Muhammed neredeydi? Bekke, Kudüs mü?

Tarih: 28.05.2019 - 20:01 | Güncelleme:

Soru Detayı

- İslam düşmanları boş durmuyor. 
- Dine karşı olduğunu bildiğim bir arkadaş bana bir link gönderdi. Kitabın yazan: Layth Al-Shaiban ([email protected]), Çevirmeni: Ali Hakan Duman.
- Siteye şöyle bir baktım Kafirler boş durmuyor. Kendilerince deliller getirip, arada kalmış insanların akıllarını karıştırmak için her türlü desiseyi yapıyorlar. Bana makaleyi baştan sonu okuyup, fikrimi merak etti. Makale biraz uzun olduğu için hepsini oku(ya)madım. Zaten verilmek istenen mesajı anladım. Mesaj özetle şu ki:
“Zaman, olay ve yer gibi kendilerine göre deliller getirip Kuran’ı Kerim’in haşa hatalı olduğu” Bu yüzden de makalenin tamamını okumaya gerek de görmedim. Yazar eğer hala makaleyi okuyup ikna olamadıysanız en sondaki sorulara cevap verin diyor.
Ben, Kuran-ı Kerim Allah kelamı olduğu için ne yazılı ise doğrudur dedim. Ve şu ayetleri paylaştım.
“Kitap kendilerine geldiği zaman, o yorumcular onu inkâr etmişlerdir. Oysa o, eşsiz bir kitaptır. Ona ne önünden ve ne de ardından hiçbir bâtıl girmez. O, hikmet sahibi ve hem de lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussilet: 41-42)
- Gönderdiğin makale misyonerlerin faaliyetlerinden ibaret dedim.
- Bu yazıya nasıl bir cevap verilmelidir genel anlamda?
- Eğer vaktiniz varsa 16 soruya da kısa kısa cevap verebilir misiniz?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

İftiralarla dolu bu makalede geçen iddialara, iddia-cevap formatında tek tek cevap vermeye çalışacağız inşallah:

İddia:
Nuh.
Babamız Adem’den sonra Kuran’da bize anlatılan ilk tarihi olay Nuh Peygamber ve Büyük Sel olayıdır. Bu olay olduğunda dünyadaki bütün medeniyetler yok olmuş ve insanlık yeniden başlamak zorunda kalmıştı.
“Onu yalanladılar. Bunun üzerine onu ve gemide beraberinde bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanları ise boğduk. Onlar kör bir halktı.” (Kuran 7: 64)
Böylece, temiz bir sayfa açıldı tarihte.
“Onu ve gemi halkını kurtarıp (gemiyi) herkese ibret yaptık.” (Kuran 29:15)
Sel bölgesel bir sel miydi yoksa tüm dünyayı kaplayan bir sel miydi tartışmaları olsa da, tüm dünyayı kapsayan bir sel Nuh’u dünya tarihinden milyonlarca yıl geriye konumlandıracaktır.

Cevap:

Önce şunu belirtelim ki, Kur'an’ın hiçbir ayetinde Tufan olayının bütün dünyayı kapladığına dair bir ifadesi yoktur. Bilakis, bu olayın mahalli olduğunu gösteren işaretler daha fazladır. Örneğin soruda verilen iki ayetten hiçbirinde Tufan hadisesinin bütün dünyayı kapladığına dair bir ifade yoktur. İşte soruda gösterilen ayetlerin mealleri:

“Derken kavmi onu yalanladı. Biz de onu ve gemide onunla beraber bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanları ise suda boğduk. Çünkü onlar (vicdanları kapalı) kör bir kavim idi.” (Araf, 7/64)

“Vaktiyle biz Nuh’u kendi kavmine resul olarak göndermiştik. Nuh, bin yıldan elli yıl daha az bir süreyle onların arasında kaldı. Sonunda zulümlerini sürdürürken onları tufan yakaladı. Fakat biz Nuh’u ve gemidekileri kurtardık ve bunu bütün alem / insanlık için bir ibret yaptık.” (Ankebut, 29/14-15)

Bu ayetlerde Tufanın bütün dünyayı kaplayan bir hadise olduğu ifade edilmediğini şöyle açıklayabiliriz:

a. Birinci ayette, Tufana maruz kalanların Hz. Nuh’un ‘kavmi’ olduğu belirtilmiştir. Hz. Muhammed (asm)’den önce, hiçbir peygamberin bütün dünyaya / bütün insanlığa gönderilmediği bilinmektedir. Çünkü o zamanlarda bütün dünyaya dini tebliğ etme şartları yoktu.

Buna göre, Hz. Nuh’un peygamber olarak gönderildiği topluluk, belli bir bölgede bulunan insanlardır. Hz. Nuh’un 950 sene peygamberlik görevini yapması, zamanla onun -bütün dünyaya değil, ama- oldukça geniş bir coğrafyaya hitap ettiğinin ipuçlarını göstermektedir.

b. Ayette -meal olarak- yer alan “gemide olanların kurtulduğuna” dair ifadesi, iman edenlerin sayılarının fazla kabarık olmadığını göstermektedir. Ayetin -meal olarak- “Gemiye binmeyenlerin ise suda boğulduğuna” dair beyanı, bütün dünya insanlarının değil, o bölgede bulunan topluluğun suda boğulduğuna işaret etmektedir.

c. İkinci kısım ayetlerde ise, Hz. Nuh’un 950 sene içinde bulunduğu topluluğun büyük bir kısmının onu yalanladığı için suda boğulduğuna, iman edip gemiye binenlerin ise kurtulduğuna vurgu yapılmıştır. Burada da tufan olayının bütün dünyayı kapladığına dair bir ifade yoktur.

d. Burada geçen ve Tufan olayının “alemlere / bütün dünyaya / tüm insanlara ibret verici bir ders olduğuna” dair ifadeden “Tufanın bütün dünya çapında olduğu” anlamına çıkarmak yanlıştır. Çünkü bu gibi ifadeler Kur'an’da sık sık kullanılmış ve bununla “ilgili konunun dünya çapında tahakkuk ettiği” kastedildiği anlamına da gelmemektedir. Zira, bir şeyin bütün insanlara ibretlik bir ders olması için, onun bütün insanları kapsayan bir olay olmasını gerektirmez. Bilakis, o konunun bütün insanları ilgilendirmesi yeterlidir.

Örneğin; Hz. Meryem’in babasız çocuk doğurması olayı için de “... Biz onu ve oğlunu âlemlere bir ayet / ibret / ibret verici bir ders yaptık.” (Enbiya, 21/91) mealindeki ayette yer alan konunun dünyayı kaplayan bir hadise olmadığı açıktır.

e. Bununla beraber, Tufanın bütün yeryüzünü kaplayıp kaplamadığı hususunda değişik bilgiler ve yorumlar vardır. Suların en yüksek dağları bile aşmasından dolayı yeryüzünün her tarafını kapladığı görüşünde bulunan alimler varsa da ağırlıklı ve umumun kabul ettiği görüş, Tufan'ın bütün dünyayı değil sadece Nuh aleyhisselamın kavminin yaşadığı bölgeyi kaplamış olduğu yönündedir. Çünkü hikmet cihetiyle bakıldığı zaman Nuh Tufanının, sadece Nuh kavminin yaşadığı bölgeleri içine alacak şekilde meydana gelmiş olması beklenir. Nitekim, bu kavimden sonraki Lût, Âd ve Semud kavimlerine gelen musibetler de sadece o kavimlerin yaşadığı bölgelerde görülmüştür.

Eldeki veriler, getirilen yorumlar ve genel kanaat, Nuh kavminin Lût Gölü çevresi ile Mezopotamya arasında yaşadığı yönündedir. Dolayısıyla Nuh Tufanın da bu bölgeyi içine alacak tarzda meydana gelmesi muhtemeldir.

Hz. Nuh'un: “Ey Rabbim, kafirlerden hiç kimseyi arzda (yeryüzünde) bırakma." (Nuh, 71/26) diye ettiği duaya, yeryüzündeki bütün kâfirlerin dahil olup olmadığı konusuna gelince:

Ayette söz konusu olan “arz” kelimesi, Kuran’da, bazen dünya / yeryüzü, bazen de belli bir arz / toprak / yer anlamında kullanılır. Mesela “Onlar, Arz’dan çıkarmak için seni tedirgin edip dururlar.” (İsra, 17/76) mealindeki ayette geçen Arz’dan maksat Mekke’dir. Onun için bu kelime meallerde genellikle “yurdundan” şeklinde geçer.

“Rumlar Arzın yakınında / yakın bir yerde yenildiler.” (Rum, 30/2) mealindeki ayette geçen Arz kavramı, Hicaz bölgesi (veya Bizans / Fars bölgesi) anlamında kullanılmıştır.

O halde, eğer Nuh tufanının bölgesel olduğu ispat edilirse, Hz Nuh’un: “Ey Rabbim, kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma." (Nuh, 71/26) mealindeki ayette geçen ARZ kelimesini “yeryüzünde” değil de onun kavminin barındığı bölge anlamında kabul etmekte hiçbir ilmî sakınca yoktur.

Şüphesiz ki, bu konu tartışmalı bir konudur. Küresel veya bölgesel olsun, Arz kelimesi iki anlama da uygundur.

İddia:
‘Ad – Hud Kavmi’
Nuh’un kavminden sonra kitaptan öğrendimiz kavimin ismi Ad kavmidir (Hud orada peygamberdir).
Hud kavmine şöyle der:
“Sizi uyarmak amacıyla Rabbinizden bir mesajın aranızdan bir adama gelmesine mi şaştınız? Nuh’un halkından sonra sizi varisler yaptığını ve yaratılışta sizi onlardan güçlü kıldığını hatırlayın. Başarmanız için Allah’ın nimetlerini düşünün.” (Kuran 7:69)
“Ad’a gelince, onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve “Bizden daha güçlü kim var?” dediler. Kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu anlamadılar mı? Onlar ayet ve mucizelerimizi bilerek inkar ediyorlardı.” (Kuran 41:15)
Bu bize göstermektedir ki o dönemde her ne kadar diğer toplumlarda dünyada var olsada Ad kavmi kendilerine elçi gönderilmeyi gerektirecek kadar güçlü bir toplumdu (sadece başkentleri olacak kadar büyük toplumlara peygamberler gönderilir (6:92).
Cezalandırılmaları:
“Nihayet, onlara dünya hayatında aşağılayıcı azabı tattırmak için uğursuz günlerde üzerlerine sert bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı ise daha aşağılayıcıdır ve onlar yardım görmezler. “(Kuran 41:16)

Cevap:

Burada açıkça bir soru yoktur. Muhtemelen Ad kavminin varlığı, Hz. Nuh Tufanının dünya çapında olan bir olay olmadığına delil getirilmiştir. Çünkü eğer bütün insanlara ölseydi, sadece gemilerdeki insanlardan böyle bir toplum meydana gelmezdi, demek isteniyor.

İlgili ayetlerin meali şöyledir:

1)   "Sizi uyarmak için, içinizden bir adam vasıtasıyla rabbinizden size bir zikir (vahiy) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan güçlü kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz." (Araf, 7/69)

Bu ayette dikkat çekici nokta “Allah sizi Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan güçlü kıldı” ifadesidir. Bu ifadeden, “Ad kavminin Tufan olayında cezalandırılmayan, onun dışında kalan bir topluluk olduğu” sonucuna varılmıştır.

- Biz önceki soruya verdiğimiz cevapta, Tufanın bölgesel olabileceği ihtimalinden zaten söz etmiştik. Kaldı ki, bu ayetin buna delalet eden açık bir ifadesi de yoktur. Bilakis, Ad kavminin “Nuh kavminden sonra” getirildiğine dair ayetin ifadesi, Ad kavminin gemide hayatta kalanlardan meydan geldiği ihtimaline daha açıktır. Yani Tufan olayı ister yeryüzünün tamamında, ister bir bölgesinde cereyan etmiş olsun, Kuran’ın kapsamlı ifadeleri her iki durumda da konuya tatbik edilebilir.

2)  “Âd kavmine gelince, onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve 'Bizden daha güçlü kim var?' dediler. Onları yaratan Allah’ın kendilerinden daha güçlü olduğunu düşünmezler miydi? Onlar, ayetlerimizi de inatla inkâr ediyorlardı.” (Fussilet, 41/15)

Bu ayette: Ad kavmi “yeryüzünde büyüklük tasladılar” mealindeki ifadede yer alan “yeryüzü” kavramanın Kuran’da bütün dünya için kullanıldığı gibi, belli bir bölge için de kullanılmıştır. Daha önceki soruda bu konuda müşahhas misallere yer verilmiştir.

Burada şu ayeti de misal verebiliriz: “(Resulüm!) O, (münafık olan belli kimse, senin yanından) ayrılınca yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara, 2/205)

Burada zikredilen “yeryüzü” sözcüğüyle belli bir bölgenin kastedildiği açıktır. Çünkü, bir tek kişinin bütün yeryüzünü dolaşıp her yerde fitne fesat çıkarması imkansızdır.

3) “Bu (Kur´an), Ümmü´l-kura (Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır. Ahirete inananlar buna da inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyla kılmaya devam ederler.” (Enam, 6/92)

Kuvvetli ihtimalle bu ayeti nazara vermelerinin sebebi; içinde “Anakent ve çevresini uyarman için...” ifadesinin yer almasıdır. Bununla Kuran’ın  yalnız Araplara indirildiğini, Hz. Muhammed (asm)’in yalnız Arapların peygamberi olduğunu düşündürmektir.

Evet, “Mekke ve çevresi” biri dar, bir geniş manada algılamak -dil bakımından- mümkündür. “Benim çevrem, senin çevren, onun çevresi” ifadelerinde dar anlamda yakın çevrelerin kasta edildiği açıktır. Buna mukabil, “dünyanın çevresi, ayın çevresi, güneşin çevresi” denildiği zaman bundan çok geniş çevrelerin akla geleceği da bir o kadar açıktır.

Cımbızlama metoduyla değil, bütüncül bir bakışla Kur'an’a baktığımız zaman buradaki çevrenin, bütün insanlık dünyasını kuşatan bir çevreden söz edildiği kolaylıkla anlaşılabilir.

İşte Kur’an’ın açık ifadeleri:

(Resulüm!) De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ben göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim.” (Araf, 7/158)

“Biz seni bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe, 34/28)

Bu iki ayetin açık ifadeleri, “Mekke ve çevresi” ifadesinden maksat geniş çevre olan bütün insanlık dünyası olduğunu düşünmeyi zorunlu kılar.  

Mekke şehri İslâm dünyasının manevi merkezidir. Onun çevresi de bütün dünyadır. Hz. Muhammed (asm)  bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber olup, O’na gönderilen Kuran da bütün insanlığa hitap etmektedir.

İşte bunun için ayette Mekke şehrine şehirlerin anası manasına “Ümmü’l-kurâ” denilmiştir.

İddia:
‘Semud’ – Salih’in Kavmi
Sıradaki ülke Semud kavmidir. “Ad halkından sonra sizi varisler kıldığını hatırlayın. Sizi yeryüzüne yerleştirdi. Düzlüklerinde köşkler kurup dağlarında evler yontuyorsunuz. Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Kuran 7:74)
Yukarıdaki ayette açıkça görülmektedir ki Semud kavmi evlerini dağlarda ve düz vadide yapmaktaydılar.
Cezalandırılmaları:
“Aynı şekilde, Ad ve Semud’u da… Akıbetleri, oturmuş oldukları yerlerden size belli olmaktadır. şeytan işlerini onlara süslü göstererek onları yoldan saptırdı. Halbuki görüp anlayacak yeteneğe sahiptiler. ” (Kuran 29:38)
En son bulunan arkeolojik kanıtlar gösteriyor ki Semud kavmi Salih peygamberin kavmine gösterdiği bir mucize olan dev devenin kalıntılarının bulunduğu Kuzey Batı Suriye alanında yaşamıştır.

Cevap:

Bu sorunun özeti şudur: Kuran’da Semud kavminin yaşadığı bölge ovaları yanında dağlık bölgeleri de olan bir yer olduğu bildirilmiştir. Arkeolojik kazılarda ise, Hz. Salih’in devesinin bulunduğu yer Kuzey Batı Suriye alanında yaşadığını göstermiştir.

Buna cevabımız şöyledir:

a) Evvela kırk yönden mucize olduğu ispat edilen Kur'an-ı Kerim'de verilen bilgiye uymayan her bilgi hatalı olmaya mahkumdur.

b) Kur'an’da, Semud kavminin yaşadığı coğrafyanın HİCR bölgesi olduğu ve dağların da yer aldığı bir bölge olduğu bildirilmiştir. Ayette “Ashâbü’l-Hicr”’e atıf yapılmaktadır. (Hicr 15/80) Bu konudaki ilmi kanaat ayette sözü edilen ashâbü’l-Hicr ile Semûd kavminin kastedildiği yönündedir. (Zemahşerî, II, 563; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, V, 45-46; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, V, 576)

c)  Hz. Peygamber’in Tebük Seferi’ni anlatan hadislerinde de Hicr bölgesinin Semûd toprakları diye tanımlanması (Buhârî, Enbiyâʾ, 17; Müslim, Zühd, 40), o dönemde bu bölgenin Semûd kavminin yaşadığı yer olarak bilindiğini göstermektedir. Kuran’da yer alan açıklamalardan bu kavmin Âd kavminden sonra ve Mûsâ peygamberden önceki bir dönemde yaşadığı (A‘râf 7/74; Mü’min 40/30-31), bağ ve bahçelerin, pınarların, ekinlik ve hurmalıkların bulunduğu bir yerleşime sahip olduğu (Şuarâ 26/147-148), Semûdlular’ın dağlarda kayaları yontarak yaptıkları evler ve düzlüklere kurdukları saraylarla öne çıktıkları anlaşılmaktadır. (A‘râf 7/74; Hicr 15/82; Şuarâ 26/149; Fecr 89/9)

d) Semud kavminin Yaşadığı bölge konusunda, bilim adamlarının edindiği genel kanaat Semûd’un Arap yarımadasının kuzeybatısında bugünkü Medine ile Şam arasındaki Vâdilkurâ denilen, sarp kayalıklarla çevrili bölgede yaşadığı ve en önemli merkezinin Hicr olduğu yönündedir.

Hicaz’ın kuzeyindeki Hicr bölgesi günümüzde Medâinüsâlih olarak da isimlendirilir. (bk. Razi, İbn Kesir, Meraği, Hicr, 80-84. ayetlerin tefsiri)

Bu bölge, Suudi Arabistan'ın Medine bölgesinde bulunan İslam öncesi arkeolojik sit alanıdır. “Medain-i salih”, Suudi Arabistan'ın ilk UNESCO Dünya Mirası'dır.

e) "(Ey Seemud Kavmi!) Düşünün ki Allah Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. O’nun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler kuruyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.” (Araf, 7/74) mealindeki ayette,  Semud kavminin bulunduğu yerde düz ovaların yanında dağlık bölgelerin de olduğuna işaret edilmiştir.

Soruda yer alan “En son bulunan arkeolojik kanıtlar gösteriyor ki Semud kavmi Salih peygamberin kavmine gösterdiği bir mucize olan dev devenin kalıntılarının bulunduğu Kuzey Batı Suriye alanında yaşamıştır.” şeklindeki tespitte Kuran’ın ifadelerinin doğruluğunu pekiştiren bir kanıttır. Çünkü Hicaz ile Şam/Suriye bölgesi arasında düz ovalar yanında dağlar da vardır.

f) Değişik kaynaklardan aldığımız bilgi yukarıda ifade edildiği üzere, Semud kavminin bulunduğu coğrafya, Suudi Arabistan ile Şam /Suriye bölgesi arasındadır. Bu sahada ovalar olduğu gibi dağlar da vardır.

Kuran’da bölgenin koordinatları tam verilmemiştir. Bu sebeple, “Suriye’nin Kuzey Batı” tarafından da olsa ayete bir noksanlık gelmeyecektir. Çünkü orada da dağlar vardır. Kaldı ki, sorudaki bu bilgi (yani Semud kavminin yaşadığı yerin Suriye’nin Kuzey Batı bölgesinde olduğuna dair bilgiye) hiçbir kaynakta rastlayamadık. Bunun kaynağı nedir? Onu görmek gerekir.

Ayrıca, faraza devenin kemikleri görülmüş olsa bile, bunun Hz. Salih’in devesi olduğunu nerden bilinir? Hepsi tahmindir. Onlarca sağlam bilgi kaynağını, -sırf Kuran’ın aleyhinde olabilir düşüncesiyle- bir kaç kişinin tahmini hezeyanlarına feda etmek aklını peynir ekmekle yemek anlamına gelir.

İddia:
İbrahim
Nuh kavminden sonra toplumların uygarlaşmaya başladığını gördük, şimdi ise birçok gelişmelerin gerçekleşeceği İbrahim’in öyküsüyle devam edelim.
İbrahim putperestlikleri nedeniyle yaşadığı ülkeyi terk eder;
“Dedi ki, “Sizin Allah’ın yanında putlara tapmanız, sadece dünya hayatında aranızdaki dostluğu korumak amacıyladır. Fakat sonra, diriliş gününde birbirinizi inkar edersiniz, birbirinizi lanetlersiniz. Varacağınız yer ateştir ve orada yardımcı bulamazsınız.” (Kuran 29:25)
İbrahim’e ‘Tapınak/Mabed’ yeri gösterilir;
“İbrahim’i evin (tapınağın) mekanına yerleştirmiştik: “Bana hiçbir şeyi ortak etme. Evimi de ziyaretçiler, orada yerleşenler, rukü ve secde edenler için temizle (arındır).” (Kuran 29:26)
Tapınak (Ev) ‘kutsal(mübarek) topraklar’ denilen ‘Bekke’de idi;
“Halk için kurulan ilk ev (tapınak), tüm halklara bir hidayet kaynağı olan Bekke’deki kutlu evdir.” (Kuran 3:96)
İbrahim Ismail ile birlikte kutsal evin temellerini yükseltti;
“İbrahim, İsmail ile birlikte evin (tapınağın) temellerini yükseltiyor: “Rabbimiz, bizden kabul et, şüphesiz sen İşitensin, Bilensin.” (Kuran 2:127)
Tapınak ziyaret (hac) için ilan edilir;
“Safa ve Merve Allah’ın işaretlerindendir. Hac veya ziyaret (umre) için Ev’e varan birisi yada sadece arasından geçen içinde bir günah yoktur. Kim gönülden bir iyilik yaparsa, Allah teşekküre karşılık verendir, Bilendir.” (Kuran 2:158)
İbrahim’in çocuklarından (zürriyetinden) biri Tapınağ’a yakın bir alanda yaşamaktadır:
“Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını, Kutsal Evinin yanındaki ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, onlar salatı (namazı) gözetsinler diye… İnsanların gönüllerini onlara karşı sempatiyle doldur ve onları ürünlerle rızıklandır ki şükretsinler.” (Kuran 14:37)
İbrahim ile ilgili olaylardan iki parça bilgi bu konu için anahtar konumunda olacaktır:
Tapınak (Kutsal Ev) “Bekke” diye bir yerde yer almaktadır;
İbraham kutsal ev yakınındaki bir vadide yaşayan soyundan (adı belirtilmeyen) birine yardımcı oldu.

Cevap:

Kuvvetli ihtimalle, soruda söz konusu edilen bu ayetlerle, Kabe’nin-Mekke’de değil de- “Bekke” denilen bir yerde olduğuna ve dolayısıyla Müslümanların bu konudaki bilgilerinin yanlış olduğuna dair bir vesvese kapısını aralamaktır. Söz konusu ayetlerin zikredilmesi iki şeyi hedeflenmiştir:

Birincisi: Kur'an’da yer alan Kabe’nin inşası, mimarlarının bulunduğu yerin Mekke değil, Bekke denilen bir yer olduğunu zihinlere nakş etmeye çalışmak.

İkincisi: İspat etmek istediği iddiasına hiçbir katkısı olmadığı halde, konuyla ilgili birkaç ayeti zikretmekle, ayetlerin çoğunluğundan hareketle iddiasının kuvvetli olduğu imajını vermek.

- Soruda da yer aldığı üzere, “BEKKE” kelimesi bir ayette zikredilmiştir:

“Halk için kurulan ilk ev (tapınak), tüm halklara bir hidayet kaynağı olan Bekke’deki kutlu evdir.” (Al-i İmran, 3/96)

İslam alimleri, “Bekke”nin, Mekke’de bulunan bir yer olduğu konusunda ittifak etmekle beraber, bu mekanın neresi olduğu konusunda üç görüş bildirmişlerdir:

a.  Bekke, Mekke’nin diğer bir ismidir.

b. Mekke bütün harem bölgesi, Bekke ise, Mescid-i Haram yerinin adıdır.

c. Mekke bilinen şehrin adıdır. Bekke ise, Kabenin bulunduğu mekanın adıdır. (bk. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri)

Bununla beraber, -ayette “yeryüzünde ilk mabedin Bekke’de kurulduğuna” işaret edilmiştir.

Hz. Peygamber (asm) ise, “Yeryüzünde ilk mabedin Mescid-i haram olduğunu.” (Buhari, 3425; Müslüm, 520) bildirmiştir.

O halde ilk yapılan mabet Mescid-i Haram/Kabe’dir. Ve ilk yapılan bu mabet Bekke’dedir. Demek ki, Bekke, İslam alimlerinin dediği gibi, Mekke’dedir.

Şu halde, Hz. İbrahim’in inşa ettiği mabet Kabe’dir, o da Mekke’nin BEKKEsindedir.  Bu sebeple, “Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını, Kutsal Evinin yanındaki ekinsiz bir vadiye yerleştirdim…” (İbrahim, 14/37) mealindeki ayette söz konusu olanlar, Hz. İsmail ve Annesi Hacer’dir.

Bunun aksini savunmak, delilsiz bir iddia olup, tahrifat ve  tahribat ile bir hezeyandan ibarettir.

İddia:
Lut’un yaşadığı yer neredeydi?
Lut’un yaşadığı yerin (Sodom ve Gomore) konumu tarihi olayın geçtiği yer genellikle Ürdün / Filistin’de ‘Ölü Deniz’ çevresi olarak bilinir (günümüzde ‘Lut denizi’ adını hala korumaktadır).
Lut’un yaşadığı yer hakkında bize verilen ipuçlarından bazıları şunlardır:
1. Lut’un yaşadığı kent işlek bir yol üzerinde idi (15:76-77);
2. Yıkılan kentten herkesin görebileceği bir işaret bırakıldı (51:37, 29:35);
Yukarıdaki ipuçlarından bize yardımcı olacaklardan biri ‘işlek yol’ hakkında olandır. Eğer bölgenin kesiştiği karayolları / yolları ile ilgili mevcut tarihi kanıtlara bakarsak gerçekten de Musa’dan önceki tarihlere uzanan tarihlerde kurulan tarihi ‘Kral Yolu’ hala kullanılmaktadır.
“Kral Yolu, Mısır’dan Suriye’ye yarım bereketli hilalde ticaret ve kültürü Orta Doğu boyunca yayardı. Tarih kaydedildiğinden beri tercih edilen bir yoldur ve bugün çoğunlukla asphalt (beton) kaplıdır.”
Petra
Ölü deniz yakınındaki Antik Kentlerin seçimi açısından orada yaşamış olan insanların evlerinin hala varlığını devam ettiren arkeolojik kanıtların çokluğu açısından görünen o ki Petra en iyi seçim olacaktır:
Ayrıca Petra bir Vadide konumlanmış ve bu bölgedeki su kaynaklarının sınırlı olmasına ragmen gelişmiş bir sulama sistemi ile şehre su getirebilen bir yapıda kurulmuştur.
Petra daha yeni yeni arkeolojik kazılar için cazibeli bir yer haline gelmiştir, halbuki kazılar henüz daha %2'sini ortaya çıkarabilmiştir. Bazı arkeolojik araştırmalara gore Petra’nın kuruluşu M.Ö. 3500 yıllarına denk gelmektedir.
İbrahim’in zamanında Petra Salah olarak biliniyordu. Edomites bölgesinde Seir dağında konumlanmaktaydı. Petra Antik Edom’un bir şehri olarak Sela ya da Selah kelimesinin Yunancasıdır. Sela kelimesi “İbranice’de azametli, yamaç, sarp kaya, kale, uçurum” demektir.
Petra bölgesi birçok medeniyete ev sahipliği yaptığının işaretlerini taşımaktadır, son olarak Nabatanlar (Araplar) ve Romalılar (Bizanslılar) M.S. 6’ıncı yüz yıla kadar yaşamış taki M.S. 551 yılındaki yıkıcı depremin ardından ve şehir kullanılmaz hale gelene kadar.
Fakat bu bölümdeki araştırmanın bir sonucu olarak, rahatlıkla diyebiliriz ki Antik Kent Petra İbrahim’in soyundan gelen Lut’un ve Lut kavminin yaşadığı yerdi.
Hıristiyan ve Yahudi kutsal kitaplarında İbrahim ile Lut arasında kan bağı olduğu kabul edilmesine ragmen Müslüman alimlerin tamamen kaçırdığı bir detay burası (Lut İbrahim’in yeğeni olarak bilinir).

Cevap:

İşlek yol

“Lut’un yaşadığı kent (doğrusu: kentler) işlek bir yol üzerinde idi.”

“Bakın, o harabeler bir yol üzerinde hâlâ duruyor. Onda da inananlar için bir ders vardır.” (Hicr, 15/76-77)

mealindeki ayette, o dönemde o harabeye dönmüş  kentlerin enkazları yolcuların yolu üzerinde olduğuna vurgu yapılmıştır.

İslam alimlerinin bildirdiğine göre, bu ayetin işaret ettiği yol, özellikle Kureyşlilerin ticaret maksadıyla Hicaz, Filistin Şam arasındaki yoldur. Hicazdan kalkıp yolculuk yapanlar, Şam’a /Suriye bölgesine gittikleri zaman bu harabeleri açıkça görüyorlardı. (Zemahşeri, Semarkandi, Razi, Meraği, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

Şu inkâr edilemez bir gerçektir ki, eğer Kuran’ın açıkça ifade ettiği gibi, bu harabeler o günkü insanlar tarafından görülmemiş olsaydı, Kuran’ın muarızları, bunu İslam aleyhine büyük bir koz olarak kullanacaklardır. Eften-püften bahanelerle Kuran’a hücum edenlerin bu açık ve süreklilik arz eden konuda bir şey söylememeleri, onların itiraz edecekleri bir şey bulamadıklarını göstermektedir.

PETRA

Bu şehrin kime ait olduğu, nerede olduğu, nasıl bir yerde olduğu konusu Kuran’da asla yer almaz. Bu sebeple, Petra’nın, Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un yaşadığı bir bölge olup olmaması, Kuran’ın herhangi bir ifadesine ters düşemez. Çünkü, bu konuyla ilgili Kur'an’da hiçbir ifade yer almamıştır.

Kan Bağı

Soruda yer alan “Hıristiyan ve Yahudi kutsal kitaplarında İbrahim ile Lut arasında kan bağı olduğu kabul edilmesine rağmen Müslüman alimlerin tamamen kaçırdığı bir detay burası (Lut İbrahim’in yeğeni olarak bilinir)” ifadesi, gerçekten skandal bir cehaletin yansımasıdır.

Şu tespite bakar mısınız; “Ehl-i kitap, Hz. İbrahim ile Hz. Lut arasında kan bağı var.” demelerine karşılık İslam alimleri “Lut İbrahim’in yeğenidir.” demişler.

Allah aşkına; yeğen ile (babanın kardeşi olan) amca arasındaki kan bağından daha güçlü kan bağı mı var? İnsanın kendi çoluk çocuğundan sonra gelen bir kan bağı değil mi?

Hülasa: Söz konusu ayetlerde, medar-ı itiraz olacak hiçbir beyan-ı Kur'ani yoktur. Yalnız ateizm ve deizm hastalığının verdiği kafa karışıklığı vardır, basiret körlüğü vardır, cehaletten kaynaklanan kuruntular vardır.

İddia:
Muhammed
Önceki peygamberlerin sıralanışına ve ipuçlarına baktığımıza göre artık şimdi peygamberliğin sonlanmasına yani Muhammed’e geçebiliriz:
“Ayetlerimizi dinledikleri zaman, “İşittik,” diyorlardı, “İstesek biz de bunun bir benzerini getiririz. Bu, geçmişlerin efsanelerinden başka bir şey değil. Hatta, “Rabbimiz, bu senden gelen bir gerçek ise, üstümüze gökten taşlar yağdır, veya başımıza acıklı bir azap getir,” diyorlardı. Sen (Muhammed)onların arasında bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir. Onlar, bağışlanma dilerlerken de Allah onları cezalandıracak değildir. Başkalarını Kutsal Ev’den menederlerken neden Allah’ın azabını hakketmesinler? Oysa onlar onun koruyucuları değiller. Onun gerçek koruyucuları inananlardır; ancak çokları bunu bilmez.  Onların, Tapınak‘daki salatları gürültü ve nefretten başka bir şey değil. İnkarınızdan dolayı azabı tadın. “(Kuran 8:31-35)
Burada bir kaç kati noktaya temas etmemiz gerekmektedir:
Mesaj Muhammed’e vahyedilerek yeniden indirildi (8:31);
Kutsal Ev/Tapınak bu yerdedir (8:34-35);
Muhammed aralarından biri olarak orada yaşamaktadır (8:33);
Önceki bütün bilgileri hesaba katarsak diyebiliriz ki Muhammed elçilik görevine Bekke’de yani İbrahim’in İsmail ile birlikte temellerini attıkları Tanrı’nın Kutsal Evi / Tapınağı’nın olduğu yerde başladı.
Sünni ve Şiilere göre, ki bize öyle söylendi bu yer Mekke’de (Arabistan) Kabe’nin (küp) olduğu yerdir ve milyonlarca ziyaretçi yüzyıllardır bu tapınağı ziyaret etmek için yola çıkmakta ve hacılık ritüelini yerine getirmekteler.
Ancak, burada bir an için durmalıyız ve kendimize şu önemli soruları sormalıyız:
İlk defa hac ziyareti İbrahim peygamber tarafından ilan edildiğine göre ve ondan sonra gelen peygamberler tarafından bu çağrı bilindiğine göre (örneğin Musa hac yılı ile ölçülen bir yemin yapmaktaydı), öyleyse neden Musa ve İsa’nın takipçisi olduğunu iddia edenler (Yahudiler ve Hiristiyanlar) Mekke’nin öneminden yada oradaki Kutsal Evin ziyaretinden habersizler?
Eğer Mekke İbrahim tarafından temelleri yükseltilen Mabed’in yeri ise, o halde neden Sunniler ve Şiiler peygamber ve sahabenin bir kaç yıl sonra Mekke’ye yönelmeden once ilk yıllarda günlük salat için Kudüs’e yöneldiğini iddia ediyorlar?
Eğer Sunniler ve Şiiler Kudüs’ün tarihi kıble (yönelinen yer) olduğu yalanını ürettilerse öyleyse neden Medine ve civarında peygamberin zamanından kalma iki kıbleli inşa edilmiş bir cami ile ilgili hiçbir fiziksel kanıt bulunamamaktadır?
Kudüs’ün ilk kıble olması Sünni ve Şiiler için (bu günlerde) ne gibi bir yarar sağlamaktadır?
Yukarıdaki soruların nedeni ve Mekke’nin özgünlüğü üzerinde oluşan açık şüphe herhangi bir gizli komplo veya saklı bir gündem nedeniyle değil, fakat tamamen kitleler tarafından görmezden gelinen Kuran’daki var olan delillerden kaynaklanmaktadır.
Bekke Kudüs’tedir, Mekke’de değil;
“Halk için kurulan ilk Tapınak, tüm halklara bir hidayet kaynağı olan Bekke’deki kutlu evdir.” (Kuran 3:96)
En belirgin ve önemli ve genelliklede gözden kaçan bilgi Tanrı’nın ilk Tapınağının Bekke’de olduğunu söylemesidir. Bekke ve Mekke’nin kafiyeli olması onların aynı yer olduğunu göstermez üstelik Bekke adıyla bilinen yer bugün bile Mekke’de değil Kudüs’tedir.
“Ne mutlu senin evinde oturanlara, Seni sürekli överler! Sela. Ne mutlu gücünü senden alan insana! Aklı hep Siyon’u ziyaret etmekte. Baka Vadisi‘nden geçerken, Pınar başına çevirirler orayı, Güz yağmurları orayı berekete boğar. Gittikçe güçlenir, Siyon’da Tanrı’nın huzuruna çıkarlar. Ya RAB, Her Şeye Egemen Tanrı, duamı dinle, Kulak ver, ey Yakup’un Tanrısı! Sela” [Zebur 84:4-8]
‘Baka’ ismi kutsal kitaplarda muhafaza edilmiştir, ve bu adı haccedenlerin güney batıdan Rephaim Vadisi çıkışına ulaşıldığında Kudüs’ün içine çıkan, Zion dağına doğru yönelten alanın adı olarak verilmiştir (Samuel 5:22-23).
Gerçekten de Baka ismi hala güney doğudan Kudüsün içine ulaşan aynı alanın adıdır:

Cevap

En sondan başlayalım:

1. “‘Baka’ ismi kutsal kitaplarda muhafaza edilmiştir ve bu mevki Kudüs’tedir…”

Yazar diyor ki, Bekke ile Mekke kafiyeden dolayı karıştırılmıştır.

- Peki, “Beka” kelimesini “Bekke”ye işaret olduğunu söylemek, benzer harflerin varlığından hareketle bir halt etmek değil midir?

- En meşhur olan “Beka vadisi” Suriye topraklarında olduğuna göre, Bekke mevkii Suriye’dedir diyen kimseye ne cevap verilir?

- Asr-ı saadette Müslümanlarla birlikte Yahudi ve Hristiyanların da Kabe’nin Mekke’de olduğunu bildikleri bir gerçektir. Hatta İslam’dan önce de Yemen’deki Kiliseye baskın geldiği için Mekke’deki Kabe’yi yıkmak üzere hareket edip (Kudüs’a değil) Mekke’ye hücum eden Hristiyan Komutan EBREHE ordusunun helak edilmesi, bizzat Kuran’da Fil Suresinde  anlatılmaktadır. Demek ki BEKKE’nin Kudüs ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktur.

2) ZEMZEM suyu Bekke’nin Mekke’de olduğunu gösterir.

Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in inşa ettiği Kabe’nin bulunduğu Bekke’nin en önemli göstergelerinden biri de “ZEMZEM” suyudur.

Dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmayan bu suyun bir mucize eseri olarak ortaya çıktığı ve binler seneden beri tüketildiği halde, hiç bitip tükenmeyen bu suyun varlığı bile tek başına Kabe’nin Bekke’de, Bekke’nin ise Mekke’de olduğunu göstermektedir. Çünkü, bu su küçükken oraya bırakılan Hz. İsmail’in su ihtiyacını gidermek için ortaya çıkarılan bir Rabbani ZEMZEM ve Rahmani bir mucizedir. Kudüs dâhil dünyanın hiçbir yerinde zemzem suyundan bahsedilmez.

3) Bu sinsi uydurma provaları Siyonist ürünüdür

Biz bu konuyu işleyen daha başka yazılardan da “bu uydurmaların, Siyonistlerin çatlak seslerini yansıttığını” biliyorduk.  Fakat, “Ne mutlu senin evinde oturanlara, Seni sürekli överler! Sela. Ne mutlu gücünü senden alan insana! Aklı hep Siyon’u ziyaret etmekte. Baka Vadisi‘nden geçerken,..” şeklindeki kuruntulu hayal gücünü gördüğümüzde bu kanaatimiz, kesinlik kazandı.

İlginçtir “Beka Vadisi” Suriye topraklarındaki bir mevki olarak meşhurdur. Birçok illegal örgütlerin eğitim gördüğü bir kamptır. Öyle anlaşılıyor ki, burayı da Siyonistler yönetmiştir.!

4) Kudüs’ün İlk Kıble Olması:

Kudüs’ün Müslümanların ilk kıblesi olması, oranın BEKKE olduğu için değil, müşrik Arapların sahiplendiği Kabe’yi ortak bir mabet olarak kullanmamaya yöneliktir. Nitekim, Müslümanlar, Medine’ye hicret ettikten 17 ay sonra, Kudüs kıblesi, terkedilip Mekke’deki Bekke mevkiinde bulunan Kabe kıble edinildi.

Bu tavır,  müşriklerin ileride mağlup olacaklarını ve Mekke’nin fethedilip Müslümanların eline geçeceğinin sinyalini veren bir adımdı. Nitekim aynı yılda Bedir savaşında Müşrikler yenilgiye uğratıldığı gibi, bundan birkaç yıl sonra da Mekke ve Kabe tamamen İslam’ın beldesi olmuştur.  

Bu konudaki ilahi kararın bir hikmeti, İbrahimî bir din olan İslam’ın -başka bir dine bağlı olmayıp-, bağımsız bir kimliğe sahip olduğunu göstermek içindir.

5) Muhtevadan Yoksun Bir Soru

Kudüs’ün ilk kıble olması Sünni ve Şiiler için (bu günlerde) ne gibi bir yarar sağlamaktadır?”

Eğer Kudüs’ün Müslümanların ilk kıblesi olması konumu, Müslümanların oraya sahiplenmesine bir vesile olacağı düşünülüyor ise, hal-i hazırda geçerli bir kıble kabul edilmesi daha da fazla avantajlar sağlayabilir. Fakat, böyle bir soruyu soranın aklına kelepçe vurulduğundan şüphe etmemek gerekir.

6) İki Kıbleli Mescid.

Bir soruda, “(Eğer namazlarda önce Kudüs Sonra Mekke’ye dönülmüşse) neden Medine ve civarında peygamberin zamanından kalma iki kıbleli inşa edilmiş bir cami ile ilgili hiçbir fiziksel kanıt bulunamamaktadır?” denilmiş.

Bu soru bir cehalet küpü gibi ortada duruyor. Çünkü, İki Kıbleli Mescid, İslam Literatüründe “Mescidu’l-Kıbleteyn” diye 15 asırdan beri bilinmekte ve Hacca gidenlerin ziyaret ettiği yerlerden bir olarak yerini almaktadır.

Günlük farz namazların 17 rekat sayısına uygun olarak, Medine'ye hicretin yapılan 17. ayında, kıblenin Mescid-i Haram'a doğru çevrildiğini bildiren şu ayet-i kerime nazil oldu:

"Yüzünün sık sık semaya çevrildiğini, muhakkak ki biz görüyoruz. Seni hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin..." (Bakara, 2/144)

Bu vahiy geldiği sırada peygamber Efendimiz (asm), Müslümanlara mescidde öğle namazı kıldırıyordu. Namazın ilk iki rekatı kılınmış, sıra son iki rekata gelmişti. Peygamber Efendimiz, ağır ağır yönünü değiştirdi ve mübarek yüzünü Kabe'ye doğru çevirdi. Müslümanlar da Efendimizle birlikte o tarafa döndüler. (İbn Sa’d, Tabakât, 1/241-242)

"İnsanlardan birtakım beyinsizler, 'Müslümanları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden çeviren nedir?' diyecekler. Sen onlara de ki: 'Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini dosdoğru bir yola iletir.'  Biz sizi böylece aşırılıktan uzak, adalet ve doğruluk üzerinde olan bir ümmet yaptık -ta ki kıyamet gününde siz peygamberlerin İlâhî hükümleri tebliğ etmiş olduklarına dair insanlar üzerine bir şahit olun ve  Peygamber de sizin doğru yolda olduğunuz hakkında şahit olsun… Kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü delili getirsen, yine de senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Eğer sana gelmiş olan ilimden sonra sen onların heveslerine uyacak olursan, o zaman elbette zalimlerden olursun." (Bakara, 2/142-145)

mealindeki ayetlerin ifadesinden, Allah’ın emriyle Kudüs’teki kıbleyi terk edip, Mekke’deki Kabe kıblesine yöneldikten sonra, ehl-i kitabın, Müslümanların aleyhine dedikodu etmeye başladığı ve körü körüne bir taassupla onları eleştiri oklarının hedefine oturttukları anlaşılmaktadır.

Ömer b. Abdülazîz, Medine valiliği sırasında Mescid-i Kıbleteyn de dahil olmak üzere Resûlullah’ın namaz kıldığı bütün mescidleri yenilemiştir. (İbn Şebbe, I, 74)

Memlük Sultanı Kayıtbay zamanında Medine bina emini olan Şâhin el-Cemâlî 893 (1488) yılında Mescid-i Kıbleteyn’in tavanını yeniletirken avlusunu da bir duvarla çevirtmiştir. (Semhûdî, III, 842)

Ömer b. Abdülazîz’den sonraki ilk ciddi imar Kanûnî Sultan Süleyman devrinde 950’de (1543-44) gerçekleşmiştir. Bu dönemde cami iki kıblesinde de yer alanı revaklarla birlikte 425 m2’lik bir alan kaplıyordu ve üzeri yine ahşap bir çatıyla örtülmüştü.

1073’te (1662) Medine’yi ziyaret eden Faslı âlim ve seyyah Ayyâşî’nin Mescid-i Kıbleteyn’in, etrafında yapı bulunmayan, bağ ve bahçeler içerisinde mamur bir cami olduğunu söylemesi (er-Riḥletü’l-ʿAyyâşiyye, I, 252) Kanûnî devrinde (1520-1566) yapılan yenilemenin henüz korunduğunu göstermektedir.

İbrâhim Rifat Paşa, 1901 yılındaki Hicaz seyahati sırasında caminin harap vaziyette olduğunu bildirir. (Mirʾâtü’l-Ḥaremeyn, I, 413)

En son 1987’de Suûdî hükümeti tarafından genişletilerek tamir ettirilen Mescid-i Kıbleteyn 3920 m2’lik alana sahip büyük bir camidir. (Ahmed b. Yâsîn el-Hıyârî, s. 287)

Bu yenileme sırasında Kabe kıblesine mihrap, Kudüs tarafına ise Bakara suresinin 144. ayetiyle Türkçe, Farsça, Urduca, İngilizce ve Fransızca mealinin yazıldığı bir pano konulmuştu/pano daha sonra kaldırılmıştır. (bk. İslam Ansiklopedisi, “Mescid-i Kıbleteyn” maddesi)

7) Mekke’deki Alametler Bekke’yi Gösterir.

“Gerçek şu ki, insanlar için yapılmış olan ilk ev, âlemlere bir hidayet ve bir bereket kaynağı olan BEKKE / Mekke’deki evdir. Orada apaçık deliller, İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Gitmeye gücü yetenin o evi ziyaret etmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnidir.” (Al-i İmran, 3/96-97)

mealindeki ayetlerde Bekke’nin bulunduğu yerde, Hz. İbrahim’in makamı, ayak izleri gibi alametler vardır.

Mekke bizzat ürünleri olmayan bir vadi olmasına rağmen, dünyanın her tarafından getirilen gıda ve meyvelerin bu akışı ayetteki bereketin maddi bir tefsiridir. Cahiliye döneminde tarih boyunca kavgalarına rağmen Kabe’nin yanında / Mescid-i haramda asla adam öldürülmezdi.

Bu alametlerin hiçbiri Kudüs’te yoktur.

8) Tarıma Elverişli Olmayan Vadi

“Ey rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını, senin kutsal evinin (Kâbe) yanında tarıma elverişli olmayan bir vadiye yerleştirdim. Bunu yaptım ki Rabbim, namazı kılsınlar! İnsanların gönüllerini onlara meylettir ve çeşitli ürünlerden onlara rızık ver ki şükretsinler!” (İbrahim, 14/37)

mealindeki ayette, Hz. İbrahim’in zürriyetinden bir kısmını (eşi Hacer, oğlu İsmail) tarıma elverişli olmayan bir vadide bıraktığına dikkat çekilmiştir.

Kudüs’ün tarıma elverişli olduğu, eskiden beri çevresi yeşillik ve çeşitli ürünlerle bezendiği bilinen tarihi bir gerçektir.

Kaldı ki, Kuran’ın muhatapları olan Müslümanlar, her gün yüz binlerce kişi orayı tavaf eder, orada namaz kılar ve kalpleri ora için atar. Yaklaşık 15 asırdan beri bu eylemlerin devam etmesi, Bekke’nin Mekke’de olduğunun açık göstergesidir.

İddia:
Muhammed’in Hicreti
Kutsal kitaptan anlatılan Sünniler ve Şiilerin aynı fikirde olduğu kısım burada başlamaktadır. Tanrı’nın mesajını kendi toplumu olan Bekke’ye ilettikten sonra; ve fazlaca direnç ve baskıyla karşılaştıktan sonra… ‘Sadece Allah’a tapan topluluk’ kurulması girişimleri başarısızlık ve yenilgi ile sonuçlanınca Muhammedevinden hicret eder.

Cevap:

Mekke’de hiçbir zaman bağımsız bir İslam topluluğu / devleti kurma teşebbüsleri olmamıştır. Orada yalnız iman esasları ders verilmiş ve delillerle muarızların kalpleri fethedilmiştir.

Ancak çok katı yürekli olan, riyaset, kabilecilik ve ekonomik menfaatleri için iman etmeyi uygun görmeyen bazı katı yürekli adamlar, zayıf Müslümanlara ve Müslüman olmuş kölelere -öldüresiye- işkence etmeye başlamışlardır.

Hicret bu zorlu şartların getirdiği bir zorunluluk olmuştur.

İddia:
 “Seni çıkaran ülkenden daha güçlü nice ülkeler vardı ki onları yok ettik, onlara yardım eden olmadı.“ (Kuran 47:13)
Hicret/Hira:
“Ey peygamber, mehirlerini vermiş bulunduğun eşlerini ve Allah’ın sana bağışladığı elinin altındakileri, seninle birlikte göç eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını sana helal kılmışızdır. Ayrıca, peygamber dilerse, kendisini inananlara değil sadece peygambere mehirsiz olarak hibe eden birisiyle nikahlanabilir. Biz, eşleri ve ellerinin altında bulunanlar hakkında üzerlerine yüklediğimiz sorumlulukları bildirmiştik ki güç bir duruma düşmeyesin. Allah Bağışlayandır, Rahimdir.“ (Kuran 33:50)

Cevap:

Bu ayete yer verilmesinin sebebi, Hz. Peygambere birden çok evliliğe izin veren bir ayet olmasıdır.

Konuları birbirinden oldukça kopuk, herhangi bir amaç etrafında kenetleşmeyen, işin hangi yönü soruya konu edilmiş bilgiden yoksun bir bilgi yığınıyla karşı karşıyayız.

Yukarıda yer alan Ahzab suresinin 50. ayetiyle ilgili bilgiler Sitemizde mevcuttur.

Bilgi için tıklayınız:

Ahzab Suresi 50. ayete göre, Hicret eden akrabalarının Peygamber ...

İddia:
“Allah, peygamberin, göç edenlerin ve yardım edenlerin tevbesini kabul etmiştir. Onlar, içlerinden bir bölümünün neredeyse kalplerinin kaydığı güç anda onu izlemişlerdi. Sonra onların yönelişini (tevbesini) kabul etti. O, onlara karşı çok şefkatlidir, Rahimdir. “(Kuran 9:117)
Açıkça okuduğumuz gibi Muhammed (ve onun takipçileri/destekçileri ve aile üyeleri) memleketleri Bekke’den en azından bir ya da muhtemelen iki bölgeye göç ettiler…

Cevap:

İslam Literatüründe Hicret konusu binlerce kaynakta yer almıştır. Sanki, hicreti inkar eden varmış gibi, soruda yer verilen paragraf oldukça tuhaf ve çirkin olmuştur.

İddia:
Yesrib:
Muhammed’in göç ettiği bu yerlerden biri ‘Yesrib’ diye bilinen yerdir:
“Onlardan bir grup ise, “Yesrib halkı, artık tutunamazsınız; geri dönün,” diyordu. Onlardan diğer grup ise, evleri korunduğu halde, “Evlerimiz korumasız kaldı,” diyerek peygamberden izin istiyorlardı. Tüm amaçları kaçmak idi. “ (Kuran 33:13)

Cevap:

Bu ayetler Hendek savaşı sırasında sinsice hareket eden münafıkların tutum ve davranışlarıyla ilgili nazil olmuştur.

Bunların hicret başlığı altında zikredilmesi, “Medineli Ensarın Mekke/Bekke’den hicret edenleri ağırlamak istemedikleri” imajını vermeye yöneliktir. Bu ise, ahmakça yapılan sahtekârlığın ve alçakça tertip edilen yalancılığın bir yansımasıdır.

İddia:
Romalıların hakim olduğu yıllardaki harıtaya baktığımızda, Muhammed’in Romalıların hakimiyetinin uzağında olan güneye göç ediyor olması en mantıklı olan durumdur. O nedenle peygamberin ve onun dönemine ait bazı eserlerin bulunduğu Kuzey Batı Arabistandaki bugün ‘Medine’ olarak bilinen yerin göç ettiği yerlerden biri olması mantıklı olandır.

Cevap:

Müslüm gayri müslim hiçbir tarih kaynağında, Medine’ye yapılan hicretin Romalıların korkusundan olduğuna dair bir paragraf bile yoktur.

Bu da bizim nevzuhur tarihçimizin başarı hanesinin karesine kara bir leke olarak yerini almıştır.

İddia:
Bekke/Kudüs hala Muhammed’in kıblesidir.
“Halk için kurulan ilk Tapınak, tüm halklara bir hidayet kaynağı olan Bekke’deki kutlu evdir.” (Kuran 3:96)
Muhammed oradan çıkarılmasına rağmen hala Kudüs’teki Tapınağını Yönelme Noktası olarak kullanmaktaydı… Bu da Sünni ve Şiilerin kayıtlarında hala neden Muhammed’in Medine’de bulunduğu ilk dönemde yüzünü Kudüs’e çevirdiği (iki kıbleli mescidin kanıtladığı gibi) neden Kudüs’ün hala ilk yönelme noktası diye anıldığını açıklamaktadır.
Fakat ‘Yönelme noktası neden değişti?’ sorusu hala cevaplanmamıştır

Cevap:

Önce şunu belirtelim ki, yazar yazılarında  hep “Sünni ve Şii” kavramlarını özenle kullanmıştır. Bununla Müslümanlar arasına bir nifak, bir ayrılık sokmayı hedeflemektedir.

Tüm Ehl-i kitabın eskiden beri var olan bu konudaki heveslerini temsil eden yazarın bu çırpınışları da boşa kürek çekmeye ve bu hevesinin kursağında kalmaya mahkûm olduğunda şüphe yoktur.

- Hz. Muhammed (asm) bir peygamberdir, kendi kesesinden konuşmaz ve kendi başına buyruk olmaz. O ancak Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket eder.

Bu sebeple, Kudüs’ün kıble olmaktan çıkması ve Mekke’nin kıble haline gelmesinin vaktini, saatini tayin eden Allah’tır. Bakara suresinin 142-150 ayetlerinde bu konuya temas edilmiş, bu değişikliğin hikmetine işaret edilmiş ve bu değişikliğe karşı çıkan Ehl-i kitap, “beyinsizlik ve akılsızlık” ile vasıflandırılmıştır.

İddia:
Allah yeni bir Yönelme Noktası (Kıble) belirler:
“Halktan bazı beyinsizler: “Yöneldikleri kıbleden onları çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da batı da Allah’ındır. O dileyeni doğru yola iletir.” (Kuran 2:142)
İşte, mevcut yönelme noktasından yeni birine açık bir ‘yön değişikliği’.
Aslında peygamberin Medine’ye geldiğinde gelenek ve arkeolojistlerin aynı şekilde kitapla ilişkilendirdikleri bu konu, yani yönelme noktasını Kuzey Doğuya çevirmesi (bu durumda bu yönelme noktasının Kudüs olduğu iddia ediliyor), ve bir müddet sonra tam aksi istikametine çevirmesi.
Dikkat çekilmesi gereken ilginç nokta ise Medine’den Kudüs’e düz bir çigi çeksek (Kitaba göre ilk kıble ile aynı yönde), ve bu çizgiyi tümüyle aksi istikamete uzatsak (Kitaba göre aynı çizgide kıbleden ters yöne), göreceğizki sözde Mekke’de ki mabed, Sünni ve Şiilerin iddiasının aksine aynı çizgide bulunmamaktadır.

Cevap:

Burada, Medine’den Mekke’ye / Kabe’ye doğru yönelmeyi emreden Allah’ın bu yeni yönelme noktası olan Kabe’nin tam da eski yönelme noktası olan Kudüs ile tam çakışıyor olduğuna dair hezeyanlara yer verilmiştir.

Böyle bir iddia, ilmen cevaplanmayı bile hak etmemektedir.

İddia:
Neden yeni bir Yönelme Noktasına değişiklik?
Yeni bir ‘Yönelme Noktası (veya Kıble)’ belirlenmesi Kuran’da öncelikle Musa ve takipçilerinin Firavundan kaçarken ve Salatları sırasında düşmanlarının gelme ihtimalinin olduğu yöne dönme nedeniyle olmuştu.
“Musa’ya ve kardeşine: “Halkınız Mısır’daki evler edinsin, ve evlerinizi yönelme noktası (Kıble) yapın ve salatı gözetin. İnananları müjdeleyin,” diye vahyettik. “ (Kuran 10:87)
Muhammed’in halkı için olduğu gibi… bu bir çeşit ‘sınama’:
”Böylece sizi açık fikirli bir toplum kıldık ki halkın arasında tanıklar olabilesiniz, ve elçi de aranızda tanık olabilsin. Elçiye uyanlarla topukları üzerinde geriye dönenleri birbirinden ayırmak için eskiden yöneldiğin kıbleyi değiştirdik. Allah’ın yol gösterdiği kimseden başkasına elbette bu ağır gelir. Allah imanınızı boşa çıkarmaz. Allah insanlara şefkatlidir, Rahimdir.” (Qur’an 2:143)

Cevap:

Bu laklakanın içi boş, dışı boş, üstü küf, altı çürük olduğundan, uyduruk sözlerle de olsa bir ifade dizayn edilememiştir.

Mısır’daki Yahudilerin evlerini kıble yapması ile dünyanın her yerinden Mekke’ye yönelmeleri emredilen İslam kıblesi arasında hiçbir münasebet yoktur. Olsa da neye yarar...

İddia:
Bekke / Kudüs kurtarıldı
Romalıların Zaferi, Müslümanların Kaybetmesi. Edip Yüksel’in çevirisinden:
“Romalılar kazandılar*, Dünyanın en alçak seviyeli yerinde**. Fakat bu zaferlerinden sonra yenileceklerdir. Birkaç sene içinde. İş, önünde sonunda Allah’a aittir. O gün inananlar sevineceklerdir.” (Kuran 30:2-4)
* Bir çok tercümede 30:2-4 teki sesli harflerde hata yapıldığı için biz Romalıların ‘Kaybettiğini’ ve sonra da ‘Kazandığını’ düşünüyoruz (yada öyle düşünmemizi istiyorlar). Diyorlar ki Müslümanların Romalıların kazanması sonucu ‘sevinçleri’nin nedeni savaşın Romalılarla Farslılar arasında olmasında dolayı idi, ve Müslümanlar sevinçliydi çünkü Romalılar Hiristiyandı ve onların inancı bize daha yakındı. Eğer bu mantıksız izahı bir kenara bırakırsak ve basitçe sesli harflerin işaretlerinin yerini değiştirirsek, böylece doğru ifade Romalıların ‘kazanması’ ve sonra ‘kaybetmesi’ dir ki bu durumda Müslümanlar sevineceklerdir.
** Savaşın deniz seviyesinin 408 metre altında dünyanın en alçak seviyedeki su seviyesinde  ‘dünyanın en alçak yeri’ olan Ölü Deniz yakınlarında bir yerde olması kötü bir hediyeydi.

Cevap

Önce şunu belirtelim ki, bu Edip Yüksel’in bir yorumudur. Cumhur-ulemanın tefsirlerine aykırıdır.

Mevcut bütün Mushaflarda “ğulibet” (mağlup oldu) yazılıdır. Yazara göre, sesli harfleri yanlış okumuşuz. Yani güya aslı: “ĞALEBET”(galip oldu) şeklindedir. Ona göre, bu kelimenin sonraki ayetlerde de okunuşu yanlış olmuştur.

Biz burada Edip Yüksel’in yanlış yorumlarını ve yanlış üslubunu analiz etmeyeceğiz. Yalnız işin gerçeğini vurgulamakla yetineceğiz.

İyi anlaşılması için söyleyeceklerimizi maddeler halinde takdim edeceğiz:

a) Kur’an’da bazı kelimelerin farklı okunduğu bilinmektedir. “Kıraat-ı Aşere” bu farklı okunuşun ilmî ve senetli rivayetlerden gelen bilgilerin unvanıdır.

b) O halde, bu mütevatir ve meşhur rivayetlerde yer alan okuyuşlara yanlış demek, çirkin bir yanlışlıktır. Bu farklı kıraatlerden birini, üstelik mevcut Mushaflarda olmayan bir kıraat şeklini esas alıp, elimizdeki Kuran nüshalarında yazılı bulunan ayetin mevcut şekline yanlış demek, ne İslami edebe, ne de Müslüman Edib’e yakışmamıştır.

c) Oysa, başka alimlerin yaptığı gibi, söz konusu kelimelerin elimizdeki Mushaflarda mevcut şeklini kabul ettikten sonra, eskiden beri İslamî bir gelenek olan “İşarî tefsir” bağlamında “bir kıraate göre bu kelimeler şöyle de okunur ve manası şöyle olur...” gibi bir üslup kullanılsaydı, hem edebiyata hem  edebe hem Edib’e yakışırdı.

d) Rum Suresinin ilk ayetlerinin mealleri şöyledir:

“Elif Lam Mim, Rumlar (İranlılara) yenildi. (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde... Onlar, bu yenilgilerinin ardından bir kaç yıl içinde galip geleceklerdir. Daha önce de daha sonra da emir yalnız Allah’ındır. Ve o gün müminler Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir. O dilediğine yardım eder. O her şeye galiptir, çok merhametlidir. Bu Allah’ın vâdidir. Allah vâdinden caymaz. Fakat insanların çoğu bilmez.” (Rum 30\1-6)

e) İslam alimlerinin ittifakıyla, dün olduğu gibi bugün de Mushaflarda yer alan ve en meşhur ve yaygın olan kıraate göre, ayetin başında yer alan ve Rumların yenilgisini bildiren kelimenin okunuşu “ğulibet”tir. Yani meçhul/edilgen bir kalıptadır. Daha sonraki ayette yer alan ve Rumların galibiyetini ilan eden kelime ise, “Se-yağlibun” şeklindedir. Yani malum/ettirgen bir yapıdadır. (bk. Zemahşeri, ilgili yer)

f) Ayette yer alan “Edna’l-Arz” sözcüğü, “yerin en yakını” manasına gelir.

Kuran’da “Arz” kelimesi yeryüzü manasında kullanıldığı gibi, ilgili bir ülkenin yeri anlamında da kullanılmıştır. Burada “el-Arz” kelimesi, -belirli bir yere işaret eden- el takısını almış olduğundan belli olan bir yere bakar. Kuran’ın ilk muhatapları Mekke’deki Araplar olduğundan, burası onların bildiği bir yer olması gerekir. Bu ise, ayetteki yerin, Arap/Hicaz bölgesine en yakın yer olduğunu göstermektedir. (krş. Zemahşeri, Razi, ilgili ayetin tefsiri)

Bununla beraber, “en yakın yer”den maksat, İran bölgesi de olabilir. Yani “Bizanslılara ait ve İranlılara en yakın olan topraklar..” anlamına da gelebilir. (bk. Zemahşeri, ilgili yer)

Bu her iki yorum da aynı gerçeği ifade eder. O da Rumların mağlup olduğu yerin “Şam, Cezire/Arap yarımadası, Ürdün, Filistin” bölgeleridir ki, hem Hicaz bölgesine hem İran bölgesine en yakın yerlerdir. (krş. Zemahşeri, ilgili yer)

g) “Edna” kelimesi, bu son zamanlarda “en çukur, en aşağı, en alçak”  gibi anlamlarla yorumlayanlar olmuştur. Öyle de olsa, ayetlerin sarahatini incitecek bir şey olmaz. Bu mana da ayetin aynı bir mucizesi olur, ileride anlaşılacak bir gerçeği, Kuran en az bin yıl önce haber vermiştir.

Fakat, binlerce İslam alimlerinin eskiden beri bu kelimeyi “en alçak, en çukur” yerine, “en yakın” şeklinde anlamış olmaları ve öyle yorumlamaları bunun en doğru anlam olduğunu göstermektedir.

Nitekim Kuran’da “iz entüm bil’-udveti’d-dünya” (Enfal, 8/42) ifadesi vardır ki, Medine’ye en yakın yer manasınadır. Söz konusu ayette geçen “Edna’l-Arz” da Arap yarımadasına en yakın yer manasına gelir. (bk. Şaravi. Rum:4. ayetin tefsiri)

Keza, “Dünya” kelimesi de “Edna” kelimesinin müennesidir. Ve ahirete nispeten en yakın olan bir yer manasına gelir. (bk. İbn Aşur, Müminun:33. ayetin tefsiri)

h) Tefsir, hadis ve tarih kaynaklarının bildirdiğine göre, Rum suresinde söz konusu edilen olayın özeti şöyledir:

Bizans ordusu, İranlılarla girdiği savaşta, yurtlarının İran’a en yakın bir yerde (veya Arabistan yakınında) mağlup oldu.

Bu haber Hz. Peygamber (asm) ve Müslümanları üzdü. Müşrikler ise buna sevindiler. Çünkü, kendileri gibi kitapsız bir devlet olan İran/Sasani ordusu, Müslümanlar gibi Ehl-i kitap ve semâvî bir dine mensup olduğunu iddia eden Bizans ordusunu feci şekilde yenmişti.

Bu hususu, Übeyy b. Halef gibi bazı müşrikler, Hz. Ebu Bekir’e açıkça dile getirmiş, bu savaşı, kendileri için uğur getirecek bir olay olarak değerlendirmiş ve: “Bizim İranlı dostlarımız, sizin Bizans dostlarınızı yendiği gibi, biz de yakında aramızda çıkacak bir savaşta mutlaka sizi yeneceğiz.” demeyi de ihmal etmemişler.

Buna mukabil, Hz. Peygamber (asm)’den işin gelecekle ilgili gerçek boyutunu öğrenmiş biri olarak Hz. Ebu Bekir, “Allah sizi sevindirmeyecektir. Yakın bir gelecekte Rumlar, İranlılara mutlaka gâlip gelecektir. Peygamberimiz (s.a.v) bunu bize haber verdi.” diyerek tepki gösterir. Übeyy b. Halef ise ona “Yalan söylüyorsun, haydi bir müddet tayin et, seninle bahse girelim.” der. Hz. Ebu Bekir, “Allah’ın düşmanı! Asıl yalancı sensin!” diyerek cevap verir. Ve nihayet ikisi arasında bahse dair, belirlenen üç yıllık süre ile on develik miktarı içeren bir antlaşma yapılır(ki o zaman daha kumar yasağı gelmemişti).

Bir kaç gün sonra, Hz. Peygamber (asm)’in direktifleri doğrultusunda, Hz. Ebubekir tarafından yeniden söz konusu antlaşma gündeme getirilmiş ve –Kuran’ın “bid’a sinin=bir kaç yıl” ifadesine uygun olarak, Rumları galip getirecek savaşın olacağı zaman dilimi, üç ila dokuz yıl olarak tespit edilmiş, bahse konu olan rehin miktarı ise, yüz deve şeklinde belirlenmiştir.

Hadise olduktan sonra, Hz. Ebu Bekir bu develeri almış ve Efendimizin emri üzerine tasadduk etmiştir.

Rumların/Bizanslıların  İranlıları/Sasanileri yendiği gün, Müslümanlar da Bedir’de müşriklere karşı galip gelmişlerdir. (bk. Tirmizî Tefsiru sureti 30/31; Hakim, el Müstedrek, II/410; Taberî,  XI(21. cüz)/16-18; Mevdûdî, Hz. Peygamber’in Hayatı, 386-388)

ı) İngiliz Tarihçisi Gibbon: “Decline and Fall of The Roman Empire = Roma İmparatorluğunun Sukut ve İzmihlali” isimli eserinde, Hz. Peygamberin bu şaşırtıcı haberinin gerçekleşmesi karşısında hayran kalarak, bin iki yüz elli yıl sonra özetle şu satırları yazmıştır:

“İki İmparatorluğun sınırları dışında bulunan ve bunlardan her birinin diğerini imha için hazırladıkları tertibatı bilen Hz. Muhammed, İranlıların adım başında zafer kazandıkları bir dakikada, Bizanslıların bir kaç yıl sonra galip geleceklerini söyledi. Dünyada hiçbir haber, o zamanın durumu karşısında, bunun kadar inanılmayacak bir mahiyette sayılmazdı. Çünkü Doğu Roma İmparatorluğu, zafere değil, yıkılmaya doğru gittiğini gösteriyordu. (bk. Gibbon: “Decline and Fall of The Roman Empire, II/788;  Elmalılı, VI/240, ; Doğrul, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, 637; Mevdûdî, Hz. Peygamber’in Hayatı, 386)

İddia:
Orijinal Kıbleye Geri Dönüldü.
Yönelme Noktası (Kıble) Bekke/Kudüs’e geri çevrildi.
Kıblenin Kudüs’ten başka yere çevrilmesi günümüz Müslümanlarının Allah’ın dinine uymamalarının en büyük sebeplerinden biri olduğu iddia edilebilir. Özellikle Bekke/Kudüs’ün kurtarılması ve kıblenin Kudüs’e geri dönmesinin peygamberliğinin sonlarına doğru gerçekleşmiş olması bu iddiaya daha bir anlam kazandırıyor:

Cevap:

Yazar ve onun düşüncesinde olan bir kısım Ehl-i kitaptan başka hiç kimsenin bu kıble değişikliğini bir problem olarak gördüğünü söylemek mümkün gibi görünmüyor.

Milyonlarca Müslümanların asırlardan beri bu kıbleye yönelmeleri, onunla iftihar etmeleri bunun göstergesidir.

Yine dünya çapında her Allah’ın günü yüzlerce Ehl-i kitaptan Müslümanların varlığı, yazarın hayal hazinesindeki kuruntunun bir hezeyan olduğunun açık göstergesidir.

İddia:
“Halktan bazı beyinsizler: “Yöneldikleri kıbleden onları çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da batı da Allah’ındır. O dilediğini/dileyeni doğru yola iletir.” (Kuran 2:142)
“Böylece sizi dengeli bir toplum kıldık ki halkın arasında tanıklar olabilesiniz ve elçi de aranızda tanık olabilsin. Elçiye uyanlarla topukları üzerinde geriye dönenleri birbirinden ayırmak için eskiden yöneldiğin kıbleyi değiştirdik. Allah’ın yol gösterdiği kimseden başkasına elbette bu ağır gelir. Allah onayınızı boşa çıkarmaz. Allah insanlara Şefkatlidir, Rahimdir.” (Kuran 2:143)
“Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Seni, hoşlanacağın bir kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Sınırlanmış Mescid’e çevir. Nerede olursanız olun yüzlerinizi o yöne çevirin. Kuşkusuz, kendilerine kitap verilenler, bunun Rab’lerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. ALLAH onların yaptığından gafil değildir.” (Kuran 2:144)
“Her nereden yola çıkarsan çık, yüzünü Sınırlanmış Mescide doğru çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin ki halkın size karşı bir eleştiri malzemesi olmasın. Zalimlere gelince, onlardan çekinmeyin, benden çekinin ki size olan nimetimi tamamlayayım ve siz de doğruya ulaşabilesiniz.” (Kuran 2:150)
Günümüzdeki Muslümanlar yukarıdaki ayetin ‘Sınırlanmış Mescide’ doğru dönme emrinin aslında Allah’ın Muhammed’e Kudüs’ten başka bir yere (ve zannediyorlar ki Mekke’deki tapınağa) doğru dönme emri verdiğini düşündürerek kafalarını karıştırmışlardır.

Cevap:

Yukarıdaki ayetlerin yazılmasının esas maksadı, güya daha sonra söylediklerinin bu ayetleri nakzedecek vehmini vermektir.

Halbuki, yazdıklarının ayetlerle hiçbir alakası yoktur.

Örneğin “Günümüzdeki Müslümanlar yukarıdaki ayetin ‘Sınırlanmış Mescide’ doğru dönme emrinin aslında Allah’ın Muhammed’e Kudüs’ten başka bir yere (ve zannediyorlar ki Mekke’deki tapınağa) doğru dönme emri verdiğini düşündürerek kafalarını karıştırmışlardır” şeklindeki yorumun her bir tarafından sahtekar birinin yalancı profili kendini göstermektedir.

İddia:
Günümüzdeki Muslümanlar yukarıdaki ayetin ‘Sınırlanmış Mescide’ doğru dönme emrinin aslında Allah’ın Muhammed’e Kudüs’ten başka biryere (ve zannediyorlarki Mekke’deki tapınağa) doğru dönme emri verdiğini düşündürerek kafalarını karıştırmışlardır. Bu anlayıştaki sorun 2:142’de bahsedilen “değişikliğin” zaten gerçekleşmiş olduğudur ki insanlar bu değişiklik hakkında konuşuyor durumundadırlar (örneğin ‘Sizi Kıbleden çeviren şey neydi?’ demeleridir). 2:144’te Peygambere “Sınırlanmış Mescide” yönelin emri “yeni” bir emir olarak gelmiştir (ki bu yönelme emri Mekke’ye doğru olamazdı, çünkü kıbledeki ilk değişiklik bir “test” olarak gerçekleşmişti, ve zaten insanlar Kudüs’ün aksi istikametine doğru yöneliyorlardı).

Cevap:

Bu yorumun hiçbir tarafı ilmen doğru değildir. Ayette açıkça Mescid-i harama yönelmeyi emrediyor. Muhatapları olan Araplar bu mescidin adını binlerce yıldan beri biliyorlardı. Ve bunun Mekke’deki mabet olduğunu bildikleri gibi asırlardan beri bizzat kendileri orayı bir mabet olarak kullanıyorlardı.

Buna rağmen, yazar, adını “sınırlı mescid” olarak değiştirip meçhul bir konuma sokmaya ve daha sonra da oranın kıble olmadığı yalanını ortaya koymaya çalışmaktadır.

Hiçbir anlamı olmamakla beraber, yine de soralım: “çünkü kıbledeki ilk değişiklik bir “test” olarak gerçekleşmişti” bilgisini nereden aldınız? Kudüs’ten sonra kıblenin Kâbe dışında hangi değişikliği olmuştur?

Mescid-i haram için “Sınırlanmış Mescid” ifadesini kullanması, yine sinsice bu mescidin yerini gizlemek suretiyle Kabe’yi Mekke’den uzaklaştırmaya yönelik gibi görünüyor. Oysa manasını bile yanlış vermiştir yazarımız.

Eğer bunun anlamını görmek istersek, Mescid-i haram, “Korunmuş, saygıdeğer kılınmış mescid” manasına gelir.

Hiçbir Müslüman Kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesinden ötürü bir kafa karışıklığı yaşamakta değildir. Kafası karışık olan yalnız o küçük aklıyla kafaları karıştırmaya çalışan yazarın kendisidir.

Ortada Kuran’ın açık hükmü dururken, yaklaşık 15 asırdan beri fiilen Kabe kıble olarak kabul edilirken, bu konuda şüpheye düşmek ancak ahmak bir adamın işi olabilir.

İddia:
Peygamberliğinin ‘Kutsal Kitapta’ haber verildiği nihayet ortaya çıkmakta:
“Hani İsa, halkına: “Ey İsrailoğulları, ben, size gönderilmiş ALLAH’ın bir elçisiyim. Benden önceki Tevrat’ı onaylayıcı ve benden sonra gelecek ve ismi ‘en beğenilen’ bir elçiyi müjdeliyorum.” Sonra kendilerine apaçık delilleri gösterdiğinde, “Bu apaçık bir büyüdür” dediler.” (Kuran 61:6)
Ve İbrahim’in duası kabul edildi…
“Rabbimiz, onların arasından, ayetlerini onlara okuyacak, onlara kitabı ve bilgeliği öğretecek ve onları temizleyecek bir elçi gönder. Sen Yücesin, Bilgesin.” (Kuran 2:129)

Cevap:

Bu gibi ayetleri yazmakla suret-i haktan görünmek isteyen yazarımız, düşünce planında bir mertebe aşağı düşüp nifak damgasını hak etmiştir.

İncil’de Hz. Muhammed (asm)’in geleceği müjdelenirken, “Onun ismi Ahmed’dir.” denildiği halde, yazarımız kendi aklınca isminin açık olmadığını ima etmek için Ahmed kelimesinin anlamını vererek “ismi en beğenilen” olduğu yalanını uydurmuştur.

Oysa isimler tercüme edilmez, olduğu gibi verilir.

Bu kurnazlık nifakın sinsi derecedeki tavrını göstermektedir

İddia:
Arabistan’daki Mekke
Bugünün Mekke’si ne peki?
Bugünün Arap Mekkesi, görünüşe göre peygamberin zamanında silik bir kentmiş. Bu şehir o zamanlar hiçbir ana ticaret yolu üzerinde olmadığı gibi ismi o bölgeden bahseden hiçbir tarihsel el yazmalarında geçmemektedir.
Anlaşılmaktadır ki Mekke Nabatanların (Lat, Uzza, Menat’a tapan) diğer şehirleri gibi dinlerinin yaşandığı bir pagan merkezi olarak gelişti. Pagan rituellerinin merkezi olarak kullanılan Kabe (küp), Nabatanların yüzyıllar önce İbrahim’in hac için çağırdığı Kabe olarak bilinen yerin taklidiydi.

Cevap:

Yazara göre, Mekke Pagan kültürüyle gelişti. Araplar putlara tapıyorlardı. Fakat daha önce Hz. İbrahim’in yaptığı  Kabe’nin bir taklidi olarak şimdiki binayı inşa ettiler.

Oysa tarih, siyer, hadis, tefsir kaynakları yanında yabancı kaynaklar da Mekke’deki Kabe’nin Hz. İbrahim tarafından inşa edildiğini doğruluyor ve yazarı tekzip ediyorlar.

Yazar; “Mekke’nin zamanında silik bir kent olduğunu” belirtmiş. Bu ifadeyle de Kabe gibi şaşalı bir mabedin burada yer almadığını ima etmek istiyor.  

Oysa, Kuran’da da Mekke’nin (Bekke’sinde) Kabenin Hz. İbrahim tarafından yeni inşa edildiği sıralarda eski durumunun iç açıcı olmadığı açıkça ilan edilmiştir.

Mealini vereceğimiz ayette, Mekke’nin hem eski silik durumu, hem sonradan çok şaşalı bir kent haline geleceğine dair durumuna işaret edilmiştir:

“Rabbimiz! Ben neslimden bir kısmını, senin hürmetli beytinin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim, namazı dosdoğru kılsınlar diye, ey Rabbimiz! İnsanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir ve onları her türden ürünlerle rızıklandır ki onlar da sana şükretsinler.” (İbrahim, 14/37)

İddia:
Arabistan Mekke’sini araştırırken dikkat çekmeye değer bulduğumuz şeyler şunları içermektedir:
Medine’deki 2 kıbleli cami Arabistan Mekke’sine tam olarak bakmamaktadır.

Cevap:

Daha önce cevap verdiğimiz yazısında, yazar “Kıbleteyn mescidinin bulunmadığını, eğer olsaydı, tarihte yerini alır ve kalıntılarını görürdük.” tarzında bir beyanı vardı.

Şimdi ise, iki kubbeli mescidin varlığını kabul ediyor, ancak onun Medine’de olmadığını belirtiyor. Âdeta Siyonist kiniyle sarhoş olmuş, ne dediğini bilmeyen mecnun birinin hezeyanları ile karşı karşıyayız.

İddia:
Fiziksel kanıtlar göstermektedir ki kıblenin Kudüs’ten çevirilmesi demek basitçe ‘tam zıttı’ istikamete dönmekti, ve Mekke’ye doğru olmayan kıble uygun bir şekilde Suudiler tarafından yıkılmış yerine iki kıbleli yeni bir cami yapılmıştı, fakat ikinci ‘yeni’ kıble Mekke’ye doğru döndürülmüştür.
Peygamberin ölümünden hemen sonraki yıllarda yapılan bir çok caminin kıblesi kuzeye doğru Kudüs’e yakın, Mekke’den uzağa dönük olarak yapılmıştır.

Cevap:

Tamamen iftira ve yalandır. Biz de o mescitleri gördük ve hiçte yazarın dediği gibi değildir.

İddia:
“Creswell ve Fehervari’nin yaptığı Orta Asya’daki antik camilerle ilgili akeolojik araştırmalara göre, iki katlı olan Irak’taki iki Umayye camisi, birisi Vasıt’ta vali Haccac tarafından 8’inci yüzyılın başında inşa edilmiştir (Creswell’e göre “Ayakta kalan Islam’ın en eski camisi” – Creswell 1989:41), ve diğeri Bağdat yakınlarındaki aşağı yukarı aynı dönemlerde inşa edilmiştir, ikisininde Kıblesi (camilerin yöneldiği taraf) Mekke’ye bakmamaktadır, fakat epey kuzeye doğru yönlendirilmiştir (Creswell 1969:137ff & 1989:40; Fehervari 1961:89; Crone-Cook 1977:23,173). Vasit’teki cami 33 derece, ve Bağdat’taki cami 30 derece Mekke istikametinden uzaktadır (Creswell 1969:137ff; Fehervari 1961:89).”

Cevap:

Kıblesi, mihrabı, Mekke’ye bakmayan hiçbir İslam mabedi yoktur. Farzımuhal olsaydı, bütün İslam alimleri o mescidi, “Mescid-i dırar” gibi görüp, onu öyle yapanları din düşmanı münafıklar olduğuna hükmedeceklerdi.

Bununla beraber, şayet söz konusu tespitler gerçekten doğru ise, bu da Mekke’nin İslam kıblesi olmadığı göstermez. Bilakis, onu yapan mimarların 30 veya 33 derecelik bir sapmayı hesap edemediklerinin göstergesi olur.

Buradan da yazarın düşüncesine uygun bir kırıntı bulunmaz.

Zaten bu sapmaların olabileceğini bilen Allah, Kuran’da Müslümanların namaz kılarken “Kâbeye / Mekkeye doğru / mescid-i haram tarafına durmalarını” emretmiştir.

İlgili ayetin meali şöyledir:

“Biz senin, yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu elbette görüyoruz.

İşte şimdi kesin olarak seni memnun olacağın kıbleye döndürüyoruz.

Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir; nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin. Kuşku yok ki kendilerine kitap verilenler onun rablerinden gelmiş bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.” (Bakara, 2/144)

Bu ayette şu konular dikkat çekmektedir:

a) Hz. Peygamber (asm) kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesini çok arzuluyordu.

b) Hz. Peygamber (asm)’in bu arzusu yerine getirilmiştir. Yani Kıble Mekke’deki Kâbe olmuştur.

c) Gerek Hz. Peygamber (asm)’in, gereke Müslüman halkın Kıbleye dönerken, -yüzde yüz isabet kaydetmenin her zaman mümkün olmadığından- “Mesicd-i haram TARAFINA” yönelmeleri emredilmiştir.

İslam alimlerinin ezici çoğunluğuna göre,  ayet yer alan “ŞATR=TARAF” demek, kıble cihetine, kıble yönüne, kıble tarafına demektir. (Razi, ilgili ayetin tefsiri)

Bu ise, muhtemel sapmaların göz önünde bulundurulduğunun kanıtıdır.

d) Ehl-i kitap bu kıble değişikliğinin hak bir eylem olduğunu bilirler. Çünkü, onlar Hz. Muhammed (asm)’in hak peygamber olduğunu kitaplarında gördükleri sıfatlarından tanırlar. Hak bir peygamberin kıbleyi değiştirmesi de hak olur. Çünkü, bir peygamber Allah’a muhalif  iş yapmaz. Fakat inatlarından inkârcılığa sapıyorlar.

Bu yazarımız da eski dedeleri gibi bir Yahudi kiniyle bile bile inkârcılığı tercih etmiştir.

İddia:
Bekke/Kudüs – Nasıl oldu da unutuldu?
Bu makalede gündeme gelen en endişelendirici noktalardan biri son peygamber takipçileri olduğunu iddia edilen kişiler için nasıl olduysa İbrahim ve Muhammed’in ve daha bir çok peygamberlerin yaşadığı şehir olan Kudüs şehri önemini kaybetmiş ve ikincil öneme sahip duruma düşmüştür!

Cevap:

Hz. Muhammed (asm)’in Kudüs’te yaşadığına dair kıl kadar doğru bir bilgi yoktur.

İddia:
Bu tarihi karışıklığın etkenleri olarak görülebileceğimiz üç ana neden vardır:
Kıble’nin değişmesi;
“Halktan bazı beyinsizler: “Yöneldikleri kıbleden onları çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da batı da Allah’ındır. O dilediğini/dileyeni doğru yola iletir.” (Kuran 2:142)

Cevap:

Bu ayette Kudüs kıblesinin Mekke kıblesine dönüştürülmesini yanlış bulan bir kısım Ehl-i kitabın beyinsiz, ahmak olduklarına dikkat çekilmiştir.

Ne yaptığını bilmeyen bu adam kendi iddiasını çürüten şeyleri de yazmaktan çekinmiyor.

İddia:
O’nun Mesajına müdahaleye izin veren Tanrı’nın kararı;
“Böylece, insanlardan ve cinlerden sapkınlara, her peygamberin düşmanlarına yaldızlı sözlerle birbirlerini aldatmak için ilham vermelerine izin verdik. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Onlara ve ettikleri iftiralara/yalanlara aldırma. Ahireti onaylamayanların kalbi ona kansın, ondan hoşlansın ve gerçekten yapmak istediklerini yapabilsinler diye….” (Kuran 6:112-113)

Cevap:

Din bir imtihandır. İmtihan ise adaleti gerektirir. Adalet ise, imtihanda olanların kendi tercihleri serbestçe yapmalarına izin vermeyi gerektirir. Ehl-i kitaptan bazı kimselerin Tevrat ve İncil’i tahrif etmeleri, bu iznin gerçekten verildiğinin göstergesidir. Kur’an ı - Kerim son kitap olduğu için bu iznin dışında bırakılmıştır.  Onun için hiçbir tarafından tahrifin yapılmasına imkân veren bir zemin söz konusu değildir. Bununla beraber, imtihanın adaletli olması için, Kur’an’ın da manalarını yanlış yorumlama fırsatı verilmiştir. Mutezile, Mürcie, Cehmiye ve Mulhide gibi Ehl-i Sünnet dışındaki fırak-ı dalleden bazılarının yaptığı hatalı yorumlar bunun göstergesidir.

İddia:
Tanrı’nın Kuran’daki sözü, Tapınağının müşriklerden uzak tutulması isteği gerçekleşmiş oldu;
“Ey gerçeği onaylayanlar, müşrikler pistir; bu yıldan sonra Sınırlanmış Mescide yaklaşmasınlar. Yoksulluğa düşmekten korkuyorsanız, (bilin ki) Allah dilerse sizi kendi lütfuyla zenginleştirecektir. Allah Bilendir, Bilgedir.“ (Kuran 9:28)

Cevap:

“Tapınağın (Kabe’nin) müşriklerden uzak tutulması isteği gerçekleşmiş oldu” da ne oldu?

Sana ne oldu? İddialarına ne gibi bir delil buldun?

İddia:
Daha önceki yapılar Kaya Kubbenin temelidir;

Cevap:

Öyle komik bir o kadarı da pişkin bir yalandır ki, sahibi de buna inanmaz. Çünkü binler seneden beri, Mekke’de bulunan Kabe’nin Hz. İbrahim tarafından inşa edildiği bir kaziye-i mütearife hükmüne geçmiştir.

Binlerce tarihi ilmi bilgi ve belgelerin ortada olduğu bir konuda farklı söz söylemek gerçekten tuhaftır.

Öyle anlaşılıyor ki, yazar, “Kabe’nin Kudüs’te olduğuna” dair iddiadan vaz geçmiştir. Ancak, Mekke’deki Kabe’nin inşasında Kudüs’teki “Kaya kubbe”nin parçalarının kullanıldığını söylemeye çalışıyor. Fakat öyle bir pişkinlikle söylüyor ki, diyeceksiniz: “Bu adamın babası ile Hz. İbrahim asker arkadaşı idi. Bu bilgileri Hz. İbrahim onun babasına anlatmış da o da babasından naklediyor.”

Tarih-i beşerde böyle pervasız yalan söyleme cesaretini ancak yazar gibi siyonistler gösterebilir.

İddia:
Arapça dili Nabatan’lar tarafından kullanılmaktaydı – ki krallıkları bugünün Ürdün’ünü, Kudüs’ü ve Arabistan’ın bir kısmını içine alacak şekilde yayılmıştı. Bu bilgi mantıklıdır çünkü Kuran Arap diliyle gönderilmiştir.

Cevap:

Bunun neresinde mantık var!?

Yani, Kuran’ın Arap lisanıyla gelmiş olması, ille de onun Nebatlar tarafından kullanılması mı gerekir?

Kaldı ki, bu hedefsiz iddianın gayesi nedir? Bu kırık bastonla nereye varabilirsin?

İddia:
“Gördünüz mü (dişi putlarınız olan) Lat ve Uzza’yı? Ve üçüncüleri olan Menat’ı?” (Kuran 53:19-20)
“Tapınak günümüze kadar keşfedilen en önemli Nabatan tapınağıdır. Kazı yapan arkaelog tarafından İslam öncesi üç büyük kadın tanrılarından biri olan Tanrıça Lat’a adanmış görülmüş, Tapınağın ibadet merkezi de dahil olmak üzere, ilgili tesisleri, konutları ve atölyesi gerçekten karmaşık bir yapıdadır, Nabatanların bu tarz dini yapısı bir arada daha önce hiç görülmemiştir. ”

Cevap:

Bir yandan Kabe’nin Kudüs’te olduğunu söylüyorsun, bir yandan Mekke’de olduğunu fakat parçalarının Kudüs’ten getirildiğini söylüyorsun; bu her iki durumda da Hz. İbrahim’in Kabe’yi inşa ettiğini söylüyorsun...

Sonradan kalkıp da bunun “Nebatiler tarafından bir puthane olarak inşa edildiğini” iddia ediyorsun.

Söyler misin Allah aşkına, hangi yalanına inanalım?

İddia:
“İyi davranırsanız, kendiniz için iyi davranmış olursunuz. Kötü davranırsanız yine kendiniz içindir. Sonuncusunun zamanı gelince, sizi kedere boğacaklar ve ilk defa girdikleri gibi Tapınağa girecekler. Ele geçirdiklerini yerle bir edecekler.” (Kuran 17:7)
Hangi Tapınak’tan bahsediliyor burada?

Cevap:

Buradaki Tapınak, Kudüs’teki Mescid-i Aksadır. Ayetin ifadesinden, siyak ve sibakından milyonlarca İslam alimi bu manayı anlamışlardır ve doğrudur.

İlgili ayetleri meali şöyledir:

“Bu iki fesattan ilkinin zamanı gelince üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bunlar, evlerin arasında dolaşıp köşe bucak her tarafı aradılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi. Bir zaman sonra onlara karşı size tekrar üstünlük verdik, servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık; adamlarınızın sayısını daha da çoğalttık. Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz; kötülük ederseniz yine kendinize edersiniz. Nihayet ikinci cezalandırma vakti gelince, düşmanlarınız onurunuzu çiğnesinler, daha önce girdikleri gibi yine mescide girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi yakıp yıksınlar istedik.” (İsra, 17/5-7).

Hz. Musa’nın ölümünden sonra İsrailoğulları’nın Filistin’deki çeşitli putperest toplulukların tesirinde kalarak bir yandan tevhide dayalı inançlarını bozarken bir yandan da Tevrat’ın ilkelerinden sapıp kötülüklere bulaşıyorlardı. (bk. Hâkimler, 2/11-13)

Azgınlıklarını peygamberlerini öldürmeye kadar götürmeleri neticesinde “ilk vaad” gerçekleşmiştir.

Tefsirlerde bu ilk vaad hakkında, Bâbil esaretinin de dahil olduğu farklı olaylardan söz edilmiştir. (bk. Şevkânî, III, 237)

Tarihî bilgilere göre ise bu ilk vaad, milâttan önce VI. yüzyılda Bâbilliler’in Kudüs’ü işgal etmeleri ve Süleyman Mâbedi’ni (Birinci Mâbed) yıkmalarıyla başlayan sürgün ve esaret sürecini ifade etmektedir.

6. ayette, zamanın Pers Kralı Kyros’un milâttan önce 539’da Bâbil’i ele geçirdikten sonra İsrâiloğulları’nın ülkelerine dönmelerine izin vermesiyle başlayan ve milattan önce 63 yılına kadar süren millî birliğin yeniden kurulması, İkinci Mâbed’in inşası, Kudüs’ün imarı, dinî ve kültürel hayatın yeniden canlanması gibi olumlu gelişmelerin yaşandığı döneme işaret edildiği anlaşılmaktadır.

7. ayette ise bu parlak dönemin ardından girilen yeni bir dinî, kültürel, siyasî kriz ve yıkım dönemine atıfta bulunulduğu görülmektedir. Bu dönemde önce yahudiler arasında çeşitli fikrî ve siyasî ihtilâflar ve iç karışıklıklar başlamış; ardından iktidar mücadelesi veren bir yahudi grubunun iş birliği yaptığı Romalılar Kudüs’ü ele geçirerek şehri tahrip etmiş, yahudilerin bağımsızlığına son vermişler (m.ö. 63); bu arada on binlerce yahudi öldürülmüş ve nihayet 70 yılında İkinci Mâbed de Romalılar tarafından yıkılmıştır. (Konuyla ilgili tarihî bilgiler için bk. Moshe Sevilla-Sharon, s. 29-76)

Tefsirlerde Yahudilerin ikinci bozgunculuklarıyla ilgili olarak zikrettikleri Hz. Yahya’yı öldürmeleri olayı da bu dönemde vuku bulmuştur. Bundan sonra 1948’e kadar Filistin’de Yahudi hâkimiyeti kurulamamıştır. (bk. Kur’an Yolu, ilgili ayetlerin tefsiri)

İddia:
Siyonistler Kudüs’te ve Tapınak’ta fiziksel kontrolü 1967’den beri almışlardır ve burayı başkentleri yapmak için çalışmaktadırlar. Eğer siyonist amaç burayı fiziksel olarak Arabistan Mekke’sine taşımak değilse, o halde rahatlıkla söyleyebiliriz ki ilk olarak peygamberin kurtardığı gibi daha sonrada kurtarılacak olan Kudüs’teki Tapınak’tır:
“Allah elçisinin dileğini gerçekleştirdi: “Allah dilerse, güvenlik içinde*, başlarınızı (saçlarınızı) traş etmiş ve kısaltmış olarak Sınırlanmış Mescide gireceksiniz. Bir korku duymayacaksınız. Sizin bilmediklerinizi bildiğinden, ve size bundan önce yakın bir zafer hazırlamıştır.” (Kuran 48:27)

Cevap:

Mekke fethinden bahseden bu ayetin, yukarıdaki bilgilerle hiçbir ilgisi yoktur.

İddia:
Eğer Tanrı’nın Tapınağı Mekke’deki ise, neden ilk zamanlardaki Müslümanlar kanıtlara göre Salat için yüzlerini Kudüs’e (Birinci Kıbleye) çeviriyorlardı?

Cevap:

Kuran’da bu konuya itiraz edenler için “beyinsiz” ifadesi kullanılmıştır. Çünkü, Allah’ın işlerinin kendi heva ve hevesine göre ayarlanmasını isteyenler, küçük akıllarını Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetine denk tutuyorlar.

Bununla beraber, bu konuda kısaca iki-üç hikmeti gösterebiliriz.

Birincisi: Daha önce müşriklerin puthane haline getirdikleri Kabe’yi onlarla ortak bir mabet şeklinde kullanmayı ilahi hikmetçe uygun görülmemiştir.

Tevhid esası üzerine kurulmuş İslam dininin en büyük şiarı olan namazın müşriklerin mabedi haline gelmiş bir yere yönelmenin yanlış algılara açık olurdu. Özellikle Kabe’nin Hz. İbrahim’le olan ilişkisinden ötürü eskiden beri oraya gösterilen saygı, yeni dinin icraatlarında da söz konusudur. 

İlk zamanlarda orayı müşriklerle ortaklaşa kullanılması, Hz İbrahim’den dolayı İslam dininin şirke bir müsamahası şeklinde algılanabilirdi.

İkincisi: İslam dini, Hz. Âdem’den beri gelen semavi dinlerin bir halkasıdır. Bütün bu semavi dinlerin en bariz özelliği Allah’ın birliğini ders vermeleridir. İslam dininin onlardan kopuk bir din olmadığı, bilakis onların hakiki varisi ve en son halkası olduğunu göstermek için eskiden beri peygamberlerin kutsal gördüğü Kudüs’ü kıble olarak kullanması, bu hak dinlerle olan münasebeti gözle görülen bir ritüelle pekiştirilmesi çok önemli idi. 

Bu tavrıyla Müslümanların müşriklerden uzaklığı, ehl-i kitaba yakınlığı da ortaya konulmuş oldu.

Üçüncüsü: Bu konuda ehl-i kitabın imtihanı da söz konusudur. Kuran’da birçok yerde ifade edildiği üzere, Ehl-i kitap, İslam dininin hak olduğunu, Hz. Muhammed (asm)’in hak peygamber olduğunu -kitaplarındaki bilgilere bakarak- yakinen biliyorlardı. Yahudilerin en büyük din adamı ve alimi olan Abdullah b. Selam başta olmak üzere İslam dinine girmeleri bunun tartışmasız kanıtıdır.

İşte ilk defa Kudüs’ün kıble edinilmesi, onların kalplerini yeni dine ısındırmak için önemli bir adımdı. Onlar da bundan memnundu. Fakat Allah, onların bu yakınlıklarında samimi olup olmadıklarını test etti. Kıbleyi değiştirince yaygara koparmaya başladılar. Böylece Allah’ın hak dinine ve ne dediğine değil, sırf kendi dinlerine bağlı olduklarını gösterdiler ve imtihanı kaybettiler ve Kuran’da Allah tarafından  “beyinsizler” damgasını yediler.

İddia:
Neden Sünni/Şia geleneğinde Muhammed’in sadece Medine’ye vardıktan sonraki 18 ay boyunca yüzünü Kudüs’e döndürdüğüne dair açık bir çelişki var (M.S. 624’e kadar, ki Hicretin ikinci yılına denk gelmektedir), ama buna rağmen M.S. 610 yılında peygamberliğini ilan ettiğinden beri Kudüs 12 yıl boyunca onun kıblesi olduğunu söylemekten çekiniyorlar?

Cevap:

Kıblenin değişikliği Kuran’da (Bakara 142-150) uzun uzadıya anlatılmıştır. Meal olarak bazı ifadeler şöyledir:

 “İnsanlardan bir kısım sefihler / beyinsizler, ‘Onları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden vazgeçiren sebep nedir?’ diyeceklerdir. De ki: 'Doğu da batı da Allah’ındır. O, dilediğini dosdoğru yola iletir.'" (Bakara, 2/142)

“Biz bu yöneldiğin kıbleyi özellikle resule uyanlarla sırt çevirenleri açıkça ayırt edelim diye belirledik.” (Bakara 2/143)

“Ehl-i kitaba her türlü mûcizeyi getirsen onlar yine de senin kıblene asla dönmezler.” (Bakara 2/145)

Şimdi her şey Kuran’da açık olarak belirtildiği halde, “Müslümanların bu kıble değişikliğini konuşmaktan çekindiğini…” söylemek gerçekten komik ve acınacak bir yalancılıktır.

İddia:
Neden İslam geleneğinde ‘gece yürüyüşü’ sırasında peygamberin cennete çıkmadan önce Kudüs’e seyahat ettiği söylenmektedir?

Cevap:

Kuran’a göre, Mekke’deki Mescid-i Haram'dan sonra en kutsal mekân Kudüs’tur, Mescid-i Aksa'dır.

Hiçbir peygambere nasip olmayan miraç gibi kutsi bir olayın gerçekleşmesi yolunda, yeryüzündeki safhası, yerdeki en kutsal mekan olan Mescid-i Haramdan başlaması, ikinci durakta ikinci kutsal yer olan Mescid-i Aksa’ya uğraması, oradan gökyüzüne yükselmesi, ta Sidre-i Müntehaya, Cennetü’l-Mevaya varması, hatta imkân-vücup arası mekansız bir durak olan “kabe-kavseyn ev edna” ya  kadar yüceltilmesi, son derece makul, münasip bir manevi yol güzergâhıdır.

Özellikle Cenab-ı Hakkın cemalini müşahede  ettiği ve kelamıyla şereflendiği ve Namaz gibi en büyük kulluk nişanesinin farz kılındığı böyle kutsal bir seyahatte, önce Mescid-i Haram ile Mscid-i Aksa arasında mekik dokuması mukaddes İslam dininin ne kadar hak, ne kadar kutsal, diğer semavi hak dinlerle ne kadar irtibatlı olduğunu göstermektedir.

Daha birçok hikmeti bulunan bu konuyu kısa kesiyoruz. Çünkü Mescid-i Aksaya varmanın hikmetleri Sitemizde mevcuttur, bakılabilir.

İddia:
Eğer İbrahim (ve İsmail’in) Mekke’deki Kabenin temellerini attığına inanıyorsan, neden İbrahim’den sonra gelen inançlar (Yahudilik & Hiristiyanlık) İbrahim’in Mekke gibi güneyde bir yere gittiğini ya da oraya yapılan haccı tastiklemiyor?

Cevap:

Hz. İbrahim’den beri gelen peygamberler -genellikle- İsrailoğullarından idi. Ve yalnız Yahudi kavmine gönderilmişlerdir. Allah’ın dostu (Halilürrahman) unvanını alacak kadar Allah’a yakın olmuş bir peygamber olan Hz. İbrahim’in soyundan birçok peygamberler göndermesi, Allah’ın bu dostuna, bu dostluğuna verdiği değerin bir göstergesidir.

Bununla beraber, Hz. İbrahim’in nesli Hz. İsmail ve Hz. İshak ile devam ediyordu. Hikmet dolu ilahi adaletin gereği olarak, birçok peygamberi, Hz. İshak’ın oğlu Hz. Yakub (İsrail) soyundan ve yalnız İsrail kavmine göndermiştir.

Buna mukabil, İsrailoğulları soyundan olmayan, Hz. İbrahim’in İsmail adlı oğlunun neslinden gelen, şahsı bütün şahıslardan, şahsiyet-i maneviyesi bütün eşhas-ı manevilerden, dini bütün dinlerden, ümmeti bütün ümmetlerden üstün bir peygamberi (Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamı), Yahudiler de dâhil bütün insanlara göndermeyi takdir buyurmuştur.

Ancak, İslam dini gelmeden önce, İsrail oğullarına gönderilen peygamberlerin Mekke’deki Mescid-i Haramla bir ilgileri olmazdı, olamazdı. Çünkü orası o zamanlarda, bir dinin ikazlarıyla canlı bir Mabet olarak görülmüyordu. Yalnız Müşrik Arapların ataları Hz. İbrahim’den kalan kutsal bir hatıra olarak kabul görüyordu.

Allah Yahudi dinlerinde Mekke’ye/Kabe’ye fazla dikkat çekmemişti. Adeta, orayı maddi koordinatları itibariyle, dünyanın ortasına yerleştirdiği gibi, manevi olarak da, kavmiyetçiliği, bölgeciliği, teslisi kabul etmeyen ve bütün insanların ortak dini olan İslam dini ve İslam peygamberi için saklı tutmuş ve Hz. Muhammed (asm)’i, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107), “Biz seni bütün insanlara ancak bir müjdeci ve bir uyarıcı peygamber olarak gönderdik.” (Sebe’ 34/28) mealindeki sözlerle büyüklüğünü ifade buyurmuştur.

İddia:
Neden Allah incir ve zeytin Akdeniz bölgesine (Kudüs) özgü iken, Arabistan Mekke’sinin yöresine ait değilken, ‘incir ve zeytini’ Tapınakla ilişkilendiriyor (bk. 95:1)?

Cevap:

Kuran’da incir ve zeytinin mabetle ilişkilendirildiğine dair hiçbir ifade yoktur.  Bilakis Arapça dil kuralına göre, Tîn suresinin ilk ayetlerinde zikredilen incir, zeytin, Tur-i Sina ifadelerinde zikredilen nesneler arasında farklılık olması gerekir. Çünkü bunlar atıf yoluyla yan yana gelmiştir.

Arapça gramer kaidesine göre, matuf, matufun aleyhiden (atıf edilen, kendisine atıf yapılan) farklı olması, yani İncir, Zeytin, Tur dağının, Beled-i Emin olan Mekke’den ayrı yerlerde olması şarttır.

Nitekim, burada yer alan İncir, Zeytin ve Tur hakkında farklı yorumlar yapılmış olmakla beraber, “el-Beledi’l-emin” unvanının Mekke için kullanıldığına dair İslam âlimlerinin ittifakı vardır. (bk. İbn Kesir, ilgili yer).

İncir, Zeytin kelimeleri, meşhur meyvelerin değerlerine işret olmakla beraber, Şam ve Kudüs bölgelerine dikkat çekilmiş olduğu da söz konusudur.

Buna göre, incir ve zeytinle başta Hz. İsa olarak ekser İsrail oğullarından olan peygamberlerin bulunduğu bölgelere işaret edilmiştir. (bk. Taberi, Razi, Maverdi, Beydavi, ilgili yer)

Bu açıklamaların bir özeti şudur:

Ulu’l-azim peygamberlerden en meşhurlarından olan Hz. İbrahim ve Hz. İsa’nın bulunduğu yerlere; yani incir ve zeytinlerin bulunduğu Şam ve Kudüs bölgesine; Turu Sinin ile Hz. Musa’nın vahiy aldığı Tur dağına işaret edilmiştir.

“el-Beledi’l-emin” ile de Hz. Muhammed (asm)’in peygamber olduğu Mekke’ye işaret edilmiştir.

Bununla beraber, Kureyş suresinde “el-Beledi’l-emin” unvanının Mekke’ye ait olduğu, Beyt/Kabe’nin de Mekke’de olduğu çok açık bir şekilde ifade edilmektedir.

Bu surenin mealini yeninden hatırlayalım:

Kureyşlilerin alışkanlığı için, kışın (Yemen’e) ve yazın (Şam’a) yaptıkları seferlerde onlara güven sağladığı için, bu Ev’in (Kabe’nin) Rabbine ibadet etsinler. O Rab ki, onları açlıktan (kurtarıp) doyurdu ve onları (bu belde-i emin sayesinde) korkudan güvenliğe kavuşturdu.” (Kureyş, 106/1-4)

İddia:
Kuran’ın indiği dil olan Arap dilinin Ürdün/Filistinh bölgesine hakim olan Nabatanların dili olduğu fiziksel kanıtlarını kabul ediyor musun?

Cevap:

Arap dilinin kökeni ne olursa olsun, binler seneden beri konuşulan ve diğer dillerin hepsinden daha geniş, daha kurallı, daha beliğ, daha fasih, olduğu bilinen bir gerçektir.

Asr-ı saadette, Mekke’de kurulan dil yarışmalarının yapıldığı değişik dil meclisleri, şiir ve hitabet yarışmalarının düzenlenmesi, bunun şahidi olduğu gibi, yaklaşık 15 asırdan beridir, Kur’an’ın bir tek suresinin bir benzerinin meydana getirilmesinin insanların ve cinlerin gücü dâhiline olmadığına dair –Kuran’ın bizzat ayetlerinde yer alan- meydan okumalar ve bunlara karşı herkesin “Susma hakkını” kullanması, Kur’an dilinin Arapçadan başka bir lisanla ilgisinin olmadığını göstermektedir.

Hülasa; sersemleştirici kinden çıkan konuların yazarı olarak, şunu unutmamalısın ki, bu “cımbızlama cambazlığı” ile şu sahtekârlık ipinden atlayamazsın, sonra düşer boynun kırılır. Bizden söylemesi.. Vesselam!

İddia:
Antik ticaret haritalarında hiç adı geçmeyen Arabistan Mekke’sini bulabiliyor musun, ya da M.S. 7’inci yüzyıldan önce hac yapılan önemli bir dini merkez olarak kaydını görebiliyor musun?

Cevap:

Önce sen bize insanlık tarihi boyunca “Kudüs’ün Mekke’si” veya “Kudüs’ün Kâbesi” diye bir kayıt gösterebilir misin?

- Peygamberler arasında en meşhur ve onların babası olarak bilinen Hz. İbrahim’in Mekke’de Kabe’yi inşa ettiği günden beri, hem Mekke hem Bekke hem de orada inşa edilen Kabe bilinmektedir. Bunun tartışmasız şahidi, A’dan Z’ye Allah’ın mucizevi bir kelamı olduğu binlerce uzman tarafından tasdik ve tescil edilmiş Kuran-ı hakîmdir.

Bununla beraber, bu konuyu işlemiş binlerce tarih, siyer ve hadis kaynaklarında Mekke şehri, bu şehirdeki Bekke mevkii, bu mevkide inşa edilen Kabe’nin varlığı çok açık bir şekilde bildirilmektedir.

Kabe’nin Mekke’de ilk defa inşa eden Hz. Âdem veya oğlu Hz. Şit olduğuna dair bilgiler de az değildir. Hz. Âdem’in vefatından sonra onun vasisi olan oğlu ŞİT/ŞİS Kabe’yi yeninden tamir etmiş / veya taş ve çamurdan bizzat kendisi inşa etmiştir. Sonra bütün ömrünü Mekke’de ve Beytullah’ı tavaf etmekle, hac ve umre yapmakla geçirmiştir. (bk. Tarihu Taberi, 1/160-164; el-Kâmil Fit-tarih, 1/35-37)

Tarih kaynaklarına bakarsan gerçekleri gözünle görürsün!

“Bir zamanlar, İbrahim’e Kabe’nin yerini hazırlamış ve ona şöyle demiştik: 'Bana hiçbir şeyi ortak koşma ve tavaf edenler, ibadet için ayakta duranlar, rükuya varanlar ve secde edenler için evimi temizle!'” (Hac, 22/26) 

mealindeki ayette de Kabe’nin Hz. İbrahim’den önce inşa edildiği, sonra Tufan ve benzeri olaylar sebebiyle yıkılıp yerinin kaybolduğuna, daha sonra onun yeri Hz. İbrahim’e gösterildiğine ve onun da orada yeniden onu inşa ettiğine işaret edilmiştir.

İddia:
Lut kavminin kalıntılarının Arabistan Mekke’sinin yakınlarında mı, yoksa Kudüs şehrinin yakınlarında mı olduğuna inanıyorsun?

Cevap:

Kuran’da, Lut kavminin bulunduğu yerleşkelerin enkazları, Kabe’nin yakınında olduğuna dair bir tek kelime bulamazsınız. Kuran’da söylenen şudur:

Mekkeliler (ticaret maksadıyla Şam bölgesine) yolculuk yaparken,  helak olmuş Lut kavmine ait harabeleri görecekleri bildirilmiştir. İlgili ayetlerin meali şöyledir:

“Şüphesiz, Onlar (Lût kavminin kasabalarının harabeleri), uğrak bir yol üzerinde hala durmaktadır. Şüphesiz bunda, müminler için bir ibret vardır.” (Hicr, 15/76-77)

Görüldüğü gibi, ayette “uğrak yol” ifadesi kullanılmıştır ki, “Mekke’nin yakınında” bir anlam ifade etmemektedir. İslam âlimlerinin yorumlarına göre, bu yol Mekke ile Şam arasındadır. (bk. Razi, ilgili yer)

İddia:
Neden kayalık (ki ‘İbrahim’in Makamı’ diye adlandırılmaktadır) Kudüs’teki Tapınağın içinde bulunmaktayken (ki 3:98’de tarif edildiği gibi), Kuran’daki tarifle çelişmesine rağmen ‘İbrahimin Makamı’ Mekke’deki Tapınağın dışında bulunmaktadır?

Cevap:

Hz. İbrahim’in makamının Mekke’de/Bekke’de/Kabe’nin bitişiğinde olduğu gözle görülmektedir. Kur’an’da da bu Makamın orada bulunduğuna dair beyanlar vardır. (Bakara, 2/125)

Makamın Mekke’de olduğuna dair bilgiler, gözlemler, binler seneden beri tescil edilmiş bir hakikattir. A’dan Z’ye Allah’ın kelamı olduğu ve hiçbir tahrife uğramadığı bilinen Kuran’da da bu bilgi söz konusudur.

O halde, akıl sahiplerine düşen, Makam-ı İbrahim’in Mekke’de olduğuna dair gerçeği tereddüt etmeksizin kabul etmektir.

Eğer soruda geçtiği gibi, Kudüs’teki Mabette de böyle bir makamı varsa, bu takdirde, bu her iki yerde de Hz. İbrahim Makamı var, demektir. Şayet Kudüs’te yoksa bu takdirde o bilginin uydurma olduğunu söylemek durumundayız.

Soruda yer alan “Neden bu makam, Kudüs’te Mabedin içinde, Mekke’de Mabedin dışındadır?” şeklindeki sorunun hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Zira o öyledir, bu da böyledir..! 

Makam-ı İbrahim’in Mabedin içinde veya dışında olmasının zorunluluğuna dair açık bir ayet olmadığına göre, bu konuda yapılacak indî yorumların elbette bir değeri olmaz.

İddia:
Neden Muhammed kuzeyde güçlü Romalıların (Bizanslıların) ordusuyla karşılaşmak için ısrarcı oldu. Acaba Romalılar önemli bir şeyi mi zaptediyorlardı ki böyle bir risk almayı göze aldı?

Cevap:

Bu sorunun cevabı ne olursa olsun, soruyu soranın –bir cinnet-i muvakkata doğuran kindar ön yargı fanatizmi türünden- herhangi bir derdine derman olacak hiçbir merhem bulunmaz.

Bununla beraber, konuyla ilgili kaynakların verdiği bilgi şu merkezdedir:

“Fiili olarak savaş olmamakla beraber, Hz. Peygamber (asm)’in de katıldığı bu seferin asıl sebebi, Suriye’de bulunan Hristiyanların Bizans İmparatoru Heraklius’a yazdıkları mektuptur. Mektupta Hz. Muhammed (asm)’in öldüğü ve İslam coğrafyasında kıtlık meydana geldiği, bu nedene bağlı olarak da Müslümanların zor durumda oldukları bildirilmiş, eğer zor durumdaki Müslümanların üzerine sefer düzenlenirse onları kendi dinlerine katabileceklerini belirtmişlerdir.

Bu haberin araştırılıp doğruluğu tespit edilince, Hz. Muhammed (asm), dinini, ümmetini, vatanını müdafaa makamında Tebük seferine çıkmıştır. (bk. Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, 18/231; İbn Âşuret-Tahrîr ve’t-Tenvîr,  10/162)

İddia:
Neden Abdul Malik Kudüsteki Kaya Kubbeyi yeniledi ve aynı zamanda Mekke’deki Kabeyi mancınıklarla yıkmak için ordu gönderdi?

Cevap:

Abdul Melik’in Kudüs’teki Kaya Kubbeyi yenilemesi, İslam’a olan bağlılığındandır. Zira Kuran’da ve Hz. Muhammed (asm)’in öğretilerinde Kudüs mukaddes bir yer olarak zikredilmiştir.

Kabe’ye mancınıklar yöneltmesi ise, onu yıkmak için değil, kendisinin düşman telakki ettiği bazı kimselerin oraya sığındıkları için onları yok etmeye yöneliktir.

Bu soru, öyle cahilanedir ki, cevap vermeye bile değmez. Güya, Emevi halifesi  Abdu’l-Melik tarafından, Kudüs’teki Kayalığı yenilenmesi, Kâbe’yi Mancınıklarla dövdürmesi, Kudüs’teki yerin, Mekke’deki yerden daha üstün olduğunun göstergesiymiş. Dahası, Kabe’yi yıkmaya çalışması, Kabe’nin İslam’da yeri olmadığını, asıl kutsal yerin yalnız Kudüs’teki mabet olduğunun deliliymiş.

Hayatı boyunca, İslam dinine bağlı olarak yaşayan Abdu’l-Melik’i İslam’ın aleyhinde kullanmak, vicdansızca bir harekettir. Kuran’da Miraç hadisesinin yerdeki kısmını teşkil eden İsra olayının başında Mescid-i haram, sonunda Mescid-i Aksa’nın yer alması, Mekke’den sonra Kudüs’ün de Kur’an nazarında kutsal bir mekân olduğunu göstermektedir.

Bu bilgiden sonra Kudüs’ü Mekke’den üstün tutan tek bir Müslüman bulmazsınız.

İddia:
Neden Abdul Melik bazı tarihçilere göre insanları hac için Kudüs’e çağırdı ve Mekke’den uzak durmalarını istedi?

Cevap:

Böyle bir iddianın ispatı, ancak Abdu’l-Melik’in İslam dininden çıkıp Hristiyan olduğunu ispat etmekle mümkündür. Bu zatın hayatı ve şu andaki mezarı böyle bir iddianın kabil-i iltiyam olmayan düzmecelerden bir parça olduğunun göstergesidir.

Bazı yalanlar örtbas edilebilir, bazıları da hiç örtülemez. Bu yalan ikinci şıktandır.

İddia:
Neden Halife Süleyman M.S. 717’de haccın Mekke’ye mi yoksa Kudüs’e mi yapılacağı konusunda tereddüt yaşadı?

Cevap:

Şimdi şöyle bir soru gelse: Neden Halife Süleyman, 721’de “Kudüs şehrini tamamen yıkalım” dedi? Bu sorunun cevabı olmadığı gibi, asıl sorunun cevabı da yoktur. Çünkü bu her iki bilgi de uydurmadır.

İddia:
Neden İsrailin ikinci yükselişi ile ilgili kehanet onların mağlup edilip ‘Tanrı Tapınağı’nın’ yeniden geriye alınacağını söyler? Acaba İsrail yakın zamanda Mekke’yimi işgal etmeyi planlıyor? Yoksa, acaba Allah İsrail’in 1967 savaşıyla zaten işgal ettiği Kudüs’teki Tapınak’tan mı bahsediyor?

Cevap:

Bu konuyla ilgili Kur’an’ın verdiği bilgi şöyledir:

“Biz İsrailoğullarına kitapta (Tevrat’ta) şu hükmü bildirdik: Şüphesiz siz yeryüzünde iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız. Ve muhakkak büyük bir azgınlık göstereceksiniz. Bunlardan birincisinin vâdesi gelince, son derece güçlü kuvvetli kullarımızı üzerinize gönderdik. Onlar evlerin aralarına girip her tarafı didik didik aradılar. Bu yerine getirilmesi gereken bir vaad idi.  Sonra onlara karşı size tekrar üstünlük verdik. Ve sizi mallarla, oğullarla destekledik ve savaşçılarınızın sayısını artırdık. Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Ve eğer kötülük ederseniz, yine kendinize kötülük etmiş olursunuz. Derken bu iki bozgunculuktan sonuncusunun zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine Mescid-i Aksa’ya girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün mahvetsinler diye yine üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Umulur ki Rabbiniz size merhamet eder. Ama siz (bozgunculuğa) dönerseniz, biz de (cezalandırmaya) döneriz. Biz cehennemi, kâfirler için kuşatıcı bir zindan yaptık." (İsra, 17/4-8)

Görüldüğü gibi, bu konu Kuran’da detay verilmeden özet halde bildirilmiştir. Bu sebeple de –kaynaklarda- çok farklı yorumlar yapılmıştır. Sitemizde de bu bilgilere yer verilmiştir, bakılabilir.

İsrail’in Mekke’yi işgal etmesi konusu, ayette asla yer almamıştır. Bu yorum, Siyonist yazarın bir temennisidir. Ve asla gerçekleşemez.

İddia:
Neden Arapça ‘çıkıntı’ demek olan ‘kaaba’ Mekke’de ani su baskınlarının olduğu vadide tabanda konuşlandırılmıştır? Bu konum hac ziyareti için Mabed olarak yer sağlayan tek tanrıcı dinlerle mi uyumlu bir durum, yoksa Negev’deki benzeri diğer bölgelerde de görülen Arap pagan rituellerine mi uygun?

Cevap:

Kabe kelimesi Arapçada “çıkıntı” anlamına gelmez. “Topuk” anlamına gelir. (Sihah, Mücmelu’l-luğa, ‘K-A-B’ maddesi)

- Kabe kelimesi, topuk manası yanında, hem ğurfa/oda, hem murabba/dörtgen anlamına da gelir. Kabe’ye bu adın verilmesi, dörtgen bir tek odadan ibaret olduğu içindir. (bk. Lisanu’l-Arab, Mücmelu’l-luğa, ‘K-A-B’ maddesi)

- Kâbe ne paganların ne de başka mabetlerin hiçbirine benzemediği gibi, hiçbir yerde Kabe/Mescid-i Haram’da yapılan ibadetler gibi bir ritüel de yoktur.

Doğrusu yazarın bu düşüncesinin gerçeklik dünyasında yeri yoktur. O her zaman bir yalancının kursağında hapis kalmaya mahkûmdur.

İddia:
Neden hacılar Mekke’de kübün etrafında 7 kez dolaşırlar (tavaf ederler)? Bu davranış sizce Allah’ın ‘düşünün’ ve ‘sebep arayın’ diye sorduğu sistemine uygun mu?, yoksa, daha çok boş pagan rituellerine mi uygun?

Cevap:

İslam’a göre, Allah’ın 7 adet sıfat-ı sübutiyesi vardır: Hayat, İlim, İrade, Kudret, Sem’/İşitme, Basar/Görme, Kelam.

- Gerek kâinat kitabında, gerek vahiy kitaplarında olsun, bu 7 sıfat en fazla ön plandadır. Mesela: 

Kuran’ın ilk suresi 7 ayettir.

Göklerin sayısı 7’dir.

“Hacc” kelimesinin matematik değeri: 14=2x7’dir.

Medine’de inen Hacc suresinin gayr-ı mukattaa sureler sistemine göre, tertip sırası: 7’dir.

Haccın tavaf turları 7’dir.

Safa-Merve arasındaki dolaşım sayısı 7’dir.

Şeytan taşlama sayısı 7’dir (ve 7’nin katlarıdır).

Her işin arkasında, her ibadetin içinde, her tavafta ve her halükârda Allah’ın bu 7 sıfatı mevcuttur.

İddia:
Bu sorulara vereceğiniz cevaplar şimdi sizi gitmeniz gereken yola doğru kanalize edecektir…
Yada, basitçe atalarınızı üzerinde bulduğunuz yolda yürümeye devam edeceksiniz.

Cevap:

Daha önce yazarın, Medine’de çevrilen yeni kıblenin de aslında Kudüs’e bakıyor olduğunu söylemesi, “yalanıcının mumu yatsıya kadar..” vecizesinin çok canlı bir örneğidir.

İddia:
Belki de bir kez daha büyük haccı ilan etmenin, ve insanlığın Rabbinin nimetlerine şükretmek için bir araya toplanmasının, ataları İbrahim’in izinden yürümenin zamanı geldi…

Cevap:

Niye olmasın ki, en son din ve en kapsamlı mesaj olan İslam’a girip imanını daha da kuvvetlendirip, hep birlikte Mekke’yi ziyaret ederek haccı yapmak ne kadar da güzeldir! İnşallah bunu da göreceğiz.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 5.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun