedeniyle Fötüs'ün rahim içindeki gelişmesi durmakta veya düşükle sonuçlanmaktadır.

Un böceklerinde de böyle bir mekanizma işlemektedir. Unun gramında larva sayısı ikiye çıkınca çoğalma durur. Kurbağa tetartlarının kaynaştığı bir su birikintisine bir tetart salıverilse küçüklerin hemen yemekten kesildikleri ve kısa sürede öldükleri görülür. 120 litre suda bir büyük tetart altı küçük tetartın açlıktan ölmesine yeter. Hatta büyük bir tetartın bulunduğu su küçüklerin akvaryumuna dökülse yine aynı sonuç alınır. Bu şimik maddenin bir su birikintisindeki kurbağa sayısını ayarladığı anlaşılmıştır. Aynı gözlemler balıklarda da yapılmıştır.

Fillerde ayarlama bambaşkadır. Sosyal hayatları çok güçlü ve zeki olan filler, bir bölgede tehlike başlarsa uygun alanlara göç ederler. Doğu Afrika'daki Serengeti parkında 30 sene evvel hiç fil yoktu. 1958'de Grzimek, 60 fil saymış, sayıları 1964'de 800'e, 1967'de 2000'e çıkmıştır.

Uganda'daki Kurkizon şelalesindeki Milli Park'ta 10.000 fil birikmiştir. Fil sürüleri milli parklara sığmamaya başlayınca, her şey alt üst olmuştur. Fakat pek kısa süre sonra hayvanların nüfus sayılarını ayarlamaya başladıkları görülmüştür. Nüfus çokluğu fillerde dejeneresans yapmamıştır. Aksine normal ve sağlam dişilerin hayatlarını sürdürürken, dişilerinin doğumlarının aralarını uzatmaya başladıkları, doğum-çifteşme arasındaki normal iki ay üç günlük sürenin 6 ile 10 aya çıktığı görülmüştür.

Tüm hayvanlarda nüfus planlaması sağlam bir usulle idare edilirken, fireni boşalmış bir çoğalmaya, Lemming'lerde, çekirgelerde rastlanmaktadır. Fakat evvela bir felaket gibi Avustralya'yı istila eden tavşanların bile nihayet bir adaptasyon mekanizması kurdukları görülmektedir... 1959'da Thomas Austin adaya 24 tane tavşan salmıştır. (O zamanlardaki gemicilerin uzun deniz yolculukları için beraberinde canlı hayvanları da taşıdıkları bilinmektedir.) 6. senede tavşanlar 22 milyona çıkmış ve sonunda bir felaket halinde kıtanın bitki faunasını alt üst etmiştir. Avlamalar, zehirlemeler, virüsle hastalık vermeler bu felaketle savaşmaya yetmemiştir. Fakat zamanla tavşanların kendi nüfuslarını ayarladıkları görülmüştür. Kurak mevsimlerde erkekler dişilere yaklaşmamakta, yaklaşmaya kalksa gebe hayvanlarda düşük olmaktadır. Ancak bol yağmurlu yıllarda, üreme temposu artmaktadır.

Biz Lemming ve çekirgelere dönelim, İskandinavya yarımadası civarında yaşayan kemirici hayvanlardan bir nevi sıçan türü olan Lemming'lerin 1967 baharında milyonlarcası adeta yerden fışkırırcasına ortalığı kaplamış ve sanki kollektif bir deliliğe tutulmuşçasına uzunluğu kilometreleri geçen kolonlar halinde Alaska'nın Tunduralarını, dağları, ırmakları, gölleri geçerek, bir tek istikamette ilerledikleri görülmüştür. 200 kilometrelik bir yolculuktan sonra Barrow burnunun sarp kayalarına ulaşmışlar ve Falezlerin tepelerinden bir an bile tereddüt etmeden Kuzey denizinin buzlu sularına atlamışlar ve ölmüşlerdir.

Buna benzer bir olay, Afrika'da şimdi nesilleri tükenmiş Antilop'larda görülmüştür. Nüfus fazlalaşınca 50.000'i aşkın hayvan sürülerinin çöllere doğru çılgınca göç ettikleri ve öldükleri bilinmektedir. Çekirgelerde de davranış başka türlü değildir. Çekirgeler belirli bir yoğunluğa kadar oldukları yerde yaşarlar. Yoğunluk bir ölçüyü aşar aşmaz, ani bir değişme olur, boyları büyür, renkleri değişir, hemen gruplar ve sürüler teşkil eder ve sonunda milyarlarcası kilometrelerce süren gruplar halinde önüne gelen her bitkiyi tahrip ede ede çöllere veya denizlere açılır ve ölürler.

Afrika'da 3200 km. uzağa Atlantik ortasına kadar gelen çekirge sürüleri görülmüştür. Hayvanların sadece doğum miktarlarının değil, cinslerinin de ayarlandığına dair deliller vardır.

Biyoloji bakımından dişi ve erkek organizmaların meydana gelmesi aynı şansa sahiptir. Fakat herhangi bir şey erkek ve dişi arasındaki dengeyi bozdu mu, araştırmacıların hiçbir şekilde anlayamadıkları bir ayarlama mekanizması vasıtası ile denge tekrar kurulmaktadır. Eğer erkeklerin sayısı fazla ise, doğumlarda dişi miktarı artmakta ve iki taraf eşit oluncaya kadar böyle devam etmektedir, dişi sayısı fazla ise, o zaman da doğumlarda erkek sayısı artmaktadır.

Bu ayarlama mekanizmaları insan toplumlarında da tesirlerini göstermektedir. Özellikle bu, savaş sonraları pek açık seçik olarak görülür. Savaş yüzünden erkeklerinin çoğunu kaybeden bir ülkede yeni doğanların büyük bir kısmı erkektir.

Bizi asıl ilgilendiren olayın kendisinden çok, bu fizyolojik mekanizmaların arkasında hangi gücün olduğu, hangi ilim ve kudretin onun işlemesini belirlediğidir. Ne insan ne de hayvan, çocuklarının cinsiyetini önceden tespit edemez ve buna tesir edemez. Buna rağmen cinslerinin dağılması bir kanun düzeniyle akıp gitmekte, canlılar takım takım, bölük bölük hayatlarını devam ettirmektedir.

Güneşe, dünyaya, denizlere, dağlara, hasılı Kainata hükmeden ve bunları hayatın yardımına koşturan, sonsuz bir kudret, nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka, hadsiz derecede harika olan şu idareye hiçbir şey karışamaz. Çünkü; şu birbiri içindeki takım takım, bölük bölük nevilerin hepsini birden idare edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracaktır. Bir kelebek, yaratıcısını gösterdiği gibi, canlılar arasındaki ahenk ve plan da Rabbimizi bildiren parlak bir mucize değil midir?

Sinan Bengisu

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Okunma sayısı : 99
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun