1
Peygamber Efendimizin zevceleri kaç tanedir; çok evlenmesinin hikmeti nedir?
Peygamberimiz (asm)'in eşleri şunlardır:
1. Hz. Hatice (ra);
2. Hz. Sevde binti Zem’a (ra);
3. Hz. Aişe (ra);
4. Hz. Hafsa binti Ömer (ra);
5. Hz. Zeynep binti Huzeyme (ra);
6. Hz. Zeyneb binti Cahş (ra);
7. Hz. Ümmü Seleme (ra);
8. Hz. Ümmü Habîbe (Remle binti Ebî Süfyan) (ra);
9. Hz. Cüveyriye binti Hâris (ra);
10. Hz. Safiyye binti Huyey (ra);
11. Hz. Mâriyetü’l-Kıbtiyye (Ümmü İbrahim) (ra);
12. Meymûne binti Hâris (ra).
Peygamberimiz (asm)'in evliliklerini nefsanî ve şehevanî telâkki eden, eski zaman münafıkları gibi, yeni zamanın ehl-i dalaletine verilen kesin ve susturucu cevap, Üstad Bediüzzaman'ın izahıyla özetle şudur:
Evliliğin iki ana gayesi vardır. Biri neslin çoğalması, diğeri şehevanî duyguların meşru dairede tatmin edilmesidir. Neslin çoğalması evliliğin illeti, yani en öncelikli gayesidir. Nefsanî arzuların tatmini ise o vazifeyi gördürmek için yaratıcı tarafından verilmiş cüzi bir ücrettir. Tıpkı şahsi hayatın devamı için yemeğin içine konulan lezzet gibi.
Gerek tarihî açıdan, gerekse insan yaratılışı açısından Peygamberimiz (asm)'in evliliklerini incelediğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:
Yirmi beş yaşına kadar, gençliğinin en heyecanlı çağında kavmi içinde bekar yaşamış ve hiçbir kadınla ilişkiye girmemiş, iffet sahibi olduğu, dost ve düşmanın ittifakıyla sabit olmuştur. Hatta kavmi ona her yönüyle güvenilen biri olarak "Muhammedü'l-Emîn" unvanını vermişlerdi.
Oysa içinde bulunduğu toplum, çok kadınla münasebeti normal addediyordu. Buna rağmen o, gerek yirmi beş yaşına kadar ve gerekse daha sonraki hayatında, pek çok hem de bakire kızla hayatını birleştirebilirdi. Ancak o, böyle yapmayıp kendisinden on beş yaş büyük, kırk yaşında dul bir kadınla ilk evliliğini yapmıştır. Hem de bu evliliği eşi vefat edene kadar tam yirmi beş yıl sürmüştür. Yani elli yaşına kadar tek ve dul bir hanımla yetinmiştir.
Onun evliliklerinde nefsaniyet olmadığının bir delili de müşriklerin davasından vazgeçmesi için yaptıkları teklife verdiği cevapta saklıdır.
Müşrikler, amcası Ebu Talip'e gelip, "Yeğenin eğer başımıza reis olmak istiyorsa onu reis yapalım veya en güzel kız ve kadınlarımızı ona verelim. Ta ki, bu davadan vazgeçsin." dediler. Amcası bu teklifi ilettiğinde Efendimiz (a.s.m) şu karşılığı verdi:
"Ey amca! Eğer sağ elime güneşi, sol elime de ayı koysalar vallahi ben bu davadan yine vazgeçmem."
Bu cevap onun neyin peşinde olduğunu, kadın gibi, reislik gibi insanların değerli addettikleri şeylerin onun nazarında ne kadar değersiz olduğunu ispata yeter.
İkinci evliliği ise, Hz. Hatice'nin vefatından sonra yine yaşlı ve dul bir kadınla, Hz. Sevde ile olmuştur.
Hz. Sevde ile de üç yıl yaşadıktan sonra, yaklaşık elli dört yaşına kadar hep tek kadınla yaşamıştır. İlginçtir ki, onun çok kadınla evliliği hayatının bundan sonraki son on yılı içinde gerçekleşmiştir. Bu gerçekler karşısında, evliliklerinde şehvani ve nefsanî arzuların tatmin gayesini aramak, insan tabiatını ve tarihî gerçekleri inkâr etmekle mümkündür. Ve bu yaklaşım asla insaflı ve mantıklı bir yaklaşım sayılamaz. Olsa olsa kasıtlı bir karalama maksadı taşır.
Hayatının son yıllarına rastlayan evliliklerinde, yukarıda zikredilen evliliğin dayandığı her iki gayenin, neslin çoğalması ve nefsanî arzuların tatmininin bulunmadığını görürüz. Zira nesli, ilk eşi Hz. Hatice'den devam etmiştir. Daha sonraki evliliklerinde çocuğu olmamıştır. Sadece Mısır'lı Mariye'den İbrahim dünyaya gelmişse de bir buçuk yaşında vefat etmiştir.
Görüldüğü gibi evliliklerin ana gayesi olan neslin çoğalması, tarihî bir gerçek olarak Hz. Hatice'nin dışındaki evliliklerinde yoktur. Geriye evliliğin ikinci derecedeki gayesi kalıyor, yani nefsanî ve şehevanî duyguların tatmini. Peygamberimiz (asm)'in çok kadınla evliliğinde gerek fıtrat ve gerekse tarihî gerçekler açısından bu gayenin aranamayacağını gördük. Zira bir insanın nefsanî ve şehevanî arzularının en ateşli ve uyanık bulunduğu şüphesiz on beş-kırk beş yaş dönemidir.
Şâyet Hz. Peygamber, bu dönemde birçok güzel kadınla evlenmiş, sonradan onları terkedip daha başka genç güzel kadınlar almış olsaydı, şehvanî hisleri tatmin yolunda ileri sürülen iddialar, bir dereceye kadar haklılık kazanmış olurdu. Oysa o böyle yapmamış, tam tersine hayatının son on yılı içinde (53-63) aralarında Ümmü Seleme gibi yaşça ilerlemiş ve birçok çocuğu olanlar da dahil, aldığı hanımları ileri yaşlarda ve dul olarak almıştır. Meselâ, Hz. Sevde elli üç yaşında ve dul. Hz. Zeyneb binti Huzeyme, elli yaşında ve dul. Ümmü Seleme dört çocuklu ve altmış beş yaşında bir dul. Ümmü Habibe dul ve elli beş yaşında, Meymune iki çocuklu ve dul.
Bir başka tarihî gerçek de şudur: Bu hanımlardan eceli gelip ölenlerin dışında hiçbirisinden de ayrılmayı düşünmemiştir.
Gençlik çağı geçtikten sonra nefsanî ve şehvani arzularda gerileme olduğu inkâr edilemez bir fıtrat kanunu ve yaratılış gerçeğidir.
İşte Peygamber Efendimiz (asm)'in çok evliliklerini tahlil ettiğimizde karşımıza bu ibretli tablo çıkmaktadır.
Özetle ifade edecek olursak, on beş-kırk beş yaş dönemindeki evliliklerde nefsanî ve şehevanî gaye aranabilir. Oysa Efendimiz (asm), bu dönemde genç ve bakire kızlar ve kadınlarla evlenmemiştir. Tam tersine kırk yaşında, üstelik dul bir kadın olan, Hz. Hatice ile evlenmiştir. Ve bu evliliği Hz. Hatice'nin vefatına kadar sürmüştür.
Çok evlilikleri, nefsanî duyguların büsbütün gerilemeye yüz tuttuğu elli üç yaşından sonraki dönemde gerçekleşmiş olduklarına göre, bu evliliklerde mantığın gereği olarak başka gayeler aramak zaruridir. Bu sadece aklın ve mantığın değil, insan tabiatının ve insaflı bir değerlendirmenin de zorunlu bir gereğidir.
Ezvac-ı Tahirat Okulu
Medine dönemi, İslâmî hükümlerin yoğun biçimde geldiği ve Resulullah tarafından ümmete öğretildiği dönemdir. Erkek sahabeler Mescid-i Nebevi'de her zaman Resulullah'ı görüp, müşkillerini sorup cevaplarını alabiliyorlardı. Neyi, niçin ve nasıl yapacaklarını kolaylıkla öğrenebiliyorlardı. Hanımlar için bu konu o kadar kolay olmuyordu. Onların da soracakları öğrenecekleri vardı. Bu maksatla hanımlar durumu Resulullah'a arzederek, kendileri için Hane-i saadettte haftanın bir gününü ayırmasını istediler. Resulullah, onların bu teklifini kabul etti. Ve hanımlar haftanın bir günü Efendimiz'le bir araya gelip, sorularını sorup dini ahkama dair cevaplarını alıyorlardı.
Böyle bir ders sırasında hanımlar Efendimiz (asm)'le bir arada iken, enteresan bir hadise cereyan etti. Bir ara hanımlar kendi aralarında konuşmaya başladılar. Sesleri normalden fazla yükselmişlerdi. Birbirlerine cevap yetiştiriyorlardı. O sırada kapının önünden geçmekte olan Hz. Ömer, Resulullah'ın huzurunda gürültülü konuşulmasından rahatsız olup, kapıyı çaldı. Kapıyı aralar aralamaz, onu gören hanımlar hemen sesi soluğu kesip, kendilerine çekidüzen verdiler. Hz. Ömer, bu durumdan da rahatsız oldu ve
"Hanımlar, bu nasıl iş, benden çekiniyorsunuz, ama Resulullah'ın huzurunda gürültülü konuşmaktan sakınmıyorsunuz?" diye kadınları ikaz etmekten kendini alamadı. Bunun üzerine hanımlar, içten gelen bir itirafta bulundular:
"Ya Ömer sen çok sertsin. Resulullah öyle değil." diye karşılık verdiler.
Her şeyini Resulullah uğruna feda eden Hz. Ömer, onunla ters düşmüş olmaktan hoşnut olmadı. Bunu farkeden Gönüller Sultanı araya girerek:
"Ya Ömer, sen geniş bir caddede yürüsen şeytan da karşıdan gelse seni görüp yolunu değiştirir." diyerek gönlünü aldı. İşte hane-i Saadet, bir nevi hanımlar okulu olmuştu. Özellikle Efendimiz (asm)'in hanımları bu okulun devamlı öğrencileri, bir manada öğretmenleri idi. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Raşit Küçük bu hususu şöyle dile getirir:
"İslâmın hükümleri hem erkek, hem de kadın cinsini kapsayıcı niteliktedir. Fakat sadece erkeklere ve sadece kadınlara yönelik hükümler de vardır. Hz. Peygamber genel hükümlerin veya erkeklerle ilgili hükümlerin öğretilmesi hususunda fazla sıkıntı çekmiyordu. Çünkü onlar kendi cinsleriydi. Kadınlarla ilgili ahkamın öğretilmesinde, yaşanmasında ve yaşatılmasında müşküllerin halli ve soruların cevaplandırılmasında kadınlardan faydalanmak mecburiyetindeydi. Peygamber Efendimizin değişik yaş ve kabiliyetteki hanımları mümin hanımlar için bir eğitim-öğretim kadrosu niteliği taşıyordu. Âdeta, evleri bir mektep, onlar da bu mektebin eğitimcileriydiler. Peygamber Efendimizin vefatından sonra da bu durum canlılığını koruyarak, hatta artarak devam etmiştir." (1993, İzmir, Ebedî Risalet Sempozyumu Tebliği)
Aslında Resulullah'ın Medine'de Mescid-i Nebevinin civarında bulunan okulu iki bölümden oluşuyordu. Biri, erkek sahabelerden oluşan "Ashab-ı Suffe Okulu" diğeri, hanımlardan oluşan, "Ezvac-ı Tahirat Okulu"
Gerçekten, İslâmî hükümlerin doğrudan doğruya Resulullah'tan öğrenilip, ümmete ders verilmesinde Ezvac-ı Tahirat'ın haneleri bir okul, kendileri de o okulun hem daimî öğrencileri hem de öğretmenleri idiler. Bu görev, yukarıda da belirtildiği gibi, Efendimizin ahirete intikalinden sonra da devam etmiştir. Suffe Okulunun önde gelen "Demirbaş bir talebesi" ve bütün hayatını hadislerin muhafazasına vakfeden, bu hizmeti yerine getirirken hafızasının kuvvetlenmesi için Resulullah'ın duasına mazhar olan Ebu Hureyre olduğu gibi, Ezvac-ı Tahirat okulunun önde gelen birinci talebesi de zeka, hafıza ve kavrayış gibi üstün kabiliyetlere sahib olan Efendimizin biricik eşi, Hz. Aişe'dir. Nitekim, "Muksirun" diye anılan en çok hadis rivâyet eden sahabelerin başında 5.374 hadisle Suffe okulunun baş öğrencisi Ebu Hureyre geldiği gibi, dördüncü sırada 2.210 hadisle de "Ezvac-ı Tahirat Okulu"nun öncüsü Hz. Aişe gelir.
Evet, İslâm, en son ve en mükemmel din olarak, insan hayatının bütün safhalarına ait, değişik derecede öneme haiz hükümler getirmiştir. Bu hükümlerin tesbiti, tâlimi ve hayata intikali Asr-ı Saadetin en öncelikli ve önemli hizmeti idi. Çünkü hayatın her anında ve her safhasında Allah'ın razı olacağı tarz ve şekil, yani dinin kendisi tesbit ediliyordu.
Bu gerçeğin idraki için kaynaklara eğildiğimizde, karşımıza, bu müminlerin anneleri ile bu "Ezvac-ı Tahirat" eliyle muhteşem bir hükümler ve sırlar hazinesi çıkıyor. Ve bu hazinenin ümmete açılması gibi kutsal bir görev, bu evliliklerin şaşmaz gayesi olarak beliriyor.
Diyebiliriz ki, bu hanımları, özellikle bunlar arasında çok özel bir yeri olan Hz. Aişe'yi devreden çıkaracak olsak, İslâm dininin neredeyse yarısı kadar olan bir hükümler manzumesini de yok farzedecektik!..
İlave bilgi için tıklayınız:
- Hz. Peygamber'in hanımları ve çok evliliği konusunda bilgi verir misiniz?
2
Peygamberimizin amcaları ve diğer aile büyükleri kimlerdir?
Hz. Peygamber Efendimizin (a.s.m) on amcası bulunduğu, babasıyla beraber on bir erkek kardeş olduğu belirtilir. Bunlar Haris, Zübeyr, Ebu Talib, Ebu Leheb, Kusem, Dırar, Mukavvim, Hacl, Hz. Hamza (r.a) ve Hz. Abbas (r.a)'dır.
Peygamberimiz (asm)’in Aile Büyükleri
Peygamberimizin (asm) dedelerinden Kusay bin Kilab, Huzaalılardan Kâbe emanetlerini alarak, iyi idaresi ile kendi kabilesini saygın bir konuma getirip, Kâbe etrafında topladı. Bundan dolayı onun kabilesine Kureyş (toplamak, birleştirmek) ismi verildi.
Hz. Peygamber’in (asm) dedesinin babası Haşim Mekke’den kışın Yemen’e, yazın Şam’a ticaret seferlerini ilk başlatan zattır. Hatta Bizans imparatoru ile anlaşma sağlayarak Kureyş tacirlerinin Bizans topraklarında ticaret vergilerinden muaf tutulmasını da sağlatır.
Resulullah’ın dedesi Abdülmuttalib uzun boylu, sarışın idi ve sevimli bir sakal vardı.
Hz. Peygamber (asm)'in babaannesinin ismi Fatıma’dır; anneannesinin adı Berre’dir.
Peygamberimizin (asm) Abdu Yağus isminde bir dayısı olduğu söyleniyor. Ancak hakkında fazla bilgi yoktur.
İbn-i Habib adlı müellif “Ümmehatu’n-Nebi” adıyla bize yirmi nesil boyunca Resulullah’ın ninelerini gösteren calib-i dikkat bir çalışma bırakmıştır.
Efendimizin (a.s.m) halaları altı tanedir. İsimleri Beyzâ, Berra, Atike, Safiyye, Erva, Ümeyme’dir. Bunlardan Atike, Safiyye, Erva iman etmiştir.
Hz. Peygamber (a.s.m)’in Ferîda ve Fahita adında iki teyzesi vardır. İkisi de onun peygamberliğinden önce vefat etmiştir.
3
Hz. Ayşe / Aişe validemiz, Peygamber Efendimiz ile evlendiğinde kaç yaşındaydı?
Peygamberliğin gelişinden on yıl sonra, elli yaşındayken eşi Hz. Hatice’yi kaybeden Peygamberimiz (asm.) kendisine hem ev işleri ve çocuklarının bakımında yardımcı olacak, hem de İslâm’a davet faaliyetlerinde destek olacak eşlere ihtiyacı vardı. Bunun için bir yandan yaşlı ve dul bir kadın olan Sevde’yi, öte yandan da en yakın arkadaşı olan Hz. Ebubekir’ in kızı Hz.Ayşe’yi istetti.
Hz. Peygamberin bu isteği, vahyin başlangıcından on yıl sonradır. Hz. Ayşe vahiy başlangıcından beş altı yıl önce doğmuştur. Dolayısıyla Hz. Ayşe’nin Peygamberimizle evlendiği yaşın on yedi-on sekiz olduğu ortaya çıkar.
Bu konu, daha detaylı bir şekilde Mevlana Şibli’ nin “Asr-ı Saadet” kitabında geçer. (İst. 1928. 2/ 997)
Hz. Ayşe’nin evlendiği zaman yaşının büyük olduğunu, ablası Esma’nın biyografisinden kesin olarak anlıyoruz. Eski biyografi kitapları Esma’dan bahsederken diyorlar ki:
“Esma yüz yaşındayken, Hicretin 73. Yılında vefat etmiştir. Hicret vaktinde yirmi yedi yaşındaydı. Hz. Ayşe ablasından on yaş küçük olduğuna göre, onun da hicrette tam on yedi yaşında olması icap eder. Ayrıca Hz. Ayşe, Hz. Peygamber’den önce Cübeyr’le nişanlanmıştı. Demek evlenecek çağda bir kızdı.” (Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, Ali Himmet Berki, Osman Keskioğlu, s. 210)
* * *
Konuyla ilgili detaylı bilgi için aşağıdaki açıklamaları da okumanızı tavsiye ederiz.
Âişe Vâlidemiz’in, altı veya yedi yaşındayken nişanlandığı, on yaşındayken de evlendiği yönündeki rivayetler,1 onun evlilik yaşıyla ilgili kanaatin oluşmasında bugüne kadar en önemli âmiller olagelmiştir. Bu kanaatin yerleşmesinde, erken yaşlarda evlenmenin o gün oldukça yaygın oluşu ve coğrafi yapının etkisiyle çocuklardaki fizikî gelişmenin daha erken yaşlarda tamamlanması gibi sebeplerin de belirleyici olduğunu unutmamak gerekir. Onun içindir ki konu, dün denilebilecek bir zamana kadar hiç gündeme gelmemiş ve tartışma konusu olmamıştır.
Söz konusu hususu bugün, o günkü şartları nazara almayan ve İslâm’ı da ‘dışarı’dan inceleme konusu yapanlar gündeme getirmekte ve meseleyi kendi zaviyelerinden değerlendirip tenkit etmektedir. Bu farklı duruşa İslâm Dünyası’nın tepkisi de aynı değildir; bir kısmı, meseleyi olduğu gibi kabul etmenin gerekliliği hususunda ısrar ederken2 az da olsa diğer bir kısmı, evlendiği dönemde Âişe Vâlidemiz’in, daha olgun bir yaşta olduğunu3 ifade etmektedir. Karşılıklı tepkilerin ağırlığını hissettirdiği bu tartışmalar esnasında, her zaman dengenin korunamadığı; tepkilere cevap teşkil etsin denilirken söz konusu rivayetlerin yok sayıldığı veya bu tavra tepki olarak diğer alternatifleri görmezden gelme yanlışlığına düşüldüğü de bir gerçek.
Bilindiği üzere herkes, kendi yaşadığı devrin çocuğudur ve arkadan gelen nesiller tarafından da, o devrin kültürü esas alınarak değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır.
Toplumlar, ortak birikimin neticesinde hâsıl olan ‘örf’lere göre yön bulurlar ve bunların hesaba katılmadığı yerde, o toplum hakkında karar verme konumunda olanların isabetinden söz etmek oldukça zor, hatta imkânsızdır.
Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, Allah Resûlü’nün neş’et ettiği dönem itibariyle kız çocuklarının erken evlendirildiği4 ve bu türlü evliliklerde yaş farkının pek önemsenmediği5 bilinen bir vak’adır. Kız çocukları hakkında o günkü toplumun benimsediği olumsuz tavrın ve bu tavrın aileler üzerinde oluşturduğu baskının, bu anlayışı tetiklediği de söylenebilir. Burada, iklim ve coğrafî şartların müsait olması yönüyle çocukların, fizikî gelişimlerini daha erken tamamladığı ve kız çocuklara, kocasının evinde büyümesi gereken birer varlık olarak bakıldığı gerçeğini de unutmamak gerekir. Kaldı ki bu, sadece kız çocuklarıyla ilgili bir mesele değildir; o günkü uygulamalara bakıldığında erkek çocukların da erken yaşlarda evlendirildiği anlaşılmaktadır. Mesela Amr ibn Âs ile oğlu Hz. Abdullah’ın arasındaki yaş farkı, sadece on ikidir ki bu durumda Hz. Amr, dokuz veya on yaşındayken evlenmiş olmalıdır.
Bu bilgilerden hareketle diyebiliriz ki Âişe Vâlidemiz, dokuz yaşındayken evlenmiş olsa bile ortada garipsenecek bir durum yoktur. Şayet böyle bir husus söz konusu olmuş olsaydı, Zeyneb Vâlidemiz’le izdivacında fırtına koparmak isteyenlerle, Benî Mustalık Gazvesi dönüşünde ve hiç olmadık yerde Âişe Vâlidemiz’e iftira atanların, onlar açısından önem arz eden böyle bir meseleyi dillerine dolamamaları düşünülemezdi. Sonuç nasıl olursa olsun sadece başlı başına bu bilgi bile, Âişe Vâlidemiz’in evliliği konusunda olumsuz herhangi bir durumun olmadığını ispat için yeterli bir güce sahiptir.
- Peki, gerçekte durum nedir? Yaş tespiti konusunda yukarıdaki bilgiler tek alternatif midir?
Bu soruların cevabını alabilmek için elbette o günlerin kapısını aralamak ve aralanan bu kapılardan girerek meseleyi, deliller üzerinden tetkik etmek gerekmektedir. Dilerseniz, ulaşılan delillerin bize ne ifade ettiğine birlikte bakalım:
1. Risâletin ilk günlerinde Müslüman olanların isimleri sıralanırken, ablası Esmâ Vâlidemiz’le birlikte Âişe Vâlidemiz’in adı da zikredilmektedir. Dikkat çekici olan bu zikrin, Hz. Osmân, Zübeyr ibn Avvâm, Abdurrahmân ibn Avf, Sa’d ibn Ebî Vakkâs, Talha ibn Ubeydullah, Ebû Ubeyde ibn Cerrâh ve Erkam ibn Ebi’l-Erkam gibi ‘Sâbikûn-u Evvelûn’ tabir edilen en öndekilerin hemen arkasından; Abdullah ibn Mes’ûd, Ca’fer ibn Ebî Tâlib, Abdullah ibn Cahş, Ebû Huzeyfe, Suhayb ibn Sinân, Ammâr ibn Yâsir ve Habbâb ibn Erett gibi isimlerden de önce gerçekleşiyor olmasıdır.7 Demek ki Âişe Vâlidemiz, o gün küçük de olsa ‘irade’ beyanında bulunabilecek bir çağda ve ilk Müslümanlar arasında yer alabilecek bir durumdadır. Söz konusu bilgilerde ondan bahsedilirken, ‘O gün o küçüktü.’ şeklinde bir kaydın konulmuş olması, bu manayı ayrıca teyit etmektedir.8
2. Ablası Esmâ Vâlidemiz’in konumu da bu kanaati güçlendirmektedir; zira onun, on beş yaşında iken Müslüman olduğu bilinmektedir.9 Bilinen bir gerçek de onun, 595 yılında dünyaya gelmiş olduğudur.10 Bütün bunlar, risâletin ilk yılı olan 610 tarihini göstermektedir. Demek ki Âişe Vâlidemiz, yaşı küçük olmasına rağmen 610 yılında Müslüman olmuştur. Bunun için o gün onun, en azından beş, altı veya yedi yaşlarında olması gerekir ki, on üç yıllık Mekke hayatıyla en az yedi aylık11 Medine günleri de bu tarihe ilave edildiğinde onun, Allah Resûlü ile evlendiği gün –risâletten beş yıl önce dünyaya gelmiş olma ihtimalini esas alacak olursak- en azından on sekiz yaşında olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
3. Mekke günleriyle ilgili olarak Âişe Vâlidemiz,
"Ben Mekke’de oyun oynayan bir kız iken Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e, 'Doğrusu, onların asıl buluşma zamanları, kıyamet saatidir; kıyamet saatinin dehşeti ise, tarif edilemeyecek kadar müthiş ve ne acıdır!' (Kamer, 54/46) ayeti nâzil oldu."12
bilgisini vermektedir ki bu bilgi, onun yaşıyla ilgili olarak bize farklı kapılar aralamaktadır. Şöyle ki:
4. Söz konusu ayet, Kamer sûresinin 46. ayetidir ve bütün hâlinde nâzil olan bu sûrenin, İbn Erkam’ın evinde iken ve bi’setin dördüncü (614),13 sekizinci (618) veya dokuzuncu (619)14 yılında indiğine dair farklı rivayetler vardır. Özellikle ayın ikiye yarılma hadisesini ve o gün buna olan ihtiyacı nazara alan bazı âlimler, söz konusu tarihin 614 olması gerektiği üzerinde durmuşlardır ki, bu tarih esas alındığında Hz. Âişe Vâlidemiz, ya henüz dünyaya gelmemiş veya yeni doğmuş demektir. 618 veya 619 tarihi esas alındığında da durum pek değişmemektedir. Zira bu durumda o, henüz dört veya beş yaşında demektir ki her iki yaş da söz konusu hadiseyi kavrayıp yıllar sonra da aktarabilecek bir olgunluğu ifade etmemektedir. Bu durumda ise o, en yakın ihtimalle risâletin başladığı günlerde dünyaya gelmiş olmalıdır.15
Burada dikkat çeken başka bir husus da, o günü anlatırken bizzat Âişe Vâlidemiz’in, "Oyun oynayan bir kız çocuğu idim." şeklindeki beyanıdır. Kendisini ifade ederken kullandığı ‘kız çocuğu’ kelimesinin karşılığı olan ‘câriye’ lafzı, ergenlik çağına geçişi ifade etmekte ve o dönemler için kullanılmaktadır. Arap şairlerinden İbn Yerâ, bu yaşlardaki birisini kastederek maksadını şu şekilde ifade etmektedir: "Sekiz yaşına geldiğinde artık o, benim için bir câriye değil; Utbe veya Muâviye’ye nikahlayabileceğim gelin adayımdır." Bazı bilginler bu kelimenin, on bir yaşın üzerindeki kız çocukları için kullanıldığını ifade etmektedir.16
Kamer sûresinin indiği tarih olarak 614 yılını esas alacak olursak, Âişe Vâlidemiz’in risâletten en az sekiz yıl önce doğmuş olduğu ortaya çıkar ki bu tarih 606 yılına tekabül etmektedir. Bu ise, evlendiği gün onun on yedi yaşında olduğunu ifade eder. Sûrenin indiği tarih olarak 618 yılını kabul ettiğimizde ise onun, 610 yılında dünyaya gelmiş olma ihtimalini ortaya koyar ki bir yönüyle bu, evlendiği gün Âişe Vâlidemiz’in on dört yaşında olduğu sonucunu doğururken diğer taraftan onun, risâletten dört yıl sonra dünyaya gelmiş olamayacağını ispat eder.
Bu bilgilerle birinci maddede ifade edilenleri yan yana getirdiğimizde, Âişe Vâlidemiz’in 606 yılında dünyaya geldiği ve on yedi veya on yedi buçuk yaşında iken de evlendiği sonucuna ulaşmamız mümkün olmaktadır.
5. Âişe Vâlidemiz’in Mekke yıllarıyla ilgili olarak anlattığı bazı hatıralar da bunu destekler mahiyettedir. Mesela:
a) Risâletten kırk yıl önce gerçekleşen ve tarih belirlemede bir kıstas olarak kabul gören Fil hadisesinden geriye kalan iki kişiyi Mekke’de dilenirken gördüğünü söylemesi17;
b) Mekke’nin en sıkıntılı günlerinde Allah Resûlü’nün sabah-akşam kendi evlerine geldiğini ve bu sıkıntılara dayanamayan babası Hz. Ebû Bekir’in de Habeşistan’a hicret teşebbüsünde bulunduğunu detaylarıyla birlikte anlatması18;
c) İlk defa namazın ikişer rekat farz kılındığını, mukim olanlar için daha sonraları onun dört rekata çıkarıldığını, ancak sefer durumlarında yine iki rekat olarak bırakıldığını ifade etmesi19;
d) "Biz İsâf ve Nâile’yi, Kâbe’de cürüm işlemiş ve bu sebeple Allah’ın kendilerini taş hâline getirdiği Cürhümlü bir adamla kadın olarak duyup dururduk."20
gibi ifadelerle ilk günlerle ilgili nakillerde bulunması gibi daha pek çok hâtırat, daha ilk günlerden itibaren onun, gelişmeleri takip edebilecek bir çağda olduğunu ifade etmektedir.
6. Efendimiz’le izdivacı söz konusu olduğu günlerde Âişe Vâlidemiz’in, Mut’im ibn Adiyy’in oğlu Cübeyr ile sözlü oluşu da bu kanaati güçlendirmektedir. Burada ayrıca dikkat çeken husus, söz konusu teklifin, Havle binti Hakîm gibi aile dışından birisi tarafından gündeme getirilmiş olmasıdır. Açıkça bu onun, o gün evlilik çağına gelmiş ve evlendirilebilecek genç bir kız olduğunu ifade etmektedir.
Söz konusu ‘sözlülük hali’nin, İbn Adiyy ailesi tarafından ve oğullarının anlayışı değişir gerekçesiyle feshedildiği de bilinen bir gerçektir.21 Burada akla, İbn Adiyy ailesinin, oğullarının anlayışını değiştireceklerinden endişe ettikleri Ebû Bekir ailesiyle böyle bir akdi niye ve ne zaman yaptıkları sorusu gelmektedir. Bunun en makul cevabı söz konusu akdin, ya risâletten önce veya İslâm’ın açıktan tebliğinin başlamadığı dönemde gerçekleşmiş olduğu şeklindedir ki her iki durumda da onun, bi’setin dördüncü yılında dünyaya gelmiş olma ihtimali söz konusu olamaz; hatta bu, sanıldığından da erken yıllarda dünyaya gelmiş olabileceğini düşündürmektedir.
Bu kararın, açıktan tebliğin başlandığı dönemde alınmış olma ihtimali nazara alınacak olursa bu tarihin, İbn Erkam’ın evinden çıkış günleri olan 613-614 yıllarını ifade ettiği görülecektir ki bu, sözlendiği dönem itibariyle onun henüz dünyaya gelmediğini kabullenmek demektir. Bu durumda, söz konusu akitten bahsetmenin de imkânı yoktur. Öyleyse bu sözün bozulduğu tarihlerde onun, en azından yedi veya sekiz yaşında olduğunu kabullenmemiz gerekir ki bu da onun, takriben 605 tarihinde dünyaya gelmiş olduğunu göstermektedir.23
7. Mevzuya ışık tutması bakımından Âişe Vâlidemiz’le diğer kardeşlerinin arasındaki yaş farkı da dikkat çekicidir. Bilindiği gibi Hz. Ebû Bekir (radıyallahü anh)’ın altı çocuğu vardır; bunlardan Hz. Esmâ ve Hz. Abdullah, Kuteyle binti Ümeys’ten; Hz. Âişe Vâlidemiz’le Hz. Abdurrahman, Ümmü Rûmân (r.anha)’dan; Muhammed, Esmâ binti Ümeys’ten ve Ümmü Gülsüm de Habîbe binti Hârice’den dünyaya gelmiştir. Bu durumda Esmâ Vâlidemiz’le Hz. Abdullah; Abdurrahmân ile de Âişe Vâlidemiz anabir kardeşlerdir ve bu her iki anabir kardeşlerin arasındaki yaş farkları konumuza ışık tutacak mahiyettedir; şöyle ki:
a) Hz. Ebû Bekir’in ilk kızı olan Esmâ Vâlidemiz, hicretten yirmi yedi yıl önce 595 tarihinde dünyaya gelmiştir.24 Allah Resûlü’nün hicreti esnasında Zübeyr ibn Avvâm ile evli ve o gün altı aylık hamiledir. Bir diğer ifadeyle o gün yirmi yedi yaşındadır.25 Üç ay sonra Medine’ye hicret ederken Kuba’da oğlu Abdullah’ı dünyaya getirecektir. Yetmiş üç yılında ve yüz yaşındayken, hatta dişleri bile dökülmemiş halde vefat etmiştir.
Âişe Annemiz ile ablası Esmâ Vâlidemiz’in arasındaki yaş farkı ondur.26 Buna göre (595+10=605) Âişe Vâlidemiz’in doğumunun 605; hicretteki yaşının da (27-10=17) olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Evlilik hicretten yedi ay sonra27 gerçekleştiğine göre demek ki, bu sıralarda Âişe Vâlidemiz’in yaşı, on yedi'yi aşmış, on sekiz yaşına yaklaşmış demektir. Bedir’in hemen akabindeki Şevvâl ayında evlendiği bilgisini esas aldığımızda ise onun, evlendiği gün on sekiz yaşını aşıp on dokuza adım attığını kabullenmemiz gerekmektedir.
b) Burada dikkat çeken bir diğer husus da, Âişe Vâlidemiz’in anabir kardeşi olan Hz. Abdurrahman ile arasındaki yaş farkıdır. Bilindiği gibi Hz. Abdurrahman, Hz. Ebû Bekir’in büyük oğludur ve ancak Hudeybiye’den sonra Müslüman olacaktır. Bedir’de, babasıyla karşılaşmamaya özen gösteren de odur ve o gün Abdurrahman, yirmi yaşındadır.28 Buna göre o, 604 yılında doğmuş olmalıdır. Kardeşler arası yaş farkının genelde bir veya iki olduğu bir toplumda, ağabeyi 604 yılında dünyaya gelen bir kardeşin 614 yılında doğması ve tabii olarak iki kardeşin arasında on yaş gibi bir farkın meydana gelmiş olma ihtimali çok zayıftır ve bunu destekleyen herhangi bir delil de bulunmamaktadır.
8. Âişe Vâlidemiz’in vefat tarihi konusunda gelen rivayetler de bu kanaati güçlendirmektedir. Zira onun vefat ettiği yıl ve o günkü yaşıyla ilgili olarak hicrî 55, 56, 57, 58 veya 59;29 yaşıyla alakalı olarak da altmış beş, altmış altı, altmış yedi veya yetmiş dört30 gibi farklı tarih ve rakamdan bahsedilmektedir. Bu ise, doğum tarihinde olduğu gibi onun vefat tarihiyle ilgili de kesin bir kabulün olmadığını göstermektedir.
Özellikle 58. yılında ve 74 yaşında iken vefat ettiğini ifade eden rivayette, onun vefat ettiği günün çarşamba olduğu, vefat tarihinin, Ramazan ayının on yedinci gecesine denk geldiği, vasiyeti üzerine Vitir namazından sonra Cennetü’l-Bakî’ye geceleyin defnedildiği, yine vasiyeti gereği namazını, Hz. Ebû Hüreyre’nin kıldırdığı, mezarına da ablası Hz. Esmâ’nın iki oğlu Abdullah ile Urve, kardeşi Muhammed’in iki oğlu Kâsım ve Abdullah ile diğer kardeşi Abdurrahman’ın oğlu Abdullah gibi isimlerin indirdiği gibi detayların bulunması,31 diğerlerine nispetle bu bilginin daha güçlü olduğu izlenimi vermektedir. Öyleyse bu tarihi esas alarak bir hesaplama yapacak olursak onun, Efendimiz’in irtihalinden sonra kırk sekiz yıl daha yaşadığını (48+10=58+13=71+3=74) görmekteyiz ki bu hesaba göre o, risâletten üç yıl önce dünyaya gelmiş demektir.
Bu durumda evlendiği gün onun, (74–48=26–9=17+7 ay) on yedi yılını yedi ay geçtiği anlaşılmaktadır.
Yukarıdaki bilgilere ilave olarak, erkek çocukların bile yoldan geri çevrildiği Uhud günü onun da cephede oluşu,32 ilmî meselelerdeki derinliği, İfk Hadisesi karşısında ortaya koymuş olduğu olgun tavır ve beyanları, Fâtıma Vâlidemiz’le arasındaki yaş farkı, hicret ve sonrasında yaşanan gelişmelere detaylarıyla birlikte vukûfiyeti, Medine’ye intikal ettikten sonra evlilik işinin, bizzat babası Hz. Ebû Bekir’in gündeme getirmesiyle ve mehir takdirinden sonra gerçekleşmiş olması,33 model bir şahsiyet olarak Efendimiz’in toplum önündeki rehberlik konumu, peygamberlik hassasiyeti ve baba şefkati, gelen ayetlerde evlilik yaşıyla ilgili olarak rüşd şartının getirilmiş olması,34 onun yaşı ve evliliğiyle ilgili rivayetlerin farklılık arz etmesi yönüyle kesinlik ifade etmiyor oluşu,35 o günkü yaşını ifade ederken bizzat Âişe Vâlidemiz’in, şüphe ifade eden "altı veya yedi" tabirini kullanması, o günün toplumlarında doğum ve ölüm tarihlerinin bugünkü kadar net tespit edilmiyor oluşu gibi bilgiler üzerinde de durulabilir.
Ancak netice değişmemekte ve bunların hepsi, onun risâletten önce dünyaya geldiği, on dört veya on beş yaşlarındayken nişanlandığı ve on yedi veya on sekiz yaşlarındayken de Allah Resûlü (s.a.s.) ile evlendiği şeklindeki kanaati kuvvetlendirmektedir.
Bu durumda bize, nişanlandığında 6 veya 7, evlendiğinde ise 9 yaşlarında olduğu şeklindeki rivayetleri, ‘O görünümde birisi idim.’ manasına hamledip te’lif etmek düşecektir.36 Hz. Âişe Annemiz’in, fizikî durumu itibariyle zayıf bir bünyeye sahip olduğu bilgisi de bu yorumu güçlendirmektedir. Zira o, fizikî şartlardan çabuk etkilenen ve yaşıtlarına göre kendini daha küçük gösteren bir beden taşıyordu; Medine’ye hicret sırasında hastalanması,37 annesi tarafından özel ilgi gösterilerek iyileştirilmeye çalışılması,38 Benî Mustalık Gazvesi dönüşünde, içinde sanılarak hevdecinin deve üzerine yerleştirilmesi ve bu sırada onun hevdeç içinde olup olmadığının bile anlaşılamamış olması39 gibi hadiseler de bu durumu desteklemektedir.
Özetle Âişe Vâlidemiz, dokuz yaşında iken evlenmiş olsa bile, o günkü toplum telakkilerine göre bu çok tabii ve doğal olmakla birlikte hadiseye daha genel bakıldığında onun, on yedi veya on sekiz yaşlarında iken ‘Mü’minlerin Annesi’ hüviyetini kazandığı anlaşılmaktadır.
Burada akla, "Madem öyle; bugüne kadar bu mesele niye bu şekilde gündeme gelmedi?" şeklinde bir soru gelmektedir. Başta da ifade edildiği gibi, yakın zamana kadar bu hususta olumsuz hiçbir beyan serdedilmemiş; ne Ebû Cehil gibi her fırsatı aleyhte değerlendiren muannit bir firavundan ne de Abdullah ibn Übeyy ibn Selûl gibi olmadık yerden fitne ve iftira üreten nifakın adresi olmuş birisinden, bu evliliğe herhangi bir itiraz söz konusu olmamış, olamamıştır. Çünkü ortada itiraz edilecek herhangi bir durum yoktur. O günkü telakkilere göre her iki durum için de tabii bir kabullenme söz konusudur ve muhtemelen bu durum, konuya farklı yaklaşıp yeni bir bakış açısı getirme ihtiyacını da netice vermemiş, dolayısıyla söz konusu haberlerin doğruluğu veya alternatif bilgilerin varlığı hususunda İslâm âlimlerinin farklı bir mütalaada bulunmaları da mümkün olmamıştır.
Dipnotlar:
1. bk. Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 20, 44; Müslim, Nikâh 71; Fedâilü’s-Sahâbe 74; Ebû Dâvûd, Edeb 55; İbn Mâce, Nikâh 13; Nesâî, Nikâh 78; Dârimî, Nikâh 56.
2. bk. Azimli, Mehmet, Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı, İslâmî Araştırmalar, Cilt 16, Sayı 1, 2003, s. 28 vd.
3. bk. Doğrul, Ömer Rıza, Asr-ı Saâdet, Eskişehir Kütüphanesi (Eser Kitabevi), İstanbul, 1974, 2/141 vd; Nedvî, Seyyid Süleyman, Hazreti Âişe, Mütercim Ahmet Karataş, Timaş Yayınları, İstanbul, 2004, s. 21 vd. Savaş, Rıza, Hz. Âişe’nin Evlenme Yaşı İle İlgili Farklı Bir Yaklaşım, D. E. Ü. İlâhiyât Fak. Dergisi. 4, İzmir, 1995, s. 139-144.
4. Efendimiz’in dedesi Abdulmuttalib’in çok erken yaşlarda Hâle binti Üheyb ile evlendiği, Efendimiz’in annesi Âmine ile babası Abdullah’ı da bu yaşlardayken evlendirdiği, hatta her iki evliliğin aynı mecliste gerçekleştiği, bu sebeple Efendimiz ile amcası Hz. Hamza arasında yaş farkının neredeyse aynı olduğu bilinmektedir.
5. Efendimiz’e bir de sıhriyet yönüyle yakın olabilme düşüncesiyle Hz. Ömer, aradaki yaş farkına rağmen Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm’le evlenmiş ve o günkü toplum tarafından bu evlilik asla yadırganmamıştır.
6. bk. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 3/240.
7. bk. İbn Hişâm, Sîre, 1/271; İbn İshâk, Sîre, Konya, 1981, 124.
8. bk. İbn Hişâm, Sîre, 1/271; İbn İshâk, Sîre, 124.
9. Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/597; Hakim, Müstedrek 3/635.
10. Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/597; Hakim, Müstedrek 3/635.
11. Âişe Vâlidemiz’in, hicretten yedi ay sonraki Şevvâl değil de Bedir sonrasına denk gelen ikinci yılın Şevvâl ayında evlendiği de ifade edilmektedir. Bu durumda onun evlilik yaşı, bir yıl daha gecikmiş demektir. bk. Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/616.
12. bk. Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 6, Tefsîru Sûre, (54) 6; Aynî, Bedruddîn Ebû Muhammed Mahmûd ibn Ahmed, Umdetü’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 20/21; Askalânî, Fethu’l-Bârî, 11/291.
13. Suyûtî, İtkân, Beyrut, 1987, 1/29, 50; Doğrul, Asr-ı Saadet, 2/148.
14. Sekizinci veya dokuzuncu yıl ihtilafı, ay farkından kaynaklanmaktadır. Zira konunun anlatıldığı bazı rivayetlerde sekizinci yılın sekizinci ayı gibi bir ayrıntı dikkat çekmektedir.
15. Günümüzde bu bilgileri değerlendirip ihtimal hesabı yapan bazı insanlar, Hz. Âişe Vâlidemiz’in evlendiği günkü yaşının en az on dört olduğu, bunun yirmi iki, yirmi üç, yirmi dört veya yirmi sekiz olma ihtimalinin de bulunduğu sonucuna gitmektedirler ki, herhangi bir mesnede dayanmadığı için biz bu türlü yorumlara iltifat etmedik.
16. İbn Manzur, Lisanü’l-Arab 13/138.
17. Bu bilgiyi onun dışında sadece ablası Esmâ Vâlidemiz intikal ettirmektedir. bk. İbn Hişâm, Sîre, 1/176; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 3/285; İbn Kesîr, Tefsîr, 4/553; Bidâye, 2/214; Kurtubî, Tefsîr, 20/195.
18. bk. Buhârî, Salât 70, Kefâle 5, Menâkıbü’l-ensar 45, Edeb 64; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 6/198. Bu durumda, Âişe Vâlidemiz’in söz konusu hadiseyi ifade ederken, "Kendimi bildim bileli ben, ebeveynimi hep dindar olarak gördüm." mealindeki sözü, "Doğduğum zaman bu evde İslâm vardı." manasından daha ziyade "Etrafımı tanımaya başladığımda hep İslâm’la muhatap oldum." manasına hamledilmelidir.
19. bk. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, 2/285, 286; Mu’cemü’l-Evsât, 12/145; İbn Hişâm, Sîre, 1/243. Bu bilgiyi ondan başka bize, sadece İbn Abbâs, Selmân-ı Fârisî ve Sâib ibn Yezîd intikal ettirmektedir. Selmân-ı Fârisî Efendimiz’le Medine’de buluşmuş, Sâib ibn Yezîd de hicretten üç yıl sonra Medine’de dünyaya gelmiştir. İbn Abbâs ise, bi’setin onuncu yılında, hicretten üç yıl önce ve Şi’b-i Ebî Tâlib sürgününde dünyaya gelmiştir. Demek ki her üç sahabenin de ne Mekke’nin ilk yıllarında kılınan ikişer rekat namaza şahit olmalarına ne de miraç gecesiyle gelen beş vakit namaz emrini görüp intikal ettirmelerine imkan yoktur. Öyleyse bu husus, bizzat Efendimiz’den duyarak bize anlattığı bir mesele değilse Hz. Âişe Vâlidemiz’in müşahede ederek yaşadığı bir gerçektir. Bu ise onun, daha ilk günlere muttali olduğunu ve yaşının da o gün bütün bunları kavrayacak noktada bulunduğunu ifade etmektedir.
20. İbn Hişâm, Sîre, 1/83.
21. Buhârî, Nikâh 11; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 6/210; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 9/225; Beyhakî, Sünen, 7/129; Taberî, Târih, 3/161-163.
22. Onun için bazıları bu tarihte onun, on üç veya on dört yaşlarında bir genç kız olduğunu söylemektedir. bk. Savaş, Rıza, D. E. Ü. İlahiyat Fak. Dergisi. 4, İzmir, 1995, s. 139-144.
23. bk. Berki, Ali Hikmet, Osman Eskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 210. Burada zayıf da olsa başka bir ihtimalden söz edilebilir; o da onun, doğumunu takip eden yıllarda, ‘beşik kertmesi’ benzeri ve ebeveynler arası bir sözleşme ile karşı karşıya olma durumudur. Ancak ilgili metinlerin hiçbirinde bunu teyit eden herhangi bir ayrıntı yoktur.
24. Nevevî, Tehzîbü’l-Esmâ, 2/597.
25. age.
26. Beyhakî, Sünen, 6/204; İbn Mende, Ma’rifetü’s-Sahâbe, Köprülü Kütüphanesi, No: 242, Varak: 195 b; İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, Terâcimü’n-Nisâ, Dımeşk, 1982, s. 9, 10, 28; Mes’ûdî, Mürûcu’z-Zeheb, 2, 39; İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrût, 1968, 8/58.
27. Bu evliliğin, hicretten altı ay veya sekiz ay sonra yahut yaklaşık bir buçuk yıl sonra ve Bedir’in akabinde gerçekleştiğini ifade eden rivayetler de vardır. bk. İbn Sa’d, Tabakât, 8/58; İbn Abdilberr, İstîâb, 4/1881; Nedvî, Sîretü’s-Seyyideti Âişe Ümmi’l-Mü’minîn, Tahkîk: Muhammed Rahmetullah Hâfız en-Nedvî, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 2003, 40, 49.
28. İbn Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 3/467.
29. İbn Abdilberr, İstîâb, 2/108; Tehzîbü’l-Kemâl, 16/560.
30. bk. İbn Sa’d, Tabakât, 8/75; Nedvî, Sîretü’s-Seyyideti Âişe, 202.
31. İbn Abdilberr, İstîâb, 2/108; Doğrul, Asr-ı Saadet, 2/142
32. bk. Buhârî, Cihâd, 65.
33. bk. Taberânî, Kebîr, 23/25; İbn Abdilberr, İstîâb, 4/1937; İbn Sa’d, Tabakât, 8/63.
34. bk. Nisâ sûresi, 6.
35. "Hicretten bir buçuk, iki veya üç yıl önce", "altı veya yedi yaşındayken", "Hz. Hatîce’nin vefat ettiği yıl veya vefatından üç yıl sonra", "hicretten yedi, sekiz ay sonra, hicretin ilk senesi" veya "Bedir’in akabinde" gibi farklı rivayetler için bk. Buhârî, Menâkıbü’l-ensar 20, 44; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 74; Aynî, Umde, 1/45; İbn Abdilberr, İstîâb, 4/1881; Nedvî, Sîretü’s-Seyyideti Âişe, 40, 49.
36. Hatta konuyla ilgili değerlendirmelere tepkiyle yaklaşan bazıları, "altı veya yedi yaşlarında idim" ifadesini ravinin bir hatası olarak görüp bu cümlenin, "risâlet geldiğinde altı veya yedi yaşlarında idim" şeklinde olması gerektiğini söylemektedirler.
37. bk. Buhârî, Menâkıbü’l-ensar 43, 44; Müslim, Nikâh 69; İbn Mâce, Nikâh 13.
38. Buhârî, Menâkıbü’l-ensar 44; Müslim, Nikâh 69; Ebû Dâvûd, Edeb 55; İbn Mâce, Nikâh 13; Dârimî, Nikâh 56; Taberânî, Kebîr, 23/25; İbn Abdilberr, İstîâb, 4/1938; İbn Sa’d, Tabakât, 8/63; İbn İshâk, Sîre, Konya, 1981, 239
39. bk. Buhârî, Şehâdât 15; Megâzî, 34; Tefsîr, (24) 6; Müslim, Tevbe 56; Tirmizî, Tefsîr, (63) 4; İbn Sa’d, Tabakât, 2/65; İbn Hişâm, Sîre, 3/310.
4
Peygamber Efendimiz'in çocukları hakkında bilgi verir misiniz?
Rasûl-i Ekrem Efendimizin üçü erkek dördü kız olmak üzere yedi çocuğu doğmuştur. Bunlar doğuş sırasıyle Kasım, Zeyneb, Rukayye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma, Abdullah, İbrahim isimlerini taşımışlardı. Bu yedi çocuğun altısı Hazreti Hadîce'den, yedincisi Mısırlı Hazreti Mâriye'den idi.
İbni İshak, Peygamberimizin (Tâhir) ile (Tayyib) adında iki evlâdı daha olduğunu söylemekte ise de bunların Abdullah'ın sıfatları olduğu bildirilmiştir.
1) Kasım:
Rasûl-i Ekremin ilk çocuğu Kasım idi. Bu sebepten künyesi: Ebül-Kasım (Kasımın babası) oldu. Hazreti Peygamber, Ebûl-Kasım adiyle çağırılmasından hoşlanırdı. Ashab da kendisini bu isimle çağırırlardı. İbni Sa'de göre, Kasım iki sene yaşadı. Mekkede vefat etti. Rasûl-i Ekremin çocukları içinde ilk ölen Kasım oldu.
2) Zeyneb:
Peygamberimiz'in en büyük kızıydı. Kasım'dan sonra doğmuştu. Zeyneb doğduğu zaman, Rasûl-i Ekrem otuz yaşındaydı. Mekke'de doğmuş olan Zeyneb, Hicretin sekizinci senesi Medine'de vefat eyledi. Vefatında otuz yaşında bulunuyordu.
Zeyneb, önce, teyzesinin oğlu Ebûl'as ile evlenmişti. Ebûl as bidayette müşriklerden ayrılmadığı için, "Bedr" gazvesinde Müslümanların eline esir düşmüş, kurtulunca, Zeynebi Medine'ye göndereceğine söz vermişti. Rasûl-i Ekrem, ailesini getirmek için, "Harise oğlu Zeyd"i göndermişti. Zeynebi Medine'ye götüren Zeyd oldu. Zeyneb Medine'ye gitti ve fakat zevci Ebûl'as Mekke'de kaldı.
Ebûl'as, bir seriyye esnasında yine Müslümanların eline esir düştü ve fakat Hazreti Zeyneb'in himayesi sayesinde serbest bırakıldı. Ebûl'as, ikinci defa esirlikten kurtulunca, Mekke'ye gitti. Emanetleri sahiplerine verdikten sonra, Müslümanlığı kabul etti. Medine'ye hicret eyledi. Müslüman olduğu için nikâhları yenilendi.
Ebûl'as, Hazreti Zeynebe iyi muamele ederdi. Bu yüzden, Rasûl-i Ekremin takdirini kazandı. Zeyneb, kocasına tekrar kavuştuktan sonra çok yaşayamadı. Vefatında, cenazesi "Ümmü Eymen" ile "Hazreti Sevde" tarafından yıkandı. Namazını Rasûl-i Ekrem kıldı. Mezarına Ebûl'as indirdi.
3) Rukayye:
Rasûl-i Ekremin ikinci kızıydı. Doğduğu zaman Hazreti Peygamber Efendimiz, otuz üç yaşında bulunuyordu. Rukayye babasının peygamberliğinden önce, Ebû Leheb'in oğlu, Utbe ile nişanlanmıştı. Rasûl-i Ekrem, halkı İslama dâvete başlayınca Ebû Leheb, oğlunu çağırdı:
"Oğlum! Muhammed'in kızından ayrılmıyacak olursan, ben senden ayrılırım." dedi. Utbe de babası Ebû Leheb'in teşvikiyle "Rukayye"yi bıraktı. O zaman Rukayye, Hazreti Osman ile evlendi. Habeşistana göç eden ilk kafileye Hazreti Osman, zevcesi Hazreti Rukayye ile birlikte katılmışlardı. Hazreti Osman, Habeşistan'dan Mekke'ye dönmüş, oradan da Medine'ye hicret etmişti. Rukayye, Bedr gazası günlerinde hastalanmış, bu yüzden Hazreti Osman, Bedr muharebesinde bulunamamış, hattâ zevcesi başında kaldığı için, mazeretliler arasına konulmuştu.
Bedr gazası zaferini Harise oğlu Zeyd, Medineye ulaştırdığı gün, Hazreti Rukayye vefat etmişti. Rasûl-i Ekrem de, Bedr savaşı yüzünden, kızı Rukayye'nin cenazesinde bulunamamıştı.
4) Ümmü Gülsüm:
İslâmiyet gelmeden önce doğdu. Annesi Hazret-i Hadîce’dir. Ümmü Gülsüm İslâmiyet gelmeden önce Ebû Leheb’in ikinci oğlu Uteybe ile nişanlanmıştı. İslâmiyet gelince Ebû Leheb îmân etmedi ve İslâmiyet'in çok azgın bir düşmanı oldu. Onun hakkında (Tebbet) sûresi nâzil olunca oğluna Ümmü Gülsüm’den ayrılmasını söyledi. O da babasını dinliyerek ayrıldı.
Bedr gazasının sonunda, Hazreti Rukayye'nin ölümünden bir yıl sonra, Hicretin üçüncü yılı, Hazreti Osman'la evlendi.
Buhârînin bildirdiğine göre, Hafsa dul kalınca, Hazreti Ömer, Osman'a müracaat ettiği zaman, Hazreti Osman tereddüt etmişti. O zaman Rasûl-i Ekrem, Ömere:
"Ben sana Osman'dan, Osman'a da senden daha iyi bir adam bulacağım. Kızını bana ver, ben de kızımı Osman'a vereyim." demişti.
Hazreti Osman'la evlenen Ümmü Gülsûm, onunla altı yıl beraber yaşadı. Hicretin dokuzuncu senesi vefat etti. Cenaze namazı Rasûl-i Ekrem tarafından kılındı. Hazreti Ali Hazreti Fadl ve Hazreti Üsâme tarafından gömüldü.
Hazreti Osman, Rasûl-i Ekremin iki kızı: Rukayye ve Ümmü Gülsûm ile evlendiği için, "İki nur sahibi" mânâsına "Zinnûreyn" sıfatını kazanmıştı.
5) Fâtıma:
Rasûl-i Ekrem (as)'in en küçük ve fakat en sevgili kızıydı. İlâhî vahiy ilk geldiği zaman, Mekke'de doğdu. Hicretin ikinci senesi Medine'de Hazreti Ali ile evlendi. Evlendikleri zaman Hazreti Fâtıma on beş, Hazreti Ali yirmi dört yaşındaydı. Rasûl-i Ekrem, kızı Fâtıma için, yatak çarşafı, iki değirmen, bir su tulumu hazırlamış, Hazreti Fâtıma, değirmenlerle su tulumunu, bütün ömrü boyunca kullanmıştı.
Rasûl-i Ekrem Hazreti Ali ile Hazreti Fâtıma'nın iyi geçinmesini ister, aralarında ihtilâf çıkarsa, onları barıştırırdı. Bir gün Ali, Fâtıma'ya şiddetli bir muamelede bulunmuş, Fâtıma de Rasûl-i Ekreme başvurarak Ali'yi şikâyet eylemişti. Fâtıma'dan sonra, Ali gelmiş, o da Fâtıma'yı şikâyette bulunmuş, fakat Rasûl-i Ekrem ikisin de barıştırmıştı.
Bir defa da, Hazreti Ali ikinci bir zevce almaya kalkmış, bunu haber alan Rasûl-i Ekrem çok üzülmüş bir hutbesinde;
"Benim kızım benim ciğerparemdir. Kızımı kederlendiren her şey, beni de kederlendirir."
demiş, bunun üzerine Hazreti Ali teşebbüsünden vazgeçmiş, Hazreti Fâtıma'nın sağlığında başka bir kadınla evlenmemişti:
Hazreti Fâtıma, Hicretin on birinci senesi, babasından altı ay sonra vefat eyledi. Rasûl-i Ekrem Efendimizin irtihalinde kızı yirmi beş yaşındaydı.
Rasûl-i Ekrem, kızı Fâtıma'yı çok severdi. Hastalığı sırasında onu yanına çağırdı. Kulağına fısıldadı. O zaman Fâtıma ağladı; sonra yine fısıldadı. Bu sefer, Fâtıma'nın yüzü güldü. Hazreti Âişe sordu. Hazreti Fâtıma da:
"Önce, Rasûl-i Ekrem, hastalığı sonunda öleceğini söyledi, ağladım. Sonra, ailesi içinde kendisine ilk kavuşacak olanın ben olduğumu haber verdi. O zaman da sevindim."
diye cevap vermişti.
Rasûl-i Ekrem Efendimizin soyunu yaşatan Hazreti Fâtıma oldu. Fâtıma'nın beş çocuğu oldu: Hasen, Hüseyin, Muhsin, Ümmü Gülsüm, Zeyneb isimlerinde idi. Bunlardan Muhsin, küçükken vefat etmişti.
6) Abdullah:
Hicret'ten önce, on birinci senesi Mekke'de doğdu, üç ay yaşadı. Küçükken öldü. "Tâhir ve Tayyeb" Abdullah'ın diğer isimleriydi.
7) İbrahim:
Rasûl-i Ekrem'in en küçük çocuğu ve en küçük oğluydu. Hicretin sekizinci senesi Medine'de doğdu. İbn İshaka göre, Resûl-i Ekrem'in İbrahim'den başka bütün çocukları, Peygamberlikten önce doğmuşlardı. İbrahim, Mısırlı Hazreti Mâriye'den dünyaya gelmiş, Hazreti Âişe'nin rivayetine göre, on yedi veya on sekiz aylıkken vefat etmişti.
Rasûl-i Ekrem, İbrahim'in doğumundan çok memnun olmuş, yedinci günü bir ziyafet vermiş, fukaraya sadaka dağıtmış, oğluna Hazreti İbrahim'in adını takmıştı. Çünkü, Rasûl-i Ekrem'in Hazreti Hadîce'den doğmuş olan erkek çocukları küçük yaşlarındayken ölmüşlerdi. Diğer zevcelerinden de evlâdı olmamıştı.
Ebû Rafiın zevcesi Selmâ, yeni doğan İbrahime sütannelik yapmıştı. Buhârî, Ümmü Seyf'in İbrahimi emzirdiğini bildirmektedir. Rasûl-i Ekrem, sütanneye uğrar, İbrahimi görür, okşar ve öperdi.
İbrahim, Ümmü Seyf'in evinde öldü. Hazreti Peygamber, çocuğunun hastalığını duyunca, Avfoğlu Abdurrahmân ile onun yanına gitmiş, İbrahim'in ölüm pençesinde kıvrandığını görünce, dayanamamış ağlamıştı. Abdurrahmân:
"Yâ Resûlallah! Ne yapıyorsunuz?.," deyince, Rasûl-i Ekrem:
"Şefkat duygularım galeyana geldi." buyurmuştu.
Rasûl-i Ekrem, oğlunun cenaze namazını kılmış, Abbâs oğlu Fadl, Zeyd oğlu Üsâme, Maz'un oğlu Osman, İbrahimi mezarına indirmişti. Beki' mezarlığına gömüldü.
İbrahim öldüğü zaman güneş tutulmuştu. Halk, güneş de mateme katıldı, deyince Rasûl-i Ekrem:
"Güneş ile ay, Allah'ın âyetlerindendir. Bir fânînin ölümü yüzünden tutulmazlar!"
diye hitapta bulunarak, Müslümanları böyle yanlış anlayışlardan uzaklaştırmışlardı.
5
Hz. Muhammed'in doğduğu Arabistan nasıldı?
Araplar İslamiyet öncesi Arap Yarımadası'nda göçebe olarak yaşıyorlardı. Geçimlerini ise hayvancılıkla sağlıyorlar, ayrıca bazı Araplar da Arabistan'ın iç kesimindeki vahalarda tarımcılık yapıyorlardı. Bunların yanında önemli geçim kaynaklarından biri de çöl adeti olan kervan soygunlarıydı. Arapların İslam öncesi örgütlenme biçimleriyse "Bedevi klasik" sistemidir.
Bu sisteme göre kabilenin saygın üyelerinden oluşan bir meclis bulunurdu. Kabile yaşamında kurallar daha çok ataların adetlerine göre şekilleniyordu ve toprakta özel mülkiyet yoktu. Otlaklar, su başları, hatta yer yer sürüler kabilenin ortak malı durumundaydı. Mekke ise bulunduğu konum itibarıyla ticaret merkezi halini almış ve burada yerleşik hayata geçilmeye başlanmıştır. Yerleşik yaşam, ticaretin gelişmesi ve bu yolla edinilen kişisel servet kabile yaşantısının çöküşünü hızlandırıyordu. Kabile bağları gevşedi. Kabileler arası dayanışmanın yerini ticari kaygılar ve daha fazla kazanma anlayışı aldı. Mekke'nin gitgide şehirleşmesi, kabile üyeleri ve kabileler arasında doğan hiyerarşi nedeniyle burada ayrı bir yönetim biçimi ortaya çıktı. Bu yönetim biçiminde şehir, bir meclis tarafından yönetiliyordu. Meclis ise yetkileri babadan oğula geçen ve yetkili olanların yetki alanları birbirinden ayrı on reisten meydana geliyordu.
Tapınan Kâbe sayesinde Mekke kutsal kent kabul ediliyordu. Şehir yönetimi tarafından ticaretin gelişmesi için kabileler arasında barış ilan ediliyor ve bu dönemde kabileler Mekke'deki tapınağı ziyaret ederek hac ziyaretlerini yerine getiriyorlardı. Ekonominin temelini oluşturan kervanlara, yani ticarete yönelik soygun ve talanlar bu dönemlerde azalsa da devam ediyordu. Süren savaşlar ve parçalanmaya yüz tutsa da kabilecilik ticaretin ve toplumsal yaşamın önündeki en büyük engeldir. Yaşamı ve kabileler arası ilişkileri düzenleyecek bir örgüte ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu örgütte devlet olacaktı.
Arabistan'da Kabile yaşamı kökünden sarsılıyordu. Ama gelişen bir kölecilik yaşanmıyordu. İlkel komünal toplumdan sonra doğal gelişim seyri içinde yaşanacak evre, köleci toplumdu. Oysa Arabistan'da köleci ilişkiler gelişmemiş, yani köle emeği toplumsal üretimin ve gelişimin temelini hiçbir zaman oluşturmamıştır. Sosyal yaşam içerisinde köleler ve köle sahipleri bulunmasına karşın köleler daha çok ev işlerinde, kervanların korunmasında ve cariye olarak kullanılmaktaydı. Üretimde köle emeğinin kullanılması çok ender görülen bir şeydi.
Dinsel anlamda ise İslamiyet öncesi egemen olan din putperestlikti. Her kabilenin, her biri bir tanrıyı simgeleyen çok sayıda putu vardı. Putlar genellikle kadın, kuş, aslan vb. şekillerde tasvir edilmişti. Tüm kabilelerce kutsal kabul edilen Kâbe'nin içi putlarla doluydu. Arabistan'da Kâbe dışında bu dönemde yüz kadar daha tapınak bulunuyordu. Yahudilik ve Hıristiyanlık da zamanla tüccarlar aracılığıyla Arabistan'a girmişti. Ancak Araplar kendilerine yabancı gördükleri bu dinlere ilgi göstermemişlerdi. Bu dinler Arabistan'da tek tük taraftar bulmaktan öteye gidememişti. İslamiyet, Hıristiyanlıktan farklı olarak bu tarihsel koşullar içerisinde var oldu. Hıristiyanlık doğduğunda Roma devleti Köleci bir devletti. Hıristiyanlık da bu köleci devletin otoritesini reddederek ezilen kesimlere umut taşıyarak var olmuştu. Oysa İslamiyet'in çıktığı koşullarda Arap Yarımadası'nda kabile ilişkileri yıkılmaya yüz tutmasına karşın hala egemendi. Bu nedenle de gelişim çizgisi Hıristiyanlıktan farklı bir hat izleyecekti.
Hz. Peygamber'in (asm) Yetiştiği Çevre
Giriş:
Önemli bir şahsiyetin hayatını inceleyen kişi için yapılması kaçınılmaz olan çalışmalardan birisi, belki de en önemlisi, onun yetiştiği çevreye, o ortama bir göz atmak, o ortamın, o kişinin şahsiyetinin oluşmasında herhangi bir etkisi olup olmadığını araştırmaktır. Çünkü insan, istese de istemese de içinde yetiştiği çevrenin, yaşadığı çağın tesirinde kalır. Doğup büyüdüğü ailenin, içinde yetiştiği çevrenin, ilişki kurduğu kimselerin onun kişiliği üzerinde, o kişiliğin oluşmasında, büyük ölçüde etkisi vardır.
İşte biz de bu sebeple, bu makalemizde, âlemlere rahmet olarak gönderilen, insanlığı zulüm karanlıklarından adalet aydınlığına çıkaran, insanlığı küfür bataklıklarından imanın aydınlık yoluna yönelten, insanlığa iç huzurunu, dünya ve ahiret mutluluğunu kazandıran, insanlığa yaratılış gayesini ve varlığın, varoluşun mânâsını öğreten Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (asm) yetiştiği çevreyi, aralarında yaşadığı insanları, onların dinî, iktisadî, içtimaî, siyasî ve edebî durumlarını, kısaca da olsa anlatmak istiyoruz. Çünkü, Peygamberimiz'in mesajını daha iyi kavramak, O'nun insanlığı nereden alıp, nereye getirdiğini görebilmek, insanlığa yaptığı hizmetin boyutlarını kavrayabilmek için buna ihtiyacımızın olduğuna inanıyorum.
A. Dinî Durum:
Bilindiği gibi Peygamberimiz, Miladî 570 (veya 571) yılı Rebiulevvel ayının 12'sine rastlayan bir Pazartesi günü dünyayı şereflendirdiler. (Hamidullah, 1/39) O dönemde Arabistan'da mevcud olan dinleri ve inançları araştırdığımızda ve Kur'ân–ı Kerim'den de bizzat anladığımıza göre, karşımıza çeşitli garip inançlar çıkmaktadır. Bunların başlıcaları şunlardır.
1. Haniflik: Hz. İbrahim (a.s.)'ın dininin kalıntılarını devam ettiren kişilerdi. Arapların çoğunun, putperestlik yaygınlaşıncaya kadar bu inanca mensup oldukları kabul edilmektedir. Hz. İsmâil (a.s.) vasıtasıyla Haniflik inancını kabul etmişlerdi. Hz. Peygamberin doğumu esnasında mevcut bulunan Hanifler, Allah'ın birliğine inanırlar, putlara ibadeti reddederler, hesaba inanırlar, bir çok cahiliyye âdetini kabul etmezlerdi. Siyasî, askerî herhangi bir ağırlıkları yoktu.
2. Yıldızlara Tapma: Yemen'de, Arap Yarımadası'nda (bazılarına göre Şam civarında) Horrân vadilerinde ve Yukarı Irak'ta yıldızlara tapan insanlar vardı. Bunlara Sabiîler denirdi. Yıldızlara tapmanın Araplar arasında ne zaman ve nasıl başladığını kesin olarak bilmememize rağmen, Kur'ân–ı Kerim'de (Neml, 27/2024) değinilen Süleyman (a.s.) ile Seba kraliçesi (Belkıs bint Şurahil) kıssasından bu inancın Hz. Süleyman zamanında da mevcud olduğunu anlamaktayız. Bunlar, Hz. Peygamber (asm) zamanına kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Nitekim, Kur'ân–ı Kerim'de bunlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
"Gece, gündüz, Güneş ve Ay onun (Allah'ın) ayetlerindendir. Eğer gerçekten Allah'a tapıyorsanız, Güneş'e ve Ay'a secde etmeyin; onları yaratan Allah'a secde edin." (Fussılet, 41/37)
Ancak bunlar, o dönemde azınlıkta olup, kayda değer herhangi bir siyâsî ve askerî ağırlıkları yoktu.
3. Mecusilik: Bahreyn ve Irak'ta mecûsiliğe inanan bazı gruplar vardı. Ateşe tapıyorlardı. Mecusi İran İmparatoru bunları himaye ediyordu. Daha sonraları İslâm inançlarına bazı fitneler sokmak ve Müslümanlar arasında fitne tohumları yaymakta Yahudilerle birlikte önemli rol oynadılar.
4. Hıristiyanlık: Yarımada'nın kuzeyinde Tağlib, Kuda'a, Gassân kabileleri arasında ve Güney Yemen'de bazı Hıristiyan gruplar vardı. Bunların da siyasî ve askerî herhangi bir ağırlıkları yoktu. Yarımada'nın içinde de yer yer bazı Hıristiyan gruplara rastlanmaktaydı. Hıristiyanlık, Arabistan'a Habeşliler ve Romalıların işgalleri sonucu M. 340 yıllarından itibaren girmiştir. (Mübarekfurî 1980, 47)
5. Yahudilik: Yemen, Vadi'l–Kurâ, Hayber, Teymâ ve Yesrib'de (İslâm öncesi Medine) Yahudiler vardı. Bunlar, diğer inanç gruplarına göre askerî, siyâsî ve iktisâdî ağırlığa sahipti. Kendilerini Allah'ın seçkin milleti kabul ediyor ve Allah'ın insanları onlarla yöneteceğine inanıyorlardı. Bu sebeple, beklenilen son peygamberin kendilerinden biri olacağı beklentisi içindeydiler. Arabistan'a, ülkelerinin M.Ö. 587 yılında Buhtünnasır tarafından işgal edilmesi üzerine göç etmişlerdi. (bk. a.g.e., 46)
6. Putpereslik: Arap Yarımadasının her tarafına yayılmış, diğer bütün inançlardan daha fazla etkiye sahip ve daha çok yaygındı. Arabistan'a bu inancın ne zaman sokulduğu, nasıl yaygın hale geldiği konusunda değişik görüşler vardır. Bunlardan en yaygın olanı, putperestliği Arabistan'a Amr b. Luhay adında birinin soktuğudur. Huza'a kabilesinin reisi olan bu zat, dinlere olan ilgisi ve doğruluğuyla tanınmış biriydi. Devrin insanları onu büyük âlimlerden birisi olarak görmekteydiler. Bir tür cild hastalığına yakalanan Amr'a, Şam bölgesinde bulunan Horrân'a gitmesi ve orada bulunan şifalı bir suyla yıkanması tavsiye edilir. Bu tavsiyeye uyarak oraya giden 'Amr, o suyla yıkanır, iyileşir. Orada insanların putlara taptıklarını görür, bundan hoşlanır. Hubel adlı putu alıp beraberinde Mekke'ye getirip Kâbe'ye diker ve ona tapmaya başlar. Kavminin de ona tapmasını ister. Zamanla bu durum Araplar arasında o derece yaygınlaşır ki, her kabilenin taptığı bir putu olur. Peygamberimiz (asm) Mekke'yi fethettiğinde Kâbe'de 360 put vardı ve Peygamberimiz (asm) bunların hepsini kırdırıp, Kâbe'yi putlardan temizlemişti.
Başka bir rivayete göre ise, Hz. İsmail (as)'in çocukları çoğalıp, geçim nedeniyle Mekke'nin dışına çıkmaya mecbur olduklarından, Mekke'den çıkışlarında, babaları İsmail'in hatırasını taşıyan Harem toprağından bir miktar götürüyor, sonra bu toprağı korumak için ona aşırı saygı gösteriyorlardı. Bu iş zamanla gelişerek, onu kutsal kabul edip, ona ibadete dönüştü. Böylece putperestliğin temeli atılmış oldu ve gün geçtikçe şekillenerek gelişti.
Hz. Peygamber (asm)'in yetiştiği asıl muhit olan Hicaz bölgesinde en yaygın inanç bu putperestlik olduğu için, Peygamberimiz mücadelesini öncelikle putperestliğe karşı vermiştir. Bazılarının adları Kur'ân'da da geçen bu putların meşhurları şunlardı:
Menât: Mekke ile Medine arasında, deniz sahiline yakın el–Musellel denilen bir yerdeydi. Ensar kabileleri, Sa'd, Huza'a vb. buna tapardı.
Lât: Taif'te idi. Taifliler buna taparlardı. Peygamberimiz (asm), Mekke'nin fethinden sonra Ebû Süfyan b. Harb ve Muğîre b. Şu'be'yi gönderip onu kırdırdı.
Uzzâ: Gatafan, Gânî ve Bahîle kabilelerinin putuydu. Peygamberimiz (asm), Hz. Halid'i gönderip, onu kırdırmıştır.
Hubel: Kureyş'in en büyük putuydu. Kırmızı akikten yapılmıştı.
Bunların dışında İs'af, Naile, Vedd, Suva', Yağûs ve Ya'ûk vb. adlarla meşhur başka putları daha vardı. Ki, bunlardan bazıları eski Arap şiirlerinde geçmektedir. Örneğin: Amr b. Humame ed–Dusî, Zülkeffeyn adlı putu yaktığı zaman şu beyti söylemiştir:
"Ey Zulkeffeyn ben senin babandan kalma değilim. Benim doğumum senin doğumundan öncedir. Ben senin kalbine ateş doldurdum." (Şükrî, 2/209)
Araplar, putlarını taştan ağaçtan vb. maddelerden yaptıkları gibi, yiyecek maddelerinden de yaparlardı. Meselâ, Hanife Oğulları kabilesi hurma ve undan yapmış oldukları büyük bir putu, kıtlık zamanında yedikleri için rakib kabilenin şairi tarafından şöyle kınanmışlardır:
"Hanife oğulları, kıtlık ve açlık zamanı tanrılarını yedi." (Kal'acî 1998, 16)
Yine başka birisi evinin bahçesine diktiği putuna bir tilkinin gelip bevlettiğini görünce, buna çok sinirlenmiş, bu saygısızlık karşısında kendisini koruyamayanın nasıl tanrı olabileceğini, tepesi atarak şöyle dile getirmiştir:
"Tilkinin başına işediği, tanrı mıdır
Dikkat edin, tilkilerin başına işedikleri aşağılanmıştır." (bk. a.g.e.)
Bu ve benzeri şiirlerle, Kur'ân–ı Kerim'deki bazı ayetlerden anladığımıza göre putperestlik Araplardan bir çoğunu tatmin etmiyordu. Onlar, asıl itibariyle Hz. İsmail ve dolayısıyla da Hz. İbrahim'in (a.s.) inancına sahip olduklarından, bir Yüce Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Nitekim Kur'ân–ı Kerim'de bazı ayetlerde bu hususa işaret edilmektedir. Mesela:
"Şayet onlara: 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir?' diye soracak olursan, elbette 'Allah'tır' diye cevap vereceklerdir." (Lokman, 31/25)
"'Biz onlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.' (derler.)" (Zümer, 39/3)
Görüldüğü gibi Araplar, bu hususta bir çelişki içerisindeydiler. Kur'ân–ı Kerim'de birçok ayette bu çelişkiye dikkat çekilmiştir. Meselâ:
"Yaratan (Allah), hiç yaratamayan (putlar)a benzer mi? Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" (Nahl, 16/17)
"O müşriklerin Allah'tan başka ibadet edip yalvardıkları sahte tanrılar ise, hiçbir şey yaratamazlar. Zaten kendileri yaratılmaktadırlar." (Nahl, 16/20)
Arapların putlara ibadet ve merasim şekillerini de kısaca şöyle sıralayabiliriz:
Putun huzurunda yalvarmak, yakarmak, belâ ve musibetler anında yardım etmesini, sıkıntılarını gidermesini istemek; Kâbe'deki putları ziyaret etmek, onların etrafında tavaf etmek, onlara secde etmek, yakarmak; putlar adına, onlara yakın olmak için kurban kesmek, ki Kur'ân–ı Kerim'de:
"... putlara ait sunaklarda kesilen hayvanların etleri … size haram kılındı..." (Maide, 5/3)
buyurularak, böyle bir davranış şiddetle yasaklanmıştır.
Putperest Araplar, yiyecek ve içeceklerinden, yahut da ekin ve hayvanlardan bir miktarını putlara ve Allah'a verirlerdi, Kur'ân–ı Kerim, bunu da dile getirmekte ve yasaklamaktadır:
"Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan kendilerince Allah'a bir hisse ayırdılar da kendi batıl iddialarınca: 'Şu, Allah'ın' dediler, ‘şu da (ulûhiyette ortak edindikleri) putlarımızın.' Ortakları için ayırdıkları, Allah'ın hissesine konulmaz, ama Allah'a ait olanlar ortaklarının hissesine aktarılır. Bunlar ne kötü hüküm veriyorlar!’” (En'am, 6/136)
Araplar, putlara adak da adarlardı. Önemli bir işe veya yolculuğa karar verdikleri zaman, Kâbe'ye gelir, putlara kurban keserler; orada bulunan kâhin, içinde fal oklarının bulunduğu torbayı çıkarır ve o oklardan çekerdi. Bunlardan bazısında "yap", bazısında "yapma", bazısında da "boş" yazılıydı. "Yap" çıkarsa yapmak istediklerini yaparlar; yapma çıkarsa "vazgeçerler", "boş" çıkarsa, bir daha çekerlerdi. İslâm, bunları da yasaklamıştır. İslâm'da, herhangi bir iş konusunda karar verilemediği zaman, istişare ve istihare usûlü vardır.
O günün Arapları, öldükten sonra dirilmeye, âhirete inanmıyorlardı. Nitekim bir gün, Kureyş ileri gelenlerinden Ümeyye ibn Halef, çürümüş kemikleri eline alıp, Peygamberimizin huzuruna gelerek, bunları elinde ufalar ve havaya saçarak, aklınca Peygamberimizi (asm) mat etmek için: "Ey Muhammed, Allah'ın bunu da dirilteceğini sanıyor musun?" diye sormuştu. Peygamberimiz de cevap olarak, "Evet. Allah (c.c.), seni öldürecek, sonra diriltecek ve sonra ateşe atacaktır." cevabını vermişti ki, bu husus, Kur'ân–Kerim'de şöyle dile getirilmiştir:
"İnsan şunu hiç görüp düşünmedi mi: Biz kendisini bir nutfeden yaratmışken, yaman bir hasım kesildi Bize. Nasıl yaratıldığını unutarak, bir de misâl fırlattı Bize: 'Çürümüş vaziyetteki o kemikleri kim diriltecek!' diye. De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltir; hem o, yaratmanın her türlüsünü bilir.'" (Yasin, 36/77–79)
Bütün bu bozuk inançlara rağmen, o dönem insanlarından Haniflik ve Hıristiyanlıktan etkilenerek âhiret ve hesaba inananların da olduğunu görmekteyiz. Nitekim, Cahiliye dönemi şairlerinden el–Ahnes ibn Şihâb et– Temîmî bir şiirinde şöyle der:
"Kuşkusuz Allah'ın, kulunu güzel işleri sebebiyle hesap günü ödüllendireceğini bildim." (Kal'acî, 18)
B. İktisadî Durum
Arabistan Yarımadası geniş çöllerle kaplı bir bölge olduğundan, orada ziraata elverişli topraklar pek azdı. Buna paralel olarak, hayvan otlakları da yeterli değildi. Bazı zaruri ihtiyaçların karşılandığı vahalar ve su kaynakları çevresinin dışında, ziraat yok gibiydi. Çölde oturanlar genellikle hayvancılıkla uğraşmaya çalışırlar, Mekke ve Medine gibi yerleşim merkezlerinde oturanlar ise ticaret ve ziraatla uğraşırlardı. Stratejik konumu itibariyle, özellikle Hicaz bölgesi kervan yollarının üzerinde bulunduğu için, ticaret alanında önemli bir yeri vardı. Mekke'de bu sayede hatırı sayılır zenginler oluşmuştu. Kışın Yemen'e, yazın Şam'a ticarî seyahatler yapılırdı. Ancak, servet dağılımı insanlar arasında son derece haksız ve adaletsizdi.
Bir tarafta Ebû Süfyân, Velîd ibn Muğîre vb. gibi çok zengin insanların bulunduğu Mekke'de, hayatını sürdürecek kadar yiyecek bulamayan yoksul insanların sayısı da az değildi. Faiz nizamının toplumda çok aşırı oranda ve yaygın oluşu da, bu durumu fakirler aleyhine iyice kötüleştiriyor, hayatı çekilmez hale getiriyordu. Faiz borcu olan insanlar, özellikle ziraatla uğraşanlar, yıllık gelirleriyle borçlarının sadece faizlerini bile ödeyemiyorlardı. Çünkü faiz oranları çok yüksek, hattâ %100'ün üzerindeydi. Nitekim, Kur'ân–ı Kerim'de faizin yasaklanmasının ilk safhasında bu hususa şöyle işaret edilmektedir:
"Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki felah bulasınız." (Âl–i İmran, 3/130)
Ticaretin şehirlerde yaşayanlar için geçerli olduğu bölgede, çölde yaşayan büyük çoğunluğun ise hayvanlardan sağladıkları ile kabilelerin birbirlerine saldırmalarından ele geçirdikleri, yağmaladıkları mallardan başka gelirleri yoktu. Yağma ve çapulculuk, özellikle yoksulluktan bunalan bedeviler için normal rızık yollarından biri kabul ediliyordu. Bir çoğu da fuhuş yaptırarak, özellikle de diğer kabilelerden saldırılar sırasında esir aldıkları kadın ve kızları bu çirkin işlerde çalıştırarak ve buna zorlayarak para kazanıyorlardı. Kur'ân–ı Kerim, bu çirkefliğe Nûr Sûresinde şöyle değinmektedir:
"Dünya hayatının geçici metâını elde etmek için, sakın cariyelerinizi –hele iffetli olmak isterlerse– fuhşa zorlamayın." (Nûr, 24/33)
C. Sosyal Durum:
a. Aile: Cahiliye Arapları arasında aileyi oluşturma ve aile kurma düzeni de karmakarışıktı. O gün yaygın olan başlıca evlenme çeşitlerini kısaca şöyle sıralamak mümkündür:
1. Erkeğin evlenmek istediği kızı velisinden istemesi suretiyle.
2. Değişik erkeklerle fuhuş yapan kadının, doğan çocuğunun o erkeklerden birine ait olduğunu söylemesiyle.
3. Bir kadının, gizlice ilişkide bulunduğu erkekten çocuğu olmasıyla.
4. Erkeğin, ilişki kurduğu başkasına ait cariyeden çocuğu olunca onu satın alması yoluyla.
Bunlardan başka, kadınların değiştirilmesi (Be'l nikahı), kızı ve akrabalarından bir kadını başka birinin kızı ve akrabası olan bir kadına karşılık vererek, o kadını almak yoluyla (Sığar nikahı), bir kadını geçici bir zaman için kiralamak şeklinde, daha da çirkin olanı, istibda' nikahı dedikleri,| bir erkeğin doğacak çocuk daha iyi olsun diye, karısını hayızdan temizlendikten sonra beğendiği başka bir erkeğin çadırına göndermesi yoluyla. İslâm, bütün bunların hepsini ortadan kaldırmış, ilk nikah şeklini ıslah ederek kabul etmiştir.
Bir erkek, istediği kadar kadınla evlenir, istediği zaman onu boşardı. İslâmiyet geldiği zaman nikahında on tane eşi olup, evliliğin dörtle sınırlanmasıyla diğer eşlerinden ayrılmak zorunda kalan bazı sahabilerin adları kaynaklarımızda zikredilmektedir.
Diğer taraftan, iki kız kardeşle birden evlenme âdeti olduğu gibi, üvey anneyle de evlenme âdeti vardı. Kocası ölen kadın, üvey oğullarına miras olarak kalırdı.
Bir cahiliye Arabı karısını boşar veya ölürse, bu adamın büyük oğlu bu kadınla evlenmek istediği zaman elbisesini kadının (üvey annesinin) üzerine atar, bu suretle mehir vermeye lüzum kalmadan, o kadın onun karısı olurdu. Bu üvey oğul, isterse onunla evlenir, isterse satar mihrini kendisi alırdı. Ancak kadın, çabuk davranarak üzerine elbise atılmadan kendi kabilesine kaçabilirse bu durumdan kurtulabilirdi.
İslâm, çok sayıda böyle üvey annesiyle evlenmiş kişilerin evliliğine son vermiştir. Bu hususta Kur'ân–ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
"Daha önce geçen durum bir tarafa, bundan böyle babalarınızın nikâhladığı kadınları artık nikâhlamayın. Hiç şüphe yok ki bu, Allah'ın gazabına sebep olan bir hayasızlıktır. Ne iğrenç bir yoldur o!" (Nisa, 4/22)
Hattâ bunlardan Manzur b. Zabbân, üvey annesi Müleyke bint Hârise ile evliyken, Hz. Ömer'in onları ayırması üzerine, Müleyke'yi pek seven, belli ki, İslâm'ı da iyice içine sindirememiş olan Manzur'un bir şiirinde şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Dikkat edin, Müleyke ve şarap benden gittikten sonra, artık bugün ben zamanın ne yaptığına aldırmıyorum." (Kal'acî, 24)
Kız çocuklarının olmasını ayıp görürler, onların doğumundan utanç duyarlardı. Savaşmadığı, saldırılara karşı obayı koruyamadığı, erkekler gibi çalışıp kazanamadığı, bir saldırı anında düşman kabilelerin eline esir düşecekleri, tecavüze uğrayıp fuhuş yaptırılacakları gibi düşüncelerle kız çocukları olunca çok kızarlar, öfkelerinden çıldıracak hâle gelirlerdi. Kur'ân–ı Kerim bunlardan, kız çocuğu olan birisinin nasıl bir halet–i ruhiye içerisine girdiğini Nahl sûresinde çok veciz bir şekilde anlatmaktadır:
"Onlardan birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelenince, öfkesinden ve üzüntüsünden, yüzü mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp eşinden dostundan saklanmaya çalışır. Şimdi ne yapsın! Hor, hakir, itilip kakılan bir bela olarak onu hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün, ne yapsın, diye kara kara düşünür! Dikkat ediniz, ne fena hükümlerdi verdikleri bu hükümler!" (Nahl, 16/58–59)
Göçebe Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına yünden örülmüş bir cübbe giydirerek onlara deve, koyun güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise bazen doğar doğmaz öldürürler, bazen de altı yaşlarına geldiğinde, onu, güzel elbiseler giydirip akrabalarına götüreceklerini söyleyerek, çölde önceden hazırladıkları çukura atar, üstünü toprakla örterlerdi. Doğar doğmaz öldürecekleri zaman da, doğum yapmak üzere olan kadın bir çukur kazar, orada doğum yapar, doğan çocuk kız ise o çukura gömer, erkek ise alır büyütürdü.
Kur'ân–ı Kerim'de, Tekvir sûresinde, bazı Arapların, kız çocuklarını diri diri gömme şeklindeki vahşi âdetlerine işaret edilmekte ve bunun hesabının mutlaka sorulacağına dikkat çekilerek, bunu yapanlar tehdit edilmektedir. Allah Teâla, o sûrede, kıyametin dehşetli olaylarından bahsederken, bu hâdiseyi de o dehşetli olaylar içerisine alarak, şöyle buyurur:
"Diri diri gömülen kız çocuğuna, hangi suçtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman." (Tekvir, 81/8–9)
Kur'ân–ı Kerim'den anladığımıza göre, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesinin en birinci sebebi, malî ve ekonomik idi. Fakirlikten dolayı aile fertlerinin az olması isteniyordu. Bu konuda da bir çifte standart uygulanıyor, erkekler aile bütçesine katkıda bulunur ümidiyle bırakılıyor, kızlar ise öldürülüyordu. Kur'ân–ı Kerim, bu düşüncenin çok yanlış ve bu işin büyük bir günah olduğu şöyle dile getirir:
"Fakirliğe düşme endişesi ile evlatlarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren biziz. Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur." (İsra, 17/31)
Dârimî'nin (v. 255/869) kaydettiğine göre, bir gün bir Müslüman, bu çirkin fiili kendisinin cahiliye döneminde nasıl işlediğini Resûlüllah'a şöyle anlatmıştır:
"Ey Allah'ın Resûlü, biz bir cahiliye toplumuyduk. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim küçük bir kızım vardı ve beni çok severdi. Öyle ki, onu çağırdığım zaman koşa koşa yanıma gelirdi. Bir gün yine onu çağırdım ve koşa koşa yanıma geldi. Sonra beraberime alarak, yolda rastladığımız bir kuyuya onu elinden tutarak attım. Kulaklarıma gelen son sözleri, 'Babacığım, Babacığım...' çığlıklarıydı."
Bunları duyunca Resûlüllah'ın (asm) gözlerinden yaşlar süzüldü. Bunun üzerine orada hazır bulunanlardan biri, "Ey filan! Sen ne yaptın? Resulüllah'ı üzdün." dedi. Resûlüllah (asm),
"Ona engel olmayın, neler hissettiğini anlatsın. O, kendisini ilgilendiren bir şeyi soruyor."
edi ve adama 'Bu olayı bir daha anlat.' diye buyurdu. O şahıs bu olayı bir daha anlatınca, Resûlüllah (asm), mübarek sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Daha sonra adama,
"Bunu cahiliye döneminde yaptığın için Allah seni affetti. Kendi hayatına yeniden başla." buyurdu. (Darimî, Sünen, 1/3–4).
Tabiî bu işten üzüntü duyanlar, engel olmaya çalışanlar da o dönemde yok değildi. Bunlardan biri, meşhur şair el–Ferazdak'ın (115/733) dedesi Sa'sa'a ibn Nâciye el–Mucâşi'î (9/630) idi. Peygamberimize (asm) gelerek, "Ya Resûlüllah! Ben cahiliyede bazı iyi işler yaptım. Bunlardan birisi de 360 kız çocuğunu diri diri toprağa gömülmekten kurtardım ve her çocuğu kurtarmak için iki deveyi karşılık verdim. Bana bunun için mükâfat var mı?" diye sordu. Resûlullah (asm): "Evet, vardır. Bunun mükâfatı, Allah'ın seni İslâm nimetine kavuşturmasıdır." buyurdu.
Kabilecilik: Araplarda, aileden sonra en büyük sosyal grup kabileydi. Kabile Arap'ın her şeyiydi. Kabilenin şerefi ve yüceliği onun da şanı ve şerefiydi. Bir Arap, kabilesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. Birbirlerine karşı kabileleriyle övünürlerdi. Genelde malı ve çocuğu en çok olan ve kabilenin yaşça da en büyüğü kabile reisi olurdu. Kabile, diğer kabilelere karşı üyelerinin her türlü eylemlerinden sorumluydu. Cahiliye Araplarınca kabile, bağımsız bir siyasî birlik olarak kabul edilirdi. Kabile, fertlerini aşırı gittikleri zaman cezalandırır, gerekirse kabile dışı ilân ettiği gibi, başka kabileden kendilerine sığınan birisini de himayesi altına alabilirdi.
Kötü alışkanlıklar: Cahiliye döneminde şarap içmek ve kumar oynamak gibi kötü alışkanlık ve âdetler çok yaygındı. Kumarı, hem de kabilenin en şereflileri ve zenginleri oynayabilirlerdi.
İç savaşlar: Birçoğu kan davası olmak üzere, bazıları da sudan sebeplerle, kabileler arasında çıkan savaşlar bitmek tükenmek bilmezdi. Bu savaşlardan 40 yıl devam edenlerinin olduğu rivayet edilir. (Ebû Ubeyde, Eyyâmü'l–Arab) Kabileler arasındaki savaşlarda haklıya haksıza bakılmaz, herkes kendi kabilesinin yanında yer alırdı. Prensip şu idi: "Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et." Daha sonra Peygamberimiz (asm), bunu hadis–i şeriflerinde zikrederek, Arapların cahiliye dönemindeki anlayışlarının yanlış oluğunu vurgulamış, zalim kardeşe yardımın, onu zulmünden vazgeçirmek olduğunu buyurmuştur. (Meydanî, 3/373 vd.)
Bunların yanında Araplar arasında cömertlik, yardımseverlik, yiğitlik, komşu haklarını gözetme gibi bazı iyi âdetler de yok değildi.
D. Edebî Durum
Bütün tarihçilerin ittifak ettikleri üzere, Hz. Peygamber (asm)'in İslam'ı tebliğle görevlendirilmesi esnasında Arapların en bariz özelliklerinden birisi de okur yazar olmamalarıydı. Nitekim bu hususa da, Kur'ân–ı Kerim'de şöyle işaret edilmektedir:
"O, ümmîler arasından, kendilerinden olan bir elçi gönderdi. Bu elçi onlara Allah'ın ayetlerini okur, onları inançlarına ve davranışlarına bulaşmış kirlerden arındırır, onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Hâlbuki daha önce belli ve kesin bir sapıklık içinde idiler." (Cuma, 62/3)
O gün için Mekke'de yazı bilenlerin sayısı, en iyimser tahminle iki elin parmaklarının sayısını geçmemekteydi.
Yıldızlar (ilmi) ve tıp konusunda, yağmur ve rüzgârlarla ilgili bazı bilgileri vardı. Bunlar da en basit ihtiyaçlarının ötesine geçmeyen tecrübelerden ibaretti. (Elmalı 1997, 23–43) Bunun yanında, onların en meşhur olduğu alan, tarih ve soylarıyla ilgili bilgiler, nesep, savaşlarıyla ilgili menkıbeler ve bir de dil zenginliği, güzel söz söylemeye düşkünlükleri ve bu husustaki kabiliyetleriydi ki, biz de burada bu ikincisi üzerinde biraz durmak istiyoruz.
Az önce ifade edildiği gibi, bütün bu olumsuz gelişmelerle birlikte, o dönemde Arabistan'da edebî ve kültürel durum, özellikle güzel söz söyleme bakımından oldukça parlaktı. Bu, daha başka sebeplere ilâveten, belki de devamlı savaşmak zorunda olan, kabile taassubunu her şeyin üstünde tutan Arapların, tabiî hayatlarının bir sonucu idi. Çünkü içinde yaşadıkları durumu devam ettirebilmeleri, sürekli savaşlar karşısında kabilelerinin birlik ve bütünlüğünü koruyabilmeleri için çok etkili söz söylemeye ihtiyaçları vardı. Bu sebeple, Arapların duygularını coşturmak, Arab'ın yiğitlik damarlarını kabartmak için güzel ve etkili söz söylemeye duyulan ihtiyaç, edebî alanda önemli bir gelişmeye sebep oldu. Sözlerin en etkilisi de tabiatıyla duygulara hitabeden, kahramanlık hislerini uyandıran şiirdi. Bunun için Arap toplumunda şiir bir silah kadar tesirli, hattâ bazen ondan daha etkili oluyordu.1
Şiirle, sıradan bir adamı yükseltmek mümkün olduğu gibi, çok değerli bir adamı da insanların gözünden düşürmek, hattâ onların içine çıkamaz hale getirmek de mümkündü. Yani o gün şiir, günümüzdeki basın ve televizyonun, moda deyimiyle medyanın rolünü görüyordu. Bir örnek vermek gerekirse:
Edebiyat kaynaklarında anlatıldığına göre, o gün Mekke'de yaşayan Muhallak el–Kilâbî adlı biri vardı. Çok sayıda kızı olan bu adamın kızlarıyla kimse evlenmiyor, buna çok üzülen aile, çaresizlik içinde ne yapacaklarını bilmiyordu. Günlerden bir gün devrin büyük şairi el–A'şâ'nın Mekke'ye geleceği haberini alırlar. Bunu duyan kızların annesi, hemen beyine koşarak ne yapıp edip, bu fırsatı değerlendirmesini ister, el–A'şâ'yı ağırlamaya ve kendisine bu meseleyi açıp ondan yardım istemeye karar verirler. Evin beyi, sabah erkenden şairin yolunu bekler; onu herkesten önce karşılayarak evine götürüp, yoksul olmasına rağmen bir deve keserek şairi çok güzel bir şekilde ağırlar, gece sabaha kadar yiyip içip eğlenirler ve bir yolunu bularak, münasip bir şekilde derdini ona anlatır. Ertesi gün el– A'şâ, Ukâz panayırında söylediği şiirinde sözü el–Muhallak'a getirerek:
"Ömrüme yemin ederim ki, nice gözler dikildi o tepede yanan ateşin ışığına. O ateş, iki kişi ısınsın diye yakılan ateştir. O ateş üzerinde, çömerlik ve el–Muhallak bütün geceyi uykusuz geçirmiştir. el–Muhallak'la ben bir annenin memesinden sütünü emen iki süt kardeş olarak karanlık gecede anlaştık. Asla birbirimizden ayrılmayız." (Cahız, 2/229) der. O yıl geçmeden el–Muhallak'ın bütün kızları evlenir.
Yine Temîmoğullarının ceddinin lakabından dolayı kendilerine Benû Enfi'n–Nâka "Deve Burnunun Oğulları" diyorlardı. Onlar, bu lakaptan utanıyorlardı. Ta ki, bir gün şair el–Huteya onları:
"Onlar öyle bir kavimdir ki, onlar burun, diğerleri kuyruklardır. Kim devenin burnuyla kuyruğunu eşit kabul edebilir?" diye methedince, artık bu lâkabı iftiharla söyler hâle gelmişlerdir.
İşte bütün bu sebeplerden dolayı Araplar şairlere, güzel ve etkili hitabet ve konuşma yeteneği olan kişilere çok önem veriyorlar, hattâ onlarda manevi birtakım güçlerin varlığına inanıyorlardı. Dolayısıyla şair ve hatibin Arap toplumunda yeri çok önemliydi. Bir kabileden şair yetiştiği zaman o kabilede şenlikler yapılır, kabile mensupları tebrik edilirdi. Her yıl kabileler arası savaşların kesildiği, bir nevi ateşkes dönemi sayılan ve haram ayları denilen belli aylarda, Zülmecaz, Zülmicenne, Ukâz ve Dûmetü'l–cendel v.b. büyük panayırlarda devrin büyük şairlerinin hakemlik yaptığı şiir yarışmaları düzenlenirdi. Burada başarılı olan şairlerin şiirleri, yazının yok denecek ölçüde az bilindiği o dönemde, son derece sınırlı sayıdaki hattatlar tarafından yazılarak, Kâbe'nin duvarlarına asılırdı ki, bazı âlimlere göre sayıları yedi, bazılarına göre de on tane olan bu kasideler günümüze kadar gelmiştir. Bunlardan yedisi, "Yedi Askı" adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir (Yaltkaya, Yedi Askı, M.E.B. Yay.). Bunlar, Arapların İslâmiyet'ten önceki hayatlarından kalan en büyük sanat eserleridir. Bundan 14–15 asır önce basit bedevî toplumunun sert ve haşin tabiatlı çocukları olan bu şairler, seviyelerine zor erişilen şaheserler bırakmışlardır.
Bunun başlıca sebeplerinden biri de, Arapça gibi çok işlek bir şiir diline sahip olmalarındandır. Zira hiçbir dil, sahip olduğu âhenk, kelime yapısı, fiil çekimindeki ve telaffuzundaki kaideleri bakımından Arapça ile mukayese edilemez. Bu dil, en küçük ayrıntıyı ve teferruatı bile zayi etmeyen veciz ve özlü ifadelere sahiptir. Sadece zamirler değil, aynı zamanda fiiller de çekilirken şahıslar dahi dişi ve erkek şeklinde birbirinden ayrılmaktadır. Cümle yapısından, kullanılan fiilden; bir erkekten mi, yoksa bir dişiden mi, sonra kaç kişiden bahsedildiğini anlayabilirsiniz.2 Kelimenin son harflerinin cümledeki yer ve durumuna göre tasrif edilip seslendirilmeleri (i'rab) imkânı yanında, lûgat sahasındaki inanılmaz zenginliği, her çeşit düşünceyi ve en ince farkları takdire şayan bir zerafetle ifade hususunda bu dili son derece kudretli hale getirmektedir. İnsanı heyecanlandıran bir husus daha vardır ki bu da, Arapça'nın, asırlar boyunca kendini geliştirme ihtiyacını duymamış olmasıdır. Nazım ve nesir, her ikisi de, 1500 seneden beri modern Arapça'daki şiir ve nesirden ne gramer, ne kelime yapısı, ne de imla bakımından bir ayrılığa sahiptir. Bugün Mısır, Suudi Arabistan, Irak, Suriye vb. Arap ülkeleri radyo merkezlerinden yayılan Arapça Hz. Peygamber'in (asm) yetiştiği çağdaki ve onun ashabına hitap ettiği Arapça'nın tâ kendisidir. Belki de, işte bu istikrardan dolayı Arapça, Cenab–ı Allah tarafından Kur'ân dili olarak seçilmiştir.
Bugün biz, o dönemden günümüze kadar gelebilen şiirleri incelediğimizde görüyoruz ki, o şiirler, ifade ettikleri fikirlerin büyüklüğünden, yüceliğinden ve genişliğinden ziyade lisanın güzelliği, sadeliğiyle, ifade güzelliğiyle meşhur olmuşlardır. Esasen o devirde Arapların bulundukları kültür seviyeleri düşünüldüğünde, bundan başka türlüsü de beklenemezdi. Meselâ bu gün, o dönemden kalma şiirlerin en meşhurlarından olan Muallaka şairi İmriul–Kays'ın Muallâkasına baktığımızda görürüz ki, sevgilinin ailesi tarafından terk edilmiş bir konak yerinin tasviriyle 82 beyitlik bu şiirine başlayan şair, aşk ve sevda hatıralarıyla devam etmekte, kaygılı bir gece, at ve av, bulut, yağmur ve sel tasvirleriyle şiirine son vermektedir. Yani, Arap edebiyatının cahiliye döneminin bu en etkili kasidesinin bütün büyüleyiciliği sade bedevî hayatını, aşkını çok güzel sözlerle terennüm etmesinden kaynaklanıyordu.
… ve Allah Resûlü
İşte böyle bir ortamda Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) Miladi 570 veya 571 yılı 12 Rebiülevvel ayına rastlayan bir pazartesi günü dünyayı şereflendirdiler. O, doğumundan itibaren diğer çocuklardan farklıydı. Annesi O'nu dünyaya getirirken asla doğum sancıları çekmedi. O'nu melekler yıkamış ve iki omuzu arasına gelmek üzere Risalet mührünü basmışlardı. Dünyaya gelişinden birkaç hafta önce babası Abdullah vefat etmiş olduğundan, O'nunla annesi Âmine ve dedesi Abdulmuttalip ilgilendiler. Mekke'de eskiden mevcut bir geleneğe göre yeni doğan çocuklar sütannelere verilirdi. Onu da Hz. Halime'ye verdiler. Hadislerde anlatıldığına göre Halime, çelimsiz ve yorgun binek hayvanı sebebiyle, emzirecek çocuk arayan diğer süt annelerine nisbetle Mekke'ye geç gelmiş, emzirecek zengin bir çocuk bulamayınca da, eve boş dönmemek için yetim bir çocuk olan Hz Muhammed'i (asm) almıştı. Süt annesinin merkebi, dönüş yolunda kervanın en hızlı binek hayvanı hâline gelmişti. Yine O'nun süt sağılan devesi, bütün aileye yetip artacak şekilde süt vermeye başlamıştı. Diğerini süt kardeşine bırakmak suretiyle, ısrarla süt annesinin bir tek memesinden süt emmişti.
O, diğer çocuklardan daha ağır başlı ve akıllı idi. Yaşından beklenmeyen işlere ilgi duyuyordu. Kaynakların bildirdiğine göre, bölgesel ve diğer birtakım meseleleri diğer şehir mensupları ile görüşmek için, Abdülmuttalib, ne zaman serdiği kilimin üzerine çıkıp otursa, çocuk yaşındaki Muhammed (asm) de oyuncaklarını bir kenara atar ve meclisin toplantılarına katılırdı. Kendisi, en ön sıraya dedesinin yanı başına oturmak isterdi. Amcaları buna mani olmak isterler, fakat büyükbaba her zaman: "Bırakın, O kendisini büyük bir insan yerine koyuyor. O, o kadar akıllı ki, ümit ederim ilerde büyük bir adam olacak." derdi. Gerçekten o kadar akıllı–uslu idi ki, topluluk rahatsız edilmiş olmaktan dolayı ondan asla herhangi bir şikayette bulunmamıştır. (Hamidullah, 1/43)
Hz. Peygamber (asm), kendi olmadan yemeğe asla oturmayacak kadar kendisini seven dedesini sekiz yaşında kaybedince, onun tabutu arkasında acı ve ıstırapla sızlanmıştı.
Daha sonra hayatını amcası Ebû Talib'in yanında sürdüren Peygamberimiz (asm) devrinde okul yoktu. Bu sebeple, ne okuma ve ne de yazma öğrenebildi. Mekkeliler hesabına çobanlık yaparak, amcasının zayıf bütçesine katkıda bulunuyordu. (bk. a.g.e., 1/46)
Halk arasında kendisine el–Emin lâkabı verilen Hz. Muhammed (asm), putlardan son derece nefret ederdi. Onlara takdim edilen kurban etlerini yemezdi. Yaşı ilerledikçe tefekküre dalar, Allah'a secde ederdi.
Bilindiği gibi, 40 yaşında, bir Ramazan ayında Hira Mağarası’nda inzivaya çekilmişken, kendisine ilahi vahiy geldi. Bütün Arabistan'ı ve bütün insanlığı değiştirecek olan ilâhi vazifesi böylece başlamıştı.
Sonuç
Özet olarak söylemek gerekirse, Resulüllah (asm)'ın yetiştiği çevre, dinî, iktisadî, içtimaî ve manevî açıdan, gerçekten o gün için dünyanın en bozuk çevresiydi. İtikatlar bozulmuş, belli bir otoritenin olmayışı her tarafa korku salmıştı. Kuvvetlilerin söz sahibi olduğu düşüncesi hakimdi. İnsanlar devamlı bir saldırı korkusu içinde yaşıyorlardı. Gerek bölgenin verimsizliği gerekse servetin kötü dağılımı, bölgedeki her türlü gelişmeyi engelliyordu. Aile düzeninin kuruluşundan tutun, kabile taassubunun gözleri karartmasına kadar, sosyal bünyeyi bozan unsurların varlığı, bütün kabileleri, bir araya getirecek devlet şuurunun olmayışı, kuvvetli kabilelerin zayıfları yeme haklarının olduğu inancı ve bütün bölgeye hakim olan orman kanunları. Rahmetli Akif'in veciz ifadesiyle:
"Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi."
Resûllüllah (asm), işte kısaca anlatmaya çalıştığımız bu ortamda doğdu, burada büyüdü. Cemiyetteki bütün olumsuzlukları gördü. Olumlu işlere iştirak etti. Örneğin Hilfu'l–Fudûl denilen, Mekke'de bütün mazlumlara yardım edilip, zalimlerin karşısına çıkılacağına dair Haşimoğulları, Muttalipoğulları, Zühre ve Teymoğulları arasında yapılan anlaşmada faal görev üstlendi.
Onun şiirlerle ilgilendiğini gösteren herhangi bir rivayete sahip değiliz. Aksine, o dönemde kendilerinde manevi bir güç olduğu kabul edilen şairlerden nefret ettiğini ifade eden rivayetler vardır. Bu gün, Hz. Peygamber (asm)'in yetiştiği o ortamdan öyle bir insanın yetişmesini beklemek mümkün değildi. Bu husus, batılı bir çok yazarın da dikkatini çekmiştir. Nitekim, "En Etkin Yüz" kitabının yazarı olan M. Hart, dünyada en etkili 100 insan içerisinde birinci sıraya Peygamberimiz (asm)'i koyuş sebebini şöyle açıklıyor:
"Dünyanın en etkili insanlar listesinin başına Hz. Muhammed'i koymam bazı okurları şaşırtabilir. Bazılarını da kuşkuya düşürebilir. Ancak Hz. Muhammed tarihte, hem dinî hem de seküler düzeyde üstün başarılı olan tek insandı."
"Mütevazı bir aileden gelen Hz. Muhammed dünyanın en büyük dinlerinden birini kurmuş, (bu ifade Batılı anlayışa göredir) yaymış ve çok etkili bir siyasî lider olmuştur. Bugün, ölümünden on üç yüzyıl sonra, etkisi hâlâ güçlü ve yaygındır."
"Bu kitapta yer alan kişilerin çoğu, uygarlık merkezlerinde, ileri kültüre sahip ya da politik açıdan önemli milletler içerisinde doğup büyüme avantajlarına sahiptiler. Ancak Hz. Muhammed, 570 yılında, o dönemde dünyanın geri kalmış bir bölgesi olan, ticaret, sanat ve bilim merkezlerinden çok uzakta bulunan Güney Arabistan'ın Mekke kentinde doğmuştur. Altı yaşında yetim kalmış ve çok mütevazı bir çevrede yetişmiştir. İslam gelenekleri, bize onun okuma–yazması olmadığını söylemektedir…" (Hart, 1 vd.)
Bütün bu açıklamalardan sonra, makalemizi şöyle bir soruyla bitirmek istiyoruz:
- Acaba içinde bulunduğu çevrenin Hz. Muhammed (asm) üzerinde herhangi bir etkisi oldu mu?
Başka bir ifadeyle, o çevre böyle bir insanı yetiştirebilir miydi? Bu ve benzeri sorulara "evet" cevabını vermek mümkün değildir. Öyle bir çevrenin böyle bir insanı yetiştirmesi düşünülemez. Öyleyse, böyle bir çevrede Hz. Peygamber (asm) nasıl yetişti? Ya da böyle bir çevre, Hz. Muhammed (asm) gibi dünyanın en büyük insanını, yaratılmışların en büyüğünü nasıl yetiştirdi? İşte bütün bu soruların cevabını da yine o (asm) veriyor ve diyor ki, "Beni Rabbim yetiştirdi ve edebimi güzel kıldı." (Süyûtî, 1/51)
1. Şiirin bu etkisini, daha sonraları Hz. Peygamber (asm) tarafından, ashabın şairlerini müşrik şairlerin Müslümanları hicvettikleri şiirlerine cevap vermeye teşvik babında söylediği değişik hadislerde de dile getirilmiştir. (Müsned, 3/456 ; en–Nesâî, Menasik, 121.)
2. Hz. Süleyman'la (a.s.) konuşan karınca fıkrası meşhurdur. Derler ki : "Hocanın biri, eskiden bir köye imam olmak için gitmiş. Köylülerle tanışmış, köylerine talip olduğunu bildirmiş. Onlar da hocanın okumasını ve vaazını dinledikten sonra karar vereceklerini söylemişler. Hoca onlara vaaz etmiş, vaazında Hz. Süleyman'ın (a.s.) karıncayla olan kıssasını anlatmış ve Neml Sûresinin 18. ayeti olan: "Karınca vadisine geldikleri zaman bir karınca: 'Ey karıncalar, yuvalarınıza girin ki, Süleyman ve askerleri farkında olmadan sizi ezmesin' dedi" ayetini okuyup, "Cemaat–ı müslimin, bu ayetten anlaşıldığına gore, Süleyman Peygamber'le konuşan karınca dişiymiş" demiş. Bu söze, Arapça'nın bu özelliğini bilmeyen köylüler çok şaşmışlar. Sohbetten sonra karar için toplandıklarında demişler ki: "Bu hocayı imam tutalım; adam çok derin. Görmüyor musunuz, adam, Kur'ân–ı Kerim'den Süleyman Peygamber'le konuşan karıncanın erkek mi dişi mi olduğunu bile anlıyor..."
Kaynaklar:
1. el–Câhız, el–Beyân ve't–Tebyîn.
2. Ebû'l–Ferec, el–Eğânî..
3. Ebû Ubeyde, Eyyâmu'l–Arab Kable'l–İslâm, nşr. Dr. Adil Câsım, Beyrut, 1987.
4. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (terc.) İstanbul.
5. Hart, M. H., En Etkin Yüz, (Çev. Mehmet Harmancı, Sabah Kit.).
6. el– Mubârekfurî, Safiyyurrahmân, er– Rahîku'l–Mahtum, Mekke, 1980.
7. Kal'acî, Muhammed Ravvâs, Dirâse Tahlîliyye li Şahsiyyeti'r–Resul Muhammed (asm), Beyrut, 1998.
8. el–Meydânî, Mecma'u'l– Emsâl.
9. Savaş, Rıza, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, İstanbul 1992.
10. Şükrî, Mahmud, Buluğu'l–Edeb.
11. Yaltkaya, Şerafettin, Yedi Askı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul1985.
6
Hz. Peygamber'in hanımları ve çok evliliği konusunda bilgi verir misiniz?
HZ. PEYGAMBER’İN HANIMLARI:
1. Hatice (ra):
Hz. Peygamber’in (sav) ilk evlilik hayatı, Hz. Hatice validemizle başlar. Onunla evlendiğinde, Efendimiz’in yaşı 25, hanımının yaşı ise, 40’tır. Yani aralarındaki yaş farkı, on beştir. Onun, Hz. Peygamberin yanındaki yeri, diğerlerinden biraz farklıdır. Risâletini tebliğde O’nun yanında olmuş, bütün insanların terk edip, O’nunla alay ettiklerinde O’na teselli vermiş, hattâ Hz. Peygamber’e ilk vahiy gelmesi esnasında böyle bir şeyle ilk karşılaşmanın verdiği heyecanla ürpermesi karşısında, hiç tereddüt etmeden şu gönül okşayıcı ve heyecan yatıştırıcı sözleri söylemiştir:
"Sana müjdeler olsun! Allah’a yemin ederim ki, Allah seni hiçbir vakit utandırmayacaktır. Çünkü sen, akrabana bakarsın, sözün en doğrusunu söylersin, işini görmekten aciz olanların ağırlığını yüklenirsin. Fakire verir, kimsenin kazandırmayacağını kazandırır, misafiri en iyi şekilde ağırlarsın, Hak yolunda zuhur eden hadiseler karşısında, halka yardım edersin."
Bu nâdide kadın, aynı zamanda ilk Müslümanlardandır. Vahyin nüzulünün onuncu yılında, hicretten üç sene önce vefat etmiştir. Allah Resulü (sav), Hz. Hatice’nin ölümü karşısında bir hayli üzülmüştü. Hz. Peygamber’in amcası ve müşriklere karşı koruyucusu olan Ebu Talib ile kendisiyle sükûnet bulduğu eşi Hatice’nin vefatı gibi üzücü olaylar peş peşe geldiği için bu yıla, hüzün yılı denilmiştir.
Resulullah’ın bu evliliği 25 yıl sürmüş, İbrahim dışındaki bütün evlatları da yine bu nâdide kadından olmuştur. Vefatı esnasında Resulullah’ın yaşı 50’dir. Yani Hz. Peygamber evlilik hayatının büyük bir kısmını ve aynı zamanda gençlik ve olgunluk yaşlarını, sadece ve sadece, kendisinden on beş yaş büyük olan bir kadınla geçirmiştir.
2. Sevde binti Zem’a (ra):
Bu hanımı da ilk Müslümanlardandır. Kocası Habeşistan’a yapılan hicretten sonra vefat etmiş olup, kimsesiz kalmıştı. Efendimiz (sav), onunla evlenerek, bu kalbi kırığın da, yarasını sardı; onu perişan olmaktan kurtardı ve ona enis oldu. Zaten sadece Efendimiz’in nikahı altında bulunmayı düşünen bu büyük kadının, dünya adına istediği başka hiçbir şey de yoktu. Ve Allah Resulü’yle evlendiğinde yaşı 55’ti. Buradan da anlaşılacağı üzere, bu evlilikteki asıl amaç, kimsesiz ve yardımcısız kalan bir kadının elinden tutmak, emin bir yuvaya kavuşturmaktı.
3. Aişe (ra):
Resulullah (sav)’ın bâkire olarak evlendiği ilk ve tek kadındır. O, daha sonra halife olacak olan Hz. Ebu Bekir’in biricik kızıdır. Ayrıca, Hz. Aişe çok zeki bir nâdire-i fıtrat ve nübüvvet dâvâsına tam vâris olabilecek yaratılışa sahip bir kadındı. Evlendikten sonraki hayatı ve daha sonraki hizmetleri de göstermiştir ki, O muallâ varlık, ancak Nebî zevcesi olabilirdi. Zira O, yerinde en büyük hadisçi, en mükemmel tefsirci ve en nâdide fıkıhçı olarak kendini gösteriyor, her yönüyle Hz. Peygamber’i temsil etmeye çalışıyordu.
O’nun Hz. Aişe ile evliliği, yanından hiç ayrılmayan, çektiği sıkıntılara beraberce katlanan, mağara arkadaşı Hz. Ebu Bekir için en büyük bir mükâfat idi.
4. Hafsa binti Ömer (ra):
Hz. Hafsa dul bir kadındır. Kocası Bedir Savaşı’nda şehid edilmiş bir mücahittir. Kocasının vefatına üzülmüş, yalnız başına kalmıştır. Babası Hz. Ömer, kızını önce Hz. Osman’a evlenmesi için teklif etmiş, ancak O kabul etmemiş, Hz. Ebu Bekir’e teklif etmiş, O da kabul etmemiştir. Daha sonra da duruma şahit olan Allah Resulü (sav) fazla beklemeden O’nunla evlenmek istediğini bildirmiş ve evlenmiştir. Bu evlilik de, zaruretlerin getirdiği bir evlilik olup, bununla o yüce insan Hz. Ömer’in gönlü hoş edilmiş, kocasının ölümüne üzülen ve yalnız kalan birisinin bu yalnızlığı giderilmiştir.
5. Zeynep binti Huzeyme (ra):
Resulullah (sav) Hafsa’dan sonra bu kadınla evlenmiştir. Onun kocası da Bedir’de şehit edilmiş olan, Ubeyde b. Hâris’tir. Yalnız başına ve kimsesiz kalan bu mübarek kadının yaşı da 60’tır. Bu kimsesizlik zamanında, kendisine yardım edecek bir ele şiddetle muhtaçtır. Onu bu ihtiyaç içerisinde gören şefkat ve merhamet Peygamberi, onu da nikâhlayarak kendi kanatları altına almak istemiştir. Zaten evlendikten iki yıl sonra da vefat etmiştir.
Altmış yaşındaki bir kadınla evlilikte dünyevî bir arzunun bulunması elbette mümkün değildir. Bu evlilikteki tek gaye de, yalnız başına kalan birisine bir yardım eli uzatmaktan ibarettir.
6. Ümmü Seleme (ra):
Bu da ilk Müslümanlardan olup, Habeşistan’a hicret edenlerdendir. Daha sonra da Medine’ye hicret etmiş, çok sevdiği ve kendisine sıkıntılı hicret yolculuklarında arkadaşlık yapıp, yanından hiç ayrılmayan biricik eşini Uhud Savaşı’nda şehit vermiştir. Yurdundan, yuvasından uzak, bir sürü yetimle, hayat külfetini yüklenmiş bu kadına, ilk şefkat elini, Hz. Ebu Bekir ve Ömer uzatırlar. Ancak o, bu talepleri reddeder.
Daha sonra evlilik teklifini Resulullah (sav) yapar ve bu teklif kabul edilir. Böylece yetimleri, sıcak bir yuvaya kavuşmuş, babalarının ölümünden duydukları üzüntüyü, Allah Resulü vesilesiyle unutmuş, hiçbir zaman gerçek bir babayı aratmayacak bir babaya kavuşmuş oldular.
Ümmü Seleme de Hz. Aişe gibi dirayet ve fetaneti olan bir kadındı. Bir mürşide ve mübelliğe olma istidadındaydı. Onun için bir taraftan şefkat eli onu, himayeye alırken, diğer taraftan da, bilhassa kadınlık âleminin medyûn-u şükran olabileceği bir talebe daha ilim ve irşad medresesine kabul ediliyordu.
Yoksa, altmış yaşına yaklaşmış Resulullah’ın, bir sürü çocuğu olan, bir dul kadınla evlenmesini ve evlenip bir sürü külfet altına girmesini, başka hiçbir şeyle izah edemeyiz.
7. Ümmü Habîbe (Remle binti Ebî Süfyan) (ra):
Mekke’de küfrün bayraktarlığını yapan Ebû Süfyân’ın kızıdır. Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarmaya muktedir Yüce Rabbimiz, gelecekte müminlerin annesi konumuna yükselecek bu kadına, İslâm’ın bidayetinde imanı nasip etmişti. Mekke’nin zor şartlarında inancını yaşayamayınca, kocasıyla birlikte Habeşistan’a hicret etme mecburiyetinde kalmıştı. Ancak bu esnada kocası önce Hristiyan olmuş, sonra da ölmüş, Ümmü Habibe yalnız başına kalmıştı. Allah Resulü (sav) durumu öğrenince Necâşi’ye haber göndererek, tek başına kalan bu hanımın kendisine nikahlanmasını istedi. Durumu öğrenince fevkalâde sevinen Ümmü Habibe’nin nikahı, Necâşi huzurunda kıyılmış oldu.
Şayet Hz. Peygamber (sav) böyle yapmayacak olsaydı, yalnız ve kimsesiz bu kadın, ya Mekke’ye dönecek babasının ve ailesinin şiddetli zulümleri karşısında dinini bırakacak, ya Hristiyanlardan yardım dileyecek, ya da kapı kapı dilenip hayatını sürdürecekti. Ancak bu evlilikle en güzel yolu seçmiş oluyordu.
Bu evlilik vesilesiyle, o gün için Müslümanların ve Peygamber (sav)’in azılı düşmanı olan Ebû Süfyan, inananlara yaptığı işkenceyi hafifletmiş, içinde Hz. Peygamber’e karşı olan azılı kini birazcık dahi olsa dinivermişti. Daha geniş dairede ise, Emevîlerle bir akrabalık te’sis edilmiş oldu ki, bu da onların Müslümanlığa girmelerini kolaylaştıran bir unsur oldu. Bundan sonra Ebû Süfyan hâne-i saâdete rahatlıkla girip çıkma avantajına sahip olarak, Müslümanlığı daha yakından tanıma fırsatını bulup, sonunda iman dairesine girmiş oldu.
Açıkça görüldüğü gibi bu evlilikte de, kimsesiz kalan birinin yardımına koşup, onun elinden tutma, onun vesilesiyle Müslümanlara yapılan işkenceyi hafifletme ve azılı düşman biriyle akrabalık kurup, onun imana gelmesine vesile olma vardır.
8. Cüveyriye binti Hâris (ra):
Müslümanlar, yapılan Müreysi gazvesinde galip gelmiş, pek çok ganimet elde edilmiş, bunun yanında 700 kadar da esir alınmıştı. Esirlerin içinde, Benî Mustalik kabilesinin başkanının kızı olan Cüveyriye de bulunuyordu. Cüveyriye, Hâris b. Dırar’ın kızı idi. Hâris, Mustalikoğulları Yahudilerinin reisi idi. Cüveyriye önce Musâfi b. Saffan’la evlenmiş, Musâfi, Müreysi Muharebesi’nde ölmüştü. Cüveyriye, Hz. Peygamber (sav)’e müracaat ederek hürriyete kavuşmayı talep etmiş, Resulullah da onun fidyesini bizzat kendisi vererek hürriyete kavuşturmuştur. Babası gelip kızını götürmek isteyince, o Müslüman olarak Medine’de kalmayı tercih etmiş, bilahare de Resulullah ile nikahı kıyılmıştır.
Resulullah (sav)’ın bu evliliğinden sonra, Abdulmuttaliboğullarının hissesine düşen esirler salıverilmiş, diğer Müslümanlar da bu durum karşısında, Resulullah ile akrabalık bağı bulunan bir kabilenin insanları esir edilemeyeceği düşüncesiyle alınan bütün esirleri salıvermişlerdir.
Hz. Peygamber (sav)’in bu evliliği de altmış yaşları dolayındadır. Bu evlilikte O, önemli bir kabileyle akrabalık kurmayı hedeflemiş, pek çok esirin serbest bırakılmasını sağlamış, bundan da önemlisi pek çok Yahudi’nin İslâm’la şereflenmesine vesile olmuş ve kocası savaşta ölen, dolayısıyla İslâm’a ve Müslümanlara aşırı bir şekilde kinle dolu bir hanımı, şefkat kanatlarının altına alarak onu müminlerin anası mertebesine yükseltmiştir.
9. Safiyye binti Huyey (ra):
Asıl adı Zeynep’tir. O dönemde Arabistan’da reislere düşen ganimet hissesine Safiyye denilmektedir. Bu kadın da Resulullah (sav)’ın hissesine düştüğü için Safiyye adını almıştır. Ana-babası, Yahudilerin ileri gelenlerindendi. Hatta babası Nadiroğullarının reisi, annesi de Kureyza oğullarının reisinin kızıydı. Hayber Gazvesi’nde, babası, kocası ve kardeşi öldürülmüş, kabilesinden pek çok kimse esir alınmıştı. Safiyye, İslâm’a karşı aşırı bir şekilde kin ve nefretle doluydu.
Savaş sonrası Resulullah onu kendi nikahına alarak, yumuşamasını sağlamış oldu. Bu evlilikle de Yahudilerin önemli bir bölümüyle akrabalık kurulmuş, onların Müslümanlığı yakından tanımaları imkânı sağlanmış, düşmanların kötü bir kısım emellerinin, önceden bilinmesi kolaylaşmış ve Müslümanlığın sınırları bu vesileyle genişlemeye yüz tutmuştur.
10. Mâriyetü’l-Kıbtiyye (Ümmü İbrahim) (ra):
Resulullah (sav) İslâm’a davet için etraftaki hükümdarlara mektuplar gönderiyordu. Bunlardan birisi de Mısır hükümdarı Mukavkıs’tı. Mukavkıs, elçiyi güzel bir şekilde karşılamış, Hz. Peygamber’e birtakım hediyelerle birlikte iki de cariye göndermişti. Yolda bu iki cariye, Müslümanlık hakkında malûmat sahibi olduktan sonra, İslâm’ı seçmişlerdi. Bunlar Medine’ye varınca, Resulullah Mariye’yi kendisine almıştı. Oğlu İbrahim, işte bu hanımındandır.
Bu evlilik, bütün Mısırlılar üzerinde büyük bir te’sir icra etti. Müslümanlarla Mısır’daki Bizanslılar arasında çıkan savaşta, Mısırlılar tarafsız kalmış, Bizanslılara arka çıkmamışlardır. İşte bunun sebeplerinden birisi de, kendi milletlerinden olan bir kadının, Hz. Peygamber’le evli oluşudur.
11. Meymûne binti Hâris (ra):
Asıl ismi Berre olup, Resulullah tarafından Meymûne olarak değiştirilmiştir. Hz. Peygamber (sav)’in son evliliğidir. Hudeybiye antlaşmasından bir yıl sonra Hz. Peygamber’le Müslümanlar, Mekke’ye tavaf ziyaretine gitmişlerdi. Bu sırada Peygamberimiz’in amcası Abbas, Allah Resulü’ne Meymûne’yle evlenmesini teklifi etti. Zira Meymûne, Abbas’ın baldızı olup, nikah yetkisini ona vermişti. Peygamberimiz de bu teklifi kabul buyurarak, onunla nikahlandı. Bu durum karşısında Mekkeliler: "Demek ki, Muhammed hemşehrilerine hâlâ dostluk ve hayır duyguları besliyor." yorumunu yaptılar.
Bu evliliği yaptığında da Resulullah, altmış yaşları civarındadır. Gayesi, yine dul kalan bir kadına yardım elini uzatma, Müslüman olduğu hâlde Mekke’de müşriklerin içinde kalan birini bu sıkıntıdan kurtarma ve Mekkeliler’e karşı bir jest yapma vardır.
12. Hz. Zeyneb bînti Cahş (ra)
Hz. Zeyneb, peygamberlikten yirmi yıl yıl önce dünyaya gelmiş, Efendimizin hala kızı idi. İlk iman edenlerdendir. Asıl adı Berre idi. Resulullah (sav) onu Zeyneb olarak değiştirmiştir. Babası Beni Esed kabilesinden Burre, annesi Efendimizin halası Ümeyye binti Abdulmuttalib'tir. O, Mekke'den Medine'ye ilk hicret edenler arasında yer aldı. Medine'ye hicret ettiğinde bekardı. Efendimiz onu evlâtlığı Zeyd b. Harise ile evlendirdi.
Bilindiği gibi, Mekke dönemi daha ziyade iman esaslarının, Medine dönemi ise İslâmî hükümlerin tesis ve tahkim dönemidir. Bu dönemde cereyan eden olaylar, ya geçmişten gelen toplumda yer etmiş batıl bir hükmü kaldırıyor, yerine yenisini koyuyor, ya da yepyeni bir hüküm ihdas ediyordu.
Hz. Zeyneb'in gerek Efendimizden önce Hz. Zeyd'le evlendirilmesinde, gerekse daha sonra Efendimizin onunla evlenmesinde, diğer hanımlarından farklı, Cahiliyet Dönemi âdet ve geleneklerini kaldıran hükümler ortaya çıkmıştır.
Peygamber Efendimizin evliliklerinde gerek o zamanın münafıkları, gerekse yeni zamanın dalalet ehli tarafından en çok dile dolanılıp itiraz edilen Hz. Zeyneb'le olan evliliğidir. Ayrıca çok önemli hükümlerin ortaya çıkmasına sebep olan bir evliliktir. Bütün bu sebeplerle bu evliliğin nikâhı bir "akd-i semavi"dir. yani bizzat Cenab-ı Hak tarafından kıyılmıştır...
Cahiliyyet döneminde kölelik ve imtiyazlı sınıf kavramı en koyu biçimde yer etmişti. Bunun ortadan kaldırılması ve insanların Allah katındaki üstünlüğünün sınıf, rütbe, ırk farklılığıyla değil, takva ile olacağı vurgulanmalıydı. Bunun için en hassas konulardan biri olan evlilik ile bu yanlışın kaldırılması gerekliydi.
Efendimiz (sav) Zeyneb gibi asil soylu ve güzel bir kızı, kendi azad ettiği hizmetçisi Zeyd ile evlendirmekle bu alanda bir adım atmak istemişti. Ancak toplumdaki yaygın kanaatlerin etkisiyle olacak ki, Zeyneb ve kardeşleri önce bu evliliği uygun görmediler. Hür bir kadının, azatlı bir köle ile evlenmesi o günkü geleneğe uymuyordu.
Zeyneb, Resulullah'a, "Ya Resulallah, ben senin halanın kızıyım, ona varmaya razı değilim, üstelik ben Kureyş'liyim." diye görüşünü beyan etti. Resulullah, Zeyd'in kendi yanındaki ve İslâmdaki değerini anlatıp, aslında ana baba tarafından asil ve soylu bir kimse olduğunu belirti.
Derken, Ahzab suresinin 36. ayeti nazil oldu:
"Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."
Bunun üzerine Zeyneb, "Ben Allah ve Resulüne asi olamam!.." diyerek bu evliliği kabul etti.
Fakat bu evlilik iyi yürümedi. Aralarında samimî bir sevgi ve saygı oluşmadı. Zeyneb, dindar ve Allah'tan korkan bir kadın olmasına rağmen, güzelliği, asaleti ile iftihar ediyor, azatlı bir köle olan kocasına iğneleyici sözler söyleyip tepeden bakıyordu.
Hz. Zeyd, artan bu geçimsizliğe dayanamadı. Efendimize (sav) müracaat ederek karısını boşamak istediğini söyledi. Efendimiz çok müteessir oldu. Çünkü bu evliliği isteyen bizzat kendisi idi. Toplumun yanlış algılamalarını kırmak istiyordu. Bu sebebten her defasında Zeyd'e "Karını tut, boşama." diyordu. Ancak her şeye rağmen bu evlilik bir seneden fazla sürmedi. Zeyd, sonunda karısını boşamak zorunda kaldı.
Aradan bir süre geçtikten sonra, sıra Cahiliyette yaygın bir başka yanlış adetin kaldırılmasına gelmişti. Bu da evlâtlıkların, öz evlât gibi kabul edilmesi, dolayısıyla onların hanımları da babalıkların öz kızı hükmünde telâkki edilmesi yanlışı idi.
İslâm, evlâtlık kurumunu temelden değiştirmişti. Ayet-i Kerime bu konuda gayet açıktı:
“Onları, yani evlatlıklarınızı babalarının ismine nisbet ederek çağırın. Bu Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar zaten sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır.” (Ahzab, 33/5)
Bu ayet nazil olduktan sonra Zeyd, artık Zeyd bin Harise diye babasına nisbet edilerek çağrılmaya başlandı. Evlâtlığın kaldırılmasından sonra, evlâtlık hanımlarının da öz kız gibi olmadığı ortaya çıkmış oldu. Ancak bunun bir örnekle de ispatlanması ve kökleştirilmesi gerekiyordu. Bu da Hz. Peygamber (sav)'in, Hz. Zeyneb'Ie evlenmesi ile mümkün olacaktı. Ancak yerleşik bir adeti ortadan kaldırırken ortaya çıkacak fitne ve dedikodular Efendimizi düşündürüyordu. Ama İslâm'ın getirdiği bu prensip, kesinlikle kendi üzerinde uygulanacaktı. Bundan kaçınılamazdı. Nitekim bu hususu Kur'an-ı Kerim şöyle dile getirir:
"Hani Allah'ın iman nasib ederek ikramda bulunduğu ve senin de azad edip evlatlık edinerek ikramda bulunduğun kimseye sen, 'Hanımını bırakma, Allah'tan kork.' diyordun. Sen o zaman, Allah'ın açıklayacağı bir şeyi bildiğin halde, insanların dedikodusundan korkuyordun. Halbuki Allah korkulmaya daha layıktır. Sonra Zeyd o hanımla alakasını kesince biz onu sana nikâhladık. Ta ki evlatlıkların boşadığı hanımlarla evlenmenin müminler için günah olmadığı anlaşılsın. Allah'ın emri işte böylece yerine getirilmiştir."(Ahzab, 33/37)
Bu ayetin nazil olmasından sonra, Hicretin 5. yılında, Zeyneb, otuz beş yaşında iken Efendimiz (sav) ile semavi bir akitle evlenmiştir.
Nitekim bu evlilik üzerine münafıklar boş durmadı. "Muhammed, oğlunun karısının haram olduğunu bildiği halde, kendi oğlunun hanımını nikahladı!" demeğe başladılar. Bunun üzerine Ahzab suresinin 40. ayeti nazil oldu:
"Muhammed, hiçbirinizin babası değildir, o Allah'ın Resulüdür ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah ise her şeyi hakkıyle bilir."
Peygamberler ümmetleri için bir nevi baba hükmünde olup, onlara kendi babalarından daha büyük bir şefkatle baktıkları halde, bu neseb itibariyle bir babalık değildir. İşte ayet-i kerime bu sebeble peygamberlerin ümmetlerinden hanım almasının akla, ilme ve tabiata uygun düşmeyen bir durum olmadığını açığa çıkarıyordu. Böylece İslâm, evlâtlıkla öz evlâd hukukunu birbirinden ayırıyordu. Ancak bu adet o kadar köklü ve yerleşik idi ki, o gün Müslümanlar arasında bile kimse böyle bir evliliğe cesaret edemezdi. Bu yüzden o günkü münafıklar bu evliliği dillerine dolamış, çeşitli senaryolar üretmişlerdir. Hatta bu evliliği Efendimizin -haşa- nefsaniyetine düşkünlüğüne delil göstermek istemişlerdir.
Bu evliliği nefsanî ve şehevanî telâkki edenlere Üstad Bediüzzaman'ın veciz ve susturucu cevabı şöyledir:
"Yüz bin defa haşa ve kella. O damen-i muallaya, şöyle pest şübehatın eli yetişmez. Evet, on beş yaşından kırk beş yaşına kadar hararet-i gariziyenin galeyanı hangamında ve hevesat-ı nefsaniyenin iltihabı zamanında, dost ve düşmanın ittifakıyla kemal-i iffet ve tamam-ı ismetle Hatice'tül Kübra (ra) gibi ihtiyarca bir tek kadınla iktifa ve kanaat eden bir zatın, kırktan sonra, yanı hararet-i gariziye tevakkufu hengamında ve hevesat-ı nefsaniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivaç ve tezevvücatı, bizzarure ve bilbedahe, nefsanî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenit olduğunu zerre kadar insafı olana ispat eder bir hüccettir." (Risale-i Nur Külliyatı, l/357)
Hz. Zeyneb'i daha önce bakire iken de tanıyan Efendimiz (sav), onu Zeyd'le evlendirmeden önce de evlenebilirdi. Buna bir engel yoktu. Demek ki, bu evlilikte toplumda yaygın eski yanlışların düzeltilmesi ve yeni bir takım hükümlerin yerleştirilmesi gibi önemli hikmetler vardır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamber Efendimizin çok evliliği ve evinin ezvac-ı tahirat okulu olması...
- Peygamber Efendimizin çok evlenmesinin hikmetleri nelerdir?
7
Hz. Muhammed (asm)'ın alemlere rahmet oluşu ne demektir?
Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed (asm)'in alemlere rahmet olarak gönderildiğini ifade eder. (Enbiya, 21/107) Yağmur nasıl ki bir rahmettir, yeryüzünün hayat bulmasına sebep olur, öyle de, Hz. Muhammed (asm) dahi insanlığın manen hayat bulmasına sebep olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Onun getirdiği din ile insanlığın mühim bir kısmı puta tapmaktan, vahşetten, bedevilikten kurtulmuştur.
Onun engin şefkatini, sınırsız merhametini gösteren bir kaç olaya bakalım. Mesela:
- Tufeyl bin Amr, Resulullah (asm)'a gelir, kabilesinin İslama girmeyi reddettiğini söyler ve onlar için beddua talebinde bulunur. Hz. Peygamber (asm) ellerini kaldırır ve söyle dua eder:
"Allah’ım, onlara hidayet ver, onları imana getir."
- Benzeri bir durum Sakif kabilesi için söz konusu olur. Yapılan savaşta Sakif okçuları Müslümanlara hayli zarar vermiştir. Sahabeden bir kısmı,
"Ya Resulullah, Sakif kabilesinin okları bizi yaktı, onlara beddua et!" deyince, Resulullah (asm) şu duayı yapar:
‘’Allah’ım, Sakife hidayet ver!’’
- Hımar isimli birisi müzmin sarhoştur. Kendisi bu yüzden bir kaç defa cezalandırılmıştır. Yine bir ceza uygulanacağı sırada, oradakilerden birisi ona lanet okur. Hz. Peygamber (asm) hemen müdahale eder ve şöyle der:
"Öyle demeyin. Ona lanet yerine ‘Allah’ım ona merhamet et, kusurlarını affet.’ deyin. Vallahi, onun hakkında benim bildiğim şudur: O, Allah ve Resulünü seviyor.’’
Onu öldürmek isteyenler bile onun engin merhametinden nasiplerini almışlar, onunla hayat bulmuşlardır. Mesela:
Bir sefer dönüşü Hz. Peygamber (asm) bir ağacın altında istirahat ederken bir bedevi müşrik elinde kılıçla gelir. Tam vuracağı sırada Peygamber (asm) gözlerini açar. Müşrik, "Seni benim elimden kim kurtaracak?.." der. Peygamber (asm) sakin bir şekilde "Allah!.." diye cevap verir. Müşrik o sırada gayptan bir darbe yemiş gibi sendeler ve kılıç elinden düşer. Peygamber (asm) kılıcı eline alır "Şimdi seni kim kurtaracak?.." diye sorar. Müşrik, "Hiç kimse." der. Peygamber, "Haydi, gidebilirsin, seni affettim!.." deyince bu zat Müslüman olur.
Onun "Rahmet peygamberi" oluşundan hayvanlar bile pay almışlardır. Mesela:
- Hz. Muhammed (asm) ve bazı arkadaşları bir sefer esnasında yol alırlarken ağaç altında uyuyan bir ceylana rastlarlar. Hz. Peygamber (asm) arkadaşlarına "Aman rahatsız etmeyin!" der, sessizce yollarına devam ederler.
- Hz. Peygamber (asm), kedi yüzünden bir kadının ilahi cezaya uğradığını bildirir. Bu kadın kediyi hapsetmiş, kendisi bir şey vermediği gibi, rızkını aramasına da engel olmuştur. Kedi sonunda ölür. Kadın, bu yüzden azap görecektir.
- Bir başkası ise, köpeğe yaptığı iyilik yüzünden cennete girecektir. Hz. Peygamber (asm)'in bildirdiğine göre, çölde yol alan birisi iyice susamıştır. Sonunda bir kuyuya rast gelir. Aşağıya inip kanasıya su içer. Kuyudan çıktığında, susuzluktan dili sarkmış, neredeyse ölmek üzere olan bir köpek görür. Onun hâline acır, tekrar kuyuya iner, ayakkabısıyla köpeğe su çıkarır, içirir. Bu fiiliyle Cenab-ı Hakk'ın rızasını kazanır.
8
Peygamberimizin insani ve risalet yönlerini açıklar mısınız?
Peygamberimizin Beşeri ve Risalet Yönü
Hz. Peygamber (asm)'in birbirinden farklılık arzeden iki şahsiyeti vardır:
1. Beşerî yönü
2. Risalet yönü
Hz. Peygamber (asm), beşeri yönü itibariyle bizim gibi bir insandır. O da yer, içer, sıcaktan soğuktan etkilenir. Yarın ne olacak, ilerde neler olacak bilemez. Risalet yönüyle ise, vahye mazhardır. Allah'dan gelen mesajlara bir alıcı durumundadır.
Peygamberlerin bir beşer olması, onun için bir noksanlık değil, aksine bir kemâldir. Bir beşer değil de, bir melek olsaydı, insanlara önder olamazdı, rehberlik edemezdi.
Sahabiler, Hz. Peygamber (asm)'in beşeriyet ve risalet yönlerini ayırt edebiliyorlardı. Mesela, Bedir savaşı öncesi Rasulullah (asm) orduyu bir yere yerleştirdiğinde sahabilerden Hubab B.Münzir "Ya Rasulullah, eğer buraya yerleşmemiz Allah'dan sana gelen bir vahiyle değilse, suları tutup düşmana göre avantajlı bir durumda olmamız daha uygundur." der. Hz.Peygamber (asm) uygun görür. Hubab'ın görüşüne göre hareket edilir.
Rasulullah (asm) risalet yönüyle bir takım gaybî sırlara mazhardır. Bunun en büyük delili başta Kur'an'dır. Kur'an-ı Kerim'de bunun çok örneklerine rastlamaktayız:
"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir sır söylemişti. Fakat eşi, bunu başkasına haber verdi. Allah bunu, peygamberine bildirdi. Peygamber, bir kısmını söyleyip bir kısmından vaz geçmişti. Peygamber bunu haber verince eşi 'Bunu sana kim haber verdi?' dedi. Peygamber, 'Alim ve Habîr olan Allah haber verdi.' dedi." (Tahrîm, 66/3)
Peygamberimizin Rahmet Olarak Gönderilmesi
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107)
Bu ayette Hz. Muhammed (asm)'in, ancak alemlere rahmet için gönderildiği belirtilmektedir. Rahmet acımak anlamına gelmektedir. Ayetin anlamı şudur: Allah insanlara acıdığından dolayı onları hurafelerden, kötü huylardan kurtarmak ve doğru yola yöneltmek için Hz. Muhammed'i göndermiştir.
Hz. Muhammed (asm)'den önce insanlar birbirlerini yiyorlardı. Kuvvetliler zayıfları eziyor, kadınlar hakaret içinde tutuluyor, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, insanlar elleriyle yaptığı putlara tanrı diye tapıyorlardı. Dünya küfür ve sapıklık içinde yüzüyordu.
İşte yüce Allah İnsanları bu haksızlıklardan kurtarıp özgürlüğe kavuşturmak, zayıfları korumak, ruhlarını vehim ve hurafelerin tutsaklığından kurtarmak için Hz. Muhammedi (asm) göndermiştir. Onu göndermesi, insanlara acıdığından, şefkatinden dolayıdır. O, bizatihi alemlere rahmet olmuştur. Çünkü getirdiği prensipler, onların mutluluğuna sebep olmuştur. Müslim'in rivayet ettiği bir hadisi şerife göre: Müşriklere beddua etmeini söyleyenlere:
"Ben lanetçi olarak değil, alemlere rahmet olarak gönderildim." demiştir.
Tebliğde Yakınlara Öncelik Vermek
"(Önce) en yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını ger. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım." (Şura, 26/214-216)
âyeti mürşitlerin mürşidi Hz. Muhammed (asm)'in, işi kendi yakın çevresinden başlatmasını emretmektedir.
Hz. Peygamber (asm)'ın kendi nefsinden sonra tebliğ işini kendi yakınlarından başlatması birçok yönden dikkat çekicidir. Çünkü onu yakından tanıyan kendi yakın çevresidir. Öncelikle onların irşad edilmesi gerekir. Çünkü bu metot bir kaç yönden fayda sağlayacaktır:
Birincisi: Kendi yakınları herkesten daha çok onun dürüstlüğünü bildiklerinden, daha çabuk imana gelebilirler. Üstelik insanoğlunun yaradılışında yakınlarına karşı cibillî taraftarlık da söz konusudur. Bundan da istifade etmek gerekir. İman etmediği halde Hz. Peygamber (asm)'e hayatı boyunca yardım elini uzatan amcası Ebû Tâlib'in durumu bunun güzel bir örneğidir. Nitekim İlk Müslümanlar da onun bu yakın çevresinden oluşmuştur. Eşi Hz. Hatice (ra), hizmetçisi Hz. Zeyd (ra), yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir (ra) ve bir mânevî evlâdı hükmünde olan amcasının oğlu Hz. Ali (ra) gibi bahtiyarlar, bu altın neslin ilk halkasını teşkil etmişlerdir.
İkincisi: Câhiliye dönemi insanlarının iliklerine kadar işlenmiş olan eski adetlerin terk edilmesi gibi nefsin hoşuna gitmeyen hususlara kendi yakınlarından başlaması, kendisinin samimiyetini ve işin ciddiyetini ortaya koymaya yeterli bir davranıştır. Bugünkü insanlar da yapılması veya yapılmaması gereken hususlarda işi kendi yakın çevresinden başlatmış bir kimsenin samimiyetine içtenlikle inanır ve onun sözüne daha çok itibar ederler.
Üçüncüsü: Yakınları arasından davasına karşı çıkanlar için de hiçbir taviz vermemesi ve Ebû Leheb olayında olduğu gibi, amcasına karşı bile pervasız tavır sergilemesi, onun vaz geçmesi imkânsız bir gerçeğin peşinde olduğunun göstergesidir.
Dördüncüsü: Câhiliye döneminde varolan ırkçılık anlamındaki haklı-haksız demeden kendi yakınlarını koruma âdetini bertaraf etmek için öncelikle onları hayra davet etmek gerekiyordu. Böylece bu dâvete icabet etmeyen yakınlarını bırakıp, dâvete icabet eden yabancıları candan dost edindiğini, dost ve düşmana kanıtlama imkânını verecekti ve vermiştir.
Bediüzzaman'a göre de insanın yapması gereken işlerin lüzum sırası kişinin kendisinden başlayıp küçük çevreden büyük çevreye doğru orantılı olarak giden bir çizgi takip etmektedir. Ömür sermayesi pek az olan insanoğlunun lüzumlu işleri bırakıp da lüzumsuz işlerle vakit geçirmesi, telafisi imkansız zararlar doğuracaktır. Onun için kişinin önce kendi nefis, kalp, akıl ve mide dairesinden; beden ve aile dairesinden; mahalle ve şehir dairesinden; vatan ve memleket dairesinden; yerküresi ve insan nevi dairesine; hatta tüm canlılar ve dünya dairesine kadar birbiri içinde mütedahil dairelerdeki vazifelerini lüzum sırasına göre öncelik tanıyan bir çizgiyi takip etmesi şarttır. Çünkü küçük çevrede sıkça ve büyük görevler; büyük çevrede ise, ara sıra ve küçük görevler ters orantılı olarak bulunmaktadır.
Peygamberimizin (Hadislerin) Kur'an'ı Açıklamasının Önemi
- Hadislerin yazılması, toplanması / tedvini, günümüze kadar ulaştırılması ve sünnetin bağlayıcılığı konusunda detaylı bilgi verir misiniz?
9
Efendimiz Hz. Muhammed'in kronolojik hayatı kısaca nasıldır?
Peygamberimizin Soyu: Hz. İbrahim, Hz. İsmail… Adnan (21. batın)... Fihr, Gaalib, Luey, Kâ’b, Mürre, Kilâb, Kusay, Abdulmenaf, Haaşim, Abdulmuttalib, Abdullah, HZ. Muhammed Mustafa (asm).
M.S. 571 - Fil Olayı. Habeşistan'ın Yemen Valisi Ebrehe, Kâbe'ye saldırdı.
20 Nisan 571 - İnsanlığın en büyük önderi Hz Muhammed (asm) doğdu.
575 - Dört sene süt annesi Halime'nin yanında kaldıktan sonra ailesine dönüşü.
576 - Annesi Amine ve hizmetçileri Ümmü Eymen ile birlikte Medine'ye gidip babasının mezarını ziyaret etmesi ve dönüşte Ebvâ'da annesinin vefâtı. Dedesi Abdulmuttalib'in himâyesine girmesi.
578 - Dedesi Abdulmuttalib'in vefatı ve amcası Ebû Talib'in himâyesine girmesi.
583 - Amcası Ebû Talib ile Suriye'ye ticaret kervanıyla gitmesi ve Busra'da Bahîra'nın, bu genç çocuğun beklenen son peygamber olabileceğini sezmesi.
588 - Diğer amcası Zübeyr ile Yemen seyahati.
591 - Kureyş-Hevâzîn arasında dört yıl süren Ficar harbinde tarafsız kalması ve Hılf’ûl Fudûl Cemiyeti'ne girmesi, bununla hep iftihar etmesi.
595 - Hz. Hatice'nin kervanını Şam'a götürmesi, Meysere'nin Hz. Muzammed (asm)'e hayranlığı.
596 - Hz. Hatice ile evlenmesi, Ebû Talib’in nikâh töreninde konuşması.
598 - Oğlu Kasım'ın doğması. (Kendisine Ebul Kasım denilmesi).
599 - Hz. Ali’nin doğması.
600 - Kızı Zeyneb doğdu,
604 - Kızı Rukiye doğdu,
608 - Kızı Ümmügülsüm doğdu.
608 - Muhammedü'l-Emîn denilen Hz. Muhammed’in Kâbe hakemliği.
610 - Hira mağarasında (Ramazan ayında Kadir Gecesi’nde) ilk vahyin gelişi, peygamber oluşu. En yakınlarını İslâm'a davet etmesi. Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali ve Hz. Zeyd’in Müslüman olmaları.
- Kızı Hz. Fatma'nın doğumu.
613 - Üç yıl gizli davetten sonra Safâ Tepesi’ne çıkıp açıktan davete başlaması.
615 - Müşriklerin ağır baskıları üzerine Hz. Osman liderliğindeki 14 Müslümanın Habeşistan'a hicreti. Putperest müşriklerin zulüm ve işkencelerini iyice artırmaları üzerine Müslümanların Dâru'l-Erkam’a sığınmaları.
616 - Hz. Hamza ve Hz. Ömer'in Müslüman olmaları.
- İran Hükümdârı Perviz’in, Suriye ve Mısır'ı zabtetmesi.
617 - Hz. Ali'nin ağabeyi Cafer- i Tayyar liderliğindeki (13 kadın, 77 erkek) 90 Müslümanın ikinci Habeşistan hicreti. Müşriklerin muhacirleri geri istemesi.
- Habeş Necâşî’sinin, Hz. Câfer’in okuduğu ayetlerden etkilenerek, bunu reddetmesi.
- Kureyş kabilesinin Haşimoğulları'yla münâsebeti keserek boykot ilanı.
619 - Kureyş’in üç senelik ablukayı kaldırması. Ebû Talib'in ve hemen peşinden Hz. Hatice'nin vefatı. Müslümanların sevinçle üzüntüyü bir arada tatması (Hüzün Yılı).
620 - Peygamberimiz (asm)'in İslâm'a davet için Taif'e gitmesi. Ağır hakaretlere uğrayarak Mut’im bin Adiy himâyesinde geri Mekke'ye dönmesi.
- İsrâ ve Mi'rac Olayı. Allâhu Zülcelâl’in Peygamberimizi onurlandırması.
- Peygamberimiz (asm)'in hac münâsebetiyle dışarıdan gelen yabancılarla görüşmesi.
- I. Akabe Biatı. Medineli (Yesribli)12 kişinin Müslüman olması. Beş vakit namaz farz kılındı.
621 - II. Akabe Biatı. Peygamberimiz (asm) geçen yıl Medinelilere İslâm’ı ve Kur’an’ı öğretmek için Mus’ab b. Umeyr’i göndermişti. Mus’ab’ın gayretiyle 75 kişilik Evs ve Hazreçli, Peygamberimizle gizlice buluştu, onu Medineye davet etti.
622 - Hz. Muhammed (asm)'in, dostu Hz. Ebû Bekir’le Mekke'den Medine'ye hicreti. Hicrî takvimin başlangıcı.
- Rasûlullah (asm)'ın Kuba Mescidi'ni yaptırması. Ranuna vadisinde ilk Cuma namazını kıldırması ve ilk hutbeyi okuması. Neccâr oğullarının Rasûlullah (asm)’ı Medineye götürmesi.
- Ebû Eyyûb el Ensârî’nin evinde yedi ay misafir kalması.
- Muhacirlerle Ensar arasında kardeşliğin kurulması.
- Mekke’de nişanlandığı, Hz. Ebubekir’in kızı Hz. Aişe ile evlenmesi.
- Bizanslıların Suriye ve Mısır'ı İran’dan (Sâsânîlerden) geri alması.
623 - Medine'de Mescid-i Nebevî'nin ve Hâne-i Saâdet’in yedi ayda inşâsı.
- Ezanın meşrû kılınması. İlk nüfus sayımı.
- Mescidin önünde fakirleri barındırmak için Suffa yapılması.
- Kıblenin Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'dan, Mekke-i Mükerreme’deki Kâbe-i Muazzama'ya çevrilmesi.
- Müslümanlarla Yahudiler arasında vatandaşlık antlaşması.
- Medine İslam Şehir Devleti' nin ilk anayasasının hazırlanması.
- Medine Şehir (site) Devleti'nin kurulması. Yönetimin başına Allah Rasûlünün geçmesi. (Müslümanlar hicretle; ezilen horlanan bir cemaatten devlete geçmişlerdi. Hz. Muhammed (asm) Mekke’de yalnızca bir peygamberdi. Şimdi ise hem peygamber, hem de bir devlet başkanı idi).
- Cihada izin verilmesi.
624 - İslam'da ilk harb olan şanlı Bedir zaferi ve küfrün elebaşısı Ebû Cehil'in öldürülüşü (Yerine Ebû Süfyan’ın geçmesi).
- Ramazan orucunun ve zekâtın farz kılınışı. İlk bayram namazı.
- Peygamberimiz (asm)'in kızı ve Hz Osman'ın hanımı Rukiye'nin vefatı.
- Peygamberimiz (asm)'in kızı Hz. Fatma ile Ebû Talib'in oğlu Hz. Ali'nin evlenmesi.
- Yahudilerin Müslümanlara karşı düşmanca harekete başlamaları, münâfıkların türemesi.
625 - Uhud harbi, Hz. Hamza'nın şehid olması.
- Hz. Hasan’ın doğumu (Ramazan ayında)
- Peygamber Efendimiz (asm)'in Hz. Ömer’in kızı Hafsa ile evlenmesi.
- Reci’ vak’ası: İslâm’a davet için çevre kabilelere gönderilen muallimlerden dördünün şehid edilmesi, Zeyd ve Hubeyb’in Mekkeliler’e satılması ve şehid edilmesi.
- Bi’r-i Maûne faciası: Necid’e gönderilen yetmiş muallimin şehâdeti.
- Benî Nâdir Gazvesi: Şımaran Yahudilerin sürgün edilmesi.
- Hz. Hüseyin’in doğumu. (Şaban ayında)
- Tercüme işlerinde Yahudilere güven kalmadığından Hz. Peygamber (asm)'in Zeyd b. Sabit'e İbrânice öğrenmeyi emretmesi.
626 - Dûmetü’l-Cendel Gazvesi. Suriye'de toplanan eşkıyalar dağıtıldı.
- Peygamberimiz (asm)'in Ümmü Seleme ile evlenmesi.
- İçki ve kumarın haram kılınması.
627 - Hendek (Ahzab) Harbi: Medine'yi kuşatan müşriklerin perişan olmaları.
- Hendek harbinde hainlik eden Benî Kureyza Yahudilerin cezalandırılmaları.
- Peygamberimiz (asm)'in, halasının kızı Zeyneb ile evlenmesi.
-Müreysî (Benî Mustalık) Gazâsı: Bu kabile Medine’ye saldırmak istediğinden susturuldu. Dönüşte ifk (Hz. Aişe’ye iftira) dedikodusu yayıldı.
- Teyemmüm meşrû kılındı.
628 - Hudeybiye Antlaşması. Bazı şartları ağır görülen bu antlaşma Müslümanlar için siyâsî bir zaferdi. Çünkü bu antlaşma ile Mekke müşrikleri İslam Devleti'ni resmen tanımış oluyorlardı. 10 yıllık ateşkes süresi içinde Peygamberimiz (asm) Kureyş tarafından emîn olarak tebliğ faaliyetlerini rahatça sürdürebilecekti. Bu sayede zamanın hükümdarlarını İslâma davet fırsatını buldu. Mektuplar göndererek onları İslâm’a çağırdı. [Bizans İmparatoru Heraklius’a, İran Kisrâsı Perviz’e, Mısır Azîzi Mukavkıs’a, Habeşistan Necâşîsi’ne, Yemen Vâlisi Bâzân’a, Bahreyn, Umman, Dımeşk (Şam) ve Yemâme emirlerine elçiler ve mektuplar gönderdi. Yemen Vâlisi, Bahreyn ve Umman emîri, Habeş Necâşîsi (gizli) Müslüman oldu. Heraklius ile Mukavkıs elçilere iyi davrandı.]
- Hayber'in Fethedilmesi. Hz. Ali'nin dillere destan kahramanlıklar göstermesi, Yahudilerin baş cengâveri (savaşçısı) Merhab'ı bir hamlede yere sermesi.
- Fedek Yahudileri’nin vergiye bağlanması.
- Bir Yahudi kadının Hz. Muhammed (asm)'i (zehirli etle) zehirleme girişimi.
- Peygamberimiz (asm)'in Hz. Safiyye ile evlenmesi.
- Mut’a nikâhının yasaklanması.
- Mekke'den Habeşistan'a göçmüş olan Müslümanların Câfer-i Tayyar başkanlığında Medine'ye dönmeleri. Necâşi tarafından Peygamberimize gıyaben nikâhlanan Ümmü Habibe vâlidemiz de bu kafiledeydi.
- Bizans-İran savaşı. İran’da müthiş veba salgını.
629 - Hudeybiye Antlaşması hükümlerine göre Müslümanların Kâbe'yi ziyaret etmeleri (Umret’ül Kazâ).
- Halid bin Velid ve Amr İbnü’l As'ın Müslüman olup Medine’de Müslümanlara katılması.
- İran’ın Yemen Vâlisi Bazan’ın Müslüman oluşu.
- Mute Harbi. İslam sancaktarı Zeyd bin Hârise, Cafer-i Tayyar ve Abdullah bin Revâha'nın peşi peşine şehit olmaları. Halid bin Velid’in askerî dirâyeti sayesinde üç bin kişilik İslam ordusunun, yüz bin kişilik Bizans ordusuna zor anlar yaşatması ve ordunun fazla zâyiat vermeden geri çekilmesi. Mute Savaşı, Suriye’de Müslümanların Bizans'la ilk karşılaşması idi.
- Zâtu’s-Selâsil Olayı’nda Amr İbnü’l As’ın kumandanlık etmesi.
630 - Mekke'nin Fethi, Kâbenin putlardan temizlenmesi. Gâlibin, mağlupları toptan affederek dünyada eşine rastlanmayan bir büyüklük göstermesi. İşte İslâm İnkılâbı!..
- Ebû Süfyan ve oğlu Muaviye’nin Müslüman oluşu.
- Huneyn Gazâsı ve Evtas Savaşı.
- Taif’in muhasarası, putlarının Ebû Süfyan ve Mugîre’nin eliyle yıkılması.
- Savaş esirleri arasında (Sütannesi Halime’nin kızı) süt kardeşi Şeymâ’yı görünce serbest bırakması ve Hevâzîn heyetine bütün esirlerin serbest bırakıldığını bildirmesi.
- Savaş ganimetlerinden müellefe-i kulûba (kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara) hisse verilmesi.
- Çevredeki bazı Arap emirliklerine elçiler göndermesi.
- Kasîde-i Bürde şairi Kâ'b bin Züheyr'in Peygamberimiz (asm)'in huzuruna gelerek “Bânet Suâdü” diye başlayan meşhur kasîdesini okuması ve "Peygamber etrafı aydınlatan bir meşaledir, her fenâlığı kökünden kazıyan Allah'ın kılıçlarından biridir." beytini söyleyince Efendimiz (asm)'in çok memnun olması ve Hırka-i Şerîf’ini hediye etmesi.
- Kızı Hz. Zeyneb'in vefatı. Eşi Mâriye’den oğlu İbrahim’in doğumu.
- Mescid-i Nebevî'de üç basamaklı bir minber yapılması.
- Tebük Seferi. Peygamberimiz (asm)'in son gazâsı. Bir çatışma olmadı, ama çok zor şartlar altında dünyanın en büyük devleti olan Bizans’a karşı 30 bin kişilik bir ordunun gönderilebilmesi askerî ve siyâsî bir zaferdir.
- Münafıkların Tebük Seferi'ne katılmaktan kaçınmaları ve toplandıkları fesat yuvası Mescid-i Dırar'ın yıktırılması.
- Sulh ve sükûn devresi. Elçiler yılı (Senetü’l-Vüfûd). Yetmiş kadar kabileye heyetler ve muallimler gönderilmesi, bütün kabilelerden gelen heyetlerin Müslüman olduklarını arz etmeleri.
- Sevgili oğlu İbrahim'in vefatı. Necâşî için gâib namazı kılması.
631 - Hz. Ebu Bekir’in hac emirliği.
632 - Peygamberimiz (asm)'in (ilk ve son) Vedâ Haccı ve yüz bini aşkın hacıya yaptığı Vedâ Hutbesi. İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’nden asırlarca önce insan haklarının ilânı.
- Müslümanlığın hemen hemen bütün Arabistan’a yayılması. (M. Hamîdullah’ın tahminine göre Müslümanların sayısı bu sırada 400. 000 idi.)
- Peygamberimiz (asm)'in Bakî Mezarlığı'na esrârengiz bir ziyaret yaparak âhirete göçmüş mü'minleri selamlaması ve şehidlere duası.
- Vefâtından üç gün önce Hz. Ali ile Fahd’a dayanarak mescide gelip cemaata namaz kıldırması, ashâbına hayır temennîlerde ve son tavsiyelerde bulunması.
Fazîlet dolu nurlu bir hayattan sonra bu fâni âlemden ebedî âleme göç etmeleri ve ruhunun Refîk-i A’lâ’ya (Yüce Dost'a) yükselişi.
Salâtımız onadır, selâmımız ona... Rabbim bizi şefaatından ayırmasın. (Âmin.)
İlave bilgiler için tıklayınız:
- Peygamberimiz Hz. Muhammed'in hayatını ve bazı özelliklerini kısaca özetler misiniz?
10
Peygamberimiz'in kaç tane torunu vardır?
Hz. Peygamber (asm)’in en büyük kızı Zeynep (r.anha), teyzesinin oğlu Ebul-As’la evlendirilmiş ve bundan Ali ve Ümame adında iki çocuğu olmuştur. Ali Mekke fethi sonrası (8/630) küçük yaşta ölmüştür.
Ümame adlı kız çocuğu ise, Hz. Fatıma (r.anha)’nın ölümü üzerine önce Hz. Ali (ra) ile evlenmiş, onun şehit edilmesi üzerine Muğire b. Nevfelle nikahlanmıştır. Muğire’den Yahya adında bir oğlu olmuşsa da nesli devam etmemiştir.
Hz. Peygamber (asm)’in ikinci kızı Hz. Rukiyye (r.anha) ise, Hz. Osman (ra) ile evlenmiştir. Hicretin ikinci yılında kızamıktan dolayı vefat etmiş, Hz. Osman (ra)’dan olan oğlu Abdullah da iki yaşında iken vefat etmiştir. Böylece Hz. Zeynep gibi Hz. Rukiyye’nin de nesli devam etmemiştir.
Ümmü Gülsüm (r.anha)'e gelince; O da ablası Rukiyye’nin ölümü üzerine hicretin üçüncü yılında Hz. Osman (ra) ile evlendi. Hicretin dokuzuncu yılında vefat ettiğinde çocuğu yoktu ve soyu kesilmişti.
Hz. Peygamber (asm)’in küçük kızı Hz. Fatıma’nın sırayla, Hasan, Hüseyin, Ümmü Gülsüm, Zeynep ve Muhassin (Muhsin) adlarında çocukları oldu. Bunların hepsi Hz. Ali (ra)'dendir. Muhassin küçük yaşta vefat etti. (1) Fatıma’nın nesli diğer çocuklarıyla devam etti. Hz. Fatıma’nın kızı Zeynep’ten olan çocukları “Zeynebiler” olarak bilinir.
Hz. Fatıma’nın diğer kızı Ümmü Gülsüm ise, Hz. Ömer (ra) halife iken önce onunla evlendirilmiş, Hz. Ömer (ra)’den Rukiyye ve Zeyd adlı iki çocuğu olmuş ve çocuklar küçük yaşlarda vefat etmişlerdir.
Hz. Ömer, (h.23/m.644) yılında şehit edilince Ümmü Gülsüm önce amcası oğlu Avn b. Cafer’le evlenmiş ve ondan çocuğu olmamıştır. Avn’ın ölümü üzerine, kocasının kardeşi Muhammed b. Cafer’le evlenmiş ve bundan bir çocuğu olmuştur. Muhammed vefat edince de bir diğer kardeşleri olan Abdullah b. Cafer’le evlenmiş ve ondan çocuğu olmamıştır.(2)
Hz. Fatıma neslinden söz edilirken, niye Hz. Peygamber (asm)’in diğer kızlarından olan torunlarından söz edilmez?
Hz. Peygamber (asm) bir hadis-i şerifinde
“Her annenin oğlu için kendilerine mensup olacağı bir asabe (baba tarafından akrabalar)vardır. Fatıma’nın iki oğlu bundan müstesnadır; çünkü ben onların velisi ve asabesiyim (erkek cihetinden akrabası sayılırım)”(3)
buyurmuş ve neslinin Hz. Fatıma’nın bu iki oğlundan devam edeceğini belirtmiştir.
Bu açıdan, Hz. Peygamber (asm)’in diğer kızlarından olan torunları, yalnız birinci nesilde Rasulullah’a nispet edilirler. Fakat onun asabeliği, Hz. Hasan (ra), Hz. Hüseyin (ra) ve bu ikisinin nesillerinde devamlıdır. Zeynep ve Ümmü Gülsümün çocuklarından olan torunları ise, bu nispete dahil değildir, kendi babalarının nisbesiyle anılırlar ve onların soylarına girerler.
Dipnotlar:
1. Murat Sarıcık, Hz. Muhammed’in Çağrısı, Nesil Yayınları, İstanbul 2006, s. 55- 56, 202, 206; kaynaklar ve geniş bilgi için bk. İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2004, s. S. 291- 293.
2. Geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Murat Sarıcık, Dört Halife Dönemi, I-II, Nesil Yayınları, İstanbul 2002, I, 331- 336.
3. Hakim en- Nisaburi, el- Müstedrek, I- IV, Beyrut, ty. III, 164; geniş bilgi için bkz. Murat Sarıcık, Osmanlı İmparatorluğunda Nakîbü’l- Eşrâflık Müessesesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2003, s. 10.
11
Peygamberimizin şemaili / siması, dış görünüşünü (fiziksel özelliklerini) anlatır mısınız?
Günümüzde insanlar, özellikle de gençler birçok insanı kendilerine örnek almakta, onların tavır ve konuşmalarına, üsluplarına, giyim tarzlarına özenmekte, onlar gibi olmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu insanların büyük bir çoğunluğu doğru yolda olmadığı gibi, tavır ve ahlak güzelliğine de sahip değildirler. Bu nedenle insanları doğru olana, en güzel ahlak ve tavıra özendirmek önemli bir sorumluluktur. Bir Müslümanın, tavrına ve ahlakına özenmesi, benzemek için çaba göstermesi gereken kişi, Hz. Muhammed (sav)'dir. Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirmektedir:
"Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü'nde güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21)
Bu nedenle Hz. Muhammed (sav)'ın güzel vasıflarını tanımak, onu örnek almak her Müslüman için bir görevdir.
Kur'an ayetlerinin yanı sıra sahabelerden aktarılan açıklamalarda da Peygamberimiz (sav)'le ilgili pek çok bilgi verilmektedir. Peygamberimiz (sav)'in ailesiyle ve çevresindeki müminlerle olan ilişkisi, günlük hayatından detaylar, dış görünümü, görenleri hayran bırakan heybeti (hürmetle beraber şiddetli heyecan hissini veren hâli, azameti), sevdiği yiyecekler, giyimi ve gülüşü gibi pek çok detay İslam alimleri tarafından "şemail" kelimesiyle ifade edilir.
Şemail kelimesi "şimal"den türemiştir. Bu kelime "karakter, huy, hal, hareket, davranış ve tavır" gibi anlamlar taşır. Şemail kelimesi ilk başlarda daha geniş anlamlar içerse de, zaman içinde özelleşmiş ve Peygamber Efendimiz (sav)'in nasıl bir yaşam sürdüğü ile ilgili detayları ve kişisel özelliklerini ifade eden bir terime dönüşmüştür.
Rabbimiz'in alemlere üstün kıldığı bu seçkin kulunun karakterine ve görünüşüne dair aktarılan her bir detay, aynı zamanda onun üstün ahlakının da bir yansımasıdır. Peygamber Efendimiz (sav)'in şemailinin anlatıldığı bu yazının hazırlanmasındaki amaç ise, onun çeşitli kaynaklarda aktarılan güzel özelliklerini inceleyip, yaşamından günümüze öğütler çıkarmaktır.
- Peygamber Efendimiz (sav)'da Tecelli Eden Yaratılış Güzellikleri
Peygamber Efendimiz (sav)'in Ashabı, bu kutlu insanın dış görünümünün güzelliği, görenleri hayran bırakan heybetinden nuruna ve duruşundan gülüşüne kadar Allah'ın onda tecelli ettirdiği çeşitli güzellikler hakkında pek çok detay aktarmışlardır. Sayıca oldukça kalabalık olan sahabeler, bu güzellikler hakkında birçok farklı detay vermiş, Peygamber Efendimiz (sav)'le aynı dönemde yaşamamış olan Müslümanlara Allah'ın Resulünü birçok yönüyle tanıtmışlardır. Bazı sahabeler onu genel özellikleriyle tarif ederken, diğerleri uzun ve detaylı anlatımlarda bulunmuşlardır. Bu anlatımlardan bazıları şu şekildedir:
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Dış Görünümü ve Güzelliği
Sahabeleri Peygamberimiz (sav)'in güzelliğini şöyle anlatıyorlardı:
"Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem çok yakışıklı ve alımlı idi. Mübarek yüzü ayın on dördündeki dolunay gibi parlardı... Burnu gayet güzel idi... Gür sakallı, iri gözlü, düz yanaklı idi. Ağzı geniş, dişleri inci gibi parlaktı... Boynu sanki bir gümüş hüzmesi idi... İki omuzu arası geniş, omuz kemik başları kalın idi..." (Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, 5. cilt, İz Yayıncılık, s. 31)
Enes b. Malik (ra) anlatıyor:
"Resulullah Efendimizin boyu; ne çok uzun, ne de fazla kısa idi. Teni de ne duru beyaz, ne de koyu esmerdi. Saçları ise ne düz, ne de kıvırcık idi. Kırk yaşına geldiğinde, Allah Teala O'nu peygamber olarak gönderdi. Peygamber olduktan sonra, Mekke'de on sene, Medine'de de on yıl kaldı ve altmış yaşlarında vefat etti. Bu fani hayata veda ettiklerinde, saçında ve sakalında yirmi tel ak saç yoktu." (Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Çeviren: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, 4.cilt, s. 201)
"Resulullah (sav) beyaz, güzel ve mutedil (yavaş ve mülayim, itidalli) idiler."[Hz. Ebu Tufeyl (ra),G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 1. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 519/1]
Enes b. Malik (ra) anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz (sav) orta boylu idi; uzun da değildi, kısa da değildi; hoş bir görünüşü vardı. Saçı ise ne kıvırcık, ne de düzdü. Mübarek (İlahi hayrın bulunduğu şey, bereketlenmiş, çoğalmış, hayırlı, uğurlu) yüzlerinin rengi ise nurani beyazdı." (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 2. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 7-8)
Bera b. Azib (ra) anlatıyor:
"... Resullullah Efendimiz'den daha güzel birini görmedim. Omuzlarını döğen saçları vardı. İki omuz arası genişçe idi. Boyu ise ne kısa idi, ne de uzundu." (Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Çeviren: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, IV.cilt, s. 210)
Hz. Ali'nin torunlarından İbrahim b. Muhammed (ra) rivayet ediyor: Dedem Hz. Ali, Peygamber Efendimiz (sav)'i anlatırken Onu şöyle tavsif (vasıflandırırdı) ederdi:
"Peygamber Efendimiz (sav), ne aşırı derecede uzun, ne de kısa idi; O bulunduğu topluluğun orta boylusu idi. Saçları, ne kıvırcık ne de dümdüzdü; hafifçe dalgalı idi. Mübarek yüzlerinin rengi kırmızıya çalar şekilde beyaz; gözleri siyah; kirpikleri sık ve uzun; omuz başları iri yapılı idi... O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak tabiatlısı ve en arkadaş canlısı idi."
"Kendilerini ansızın görenler, O'nun heybeti karşısında çok şiddetli heyecanlanırlar; üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, O'nu her şeyden çok severlerdi. O'nun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse; 'Ben, gerek ondan önce, gerek ondan sonra, onun gibi birisini görmedim.' demek suretiyle, O'nu tanıtma hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi. Allah'ın salat [dua, Peygamberimiz (sav)'e yapılan dua, istiğfar, rahmet, namaz] ve selamı O'nun üzerine olsun." (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 18-19)
Hz. Hasan (ra) naklediyor:
"Resulullah Efendimiz, yaradılıştan heybetli ve muhteşemdi. Mübarek yüzü, dolunay halindeki ayın parlaklığı gibi nur saçardı. Orta boyludan uzun, ince uzundan kısa idi. Saçları kıvırcık ile düz arası idi; şayet kendiliğinden ikiye ayrılmışlarsa onları başının iki yanına salar, değilse ayırmazlardı. Uzattıkları takdirde saçları kulak yumuşaklarını geçerdi."
"Peygamber Efendimiz (sav)'in rengi, ezher'ul-levn (pek beyaz ve parlak renk) idi, yani nurani beyazdı. Alnı açıktı. Kaşları hilal gibi, gür ve birbirine yakındı. Boynu, saf mermerden meydana gelen heykellerin boynu gibi gümüş berraklığında idi. Vücudunun bütün azaları birbiri ile uyumlu olup yakışıklı bir yapıya sahipti..." (bk. age., s. 18, 22, 23)
Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:
"Hazreti Peygamber (sav), gümüşten yaratılmış gibi nurlu beyazdı; saçları da hafif dalgalı idi." (bk. age. s. 28-29)
"Allah Resulünün alnı geniş olup hilal kaşlıydı, kaşları gürdü. Iki kaşı arası açık olup, halis bir gümüş gibiydi. Gözleri pek güzel, bebekleri simsiyahtı. Kirpikleri birbirine geçecek şekilde gürdü... Güldüğünde dişleri çakan şimşek gibi parıldardı. Iki dudağı da emsalsiz şekilde güzeldi... Sakalı gürdü. Boynu pek güzeldi, ne uzun ne kısaydı. Boynunun güneş ve rüzgâr gören kısmı, altın alaşımlı gümüş ibrik gibi gümüşün beyazlığı ve altının da kırmızılığını yansıtır şekilde parıldardı... Göğsü genişti, göğsünün düzlüğü aynayı, beyazlığı da ayı andırırdı... Omuzları genişti... Kol ve pazuları irice idi. Avuçları ipekten daha yumuşaktı." (Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 820)
Peygamber Efendimiz (sav)'in hicret yolculuğu sırasında çadırını ziyaret ettiği Ümmü Mabed isimli cömertliği, iffeti ve cesareti ile tanınan biri, Peygamber Efendimiz (sav)'i tanımamıştır. Ancak Peygamberimiz (sav)'i anlatılanlardan tanıyan kocasına, onu şöyle tarif etmiştir:
"Aydın yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Saçı ile kirpik ve bıyıkları gümrahtı (bol, gür). Sesi kalındı. Sustuğu zaman vakarlı (ağırbaşlılık, halim ve heybetli oluş), konuştuğu zaman da heybetli idi. Uzaktan bakıldığında insanların en güzeli ve en sevimlisi görünümündeydi; yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Çok tatlı konuşuyordu. Orta boylu idi; bakan kimse ne kısa ne de uzun olduğunu hissederdi. Üç kişinin arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı. Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep onu dinlerler; buyurduğu zaman da hemen buyruğunu yerine getirirlerdi. Konuşması tok ve kararlı idi." (İbni Sa'd, Tabakat, I, 230-231; Taberani, el-Mu'cem'ül-Kebir, IV, 49, nu:3605, VII, 105, nu:6510; Hakim, el-Müstedrek, III, 9-10; Beyhaki, Delail'ün-Nübüvve, I,)
Kendisini görenlerin anlattıklarında da görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz (sav) olağanüstü yakışıklı, görenlerin nefesini kesecek kadar güzel yüzlü ve güzel endamlı idi. Ayrıca atletik ve son derece etkili bir yapısı vardı ve çok kuvvetli idi.
- Peygamberimiz (sav)'in Şemaili
Osmanlı döneminin önemli alimlerinden olan Ahmet Cevdet Paşa, Peygamber Efendimiz (sav)'in anlatılan özelliklerini bir özet haline getiren bir çalışma yapmıştır. Bu çalışması "Kısas-ı Enbiya" adlı eserinin IV. cüzünde, "Bazı Evsaf-ı Seniyye-i Muhammediyye" başlığı altında gerçekleşmiştir:
"... Mübarek cismi güzel, hep azası mütenasip (uygun, aralarında muntazam bir nisbet bulunan), endamı gayet matbu, alnı ve göğsü ve iki omuzlarının arası ve avuçları geniş, boynu uzun ve mevzun (yakışıklı, her bir vasfı ölçülü) ve gümüş gibi saf, omuzları ve pazuları ve baldırları iri ve kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Mubarek cildi ise ipekten yumuşak idi.
Kemal-i itidal üzere büyük başlı, hilal kaşlı, çekme burunlu, oval yüzlü idi. Kirpikleri uzun, gözleri kara ve güzel, büyücek ve iki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine yakın idi.
O Nebiyy-i Mücteba (seçilmiş, kıymetli peygamber), ezherüllevn (rengi nurlu, parlak) idi; yani ne ak, ne de kara esmer, belki ikisi ortası ve gül gibi kırmızıya mail (benzer) beyaz ve nurani ve berrak olup, mübarek yüzünde nur lemean (parlardı) ederdi. Dişleri, inci gibi abdar (parlak, sağlam vücutlu) ve tabdar (ışıklı, parlak, büklümlü, kıvrımlı) olup, söylerken ön dişlerinden nur saçılır; gülerken, fem-i saadeti (saadetli ağzı), bir latif (mülayim, yumuşak, nazik, güzel) şimşek gibi ziyalar (ışıklar) saçarak açılır idi...
Alem-i bekaya (geride kalanların dünyasını) rihlet (göçmek, ölmek) buyurduklarında saçı, sakalı henüz ağarmaya başlamış, başında biraz ve sakalında yirmi kadar beyaz var idi.
Havassı (duyular) fevkalade kavi (sağlam, kuvvetli) idi. Pek uzaktan işitir ve kimsenin göremeyeceği mesafeden görür idi. Elhasıl (sözün özü), en mükemmel ve müstesna surette yaratılmış bir vücud-ı mes'ud (mutlu vücudu) ve mübarek idi... Onu ansızın gören kimseyi sevgi alırdı ve Onunla ülfet ve musahabet (sohbetler, konuşup görüşmeler) eyleyen kimse, Ona can ü gönülden aşık ve mühib olurdu. Ehl-i fazl'a (kerem, ilim sahibi), derecelerine göre ihtiram (hürmet, saygı) eylerdi. Akrabasına dahi pek ziyade (çok bol, fazladan) ikram eylerdi. Lakin (ancak) onları, kendilerinden efdal (daha faziletli, daha layık, daha iyi) olanların üzerine takdim etmezdi.
Hizmetkarlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyerse, onlara dahi onu yedirir ve onu giydirir idi.
Sahi (cömert, eliaçık, herkese iyilik etmek isteyen) ve kerim (herşeyin iyisi, faydalısı), şefik (şefkatli, esirgeyen, merhametli) ve rahim (rahmet edici, bağışlayan), şeci (kahraman, yiğit) ve halim (yumuşak huylu, hoş muamele yapan) idi. Ahd ü va'dinde (söz vermede) sabit, kavlinde (sözünde) sadık idi. Elhasıl (neticesi), hüsn-i ahlakça (ahlak güzelliği) ve akl-ü zekavetçe (keskin anlayışı olan akıl) cümle(bütün, tam) nasa (insanlara) faik (üstün, üstünde) ve her türlü medh ü senaya (övgüye) layık idi.
Yemede, giymede kadar-ı zaruret (yoksulluk derecesinde) ile iktifa (yetinir) ve ziyadesinden (fazlasından) iba eylerdi (çekinirdi)." (Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, IV. Cüz, Kanaat Matbaası, İstanbul 1331, s. 364-365)
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Nübüvvet (peygamberlik) Mührü
Allah, Hz. Muhammed (sav)'i alemler üzerine seçmiş ve onun "peygamberlerin sonuncusu" (Ahzab, 33/40) olduğunu bildirmiştir. Ondan sonra hiçbir peygamber gönderilmeyecektir ve Kur'an insanlara hidayet rehberi olarak gönderilen en son kitaptır. Allah, Peygamber Efendimiz (sav)'in bu eşsiz özelliğini onun mübarek vücudunda bir izle tecelli ettirmiştir.
İslami kaynaklarda ve rivayetlerde Peygamber Efendimiz (sav)'in kürek kemikleri arasında bulunan bu işarete "nübüvvet mührü" ismi verilir. Peygamberimiz (sav)'in mührüne benzer peygamberlik işaretlerinin diğer peygamberlerde de olduğu, ancak Peygamberimiz (sav)'inkinin daha farklı olduğu el-Müstedrek tarafından Vehb b. Münebbih (ra)'den şöyle nakletmiştir:
"... Allah hiçbir peygamber göndermemiştir ki, onun sağ elinde peygamberlik beni (şamet'ün-nübüvve) olmamış olsun. Ancak bizim Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam bunun istisnasını teşkil etmektedir. Zira Onun peygamberlik beni, (sağ elinde değil) kürek kemikleri arasındadır. Peygamberimiz (sav) bu durum sorulunca: 'Kürek kemiklerim arasında bulunan bu ben, benden önceki peygamberlerin beni gibidir.' demiştir." [Tirmizı'nin Şemail isimli kitabının tercümesinden, Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimiz (sav)'in Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 73]
Cabir b. Semüre (ra) anlatıyor:
"Ben Resulullah Efendimizin kürek kemikleri arasında bulunan nübüvvet mührünü gördüm. O, güvercin yumurtası büyüklüğünde kırmızımtırak bir yumru idi." (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 36)
Hz. Ali'nin torunlarından İbrahim b. Muhammed (ra) naklediyor:
"Dedem Hz. Ali, Peygamber Efendimiz (sav)'in vasıflarını anlatırken, Resulullah'ın Hilyesi (güzel sıfatlar, süs, zinet, cevher, güzel yüz, suret, görünüş) hakkındaki hadisi bütün uzunluğu ile zikreder ve:
'Kürek kemikleri arasında nübüvvet mührü vardı. Ve O, peygamberlerin sonuncusudur.' derdi." (bk. age., s. 38)
Ebu Nadre (ra) anlatıyor: "Ashabdan Ebu Said el-Hudri'ye Resulullah Efendimizin peygamberlik mührünün nasıl bir şey olduğunu sordum. Mübarek sırtlarında gül tomurcuğu gibi bir et parçası olduğunu söyledi (bk. age., s. 42)
"İki küreği arasında peygamberlik mührü yer alıyordu. Bu mühür sağ omzuna daha yakındı." (Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 820)
Muhammed b. Müsenna, Muhammed b. Hazm, Şu'be Simak (ra)'dan:
"Cabir İbn-i Semure'nin şöyle dediğini duydum: Resulullah (sav)'in sırtında mühür gördüm; güvercin yumurtası gibi idi." (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 36)
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Saç, Sakal ve Giyim Tarzı
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Saçı
Peygamber Efendimiz (sav)'in saçının uzunluğu ile ilgili farklı tarifler vardır. Tarifler arasında böyle bir farklılık olması ise doğaldır, çünkü bu bilgileri aktaranlar Peygamber Efendimiz (sav)'i farklı zamanlarda gördükleri için, saçının uzunluğu da farklı olmuş olabilir. Ancak bu tariflerden anlaşılan Peygamberimiz (sav) saçını en kısa kulağı hizasında, en fazla ise omuzlarına kadar uzatmıştır.
Enes b. Malik (ra) anlatıyor:
"Hazreti Peygamber (sav)'in saçları, kulaklarının orta hizasına kadar uzamıştı." (bk. age., s. 49)
Hazreti Aişe (ra) validemiz anlatıyor:
"Resulullah'ın mübarek saçları, kulakları ile omuzları arasındaydı. Allah'ın selat ve selamı üzerine olsun." (bk. age., s. 50)
Bera b. Azib (ra) anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz (sav) orta boylu idi. Omuzları da genişçeydi. Saçları ise, kulak yumuşaklarını değerdi."(bk. age., s. 50)
Ebu Talib'in kızı Ümmü Hani (ra) anlatıyor:
"Resulullah Efendimiz Mekke'ye geldiklerinde evimizi teşrif etmişlerdi. Bu sırada mübarek başları dört belikli (örgülü) idi." (bk. age., s. 51)
Peygamberimiz (sav)'in Saç ve Sakal Bakımı
Peygamber Efendimiz (sav) temizliğe çok önem verdiği için, saç ve sakal bakımına da önem vermişlerdir. Bazı kaynaklarda onun yanında daima tarak, ayna, misvak, kürdan, makas, sürmedan gibi eşyalar bulundurduğu bildirilmektedir (Ali el-Kari, Cem'ul-Vesail fi Şerh'iş- Şemail, İstanbul, s. 96-97) . Peygamberimiz (sav) ashabına da aynı tavsiyelerde bulunmuş ve
"Kim saç bırakmışsa, onun bakımına dikkat etsin." (Ebu Davud, Sünen, IV, 74, nu:4062)
şeklinde buyurmuşlardır.
Peygamberimiz (sav)'in saç ve sakalı ile ilgili diğer aktarılanlar şu şekildedir:
Hz. Adda İbn Halid'den (ra):
"Mübarek sakalı gayet güzeldi." (G. Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 519/16)
Hz. Aişe (ra) validemiz anlatıyor:
"Resul-i Ekrem (sav)... saçlarını tarayıp yağladığında." (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 58)
Simak b. Harb (ra) aktarıyor:
"Cabir b. Semüre'den işittim. Ona, Hazreti Peygamber (sav)'in saçlarının ağarma durumu sorulmuştu. O da: Mübarek başlarını yağladıkları zaman saçlarının akı gözle farkedilmez; fakat başlarına yağ sürmedikleri anlarda beyazları görünürdü, dedi." (İbn Adiyye el-Kamil; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 3. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 679)
Peygamberimiz (sav), dış görünümüne ve temizliğine verdiği önemle, müminlere güzel bir örnek olmuştur. Bir rivayette Peygamber Efendimiz (sav)'in bu konudaki tavrı şöyle belirtilir:
"Bir gün Peygamber (sav) sahabelerinin yanına çıkacağı zaman küpteki suya bakarak sarığını ve sakalını düzeltti ve şöyle dedi:
Allah, kardeşlerinin yanlarına çıkarken kulunun kardeşleri için süslenmesini sever." (bk. age., s. 679)
Peygamber Efendimiz (sav)'in Giyim Tarzı
Peygamberimiz (sav)'in giyimi hakkında da sahabeler pek çok detay aktarmışlardır. Bunun yanı sıra Peygamber Efendimiz (sav)'in müminlere nasıl giyinmeleri gerektiğiyle ilgili olarak tavsiyeleri de onun bu konuya verdiği önemi ortaya koymaktadır. Örneğin Peygamber Efendimiz (sav) hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
"Allah güzeldir, güzelliği sever, güzel giyinmek kibir değildir, kibir (mazhar olduğun nimeti kendinden bilip) hakkı reddetmek, halkı hakir görmektir." (Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, VII. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 208)
Peygamber Efendimiz (sav)'in torunu Hz. Hasan, onun giyim konusu hakkındaki görüşünü şöyle ifade etmiştir:
"Peygamber Efendimiz (sav) bize, elde ettiğimizin en iyisini giymemizi ve bulabildiğimiz en hoş kokuları sürmemizi emrederdi." (Buhari, et-Tarih'ul-Kebir, I, 382, nu:1222)
Bu konudaki Peygamberimiz (sav)'in bir başka hadisi de şu şekildedir:
"Ey müminler! Gönlünüzce yiyiniz, içiniz, giyininiz ve Allah yolunda sarf ediniz. Ancak, israfa veya kibir ve gurura kaçmayınız."(Buhari, el-Cami'us-Sahih, VII, 33; İbn Mace, Sünen, II, 1192, nu:3605)
Peygamber Efendimiz (sav) ashabından biri dış görünümüne önem vermediğinde veya bakımsız olduğunda onu da hemen uyarırdı. Bu konuya ait bir rivayeti Ebu'l Havas (ra), babasından şöyle nakletmektedir:
Üzerimde adi bir elbise olduğu hâlde Resulullah aleyhissalatu vesselam'ın yanına gelmiştim. Bana:
"Senin malın yok mu?" diye sordu.
"Evet var." cevabıma:
"Hangi çeşit maldan?" sorusunu yöneltti.
"Her çeşit maldan Allah bana vermiştir." demem üzerine:
"Öyle ise Allah Teala Hazretleri sana bir mal verdiği vakit Allah'ın verdiği bu nimetin eseri ve fazileti senin üzerinde görülmelidir." buyurdular."[Nesai, Zinet 83, (8, 196), Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimiz (sav)'in Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 119].
Buna benzer bir başka olayı ise Hz. Cabir (ra) şöyle aktarmıştır:
Resulullah aleyhissalatu vesselam, binek hayvanlarımızı güden bir adamımızı gördü. Üzerinde eskimiş iki parçalı giysi vardı.
"Onun bu eskilerden başka giyeceği yok mu?" diye buyurdular. "Evet var." dedim. "Çamaşır torbasında iki giysisi daha var. Ben onları giydirmiştim."
"Öyleyse çağır onu da bunları giysin." diye emrettiler. (çağırdım, emr-i Nebeviyi söyledim.), o da onları giyindi. Geri gitmek üzere dönünce, Resulullah aleyhissalatu vesselam:
"Nesi var da bu yenileri giymiyor? Bu daha hoş değil mi?" diye buyurdular." [Muvatta, Libas 1, (2, 910); Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s. 64-65]
Peygamberimiz (sav)'in giyim tarzı ile ilgili sahabelerin aktardığı bilgilerden bazıları ise şunlardır:
İbnu Abbas (ra) anlatıyor:
"Ben Resulullah aleyhissalatu vesselam üzerinde mümkün olan en güzel elbiseyi gördüm."[(Ebu Davud., Libas 8, (4037); Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan, 15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, s.69]
Ümmü Seleme (ra) anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz (sav)'in en çok sevdikleri elbise çeşidi, gömlek (kamis) idi." (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 85)
Ashabdan Kurre (ra) anlatıyor:
"Ben, biat eylemek üzere, Müzeyne kabilesinden bir grup insanla birlikte Resulullah Efendimizin huzurlarına çıktım. Peygamber Efendimiz (sav)'in gömleklerinin yakası düğmesiz olduğundan ..." (bk. age., s. 88)
Enes b. Malik (ra) anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz (sav), giydikleri elbiseler içerisinde, Hibere-i Yemani'yi çok severlerdi." (Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Çeviren: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, 3.cilt, s. 283) "
(Hibere, Yemen'de dokunan pamuktan yapılan, kırmızı çubuklu yeşil bir kumaştır. Eskilerin "alaca" dedikleri desenli kumaşlar için kullanılan bir tabirdir. Bu da kumaşın düz değil, desenli olduğunu ve birkaç renkten oluştuğunu gösterir.)
El-Bera b. Azib (ra) anlatıyor:
"Kırmızı desenli elbisenin, Peygamber Efendimiz (sav) kadar bir başkasına yakıştığını görmedim. Bu kıyafetle Resulullah (sav)'ı gördüğümde, mübarek saçları, omuzlarına değecek kadar sarkmıştı." (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 94)
Semüre b. Cündüb (ra) rivayet ediyor:
"Beyaz elbise giyiniz. Zira o, son derece temiz ve hoştur."(bk. age., s.98)
Hz. Aişe (ra) anlatıyor:
"Resulullah Efendimiz, bir sabah vakti, üstlerinde siyah yünden dokunmuş bir izar (peştemal, futa, göğüsten aşağı örtülen elbiseler) olduğu halde, evlerinden dışarı çıkmışlardı..." (bk. age., s.99)
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Dış Kıyafetleri
Eşa's b. Süleyn (ra) anlatıyor:
"Bana halam anlattı. Ona da amcası anlatmış. Halamın amcası demişti ki: Bir gün Medine sokaklarında izarımı sürüyerek yürüyordum. Bu sırada arkamdan bir ses işittim:
"İzarını yukarı kaldır. Zira izarın yerde sürünmemesi, onun daha temiz kalmasını ve uzun müddet dayanmasını sağlar."
diyordu. Arkama dönüp baktığımda bu sözleri söyleyenin Resulullah Efendimiz olduğunu gördüm." (bk. age., s.154)
Seleme b. El-Ekva'dan (ra):
"Hz. Osman, uzunluğu bacaklarının yarısına kadar ulaşan bir izar giyer ve 'Arkadaşımın, yani Resulullah (sav)'ın izarları da aynen böyleydi.' derdi." (bk. age., s.155)
Enes b. Malik (ra) anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz (sav)'in Mühr-i Şerifleri (şerefli, mübarek mühür) gümüşten yapılmıştı. Kaşı ise Habeş taşındandı.
Resulullah Efendimiz yabancı devlet reislerine mektup yazmak isteyince, bir mühür yüzük yapılmasını buyurdu.
Peygamber Efendimiz (sav)'in parmağındaki yüzüğün parıltısı hala gözümün önünde duruyor."
Peygamber Efendimiz (sav)'in Mühr-i Şeriflerinin kaşına, üç satır halinde, "Muhammed Resulullah" ibaresi kazınmıştı. Birinci satırda "Muhammed", ikinci satırda "Resul", üçüncü satırda da "Allah" kelimeleri yer alıyordu. (bk. age., s.114-117)
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Yürüyüş Şekli
Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:
"Ben Resulullah Efendimizden daha güzel birisini görmedim; sanki güneş, onun mübarek yüzünde devrediyor gibiydi. Peygamber Efendimiz (sav)'den daha hızlı yürüyen birisini de görmedim; yürürken âdeta yeryüzü ayakları altında dürülürdü. Bizler, arkalarından giderken, geri kalmamak için büyük çaba harcardık." (bk. age., s.157)
Hz. Ali'nin torunlarından İbrahim b. Muhammed (ra), "Dedem Hz. Ali, Resulullah Efendimizi tanıtırken şöyle derdi:
"Resulullah Efendimiz, yürürken, âdeta yokuş aşağı inercesine, ayaklarını sertçe kaldırırlardı."
diyerek, Peygamberimiz (sav)'in rahat bir yürüyüşü olduğunu belirtmiştir.(bk. age., s.158)
Hz. Yezid İbni Mirsad (ra) ise şöyle demiştir:
"Yürüdüğü zaman vakarlı fakat hızlı giderdi. Yanındakiler ona yetişemezdi."(G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 541/1)
Hz. Ebu Atabe (ra)'den:
"Yürürken kuvvetli adımlarla yürürdü." (bk. age.)
"... Yürürken, ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yere sert vurmazlar; adımlarını uzun ve seri atmakla birlikte sukunet ve vekar üzere yürürlerdi. Yürürken, sanki meyilli ve engebeli bir yerden iniyor görünümünü arzederdi.
Bir tarafa dönüp baktıklarında, bütün vücudları ile birlikte dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla göz ucu ile bakarlardı.
Ashabı ile birlikte yürürken, onları öne geçirir kendileri arkada yürürlerdi. Yolda karşılaştığı kimselere, onlardan önce hemen selam verirdi." [Tirmizı'nin Şemail isimli kitabının tercümesinden; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimiz (sav)'in Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 66-67]
"Hep harekatı mutedil idi. Bir yere azimetinde (yola çıkmak, gitmek) acele ve sağ ve sola meyletmeyip, kemal-i vekar (ağırbaşlılığın olgunluğu) ile doğru yoluna gider ve fakat sür'at (hızlı) ve sühulet (kolaylıkla) ile yürür idi. Şöyle ki; âdeta yürür gibi görünür, lakin yanında gidenler, sür'at ile yürüdükleri hâlde geri kalırlar idi." [Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, IV. Cüz, Kanaat Matbaası, İstanbul 1331, s. 364-365; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimiz (sav)'in Şemaili, Damla Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1998, s. 51]
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Oturuş Tarzı
Kayle binti Mahreme (ra) anlatıyor:
"Resulullah (sav)'i sonsuz bir mahviyet (alçak gönüllülük, tevazu) ve tevazu içinde otururken görünce, heybetinden vücudum titremeye başladı." (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 160)
Cabir b. Semüre (ra):
"Ben Peygamber Efendimiz (sav)'i, sol tarafına konmuş bir yastığa dayanmış vaziyette gördüm." (bk. age., s.163)
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Konuşma Şekli
Peygamber Efendimiz (sav) etkileyici üslubu, hikmetli ve keskin hitabıyla tanınan bir insandı. Onun tebliği insanlar üzerinde çok büyük bir etki oluşturur, sohbetinden herkes çok büyük bir zevk alırdı. Sahabelerden bizlere aktarılan çeşitli rivayetler de onun bu özelliğini ortaya koyar. Bu konuda bazı aktarımlar şu şekildedir:
Allah Resulü insanların en beliğ (belagatli kimse, meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmaya muktedir olan. Kafi derecede olan. Yeter olan), en düzgün konuşanı ve en tatlı sözlü olanıydı (ağzından ballar akıyordu)! O, şöyle diyordu:
"Ben Arabın en fasihiyim (Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan)." (Taberani, Hakim; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800,)
Hz. Aişe (ra), Resulullah (sav)'in sözlerini şöyle tarif eder:
"O, sizlerin konuştuğunuz gibi lafları çabuk çabuk ve peş peşe sıralamazdı, sözleri az ve özdü. Halbuki sizler cümleleri birbirine ekleyip duruyorsunuz." (El Fevaid, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800)
"Allah Resülü çok veciz (kısa, öz, az sözle çok mana ifadesi) konuşurdu. Böyle konuşmasını kendisine Allah katından Cebrail getirmişti. Kısa cümleler içinde bütün maksadını yansıtırdı. Veciz sözlü cümleler söylerdi, sözlerinde ne fazlalık ne de eksiklik bulunurdu. Kelimeleri bir ahenk içinde birbirini izler, sözcükleri arasında duraklar ve böylece dinleyenleri sözlerini belleyip ezberlerlerdi. Sesi gürdü ve tatlıydı. Gerektiğinde konuşurdu, kötü laflar etmezdi. Hiddetli ve hiddetsiz anlarında (nefsi için değil, Allah'ın rızası için) hep hakkı söylerdi." (Ebu Davud, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800)
"Güzel olmayan laflar edenlerden yüz çevirirdi. Hoşlanmadığı, çirkin saydığı bir sözü konuşmak zorunda kaldığında onu kinaye yoluyla ifade buyururdu." (Buhari, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800)
Kendisi sustuğunda huzurdakiler konuşurdu. Katında tartışma yapılmazdı (Tırmizi; Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 800)
Sahabelerinin yüzlerine karşı son derece güler ve gülümserdi, onların konuştuklarını beğenir, dikkatle dinler, kendisini onlardan biri sayardı. (bk. age., s. 800)
Hz. Aişe (ra) anlatıyor:
"Mübarek kelamları seçkindi. Her işiten onu anlardı."(G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 521/4)
Hz. Ebu Umame (ra)'den:
"İnsanların en güleç yüzlüsü ve hoşcanlısı idiler." (bk. age., 545/4)
Hz. Enes (ra) şunu bildirmiştir:
"Efendimiz (sav) halkın en latifecisi (hoş söz, şaka, mizah, söz ile iltifat) idi." (bk. age., 545/5)
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Güzel Kokusu
Peygamber Efendimiz (sav) temizliğe çok önem verirdi. Kendisi sürekli mis gibi, tertemiz, hoş ve güzel kokar, Müslümanlara da temizliği tavsiye ederdi. Sahabelerden rivayet edilen bilgilerde Peygamberimiz (sav)'in bu güzel özelliği hakkında detaylar aktarılmaktadır. Bunlardan bazıları şu şekildedir:
Enes b. Malik (ra) şöyle ifade etmektedir:
"Resulullah Efendimiz Medine sokaklarının birinden geçtiğinde O'nun misk gibi kokusu hemen sezildiğinden, halk o yoldan Hazreti Peygamber (sav)'in geçtiğini söylerlerdi. Bizler, Peygamber Efendimiz (sav)'in gelişini, kokusunun güzelliğinden anlardık." (İbn Sa'd Tabakat, I, 398-399; Mecme'uz Zevaid, VIII, 282; el-Metalib'ül-Aliye, IV , 25; Behcet'ül Mehafil, II, 254; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimiz (sav)'in Şemaili, Damla Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1998, s.280)
İbn-i Ebi Adi, Humeyd, Enes (ra)'den:
"Resulullah (sav)ın elinden daha yumuşak ne bir yün kumaşı, ne de bir ipeğe (hayatımda) dokunmadım. Resulullah (sav)'in kokusundan daha güzel (kokan) bir kokuyu da koklamadım." [Buhari, 1/503; Müslim, 2/257; İbn-i Kesir, Peygamberimiz (sav)'in Şemaili, Mucizeleri, Çelik Yayınevi, s. 46]
Muaz b. Hişam (ra), babasından, Katade, Enes'den şöyle rivayet etmiştir:
"Resulullah (sav) güzel kokusu ile tanınırdı. Resulullah (sav) güzel idi. Kokusu da hoş idi. Bununla beraber kokuyu severdi." (İbn-i Kesir, Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimiz (sav)'in Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 51)
"Cismi nazif (temiz), kokusu latif (hoş) idi. Koku sürünsün sürünmesin, teni en güzel kokulardan ala kokardı. Bir kimse onunla musafaha (el sıkışmak, tokalaşmak, muhabbetini, arkadaşlığını, sevgisini izhar etmek) etse, bütün gün onun rayiha-i tayyibesini (temiz kokusunu) duyardı ve mübarek eliyle bir çocuğun başını meshetse, rahiya-i tayyibesiyle (temiz kokusuyla) o çocuk, sair (diğer) çocuklar arasında malum (bilinirdi) olur idi." (Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, IV. Cüz, Kanaat Matbaası, İstanbul 1331, s.364-365)
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Sevdiği Yemekler
"Çok sıcak yemeği sevmezdi."(Beyhaki, Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 802)
"En çok hoşlandığı yiyecek etti." (bk. age., s. 803)
"Kabağı çok severdi." (G. Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 552/7)
"Avlanan kuş etlerini yerdi." (Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, age.)
"Hurmalardan Acve hurmasını severdi." (bk. age., s. 803)
Hz. Aişe (ra) Peygamberimiz (sav)'in sevdiği yiyeceklerle ilgili şunları söylemiştir:
"Tatlı ve balı severlerdi." (G. Ahmed Ziyaüddin, age.)
Hazreti Peygamber (sav)'in katık olarak yediği yemeklerin bir kısmı şöyle sıralanabilir:
"Koyunun ön kolu ve sırt eti, pirzola, kebap, tavuk, toy kuşu, et çorbası, tirit, kabak, zeytinyağı, çökelek, kavun, helva, bal, hurma, pazı, anber balığı..." [Ebu Davud, III, 496-497, nu: 3840; Nesai, VII, 207-209; Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimiz (sav)'in Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 219]
Hz. Aişe (ra) ek olarak şunları bildirmiştir:
"Kavun, karpuzu yaş hurma ile yerlerdi." (G. Ahmed Ziyaüddin, age.)
Hz. Cabir (ra)'den:
"Taze hurma ve kavun çok yerlerdi ve 'bunlar güzel meyvedir' derlerdi." (G. Ahmed Ziyaüddin, age.)
"Hiçbir zaman bir yemeği yermemiştir. Hoşuna giderse yer gitmezse yemezdi. Hoşlanmadığında da bir başkasına kötülemezdi." (Buhari ve Müslimde aynı anlamda rivayetler yer alır. Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 804)
Peygamber Efendimiz (sav)'in sevdiği bazı yiyecekler için söylediği sözlerden bir kısmı ise şöyledir:
"Etin en güzel yeri sırt etidir." (Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbni Mace Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları, 9. cilt, İstanbul 1983, s. 62)
"Sirke ne güzel katıktır." (bk. age., s. 70)
"Mantar kudret helvasıdır." (bk. age., s. 209)
"Sinameki ve sennut (tereyağ tulumuna konulan bal) yemeye devam ediniz. Çünkü bu iki şeyde samdan (ölümden) başka her hastalıktan şüphesiz şifa vardır." (bk. age., s. 213)
"Zeytinyağını yiyiniz ve kullanınız. Çünkü bu yağ mübarektir." (bk. age., s. 73)
- Peygamber Efendimiz (sav)'in Sevdiği İçecekler
Hz. Aişe (ra) bildiriyor:
"Şerbetlerin içinde tatlı ve soğuk olanını severlerdi." (G.Ahmed Ziyaüddin, age., 521/15)
"Peygamber Efendimiz (sav) bal şerbeti, hurma ve kuru üzüm şırası gibi içecekleri severlerdi."[Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimiz (sav)'in Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s.261]
"Peygamber Efendimiz (sav)'in en çok sevdiği içecek, soğuk, tatlı şerbetlerdi." (bk. age.)
"Şerbetlerin içinde en çok bal şerbetini severdi." (G.Ahmed Ziyaüddin, age., 521/17) .
"İçilecek şeylerde en çok sütü severlerdi." (G.Ahmed Ziyaüddin, age., 521/18)
Peygamberimiz (sav) süt için şöyle buyurmuşlardır:
"Allah bir kimseye yemek yedirdiği zaman o kimse, 'Allah'ım, bize bu yemeği bereketli kıl ve bize bundan hayırlı rızık ver.' diye dua etsin. Allah bir kimseye bir miktar süt içirdiği zaman da o kimse, 'Allah'ım, bize bu sütü bereketli kıl ve bize daha çok süt ver.' diye dua etsin. Çünkü yiyeceğin ve içeceğin yerini tutan sütten başka bir şeyi bilmiyorum." (Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbni Mace Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları, 9. cilt, İstanbul 1983, s. 75)
Peygamberimiz (sav)'in su için söyledikleri:
Peygamberimiz (sav) özellikle yolculuklar sırasında ashabına su dağıttırırdı. Örneğin bir yolculuğu sırasında, bir yerde durmuş ve yanındakilerden su istemiştir. Elini ve yüzünü yıkadıktan sonra, sudan içmiş ve yanındaki sahabelerine de "Siz de yüzünüze, boynunuza bir miktarını dökün." demiştir.(Konyalı Mehmed Vehbi, Tam Metni Sahih-i Buhari, 4. cilt, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1993, s.64-65)
Resulullah (sav) su içtikten sonra şöyle dua etmiştir:
"Rahmetiyle suyu tatlı olarak yaratan, acı ve tuzlu yaratmayan Allah'a hamd olsun." (İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.16)
Resulullah (sav) bir başka sözünde ise su için şöyle buyurmuştur:
"Allah suyu temizleyici olarak yarattı. Tadını veya rengini veya kokusunu değiştiren maddeler dışında, hiçbir nesne onu pislemez." (İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 1. cilt, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s.295)
Sonuç
Peygamber Efendimiz (sav), Allah'ın,
"... ancak o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur..."(Ahzab Suresi, 40)
ayetiyle bildirdiği gibi, insanlar için son peygamber olarak gönderilen, Allah'ın en son Hak Kitab'ını vahyettiği, güzel ahlakı, takvası, Allah'a olan yakınlığı ile insanlara örnek kıldığı, Allah'ın dostu, Rabbimiz'in Katında üstünlüğü olan, müminlerin de dostu, en yakını ve velisidir.
Allah, "Gerçek şu ki, Biz senin üzerine 'oldukça ağır' bir söz (vahy) bırakacağız." (Müzzemmil, 73/5) ayetiyle de bildirdiği gibi, son peygamber olan Hz. Muhammed (sav)'e önemli bir sorumluluk vermiştir. Peygamberimiz (sav) ise, Allah'a olan güçlü imanı ile Allah'ın kendisine verdiği sorumluluğu en güzeliyle yerine getirmiş, insanları Allah'ın yoluna, hidayete davet etmiş ve tüm inananların yol göstericisi ve aydınlatıcısı olmuştur.
Peygamberimiz (sav)'i görmemiş olsak bile, Kur'an ayetlerinden ve hadis-i şeriflerden, güzel tavırlarını, konuşmalarını, gösterdiği güzel ahlakı tanıyabilir, ona benzemek, ahirette onunla yakın bir dost olabilmek için elimizden gelen çabayı en fazlasıyla gösterebiliriz.
Günümüzde insanlar, özellikle de gençler birçok insanı kendilerine örnek almakta, onların tavır ve konuşmalarına, üsluplarına, giyim tarzlarına özenmekte, onlar gibi olmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu insanların büyük bir çoğunluğu doğru yolda olmadığı gibi, tavır ve ahlak güzelliğine de sahip değildirler. Bu nedenle insanları doğru olana, en güzel ahlak ve tavıra özendirmek önemli bir sorumluluktur. Bir Müslümanın, tavrına ve ahlakına özenmesi, benzemek için çaba göstermesi gereken kişi, Hz. Muhammed (sav)'dir. Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirmektedir:
"Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü'nde güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21)
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) gibi diğer peygamberler de, Allah'ın müminler için örnek kıldığı, Allah'ın razı olduğu kişilerdir.(İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, cilt 5, İz Yayıncılık, s. 33) . Allah, Yusuf suresi'nde şöyle bildirmektedir:
"Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur'an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, her şeyin çeşitli biçimlerde açıklaması ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir." (Yusuf, 12/111)
Bu makalenin hazırlanış amacı da Peygamberimiz (sav)'i birçok yönüyle tanıtmak, onun ahlakını örnek alan insanlardan oluşan bir topluluğun ne kadar üstün özelliklere ve güzelliklere sahip olacağını göstererek, insanları Peygamberimiz (sav)'in ahlakına özendirmektir. Peygamberimiz (sav)'in
"Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah'ın Kitabı ve Resulü'nün sünneti."
hadis-i şeriflerinde de bildirdiği gibi, Müslümanların en önemli iki yol göstericisi Kur'an ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetidir. Peygamber Efendimiz (sav) hem güzel ahlakı ile insanlara örnek olmuş, hem de insanları güzel ahlaklı olmaya çağırmıştır.
"Müminin mizanında en ağır basacak şey güzel ahlaktır. Muhakkak ki, Allah Teala işi ve sözü çirkin olan ve hayasızca konuşan kimseye buğz eder." buyuran Peygamberimiz (sav), bir sözünde de "Ruhumu kudret altında tutan Allah'a yemin ederim ki cennete sadece güzel ahlak sahipleri girer." demiştir.
Peygamberimiz (sav)'in izinden giden Müslümanların da hem tüm insanlığa güzel ahlakları ve iyi huyları ile örnek olmaları hem de sözlü ve yazılı olarak onları güzel ahlaka davet etmeleri gerekir.
Kaynaklar:
- Prof. Dr. İbrahim Bayraktar, Hz. Peygamber’in Şemaili.
- Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998.
12
Ebu Cehil, Peygamber Efendimizin (asm) amcası mıdır?
Ebu Cehil, Peygamberimizin (asm) amcası değildir, Ebu Leheb, Efendimizin amcasıdır.
Ebu Cehil, İslâm'ın ilk döneminde Peygamber Efendimizin (asm) en azılı düşmanı ve Kureyş'in ileri gelenlerinden biri.
Asıl adı Amr b. Hişâm el-Muğira olup, önceleri Ebû'l-Hakem künyesiyle anılırken, Müslümanlar tarafından "Ebû Cehil" (cehâlet babası) diye adlandırılmıştır. Mekke'deki Kureyş kabilesinin Mahzûmoğulları boyuna mensup olup, Mekkeliler arasında büyük bir itibâra sahip idi.
Peygamber Efendimiz (asm) ile aynı yaşlarda olan Ebû Cehil, ilk anlarından itibâren İslâm'a hep karşı çıkmış, Peygamber Efendimize ve özellikle güçsüz Müslümanlara var gücüyle düşmanlık gösterip ezâ ve cefâlarda bulunmuştur. İslâm'ın ilk iki şehidinden biri olan Ammâr b. Yâsir'in annesi Sümeyye, İslâm düşmanı Ebû Cehil tarafından hunharca öldürülmüştür.
Hayatı boyunca İslâm'a karşı tüm faâliyetlerde başı çeken Ebû Cehil, Müslümanların açlıktan dolayı ölümle karşı karşıya kaldıkları boykot uygulamasını şiddetle takip etmiş, boykotun kaldırılmasına karşı çıkmış; Hz. Peygamber (asm)'in hicretinden kısa bir süre önce Dâru'n-Nedve'de yapılan müzâkerede her sülaleden seçilecek birer temsilcinin oluşturduğu bir fedâi grubu tarafından Peygamber Efendimizin öldürülmesini teklif etmiştir.
Müslümanların, dinleri uğruna ev ve barklarını mal ve mülklerini, yurtlarını terkedip Medine'ye hicret etmelerinden sonra dahi her fırsatta İslâm'a karşı düşmanlığını ortaya koyan Ebû Cehil, Bedir Savaşı'nın çıkmasına da sebep olmuştur. Ebû Süfyân'ın yönettiği Kureyş'e ait bir kervanın Müslümanların eline düşmesini önlemek maksadıyla Mekke'den büyük bir orduyla çıkan Ebû Cehil, kervanın kurtularak Mekke yolunu tuttuğunu öğrenmesine rağmen sırf İslâm'a düşmanlığı sebebiyle harbetmek üzere yoluna devam etmiş, Bedir'e vardığı zaman Hz. Peygamber (asm)'in sulh teklifini reddettiği gibi bizzat kendi ordusunda ileri gelen bazı kimselerin harbi önleme düşüncelerine şiddetle karşı çıkarak onları korkaklıkla itham etmiş ve harbi başlatmıştır.
Ancak çarpışmalarda iki Medine'li Müslümanın ağır darbelerine uğrayan Ebû Cehil, hareketsiz bir şekilde savaş alanına düşmüş, ölmeden az önce de meşhur sahâbî Abdullah b. Mes'ûd tarafından kafası kesilerek Hz. Peygamber (asm)'e götürülmüş, cesedi Bedir'de müşrik ölülerinin atıldığı kuyuya (Kalîbu Bedr) atılmıştır.
Böylece "bu ümmetin Firavun'u" olarak kabul edilen Ebû Cehil, Rabbim Allah'tır diyen insanlara İslâm'a ve tevhid akîdesine karşı insaf ve insanlığa sığmayan azgın düşmanlığının bedelini H. 624 yılında hayatıyla ödemiştir.
13
Cebrail'in ilk vahyi getirdiğinde "oku" demesinin sırrı nedir?
Hz. Peygamber (asm), inzivaya çekilmeyi âdet edindiği Hira mağarasında iken, Ramazan ayının 27. gecesi (Pazar-Pazartesi) tan yerinin ağarmaya başlamasından az önce ufukta nurdan bir şekil görmüş; o zamana kadar hiç karşılaşmadığı bu nurânî varlığın (Cebrail) kendisine seslendiğini duymuştur.
Hz. Peygamber olayı şöyle anlatır:
"Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra 'Oku!' dedi. Ben yine, 'Okuma bilmem.' dedim. Beni tekrar kollarımn arasına aldı, kuvvetle sıktı ve 'Oku!' diye tekrar etti. Ben yine 'Okuma bilmem.' dedim. Üçüncü defa kollarının arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi:
'Yaratan rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir.'" (bk. Buhârî, Bed'ü'I-vahy, 3; Müslim, İmân, 252)
Öncelikle ifade edelim ki, Peygamberimiz (asm), ilk defa böyle bir olayla karşılaşıyor. Gecenin karanlığında garip bir şahıs ortaya çıkıyor ve “oku” diyor. Böyle bir durumda -okuma yazması olmayan- Peygamberimizin “Ben okumayı bilmem.” demesinden daha tabii ne olabilir ki!..
Arapçada “ikra = oku" emri muhatap tarafından iki şekilde anlaşılmaya müsaittir:
Birincisi, yazılı bir metnin okunmasıdır.
İkincisi, hafızasında, ezberden okunmasıdır. Bu ilk vahiyde yazılı metin olmadığına göre “oku” emri muhatabın kendisine okunacak ayetlerin ezberlenmesine yönelik bir emirdir.
"Elbette bu Kur’ân Rabbülâlemin’in indirdiği bir kitaptır. Onu Rûhu’l-emin, uyaran nebîlerden olman için, senin kalbine açık ve vazıh bir Arapça ile indirmiştir." (Şuara, 26/192-195),
ayetlerinde de buyurulduğu gibi, Kur'an-ı Kerim sözlü olarak Peygamberimizin kalbine inmekteydi ve onu ezber olarak bilmekteydi.
Bununla beraber, burada ki “oku” emri, yakın bir gelecekte Peygamber Efendimize (asm) vahiy olunacak ayetlerin yazılı bir metin olarak kaydedilmesine bir işaret ve bu emrin yerine getirilmesine dair bir manevî fermandır. Onun içindir ki, Peygamberimiz kendisine inen her ayeti anında -katipleri vasıtasıyla- yazıya geçirmiştir. Bunun yanında kendisi de derhal ezberlemiş ve arkadaşlarına da ezberletmiştir.
Bu ayetler, Hz. Peygamber (asm)'e inen ilk vahiy olup ona ve onun şahsında tüm Müslümanlara okumayı emretmiş, onları kalemle yazmaya ve ilimde gelişip yetkinleşmeye teşvik etmiştir. İlk vahyin "oku" emriyle başlaması ve bu emrin iki defa tekrar edilmesi, okumanın ve ilmin dinde ve insan hayatında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Kur'an'ın, canlılar arasında insanın farklı ve üstün yerini onun öğrenme özelliği ile tanımlaması son derece anlamlıdır. (Ayrıca bk. Bakara, 2/31) Âyette Hz. Peygamber (asm)'e emredilen okumanın konusu belirtilmemiştir; çünkü başta kendisine indirilen vahiy ve kozmik evrendeki âyetler olmak üzere, okunması, yani üzerinde inceleme yapıp zihin yorarak hakkında bilgi edinilmesi, ders ve ibret alınması gereken her şeyi tanıması, hakikatini anlayıp kavraması istenmektedir.
Kuşku yok ki yaratanı tanımak, bilimin de dinin de temelini teşkil eder. Bu sebeple "Yaratan rabbinin adıyla oku." buyurularak, Hz. Peygamber (asm)'in okuma faaliyetine veya herhangi bir işe, başka varlıkların adıyla değil, Yaratan Rabbin adıyla başlaması ve O'ndan yardım istemesi emredilmiştir.
Âyette "Yaratan Rabbinin adına oku." şeklinde de mâna verilebilir. Sonuçta okumanın (veya herhangi bir faaliyetin) Allah'ın adıyla, Allah için ve Allah adına yapılması emredilmiştir.
Ayrıca, Âyette "Yaratan Rabbinin adıyla oku." buyurularak, özellikle yaratma sıfatına vurgu yapılmıştır. Çünkü hem insandaki okuma yeteneği ve imkânını hem de onun okuduğu, incelediği, anlamaya ve kavramaya çalıştığı objeleri, nesneleri yaratan Allah'tır.
İnsan, bilgi edinme sürecinde Allah'ın verdiği imkân ve yetenekleri kullanmakta, O'nun yarattığı şartlarda ve onun yarattığı varlıklar üzerinde bilimsel inceleme ve araştırmalar yapmaktadır.
Durum böyle iken, yani O'nun yarattığı yeteneklerle O'nun yarattığı varlık âlemini incelerken, bütün bu lütufları görmezlikten gelerek Allah'a şükretmemek, O'nu tanımamak, üstelik bunu bilim adına yapmak büyük bir nankörlüktür.
İlave bilgiler için tıklayınız:
- Kur'an'ın ilk emri olan “oku” sözü, nasıl anlaşılmalıdır? Burada okunması istenen nedir?
- Peygamberimiz ümmi miydi? Ümmi Peygamber ne demektir? Okuma yazma bilmiyorsa nasıl okuyordu?
14
Kâbe kavseyn ve sidretü'l-müntehâ ne demektir?
Kâbe kavseyn: KAVS, Ma'lûm ki yay demektir. KAB de yayın kabzasiyle giriş mehalli olan iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kab bulunur. Bu ma'nâ ile ba'zıları burada kalb tarikıyle bir kavsin iki kabı demek olabileceğini söylemişlerdir. Yayın kabzasiyle kirişi arasında da kab denilebildiği söylenmiştir. Mızrak, değnek, arşın, boy, kulaç, adım, karış, parmak uzunluk ölçüsü olarak kullanılmış olduğu gibi kavs de öyle bir uzunluk ölçüsü olarak kullanılmıştır. Hicaz dilinde kavsın zira' ma'nâsına geldiği ve İbni Abbastan burada bu ma'nâya olduğu da söylenmiştir. Buna göre « kâbe kavseyn » iki arşın kadar demek gibi olmuş oluyor.
Lâkin burada daha güzel bir yorum nakledilmiştir. Şöyle ki Araplar cahiliyyede bir ittifak kurmak üzere anlaşacakları zaman iki yay çıkarır birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin kabini birleştirir, sonra ikisini beraber çekip onlarla bir ok atarlar. Bu onların her birinin rızası diğerinin rızası, kızgınlığı diğerinin de kızgınlığı olup, aksi mümkün olmayacak şekilde söz birliği ettiklerini gösteriyordu.
Bu anlamda kab, mikdar ma'nâsına değil, iki kavsin birlik manzarasını gösteren kabza ile giriş arası demek oluyor.
Görülüyor ki bu ma'nâ hem diğerinden daha fazla bir yakınlık tasvir ediyor, hem de ma'nevî bir yakınlığı gösteriyor. Ayetteki “ev” ifadesi hattâ daha yakın ma'nâsına bir yükselişi ifade eder.
Bu manevi yakınlaşmanın kiminle olduğu farklı anlaşılmıştır.
1. Peygamberimiz Hz. Cebrail’e yaklaştı ve ondan vahiy aldı.
2. Peygamberimiz Hz.Allah’a öyle yaklaştı ki, vahyi ondan, Cebrail dahil hiçbir vasıta olmadan aldı. (bk. Hamdi Yazır, Necm Suresinin 9. Ayeti)
Bedüzzaman ise ayette geçen "kâbe kavseyn" makamını "imkân ile vücup ortası" diye tefsir etmektedir. Buna göre Peygamberimiz bütün mevcudat ve mahlukat alemlerini geçmiş ve onları arkasına almıştır. Fakat vücup alemi Allah’a ait bir sıfat olduğundan ve Allah vacibu'l vücut olduğundan, o aleme bir mahlukun girmesi mümkün olmamıştır. İşte bu ikisinin ortasına "kâbe kavseyn" demektedir. Bu makamda Allah’ı görmüş ve ondan vahiy almıştır.
"Sidretü'l-müntehâ", son sidre demektir ve izâfi bir terkiptir.
Münteha: İsm-i mekân ya da mimli mastar olan bu kelime, "nihayet sidresi" veya "son sınır sidresi" anlamını ifade eden bir isimdir. Sidre, ağaç demektir. Kamus Tercemesi'nde sidre ile ilgili şu bilgiler vardır.
"Sidr"in kesri ve n sükunu ile okunur. Nebk ağacına verilen bir isimdir. Buna Arabistan kirazı da denir ki, Trabzon hurması da aynı nevidendir. Bu kelimenin müfredi sidre, çoğulu, siderât, sidirat, sider ve südür şeklinde gelir. Adı geçen bu ağaç, iki çeşittir. Birisi büstânî (bahçeye mahsus)dir ki meyvası hoş olup yapraklarıyla da yıkanılmaktadır. Diğeri de berrî (toprağa mahsus)dir ki bunun meyvası tatsızdır. Her ikisinin de gölgesi gayet koyu, hoş ve hafiftir."
Bu kelime de ayrıca bir hayret mânâsı da vardır. Seder ve sederat göz kamaşmak ve hayran olmak demektir. Bunun binâ-i nev'isi de bir nevi hayrete düşmeyi ifade eder. Bu sebeble müfessirler sidretü'l-müntehâyı, her iki mânâyı da gözeterek tefsir etmişlerdir. Bu konudaki farklı yorumları şöyle sıralamak mümkündür:
1. Sidretü'l-müntehâ, yedinci semada bir hadise göre de altıncı semada Arş'ın sağ tarafında bulunan bir nebk ağacıdır ki müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri, (bk. Muhammed, 47/15) onun altından çıkar. Hz. Peygamber (s.a.v)'in meyvasını tacın püsküllerine, yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek tavsifde bulunduğu bu ağaç hakkında şunları söylediği rivayet edilmiştir:
"Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin hepsini örter."
"Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter."
gibi haberler nakledilmiştir. Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlukatın cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil, ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir "oluşum ağacı" olarak göstermektedir. İbnü Mes'uddan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür:
"Sidretü'l-müntehâ, cennetin uc kısımlarında bulunan bir yerdir. Üzerinde ise Sündüs ve İstebrak'ın etekleri vardır."
Keşşâf'da da "Sidretü'l-müntehâ sanki cennetin bitiş noktasındadır." şeklinde bir ifade vardır. İbnü Abbas ve Ka'b'dan nakledildiğine göre Sidretü'l-müntehâ, arşın altında bulunan bir ağaçtır ki, melekler, nebiler ve mahlukat içinde bulunan âlimlerin ilmi sonuçta ona ulaşır. Ondan ötesi ise gaybdır, Allah'tan başkası bilemez. Dahhâk'tan yapılan bir rivayette de şöyle denilir: "Allah'ın her emri ona ulaşır..." Görüldüğü gibi bütün bu sözler, müntehâ kelimesinin ifade ettiği anlamı açıklayıcı mahiyettedir.
2. Fahreddin Râzî de tefsirine ikinci sırada kaydettiği bir görüşte şunları söyler: "Sidre, "rakib" den "rikbe" gibi bina-i merre olarak alınırsa bu takdirde sidretü'l-müntehâ, hayret-i kusuâ (en son hayret) mânâsını ifade eder." Yani akılların, daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Hz. Peygamber hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü gördü, demektir. Ancak yine de Râzî, sahih olarak, ilk verdiği rivayeti kabul etmektedir.
3. Ebu's-Suud'un da bu konuda şöyle dediği görülür. "Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır." âyetine göre müntehâdan maksat, Allah'tır. Bu yüzden Sidretü'l-Müntehâ da, mülkün mâlikine izâfeti kabilinden "Allah'ın sidresi" mânâsını ifade edebilir."
KUR’AN-I KERİMDE İSRÂ VE Mİ’RAC
Feyiz ve bereketin coştuğu mübarek gecelerimizden biri de Mi'raç Gecesidir. Miraç bir yükseliştir, bütün süfli duygulardan, beşeri hislerden ter temiz bir kulluğa, en yüce mertebeye terakki ediştir. Resulullahın ( a.s.m.) şahsında insanlığın önüne açılmış sınırsız bir terakki ufkudur.
Bu ulvi seyahat, mucizelerin en büyüğüdür. Mi'raç mucizesi Kur'ân-ı Kerimde âyetlerle anlatılmış ve varlığı inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya konmuştur. Bir bütün olarak ele alınması gereken isrâ ve mi’rac mucizesi, biri İsrâ diğeri Necm süresi olmak üzere Kur’an-ı Kerim'de iki sürede geçmektedir.
1. İsrâ Süresi:
"Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir." (İsrâ, 17/1)
2. Necm Süresi:
"O ancak kendisine vahyolunanı söyler. Onu muazzam kuvvetlere, üstün bir akıl ve dirayete sahip Cebrail öğretti ki, kendisine gerçek suretiyle görünmüştür. O, ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hattâ daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah'ın kuluna vahyetti. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi onun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki, onu bir kere daha hakikî suretinde, Sidretü'l-müntehâda gördü ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü." (Necm, 53/4-18)
Yukarıdaki ayetlere baktığımızda, birincide yani İsrâ süresinde Hz. Peygamber (s.a.v)’in Mescid-i Haram yani Mekke'den Mescid-i Aksa yani Kudüse götürüldüğünü görüyoruz. Bu bölüme İsra denmektedir.
İkinciye yani Necm süresinde ki ayetlere baktığımızda ise Hz.Peygamber (s.a.v)’ın Sidretü'l-müntehanın yanında, Cennetü'l-me’vanın yakınında Cebrail Aleyhisselamı bir kez daha gördüğü, hem de yeminle anlatılmaktadır. Bu ise mi’raçtır.
- Mi'raç nasıl oldu?
Mi'raç, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakk'ın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir.
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan (Mekke'den), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa'nın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miracını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.
Bir rivayette Hz. İsa'nın doğduğu yer olan Betlaham'a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü's-Sahra'nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Mi’raca yükseldi.
Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Âdem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler.
Mi'raç hadisesi Ebu Hureyre, Ebu Zer, Ebu Said-i Hudri, Enes b. Sa'saa tarafından bizzat Rasülüllah (s.a.v.)'den rivayet edilmiştir. Bu rivayetler, Buhari, Müslim ve Nesai gibi Kütüb-ü Sitte'nin meşhur kitaplarında mevcuttur. Biz, bu değişik rivayetleri birleştirerek nakledeceğiz.
Peygamberimiz (s.a.v.), şöyle buyurmuşlardır:
''Bir gece, halam ümmü Haninin evinde (bir rivayete göre Kâbe'de) iken Cebrail (a.s.) geldi.
''Ey muhterem Nebi! Yargılayıcı olan Rabbin huzuruna varmak için kalk, melekler seni bekliyor.'' dedi.
Göğsümü göbeğime kadar yardı. Kalbimi çıkarıp, iman dolu bir altın tasta yıkadı. Tekrar yerine koydu. Bundan sonra katırdan küçük ve merkepten büyük, beyaz renkte Burak adında bir hayvana bindirildim. Bu hayvan, her adımını, gözün görebildiği son noktaya atıyordu. Bir anda Mescid-i Aksaya geldik, Cebrail Burakı, bütün peygamberlerin, hayvanlarını bağladıkları bir halkaya bağladı. Mescitte diğer peygamberlerin ruhları temessül etti. Bize selâm verdiler. Ben de selâmlarına karşılık verdim. Cebrail bana,
''Öne geç ve nebilere iki rekât namaz kıldır.'' dedi. Ben de imam olup namazı kıldırdım.
Cebrail bana biri süt, biri şarap dolu iki kap getirdi. Ben sütü içince ''yaratılışına uygun olanı seçtin.'' dedi. ''
Ebu Said-i Hudrinin rivayetine göre, Peygamber Efendimiz şöyle devam ettiler:
''Bundan sonra bir Mi'rac (merdiven) getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim. O mi'rac, ölülerinizin, ölürken gözlerini diktikleri şeydir. Ölülerin ruhları da bu merdivenden yukarı çıkar. Cebrail beni bu merdivenden HAFAZA kapısına kadar çıkardı. Yeni dünya semasına kadar bir anda geldik. Burada Cebrail, semanın açılmasını istedi ve orada şöyle bir konuşma geçti. İçerden soruldu:
- Sen kimsin?
- Ben Cebrail’im.
- Yanındaki kim?
- Muhammet (s.a.v.)
- Yaa! O, resul olarak gönderildi mi?
- Evet.
Hemen kapıyı açtılar ve beni selâmladılar. Bir de ne göreyim semayı muhafaza eden İsmail isminde müvekkel büyük bir melek yanında yetmiş bin melek ve o meleklerden her birinin yanında da yüz bin melek var.
''Bunlardan ayrılınca; bünyesi yaratılışından beri hiç değişmemiş bir adamın yanına geldim. Kendisine zürriyetinin ruhları arz edilince; mümin ruhu ise, ''Ne güzel, ne hoştur!.. Bunun kitabını İlliyyin'de kılın!'' diyor; kâfir ruhu ise, ''Ne kötü ruh, ne fena rayiha!.. Bunun kitabını Siccil'de kılın'' diyor.''
'Ya Cebrail, bu kimdir' diye sorduğunda ''Baban Âdemdir.'' diye cevap verdi. O, bana selâm verdi ve 'Hoş geldin ey salih nebi, ey salih evlât'' diye karşıladı.''
''Burada bana Cehennem gösterildi. Orada, çeşitli şekillerde azab gören kavimler gördüm. Dudakları deve dudağı gibi bir kavim gördüm ki, başlarına birtakım memurlar konmuş, dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını sorunca Cebrail, yetim malı yiyenler olduklarını söyledi. Yine orada cife (pislik) yiyen zinakârlar, kendi etlerini yiyen gıybetçiler, yerlerde ve Firavun hanedanının ayakları altında çiğnenen faizciler, baş aşağı ayaklarından asılmış, zina eden ve çocuklarını öldüren kadınlar gördüm.''
''Sonra ikinci semaya çıktık. Orada Yusuf (a.s) ile buluştuk. Yanında ümmetinden kendisine tabi olanlar da vardı. Yüzü ayın on dördü gibiydi. Onunla da selâmlaştık.''
Peygamber Efendimiz, üçüncü semada iki teyze zade Yahya ve İsa (a.s.) ile; dördüncü semada idris (a.s) ile, beşinci semada Harun (a.s) ile ve altıncı semada Hz. Musa (a.s.) ile görüştü. Onların da hepsi ''Hoş geldin ey salih kardeş, salih nebi'' dediler.
Resul-i Ekrem, anlatmaya devam ediyor:
''Daha sonra yedinci semaya geçtik. Orada İbrahim (a.s) ile buluştum. Sırtını Beytü'l Mamura dayamış; beni selâmladı. ''Hoş geldin ey salih nebi!.. Hoş geldin ey salih evlât'' dedi. Burada bana denildi ki, ''işte senin ve ümmetinin mekânı.'' Sonra Beytü'l Mamura girdim, içinde namaz kıldım. Bu beyti her gün yetmiş bin melek tavaf eder ve bir daha kıyamete kadar tavaf için bunlara sıra gelmez.''
Peygamber Efendimiz, burayı anlatırken şu âyet-i kerimeyi okudular:
''Rabbinin askerlerinin (adedini) ancak Rabbin bilir.'' (Müddesir, 74/31)
Peygamberimiz yedinci semada gördüklerini anlatmaya devam ediyor:
''Burayı gezerken bir ağaç gördüm ki, bir yaprağı bir ümmeti bürür. Ağacın kökünden bir memba akıyor ve ikiye ayrılıyordu. Cebrail'e bunu sorduğumda dedi ki: 'Şu rahmet nehri, şu da Allah (c.c)'ın sana verdiği Kevser Havzıdır.' Rahmet nehrinde yıkandım. Geçmiş ve gelecek günahlarım affedildi. Sonra, Kevser yolunu tutarak Cennete girdim. Orada göz görmedik, kulak işitmedik, beşerin hayal ve hatırına gelemeyecek olan şeyler gördüm."
Resul-ü Ekrem, lâhut aleminin bu en yüksek yerinde Refref denilen bir vasıta ile Allah'ın dilediği yere geldi. Bir rivayette, Peygamberimiz şöyle buyururlar:
''Sidre'den sonra öyle bir yere yükseldim ki, kaza ve kaderi yazan kalemlerin çıkardıkları sesleri duydum. Arşın altına geldiğimde, Arşın üstüne baktım; ne zaman var, ne mekân, nede cihet. Rabbimin şu lâhuti sesini işittim; 'Yaklaş ey Muhammet!" Ben de kâbe kavseyn miktarı yaklaştım."
"Rabbimin ilhamı ile şunları okudum: 'Ettehiyyatü lillâhi, vessalâvatü, vettayibatü' Bunun üzerine Allah (c.c) şu mukabelede bulundu: ''Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi veberekâtühü'' (Ey Nebi, selâm sana olsun, Allah'ın rahmeti ve bereketi de sana olsun. Ben tekrar; 'Esselâmü aleyna ve alâ ibadillâhissalihin (Selâm bizim ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun) dedim. Sonra bu hadiseye baştan beri şahit olan Cebrail ( a.s) eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülühü' Ben şahadet ederim ki, Allah birdir. Ondan başka ilah yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammet, Allah'ın kulu ve elçisidir.) dedi.''
Rasülüllah Efendimiz, Rabbinden birçok vahiyler alarak, aynı yollardan geri döndü. Hz. Musa ( a.s)’nın yanına gelince; Hz. Musa, ''Allah sana neler emretti?'' diye sordu. Peygamberimiz de "elli vakit namaz"la emr olunduğunu söyledi. Hz. Musa, ''Ya Rasûlâllah, elli vakit namaz çoktur. Bu, senin ümmetine fazla gelir, yapamazlar. Rabbine iltica et de hafifletsin.'' dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammet (s.a.v) tekrar geri dönüp namazın hafiflemesini istedi. Önce on vakit kaldırdı. Peygamberimiz Hz. Musa ( a.s) nın yanına gelip durumu bildirince; Hz. Musa, bunun da çok olacağını söyledi. Bu minval üzere Peygamberimiz birkaç kere geri dönerek Rabbine iltica etti. Böylece; namaz beş vakte kadar indirildi.
Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail'in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke'ye döndü...
15
Peygamber Efendimizin evlilikleri, çok evliliği ve evinin ezvac-ı tahirat okulu olması konusunu anlatır mısınız?
Evvela şunu yüzde yüz biliriz ki, bir peygamberin bütün işleri Allah’ın rızasına uygundur. Onların da birer insan olduklarını, Allah’ın izni olmadan onların da her zaman işin doğrusunu bilmeyebileceklerini göstermek hikmetiyle, bazen yanlış içtihatta bulundukları vaki ise de, Allah tarafından derhal düzeltilmiştir. Hz. Muhammed (a.s.m)’in çok evliliğine Allah’ın onay verdiğini gösteren âyetler söz konusudur. Demek ki, bu evlilik Allah’ın izni dairesinde gerçekleşmiştir. Bu ilahî takdire kimin itiraz etmeye hakkı ve haddi vardır?
Hz. Peygamber (a.s.m)’in yirmi beş yaşındayken evlendiği kırk yaşındaki Hz. Hatice’den sonra, onun vefatına kadar bir daha evlenmemesi, elli üç yaşından sonra bir çok evlilik yapması, elbette kadınlara karşı düşkünlük eseri olarak değerlendirilemez. “Hz. Hatice’den çekindiği için evlenmedi.” sözü, mesnetsiz bir vehimden ibarettir. Çok evliliğin son derece revaçta olduğu, kadınların bu işe alışık olduğu bir bölgede Hz. Hatice’yi istisna edecek bir tek delil yoktur. “Herhangi bir delilden doğmayan bir ihtimalin ilmî bir değeri yoktur.” şeklindeki mantık ilminin bilimsel kuralı gereğince, “çekingenlik” ihtimaline ihtimal vermek, ilim ve insaf ölçülerinden uzak bir vehimden öteye geçemez.
Böyle bir ihtimal olsaydı, Hz. Aişe için de söz konusu olurdu. Halbuki çok evlilik Hz. Aişe’den sonra gerçekleşmiştir. Kaldı ki, herkesten ziyade Allah’ın Resulüne güvenen ve herkesten önce tereddütsüz iman eden Hz. Hatice’nin, onun hiçbir tasarrufuna karşı çıkmayacağı güneş gibi açıktır.
Aşağıdaki âyetlerde bu evliliklerin ilahî izne tabi olarak gerçekleştiğini gösteren ifadeler vardır:
“Ey peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını… biz sana helâl kıldık. Bunu diğer müminlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Biz, hanımları ve ellerinin altında bulunan (cariyeleri) hakkında müminlere neyi farz kıldığımızı biliyoruz. Bu hükümleri sana bir sıkıntı gelmemesi için bildiriyoruz. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir."
"Ey peygamber! Hanımlarından dilediğini geri bırakır, dilediğini de yanına alabilirsin. (Geçici olarak) kendilerinden uzak durduğun kadınlarından arzu ettiğini tekrar yanına almanda sana bir vebâl yoktur…"
"Bundan sonra senin için artık başka kadınlarla evlenmen, güzellikleri hoşuna gitse de onların yerine başka kadınları nikâhlaman sana helal değildir.” (Ahzap, 33/50-52).
Âyette yer alan “Bu hükümleri sana bir sıkıntı gelmemesi için bildiriyoruz” mealindeki ifade, açıkça bu evliliklerin belli amaçlar doğrultusunda gerçekleştiğini göstermektedir. Buradaki “sıkıntı” sözcüğünün kadınlara düşkünlüğü ifade etmediğini her izan ve vicdan sahibinin teslim edeceği bir hakikattir. Bunların icraatta belli bir gayeye hizmet etmeye yönelik olduğunu sezmek için fazla bir uğraş vermeye gerek yoktur. O halde bunları sosyal, siyasal, ekonomik ve benzeri gerekçelerle değerlendirmek gerekir. Bunun altında himayeye muhtaç kadınlar, çocuklar olduğu gibi, devletler arası ilişkilerde etkinliği sağlamaya yönelik evlilikler de vardır. Kureyş kabilesinin reisi Ebu Sufyan’ın kızı Hz. Ümmü Habibe ile evlenmesi, dış siyaset açısından ilgi çekici olduğu gibi, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in kızlarıyla evlenmesi, iç siyaset açısından dikkate değerdir. Hz. Zeynep ile evlenmesi, toplumda var olan evlat edinme statüsünü uygulamalı olarak ortadan kaldırmak gibi önemli bir düzenleme söz konusudur.
Özetle, bu evliliğin hikmetini tam olarak bilmeyebiliriz. Fakat şunu iyi biliriz ki, bu evlilikler belli hikmetleri barındırmaktadır. Ve kadınlara düşkünlük unsuru bu hikmetlerden biri değildir.
Peygamber Efendimiz (asm)'in çok evliliğinin yukarıda özetle ifade edilen hikmetlerinin yanında en önemli bir hikmeti, Onun evinin okul olmasıdır. O okulun öğrencileri de Müminlerin Anneleridir. Çünkü dinin nerdeyse yarıya yakını aile içi, özel hayat ve mahrem konularla ilgilidir. İnsanlığın yarısı da kadındır. Elbette böyle konular adına ve bu kadar insana örnek olmak için birden çok ve farklı özelliklerde talebelerin bulunması gerekiyor. Bu talebelerin de hem kadın olması hem de Ona haram olmaması gerekiyor. İşte bunun yolu da nikahtır.
Peygamberimiz (asm)'in eşleri şunlardır:
1. Hz. Hatice (ra);
2. Hz. Sevde binti Zem’a (ra);
3. Hz. Aişe (ra);
4. Hz. Hafsa binti Ömer (ra);
5. Hz. Zeynep binti Huzeyme (ra);
6. Hz. Zeyneb binti Cahş (ra);
7. Hz. Ümmü Seleme (ra);
8. Hz. Ümmü Habîbe (Remle binti Ebî Süfyan) (ra);
9. Hz. Cüveyriye binti Hâris (ra);
10. Hz. Safiyye binti Huyey (ra);
11. Hz. Mâriyetü’l-Kıbtiyye (Ümmü İbrahim) (ra);
12. Meymûne binti Hâris (ra).
Peygamberimiz (asm)'in evliliklerini nefsanî ve şehevanî telâkki eden, eski zaman münafıkları gibi, yeni zamanın ehl-i dalaletine verilen kesin ve susturucu cevap, Üstad Bediüzzaman'ın izahıyla (mealen ve) özetle şudur:
Evliliğin iki ana gayesi vardır. Biri neslin çoğalması, diğeri şehevanî duyguların meşru dairede tatmin edilmesidir. Neslin çoğalması evliliğin illeti, yani en öncelikli gayesidir. Nefsanî arzuların tatmini ise o vazifeyi gördürmek için yaratıcı tarafından verilmiş cüzi bir ücrettir. Tıpkı şahsi hayatın devamı için yemeğin içine konulan lezzet gibi.
Gerek tarihî açıdan, gerekse insan yaratılışı açısından Peygamberimiz (asm)'in evliliklerini incelediğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:
Yirmi beş yaşına kadar, gençliğinin en heyecanlı çağında kavmi içinde bekar yaşamış ve hiçbir kadınla ilişkiye girmemiş, iffet sahibi olduğu, dost ve düşmanın ittifakıyla sabit olmuştur. Hatta kavmi ona her yönüyle güvenilen biri olarak "Muhammedü'l-Emîn" unvanını vermişlerdi.
Oysa içinde bulunduğu toplum, çok kadınla münasebeti normal addediyordu. Buna rağmen o, gerek yirmi beş yaşına kadar ve gerekse daha sonraki hayatında, pek çok hem de bakire kızla hayatını birleştirebilirdi. Ancak o, böyle yapmayıp kendisinden on beş yaş büyük, kırk yaşında dul bir kadınla evlenmiştir. Hem de bu evliliği eşi vefat edene kadar tam yirmi beş yıl sürmüştür. Yani elli yaşına kadar tek ve dul bir hanımla yetinmiştir.
Onun evliliklerinde nefsaniyet olmadığının bir delili de, müşriklerin davasından vazgeçmesi için yaptıkları teklife verdiği cevapta saklıdır.
Müşrikler, amcası Ebu Talip'e gelip, "Yeğenin eğer başımıza reis olmak istiyorsa onu reis yapalım veya en güzel kız ve kadınlarımızı ona verelim. Ta ki, bu davadan vazgeçsin." dediler. Amcası bu teklifi ilettiğinde Efendimiz (a.s.m) şu karşılığı verdi:
"Ey amca! Eğer sağ elime güneşi, sol elime de ayı koysalar vallahi ben bu davadan yine vazgeçmem."
Bu cevap onun neyin peşinde olduğunu, kadın gibi, reislik gibi insanların değerli addettikleri şeylerin onun nazarında ne kadar değersiz olduğunu ispata yeter.
İkinci evliliği ise Hz. Hatice'nin vefatından sonra yine yaşlı ve dul bir kadınla, Hz. Sevde ile olmuştur.
Hz. Sevde ile de üç yıl yaşadıktan sonra, yaklaşık elli dört yaşına kadar hep tek kadınla yaşamıştır. İlginçtir ki, onun çok kadınla evliliği hayatının bundan sonraki son on yılı içinde gerçekleşmiştir. Bu gerçekler karşısında, evliliklerinde şehvani ve nefsanî arzuların tatmin gayesini aramak, insan tabiatını ve tarihî gerçekleri inkâr etmekle mümkündür. Ve bu yaklaşım asla insaflı ve mantıklı bir yaklaşım sayılamaz. Olsa olsa kasıtlı bir karalama maksadı taşır.
Hayatının son yıllarına rastlayan evliliklerinde, yukarıda zikredilen evliliğin dayandığı her iki gayenin, neslin çoğalması ve nefsanî arzuların tatmininin bulunmadığını görürüz. Zira nesli, ilk eşi Hz. Hatice'den devam etmiştir. Daha sonraki evliliklerinde çocuğu olmamıştır. Sadece Mısır'lı Mariye'den İbrahim dünyaya gelmişse de bir buçuk yaşında vefat etmiştir.
Görüldüğü gibi evliliklerin ana gayesi olan neslin çoğalması, tarihî bir gerçek olarak Hz. Hatice'nin dışındaki evliliklerinde yoktur. Geriye evliliğin ikinci derecedeki gayesi kalıyor, yani nefsanî ve şehevanî duyguların tatmini. Peygamberimiz (asm)'in çok kadınla evliliğinde gerek fıtrat ve gerekse tarihî gerçekler açısından bu gayenin aranamayacağını gördük. Zira bir insanın nefsanî ve şehevanî arzularının en ateşli ve uyanık bulunduğu şüphesiz on beş-kırk beş yaş dönemidir.
Şâyet Hz. Peygamber (asm), bu dönemde birçok güzel kadınla evlenmiş, sonradan onları terkedip daha başka genç güzel kadınlar almış olsaydı, şehvanî hisleri tatmin yolunda ileri sürülen iddialar, bir dereceye kadar haklılık kazanmış olurdu. Oysa o böyle yapmamış, tam tersine hayatının son on yılı içinde (53-63) aralarında Ümmü Seleme gibi yaşça ilerlemiş ve birçok çocuğu olanlar da dahil, aldığı hanımları ileri yaşlarda ve dul olarak almıştır. Meselâ, Hz. Sevde elli üç yaşında ve dul. Hz. Zeyneb binti Huzeyme, elli yaşında ve dul. Ümmü Seleme dört çocuklu ve altmış beş yaşında bir dul. Ümmü Habibe dul ve elli beş yaşında, Meymune iki çocuklu ve dul.
Bir başka tarihî gerçek de şudur: Bu hanımlardan eceli gelip ölenlerin dışında, hiçbirisinden de ayrılmayı düşünmemiştir.
Gençlik çağı geçtikten sonra, nefsanî ve şehvani arzularda gerileme olduğu inkâr edilemez bir fıtrat kanunu ve yaratılış gerçeğidir.
İşte Peygamber Efendimiz (asm)'in çok evliliklerini tahlil ettiğimizde karşımıza bu ibretli tablo çıkmaktadır.
Özetle ifade edecek olursak, on beş-kırk beş yaş dönemindeki evliliklerde nefsanî ve şehevanî gaye aranabilir. Oysa Efendimiz (asm), bu dönemde genç ve bakire kızlar ve kadınlarla evlenmemiştir. Tam tersine kırk yaşında, üstelik dul bir kadın olan, Hz. Hatice ile evlenmiştir. Ve bu evliliği Hz. Hatice'nin vefatına kadar sürmüştür.
Çok evlilikleri, nefsanî duyguların büsbütün gerilemeye yüz tuttuğu elli üç yaşından sonraki dönemde gerçekleşmiş olduklarına göre, bu evliliklerde mantığın gereği olarak başka gayeler aramak zaruridir. Bu sadece aklın ve mantığın değil, insan tabiatının ve insaflı bir değerlendirmenin de zorunlu bir gereğidir.
Ezvac-ı Tahirat Okulu
Medine dönemi, İslâmî hükümlerin yoğun biçimde geldiği ve Resulullah tarafından ümmete öğretildiği dönemdir. Erkek sahabeler Mescid-i Nebevi'de her zaman Resulullah'ı görüp, müşkillerini sorup cevaplarını alabiliyorlardı. Neyi, niçin ve nasıl yapacaklarını kolaylıkla öğrenebiliyorlardı. Hanımlar için bu konu o kadar kolay olmuyordu. Onların da soracakları öğrenecekleri vardı. Bu maksatla hanımlar durumu Resulullah'a arzederek, kendileri için Hane-i saadettte haftanın bir gününü ayırmasını istediler. Resulullah, onların bu teklifini kabul etti. Ve hanımlar haftanın bir günü Efendimiz'le bir araya gelip, sorularını sorup dini ahkama dair cevaplarını alıyorlardı.
Böyle bir ders sırasında hanımlar Efendimiz'le bir arada iken, enteresan bir hadise cereyan etti. Bir ara hanımlar kendi aralarında konuşmaya başladılar. Sesleri normalden fazla yükselmişlerdi. Birbirlerine cevap yetiştiriyorlardı. O sırada kapının önünden geçmekte olan Hz. Ömer, Resulullah'ın huzurunda gürültülü konuşulmasından rahatsız olup, kapıyı çaldı. Kapıyı aralar aralamaz, onu gören hanımlar hemen sesi soluğu kesip, kendilerine çekidüzen verdiler. Hz. Ömer, bu durumdan da rahatsız oldu ve:
"Hanımlar, bu nasıl iş, benden çekiniyorsunuz, ama Resulullah'ın huzurunda gürültülü konuşmaktan sakınmıyorsunuz?" diye kadınları ikaz etmekten kendini alamadı. Bunun üzerine hanımlar, içten gelen bir itirafta bulundular:
"Ya Ömer sen çok sertsin. Resulullah öyle değil." diye karşılık verdiler.
Her şeyini Resulullah uğruna feda eden Hz. Ömer, onunla ters düşmüş olmaktan hoşnut olmadı. Bunu farkeden Gönüller Sultanı (asm) araya girerek:
"Ya Ömer, sen geniş bir caddede yürüsen şeytan da karşıdan gelse, seni görüp yolunu değiştirir." diyerek gönlünü aldı. İşte hane-i Saadet, bir nevi hanımlar okulu olmuştu. Özellikle Efendimizin hanımları bu okulun devamlı öğrencileri, bir manada öğretmenleri idi. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Raşit Küçük bu hususu şöyle dile getirir:
"İslâmın hükümleri hem erkek, hem de kadın cinsini kapsayıcı niteliktedir. Fakat sadece erkeklere ve sadece kadınlara yönelik hükümler de vardır. Hz. Peygamber (asm) genel hükümlerin veya erkeklerle ilgili hükümlerin öğretilmesi hususunda fazla sıkıntı çekmiyordu. Çünkü onlar kendi cinsleriydi. Kadınlarla ilgili ahkamın öğretilmesinde, yaşanmasında ve yaşatılmasında müşküllerin halli ve soruların cevaplandırılmasında kadınlardan faydalanmak mecburiyetindeydi. Peygamber Efendimizin değişik yaş ve kabiliyetteki hanımları, mümin hanımlar için bir eğitim-öğretim kadrosu niteliği taşıyordu. Âdeta, evleri bir mektep, onlar da bu mektebin eğitimcileriydiler. Peygamber Efendimizin vefatından sonra da bu durum canlılığını koruyarak, hatta artarak devam etmiştir." (1993, İzmir, Ebedî Risalet Sempozyumu Tebliği)
Aslında Resulullah'ın Medine'de Mescid-i Nebevinin civarında bulunan okulu iki bölümden oluşuyordu. Biri, erkek sahabelerden oluşan "Ashab-ı Suffe Okulu" diğeri, hanımlardan oluşan, "Ezvac-ı Tahirat Okulu"
Gerçekten, İslâmî hükümlerin doğrudan doğruya Resulullah'tan öğrenilip, ümmete ders verilmesinde Ezvac-ı Tahirat'ın haneleri bir okul, kendileri de o okulun hem daimî öğrencileri hem de öğretmenleri idiler. Bu görev, yukarıda da belirtildiği gibi, Efendimizin ahirete intikalinden sonra da devam etmiştir. Suffe Okulunun önde gelen "Demirbaş bir talebesi" ve bütün hayatını hadislerin muhafazasına vakfeden, bu hizmeti yerine getirirken hafızasının kuvvetlenmesi için Resulullah'ın duasına mazhar olan Ebu Hureyre olduğu gibi, Ezvac-ı Tahirat okulunun önde gelen birinci talebesi de zeka, hafıza ve kavrayış gibi üstün kabiliyetlere sahib olan Efendimizin biricik eşi, Hz. Aişe'dir. Nitekim, "Muksirun" diye anılan en çok hadis rivâyet eden sahabelerin başında 5.374 hadisle Suffe okulunun baş öğrencisi Ebu Hureyre geldiği gibi, dördüncü sırada 2.210 hadisle de "Ezvac-ı Tahirat Okulu"nun öncüsü Hz. Aişe gelir.
Evet, İslâm, en son ve en mükemmel din olarak, insan hayatının bütün safhalarına ait, değişik derecede öneme haiz hükümler getirmiştir. Bu hükümlerin tesbiti, tâlimi ve hayata intikali Asr-ı Saadetin en öncelikli ve önemli hizmeti idi. Çünkü hayatın her anında ve her safhasında Allah'ın razı olacağı tarz ve şekil , yani dinin kendisi tesbit ediliyordu.
Bu gerçeğin idraki için kaynaklara eğildiğimizde, karşımıza, bu müminlerin anneleri ile bu "Ezvac-ı Tahirat" eliyle muhteşem bir hükümler ve sırlar hazinesi çıkıyor. Ve bu hazinenin ümmete açılması gibi kutsal bir görev, bu evliliklerin şaşmaz gayesi olarak beliriyor.
Diyebiliriz ki, bu hanımları, özellikle bunlar arasında çok özel bir yeri olan Hz. Aişe'yi devreden çıkaracak olsak, İslâm dininin neredeyse yarısı kadar olan bir hükümler manzumesini de yok farzedecektik!..
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamber Efendimizin çok evlenmesinin hikmetleri nelerdir?
- Hz. Peygamber Efendimizin muhterem eşleri ve çok evliliği hakkında bilgi verir misiniz?
16
Peygamber Efendimizin çok evlenmesinin hikmetleri nelerdir?
Mevzuyu ilk önce, O pâk şahsiyete bakan yönüyle ele alalım. Her şeyden evvel bilinmelidir ki, güzel ahlakın zirvesinde olan Efendimiz (sav), yirmi beş yaşına kadar hiç evlenmedi. O sıcak memleketin hususî durumu da göz önüne alınacak olursa, bu kadar zaman iffetiyle yaşaması ve bunun da, dün ve bugün böylece kabul ve teslim edilmesi, O’nda iffetin esas olduğunu ve müthiş bir irade ve nefis hâkimiyeti bulunduğunu gösterir. Eğer bu hususta, Efendimizin (sav) küçük bir hatası bulunsaydı, dünkü ve bugünkü düşmanları, bunu cihana ilân etmekten bir an bile geri kalmayacaklardı. Hâlbuki eski ve yeni bütün düşmanları, O’na hiç olmayacak şeyleri dayandırdıkları hâlde, bu yönde bir şey söyleme cüretini gösterememişlerdir.
Peygamberimiz (sav) ilk evliliklerini, yirmi beş yaşlarında iken yaptılar. Bu evlilik, Allah ve Resûlü (sav) katında çok yüce ve müstesna; fakat başından iki defa evlenme geçmiş kırk yaşındaki bir kadınla olmuştu. Bu mutlu yuva tam yirmi üç sene devam etmiş ve peygamberliğin sekizinci senesi kapanan bir perde gibi, arkada acı bir hasret bırakarak sona ermişti. Bu defa Efendimiz (sav) yirmi beş yaşına kadar olduğu gibi, yine yapayalnız kalmıştı. Evet, aile, çoluk çocuk her şeyiyle yirmi üç senelik bu mesut hayattan sonra, yeniden dört beş sene bekâr olarak yaşamışlardı ki; yaşları da elli üçe ulaşmış bulunuyordu.
İşte, diğer bütün evlilikleri de böyle evliliğe alâkanın azaldığı bu yaştan sonra başlar ve devam eder ki; sıcak bir memlekette elli beş yaşından sonra yapılan evlilikde, insani bir arzu ve şehevîlik görmek, ne insafın ne de akıl ve kalbin kabulleneceği bir şeydir.
Burada akla gelen diğer bir mesele de, Efendimizin (sav) peygamberliğinin çok evlenmeyi gerektirdiği yönüdür:
A) Evvelâ, bilinmelidir ki, bu meseleyi, bu şekilde medar-ı bahs edenler, ya hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerdir ki, onların böyle bir şeyi kınamaya aslâ ve kat’â hakları yoktur. Zira onlar, bütün prensiplere karşıdırlar. Hiçbir kânun ve kayda tâbi olmaksızın, pek çok kadınla münasebet kurar; hatta mahremleriyle dahi nikâha müsade ederler. Yahut bunlar, belli kitaplara dayanan farklı din mensuplarıdır. Onların hücumu da, insafsızca, garazlı ve araştırılıp düşünülmeden yapılmış, hatta kendi namlarına üzülecek bir durumdadır. Çünkü, ellerindeki kitapların ve o kitaplara bağlı cemaatlerin kendi peygamberleri olarak kabul ettikleri, nice büyük peygamber vardır ki; bunlar birçok kadınla evlenmiş ve başlarından daha çok nikâh geçmiştir.
Meselâ; Süleyman (as) ve Davud (as) peygamberleri düşününce, onlara mensup olduklarını iddia edenlerin bu meseleye itiraz etme hususunda insaflı davranmadıkları açıkça ortaya çıkar. Dolayısıyla, çok kadınla evlenmeyi, Peygamberimiz (sav) başlatmadığı gibi; aynı zamanda çok evlilik, nübüvvetin ruhuna da zıt değildir. Kaldı ki; daha sonra görüleceği gibi birden fazla evliliğin peygamberlik vazifesi açısından da, düşünülenlerin de ötesinde pek çok faydaları vardır.
Evet, çok kadınla evlenme, özellikle yeni dini hükümler ve şeriatlarla gelen peygamberler için bir bakıma zarurîdir. Zira, dinin, aile mahremiyeti içinde cereyan eden pek çok yönleri vardır ki, bu yönleri ancak bir insanın nikâhlısı tam olarak öğrenebilir. Dolayısıyla, dinin bu yönlerini anlatmak için herhangi bir kapalı anlatım veya dolayısıyla ifade etme mecburiyetinde olunmadan -ki çok defa bu türlü anlatma tarzı anlamayı ve hayata tatbik noktalarını zorlaştırır- her şeyi alabildiğine açıklık içinde anlatacak, mürşidelere yani hanım öğreticilere ihtiyaç vardır.
İşte, her şeyden evvel, nübüvvet hânesinde olan bu temiz ve pak peygamber hanımları, kadınlık âlemine karşı yol göstericilik ve tebliğ vazifesinin sorumluları ve nakilcileri bulunmaları itibarıyla, peygamber için de, peygamberlik için de; kadınlık âlemi için de gerekli, hatta olmazsa olmaz durumdadırlar.
B) Diğer bir husus da umumî mânâda Efendimiz (sav)’in eşleriyle alâkalı oluyor ki, o da:
1) Eşler arasında, yaşlı, orta yaşlı ve gençler bulunması itibarıyla, bu devre ve dönemlerin hepsine ait çeşitli dini hükümler bina ediliyor. Ve bizzat Peygamber (sav) hânesi içinde bulunan bu pâk eşler sayesinde uygulama imkânı buluyordu.
2) Eşlerin her birerleri, çeşitli kabilelerden olması sebebiyle, evvelâ o kabileler arasında; sonra da Efendimizin (sav) muazzez şahsiyetiyle akrabalık bağının kurulduğu bütün cemaatler içinde, köklü bir sevgi ve alâkaya yol açılıyordu. Her kabile ve oymak, O’nu, kendinden biliyor, din hissinin yanında, cibillî bir akrabalık bağıyla O’na karşı derin bir alâka hissediyordu.
3) Her kabileden aldığı kadın, O’nun hayatında ve ebedi aleme göçmesinden sonra, kendi cemaati arasında çok ciddî dinî hizmete vesile olabiliyor; uzak yakın bütün akrabalarına, Efendimizin (sav) gizli ve aşikâr bütün sünnetleri ve dini hükümler noktasında tercümanlık yapıyordu. Bu sayede O’nun kabilesi de, kadın ve erkeğiyle, Kur’ân’ı, tefsiri, hadîsi ondan öğreniyor ve dinin ruhuna vâkıf olabiliyordu.
4) Bu evlilikler vasıtasıyla, Peygamber Efendimiz (sav), âdeta bütün Arap Yarımadası ile yakınlık tesis etmiş gibi, her hânenin, teklifsiz misafiri hâline gelmişti. Herkes bu yakınlık vasıtasıyla O’na yaklaşabiliyor ve dinîn emirlerini öğrenme fırsatını buluyordu. Aynı zamanda bu ayrı ayrı aşiretlerin her biri, bir çeşit, kendini O’na yakın sayıyor ve bununla iftihar ediyordu.
Mahzumoğulları, Ümmü Seleme vasıtasıyla; Emevîler, Ümmü Habîbe vasıtasıyla; Hâşimîler, Zeynep bintü Cahş (r.anha) vasıtasıyla kendilerini ona yakın kabul edip, bahtiyar sayıyorlardı...
C ) Buraya kadar olanlar umumî mânâda ve bazı yönleriyle de diğer peygamberlere şâmil olacak şekilde idi. Şimdi bir de hususî mânâda ve teker teker her eşinin hususi faziletleri noktasında, meseleyi ele alalım:
Evet, burada dahi göreceğiz ki; insan mantığı, vahiy ile desteklenen o Zât’ın (sav) mübarek hayatı karşısında toprak kadar aşağı kalıyor; diğer bir tabirle insan düşüncesi vahyin gölgesi altında bulunan bu büyük dahi önünde iki büklüm oluyor.
1) İlk zevceleri Hz. Hatîce (r.anha) validemizdir.
Kendinden on beş yaş daha büyük olan bu nâdîde kadınla izdivaçları, her evlilik için en büyük örnek mahiyetindedir. O, bütün bir hayat boyu, derin bir vefâ ve sadakatle Hz. Hatice validemizin aziz hatıralarına bağlı kaldığı gibi, vefatından sonra dahi O’nu hiçbir zaman unutmamış, hatta her vesile ve fırsatta O’ndan bahisler açmıştır.
Hz. Hatîce’den sonra Peygamberimiz (sav) dört beş sene evlenmediler. Başlarında birçok yetim bulunmasına rağmen, onların külfetlerine katlanıp, bir bakıma hem annelik, hem de babalık vazifesini yürüttüler. Farzımuhal, öncesinde ve sonrasında kadınlara karşı küçük bir zaafı olsaydı, böyle mi hareket ederlerdi?..
2) Sıra itibarıyla olmasa bile ikinci zevceleri, Âişe-i Sıddîka’dır (r.anha).
En yakın arkadaşının kızı; acı tatlı bütün bir hayatı beraber yaşayan bu büyük insana karşı, nebînin en müstesna ikramıdır. Bütün yakınlıkların, akrabalıkların sona erdiği günde, sona ermeyen yakınlığıyla O’nun yanında bulunma şerefi ancak bu sayede olacaktır. Evet, Âişe-i Sıddîka ile, Hazreti Ebû Bekir, maddî mânevî hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde Efendimiz’e (sav) yakın olma şerefine mazhar olmuşlardı.
Ayrıca, Hz. Âişe gibi çok zeki bir müstesna insan, nübüvvet davasına tam vâris olabilecek yaradılışta idi. Evlilikden sonraki hayatı ve daha sonraki hizmetleriyle kendini ispatlamıştır ki; o eşsiz varlık, ancak peygamber eşi olabilirdi. Zira o, yerinde en büyük hadisçi, en mükemmel tefsirci ve en nâdide fıkıhçı olarak kendini gösteriyor, Efendimizin (sav) görünen görünmeyen bütün tüm hallerini emsâlsiz kavrayışıyla, hakkıyla temsil ediyor ve yansıtıyordu.
Bunun içindir ki; Efendimiz (sav)’e rüyasında, onunla evlelik yapacağı işâret ediliyor ve henüz gözlerine başka hayal girmeden Peygamber hânesine ayak basıyordu...
Bu sayede o, Hz. Ebû Bekir (ra) için şeref kaynağı olacak ve kadınlık âlemi içinde, bütün istîdat ve kâbiliyetlerini geliştirerek, Efendimiz (sav)’in en başta talebelerinden biri olma hüviyetiyle, büyük muallim ve tebliğci olmaya hazırlanacaktı. İşte böylece, o da hem bir zevce, hem de bir talebe olarak Efendimizin (sav) saadet hânesine girmiş bulunuyordu.
3) Yine evlenme sırasına göre olmamakla beraber üçüncü eşleri, Ümmü Seleme’dir (r.anha).
Mahzum Oymağı’ndan ve ilk Müslümanlardan olan Ümmü Seleme, Mekke’de büyük zorluklar görmüş; ilk olarak Habeşistan’a, ikinci defa da Medine’ye hicret etmiş ve o günkü şartlara göre ilk saftakiler arasında yer almıştı.
Kendisiyle beraber bu uzun ve meşakkatli yolculuklara katlanan bir de kocası vardı. Ve, Ümmü Seleme’nin nazarında eşi, benzeri olmayan bir insandı. Bütün çile devrini beraber yaşadığı, bu eşsiz hayat arkadaşı Ebû Seleme’yi Medine’de kaybedince çocuklarıyla baş başa kaldı. Yurdundan, yuvasından uzak, bir sürü yetimle hayat külfetini yüklenmiş bu kadına, ilk şefkat elini, Ebû Bekir ve Ömer (ra) uzatırlar; fakat o bu talepleri reddetti. Zira onun gözünde Ebû Seleme’nin yerini dolduracak insan yoktu.
Nihayet, izdivaç teklifiyle Allah Resûlü (sav) ona el uzattı. Bu izdivaç da gayet tabiîydi, zira İslâm ve iman uğrunda hiçbir fedâkârlıktan geri olmayan bu benzersiz kadın, Arab’ın en soylu oymağı içinde uzun zaman yaşadıktan sonra yapayalnız kalmıştı ve dilenciliğe terk edilemezdi. Hele ihlâs, samimiyet ve İslâm için katlandığı şeyler düşünülünce, ona muhakkak ki el uzatılmalıydı. Ve, işte Kâinatın Efendisi (sav), onu nikâhı altına alırken bu yardım elini uzatmıştı. Evet, gençliğinden beri yaptığı; kimsesizleri görüp gözetme ve yetimlere el uzatma iş ve vazifesini, o günkü şartların iktizasına göre bu şekilde yerine getiriyordu.
Ümmü Seleme de Hz. Âişe gibi zeki, kapasiteli ve kabiliyetli bir kadındı. Bir muallim ve tebliğci olma kabiliyetlerini taşımaktaydı. Onun için bir taraftan şefkat eli onu, himâyeye alırken diğer taraftan da, bilhassa kadınlık âleminin kıyamete kadar şükran duyacağı bir talebe daha ilim ve irşat medresesine kabul ediliyordu.
Yoksa, altmış yaşına yaklaşmış Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav)’in, bir sürü çocuğu olan dul bir kadınla evlenmesini ve evlenip bir sürü külfet altına girmesini, başka hiçbir şeyle izah edemeyiz. Hele şehevîlik ve kadınlara düşkünlükle aslâ ve kat’â!..
4) Bir diğer zevceleri de Remle binti Ebî Süfyan’dır (Ümmü Habîbe) (r.anha).
Peygamber (sav) ve peygamberlik karşısında bir müddet küfrü temsil eden birinin kızı... Bu da ilk Müslüman olanlardan ve birinci safta yerini alanlardandı. Çile devrinde Habeşistan’a hicreti, orada kocasının önce Hristiyanlığı kabul etmesini, sonra da vefâtını görmüş çok sıkıntılar çekmiş bir kadın...
O gün sahabi, sayı itibarıyla az; mal yönünden fakirdi. Herhangi birine bakacak, geçim sıkıntısına ortak olacak durumları yoktu. Buna göre, Ümmü Habîbe ne yapacaktı? Ya din değiştirip, Hristiyanların yardımına mazhar olacak; ya küfür yuvası olan baba evine dönecek veya kapı kapı dolaşıp dilenecekti. Bu en dindar, en soylu, aile itibarıyla en zengin kadının bunlardan hiçbirini yapması mümkün değildi. Bir tek şey kalıyordu; o da Efendimiz (sav)’in müdahalesi ve yardımı...
İşte, Ümmü Habîbe ile izdivaçta da bu yapılıyordu. Dini için her türlü fedakârlığa katlanmış bu kadın, yurdundan yuvasından uzak; zenciler arasında; kocasının dinden çıkması ve vefâtı kendisini binbir sıkıntılara uğrattığı günlerde; Necâşi’nin huzurunda, Peygamberimiz (sav) İle nikâhının kıyılması gibi en tabiî bir şey yapılıyordu. Bunu değil kınamak “Rahmeten li’l-Âlemîn” olmanın gerektirdiği bir hususun gerçekleşmesi sayarak alkışlamak lâzımdır.
Kaldı ki; bu büyük kadının da, emsâli gibi kadın erkek Müslümanların irfan hayatına getireceği çok şey vardı. O da bu suretle hem bir zevce hem de bir talebe olarak, o saadethâneye intisap ediyordu.
Aynı zamanda bu evlilik sayesinde, Ebû Süfyan ailesi de Peygamberimizin (sav) hanesine teklifsiz girip çıkma imkânını elde ediyor ve değişik bir bakış kazanarak yumuşamış oluyordu. Hem değil sadece Ebû Süfyan ailesi, belki bütün Emevîler’de tesirini gösterecek bir hâdise olma karakterinde. Hatta denebilir ki; alabildiğine sert ve dışa kapalı olan bu aile, Ümmü Habîbe’nin nikâhı sayesinde oldukça yumuşadı ve her türlü hayrı kabul etmeye hazır hâle geldi.
5) Saadet hânesine girenlerden biri de Zeyneb bint-i Cahş’dır (r.anha).
Alabildiğine asil ve o kadar da ince, iç derinliğine sahip Hz. Zeyneb, Sultân-ı Enbiyâ (sav)’ın yakın akrabası ve yanı başında büyüyen, gelişen bir kadındı. Efendimiz (sav), Zeyd (ra) için O’nu talep ettiği zaman, ailesi biraz çekimser kalmış ve bu arada Efendimiz (sav)’e verme temâyülünü göstermişlerdi. Sonunda Peygamberimizin (sav) ısrarıyla Zeyd b. Hârise (ra)’e vermeye râzı olmuşlardı.
Zeyd, bir zamanlar hürriyetini yitirmiş; esirler arasına girmiş ve sonra Kâinatın Efendisi (sav) tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir âzâtlı idi. Peygamber Efendimiz (sav) bu izdivaçtaki ısrarıyla, insanlar arasındaki eşitliği tesis, kuvvetlendirerek dengeyi sağlamak istiyor ve bu zor işe de, yine yakınlarıyla başlıyordu. Ne var ki, Zeyneb gibi çok yüce fıtratlı bir kadın, emre uyarak gerçekleştirdiği bu evliliği, uzun sürdüremeyecek gibiydi. Bu evlilik, Zeyd için de bir şey getirmemiş ve sadece bir ızdırap ve hasret olmuştu.
Nihayet boşama hâdisesi oldu; fakat Efendimiz (sav) Zeyd’i vazgeçirmeye ve evliliğin devam ettirilmesine çalışıyordu. Tam o esnada, Cibrîl (as) geldi ve semâvî fermanla, Zeyneb’in Peygamber Efendimiz (sav) ile izdivaç etmesi emrini getirdi. Efendimiz (sav)’in mâruz kaldığı imtihan oldukça ağırdı; zira, o güne kadar, kimsenin cesaret edemediği bir şey yapılıyor ve yerleşmiş, kök salmış âdetlere karşı, ilân-ı harp ediliyordu. Bu çok çetin bir mücadeleydi. Ancak Allah emrettiği için yapılabilirdi. Ve işte Efendimiz (sav), derin bir kulluk şuuruyla, nezih şahsiyetine karşı çok ağır gelen bu işi yaptı. Hz. Âişe’nin dediği gibi,
"Farzımuhal, Peygamberimiz (sav)’in, Kur’an’dan bir şeyi saklaması câiz olsaydı Zeyneb’le evliliğini emreden âyetleri gizlerdi."
Evet, bu Efendimiz’e (sav) o kadar ağır gelmişti...
İlâhi hikmet ise, bu temiz ve yüce varlığı, Peygamber (sav) hânesine sokmak, ilim ve irfan yönüyle hazırlamak, irşat ve tebliğle vazifeli kılmak istiyordu. Nihayet, öyle de oldu. Ve daha sonraki nezih hayatı boyunca, peygamber zevceliğinin iktizâ ettiği inceliklere riâyet etti.
Ayrıca, cahiliye devrinde, evlâtlıklara evlât deniyor ve onların eşleri de aynen evlâdın eşi gibi kabul ediliyordu. Cahiliyeye ait bu âdet, kaldırılmak murat buyurulunca, yine tatbikata Efendimiz (sav) ile başlanıldı. Herhangi bir kimseye “evlâdım” demekle, evlâdınız olamayacağı gibi, “evlâdım” dediğinizin zevcesi de gelininiz olamaz. (Ahzâb, 33/4)
6) Saadet hânesine girmekle şereflenenlerden biri de Cüveyriye bintü’l-Hâris’dir (r.anha).
Gayrimüslim olan kabîlesine karşı harp edilmiş ve kadın erkek esir edilmişlerdi. Hissiyatı alt üst olmuş, gururu kırılmış bu saray mensubu kadın, Pergamberimiz (sav)'in huzuruna getirildiğinde, kin ve nefretle doluydu.
İşte o zaman Efendimiz (sav), yağdan kıl çekme kolaylığı içinde meseleyi bir hamlede halletti. Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Cüveyriye (ra) ile nikâh kıyınca, Cüveyriye, mü’minlerin anası mevkiine yükseldi ve sahabenin bakışında bir hürmet âbidesi hâline geldi. Hele Ashâb-ı Resûlullah, “Peygamber’in akrabaları esir edilmez.” deyip, ellerindeki esirleri bırakınca, hem Cüveyriye (ra) hem de onun aşiretinin gönlü fethediliverdi.
Görülüyor ki, Peygamberimiz (sav) altmış yaşları dolaylarında, yaptıkları bu izdivaçta dahi pek çok meseleyi bir çırpıda hallediyor; kızıl kıyamet hâdiselerin içinde, barış ve sükûn meltemleri estiriyordu.
7) Talihliler arasına karışanlardan birisi de Safiyye bintü Huyey’dir (r.anha).
Hayber emirlerinden birinin kızı. Meşhur, Hayber Vak’ası’nda, babası, kardeşi ve kocası öldürülmüş; kabilesi de esir edilmişti. Safiyye (ra) büyük bir öfke ve intikam hırsıyla yanıp tutuşuyordu. Nikâh akdedilip, mü’minlerin hürmet duyacağı, Efendimiz (sav)’e zevce olma muallâ mevkiine yükselince, hem Ashab’ın (ra) “Anam, anam” diyerek hürmet göstermeleri ve hem de Efendimiz (sav)’in eritici ve tüketici yüceliği karşısında, Hz. Safiyye (ra) olup biten her şeyi unuttu ve Peygamberimiz (sav)’e zevce olmakla iftihar etmeye başladı.
Ayrıca, Hz. Safiyye vasıtasıyla pek çok Yahudi’nin, Efendimiz (sav)’i yakından görüp tanıma ve yumuşama imkânı da doğuyordu. Bir şeyle her şey yapan ve bir fiilinde binler hikmet bulunan Hazreti Allah (cc) bütün izdivaçlarda olduğu gibi, bunda da pek çok hayır ve bereket yaratmıştı.
Bundan başka, düşmanların iç âleminden haberdar olma bakımından, ümmetine bir ders vermiş olabileceğini zikretmek de uygun olur zannederim. Hazreti Safiyye ve emsâli ayrı milletlerden olan kadınların, o milletlerin iç durumlarına nüfûz bakımından büyük ehemmiyeti vardır; elverir ki insan onların hâin olanlarıyla kendi sırlarını düşmanlara kaptırmasın.
8) Bu bahtiyarlardan biri de Hz. Sevde (r.anha) Validemizdir.
İlk safta yerini alanlardan; kocasıyla Habeşistan’a hicret edenlerden ve Ümmü Habibe’nin kaderine benzer şekilde, kocasının vefatıyla ortada kalanlardan.
Efendimiz (sav), bu kalbi kırığın da, yarasını sardı; onu perişan olmadan kurtardı ve ona enis oldu. Zaten sadece Efendimiz (sav)’in nikâhı altında bulunmayı düşünen bu büyük kadının, dünya adına istediği başka hiçbir şey de yoktu.
İşte bütün izdivaçlarında, bu türlü hikmet ve maslahatlar bulunan Peygamber Efendimiz (sav) hiç mi hiç nefsânî duygularıyla bu işin içine girmemiştir. Ya Râşid Halifelerin ilk ikisine karşı olduğu gibi, vezirleriyle bir yakınlık tesis etme ve zevcesi olacak kadındaki istîdat ve kabiliyet veya teker teker, diğerlerinde gördüğümüz gibi, başka hikmet ve maslahatlarla evlenmiş ve büyük yük ve yükler altına girmiştir.
Bunlardan başka, Peygamber Efendimiz (sav)’in bu kadar kadının, kalacak yer, gıda, elbise gibi ihtiyaçlarını, en âdil şekilde temin etmesi ve onlara karşı muâmelesinde kılı kırk yararcasına, adâlet ve hukuklarına dikkat etmesi; aralarında meydana gelmesi muhtemel huzursuzlukları peşinen önlemesi, meydana gelen problemleri yağdan kıl çekme rahatlığı içinde halletmesi, Bernard Shaw’ın ifadesiyle “En büyük problemleri kahve içme kolaylığı içinde halleden,..” O müstesna Zât’ın peygamberliğine delâlet eder...
Bir kadın ve bir iki çocuğun dahi, idaresinin ne kadar müşkül olduğunu gören ve bilen bizler; daha evvel başka yuvalar kurmuş; başka âile yapılarına şâhit olmuş; girdiği yuvalarda farklı mizaçlar kazanmış pek çok kadını, bir şiir âhengi ve ritmi içinde idare eden, o muallâ ve aziz varlık karşısında iki büklüm oluyoruz.
Bir husus kaldı ki, o da zevcelerin adedinin, ümmetine meşru kılınan adedin üstünde olma durumudur. Bu, bir hususî durumdur. Evet, bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok maslahat ve hikmetleri içerisinde barındıran bir hususî kanundur. Bir müddet bu mevzuda mutlak izin verilmiş; belli bir müddet sonra ise sınır konmuş ve evlenmesi yasak edilmiştir.(Ahzâb, 33/52)
9) Bir diğer eşi Hafsa binti Ömer el- Hattab'dır.
Mü'minlerin annesi, Rasûlullah (sav)'ın eşi, Hz. Ömer'in kızı. Hz. Hafsa, Hz. Peygamber (sav)'in risaletinden beş sene önce doğdu. Annesi büyük sahabî Osmân b. Maz'un'un kız kardeşi Zeyneb'tir.
Hz. Hafsa'nın İslâm'ı ne zaman kabul ettiği bilinmemektedir. Hz. Ömer'in İslâm'ı kabulünden sonra bütün aile ve yakınlarının Müslüman olduğu bilgisinde yola çıkılarak, onun da babası ile birlikte Müslüman olduğu söylenebilir.
Mü'minlerin annesi Hz. Hafsa daha önce Huneys b. Huzafe, es-Sehmî ile evlenmişti. Huzafe Habeşistan'a hicret eden Müslümanlardandır. Hz. Hafsa'nın da bu hicrete katıldığı yolunda rivâyetler bulunmaktadır. Habeşistan'dan dönen Huzafe daha sonra eşi Hz. Hafsa ile birlikte Medine'ye hicret etti.
Hz. Huneys b. Huzâfe, Uhud savaşına katılmış ve ciddi biçimde yaralanmıştı. Bu yara sonucu Medine'de şehid oldu. Hz. Hafsa beyinin yarasını bizzat kendisi tedavi etmeye çalışmıştır. Vefatına bir hayli üzüldü ve yas tuttu. Nihayet Hz. Ömer dul kalan kızını Hz. Ebû Bekr'e nikâhlamak istedi. "İstersen Ömer'in kızı Hafsa'yı sana nikâhlayayım." şeklindeki teklif, Hz. Ebû Bekr tarafından cevapsız bırakıldı. Hz. Ömer, bu kez de Hafsa'yı o günlerde eşi Rasûlullah (sav)'in kızı Rukiyye vefat ettiği için yalnız olan Hz. Osman'a teklif etti. Eşinin vefatından dolayı üzüntü içindeki Hz. Osman'a: "İstersen sana Ömer'in kızı Hafsa'yı nikâhlayayım." dedi. Hz. Peygamber'in kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmeyi uman Hz. Osman, bir süre düşündükten sonra, "Şu günlerimde evlenmem doğru değil." diyerek özür diledi.
Gerçek bir Müslümana yakışacak bir davranışla kızını salih bir mü'mine nikâhlamak için çaba harcayan Hz. Ömer, neticeye ulaşamayınca büyük bir üzüntü içinde Hz. Peygamber (sav)'e gitti. Söz arasında "Ya Rasûlullah, Osman'a şaşıyorum. Hafsayı nikahlamayı teklif ettim, yanaşmadı." diye dert yanınca Hz. Peygamber (sav),
"Sana Osman'dan daha hayırlı bir damad, Osman'a da senden daha hayırlı bir kaynata tavsiye edeyim mi?" dedi. Hz. Ömer,
"Evet Ya Rasûlullah." deyince,
"Sen kızın Hafsa'yı bana nikâhlarsın, ben de kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a nikahlarım." buyurdu.
Bu teklif karşısında bütün dünyalar Hz. Ömer'in olmuştu. Allah Rasûlü (sav) ile akrabalık kurmak hususunda büyük bir istek duymasına rağmen, teklif etmek cesaretini gösteremiyordu. Çünkü Hz. Hafsa, Hz. Âişe'nin deyimiyle, "Tam babasının kızı idi.", yani biraz sertti. Rasûlullah (sav) ise bu teklifi ile Hz. Ömer'in duyduğu şiddetli arzuyu gerçekleştirerek hem aralarındaki yakınlığı pekiştirmek, hem de onun İslâm'a yaptığı hizmetleri ödüllendirmek istemişti.
Rasûlullah (sav) ile Hz. Hafsa'nın düğünleri hicrî üçüncü yılın ortalarında yapıldı. Hz. Peygamber (sav) Hz. Hafsa'ya dört yüz direm, yani 1188 gram gümüş mehir verdi.
Hz. Hafsa, Rasûlullah (sav)'in irtihalinden sonra son derece mütevâzî ve dindarca bir hayat sürmüştür. Kendisinden, bir kısmını doğrudan Rasûlullah (sav)'tan, bir kısmını da babasından aldığı altmış hadîs rivâyet edilmiştir. Okuma yazma bilen Hz. Hafsa hicretin kırk beşinci yılında vefat etmiş ve cenaze namazını zamanın Medine valisi Mervân kıldırmıştır. Bir rivâyete göre kırk birinci hicrî yılda vefat etmiştir.
17
"Levlake hadisi" olarak bilinen "Sen olmasaydın ey Habîbim, felekleri (kâinatı) yaratmazdım" kudsî hadisi ne anlama gelmektedir; kaynağı var mıdır?
Hz. Cabir anlatıyor:
“Ey Allah’ın Resulü! Anam-babam sana feda olsun, Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?” diye sordum. Şöyle buyurdu:
“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş/cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı."
"Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levh’i (Levh-i mahfuz), üçüncü parçasından Arş’ı yarattı. Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı. Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu/iman şuurunu, ikinci parçadan -marifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedu’rresulüllah nurunu) yarattı.” (bk. İmâm Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404; Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye: 1/6; Krş. Aclunî, I/262-6)
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisi kudsîde:
"Allah, seni kendi nurumdan, diğer şeyleri de senin nurundan yarattım, buyurdu." buyurmuştur. (Îmân Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404; Aclûnî, Keşfü'l-Hâfâ I-265/827)
Kâinatta en büyük hâdise hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dünyaya teşrifleri hâdisesidir.
Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kâdir-i Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı. Dolayısıyla imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı.
"Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nûr-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir: Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur."
İşte, "Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri (kâinatı) yaratmazdım." kudsî hadisi, bu sırra işaret etmektedir.
"Sen olmasaydın kainatı yaratmazdım." hadisi nasıl anlaşılmalıdır ve Hakikat-ı Muhammediye nedir?
Tasavvufi anlayışa göre, Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halkedilmiştir. Alemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir.
Tasavvuftaki ilk yaratılışa dair bu bilgiler, Risale-i Nur’daki bilgilerle büyük benzerlikler göstermektedir. İlk yaratılan Hz. Peygamberin (asm) temsil ettiği nübüvvet nurudur. Kainat onun nurundan yaratılmıştır. Varlığın mebde ve müntehası Hz. Muhammed (asm)’dir.
“Hem o melek, cin ve beşerin seyyidi olan zat, şu kâinat ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i İlâhiyenin timsali ve muhabbet-i Rabbâniyenin misali ve Hakkın en münevver bürhanı ve hakikatin en parlak sirâcı ve tılsım-ı kâinatın miftahı ve muammâ-yı hilkatin keşşafı ve hikmet-i âlemin şârihi ve saltanat-ı İlâhiyenin dellâlı ve mehâsin-i san'at-ı Rabbâniyenin vassâfı; ve câmiiyet-i istidat cihetiyle, o zat mevcudattaki kemâlâtın en mükemmel enmuzecidir. Öyleyse, o zâtın şu evsâfı ve şahsiyet-i mâneviyesi işaret eder, belki gösterir ki, o zat kâinatın illet-i gaiyesidir. Yani, "O zâta şu kâinatın Hâlıkı bakmış, kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi, kâinatı dahi icad etmezdi" denilebilir. Evet, cin ve inse getirdiği hakaik-i Kur'âniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye ve kemâlât-ı sâmiye, şu hakikate şahid-i kat'idir.”
"Levlake” Hadisi
“Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsi hadis olarak da rivayet edilen, ‘Sen olmasaydın ben kainatı yaratmazdım’ (Levlake...) (Acluni, II: 164; Hakim el Müstedrek, II: 615) ifadesiyle” varlığın Hz. Muhammed (a.s.m.) için yaratıldığı anlatılır.
Çekirdek ve Meyve
Tasavvufi anlayışta, “Rasül-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan, Peygamber insanlığın manevi babasıdır. Hz. Âdem insanların maddeten babası (ebul beşer) Hz. Peygamber ruhların babası” olduğu söylenir.
Risale-i Nur’da da Hz. Peygamber, yaratılmışların çekirdeği ve en mükemmel meyvesi olarak ifade edilir. Bu hakikat aşağıdaki alıntıda şöyle izah edilir:
“Ve herhalde, zîhayat içinde o fert zîşuurdan olacaktır. Çünkü, zîhayatın envâı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve herhalde, o ferd-i ferid, insandan olacaktır. Çünkü, zîşuur içinde hadsiz terakkiyâta müstaid, insandır. Ve insanlar içinde, herhalde o fert Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira, o zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakaikte bir üstâd-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş; bidâyet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş; her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.”
“Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.), âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur'ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır."
"Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak."
"Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-ı Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-ı Muhammedî onun andelîbi olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, Nur-ı Muhammedî o Sultan-ı Ezelî'nin makarr-ı saltanat (saltanat merkezi) ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san'atları, hârikaları ve mucizeleri tarif ediyor. Halkı o saray sahibine, sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayret-efza davet ediyor. Binaenaleyh İncil'de "Ahmed", Tevrat'ta "Ahyed" ve Kur’ân’da "Muhammed" ismiyle müsemma, iki cihanın güneşidir."
"İnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenâb-ı Hak şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemâlin ve belki nev'-i beşerin nısfının ittifakıyla efdal-ül halk, seyyid-ül enâm (herkesin efendisi) Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır."
"Bu kâinat sahibinin tezahür-ü rubûbiyetine ve sermedî (ebedî) ulûhiyetine ve nihayetsiz ihsanatına küllî bir ubudiyet ve tanıttırmakla mukabele eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bu kâinatta güneş lüzumu gibi elzemdir ki; nev'-i beşerin üstad-ı ekberi ve büyük peygamberi ve Fahr-i Âlem ve hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem sebeb-i hilkat-i âlem, hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, bu kâinatın hakikî kemalâtı ve sermedî Cemîl-i Zülcelâl'in bâki âyineleri ve sıfatlarının cilveleri ve hikmetli ef'alinin vazifedar eserleri ve çok manidar mektupları olması ve bâki bir âlemi taşıması ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet ve âhireti netice vermesi gibi hakikatları, hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Risalet-i Ahmediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile tahakkuk ettiğinden, nasıl bu kâinat O’nun risaletine gayet kuvvetli ve kat'î şehadet eder."
Hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A'zam'ın tecelli-i a'zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğruya O’na bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete O’nun hesabına nazar eder.Efendimiz’in temsil ettiği bir Hakikat-ı Ahmediye var, bir de Hakikat-ı Muhammediye var. Dünyayı teşriflerinden önce O, Hakikat-ı Ahmediyesi ile vardır ve Kâ’be hakikatı ile tev’emdir. Bu sebeple O, İncil’de Ahmed ismiyle anılmıştır; Kur’an’da da geçtiği üzere, Hz. İsa (as) O’nu, Ahmed ismiyle müjdelemiştir. O, dünyayı teşrifleri ve risaletleriyle birlikte Hakikat-ı Muhammediye’yi temsil etmiştir. Vefatından sonra da, yine Hakikat-ı Ahmediye’nin tecellisi söz konusudur.
Meselenin bir diğer yönü de şudur: Hz. Peygamber'in (asm) risâlet ve nübüvveti temelde, diğer bütün peygamberlerden önce idi. Nitekim O, bir hadislerinde: "Allah'ın ilk yarattığı şey, benim nûrumdur." buyurmaktadır. Diğer bir hadislerinde de "Hz. Âdem henüz çamur ve balçık arasında debelenirken, ben peygamber idim." ferman etmektedir. Demek ki, O'nun peygamber olarak planlanması, herkesten önceydi. Bu mesele, tasavvufçularca "hakikat-ı Ahmediyye" ünvanıyla ele alınmış ve uzun uzun üzerinde durulmuştur. Onların bu mevzudaki mülahazalarında, hakikat-ı Ahmediyye, aynı zamanda kainatın da hakikatı olarak işlenmiştir ki, bununla da, Hz. Peygamber'in (asm) büyüklüğü ve en büyük risâlete mazhariyeti anlatılmak istenmiştir.
Necip Fazıl, O’nu ifade için “O ki, o yüzden varız.” derdi. Bu yaklaşım, hadis kriterleri açısından tenkid edilse de, mânâsı doğru olan “Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsinden mülhemdir. Evet Allah, kâinatı O’nun için yaratmıştır. Kâinat, Allah’ı anlatan bir kitapsa -ki, öyledir- bu kitabın tercümanı Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. O olmasaydı, kâinat kitabı okunamayan, anlaşılamayan bir sır olarak kalacaktı. Dolayısıyla onun içinde yaşayacak ama, onunla Allah’ı tanıyamayacak ve O’na ulaşamayacaktık. Oysa ki, Allah, Kur’ân-ı Kerim’de beyan ettiği üzere, varlığı, kendisine ibadet etsinler, İbn Abbas’ın tefsirine göre de kendisini tanısınlar diye yaratmıştır. Bu itibarla denebilir ki, Hz. Muhammed olmasaydı, varlık bilinmeyecek ve dolayısıyla Allah da tanınmayacaktı. Öyle ise O’na varlığın ille-i gaiyesi, yani, yaratılış sebebi denebilir.
O’nu, kendinden önce gelen her peygamber, misyonu ölçüsünde ve çerçevesinde anlatmış ve haber vermiştir. Meselâ, Endülüslü büyük alim Kadı Iyaz’ın Şifa-i Şerif’inde geçtiği üzere, Hz. Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâb-ı Allah’a O’nu şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir. Cenâb-ı Allah’ın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Ben, Cennet’in kapısında ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün rasûlüllah’ yazısını gördüm. İsmi, senin İsm-i Şerifi’nin yanında anılan biri, Sen’in yanında en kıymetli olmalıdır.” şeklinde cevap vermiştir. En son Hz. İsa da O’ndan çok bahsetmiş, İncillerin eldeki nüshalarında
“Size daha çok söyleyeceklerim var; fakat, şimdi siz bunları kaldıramazsınız. Ben gideyim, ta ki, dünyanın Efendisi, gerçeğin ruhu, hakkı bâtıldan ayıran Zât gelsin ve size bütün hakikatleri anlatsın.” (Yuhanna, Bab 16/12-14) demiştir.
Hz. İsa, O’nu Ahmed olarak haber vermiştir. İlâhî bir tevafuktur ki, dedesi Abdülmüttalib, “Gökte ve yerdekiler O’nu övsün” diyerek, O’na Muhammed ismini koymuştur. İmam-ı Rabbanî gibi büyük zatlar, önemle Hakikat-ı Ahmediye ve Hakikat-ı Muhammediye üzerinde dururlar. O, yeryüzüne gelmeden önce “Hakikat-ı Ahmediye”nin sahibiydi. Dolayısıyla Hz. İsa, O’nu Ahmed ismiyle müjdelemiştir. Dünyadaki misyonu itibarıyla de O “Hakikat-ı Muhammediye”yi temsil etmiştir. Nebiler Serveri bu temsil sonunda Hakikat-ı Ahmediye’ye bi’l-fiil ulaşarak veya Hakikat-ı Ahmediye’yi bilfiil gerçekleştirerek, yine “Hz. Ahmed” ünvanıyla işaret buyurulan varlığın ruhu olma âlemine dönmüştür.
O, en çok eza ve cefaya maruz bırakıldığı bir zamanda Mirac’la şereflendirilmişti. Bu, kâinat içinden kâinat ötesine yolculukla, kendisine rehberlik eden Cibril’i bile bir noktadan sonra geride bırakmış, yoluna devam etmişti de, kendisine “Top senin, çevkan senin bu gece” denmişti. Mahzen-i Esrâr sahibi Nizamî’nin engin ve renkli ifadeleri içinde, “Yıldızlar, yolunda kaldırım taşları gibi dizilmiş, melekler kendisine teşrifatçılık yapmış, yarım ay atının ayakları altında bir nal gibi kalmış, Güneş O’nun ışık kaynağına sığınmıştı.” O, Kur’ân’da ifade buyurulan “Kâbe kavseyni ev ednâ”nın mânâsına göre, imkânla vücub arası bir noktaya gelmişti. Bu şu demekti: Bir kere O da, bir insandı ve yerdi, içerdi, uyurdu, sokaklarda dolaşırdı. Fakat, Buseyrî’nin ifadesiyle, “bir beşerdi, ama herhangi bir beşer gibi değildi; taşlar arasında bir yakut gibiydi.” Bunu avâmî bir benzetmeyle şöyle izah edebiliriz:
Meselâ; Selimiye’nin önünden geçen herkes, kendince, bir şeyler hisseder: İyi ve zevk-i selim sahibi bir mimar, ondaki sanat karşısında zevkten zevke girer. Bir çoban da kendine göre onun karşısında bir şeyler hisseder. Bir diğer misal verecek olursak, mesela; iyi gelişmiş damak zevki olanlar, yemekleri çok iyi ayırırlar ve onlar sıradan insanlardan farklıdırlar. Bunun gibi, onun her şeyi hissedişi bir başka idi. Dış görünümü ve yapısıyla bizim gibi bir beşer görünümündeydi ama bambaşka buudlarda yaşıyordu. Namaza durunca bazen, O’nun önünde cennet temessül eder, ona doğru adım attığı olurdu. Bazen de, bir başka şeyin temessülü karşısında geri çekilirdi. İşte, Mirac’la beşeriyetin en son sınırına varmıştı ki; ondan sonra sonsuzluk başlıyordu. Hiçbir şekilde Allah olunamayacağına göre, şüphesiz o Allah değildi ve olamazdı da. Bu yüzden, O’nun ulaştığı makama “imkânla-vücub” arası mânâsına “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” dendi. O makamdaki, durumu itibarıyla kelamcılar, hadisçiler başka türlü değerlendirmelerde bulunsalar da, sufîler, O’nun Mirac’da zaman, mekân hususiyet ve kayıtlarından, müberra olarak Allah’ı gördüğünü söylerler. İşte bu makamda iken bile O, yeryüzüne aramıza geri dönmek istemiş ve dönmüştü. Büyük velilerden Abdü’l-Kuddüs: “Eğer ben, o makama varıp, orada kalmak ile geriye dönmek arasında muhayyer bırakılsa idim, vallahi dönmez, orada kalırdım.” der. Ama O, geri gelmiş ve kendilerinden eza-cefa gördüğü insanların arasına inerek, onları da, bizi de, kaybettiğimiz cennete taşımıştı. Hiç olmazsa hepimizi o duyguya uyarmıştı. Mevlâna’nın ifadesiyle, bir ayağı hakikatte, diğer ayağı da 72 milletin arasında, ömrünün bakiyesini, halkın içinde Hakk’la beraber sürdürmüştü.
İlave bilgi için tıklayınız:
- “Nur-u Muhammedî” ne demektir?..
18
Peygamberimize vahiy nasıl geliyordu?
Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in Allah Teala ile konuşması ve Allah Teala'dan gelen emirler vahiy ile olmuştur. Vahiy de Arapça olarak Peygamberimize (s.a.s) gelmekteydi. Vahyin gelişi değişik şekillerde olmuştur.
Vahyin Geliş Şekilleri
Vahyin geliş şekilleri hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de açık bilgiler yoktur. Vahyin geliş şekilleriyle ilgili bilgileri Muhammed (s.a.s)'in hadislerinden ve sahabelerin şehadetlerinden öğreniyoruz. Vahyin geliş şekilleriyle ilgili şöyle bir sıralama yapılabilir:
1. Vahyin ilk şekli Rasûlûllah (s.a.s)'in uykuda iken gördüğü sadık rüyalardır. Bu rüyalarda "sadık rüya" (Rüya-yı Sadıka)* adı da verilmektedir. Peygamber (s.a.s)'in gördüğü bu rüyalar daha sonraları kendisine zahir olurdu. Hz. Aişe, "Peygamber, hiçbir rüya görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi apaçık zuhur etmesin." (Buhari, Bedü'l-Vahy, 1; Müslim, İman 252) diyerek bu rüyalara ışık tutmaktadır.
2. Rasûlüllah (s.a.s)'in uyanık halde iken vahiy meleğinin onun gönlüne vahyi ilka etmesidir. Vahyin bu şekli şu hadis-i şerifte bildirilmektedir:
"Ruhu'l-Kudüs kalbime, 'Hiçbir nefis rızkını tüketmeden ölmeyecektir.' diye üfledi. O halde Allah'tan korkun ve rızkınızı meşru yoldan arayınız." (Münziri, et-Tergib ve't-terhib, 4/12)
Ruhu'l-Kudüs, Cebrail'dir. Cebrail(as)'in göründüğü hakkında bir delil yoktur. Hadisten de, meleğin görünmeden vahyi ilka ettiği anlaşılmaktadır.
3. Cebrail (as), bir delikanlı veya bir insan şekline bürünerek Peygamber (s.a.s)'e vahiy getirmiştir. Cebrail'in bu yolla ashabtan Dıhıye'nin suretine bürünerek vahiy getirdiğini bir çok sahabî nakletmektedir. Vahyin en kolay ve en meşakkatsiz şekli budur. (Neseî, İman, 6)
4. Meleğin görünmeden Peygamber (s.a.s)'e vahiy getirmesidir. Peygamberimiz (s.a.s) çan sesine benzeyen bir ses duyardı. Vahyin en ağır şekli budur. Vahyin bu şekli tehdit ve vaad ihtiva eden âyetlere özgüdür. Bu şekildeki vahyi Rasûlüllah (s.a.s) şöyle anlatıyor:
"Bazen çıngırak sesine benzeyen bir sesle gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır." (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1/2; Müslim, Fedâil, 87)
Böyle bir vahyin geliş anında Peygamber (s.a.s) titrer, terler ve rahatsız olurdu. İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s)'in âyetleri zabtetmekte zorluk çektiği, dudaklarını kımıldattığı zikredilmektedir. Cenab-ı Allah, Peygamberine
"Vahyi çabucak alması için dilini kıpırdatma, onu toplamak ve kıraatını sabit kılmak bize aittir. Öyle ise sana Kur'ân okununca sen onun kıraatına uy." (Kıyame, 76/16-18)
uyarısında bulunmuştur. Bu âyetin nâzil olmasından sonra Rasûlüllah (s.a.s) Cebrail (as)'i dinler, onun gidişinden sonra onun gibi okurdu.
5. Meleğin asli sûretinde görünerek Allah'ın emrini Peygamber (s.a.s)'e getirmesi ve okumasıdır. (Buhari, Kitabu't-Tefsir, 53; Müslim, İman, 280-287)
Cebrail (as), bu şekliyle iki kez vahiy getirmiştir. Birincisi nübüvvetin başlangıcındâ olmuştur. Peygamber (s.a.s) baygınlık geçirmiştir. İkincisi ise Miraç olayının gerçekleşmesinde olmuştur. Bu olaya delil olarak,
"Andolsun ki onu diğer bir defa da Sidretü'l-Münteha'nın yanında gördü." (Necm, 53/12)
âyeti zikredilebilir.
6. Rasûlüllah (s.a.s)'in uyanık halde iken Allah Teâlâ ile konuşmasıdır. Böyle bir konuşmada arada hiç bir vasıta yoktur. Namazın farz oluşu bu yolladır. (bk. Müslim, İman, 279) Vahyin bu yoluyla ilgili olarak aşağıdaki âyeti zikredilebilir:
"Allah Musa ya da hitab ile konuştu." (Nisa, 4/164).
7. Cebrail'in Peygamber (s.a.s)'e uyku halinde iken vahy getirmesidir. Kevser Sûresi'nin bu şekilde nâzil olduğu rivayet edilmiştir.
Vahy-i Metlüv- Vahyi Gayrı Metlüv (Okunan vahiy ve okunmayan vahiy)
Hz. Peygamber (s.a.s)'in yukarıda belirtilen vahy şekillerinden almış bulunduğu vahiylerden ekserisi âyetler, bir kısmı ise kudsî hadisler ve hadis-i şeriflerdir. Necm sûresi 4. âyette:
"O, kendi arzusu ile söylemez, o (söylediği), kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir."
buyurulmuştur. Mıkdam b. Ma'dî-Kerib'in rivâyetine göre Hz. Peygamber (s.a.s) de:
"Bana Kur'ân ve onunla beraber onun gibisi verildi. Şunu iyi biliniz ki, Allah Rasûlü'nün haram kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir..." (el-Hadis ve'l Muhaddisûn,12; Kurtubî, Tefsîr, 75)
buyurmuştur. Bu âyet ve hadisi delil kabul eden bazı İslâm alimleri, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadisleri hakkında ictihad yapmasının caiz olmadığını ve sünnetin de Allah tarafından inzal olunmuş vahiy gibi düşünülmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak mezhepler tarihi incelendiği zaman görülür ki, Hz. Peygamber (s.a.s) kendisine sorulan sorularâ vahy ile, yoksa kendi re'yi ile ictihâd ederek fetva verirdi. İctihadında hata olursa Allah onun hatasını vahy yoluyla düzeltirdi. Nitekim Bedir savaşında ele geçirilen esirler hakkındaki Peygamber ictihâdı, Enfâl sûresi 67, 70 âyetleri ile tashih edilmiştir. Bu da gösteriyor ki Peygamber (s.a.s)'in ictihadı hatalı olabilir (bk. Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, 21). Kudsî hadisler ve hadis-i şerifler vahy ve ilham yoluyla Peygamber (s.a.s)'in söylediği sözler ve şeriatın ikinci kaynağı ise de, âyetler derecesinde değildirler.
Kur'ân, hadisi kudsî ve hadisin tarif ve vasıfları, okunan vahy ile okunmayan vahyin ne olduğunu ortaya koymaktadır: Kur'ân, Cebrail (a.s) vasıtasıyla Arapça lafız ve hak manalar da Hz. Peygamber (s.a.s)'e vahy edilen, O'nun Allah'ın Rasûlü olduğuna delil ve insanların hidayeti ile doğru yolu bulmaları için bir düstur, okunması ile ibadet edilerek Allah'a yakınlık kazanılan, mushaflarda yazılı, Fatiha sûresi ile başlayıp Nâs sûresi ile sona ermiş, tevatür yoluyla kitap olarak bize kadar intikal etmiş ve Allah'ın koruması ile en ufak bir değişikliğe uğratılmaksızın nesilden nesile okunarak intikal edecek, beşerin bir benzerini meydana getirmekten aciz bulunduğu ilâhî kelamdır.
Vahyin Özellikleri
a) Peygamber (s.a.s)'e uyanıkken Cebrail vasıtasıyla veya uykuda ve diğer vahy yollarıyla inzâl edilmiştir.
b) Lafız ve manaları Allah tarafındandır,
c) Lafzı Arapçadır,
d) Gerek namazda, gerekse namaz dışında okunarak ibadet edilir,
e) Şekil ve manası Allah tarafından konmuştur,
f) Abdestsiz ve guslü gerektiren bir halde bulunan kimsenin Ona dokunması haramdır,
g) Boy abdest alması gereken kimse O'nu okuyamaz,
h) Her harfini (ibadet kasdıyla) okumanın on sevabı vardıra,
ı) Belli kısımlarına âyet ve sûre adı verilir,
j) Mushafta yazılıdır,
k) Fâtiha suresi ile başlayıp, Nâs suresi ile sona ermiştir,
l) Zamanınıza kadar kitap halinde tevatür yoluyla gelmiştir,
m) Nesilden nesile intikalinden, her türlü değiştirilmeden Allah'ın koruması ile korunmuştur,
n) Beşer, bir benzerini meydana getirmede acizdir,
o) Lafzı olmaksızın yalnız manasıyla nakli (rivayeti) caiz değildir.
Kur'ân bu özellikleriyle, vahyi metulvü (okunan vahyi) meydana getirmektedir. Kurbet niyetiyle namaz ve namaz dışında okunmakla ibadet edilir. Diğer vahy mahsulü olan kudsî hadis ve hadislerle namazda okunarak ibadet edilmez. Ancak namaz dışında ilim ve teberrüken okunabilir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s) vahyin inişi esnasında, bizim bildiğimiz alemden başka bir aleme geçiyor; âdeta bizim alemimize kapanıyordu... Bu alemden ayrılıyor, bir başka buuda giriyordu. Bu meselede hususi donanıma sahip olmakla beraber vahyin ağırlığını çok ciddi hissediyor; o alemle irtibatın manevi baskısını yaşıyor; vahyi almadaki zorluğu duyuyordu.
Buhari ve Müslim Aişe (ra)'den rivayet ederler. O demiştir ki:
"Haris bin Hişâm Peygamber Efendimiz'e: 'Sana vahiy nasıl geliyor?' diye sordu. Peygamberimiz de buyurdu ki: 'Bâzen çıngırak sesi gibi gelir, bana en ağır geleni de budur. Sonra vahiy benden kesilir, ben de bana söyleneni aynen alıp ezberlemiş olurum... Bâzen da melek bana bir insan suretine temessül etmiş olarak gelir ve bana söyler, ben de onun söylediğini aynen bellemiş olurum.'" (Buhârî, Bedü'l-vahy, 1; Müslim, Fedail, 86-87)
Aişe (ra) validemiz, Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in kendisine gelen vahiy hakkındaki bu sözlerini böylece naklettikten sonra demiştir ki:
"Ben, gerçekten Peygamberimize soğuğu şiddetli bir günde vahy geldiğine şahit olmuştum. Vahiy kesildiği zaman şakakları şapır şapır terliyordu..." (bk. Tirmizî, Menâkıb, 15)
Müslim'in Ubâde bin Sâmit'ten nakli de şöyledir:
"Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, bu kendisine çok ağır gelirdi, hattâ mübarek yüzünün rengi iyice solardı." (Müslim, Fedail, 88)
Yine Aişe (ra) validemizin bir rivayetinde de: "Peygamberimiz'e vahiy geldiği zaman, bu kendisine çok ağır gelirdi." denilmiştir. Nitekim âyet-i celîlede: "Ey Muhammed, doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız." buyurulmuştur.
Yine Zeyd bin Sabit şöyle demiştir:
"Ben, Resûlüllah Efendimiz'in huzurunda vahiy yazıyordum, vahiy geldiği zaman Resûlüllah'ı şiddetli bir sarsıntı kaplar ve şakakları inci daneleri gibi ter dökerdi. Sonra vahiy kesilir, Resûlüllah da açılırdı. Resûlüllah söyler, ben de yazardım. Nazil olan ilâhi vahiy benim üzerimde dahî öylesine bir ağırlık yapardı ki, nazil olan Kur'ân âyetleri sebebiyle ben ayağımın kırıldığını ve bir daha yürüyemeyecek hâle geldiğini sanırdım..." (Buhârî, Tefsir, 91, Cîhad, 31; Müslim, İmare, 141-142; Ebu Davud, Cihad, 19; Tirmizî, Tefsir 5; Neseî, Cihad, 4)
Ahmed, Taberanî ve Ebû Nuaym İbn-i Amr'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben: Ey Allah'ın Resulü, vahyin gelişini siz hisseder misiniz?" diye sordum. Resûlüllah'ın bana cevabı da şöyle oldu:
"Evet, vahiy bana gelir, ben de onu çıngırak sesi gibi işitirim ve şiddetle sarsılırım. Sonra sarsıntı geçer ve ben sâbitleşir karar kılarım. (Bana söyleneni de aynen alır zaptederim). Bu şekilde (çıngırak sesi şeklinde) gelen vahiy bana o kadar ağır gelir ki, her defasında ben, 'muhakkak bu sefer canım çıkacak' zannederim!"
Buhari, Müslim ve Ebû Nuaym, Yâlâ bin Ümeyye'den rivayet ediyorlar. O şöyle demiştir:
"Peygamber Efendimîz'e vahiy geldiği sırada iyice kendisine baktım. O'nun şiddetli bir hırıltı çıkardığını, gözlerinin ve şakaklarının iyice kızarmış olduğunu gördüm."
Îbn Sa'd'ın Devs'li Ebû Erva'dan rivayeti de şöyledir:
"Peygamber Efendimiz'e vahiy geldiği zaman gördüm, kendisi devesi üzerinde idi. Vahyin ağırlığı sebebiyle devesi sağa sola yalpa yapıyor ve ön ayaklarını atamaz hâle geliyordu. Bazen dayanamayıp yere çöktüğü, bazan da ön ayaklarını dikerek ayakta durakladığı oluyordu. Peygamberimiz'in de şakakları şapır şapır ter döküyordu."
Yine bu noktaya temas eden Ahmed ve Beyhaki'nin Aişe'den rivayeti şöyledir:
"Resûlullah Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, üzerine bindikleri devesi vahyin ağırlığı sebebiyle yere çökerdi. Peygamberimiz de şakaklarından şapır şapır ter dökerdi. İsterse soğuk bir günde olsun."
Taberâni'nin Esma binti Amis'ten rivayeti ise şöyledir:
"Resûlullah (s.a.v.)'in üzerine vahiy indiği zaman, neredeyse bayılacak gibi olurdu."
Ahmed, Taberâni, Beyhaki ve Ebû Nuaym Esma binti Yezid'den rivayet ederler. O demiştir ki:
"Mâide Sûresi Resûlullah'a nazil olduğu zaman, kendileri devesi üzerinde bulunuyorlardı ve devenin yularından ben tutuyordum. Nazil olan sûrenin ağırlığından neredeyse devenin ön ayaklan kırılacak idi."
19
Peygamberimiz'in vefatı nasıl olmuştur? Vefatından önceki günlerde neler olmuştur?
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) hastalığının en şiddetli olduğu bir günde ashabıyla helâlleşmeyi arzu etti. Yine bir taraftan Hz. Ali'ye diğer taraftan da Fazl bin Abbas Hazretlerine dayanarak güçlükle ayağa kalktı ve mescide gitti. Minber'e çıkıp oturdu. Hz. Bilal'e de (r.a.) şu emri verdi:
"Halka ilân et. Mescid'de toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim. Bu benim son vasiyetim olacaktır."
Hz. Bilâl, emri yerine getirdi. Bir anda toplanan halkı mescid almaz oldu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), Allah'a hamd ve senâdan sonra Ashabı Kirâma şöyle hitap etti:
"Ey insanlar! Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır. Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım gelsin vursun. Birinizin malını almışsam, gelsin hakkını alsın. "Sakın hak sahibi, 'Şayet kısas talebinde bulunursam, Resûlullah bana darılır.' diye düşünmesin! Bilmelisiniz ki, benden hakkını isteyene darılmak benim fıtratımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen kimsedir. Yâhut helâl edendir. Ben Rabbimin huzuruna üzerinde kul hakkı olmadan varmak istiyorum."1
Bir anda ortalığa hazin bir sükût çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) sözlerini tekrarladı:
"Ey insanlar! Kime vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun. Her kimin benden alacağı varsa işte malım gelsin alsın."2
Cemaat içinden biri ayağa kalktı.
"Yâ Resûlallah! Sizden üç dirhem alacağım var." dedi.
Peygamber Efendimiz (asm),
"Ben bu hususta hiç kimseyi yalanlamam ve hiç kimseye 'yemin et' diye teklif de etmem. Ancak bu üç dirhemin zimmetime nasıl geçtiğini öğrenmek isterim!"
buyurdu. Ayağa kalkan zât,
"Yâ Resûlallah! Bir defasında huzurunuza bir fakir gelmişti. Bana fakire üç dirhem vermemi emretmiştiniz. Ben de verdim. İşte istediğim bu üç dirhemdir."
dedi. Peygamber Efendimiz (asm),
"Doğru söylüyorsun." dedikten sonra, "Ey Fadl! Buna üç dirhem ver."3 buyurdu.
Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm),
"Mescide açılan kapıları kapatınız! Sadece, Ebû Bekir'in kapısı açık kalsın."4
buyurdu.Emir gereği Mescid-i Şerifin çevresindeki evlerin kapısı, Hz. Ebû Bekir'inki hariç hepsi kapatıldı.5
Hz. Ebû Bekir Namaz Kıldırmaya Memur Ediliyor
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), hastalığı sebebiyle ezan okununca daima Mescid-i Şerife çıkar ve cemaata namaz kıldırırdı. Vef'atına üç gün kala hastalığı birden ağırlaştı. Bu sebeple artık Mescidi Şerife de çıkamaz oldu. O zaman,
"Ebû Bekir'e söyleyiniz, mü'minlere namaz kıldırsın."6
diye emir vererek imamlığı Hz. Ebû Bekir'e bıraktı.
Peygamberimizin Son Namaz Kıldırışı
Hz. Ebû Bekir, Müslümanlara öğle namazını kıldırıyordu.Bu sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm) bedeninde bir hafiflik hissetti. Hz. Abbas ile Hz. Ali'nin yardımıyla yavaş yavaş Mescid-i Şerife çıktı. Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz gelmekte olduğunu anlayınca, geri çekilmek istedi. Efendimiz (asm), yerinde durması için işaret etti. Sonra Hz. Ebû Bekir'in yanına oturtulmasını emir buyurdu. Hz. Ebû Bekir'in sol tarafına götürüp oturttular. Hz. Ebû Bekir ayakta, oturmuş olan Efendimize (asm) tabi oldu.7 Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (asm) Mescid-i Şerifte Müslümanlara kıldırdığı son namaz budur.
Hz. Cebrâil'in, Hatırını Sormak İçin Gelişi
Rebiülevvel ayının onu, Cumartesi günü idi. Cenab-ı Hak tarafından Cebrail (a.s.) geldi. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (asm) hal ve hatırını sordu:
"Ey Ahmed, Yüce Allah, sana ikram olarak beni gönderdi. Sana soracağı şeyi senden çok daha iyi bildiği halde sana; 'Kendini nasıl buluyorsun?' diye soruyor." dedi.
Rabb-i Rahimine kavuşmanın hasretini yüreğinde duyan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şu cevabı verdi:
"Ey Cebrâil! Kendimi baygın ve sıkıntılı bir halde görüyorum!"8
Vefâtından Bir Gün Evvel
Rebiülevvel ayının on biri, Pazar günü. Cin ve insin peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.) yatağında, şiddetli ateşler içinde idi. Etrafında Ezvac-ı Tahirat vardı. Başucunda Hz. Aişe Vâlidemiz oturuyordu. Bu sırada, Hz. Üsâme ordugâhtan gelip huzur-ı saadetlerine girdi. Efendimiz (asm) dalgın yatıyordu. Yerinden kımıldayacak hali yoktu. Hz. Üsâme, mübârek ellerini ve başlarını öptü. İçi hüzün ve keder doluydu. Azami hürmet içinde Kâinatın Efendisinin (asm) karşısında ayakta durdu. Efendimiz (asm) ona bir şey söylemedi. Sadece ellerini göğe kaldırdı ve onun üzerine sürdü. Ona duâ ettiği anlaşıldı.9 Resûl-i Kibriyâ Efendimizin duâsını alan Hz. Üsâme doğruca ordunun başına döndü.
Hz. Cebrâil'in İkinci Gelişi
Rebiülevvel ayının on biri, Pazar günü. Hz. Cebrâil yine hatırlarını sormak üzere geldi. Bu esnada Yemen'de peygamberlik dava eden yalancı Esved-i Ansî'nin idam edildiğini haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) de bu haberi ashab-ı kirama bildirdi.10
Pazartesi günü...
Hayatında mühim hadiselerin meydana geldiği pazartesi günü. Rebiülevvel ayının on ikisi. Böyle bir pazartesi gününde mübârek gözlerini dünyaya açmıştı. Bugün de, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (a.s.m.) bir ara hastalığı hafifleyip kendine geldi. Bu hafifliği hisseder etmez, yatağından kalktı. Hazırlıklarını yaparak Mescid-i Şerife teşrif etti.
O sırada ashab-ı kiram saf bağlayıp Hz. Ebû Bekir'in arkasında sabah namazını kılıyorlardı. Kâinatın Efendisi (asm) bu nurânî manzarayı görmekle son derece sevindi, hatta tebessüm buyurdu. Kendileri de Hz. Ebû Bekir'e uyarak namazını edâ etti. Resûl-i Kibriyâ Efendimizi (asm), aralarında mütebessim bir sîma ile gören sahabîler bütün bütün sıhhat buldu düşüncesiyle son derece sevindiler.11
Peygamber Efendimiz Hücre-i Saadetlerinde
Son günün sabah namazını Hz. Ebû Bekir'e uyup Ashabının arasında kılarak onları sevince garkeden Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm), namazın edâsından sonra yine Hücre-i Saadetine döndü. Yataklarına yattılar. Bu arada kumandan Hz. Üsâme son defa kendisiyle vedâlaşmak üzere geldi. Resûl-i Ekrem (asm), "Allah'ın bereketi ile artık hareket et!" buyurdu.12 Emri alan kumandan. Hz. Üsâme bin Zeyd doğruca ordugâha gidip mücahidlere hareket emrini verdi.
Hz. Ebû Bekir'in İzin İsteyip, Sünh'taki Evine Gidişi
Pazartesi günü, Hz. Ebû Bekir de, Fahr-i Kâinat Efendimizin (asm) durumunun bir ara iyileştiğini fark etmişti. Bunun için huzura girip,
"Yâ Resûlallah! Allah'a hamdolsun! Onun lütuf ve keremiyle sağ salim sabaha çıktınız! Müsâade buyurursanız, Sünh'taki evime gideyim." dedi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz,
"Olur!.." buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Sünh'taki evine gitti.13
Müslümanlara ve Ev Halkına Son Seslenişi
Son gün Pazartesi. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübârek dillerinden şu cümleler dökülüyordu:
"Ey insanlar! Karanlık gece kıtaları gibi fitneler geliyor! Ey insanlar! Siz bana karşı hiç bir şeyle delil bulamazsınız! Zira ben, ancak Allah'ın Kitabı Kur'an'ın helâl kıldığını helâl, haram kıldığım da haram kıldım!"
"Ey kızım Fâtıma! Ey halam Safiyye! Allah katında makbul olacak ameller işleyiniz. Bana güvenmeyiniz. Çünkü ben, sizi Allah'ın gazabından kurtaramam!"14
Peygamberimizin Hz. Fâtıma'ya Söyledikleri
Hz. Fâtıma, Resûl-i Ekremin (asm) hayatta kalmış olan biricik kızı idi. Kâinatın Efendisinin (asm) evlâd sevgisini kendisiyle tatmin ettiği tek evlâdı. Hz. Fâtımatü'z-Zehrâ, güzel ahlâkta, yürüyüşte, oturuşta, kalkışta Peygamber Efendimize (asm) en çok benzeyen evlâdı idi.
Resûl-i Ekrem (asm) hastalığının son gününde bir ara biricik kızı, güzel ahlâk ve zerâfet timsali Hz. Fâtıma'yı yanına çağırdı. Hz. Fâtıma gelince, onu sol tarafına oturttu. Ona gizlice bir şey söyledi. Hz. Fâtıma'yı birden bir hüzün ve keder havası kapladı. Arkasından gözyaşları boşanmaya başladı.
Peygamber Efendimiz (asm), sonra bu güzide kızına gizlice bir şey daha söyledi. Bu sefer, biraz evvel gözyaşı döken Hz. Fâtıma birden gülümseyip sevinmeye başladı. O sırada orada bulunan Hz. Âişe, daha sonra bunun sebebini sorunca Hz. Fâtıma şu cevabı verir:
"Önce bana pek yakında dünyadan ve benden ayrılacağını söyledi. Bunun için ağladım. "Sonra da 'Âilem içinde en evvel bana sen kavuşacaksın' deyince de sevindim."15
Ve Artık Son Anlar
Rebiülevvel ayının on ikisi, Pazartesi günü. Güneş, batıya doğru kayıyordu. Peygamber Efendimizin (asm) mübârek başları, Hz. Âişe'nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Artık nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu. Dili Allah'ı zikretmekle meşguldü: "Allah'ım! Beni, Refik-i A'lâ'ya ulaştır." duâsını tekrarlıyordu. Bu esnada bile ümmetine irşadda bulunmaktan geri durmuyordu:
"Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Namaza dikkat ve devam ediniz!"16 diyordu.
Bu hazin manzara orada bulunan Hz. Fâtıma'nın yüreğini âdeta dağlıyordu. Bir ara Resûl-i Kibriyâ Efendimizi (asm) bağrına bastı:
"Vay! Babamın çektiği ıstıraba..."
diyerek gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz,
"Bugünden sonra baban hiç bir zaman ızdırap çekmeyecektir." buyurdu ve ilâve etti: "Kızım! Sakın ağlama! Ben vefat ettiğim zaman 'İnnâ lillahi ve innâ ileyhi Raciûn' de."17
Hz. Cebrâil İle Hz. Azrail'in Birlikte Gelişleri
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), bu fani dünyada artık son dakikalarını yaşıyordu. Bu esnada, Hz. Cebrâil Hz. Azrail ile birlikte geldi. Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (asm) hal ve hatırını sordu. Sonra,
"Ölüm meleği Azrail içeri girmek için izin ister." dedi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz müsâade edince, Hz. Azrail içeri girdi. Efendimizin önünde oturdu,
"Yâ Resûlallah!.. Yüce Allah, senin her emrine itaat etmemi bana emretti. İstersen ruhunu alacağım, istersen sana bırakacağım." dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Cebrâil'e baktı. O da,
"Yâ Resûlallah, Mele-i A'lâ seni beklemektedir." dedi. Bunun üzerine Hâtemü'l-Enbiya Efendimiz,
"Yâ Azrail! Gel, memuriyetini yerine getir."18 buyurdu.
Peygamberimizin Rabbine Kavuşması
Mübârek başları Hz. Âişe'nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Yanında su kabı vardı. İki elini suya batırıp ıslak ellerini mübârek yüzlerine sürdü. Mübârek dudaklarından "Lâ ilâhe İllallah" cümlesi döküldü. Sonra ellerini yüzünden kaldırdı. Gözlerini evin tavanına dikti. "Allah'ım! Refik-i Alâ" cümlesini tekrarlaya tekrarlaya altmış üç yaşında iken mübarek ruhu Refik-i Alâ'ya yükseldi.19
Tarih: Hicretin 11. senesi, Rebiülevvel ayının on ikisi, Pazartesi günü. Milâdî 8 Haziran 632.
Dipnotlar:
1. Tabakât, II/255; Taberî, III/191; ibn-i Kesîr, Sîre, IV/257.
2. İbn-i Kesîr, Sîre, IV/257.
3. Tabakât, II/225; Taberî, III/191.
4. Tabakât, II/227-228; Müslim, IV/1854-1855.
5. Tabakât, II/227.
6. Tabakât, II/217
7. Tabakât, II/218; Müsned, I/356-357.
8. Tabakât, II/259.
9. a.g.e., II/119-120.
10. Taberî, III/220.
11. Sîre, IV/302; Müsned, III/196.
12. Tabakât, II/191.
13. Sîre, IV/304; Tabakât, II/191.
14. Sîre, IV/303-304; Tabakât, II/256; Taberî, III/196.
15. Tabakât, II/247; Buharî, III/92; Müslim, IV/1904.
* Refik-i A'lâ; en yüksek makamlarda bulunan peygamberler cemaatı demektir.
16. Tabakât, II/254; Müsned, I/78.
17. Tabakât, II/312.
18. a.g.e., II/259; ibn-i Kesîr, Sîre, IV/550.
19. Tabakât, II/229; Müsned, IV/89; Buharî, 3:96; ibn-i Kesîr, Sîre, IV/475.
20
Peygamber Efendimizin sütanneleri kimlerdir?
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselama süt annelik yapanlardan üç muhterem kadın şunlardır:
1. Süveybe:
Ebû Leheb'in cariyesi bulunan Süveybe, oğlu Mesruh ile birlikte Peygamber (s.a.v.)'i emzirmiştir. Daha önce, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in amcası bulunan Hz. Hamza’ya da süt annelik yapan Süveybe, daha sonra Ebû Seleme’yi de emzirmiş bulunmaktadır. Bu emzirme, Halime-i Sa'diye'den önceki günlerde olmuştur. (İbn Sad, Tabakât, 1/108)
Resûlullah (s.a.v,), Mekke'de bulunduğu sırada, Süveybe'yi ziyaret eder, hatırını sorar ve kendisine yardımda bulunurdu. Medine-i Münevvere'ye hicret ettikten sonra da bu ilgisini devam ettirmiş ve ona giyecek elbiseler göndermiştir. Hz. Hatice (r.anha) vâlidemiz, bu kadını alıp azat etmek istemiş ise de, Ebû Leheb buna rıza göstermemiş, daha sonra kendisi onu hürriyetine kavuşturmuştur. (Tabakât, 1/108)
Resûlüllah (s.a.v.)'in Hayber Savaşı'ndan döndüğü günlerde fâni ömrünü tamamlayan Süveybe ahirete göç etmişti. Oğlu Mesruh, annesinden önce vefat etmiştir.
2. Halime-i Sâdiye:
Halime binti Ebi Züeyb (r.anha), Sa'd kabilesine mensuptur. Kocası Hâris bin Abdüluzza'dır. Oğlu Abdullah ile birlikte Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'ı emzirmiş bulunmaktadır. Halime binti Ebi Züeyb'in Cüdâme (Şeyma) ve Üneyse isminde iki kızı da vardır. Onlar yaşça, Abdullah'tan daha büyük olduğu için Peygamber (s.a.v.)'in bakımı ile ilgilenirlerdi. (Tabakât, 1/108-110)
Peygamber (s.a.v.), Halime-i Sâdiye'nin yurdunda dört yaşına kadar kaldı. Hz. Hatice ile izdivacından sonra bu muhterem kadın, Allah Resûlü' (s.a.v.)'ın ziyaretine gelmişti. Yurtlarındaki kuraklık ve sıkıntıdan söz açan Halime'ye Hz. Hatice (r.anha) kırk koyun ve bir deve hediye vererek yurduna gönderdi. Bu muhterem sütanne, Medine-i Münevvere'nin Baki kabristanına defnedilmiştir.
3. Ümmü Eymen:
Adı Bereket olan bu muhterem kadının Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e sütannelik yaptığını İmam Süyûtî nakletmektedir. (el-Hâvî li’l-fetâvî, 2/389)
Ümmü Eymen, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in babasından miras olarak kendisine intikal etmişti. Hz. Hatice (r.anha) ile evlendiği sırada onu âzat etmiştir. Fahr-i Kâinat (s.a.v.), ondan bahsederken, "Anamdan sonra anam (kadar sevdiğim kadın) dır." buyurmuşlardır. Bir gün,
"Cennet ehlinden bir kadınla evlenmekten hoşlanan, Ümmü Eymen'i tezevvüc etsin." (Tabakât, 8/224)
buyurunca Zeyd bin Hârise (r.a.) onunla evlenmiştir. Bu mutlu izdivaçtan Üsâme bin Zeyd dünyaya gelmiştir.
21
Hz. Muhammed'in yakın akrabaları kimlerdir?
a. Hz. Peygamber (a.s.m)'in kardeşleri hiç olmamıştır.
b. Hz. Peygamber (a.s.m)’in babası yalnız bir kere evlendi.
Efendimizin (asm) yakın akrabaları için tıklayınız:
c. Peygamberimizin amcaları ve diğer aile büyükleri kimlerdir?
22
Sidretü'l-müntehâ nedir?
Sidretü'l-müntehâ, son sidre demektir ve izâfi bir terkiptir.
Münteha: İsm-i mekân ya da mimli mastar olan bu kelime, "nihayet sidresi" veya "son sınır sidresi" anlamını ifade eden bir isimdir.
Sidre, daha evvel de geçtiği gibi ağaç demektir. Kamus Tercemesi'nde sidre ile ilgili şu bilgiler vardır:
"Sidr, in kesri ve n sükunu ile okunur. Nebk ağacına verilen bir isimdir. Buna "Arabistan kirazı" da denir ki, Trabzon hurması da aynı nevidendir. Bu kelimenin müfredi sidre, çoğulu, siderât, sidirat, sider ve südür şeklinde gelir. Adı geçen bu ağaç, iki çeşittir. Birisi büstânî (bahçeye mahsus)dir ki meyvası hoş olup yapraklarıyla da yıkanılmaktadır. Diğeri de berrî (toprağa mahsus)dir ki bunun meyvesi tatsızdır. Her ikisinin de gölgesi gayet koyu, hoş ve hafiftir."
Bu kelime de ayrıca bir hayret mânâsı da vardır. Seder ve sederat, göz kamaşmak ve hayran olmak demektir. Bunun binâ-i nev'isi de bir nevi hayrete düşmeyi ifade eder. Bu sebeble müfessirler sidretü'l-müntehâyı, her iki mânâyı da gözeterek tefsir etmişlerdir. Bu konudaki farklı yorumları şöyle sıralamak mümkündür:
1. Sidretü'l-müntehâ, yedinci semada bir hadise göre de altıncı semada Arş'ın sağ tarafında bulunan bir nebk ağacıdır ki müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri (bk. Muhammed, 47/15) onun altından çıkar. Hz. Peygamber (asm)'in meyvesini tacın püsküllerine, yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek tavsifde bulunduğu bu ağaç hakkında şunları söylediği rivayet edilmiştir:
"Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin hepsini örter."
"Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter."
gibi haberler nakledilmiştir. Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlukatın cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil, ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir "oluşum ağacı" olarak göstermektedir.
İbnü Mes'ud'dan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür:
"Sidretü'l-Müntehâ, cennetin uc kısımlarında bulunan bir yerdir. Üzerinde ise Sündüs ve İstebrak'ın etekleri vardır."
Keşşâf'da da "Sidre-i Müntehâ sanki cennetin bitiş noktasındadır." şeklinde bir ifade vardır.
İbnü Abbas ve Ka'b'dan nakledildiğine göre Sidre-i Müntehâ, arşın altında bulunan bir ağaçtır ki, melekler, nebiler ve mahlukat içinde bulunan âlimlerin ilmi sonuçta ona ulaşır. Ondan ötesi ise gaybdır, Allah'tan başkası bilemez.
Dahhâk'tan yapılan bir rivayette de şöyle denilir: "Allah'ın her emri ona ulaşır, ondan daha ileri geçemez."
Görüldüğü gibi bütün bu sözler, müntehâ kelimesinin ifade ettiği anlamı açıklayıcı mahiyettedir.
2. Fahreddin Râzî de tefsirine ikinci sırada kaydettiği bir görüşte şunları söyler: "Sidre, 'Rakib'den 'rikbe' gibi bina-i merre olarak alınırsa bu takdirde sidre-i müntehâ, hayret-i kusuâ (en son hayret) manasını ifade eder."
Yani akılların, daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Hz. Peygamber (asm) hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü gördü, demektir. Ancak yine de Râzî, sahih olarak, ilk verdiği rivayeti kabul etmektedir.
Kaynaklar:
- Kamus Tercümesi, II, 385.
- Müsned, III, 164; IV, 207.
- Taberî, Zemahşerî, Râzî, Kurtubî, Beyzâvî, Alûsî, Necm suresi 14. ve 16. ayetlerin tefsiri.
23
Miraç gecesi namaz elli vakitten beş vakite mi indirilmiştir? Peygamber Efendimiz ile Hz. Musa arasında geçen konuşma doğru mudur? Bu konuşmanın Hz. Musa ile olmasının hikmeti nedir?
Allah hakimdir. Bu bakımdan insanların yüklenemeyeceği bir yükü kendilerine yüklemez. İlk başta elli vakit emretmesinin hikmeti ise kılınan beş vakit namazın elli vakit kıymetinde olduğunu bildirmek içindir. Ayrıca Peygamberimiz (asm)'in isteklerini kabul ettiğini göstermek hikmetine binaen böyle bir hadise vuku bulmuştur.
Miraç Gecesi'nde namazın farz oluş şekli ve elli vakitten beş vakte indirilişi hususunda Peygamber Efendimiz (asm) ile Hz. Musa (as) arasında vukû bulan hâdise, hem Buharî’de, hem de Müslim’de rivayet edilmektedir.
Hâdise özetle şöyle cereyan eder:
Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Hz. Cebrail’in refâkatinde Mekke’den ayrılıp semâya yükselir. Önce Hz. Âdem’le, daha sonra Hz. İdris, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. İbrahim’le görüşür. Cenab-ı Hakk'ın yüce katından dönüşünde ise Hz. Musa ile karşılaşır. Bu sohbeti Peygamber Efendimiz şöyle anlatırlar:
“O zaman Allah ümmetime elli vakit namaz farz kıldı. Bu farziyeti yüklenerek döndüm. Derken Mûsâ Aleyhisselâma rast geldim.
“Mûsâ (a.s.) bana, ‘Rabbin ümmetine neleri farz kıldı?’ diye sordu.
“Onlara, ‘Elli vakit namaz farz kıldı’ dedim.
“Musa (a.s.) bana, ‘RAbbine dön de şefaat et, zira ümmetin buna tâkat getiremez.’ dedi.
“Bunun üzerine Rabbime Mürâcaat ettim. Allah Teâla şatrını (bir kısmını) indirdi. Ben yine Mûsâ’nın (a.s.) yanına dönerek durumu kendisine haber verdim: ‘Bir kısmını indirdi’ dedim. O yine, ‘Rabbine mürâcaat et, zira ümmetin tâkat getiremez’ dedi.
“Ben yine Rabbime mürâcaat ettim. Alah Taâla kalanından bir kısmını indirdi. Mûsâ Aleyhisselâmın yanına yine döndüm. O tekrar, ‘Rabbine dön, zira ümmetin buna dayanamaz’ dedi. Bir daha müracaat ettim.
“Allah Teâla, ‘Onlar beştir, yine onlar [sevap itibariyle] ellidir. Benim nezdimde hükm-ü kaza değişmez’ buyurdu.
“Musa’nın yanına döndüm. O yine, ‘Rabbine dön’ dedi.”
“Ben de, ‘Artık, Rabbimden utanır oldum’ dedim.” (1)
Başka rivâyetlerde Peygamberimiz (asm)'in Cenab-ı Hakk'ın huzuruna çıkışı üç defa değil de, daha fazla olduğu bildirilmekte; namaz vakitlerinin sayısının beşer beşer, yahut onar onar indirildiği haber verilmektedir. Peygamberimizin mürâcaatlarında farz kılınan miktarın her seferinde “bir kısmının” indirilmesi şeklinde tercüme edilişinin sebebi de, “şatr” sâdece “yarım” mânâsına gelmemekte, aynı zaman da “çok miktar” mânâsını da içine almaktadır.
Hadis âlimleri, yine Peygamberimiz (asm)'den rivâyet edilen haberlere dayanarak, bu hadis hakkında açıklamalarda bulunmaktadırlar. Aynî merhum "Umdetü’l-Kâri" isimli yirmi beş ciltlik Buharî şerhinde “elli vakit” meselesinde şu rivayeti zikretmektedir:
"Cenab-ı Hakk'ın Ümmet-i Muhammed’e elli vakit namazı farz kılmış olduğu Levh-i Mahfuz’da mevcuttu. Bunu Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bilfiil elli vakit kılınacak şeklinde te’vil etti. Daha sonra Rabbine müracaatı esnasında Cenab-ı Hak kendisine bu elli vaktin amel bakımından değil de, sevap cihetinden olduğunu bildirdi. Beş vakitte elli vaktin sevabı elde etmenin şartı da, namazı tadil-i erkânına uyarak, huşû içinde kılınması hâlindedir." (2)
Bir rivayette şu ilave vardır: "Namazlar (günde) beştir. Ve onlar ellidir de. İndimde hüküm değişmez artık!" (3)
Mirac Gecesi ile ilgili rivayetlerde Hz. Musa (as)'nın ümmetine elli vakit namaz farz kılındığı ifade edilmemektedir. Sadece Hz. Musa (as)'nın elli vakit namazı insanların güç getiremeyeceğini ifade etmektedir. Çünkü kendi ümmeti en küçük emirleri dahi yapmamıştır. Bundan dolayı Peygamberimiz (asm)'in ümmetinin de elli vakit namazı kaldıramayacağından endişe ettiği için Peygamberimize namazın azaltılması için geri dönmesini istemiştir.
Beş vakit namazı kılan kimsenin elli vakit kılmış sevabını alacağını da Süleyman Çelebi merhum şu beytiyle ifade eder:
“Her kaçan kim bu namazı kılalar,
Cümle gök ehlin sevabı alalar.”
Peygamber Efendimiz (asm)'in diğer peygamberler arasında bu meseleyi niçin, Hz. Musa (as) ile konuştuğunun; Hz. Musa’nın ümmet-i Muhammed’i bu kadar düşündüğünün hikmeti hususunda, şöyle bir rivâyete yer verilyior:
Hz. Musa, Cenab-ı Hakk'ın ümmet-i Muhammed’e ettiği ikram ve ihsanını görüp öğrenince, gıpta ederek Allah’a şöyle niyazda bulunmuştu:
“Allah’ım, beni ümmet-i Muhammed’in içine dâhil et.”
Cenab-ı Hak, Musa Aleyhisselâmın bu duâsını kabul etmişti. İşte Hz. Musa’nın ümmet-i Muhammed’e hususî alâkası buradan geliyor. Çünkü, kim bir topluluğun içinde olursa, o topluluğun iyilik ve menfaatini düşünür. (4)
Bunu -haşa- bir pazarlık olarak görmek asla doğru değildir. Allah böyle bir olayı yaşatarak beş vakit namazın elli vakit sevabına denk geldiğini açık bir şeklide göstermiş oluyor. Böylece bir müslüman beş vakti kılınca elli vakit sevabını almış oluyor.
Demek ki namaz esasen beş vakittir. Ancak Allah rahmet ve hikmetini göstermek ve beş vakti kılana elli vakit kılmış gibi sevap vereceğini bildirmek için böyle yapmıştır. Bu da Onun sonsuz rahmetinin ve kullarına verdiği kolaylığın bir göstergesidir.
Bu rivayette şunları görüyoruz:
- En güzel "dua ve niyaz" örneği,
- En güzel "istişare" örneği,
- Peygamberlerin ümmetleri lehine en güzel "dayanışma ve ittifak" örneği,
- Allah'ın; fazlını, lütfunu, ihsanını, ikramını, merhametini ve şefkatini gösterecek biçimde, dua ve niyazlara karşı en güzel "olumlu cevap" ve en latif "kabül" örneği,
- Dua ve niyaz eden kulun; istediğini alana kadar, kulluğa yakışır şekilde, Allah'tan ihtiyacını en güzel biçimde "isteme" ve "ısrarla isteme" örneği gibi latif, nezih, pak, mukaddes, mualla, müberra, temiz, yüce ve yüksek örnekler ilk bakış da gözümüze çarpar.
Namaz gibi dinin direği sayılan bir ibadetin teşriinde, böyle nezih tavır ve örnek davranışların yaşandığı bir manevi hatıra bize ancak hayret, muhabbet, heybet ve heyecan verir; ancak tüylerimizi diken diken eder!
Bu haber, peygamberlerin, insanlığın huzuruna ve kurtuluşuna ne kadar düşkün ve ümmete karşı ne kadar ince ve latif yürekli olduklarını; Allah'ın ne derece "hadsiz rahmet ve derin şefkat sahibi" bulunduğunu bize gösterir.
Dipnotlar:
1) Müslim, İman: 263; Ahmed Naim, Sahih-i Buharî Muhtarası Tecrîd-i Sarih Tercemesi. (Ankara: Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, 1981), II/277.
2) Bedrüddin el-Aynî. Umdetü’l-Karî Şerhu Sahihi’l-Buharî. (Beyrut: İhyâü’t-Türhasi’l-Arabî), IV/48.
3) Buharî, Bed'ü'l-Halk 6, Enbiya 22, 43, Menakıbu'l-Ensar 42; Müslim, İman 264 (164); Tirmizî, Tefsir İnşirah (3343); Nesâî, Salat 1, (1, 217-218)
4) Aynî, a.g.e.
24
Peygamberimiz ümmi miydi? "Ümmi Peygamber" ne demektir? Okuma yazma bilmiyorsa nasıl okuyordu?
Ümmi: Anasından doğduğu gibi kalan; yeni bir bilgi edinmemiş olan; okuma-yazma bilmeyen gibi anlamlara gelir. "Ümm" kelimesinin ism-i mensubu "ümm"e mensup olan, Arap dilinde "ümm"; anne, bir şeyin aslı gibi anlamlara gelir (Firûzâbâdî, el-Kamûsu'l-Muhît, Beyrut 1987, 1891).
Sözlük anlamının yanında mecazi bazı anlamları da vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de anne, asıl (kaynak), dönülecek yer ve süt emziren anlamlarında kullanılmıştır (Abdurrahman İbnu'l-Cevzî, Nüzhetu'l A'yuni'n-Nevazır fî İlmi'l-Vücûh ve'n-Nezâir Beyrut,1985,141-142).
Kur’an’da “ümmî” kelimesi “okuma-yazma” bilmeyenler için kullanılmıştır. Asıl manası da budur.
“İçlerinden bir de ümmî olanlar vardır ki kitabı bilmezler. Bütün bildikleri bir takım kuruntulardır. Onlar sadece zan ederler.”(Bakara, 2/78)
mealindeki ayette bu anlam çok açık olarak görülmektedir.
Meallerini vereceğimiz ayetlerde “ümmî” kelimesi Peygamberimiz (asm) için de kullanılmıştır.
“Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de vasıflarını yazılı buldukları o ümmî nebî olan peygambere tâbi olanlardır. O (peygamber), onlara iyiliği emreder, onları kötülükten sakındırır…"
"De ki: 'Ey insanlar! Şüphesiz ki ben sizin hepinize, göklerin ve yerin hükümrânlığı kendisine ait olan, kendisinden başka hiç bir ilâh olmayan, hayat veren ve öldüren Allah’ın gönderilmiş elçisiyim. O halde Allah’a iman edin. Allah’a ve kelimelerine iman eden ümmî nebi olan elçisine de iman edin ve ona uyun ki, doğru yolu bulmuş olasınız.' ”(A'raf, 7/157-158).
“Sen bundan önce ne bir Kitâp okuyor (tilavet ediyor), ne de elinle onu yazıyordun. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar elbette şüpheye düşerlerdi.”(Ankebut, 29/48)
mealindeki ayette Hz. Peygamber (asm)'in okuma-yazmasının olmadığına vurgu yapıldığı gibi, onun için kullanılan “ümmî” vasfının da aynı anlama geldiğine işaret edilmektedir.
Peygamberimiz (asm)'in iki tür mucizesi vardır. Birisi, şahsında görülen mucizeler; diğeri de kâinat üzerinde gösterdiği mucizelerdir. Bu ikinci kısma örnek olarak Ay’ı iki parçaya ayırması, parmağından çeşme gibi suların akması ve az bir yemekten çok sayıda insanı doyurması verilebilir. Birinci kısma giren mucizelerin en parlağı ise ümmiliğidir, bir şey okuyup yazmamış olmasıdır. (et-Tefsirü’l-Kebir, 15:29.)
Peygamberimiz (asm) hiçbir âlimden ders almamış, hiçbir kitap okumamış, hiçbir ilim meclisinden bir şey öğrenmemiş; bir kelime de olsa yazı yazmamıştır. Fakat Peygamberimiz ümmiliğiyle beraber bütün ilimlere vakıftı, bilmediği bir şey yoktu. Ona her şeyi öğreten Rabbiydi.
Peygamberimiz (asm) İslâmı anlatmaya başladıktan sonra hiç kimse çıkıp da “Falan meseleyi ona ben anlatmıştım, ben öğretmiştim.” dememiştir.
Tefsirlerimizde “ümmi” kelimesi üç anlamda kullanılıyor:
1. “Ümm”, anne anlamına gelen bir kelimedir. “Ümmi” kelimesi de, buradan türetilmiş bir isimdir. Böylece ümmi, anasından doğduğu hal üzere kalan, okuma yazma bilmeyen, yaratılışı yeni bir şey öğrenmekle değişmeyen insan”a denir.
2. Arap milletine de “ümmi” denirdi. Eskiden beri Araplar, yazı ve hesap bilmeyen bir millet olarak tanınır. Peygamberimiz (asm.) bir hadiste,
“Biz yıldızların hareketinden hesap çıkarmayan ve yazı yazmayan bir milletiz.”(Müslim, Sıyam: 15.)
buyurarak bu durumu dile getirir.
3. “Ümmi” Ümmü’l-Kurâ anlamına da gelir, “Mekkeli” demektir. Her üç anlamda da Peygamberimiz (asm)'in okuma yazmayla uğraşmamış olduğu ortaya çıkar. Zaten Kur’an-ı Kerim açıkça Peygamberimizin ümmi olduğunu bildiriyor. Üç ayette “Ümmi Peygamber” ifadesi yer alıyor. (A'raf, 7/157, 1588; Cuma, 62/2.)
Peygamberimiz (asm)bir kitap veya yazıya bakarak okuyamıyordu, fakat Kur’an-ı Kerim’i ezberinden çok güzel okurdu. Kur’ân okumasını ona Cebrail Aleyhisselam öğretmişti. Bu konuda A’lâ Suresi 6. Âyette şöyle buyurulur:
“Bundan böyle sana Cebrail’in öğreteceği üzere Kur’an’ı okutacağız da, unutmayacaksın.”
Elmalılı Hamdi Yazır şöyle bir değerlendirme yapmaktadır:
"Bu üç nisbetin üçünde de ümmî okuyup yazmaya uğraşmamış manasına bir vasıftır. Ümmîlik sıradan insanlar hakkında kullanıldığı zaman genelde ilim eksikliğini ifade eden bir noksanlık sıfatı iken, bir ümmînin okuyup yazanlardan daha bilgili olması Allah tarafından olağan durumun aksine olarak, çalışıp çaba göstermeden ilâhî bilgilerle donatılmış olması ve vehbî ilimlere sahip olması peygamber için fıtrat yüceliğine delalet eder. İlmî yüceliği ve kemâli, okuyup yazanları aciz bırakan bir peygamber hakkında "ümmî"lik, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran ve onun doğrudan doğruya Allah'tan gönderildiğini her türlü şüpheden arınmış olarak ispat eden harikulade bir üstün özelliktir, yani başlı başına bir mucizedir. Bu bakımdan "o resul, o ümmî nebî" vasfıyla anılması, "O, risaleti ve nübüvveti açık olan mucize sahibi peygamber" demekten daha açık seçik bir belagat örneğidir." (bk. Elmalılı Hamdi YAZIR, Hak Dinî Kur'an Dili, İstanbul, 1979, IV/2297; Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'ân; Beyrut, 1965, VII/298-299)
Rasûlüllah (asm)'in okuma-yazma bilmediği tüm âlimler tarafından kabul edilmektedir. Nitekim bu durum şu âyette de açıkça ifade edilmektedir:
"Ey Resulüm! Sen vahyimizden önce kitap okuyan veya yazı yazan bir insan değildin; eğer böyle olsaydı, batıl iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi." (Ankebut, 29/48).
Hz. Peygamber (asm)’ın ümmîliğin yaygın olduğu bir topluma mensup olduğu bilinmektedir. Kendisinin de ümmî, yani öğrenim görmemiş, okuryazar olmayan bir zat olduğu, tarihî bir gerçektir. Halbuki Kur’ân-ı Kerim'de çok çeşitli bilim dallarına ait bilgiler, ilmî prensipler, neticeler, atıflar veya işaretler vardır. Sadece Yahudi ve Hristiyan dinlerine ve kutsal kitaplarına dair bilgileri gözönünde bulunduracak olursak büyük bir yekün teşkil eder. Bu konulara girmek, hele hele o alanın ilim adamları arasındaki ihtilaflı konularda görüş bildirmek, eleştiri yapmak, karar verip hükme bağlamak, bilgi sahiplerinin bile yanaşamayacağı bir iştir.
Şu hâlde Kur’ândaki bu bilgilere bir merci lâzımdır. Kur’ânı tebliğ eden ve kırk yıllık ömrünü kendi hemşehrilerinin arasında geçiren Hz. Muhammed’in; okul, öğretmen görmediği, hatta yazma bile bilmediği kesindir. Zira Kur’ân, sayısız muhaliflere karşı bu âyeti bildirmiş, hiçbir düşman çıkıp da onun yazı bildiğini ileri sürememiştir. Öyleyse Kur’ân’ın her şeyi bilen Allah Teâla tarafından gönderildiği kesinlik kazanmaktadır.
Peygamberimiz (asm)'in “ümmi” oluşunun pek çok hikmeti vardır. Bunlardan birisi şudur: Şayet Peygamberimiz yazı yazıp okuyabilseydi, Kureyşliler, “O, bu kadar bilgiyi eski kitapları okudu da, oradan öğrendi, Kur’an’ı da eski bilgilerine dayanarak yazdı.” diyeceklerdi. Bu konuyu yukarıda meali verilen şu ayet şöyle dile getirir:
“Sen Kur’an’dan önce hiçbir kitabı okur değildin, elinle de onu yazmadın. Böyle olsaydı müşrikler elbette şüphelenirdi.” (Ankebut, 29/48.)
Fakat Peygamberimiz (asm) öyle bir yazı yazmıştır ki,
“Mevlana Câmî’nin dediği gibi, hiç yazı yazmayan o ümmi Zat parmak kalemiyle sema sayfasında bir elif yazmış, bir kırkı, iki elli yapmış.”
Bilindiği gibi, Ay’ın dolunay şeklindeki duruşu Kur’an harflerinden “mim”in yuvarlak kısmına, ikiye ayrılınca da her parçası noktasız “nun”a benzemiştir. Ebced hesabında “mim” kırk, “nun” ise elli olarak hesap edilir. Mevlana Câmî güzel bir şekilde bu gerçeği böylece dile getirmiştir.
“Ümmî peygamber” tabirini nasıl anlamalıyız?
Ümmi kelimesi özetle: “Dünyevî bir tahsil görmemiş olan” demektir. Ümmeti, bu ümmiyetteki inceliği çok iyi kavramış olmalı ki, bilhassa teravihlerde salâvat getirirlerken, o Resul-i kibriyayı (a.s.m.) bu vasıfla yad ederler: "Nebiyy-i ümmî"
O nebiyy-i ümmî (a.s.m.) kötülük namına bir şey bilmezdi. Dünyanın bütün ihtiraslarından, hilelerinden, tuzaklarından beriydi. Allah, onu lekesiz, tozsuz, parlak bir ayna olarak hazırlamış, terbiye etmişti. İşte “ümmiyet” denilen bu sâfiyet aynasında vahiy tezahür etti.
“Sanki o zat, vahy-i ilâhînin makesi olan masum ruhuyla zaman ve mekânı tayyederek, o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir.”(İşârat-ül icaz)
Âlemlerin rabbi, o şanlı Peygamber (asm)'ini kimseye talebe etmedi. İlâhî takdiriyle buna engel oldu. Bu okuma tehir edildi; tâ “oku” emri gelinceye kadar. Bu emri alan o Nebiyy-i Ümmî (asm.), insanlık âlemine Kur'an'ı tâlim etti; kâinat kitabını rabbinin ismiyle okudu. Ondaki hikmetleri, ince mânâları, gayeleri anlattı. İnsanın mahiyetini, hakikatini, vazifesini öğretti.
O, Rabbinin lütfuyla âhireti, arşı, Levh-i Mahfuzu okurken, müşrikler kendi yaptıkları putlara tapmakla meşgûldüler. Ne kâinatı okuyabiliyorlardı, ne kendilerini, ne de yaptıkları putları. Okuyabilselerdi, kendilerini o taşlara isnat etmezlerdi. Onların okuryazarları en inatçıları, en cahilleriydi.
İslâm'ın “oku” emrini iyi anlamaz ve doğru değerlendirmezsek, okula gitmeyen bütün müminleri İslâm'ın bu kati emrine âsi ilân etmemiz gerekir. Bu ise mümkün değil... Kâinatı ve Kur'an'ı, Allah'ın ismiyle, en mükemmel şekilde okuyan o Nebiyy-i Ümmînin, kendi heva ve hevesiyle konuşmadığını, Kur'an bize haber veriyor, yâni Allah taahhüt ediyor. Her sözü, ilâhî iradeye bağlı olan o şanlı nebi, artık kimden ne okuyacaktı?
Peygamber Efendimiz (asm) ümmi idi, yani okuma yazmayı bilmiyordu. Nur dağında Cebrail (as) "oku" demesini nasıl anlayacağız?
Nerede ve ne zaman kitap okuma, ilim vs. üzerine konuşuluyorsa, muhakkak şu da söylenir: “Yüce dinimiz de okumaya büyük önem vermiştir. Nitekim, Kur'an'ın ilk emri oku! olmuştur.”
Doğrudur. Kur'an'ın ilk emri okumaktır. Ne var ki, bu ilk Kur'anî kelimenin devamını okumayı, hemen her zaman ihmal ediyoruz.
Ümmi (okuma yazma bilmeyen) Peygambere (asm.) ve Onun elçiliğiyle hepimize gelen “oku!” emrinden kasıt nedir? Okuma - yazma bilmek midir? Mesela Hz. Peygamber bu emre muhatap olur olmaz okuma - yazma öğrenmeye mi başlamıştır? Değilse, “oku!” emrinden aldığı ders nedir? Hem bu emir, “Ne okuduğun, nasıl okuduğun önemli değil, yeter ki oku.” anlamına mı gelir?
Bütün bu soruların cevabını bulmak için “ikra” ile başlayan bu ayetin devamını okumak gerekiyor.
“İkra’ bismi rabbikellezi hâlak.” Yani, “Yaratan rabbinin adıyla oku.”
Kur'an'ın kastı rasgele bir “okuma” değildir. Muhakkak yazılı bir kitabı okumak da değildir. İster bir kitabı okusun, ister her cümlesi ve her bir harfi sonsuz hikmetler ve manalar yüklü olan şu kâinat kitabını okusun “Yaratan Rabbinin adıyla” okumaktır.
Bu emrin ilk kez kendisine verildiği Hz. Peygamber (asm.) ayeti tam da bu manada okumuş; o andan sonra her anı ve her şeyi “Rabbinin adıyla” okuma gayretiyle yoğrulmuştu. Öyle ki, Alman şair Rilkenin deyimiyle, “meleklerin bile hayran kaldığı” bir okumaydı bu. O, ümmi bir peygamberdi, okuma yazma bilmiyordu. Ama kâinat kitabını, fıtrat kitabını ve Kur'an'ı en güzel o okumuştu.
25
Peygamberimiz vefat ettiğinde kim yıkadı?
Peygamber Efendimizin Yıkanması ve Kefene Sarılması:
Rebiülevvel ayının on ikisi pazartesi günü, Müslümanlar öğleden sonra akşama kadar işlerini yürütecek bir halifenin seçimi ile meşgul olduklarından, Peygamberimizin (asm) yıkanması, techiz ve defni salı gününe kaldı. O gün, Hz. Ebû Bekir (ra)'e Mescid-i Nebevî'den umumî bîat yapıldıktan sonra bu işlere başlandı.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (asm) Hücre-i Saadetlerinde yıkama işiyle meşgul olmak için Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl bin Abbas, Kusem bin Abbas, Üsâme bin Zeyd ve Peygamberimizin (asm) azadlısı Şükrân (Salih) bulunuyordu.
Bu arada Ensarı Kiram da bu ulvî hizmette bulunmak istiyordu. Bu husustaki arzularını izhar ettiler. Onları temsilen de Hz. Ali, Evs bin Havlî'yi içeri aldı.
Yıkama işini Hz. Ali (ra) yaptı. Zirâ, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm) sağlığında ona, "Vefât ettiğim zaman beni, sen yıka." diye vasiyyet etmişlerdi.
Evs bin Havlî testi ile su taşıyor, Hz. Abbas ile Üsâme ve Şükrân, Peygamberimizin (asm) üzerine su döküyorlardı. Hz. Ali (ra) de eline sarmış olduğu bez ile gömlek üzerinden oğuşturarak Peygamberimizi (asm) yıkıyordu. Mübarek cesedleri son derece temizdi, mis gibi kokuyordu. Hücre-i Saadetin içini, o âna kadar görülmemiş bir güzel koku kaplamıştı. Peygamber Efendimizde (asm), ölülerde görüle gelen şeylerden hiç birinden eser yoktu. Hz. Ali (ra) yıkarken, "Anam babam sana fedâ olsun! Hayatında da, vefâtında da temizsin, güzelsin, Yâ Resûlallah!" diyordu.
Yıkama işi bittikten sonra Hâtemü'l-Enbiyâ Efendimiz (asm), yine Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl bin Abbas ve Şükran tarafından kefene sarıldı...
26
Peygamber Efendimizin uyku düzeni nasıldı?
Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) öğleden sonra istirahat ederlerdi...
Hz. Peygamber (asm) öğle namazını kıldıktan sonra, bir miktar uyur, "kaylule" yapardı. Nitekim, Hz. Peygamber'in kaylûleden, "güzel bir âdet" diye söz ettiği (Deylemî, IV, 266) zaman zaman süt teyzesi Ümmü Haram veya Enes'in annesi Ümmü Süleym gibi yakınlarının evinde kaylûle yaptığı rivayet edilir. (İbn Hacer, Fethu’l-bari, XI, 72)
Yine Resûl-i Ekrem, gecenin bir bölümünü ibadet için ayıranların gündüz kaylûle yaparak geceye zinde girmelerini tavsiye etmiştir. (İbn Mâce, Sıyâm, 22)
Yatsı namazından sonra yatar, gece kalkıp vitir namazını kılardı.
Nitekim Cabir'den rivayetle bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Gecenin sonuna doğru namaza kalkamayacağından endişe eden kimse vitir namazını gecenin baş tarafında kılsın. Gecenin sonunda kalkacağına güvenen kimse de vitir namazını gecenin sonunda kılsın. Çünkü gecenin sonunda kılınan namazda melekler de bulunduğundan vitri bu saatte kılmak daha sevaptır.” (Müslim, Müsâfirîn 162 163)
Hz. Peygamber (asm), yatsı namazını mescidde kıldıktan sonra evine döner, hanımları da ayrılarak istirahate çekilirlerdi. O, yatsı namazından sonra konuşmayla vakit geçirmeyi sevmez, yatsı namazını zamanında kılarak odasına çekilir, uyumadan önce Kur'ân okurdu. (Genellikle İsrâ, Zümer, Hadîd, Haşr, Tegâbün, Cum'a sûrelerinden birini tilâvet ederdi.)
Tirmizî'nin Şemâil'ine göre Hz. Peygamber (asm) uyumadan önce "Allah'ım! Senin isminle ölür, senin isminle yaşarım!" der, uyandığı zaman "Bizi öldürdükten sonra yaşatan Allah'a hamd olsun. Hepimiz ona döneceğiz." derdi.
Hz. Peygamber (asm) gecenin yarısı ya da üçte ikisi geçtikten sonra uyanır, yastığına yakın bir yerde bulundurduğu misvakla dişlerini ovar, sonra abdest alarak Allah'a ibadet ederdi.
Gece İbadeti
Hz. Aişe (r.anha) validemiz şöyle anlatmıştır:
"Resulullah (asm) geceleri ayakları yarılıncaya kadar ayakta durur, ibadet ederdi. Ona:
"Senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlandığı halde bunu niçin yapıyorsun?" dedim, bana:
"Ben de şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurdu." (Buharî, Teheccüd, 6; Tirmizî, Salât, 187)
Teheccüd namazı, Hz. Peygamber (asm)'e vacip olduğu için hiç terk etmemiştir. Bu ibadet ve zikirleri yaparken ümmetine de yapmalarını tavsiye etmiştir.
Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Sizden biri uyurken, şeytan kafasına üç düğüm atar. Her düğümün üzerine; ‘Uzun bir geceye sahipsin uyu!’ diyerek elini vurur. O kişi uyanıp da Allah-u Zülcelal'i zikrederse bir düğüm, abdest alırsa bir düğüm, namaz da kılarsa bütün düğümler çözülür. Artık o kimse neşeli ve hareketli olur. Aksi halde neşesiz ve tembel olur." (Buhari, Teheccüd, 12)
Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmuştur;
"Gece bir saat vardır ki, bu saatte Allah'dan dünya ve ahiret işiyle ilgili bir hayır isteyen Müslüman kul ona rastlarsa, mutlaka istediği kendisine verilir. Bu, her gece olur." (bk. Riyazü's-sâlihîn, 1175)
Hz. Peygamber (asm) teheccüd namazını kıldıktan sonra sabah namazı için hazırlık yapardı, sabah namazının sünnetini odasında kılar ve cemâatle farzı edâ etmek üzere mescide giderdi.
27
Muhammed isminin manası nedir? Bu ismi ilk olarak Peygamberimiz (asm) mi kullanmıştır?
Muhammed isminin manası; birçok defalar hamdu sena olunmuş, tekrar tekrar övülmüş; birçok güzel huylara sahip anlamlarına gelmektedir.
Muhammed Hz. Peygamber (asm)'in isimlerindendir. Dedesi Abdülmuttalib tarafından, Allah ve Onun kulları övsün niyetiyle bu ad konulmuştur. Kur'an'da dört yerde zikredilmiştir.
Peygamberimizin dedelerinde bu isim kullanılmamıştır. Ancak o dönemde bu ismi kullanan başka insanlar olmuştur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Çocuklara isim verme ve isim verirken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir? Aleyna ve Keziban isimleri ne manaya geliyor?..
- Peygamberimizin künyesi "Ebu'l-Kasım" ile künyelenmenin ve "Muhammed" ismini koymanın dinen bir sakıncası var mıdır?
28
Peygamberimizin küçükken göğsü yarılıp kalbinin çıkarılarak temizlendiği ve tekrar yerine takıldığını duyuyoruz. Bu olay ne kadar doğrudur, manevi mi yoksa maddi bir olay mıdır?
Nur yüzlü Efendimiz (asm) süt kardeşi Abdullah ile beraber evlerine yakın çayırlıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında çimenden yemyeşil halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da Abdullah ağacın serin gölgesinde uykuya daldı.
Kâinatın Efendisi (asm) ise, oturduğu yerden kâinatı kuşatan eşsiz güzelliklerin Yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla epeyce uzaklaşmışlardı. onları geri çevirmek için Peygamberimiz (asm), Abdullah'ın yanından ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki kişinin çıktığını gördü. İkisi de güler yüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin (asm) yanına usulca yaklaştılar. Onu tutup İlâhî bir halı gibi duran yemyeşil çimenlerin üzerine uzattılar. Efendimizde (asm) ne ses, ne seda, ne de telâş vardı. Bu güler yüzlü, bu temiz sîmalı ve bu sevimli insanların kendisine kötülük yapmayacağını biliyordu.
Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah bu sırada uyandı. Manzarayı görünce olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü manzarayı anne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından, evlerinden nasıl çıktıklarının farkında bile olmayan Halîme ile kocası, bir anda Peygamberimizin (asm) yanına vardılar. Fakat, Abdullah'ın anlattıklarından eser yoktu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Zira, gelenler memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip, gözden kaybolmuşlardı. Sadece ayakta duran Kâinatın Efendisinin (asm) benzi uçuktu ve hafiften gülümsüyordu.
Fazlasıyla telâşa kapılan Halîme ve kocası, "Ne oldu sana yavrucuğum?" diye sordular.
Kâinatın Efendisi (asm) şunları anlattı:
"Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizledikten sonra ayrılıp gittiler."1
Aradan yıllar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti. Birgün sahabîlerden bazıları, "Yâ Resulallah, bize kendinizden bahseder misiniz?" diyecekler; Resûlullah (asm) da,
"Ben babam İbrâhim'in duâsıyım. Kardeşim İsâ'nın müjdesiyim. Annemin ise rüyâsıyım. O, bana hâmile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü."
dedikten sonra, bahsi geçen hâdiseyi de şöyle anlatacaktır:
"Ben, Sa'd bin Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Birgün süt kardeşimle birlikte evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler."2
Bu hâdise ile Peygamber Efendimizin (asm) mübârek kalbi, İlâhî bir nur ve Cenâb-ı Hak tarafından bir sekînet ve bir ruh ile genişletilmiş oluyordu. Aynı zamanda Resûlullah Efendimizin (asm) nefsi o yaşından itibaren kudsî duygular ve İlâhî nurlar ile te'yid edilerek, her türlü vesvese ve şüpheden temiz hale getiriliyordu.
Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, kalb sadece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir lâtife-i Rabbaniyedir. Meseleye ışık tutması bakımından Bediüzzaman Hazretlerinin kalb ile ilgili şu açıklamasını da nazarlara arzetmekte fayda vardır:
"Kalbden maksad, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binâenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinde şöyle bir letâfet çıkıyor ki; o lâtife-i Rabbaniyenin insanın mâneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki, bütün aktar-ı bedene mâü'l-hayatı neşreden o cism-i sanevberî, bir makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezâlik o lâtife-i Rabbaniyye a'mâl ve ahvâl ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u îmânın sönmesiyle mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır."3
Anlaşılan odur ki, maddî kalbin îmân, ilim, hikmet, şefkat gibi mâneviyat ile yakın alakası vardır. Aynı şekilde, maddî temizliğin de mânevî temizlik ile münasebeti mevcuttur. Bu itibarla Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) maddî kalbinin yıkanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet, İlâhî nur ve feyizlerle doldurulmasını akıldan uzak görmemek lâzımdır.4
Dipnotlar:
1. Sîre, 1/174; Tabakât, 1/112; Taberî, 2/128
2. Sîre, 1/175; Taberî, 2/128
3. Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü'l-İ'câz, s. 79
4. bk. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VIII/5911-5915.
[bk. Salih SURUÇ, Kainat'ın Efendisi (asm)]
29
Peygamber Efendimizin çocuk sevgisi hakkında bilgi verir misiniz?
Peygamber Efendimiz (asm)'in şefkatinin en canlı örneğini çocuklar üzerinde görüyoruz. Peygamberimiz'in çocuklara olan şefkati ve sevgisi bambaşkaydı.
Bir çocuk gördüğü zaman Peygamberimiz (asm)'in mübarek yüzünü neşe ve sevinç kaplardı. Onu tutar, kollarının arasına alır, kucaklar, okşar, sever ve öperdi.
Gördüğü ve karşılaştığı her çocuğa selâm verir, halini hatırını sorardı. Binekli bulunduğu zaman çocukları atın terkisine alır, gidecekleri yere kadar götürürdü. Çocuklarla arkadaşça konuşur, onların yanında çocuklaşır, anlayış seviyelerine göre sohbet eder, öğütler verirdi.
Çocuklarla o kadar içice olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu.
Peygamberimiz (asm) özellikle kendi çocuk ve torunlarına çok düşkündü. Onlar için şefkatli bir baba, merhametli bir dedeydi.
Hz. Enes diyor ki:
"Çoluk çocuğuna Peygamberimiz (asm)'den daha şefkatli bir kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim'in -Medine'nin- Avali semtinde oturan bir süt annesi vardı. Beraberinde ben de bulunduğum halde Resulullah (asm) sık sık oğlunu görmeye giderdi. Varınca, demircinin duman dolu evine girer, oğlunu kucaklar, koklar, öper ve bir süre sonra da dönerdi." (Buharî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 63)
Peygamberimiz (asm), kızı Fatıma (r.anha)'yı çok severdi. Bir sefere çıkacağı zaman en son ona uğrar, dönüşünde ise önce onun yanına giderdi.
Hz. Fatıma (r.anha) babasını ziyarete geldiğinde ise, Peygamberimiz (asm) sevgili kızını karşılamak için ayağa kalkar, alnından öper ve yanına oturturdu.
Hazret-i Fatıma (r.anha)'nın iki oğlu vardı: Hasan ve Hüseyin. Peygamberimiz (asm) bu torunlarım çok severdi. Onları kucağına alır, omuzuna çıkarır, okşar, sırtında taşır, oyun oynar, isteklerini yerine getirirdi.
Peygamberimiz (asm) dünyasını değiştirdiğinde Hz. Hasan (ra) yedi, Hz. Hüseyin (ra) altı yaşındaydı. Yani Peygamberimiz (asm) hayatta iken Hasan ve Hüseyin çok küçük yaşlarda idiler.
İşte Peygamberimizin (asm) iki torununun şahsında çocuklara gösterdiği sevgi ve şefkat örnekleri:
Bir gün Peygamberimiz (asm) minberde hutbe okurken Hasan ve Hüseyin'in düşe kalka mescide girdiklerini görür. Konuşmasını yarıda keserek aşağı iner, onları tutar, bağrına basar.
"Cenab-ı Hak, 'Mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihan vesilesidir.' (Enfâl, 8/28; Teğâbun, 64/15) buyururken ne kadar doğru söylemiştir. Onları görünce dayanamadım." (Buharî, Fiten, 20)
dedikten sonra konuşmasına devam etti.
Hz. Enes de kendi gördüklerini şöyle dile getiriyor:
"Peygamberimizi (asm) hutbe okurken gördüm, Hasan dizinin üstündeydi. Ne söyleyecekse halka söylüyor, sonra eğilip çocuğu öpüyor ve 'Ben bunu seviyorum.' diyordu." (Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 56)
Ebû Said anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz (asm) secdede iken torunu Hasan geldi, sırtına çıktı. Peygamber Efendimiz (asm) de onun elinden tuttu ve ayağa kalktı. Tekrar rükûa varıncaya kadar onu sırtında tuttu. Rükûdan kalktıktan sonra bıraktı ve çocuk gitti." (Heysemî, IX/176)
Abdullah bin Mes'ud anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz (asm) namaz kılarken secdeye varınca Hasan ve Hüseyin geldiler, sırtına bindiler. Oradakiler karışmak isteyince, Peygamber Efendimiz (asm) onlara karışmamaları için işaret etti. Namaz bittikten sonra da kucağına aldı ve şöyle buyurdu:
"Kim beni seviyorsa, bunların ikisini de sevsin." (Heysemî, IX/179)
Enes bin Mâlik anlatıyor:
"Bir defasında Peygamber Efendimiz (asm) secdede iken Hasan ve Hüseyin geldiler, sırtına çıktılar. İninceye kadar Peygamberimiz (asm) secdeyi uzattı. Oradakiler sordu:
"Yâ Resulallah, secdeyi uzatmış olmadınız mı?" Peygamber Efendimiz (asm) buyurdular ki:
"Oğlum sırtıma çıkınca acele etmekten çekindim." (Heysemî, IX/181)
Katâde anlatıyor:
"Bir defasında Peygamberimiz (asm), kızı Zeynep (r.anha)'ten olan torunu Amame kucağında olduğu halde yanımıza geldi. O şekilde namaza durdu. Rükûa varırken çocuğu yere bırakıyor, kalktığı zaman da kaldırıyordu."
Ebû Hüreyre anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz (asm) bir gün bir omuzunda Hasan, diğer omuzunda Hüseyin olduğu halde geldi. Yanımıza varıncaya kadar bir onu öpüyor, bir de diğerini öpüyordu."
"Yâ Resulallah, anlaşılan onları çok seviyorsunuz." dedik.
"Evet, severim. Kim onları severse beni sevmiş, kim onlara kin tutmuşsa, bana kin tutmuş olur." buyurdular. (İbn Sa’d, VI/360; İbn Hacer, el-İsâbe, I/329)
Peygamberimiz (asm) bir yere davet edilmişti. Yolda Hz. Hüseyin'i gördü. Hüseyin kollarını açıp koşarak dedesine geleceği anda birdenbire yön değiştirip bir tarafa kaçtı. Bu hareketi birkaç defa tekrarladı. Peygamberimiz (asm) de peşinden koşuyordu. Sonunda yakaladı, bağrına bastı:
"Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim." buyurdu. (İbn Mâce, Mukaddime, 11)
Peygamberimiz (asm) çocukları memnun etmek için dediklerini yapar, onların kalbini kazanırdı.
Bir seferinde Hz. Hasan'ı omuzuna almış, gidiyordu. Bir adam kendisini bu halde görünce, Hasan'a;
"Ey çocuk, bindiğin binek ne güzeldir." dedi. Peygamberimiz (asm) de cevap verdi:
"O da ne güzel binicidir." (İbn Hacer, el-İsâbe, I/329)
O bir peygamber olduğu halde omuzunda çocuk taşımaktan utanç duymuyor, bununla iftihar ediyordu.
Peygamberimiz (asm) çocuklara o kadar şefkatli ve hoşgörülü idi ki, bebekler ve küçük yaştaki çocuklar kucağını ıslatsalar dahi onları anlayışla karşılar, işlerini bitirinceye kadar kendi hallerine bırakırdı.
Peygamberimiz (asm)'in torunu Hüseyin, sütannesi Ümmü Fadl'ın yanındaydı. Bir defasında Peygamberimiz (asm) Hüseyin'i görmeye gitti. Ümmü Fadl der ki:
"Hüseyin'i emziriyordum. Resulullah (asm) yanıma geldi. Çocuğu istedi, verdim. Çocuk hemen üzerine akıttı. Almak için elimi uzattım. 'Çocuğun işemesini kesme.' dedi. Sonra bir bardak su istedi ve çocuğun ıslattığı yere döktü."
Peygamber Efendimiz (asm) çocukların ağlamalarına dayanamaz, onların susturulmasını, yorulmamasını isterdi. Sevgisi ve şefkati çocukların ağlamasına dahi müsaade etmezdi.
Hanımlarını sıkı sıkıya tembih eder, Hüseyin'den söz ederek, "Bu çocuğu ağlatmayın." derdi.
Öyle ki, bazen ağlayan bir çocuk sesi duysa namazını bile kısaltır, annenin çocukla meşgul olmasına imkân verirdi.
Peygamberimiz (asm) mescitte namaz kıldırırken, cemaatte çocuklu anneler de bulunurdu. Sahabîlerin bu husustaki anlatımı şöyle:
"Resulullah bize sabah namazını kıldırmıştı. Namazda iki kısa sûre okudu. Namaz bitince Ebû Said el-Hudrî sordu:
"Yâ Resulallah bugün daha önce yapmadığınız bir şekilde namazı kısa kıldırdınız?.."
Peygamberimiz şöyle açıkladı:
"Geride kadınlar safındaki çocuk sesini duymadın mı? Annesinin onunla ilgilenmesini temin edeyim dedim." (bk. Nesai, Kıble, 35)
Çocuğa en çok annesi şefkat gösterir. Bir hadis-i şerifte annenin çocuğuna gösterdiği şefkatten dolayı büyük sevap kazanacağı müjdelenir. Olay şöyle gelişir:
Bir gün fakir bir kadın iki kızı ile Hz. Âişe'yi ziyarete gelmişti. Hz. Âişe de evde onlara ikram için bir tek hurmadan başka verecek bir şey bulamamıştı. O hurmayı anneye verdi. Anne de hurmayı ikiye bölerek çocuklarına yedirdi. Hz. Âişe bu durumu Peygamberimize anlatınca, Peygamberimiz (asm) o kadın için şu müjdeyi verdi:
"Çocukları hakkıyla sevmek ve onları korumak, cehennemden kurtuluşa vesiledir."
Peygamberimiz, çocuklara olan şefkatinde bir ayırım gözetmezdi. Kendi çocuklarına ve torunlarına gösterdiği aynı sevgi ve merhameti, diğer Sahabî çocuklarına da gösterirdi.
Peygamberimizin hizmetçisi Hz. Zeyd'in oğlu Üsame anlatıyor:
"Resulullah bir dizine beni, bir dizine de torunu Hasan'ı oturtur; sonra ikimizi birden bağrına basar ve 'Ya Rabbi, bunlara rahmet et. Çünkü ben bunlara karşı merhametliyim' diye dua ederdi."
Bazı kimseler, Peygamberimiz (asm)'in sahabî çocuklarını okşayıp öpmesini garip karşılıyorlardı. Kendilerinde pek olmayan bu güzel huyun, en güzel bir şekilde Peygamberimiz'de görülmesini tam olarak anlayamıyorlardı.
Bir defasında Akra bin Habis, Peygamberimizi (asm), Hz. Hasan'ı öperken gördü ve şöyle dedi:
"Benim on çocuğum var; şimdiye kadar hiçbirini öpmedim."
Bunun üzerine Peygamberimiz,
"Merhamet etmeyene merhamet olunmaz." buyurdu.(Müslim, Fedâil, 65; Tirmizi, Birr ve Sıla, 12)
Yine bir gün bedevinin birisi gelerek Peygamberimize,
"Yâ Resulallah, siz çocukları öper misiniz; biz onları öpmeyiz." dedi. Böyle bir suale Peygamberimiz,
"Allah senin kalbinden merhamet duygusunu almışsa ben ne yapabilirim?" buyurdu.
Peygamberimiz (asm) merhamet ve şefkat duygusunun en açık görüldüğü yerin, böylece çocuk sevgisinde ve onlara gösterilen şefkatte bulunduğunu belirtiyordu. Çocuğu sevip öpmenin çok büyük bir sevap olduğunu da Peygamberimiz'den öğreniyoruz:
"Çocuklarınızı çok öpün. Çünkü her öpücük için size cennette bir derece verilir ki, iki derece arasında beş yüz senelik mesafe vardır. Melekler öpücüklerinizi sayarlar ve sizin defterinize sevap yazarlar." (Müsned-i Zeyd)
Peygamberimiz çocuklara gösterdiği şefkatte din ayırımı yapmazdı.
Bir Yahudinin çocuğu hastalanmıştı. Bunu duyan Peygamberimiz (asm) çocuğu ziyarete gitti. Ona Müslüman olması için telkinde bulundu. Çocuk, Müslüman olmak için babasından izin istedi. Babası müsaade etti ve çocuk Müslüman oldu.
Peygamberimizin barış zamanındaki bu güzel davranışı savaş esnasında da devam ederdi. Savaş sırasında çocukların öldürülmemesini öğütler, onlara iyi davraınlmasını tembih ederdi.
Bir savaş esnasında birkaç çocuk iki tarafın arasında kalmış ve öldürülmüşlerdi. Peygamberimiz (asm) bu hadiseye çok üzüldü. Sahabîler,
"Ya Resulallah, onlar müşrik çocuklarıdır, niçin üzülüyorsunuz?" diye sordular. Peygamberimiz,
"Onlar doğdukları gibi duruyorlar. Sakın çocukları öldürmeyin, aman çocukları katletmeyin. Her can ilk yaratılışta tertemizdir." buyurarak konuya dikkatlerini çekti.
Çünkü, çocukların babası gayri müslim de olsa, kendileri erginlik çağına gelmedikçe mükellef sayılmamaktadır. İslâm fıtratı üzere doğdukları için, o masumluklarını mahafaza etmektedirler.
Peygamberimiz (asm)'in eşsiz şefkatini kız çocukları üzerinde de görmekteyiz. İslâm'dan önce kız çocuklarının Arapların gözünde hiçbir değeri yoktu. Kız babası olmayı bir ayıp olarak görürlerdi. "Falan adamın damadı demesinler." diye kızlarını evlendirmek istemez, diri diri toprağa gömerlerdi. Bu vahşeti de atadan, babadan kalma bir âdet olarak görür, uygularlardı.
İşte Peygamberimiz (asm) bu zavallı masumların böyle acımasızca öldürülmelerini büyük bir cinayet olarak görüyor, bu kötü âdetin bir an önce kaldırılması için mücadele ediyordu. Kendisi kızların babası olmakla iftihar ettiği gibi, üç, iki veya bir kızı olup da onları büyütüp yetiştirenleri, İslâmî bir eğitim verenleri cennetle müjdeliyordu. Peygamberimiz, huzuruna bir kız çocuğu gelirse ona yakın ilgi gösterirdi.
Halid bin Said, Peygamberimizi (asm) ziyarete geldiğinde, yanında küçük kızı da vardı. Habeşistan'da doğduğu için, Peygamberimiz ona ayrı bir yakınlık gösterirdi. Çocuk kalktı, Peygamberimiz'in sırtında bulunan peygamberlik mührüyle oynadı. Babası yanına çekmek istedi, fakat Peygamberimiz çocuğun kalbinin kırılmaması için babasına engel oldu. Bir seferinde Peygamberimiz (asm)'in eline işlemeli bir kumaş parçası geçmişti. Hz. Halid'in kızını çağırttı ve ona verdi, sevindirdi.
• • •
Cemre o sıralar küçük bir çocuktu. Babası alır, onu Peygamberimizin huzuruna götürür, der ki: "Yâ Resulallah, şu kızım için Allah'a bereketle dua eder misiniz?" Peygamber Efendimiz (asm) Cemre'yi kucağına oturttu, elini başına koydu ve bereketle dua buyurdu.
• • •
Çocuklarına sevgi ve şefkat gösterenlerin mükâfatı daha dünyada iken veriliyordu. Onlar hem çocuk sevme gibi bir lezzeti tadıyorlar, hem de Allah'ın rahmet ve sevgisini kazanıyorlar.
Ebû Hüreyre anlatıyor:
"Adamın biri Peygamber Efendimiz (asm)'in huzuruna geldi. Yanında da bir erkek çocuğu vardı. Adam ikide bir çocuğu kucağına alıyor ve seviyordu. Peygamber Efendimiz sordu:
"Bu çocuğa şefkat gösteriyor musun?"
"Evet, yâ Resulallah."
"Sen buna nasıl şefkat gösteriyorsan, Allah da senin şefkatinden daha çok şefkat eder."
Erkek ve kız çocukları arasında ayırım yapanları Peygamberimiz (asm) hiç hoş görmezdi. Bu şekilde bir davranış sergileyenleri uyarır, hatalarını düzeltmelerini sağlardı. Onun gözünde çocuğun erkeği kızı yoktu. İkisi de şefkate ve sevgiye muhtaçtı.
Enes bin Mâlik anlatıyor:
"Peygamberimizin yanında bir adam oturuyordu. Bir ara adamın erkek çocuğu geldi. Adam çocuğu aldı dizlerine oturttu. Az sonra bir de kız çocuğu geldi. Onu da yanına oturttu. Peygamber Efendimiz adama sordu:
"Niçin ikisini bir tutmadın?"
• • •
Peygamberimiz (asm) çocuklar arasında sevgide eşit davranılmasını istediği gibi, bağış, hediye, ikram ve hibe konularında da eşit davranılmasını isterdi.
Numan bin Beşîr anlatıyor:
"Babam malından bir şeyler hibe etmişti. Annem, 'Bu hibeye Peygamberimizi şahit tutmazsan kabul etmem.' dedi. Bunun üzerine bana yaptığı hibeye şahitlik yapması için babam beni alarak Peygamberimize gittik. Durumu öğrenen Peygamberimiz:
"Başka çocukların var mı?' diye sordu. Babam, 'Evet, var' dedi.
"Bütün çocuklarına aynı şekilde hibede bulundun mu?"
"Babam, 'Hayır!..' dedi.
"Allah'tan korkun, çocuklarınız arasında eşit davranın.'
"Babam Peygamberimizin huzurundan çıktıktan sonra bana yaptığı hibeden vazgeçti."
Peygamberimiz (asm)'in kendi şahsında bu eşit davranışı daha açık görüyoruz. İlk anda basit gibi görülse dahi, önemli ve kalıcı bir ölçü olması bakımından şu olay çok dikkat çekici...
Hazret-i Ali anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz bize ziyarete gelmişti. O gece bizde kaldı. Hasan ve Hüseyin de uyuyorlardı. Bir ara Hasan su istedi. Peygamberimiz hemen kalktı ve su kırbasından bir bardak su aldı, çocuğa vermek için getirmişti ki, o sırada Hüseyin de uyandı. Hüseyin bardağa uzandı ve su içmek istedi. Peygamberimiz suyu Hüseyin'e vermedi, önce Hasan'a verdi. Bunun üzerine Fatıma dayanamadı ve
'Hasan'ı Hüseyin'den çok seviyorsunuz gibi...' dedi.
"Peygamberimiz, 'Hayır, suyu önce Hasan istedi' buyurdular."
Baştan buraya kadar baktığımızda Peygamberimizin çocuklara ayrı bir önem ve değer verdiğini anlıyoruz, çocuk eğitiminde en faydalı ve pratik bilgileri ondan öğreniyoruz.
İslâm dini, yetimlere iyi davranılmasını, onların mallarının korunmasına son derece önem vermiştir. Kur'an-ı Kerîm'in yirmi bir yerinde doğrudan veya dolaylı olarak yetimlerin gözetilmesi emredilmektedir. Bu âyetlerden birisinde şöyle buyurulmaktadır:
"Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir."(Nisâ, 4/10).
Bu âyetteki yetim malı yemekten maksat; onların mallarına sahip çıkmak, haklarını yemektir. Yoksa, içerisinde yetim bulunan bir aileyi ziyarete gidildiğinde onların ikram ettiği bir şekeri almamak değildir. Hz. Peygamber (asm) de bir hadîsinde; yetim malı yemeyi insanı helâk eden yedi büyük günah arasında saymıştır (Buharî, Vesâya, 23).
Yetim, kendi malını idâre edemeyeceği için, onun mallarını vasîsi idare eder. Onun şahsî işlerini ise velîsi yürütür. Vasî, yetimin malından, maddî zararı kesin olan harcamalarda bulunamaz.
Yetimler reşit olarak erginlik çağına ererlerse malları kendilerine teslim edilir. Şayet erginlik çağına geldiklerinde kendilerinde mallarını güzelce idare edebilme yeteneği görülmezse, yirmi beş yaşına varıncaya kadar kendilerine malları teslim edilmez. Bu yaştan sonra artık kendi mallarını idare ederler.
Yetim Malı Yemek
İslâm'a göre, yetim malı yemek kesinlikle haramdır ve büyük günahlardan birisidir. Bu konuda açık ifadeleri bulunan bir çok âyet ve hadîs vardır. İşte bunlardan bazıları şunlardır. Yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerîm'inde şöyle buyuruyor:
"Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar. Zaten onlar, çılgın aleve atılacaklardır." (Nisâ, 4/10);
"Yetîmin malına yaklaşmayın, yalnız erginlik çağına erişinceye kadar (onun malına) en güzel biçimde (yaklaşabilir, onu uygun tarzda sarf edebilirsiniz); ölçü ve tartıyı tam adâletle yapın..." (En'âm, 6/152).
Peygamber Efendimizi (asm) ise, bir hadîslerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Siz (fertlerin ve milletlerin mahvolmasına sebep olan) helâk edici yedi günahtan sakınınız!" Ashabı kirâm:
"Yâ Rasûlüllah! Bunlar hangileridir?" diye sorunca, Peygamberimiz:
"Âllah'a şirk (ortak koşmak), büyü yapmak, Allah Teâlâ'nın öldürülmesini haram kıldığı kimseyi öldürmek -haklı olarak öldürülen müstesna-; tefecilik; yetim malı yemek; düşman ile savaşırken kaçmak; evli ve hiç bir şeyden haberi olmayan namuslu bir kadına zinâ isnâd ve iftira etmektir." buyurmuşlardır (bk. Riyâzü's-Sâlihîn Terc, III/184).
Demek ki, yetim malı yemek, insanları ve toplumları mahvedici büyük günahlardan birisidir. Akıl ve mantık ölçüsünde düşünüldüğü takdirde de, yetim malı yemenin ne kadar kötü olduğu açık bir şekilde anlaşılabilir. Anası-babası ölmüş, küçük yaşta ve bakıma muhtaç bir vaziyette kalmış, henüz kendisine miras kalan malı çekip-çeviremeyecek durumda ve çaresiz bir yetimin malını yiyenlerin bu dünyada olmayacakları gibi, öbür dünyada da büyük cezaya çarptırılacakları âyetlerde ve hadîslerde açıklanmıştır.
İslâm dîni, yetim malı yemek bir tarafa, aksine yetimlerin ve mallarının korunmasını emretmektedir. Bu konuda da Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur:
"Sakın öksüzü ezme, dilenciyi azarlama..." (Duhâ, 93/9-10).
Peygamber Efendimiz (asm) yetîmleri koruyan ve onların işlerini üzerine alıp yürütenler için şöyle buyurmuşlardır:
"Ben ve yetîmin işlerini deruhte eden kimse, cennette şöylece beraber bulunacağız."
buyurarak, şehâdet parmağı ile orta parmağını işaret ederek, aralarını ayırmıştır." (Riyâzü's-Sâlihîn Tercümesi, I/308).
Yetim malı yemek ne kadar kötü ve büyük günah ise, onları korumak da o derecede sevaptır ve hayırlı bir iştir. Onun için her insanın çevresinde bulunan yetim ve öksüzleri görüp gözetmesi ve kendi malına sahip olup, işletebilecek seviyeye gelinceye kadar onları koruması dinî ve aynı zamanda insanî bir görevidir.
30
Peygamberimiz'in yemek adabı hakkında bilgi verir misiniz?
Peygamberimiz (asm)'in mutlak olarak namazdan önce veya sonra olmak üzere bir yemek vakti tahsis ettiğini bilmiyoruz.
Peygamberimiz (asm)'in Yeme İçme Adabı:
Allah, insanı âdeta bütün varlıkların merkezine yerleştirmiş. Canlı ve cansız her şeyi onun etrafında pervane etmiş. İnsanlık âleminin merkezine de rızkı koymuş. Tüm insanları rızkın etrafında döndürüyor. İnsana verilen bunca yetki ve gösterilen bunca özenin de rızka muhtaç yaratılıp bir ömür boyu onun peşinden koşturulmasının da temel amacı şükürdür.
Şükür, muhtaç olduğumuz maddî ve manevî her türlü rızkın kimin tarafından gönderildiğini bilmek, O'na yürekten minnettarlık duymak, bunu yeri geldiğinde ifade etmek, sağladığı her türlü imkan ve enerjiyi O'nu hoşnut edecek şekilde kullanmaktır.
Bu temel ölçüyle, yeme içme adabının ana hatları ortaya çıkar. O da istifade edeceğimiz bir nimeti, elimize aldığımız bir rızkı Allah'ın adıyla yemeye başlamak; nimete saygılı olmak, taşıdığı sanat incelikleri üzerinde tefekkür, yedikten sonra da Allah'a hamd etmektir.
İkinci önemli adabı, yeyip içtiklerimizin helalden olmasıdır. Bu da hem dinen kullanımı yasak olmaması, hem de hakkımız olmasına bağlıdır. İslamî usullerle kesilmemiş hayvan eti, domuz ve diğer yenmeyen canlılardan beslenmek ve şarap içmek yasak olanlara örnektir.
Allah'ın yer yüzünde bizim için serdiği nimet sofrası gerçekten çok geniştir. Helal olanlar, yasaklardan mukayeseye gelmeyecek kadar fazladır. Yasak edilenler de bildiğimiz ve bilemediğimiz zararlarından dolayıdır. Helal dairesi her türlü ihtiyaç ve arzumuza yetecek kadar geniştir. Harama girmeye hiç gerek yoktur. Aslında helal olmakla birlikte, başkalarının hakkı olan şeylerin, rızaları alınmadan yenilip içilmesi de haramdır.
Konunun diğer temel bir adabı da yeyip içerken, aşırıya kaçmamaktır. Fazla kullanım gibi, gereğinden az kullanım da doğru değildir. Bu hem tıbben, hem de ahlakî açıdan uygun görülmemiştir. İbadet düşüncesiyle de olsa gereğinden az beslenmek doğru değildir. Peygamberimiz (asm), ömür boyu her gün oruç tutmayı uygun görmemiştir. Ayrıca, midenin üçte birinin yemeğe, üçte birinin suya ayrılmasını, diğer üçte birinin ise boş bırakılmasını tavsiye etmiş, tıka basa yemeyi onaylamamıştır. İyice acıkmadan sofraya oturulmamasını, oturunca da tam olarak doymadan kalkmasını tavsiye etmiştir.
Peygamberimiz (asm), bu konuda da bizim için güzel bir örnektir. Hadis kitaplarından öğrendiğimize göre, onun sofrası çok çeşitli yemeklerden meydana gelen zengin bir sofra değildi. Sade bir hayat yaşadığı için sofrası da sadeydi. O, yemek için yaşamaz, yaşamak için yerdi. Eve geldiğinde yemek yoksa bunu problem etmez, bazen bir iki hurma ile yetindiği olurdu.
Hz. Peygamber (asm), günde iki kere yemek yerdi. Az yemeyi tavsiye ederdi. Haram olan yiyecek ve içecekler hâriç, diğer yiyecekleri yerdi. Sadece et veya sadece sebze yemek gibi tek yönlü beslenmezdi. Bazı yemekleri daha çok sevse de,, hiçbir yemek için "sevmiyorum" ifadesini kullanmazdı. Yemek davetlerine katılırdı.
Yemeğe başlamadan önce ve yemekten sonra ellerini yıkardı. Besmele ile başlar, uygun ve kısa bir dua ile bitirirdi. Sağ eliyle yerdi. Sol eliyle yiyenleri ikaz ederdi. Ortaya konulmuş yemeğin, kendi önüne gelen kısmından yerdi. Yemek yerken sağa, sola dayanmaz, yaslanarak yenilmemesini tavsiye ederdi. Yüzü koyun uzanarak yemek yemeyi yasaklardı. Yemeğin israf edilmesini menederdi.
Soğan, sarımsak gibi kokusu başkalarını rahatsız eden yiyecekleri yedikten sonra toplum içine girmeyi hoş karşılamazdı.
Yemeğe ve suya üflemeyi yasaklardı. Yemeğin çok sıcak yenmemesi gerektiğini söylerdi. Yemek ve su kaplarının ağzını kapatmayı tavsiye ederdi. Aile fertlerinin yemeği bir arada yemelerini tavsiye eder ve beraber yenen yemeğin bereketli olduğunu belirtirdi. Aşırıya kaçmadan konuşup sohbet ederdi.
Bu ve benzeri sünnetlerinden hareketle yeme içme adabı şöylece sayılmıştır:
1. Yemekten evvel ve sonra elini yıkamak,
2. Yemeği kendi önünden almak,
3. Sağ eliyle yemek,
4. Lokmayı ağza göre almak ve iyice çiğnedikten sonra yutmak,
5. Lokmayı yutmadıkça ikinci lokmaya el uzatmamak, ağzında lokma ile konuşmamak,
6. Suyu içmeden evvel bardağa bakmak,
7. Suyu bir solukta içmemek,
8. Bardağın içine nefes vermemek,
9. Başkalarını tiksindirecek söz ve hareketten kaçınmak,
10. Başkasının lokmasına ve yediğine bakmamak,
11. Lokmayı ağzına korken kafasını tabağa doğru uzatmamak,
12. Yemekte israf etmemek, lokmasını ve aldığı yemeği bitirmek,
13. Ağzından bir şey çıkarmak gerektiğinde yüzünü sofradan çevirmek ve sol eli ile almak,
14. Dişleriyle koparmış olduğu lokmayı yemeğe batırmamak.
15. Helâlinden, temiz yemek ve Allah'a şükretmek,
16. Sofra sahibiyse, utanmamaları için herkes yeyip bitirmedikçe sofradan el çekmemek ve kalkmamak (az yiyen biriyse, ağır yemeli ve yer gibi davranmalı),
17. Önce yaşça veya mevkîce büyük olanın başlaması,
18. Mecbur kalmadıkça sokaklarda yemek yememek.
31
Hz. Muhammed'in hayatına bakıldığı zaman sıradan bir insanın hayatında olan yemek, içmek, uyumak, evlenmek, savaşmak gibi fiiller gözükmektedir. Bu fiilleri yapan bir insanın sıradan bir insandan farkı ne olabilir?
Hazret-i Peygamber (asm)'in halleri ve vasıfları, hayatını anlatan eserlerde ve tarih kitaplarında çokça bahsedilmiştir. Fakat o vasıfların ve hallerin büyük çoğunluğu, Hz. Peygamber (asm)'in insan yönüne bakmaktadır ve anlatılanlar Hz. Peygamberin (asm) sadece maddi şahsına bakmakta, manevi şahsına bakmamaktadır. Hz. Peygamber (asm)'in manevi şahsiyeti ve kudsi mahiyeti o derece yüksektir ki, tarih kitaplarında anlatılan maddi şahsiyetiyle alakalı vasıfları, O'nun (asm) yüksek kıymetini tam olarak anlatmaktan çok uzaktır.
Kulluk yönü itibariyle bile "Bir işe sebep olan, o işi bizzat yapan gibidir." sırrınca, her gün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir muazzam ibadet, O'nun (asm) sevaplarına eklenmektedir. Cenab-ı Allah'ın nihayetsiz rahmetine, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir kabiliyetiyle mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar olmaktadır.
"Levlake levlake, lema halektul eflak." kudsi hadisi sırrınca, şu kâinatın yaratılışın asıl gayesi, tarihlerin şahitliği doğrultusunda en mükemmel insan(1), Kâinatın Hâlık' ı olan yaratıcımızın tercümanı olan mübarek şahsiyetini ve mahiyetini tam olarak anlamak için kitaplardaki vasıfları ve halleri kâfi gelmemektedir.
Meselâ, Hazret-i Cebrâil ve Mikâil iki muhafız gibi Bedir Savaşı'nda yanında bulunan, Hz. Cebrail'i geride bırakarak Mi'raç'da Cenab-ı Allah ile görüşecek kadar yüksek makamlara erişen manevi mahiyetini bir kenara bırakıp; savaşta zırh giyen, yara alan, hasta olan, açlık çeken, ticaret yapan, sahabeleri ile bir arkadaş gibi sohbet eden, bir aile reisi olarak eşleri ve çocukları ile ilgilenen, torunları ile oynayan,.. vb. insani yönleri ile değerlendirmeye kalkmak hata olacaktır.
İşte, yukarıda anlatıldığı gibi Peygamber Efendimiz (asm)'in insani yönü ile alakalı duyulanlar karşısında hata yapmamak için, bir de başımızı kaldırıp hakikî mahiyetine ve peygamberlik vazifesi ile Cenab-ı Hakk'ın elçisi ve Rehber Kitabının tercümanı olan asıl nuranî manevi şahsiyetine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer.
Anlatılanların daha iyi anlaşılması için şöyle iki misal verilebilir: Örneğin bir hurma çekirdeğini düşünelim. O hurma çekirdeği toprak altına bırakılıp, zamanla büyüyerek koca meyveli bir ağaç olur. Hem gittikçe her tarafa dal ve budak verir büyür. Veya bir tavus kuşu yumurtası düşünelim. Zamanı gelince o yumurtadan yavru bir tavus kuşu çıkar. Sonra, mükemmel olarak yaratılmış ve her bir tüyünde bir sanat eseri gibi nakışlar işlenmiş bir tavus kuşu olacaktır.
Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın kendilerine has basit yapıları ve sıradan hâlleri vardır. Ancak sonradan ortaya çıkan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın son hâllerine nispeten çok mükemmel özellikleri vardır.
Şimdi, sıradan bir insana o çekirdek ve o yumurtanın özelliklerini ağaç ve kuşun özellikleri ile irtibatlandırıp anlattığımız zaman olması gereken, çekirdekten ağaca kadar veya yumurtadan mükemmel bir tavus kuşu oluncaya kadar olan mertebelere bakarak o ağaç veya yumurtaya bakmalıdır. Yoksa, “Küçük bir çekirdekten yüzlerce hurma çıktı.” veya “Şu yumurta, kuşların sultanı olabilecek güzellikte yaratılan bir tavus kuşudur.” denilse, aklı almadığından inkâr edecek, yalanlayıp inanmayacaktır.
İşte, misaldeki gibi, Peygamber Efendimiz (asm)'in insan olmasının gerektirdiği hallerini, o çekirdek veya o yumurtaya benzetirsek, peygamberlik vazifesi ile parlayan nurani şahsiyeti de, cennetin bir tûbâ ağacı veya hümayun kuşuna benzeyecektir. Hem de bu manevi yönü daima daha da yükselmeye devam etmektedir. Çünkü yukarıda da bahsedildiği gibi ümmetinin her zaman yaptığı ibadetlerinin, amellerinin ve dualarının bir misli O'nun (asm) sevaplarına eklenmekte ve manevi mertebesinin her geçen zaman daha da artmasını sağlamaktadır. Onun için, insan olmasının gereği olan yönleri duyulduğu zaman diğer taraftan, Refref’e binip, Hz. Cebrâil’i arkada bırakıp, kâbe kavseyne çıkarak Cenab-ı Allah'a muhatap olan, nurani manevi şahsiyetine de hayal gözümüzü kaldırıp bakmamız gerekmektedir. Yoksa ya hürmetsizlik ederiz veya nefsimizin ve şeytanımızın da yardımı ile inkâr ederiz.
1. TIME Dergisi, 15 Temmuz 1974 tarihin de bir yazı serisini yayınlamaya başlamıştı: Tercümesi için bk. Dünya Kimi Bekliyor?
(bk. Ümit ŞİMŞEK, Şeytanla Münazara, Zafer Yayınları)
32
Kur'an'da Peygamberimizin ismi kaç defa geçmektedir?
Peygamber Efendimiz (asm)’in Muhammed ve Ahmed ismi Kur’an-ı Kerim’de beş defa geçmektedir: Dört defa “Muhammed” olarak, bir defa da “Ahmed” olarak.
Muhammed olarak Al-i İmran Suresi, 144; Ahzab Suresi, 40; Muhammed Suresi, 2; Fetih Suresi, 29; Ahmed olarak da Saf Suresi, 6. ayette geçmektedir.
Ancak Peygamber Efendimiz (asm)'in bunlardan başka isimleri de vardır. Bunların bir çoğu da Kur'an ayetlerinde geçmektedir. Aşağıya “Mevâhib-i Ledünniye” isimli kitaptan 99 adedi alınmıştır. Bu kitapta diğer 301 ismini bulabilirsiniz.
Peygamberimizin (asm) bazı isimleri şunlardır:
1. Abdullah: Allah (cc)' ın kulu
2. Âbid: Kulluk eden, ibadet eden
3. Âdil: Adaletli
4. Ahmed: En çok övülmiş, sevilmiş
5. Ahsen: En güzel
6. Alî: Çok yüce
7. Âlim: Bilgin, bilen
8. Allâme: Çok bilen
9. Âmil: İşleyici, iş ve aksiyon sahibi
10. Aziz: Çok yüce, çok şerefli olan
11. Beşir: Müjdeleyici
12. Burhan: Sağlam delil
13. Cebbâr: Kahredici, gâlip
14. Cevâd: Cömert
15. Ecved: En iyi, en cömert
16. Ekrem: En şerefli
17. Emin: Doğru ve güvenilir kimse
18. Fadlullah: Allah-ü Teâlanın ihsânı, fazlına ulaşan
19. Fâruk: Hakkı ve bâtılı ayıran
20. Fettâh: Yoldaki engelleri kaldıran
21. Gâlip: Hâkim ve üstün olan
22. Ganî: Zengin
23. Habib: Sevgili, çok sevilen
24. Hâdi: Doğru yola götüren
25. Hâfız: Muhafaza edici
26. Halîl: Dost
27. Halîm: Yumuşak huylu
28. Hâlis: Saf, temiz
29. Hâmid: Hamd edici, övücü
30. Hammâd: Çok hamdeden
31. Hanîf: Hakikate sımsıkı sarılan
32. Kamer: Ay
33. Kayyim: Görüp, gözeten
34. Kerîm: Çok cömert, çok şerefli
35. Mâcid: Yüce ve şerefli
36. Mahmûd: Övülen
37. Mansûr: Zafere kavuşturulmuş
38. Mâsum: Suçsuz, günahsız
39. Medenî: Şehirli, bilgilive görgülü
40. Mehdî: Hidayet eden, doğru yola erdiren
41. Mekkî: Mekkeli
42. Merhûm: Rahmetle bezenmiş
43. Mes'ûd: Mutlu
44. Metîn: Çok sağlam ve güçlü
45. Muallim: Öğretici
46. Muktedâ: Peşinden gidilen
47. Mübârek: Uğurlu, hayırlı, bereketli
48. Müctebâ: Seçilmiş
49. Mükerrem: Şerefli, yüce
50. Müktefî: İktifâ eden, yetinen
51. Münîr: Nurlandıran, aydınlatan
52. Mürsel: Elçilikle görevlendirilmiş
53. Mürtezâ: Beğenilmiş, seçilmiş
54. Muslih: Islah edeci, düzene koyucu
55. Mustafa: Çok arınmış
56. Müstakîm: Doğru yolda olan
57. Mutî: Hakka itaat eden
58. Mu'tî: Veren ihsân eden
59. Muzaffer: Zafer kazanan, üstün olan
60. Müşâvir: Kendisine danışılan
61. Nakî: Çok temiz
62. Nakîb: Halkın iyisi, kavmin en seçkini
63. Nâsih: Öğüt veren
64. Nâtık: Konuşan, nutuk veren
65. Nebî: Peygamber
66. Neciyullah: Allah' ın sırdaşı
67. Necm(i): Yıldız
68. Nesîb: Asil, temiz soydan gelen
69. Nezîr: Uyarıcı, korkutucu
70. Nimet: İyilik, dirlik ve mutluluk
71. Nûr: Işık, aydınlık
72. Râfi: Yükselten
73. Râgıb: Rağbet eden, isteyen
74. Rahîm: Mü'minleri çok seven
75. Râzî: Kabul eden, hoşnut olan
76. Resûl: Elçi
77. Reşîd: akıllı, olgun, iyi yola götürücü
78. Saîd: Mutlu
79. Sâbir: Sabreden, güçlüklere dayanan
80. Sâdullah: Allah' ın mübârek kulu
81. Sâdık: Doğru olan, gerçekci
82. Saffet: Arınmış, seçkin kişi
83. Sâhib: Mâlik, arkadaş, sohbet edici
84. Sâlih: İyi ve güzel huylu
85. Selâm: Noksan ve ayıptan emin olan
86. Seyfullah: Allah' ın kılıcı
87. Seyyid: Efendi
88. Şâfi: Şefaat edici
89. Şâkir: Şükredici
90. Tâhâ: Kur'ân-ı Kerîm' deki ismi
91. Tâhir: Çok temiz
92. Takî: Haramlardan kaçınan
93. Tayyib: Helal, temiz, güzel, hoş
94. Vâfi: Sözünde duran, sözünün eri
95. Vâiz: Nasihat eden
96. Vâsıl: Kulu Rabb'ine ulaştıran
97. Yâsîn: Kur'ân-ı Kerîm' deki ismi, gerçek insan, insan-ı kâmil
98. Zâhid: Mâsivadan yüz çeviren
99. Zâkir: Allah' ı çok anan.
33
Efendimiz'in Peygamberlik (nübüvvet) mührü hakkında bilgi verir misiniz?
Doğruluğuna güvenilmeyen bu tür yazı ve resimleri dağıtmak uygun olmaz.
Peygamber Efendimiz (asm)'in nübüvvet (peygamberlik) mührü
İslami kaynaklarda ve rivayetlerde Peygamber Efendimiz (asm)'in kürek kemikleri arasında bulunan bu işarete "nübüvvet mührü" ismi verilir. Peygamberimiz (asm)'in mührüne benzer peygamberlik işaretlerinin diğer peygamberlerde de olduğu, ancak Peygamberimiz (asm)'inkinin daha farklı olduğu el-Müstedrek tarafından Vehb b. Münebbih (ra)'den şöyle nakletmiştir:
"... Allah hiçbir peygamber göndermemiştir ki, onun sağ elinde peygamberlik beni (şamet'ün-nübüvve) olmamış olsun. Ancak bizim Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam bunun istisnasını teşkil etmektedir. Zira Onun peygamberlik beni, (sağ elinde değil) kürek kemikleri arasındadır. Peygamberimiz (asm) bu durum sorulunca:
'Kürek kemiklerim arasında bulunan bu ben, benden önceki peygamberlerin beni gibidir.' " [Tirmizı'nin Şemail isimli kitabının tercümesinden, Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimiz (asm)'in Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s. 73] ..." demiştir."
Cabir b. Semüre (ra) anlatıyor:
"Ben Resulullah Efendimizin kürek kemikleri arasında bulunan nübüvvet mührünü gördüm. O, güvercin yumurtası büyüklüğünde kırmızımtırak bir yumru idi (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 36) ."
Hz. Ali (ra)'nin torunlarından İbrahim b. Muhammed (ra) naklediyor:
"Dedem Hz. Ali (ra), Peygamber Efendimiz (asm)'in vasıflarını anlatırken, Resulullah'ın Hilyesi (güzel sıfatlar, süs, zinet, cevher, güzel yüz, suret, görünüş) hakkındaki hadisi bütün uzunluğu ile zikreder ve:
"Kürek kemikleri arasında nübüvvet mührü vardı. Ve O, peygamberlerin sonuncusudur." (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 38) derdi.
Ebu Nadre (ra) anlatıyor:
"Ashabdan Ebu Said el-Hudri'ye Resulullah Efendimizin peygamberlik mührünün nasıl bir şey olduğunu sordum. Mübarek sırtlarında gül tomurcuğu gibi bir et parçası olduğunu söyledi (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976,, s. 42) ."
"İki küreği arasında peygamberlik mührü yer alıyordu. Bu mühür sağ omzuna daha yakındı." (Huccetü'l-İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, II/820, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998)
Muhammed b. Müsenna, Muhammed b. Hazm, Şu'be Simak (ra)'dan:
"Cabir İbn-i Semure'nin şöyle dediğini duydum:
"Resulullah (asm)'in sırtında mühür gördüm: güvercin yumurtası gibi idi." (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, I/36, Hilal Yayınları, Ankara,1976,)
34
Peygamber Efendimize salat ve selam göndermek ne demektir; nasıl selam verilir?
Cevap 1:
Bilindiği üzere Efendimiz (asm) Hazretlerinin adı anıldığında duyan her Müslümanın salavat getirmesi ihmal edilmez bir görevi, unutulmaz bir vefa borcudur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
"Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin." (Ahzab, 33/56)
Veya “tam bir teslimiyetle ona teslim olun.”
Peygambere Allah’ın salât etmesi, rahmet etmek; meleklerin ve bizim salât etmemiz de onun için rahmet duası etmek anlamına gelir. Onun rahmete erişmesi ise, ümmeti olarak bizim rahmete erişmemiz demektir. Çünkü hayatı boyunca görüldüğü gibi, onun bütün kaygısı ümmetinden ibarettir. Bir gece sabaha kadar ümmeti için Rabbine yakardıktan sonra Allah ona Cebrail ile “Biz seni ümmetin hakkında hoşnut edeceğiz ve asla üzmeyeceğiz” şeklinde haber göndermiştir. (Müslim, İman: 346.) İsra Suresi 79. ayette de ona “Övülmüş Makam” adıyla şefaat makamının verileceği müjdelenmiştir ki, bu durum, bizi Allah’ın Resulü ile çok yakın ve sıcak bir ilişki içinde bulunmaya davet etmektedir. İşte salâvat, onunla bizim aramızda bu sıcak ilişkiyi kuran, devam ettiren ve pekiştiren en önemli bir vasıtadır.
O kadar ki, O’nun irşadıyla var oluş hikmetini anlayan her Müslüman’ın üzerine bu salavatın ömründe bir keresi farz, sonrakileri vacip, tekrarlarda ise sünnet olduğu bildirilmiş, salavatın terki ise şefaatten mahrumiyete sebeptir, denmiştir.
İyilik gördüğü kimselere iyilik etme minnettarlığı duyan, hatta bir kahvenin kırk yıl hatırını sayan insanlar, ebedi hayatını kurtarmaya vesile olan Resulüllah’a da (asm) elbette minnettarlık duyacak, adını duyunca büyük bir hürmet ve sevgiyle salavat getirecek, böylece gösterdiği bu bağlılıkla da şefaatine nail olacaktır.
"Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin."
ayetinin emri gereği olarak ömürde bir defa salavat getirmek farz, sonraları her ilk duyuşta vacip, aynı yerde tekrarlanmalarda ise sünnet olduğu ifade edilmiştir. Anlaşılan odur ki, getirilen salat–ü selamdan hem Rabbimiz, hem de melekleri razı olmakta, ayrıca melekler salavat getirenlere de dua etmekteler. Hadis kitaplarında görüyoruz ki, Efendimizin (asm) Cennet’teki makamının yükselmesine sebep olan salavatı okuyan insana melekler, “Allah da senin makamını yükseltsin!” diye dua etmekte, öteki melekler de bu duaya amin demekteler. Salavat getiremeyene ise, “Allah da senin makamını yükseltmesin!” diye tepki göstermekte, öteki melekler de bu tepkiye amin diyerek iştirak etmekteler.
Demek ki, Efendimizin (asm) adını duyunca salavat getirenler meleklerin hayır duasını alır, getirmeyenler ise bedduasına maruz kalırlar. Ayrıca, Peygamberimiz (asm) de, adını duyduğu halde salavat getirmeyen vefasız ümmetine kırılmakta, bunu da “Burnu sürtülsün!” sitemiyle dile getirmektedir.
Salavatın çeşidi sayılamayacak kadar çoktur. Bunların en meşhurları da namazlarda tahiyyattan sonra okuduğumuz, “Allahümme salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammed” ile “Sallallahü aleyhi vesellem” salavatlarıdır. Manaları şöyle özetlenebilir:
"Rabbimizin rahmeti, meleklerinin istiğfarı ve bizim de selamımız Efendimiz Hazreti Muhammed ve ailesi üzerine olsun."
Bu konuda Peygamberimiz (asm)'in birçok hadisi bulunmaktadır ki, bunlardan birkaç tanesi şöyledir:
“Kabrimi bayram yerine çevirmeyin. Bana salât ve selâm edin. Çünkü nerede olsanız salât ve selâmınız bana ulaşır.” (Ebû Davud, Menâsik: 97)
“Günlerinizin en üstünü cuma günüdür. O gün bana çok salât ve selâm getirin. Çünkü sizin salât ve selâmlarınız bana sunulur.” “Ey Allah’ın Elçisi,” diye sordular. “Sen ölüp de senden bir iz kalmadıktan sonra salât ve selâmlarımız sana nasıl sunulur?” Peygamberimiz buyurdu ki: “Allah, peygamberlerin cesetlerini çürütmeyi toprağa yasaklamıştır.” (Ebû Davud, Salât: 201)
Übeyy ibni Kâ’b birgün Peygamberimize şöyle sordu:
“Ey Allah’ın Elçisi, ben sana çok salâvat getiriyorum. Duamın ne kadarını salâvata ayırayım?” Peygamberimiz
“Dilediğin kadarını” buyurdu. Übeyy yine sordu:
“Dörtte birini ayırayım mı?” Peygamberimiz yine
“Dilediğin kadarını, ama arttırırsan senin için daha iyi olur.” buyurdu
“Yarısını?”
“Dilediğin kadarını. Ama arttırırsan senin için daha iyi olur.”
“Peki, duamın tamamını salâvata ayırsam?”
“İşte o zaman Allah senin bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını da bağışlar.” (Tirmizî, Kıyamet: 23.)
“Yeryüzünde Allah’ın seyyah melekleri vardır; ümmetimin selâmlarını bana ulaştırırlar.” (Müstedrek, 2:456, no. 3576.)
“Ey Allah’ın Elçisi, sana selâm vermeyi anlıyoruz; peki, nasıl salât edeceğiz?” sorusuna karşılık ise, Peygamberimiz, namazların teşehhüdlerinde okumakta olduğumuz “Allahümme salli, Allahümme bârik” duâlarını öğretmiştir. (Buhârî, Tefsir 33:10; Tirmizî, Tefsir 33:23.)
Bu gibi salavatlar Efendimize has bir dua olduğundan O’na mahsus duayı Rabbimiz reddetmez.
Bu niyetle bizler de özel dualarımıza redde uğramayan salavatla başlar, salavatla bitirirsek iki makbul dua arasına aldığımız duamızın kabul olacağını ümit ederiz.
Okuma ve yazmalarda ise Efendimizin (asm) adı geçince açıkça:
“Allahümme salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammed” yahut da “Sallallahü aleyhi ve sellem” demek en güzeli olduğu gibi, yazanların salavatın baş harfleriyle (asm) yahut da (asm) şeklinde işaretlemeleri de salavatı hatırlatmak demektir. Ancak yazıda bu gibi salavat getirme işaretleri çoğalınca okuyanlar bazen zorlanmakta ve maksadının aksine, hürmet için konan işaretler bazen hürmet zedelenmesine de sebep olmaktadır. Böyle bir hürmet eksilmesine sebep olmaktansa işaretleri azaltıp okuyanın irfanına bırakmakta isabet olsa gerektir.
Efendimize getirilen salavat, günahının affına sebep denemez. Çünkü O’nun böyle bir durumu söz konusu değildir. Makamının yükselmesine vesiledir. O yüzden Efendimizin makamını kimse tahmin ve tespit edememektedir. Çünkü her saniye, iyiliğine sebep olduğu ümmetinden nehirler gibi salavat duaları akmakta, böylece yükselmenin hiç durmayıp kıyamete kadar da devam edeceği anlaşılmaktadır.
Tarihi bir saygı örneği:
Sultan Mahmud Gaznevi, Muhammed adındaki hizmetçisine her defasında çok sevdiği bu Muhammed adıyla hitap ettiği halde bir defa da babasının ismiyle hitap eder. Buna üzülen hizmetçi, neden çok sevdiği güzel ismiyle değil de babasının ismiyle çağırdığını sorunca Sultan’dan şu cevabı alır:
"Ben her defa abdestli bulunuyor, o yüce ismi abdestle söylüyordum. Bu defa abdestim yok! O mübarek ismi abdestsiz ağzıma almaktan utandım!"
Mübarek ismi duyduğu hâlde gönlü kıpırdamayan salavat tembellerine ithaf olunur.
Cevap 2:
Boş vakitlerimizde Allah'ın isimlerini anmanın ve Peygamberimiz (asm)'e salavat getirmenin fazileti büyüktür.
Cevap 3:
Sıkıntılı anlarda İnşirah sûresi, Ayetü'l-Kürsi, Felak ve Nas sûrelerini okumalıyız.
İlave bilgi için tıklayınız:
Sıkıntılar için dua ve sabır konusunda bilgi verir misiniz?..
35
Allah'ın, Peygamberimiz'e "Habibullah" demesinin hikmeti nedir? Bu ifade Kur'an ve hadislerde geçer mi?
Kur’an’da, Efendimiz (asm) için doğrudan "habib" kelimesi kullanılmamıştır. Ancak, onun Allah’ın sevgili kulu olduğunu gösteren ifadeler vardır. Mesela:
“Şüphesiz sen çok büyük bir ahlak üzeresin.”(Kalem, 68/4)
mealindeki âyette bu husus açıkça vurgulanmıştır. Çünkü, bir şeyi beğenmek onu sevmek anlamına gelir. Ahlakını sevip beğendiğiniz bir kimsenin kendisini seviyorsunuz demektir. Buna göre, bu âyetten Allah’ın Efendimizi (asm) sevdiğini anlamak gerekir.
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”(Al-i İmran, 3/31)
mealindeki âyette, Allah’ın sevgisini kazanmak için Hz. Muhammed (asm)’e uymanın zorunlu olduğuna vurgu yapılmıştır. Bundan anlaşılıyor ki, Allah Hz. Muhammed (asm)’in ahlakını, gidişatını, tarzını seviyor ve insanları ona uymaya davet ediyor.
“Sizin için Allah’ın elçisinde alınması gereken güzel bir örnek vardır.”(Ahzab, 33/21)
mealindeki âyette, Hz. Muhammed (asm) uyulması gereken bir örnek olarak sunulmuştur. Efendimiz (asm)'in ahlakını özellikle bir örnek olarak sunan Allah, elbette onu özellikle seviyor.
Nitekim Hz. Peygamber (asm) şöyle burmuştur:
“İbrahim halilulah, Allah’ın dostu; Musa, safiyullah, Allah’ın seçkin kulu; ben ise -Allah’ın bana bir ihsanı ve bir ikramı olarak- habibullahım, Allah'ın sevgili kuluyum.” (bk. Darimî, Mukaddime, 8; Tirmizî, Menakıb, 1)
Allah kendi isimlerine en kapsamlı ayna olan Peygamberimiz (asm)'e böyle bir ünvan vermiştir. İnsanın yaratılış itibariyle kâinat ağacının en mükemmel meyvesi olması, Peygamberimiz (asm)'inde insanlar içinde en mükemmel insan olması onu bu ünvana ve makama mazhar etmiştir.
Bir sanatkârın, yaptığı bir eseri sevmesi ve ona iltifat etmesi, ona değer vermesi gâyet münasiptir. Allah (cc) da insan olan bu varlığı bütün mahlukat içeriinde en güzel ve en üstün bir şekilde yaratmıştır. Elbetteki bu nitelikteki bir sanatını sevmesi abes olamaz.
Hz. Peygamber (asm) bir beşerdir. O da diğer insanlar gibi yer, içer hüzünlenir ve sevinirdi. Ancak Allah'a olan ubudiyyeti ve kulluğu yönüyle eşsiz bir insandır. Onun kulluğunda bir kusur ve noksanlık yoktur. Her türlü günahtan arınmış ve her şeyi ile Rabbine müteveccih olan böyle bir kuluna Rabbimizin iltifat etmesi, onu sevmesi gâyet tabidir.
Bu âlem yaratılmazdan önce her şey yokluk karanlığında idi. Cenâb-ı Hak lütuf ve ihsanıyla bu karanlığa son verdi ve bütün varlıklara çekirdek olacak ilk mahlûkunu yarattı. Bu varlık Nur-u Muhammedî (asm) idi.
“Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.”(bk. Tirmizi, Tefsiru's-sureti 68; Hâkim, II/492)
hâdis-i şerifi üzerinde biraz durmak gerekiyor. Çünkü, bu konuda bir takım yanlış yorumlar yahut yersiz itirazlar eksik olmuyor.
Bilindiği gibi canlıların bütün karakterleri genetik şifrelerinde yazılı. Bu yazı, kader kalemiyle işlenmiş bir ilâhî program. Bir tohumdaki şifrede ne ağacın şeklini, ne gövdesinin sertliğini, ne yaprağının yeşilliğini, ne de meyvesinin tadını bulabilirsiniz. DNA’da bütün bu özellikler baz sıralaması şeklinde yazılı, ama o program ne serttir, ne yumuşak; ne yeşildir, ne kırmızı. Bunların hepsi o şifrede bir plan, bir program olarak mevcut, ama ağacın bütün özelliklerini o şifrede aynen bulmaya çalışmak da boş bir çaba. Bu noktayı dikkate almadan, bütün mahlûkatın Nur-u Muhammedî’den yaratılışını düşünen adam, yıldızlarla, ormanlarla, denizlerle bu nur arasında bir benzerlik kurmaya kalkışır ve aldanır.
Bizim yaptığımız planlar da bir yönüyle öyle değil mi? Bir evin bütün bölmeleri plandadır, ama plandaki mutfakta yemek pişiremezsiniz.
“Nasıl esmada bir ism-i azam var, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır.” (bk. Bediüzzaman, Sözler)
İsm-i azam, bütün isimleri içine aldığı gibi, nakş-ı azam olan insan da bütün varlık âleminde tecelli eden isimlere mazhar. “Bir şey mutlak zikredilince kemâline masruftur.” kaidesince, insan denilince de insanlık âleminin en ileri ferdi ve risalet semasının güneşi olan Hz. Muhammed (asm) akla gelir.
Bütün ilâhî isimler ilk defa Nur-u Muhammedî'de tecelli etmişler. Meselâ, onda Muhyi isminin tecellisi var ve o nur hayat sahibi. Sonraki safhalarda yaratılacak olan bütün hayatlar, ilk defa onda tecelli eden bu ismin ayrı tezahürleridir. O nurlu hayat, bütün hayatların başlangıç noktası ve çekirdeğidir. Ama, bütün hayat çeşitleriyle Resulullah Efendimiz (asm)'in o pak ve münezzeh ruhu arasında bir ilişki kurmaya kalkışmanın da yanlışlığı ortadadır.
Bir başka misâl: muhafaza etmek, hıfzetmek bir ilâhî fiil. Nur-u Muhammedî (asm) de hafiz ismi de tecelli etmiş ve daha sonra yaratılacak “levh-i mahfuza”, “çekirdeklere”, “yumurtalara”, “nutfelere” ve nihâyet “hafızalara” bir çekirdek gibi olmuş.
“Mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numûnesini ve esasatını câmi' olsun.”(Bediüzzaman, Sözler)
Vahdetü’l-vücut meşrebinin sahibi Muhyiddin Arabi Hazretlerine göre, ebede kadar yaratılacak bütün varlıkların mahiyetleri (kendi ifadesiyle ayan-ı sabiteleri), tâbiri caizse nuranî bir çekirdek halinde, Allah’ın ilminde mevcuttu. Bütün mahiyetleri icmalen taşıyan bu ilk taayyün mertebesini Muhyiddin Arabi Hazretleri, “hakikat-ı Muhammediye”, “âlem-i vahdet”, “vücud-u icmâli”, “nur-u muhammedî” gibi isimlerle dile getiriyor.
Buna göre, Nur-u Muhammedî, bütün mahiyetlerin ortak ismidir ve eşyanın yaratılmasıyla bu mahiyetler ilim dairesinden kudret dairesine geçmişlerdir.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri de şöyle buyurur:
“Hakikat-i Muhammediye'den terakki vaki oldu mânâsında yazdığım cümleye gelince, bu hakikatten murat, o hakikatin zıllıdır ki o hakikat için “hazret-i ilmin icmâlinden ibarettir” demişler ve “vahdet” tabirini kullanmışlardır.”(Mektûbat, c. 2)
Âlem-i vahdet, Muhyiddin Arabi Hazretlerinin ilk taayyün mertebesine verdiği dört isimden birisi.
Bilindiği gibi "vahdet" birlik mânâsına geliyor, "kesret" ise çokluk. Çekirdekte vahdet vardır ve bu vahdetten kesret doğmuştur. Onlarca dal, yüzlerce meyve, binlerle yaprak kesreti ifade ederler ve bu kesret âlemi bir vahdetten doğar. Sonsuz yıldızların kaynaştığı sema, yine sonsuz canlıların oynaştığı yer yüzü, sayısını bilemediğimiz melekler âlemi ve daha nice varlıklar hep kesreti ifade ederler ve bunların tamamı âlem-i vahdetten, Nur-u Muhammedî (asm)’den doğmuşlardır.
Nur Külliyatı'ndan önemli bir ipucu:
“Muhakkak, semavat ve arz bitişik idiler, biz onları ayırdık.” meâlindeki âyet-i kerimenin değişik tefsirleri nazara sunulduktan sonra şu mânâya da yer verilir:
“Mezkûr âyetin tabaka-i avama ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki: nur-u muhammediyeden (asm) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisâl ettirilmesine işarettir.” (Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye)
Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi, bu hikmet âleminin yaratılış çekirdeği olan Nur-u Muhammedî (asm)’den âlem safha safha yaratılmış. Bütün fizik âleminin, semavat ve arzın yaratılışı da bu kaide çerçevesinde gerçekleşmiş. Bu nurdan, bir “madde-i aciniye” yaratılmış ve bu öz macun, bu şifre mahlûk; göklerin ve yer küremizin yaratılmasında esas olmuş.
“Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur.” hadis-i şerifinin devamında, âlemin yaratılış safhaları sırayla, kalem, levh, arş, hamele-i arş olan melekler, kürsi, diğer melekler, gökler, yerler... Şeklinde ifade edilir. Belki de, göklerin ve yerlerin yaratılmasından önceki safhalarda, yaratılış doğrudan doğruya Nur-u Muhammedî (asm)’den gerçekleştirilmiş, bu safhada ise Nur-u Muhammedî (asm)’den bir öz madde yaratılmış ve göklerin ve yerin yaratılmasında bu çekirdek esas olmuştur. Her şeyin bir sebebe bağlandığı bu hikmet dünyasında, şu görünen âlemin başlangıcının böylece takdir edilmiş olması ilâhî hikmete en uygun olanıdır.
Maddenin nurdan yaratılması garip karşılanmamalı. Nitekim madde dediğimiz şeyin, aslında, kesifleşmiş bir enerji olduğu bilinmektedir. Atomun, parçalandığında enerjiye dönüşmesi, işin temelinde kuvvet ve kudretin bulunduğunu gösterir. Bunlar ise kesif ve maddî değil, lâtif ve nuranîdirler.
“Melekler nurdan yaratıldı. Cinler ise dumanlı alevden yaratıldılar.”(Müslim, Zühd, 10/60)
hâdis-i şerifi cinlerin de Nur-u Muhammedî’den doğrudan yaratılmayıp bir başka şekilde, yahut bir başka safhada var edildiklerini bize ders verir.
“Hiçbir şey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin.”(İsra, 17/44)
meâlindeki âyet-i kerimeye göre, her şey Allah’ı bilmekte, hamd ve tesbih etmektedir. Kâinatın gerek ilâhî ilimdeki ilk icmâline, gerek şehadet âlemine çıkışındaki o çekirdek varlığa “Nur-u Muhammedî” denilmesinden anlaşılıyor ki, Allah’ı bilmede, onu hamd ve tesbih etmede en ileri mertebe Allah Resulü (asm)'ne aittir. Bütün ilâhî isimlerin en ileri mertebesine de, o (asm.) mazhardır. Kâinatın yaratılmasından asıl gaye o’dur. Diğer varlıkların yaptıkları bütün ibadetler, erdikleri bütün marifetler ve zevk ettikleri bütün muhabbetler onun yanında ancak bir gölge gibi kalır.
“Hem ism-i âzama mazhar olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm'ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i ilâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir.” (Bediüzzaman, Sözler)
Demek ki, o ilk yaratılışta Ruh-u Muhammedî (asm)'nin ulviyeti, parlaklığı ve berraklığı diğer bütün mahiyetleri âdeta gölgede bırakmış ve o ilk çekirdek varlığa Nur-u Muhammedî denilmiş.
36
Peygamber Efendimiz ve gül ilişkisi nedir?
Bizim kültürümüz sembolcü kültürdür. Atalarımız daha Orta Asya'dayken belirli eşyaları, cisimleri ve şekilleri belirli manalara sembol yapmışlardır. Mesela, "ok" Tanrı'ya bağlılığın, "yay" da bu bağlılığın cihana yayılmasının sembolüydü. Keza davulun, tuğun devlet babında değişik anlamları vardı.
İslam'ı kabulden sonra da devam eden bu sembolcü gelenek, Peygamber Efendimiz (sav)'e de bir sembol bulmakta gecikmemiş ve ona (sav) GÜL sembolünü layık görmüştür. Kültürümüzde gül, Peygamberimiz (sav)'in, Peygamberimize (sav) duyulan muhabbetin sembolüdür. Peygamberimize (sav) bir an muhabbetini kaybeden imanını kaybedeceğinden, yani Peygamberimize (sav) muhabbet duymak ile iman çok yakından alakalı olduğundan, gül ayni zamanda iman hayatımızın da sembolü sayılır. Gül, Peygamberimizin (sav) sembolü olduğu içindir ki Fatih ona (sav) olan muhabbetini belirtmek için gül koklar. Onun içindir ki edebiyatımızda sevgililer hep güle benzetilir. Onun içindir ki Necati Beg şöyle der:
Yılda bir kerre menâr-i sâhdan dîdâr gül, / Gösterir nite ki nûr-i Ahmed-i Muhtâr gül.
Gül, Peygamberimiz (sav)'in sembolü olunca, ad olarak da kullanılmıştır. Bu Gül (sav) sevgisi, "Gül, Gülbahar, Gülbeden, Gülistan, Gülhan, Gülşan, Gülcan, Gülten, Gülriz, Gülnur, Gülenaz, Gülay, Güler, Gülsever, Gülbey, Gülçin, Gülcihan vs." gibi, Peygamberimize (sav) muhabbetimizi ifade eden yüzlerce "gül"lü adı dilimize kazandırmıştır. Ve bu anlayış, Peygamberimiz (sav)'in sevgili zevcesi Hz. Aişe (ra)'nin adını, Peygamberimiz (sav)'in sembolüyle birleştirmiş AYŞEGÜL yapmıştır. Anadolu'nun bazı yörelerinde de Gül'e (sav) öncelik verirler, GÜLAYŞE, derler. (Onk. Dr. Halûk Nurbaki, Gönül Penceresinden Fahr-i Kâinat Efendimiz)
Lafzatullah, yani Allah lafzı ile lale ilgisine gelince:
Ebced hesabında bir durum var lâle ile Lafzatullahın değeri ikisi de 66 ya tekabül ediyor; bu nedenlede laleyi Cenab-ı Hakk'ın simgesi olarak sayanlar vardır. Bazı yörelerimizde "işi altmış altıya bağlamak" deyimi hâlâ kullanılır. Biz millet olarak "hilâl"i İslam'ın simgesi, "haç"a karşı bizim simgemiz olarak görmüşüzdür. Hilâl kelime olarak ebced hesabına göre 66 ediyor.
Yani hilâl, lâle ve Cenab-ı Hakk'ın en muazzam ismi olan Allah lafzı, aynı sayı (66) değerindedir.
Lâle, hilâl ve Allah (cc) lafızlarının ebced değerinin aynı olmasından dolayı, kültürümüzde lâleye apayrı bir değer verilip sevgi beslenilmiştir.
Bir devre adını veren bu tefekkür simgesi çiçek, o dönemde 1108 çeşit renkte üretilmiştir.
Lâle’nin Osmanlılar tarafından çok sevilmesi sadece çok güzel bir çiçek olmasından dolayı değildir. Arapça harflerle yazıldığında Lâle kelimesiyle Allah lafzında aynı harfler kullanılıyor olmasındandır. Bir de Arap harfleriyle yazılan "Lâle"yi tersten okursanız "Hilâl" kelimesi ortaya çıkıyor ki bu da biliyorsunuz Osmanlı bayrağının, ambleminin sembolüdür.
Bayrak şairimiz Arif Nihat Asya güzel anlatmış:
“Eskiler lâleyi mukaddes sayarlardı. Gerçekten, izahı zor bir şuur, o zamanın yazılarında ‘lâle’ kelimesi ile ‘Allah’ kelimesini aynı harflerden meydana getirirdi. Üstelik ebcette lâle, Allah, hilâl aynı sayıyı verirdi. Biri güzelliğiyle yurdumu, biri ulviliğiyle dinimi, biri şerefiyle istikbâlimi anlatan, kelimelerdeki ebcet beraberliği sizi bilmem fakat -ben-, tesâdüf deyip geçemeyeceğim.”
37
Refîk-i a'la' nedir?
Refîk-i a'la', yüce dost manasına gelir.
Peygamber Efendimiz (asm.) vefatından önce bu ifadeyle Allah’ı kastetmiştir. “Ben yüce dosta, yüce sevgiliye gitmek istiyorum.” demek istemiştir.
Refik-i a'lâ, en yüksek makamlarda bulunan peygamberler cemaatı, anlamına da geldiği söylenmektedir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamberimiz vefat ederken söylediği son sözler ne olmuştur?
38
Peygemberimizin dedesi Abdulmuttalib'in oğulları, kızları ve hanımları kimdi ve hangi hanımından hangi çocukları olmuştur?
ABDÜLMUTTALİB (ŞEYBE), Esed, Ebû Sayfî.
Kızları: Şifâ, Hâlide, Zaife, Rukayye ve Hayye'dir. Peygamberimizin (asm) dedesi Abdül-Muttalib'in on oğlu ve altı kızı bulunmaktadır. Bu çocukların hepsi bir anneden olmadığı için onları annelerine göre sıralandırmak istiyoruz:
Abdullah, Ebû Tâlib, Zübeyr; Ümmü Hakim Beyzâ, Atika, Ervâ, Berre. Bunların anneleri Fâtıma'dır.
Abbâs, Dırâr. Bu iki oğlunun annesi Nüteyle'dir.
Hamza, Mukavvim, HacI adlı oğulları ile Safiyye adındaki kızlarının annesi ise Hâle'dir.
Hâris adındaki oğlunun annesi Semrâ'dır.
Ebû Leheb (Abdü'l-Uzza). Bunun annesi Lübni'dir.
Hz. Âmine'nin annesi Berre, onun annesi ise Ümmü Habib'tir. Baba tarafına gelince, Hz. Âmine'nin babası Vehb, onun pederi Abdi Menâf, onun babası da Zühre'dir.
Hz. Abdullah'ın baba şeceresi açıklanmış bulunmaktadır. Annesi Fâtıma, onun vâlidesi Sahre, onun annesi Tahmür'dür. Her ikisinin soyu KİLAB'da birleşmektedir.
39
Peygamberimiz'in künyesi "Ebu'l-Kasım" ile künyelenmenin ve "Muhammed" ismini koymanın dinen bir sakıncası var mıdır?
Rasûlüllah Efendimiz (asm), babaların çocuklarına güzel isimler vermelerini emretmiş, kıyamet günü insanların isimleriyle çağırılacaklarını, isimlerin sahipleri üzerinde etkili olacağını bildirmiştir. En güzel isimlerin "Abd"li isimler olduğunu, özellikle de "Abdullah" ve "Abdurrahman" Allah'ın en sevdiği isimler olduğunu söylemiştir (bk. el-Hindî, Kenz, XVI/417 vd.). Kendi ismi ile ilgili olarak da:
"Benim ismimle isimlenin, ama künyemle künyelenmeyin." (Müslim, Edep 1)
buyurmuştur. Buradan hareketle Şafiî ve Zahiriler onun künyesi olan "Ebu'l-Kâsım" ile kimsenin künyelenemeyeceğini söylemişler, cumhûr ise bunun da Rasûlüllah (asm)'ın zamanına ait olduğunu, onun vefatından sonra karıştırma ihtimali bulunmadığından ötürü; künyesinin dahi alınmasında mahzur bulunmadığını söylemişlerdir. Çünkü yukarıdaki hadis-i şerif birisinin, bir diğerini, "Ya Ebe'l-Kâsım" diye çağırması, Rasulüllah (asm)'ın ona karşı dönmesi ile de, "Ben sizi kastetmedim, ya Rasulallah!.." demesi üzerine söylenmiştir. Onun vefatından sonra artık böyle bir karıştırma söz konusu değildir.
Tahavi'nin, "Ashab arasında ismi Muhammed, künyesi Ebu'l-Kasım olan bir çok insan vardı." demesi de bunu destekler. Buhari’yi şerh eden Ayni, bu zevatın teker teker isimlerini verir (Aynî; Umdetü'l-Kârî, IX/328). Ancak Beyhakî şöyle der:
"Onun künyesiyle künyelenmenin yasak oluşu mutlaktır (onun zamanıyla sınırlı değildir) ve bu konudaki hadisler daha çok ve daha sahihtir."(Beyhakî, es-Sünenü'1-kübra, IX/310).
Onun künyesini almanın sadece ismi "Muhammed" olanlar için yasak olduğu görüşü de vardır (Nevevi, Serhu Müslim, IX359/60). Yine Beyhakî'nin rivayet ettiği
"İsmimi alan künyemi almasın, künyemi alan da ismimi almasın."(Beyhakî, age, IX/309)
hadis-i şerifi de bunu destekler. Ama yine de Rasûlüllah (asm)'in Hz. Ali Efendimize (ra) ruhsatı verdiği onun da çocuğuna "Muhammed Ebu'1-Kâsım" diye isim ve künye verdiği meşhurdur. Taberi, bu da bu yasağın haram derecesinde değil, mekruh derecesinde olduğunu gösterir, der (Irsâdu's-sârî, X/573).
Gerçi:
"Muhammed adını koyduklarınıza vurmayın ve onları iyilikten mahrum etmeyin", "çocuğa Muhammed adını koyduğunuzda ona iyi davranın, meclisi onun için açın, ona yüz ekşitmeyin." [Hindî, age XVI/48, Suyutî, el-Camiu's-sağir (Feyzu'1-Kadîr ile), I/35] ve,
"Üç oğlu olupta birisine Muhammed adını koymayan cahillik etmiştir." [Hindî, age (Taberani'den), XVI/419]
şeklinde hadisler rivayet edilmiştir. Ama üçü de oldukça zayıftır. Üçüncüsü için Ibnü'l-Cevzi mevzudur, uydurmâdır, demiştir. Daha başkalar da mevzu olmadığını söylemişlerdir (Münavi, Feyzu'lKadir; VI/237-38). Bu yüzden bu hadisler pek hesaba katılmasa bile Ibn Asâkir'in bir rivâyetinden "Muhammed" isminin yine de teşvik edildiğini görürüz:
"Kimin bir oğlu olur da ona teberruken Muhammed adını koyarsa, o da çocuğu da Cennet'te olur." (Münavî, age VI/237).
Suyutî bu hadisin bu konuda en örnek hadis olduğunu ve hasen bulunduğunu söyler. Kaldı ki, Ezra'î; bazı Hanbelî âlimlerinin kendi zamanlarında Muhammed, Ahmed, Ebubekr, Ömer, Hasan, Hüseyin vb. isimleri Yahudi ve Hıristiyanların almasını yasakladığını, bazı zayıf Şafiîlerin de bu görüşe uyduklarını naklettikten sonra der ki, her ne kadar, bunların ilk ikisini almamaları, sövme ve alay konusu olmaları ihtimalinden ötürü, insanın gönlüne daha yatkın görülüyorsa da böyle bir görüşe nereden vardıkları bilinmez. Bu görüş su götürür. Çünkü Yahudilerden Isa, Hıristiyanlardan da Musa adını alanlar vardır ve bu tarih boyunca kınanmamıştır... İnsan sevdiği ve saygı duyduğu kimselerin ismini alır. Buna rağmen alay ve hafife alma konusu olan yerde buna engel olunmalıdır.(Münavî, age. I/385) Görüldüğü gibi bu isimleri gayrı müslimlerin alamayacağına dâir dahi bir şey yoktur.
Ama Muhammed ismini almanın her halükarda yasak olduğunu söyleyenler de vardır. Bunlar:
"Çocuklarınıza Muhammed adını koyar, sonra da onlara lanet edersiniz!"[Hindî, age XVI/418 (45200; Suyuti, age.]
hadis-i şerifine tutunurlar. Gerçi bu hadisi Suyutî sahih diye işaretlemiştir ama, anlamı Muhammed isminin alınmasını yasaklamak değil, bu ismi alanlara bu isimle kötü söylemenin özellikle çirkin bir davranış olacağıdır. Bunu öbür türlü anlamayı tarih de, bizzat Rasulüllah (asm)'da yalanlar. Onun Asr-ı saadet'inden günümüze kadar binlerce insana Muhammed adı verilmiş ve bunu kimse kınamamıştır. Bir oğlu olan Ensarlı birisi ona Muhammed adını koymak isteyince hükmünü Rasulüllah (asm)'a sormuş o da şöyle buyurmuşlardır:
"Ensar'a iyilikte bulundun. Elbette ismimi alın, ama künyemi almayın." (Müslim, Adâb 6)
O görüşü destekleyen bir delil de Hz. Ömer Efendimiz (ra)'in bu konudaki davranışıdır. O, Küfe'ye bir emir göndererek, kimsenin, çocuklarına peygamber adı koymamasını istemiş, Medine'de de Muhammed isimli çocukları olan bir grup insana bu isimleri değiştirin, demiştir. Ama onların, Rasulüllah (asm) bu konuda bize izin verdi, demeleri üzerine bunu bırakmıştır.(Nevevî, Şerhu Müslim, XIV/364)
Peki, Hz. Ömer (ra) bunun caiz olduğunu bilmiyor muydu, diye akla bir soru gelebilir. Kâdi Iyad'a göre Ömer bunu Rasulüllah (asm)'ın ismine hürmetsizlik edilmemesi ve saygılı olunması için yapmıştır. Bir görüşe göre de, bir gün Muhammed b. Zeyd'e "Sana Allah yaptı, ya Muhammed!" diye kötü söylediğini duyunca Ömer onu çağırdı ve:
"Bakıyorum senin yüzünden Rasûlüllah (asm)'a sövülüyor. Vallahi bundan sonra Muhammed diye çağrılamazsın."
dedi ve ismini Abdurrahman diye değiştirdi. Onun Muhammed isimlerini değiştirme fermanı da bu yüzdendir (age).
Atalarımızın Muhammed isminden kaçınarak aynı şeyi ifade eden "Mehmed" ismini koymaları, eşine rastlanamayacak bir incelik örneğidir: Sevgisi için aynılık, saygısı için gayrılık. Kendisi asker, askeri mehmetcik. Ordusu peygamber ocağı ve İslâmî tarihî hep böyle.
Netice olarak, Muhammed ismini almak değil, bu isme karşı saygısızlık etmek sakıncalıdır. Hatta sırf Rasulüllah (asm)'in hatırası için teberrüken alınması müstehap ve hoş bir davranıştır. Çocuklarına İslâm terbiyesi vermek arzusunda olanların bu ismi koymalarında hiç bir mahzur yoktur. Ama genellikle İslâmî terbiyenin verilemediği bir ortamda buna tepki gösteren "Ömerler"i de hoş görmek gerekir (Allah'u a'lem). (bk. Ibnü'l-Esir, Cami'ul-Usûl I/381-82)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kur'an'da Peygamberimizin ismi kaç defa geçmektedir?..
- Çocuklara isim verme ve isim verirken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir? Aleyna ve Keziban isimleri ne manaya geliyor?..
40
Peygamberimiz'in annesinin, babasının, dedesinin ve amcalarının imanı hakkında bilgi verir misiniz?
Resulullah (a.s.m)’ın muhterem peder ve validelerinin uhrevi durumları çokça münakaşa edilmiş bir mevzudur. Mü'min gönüller, Aleyhissalâtü vesselâm'm peder ve validelerinin ateşte olmasına razı olmuyor, dilleri bunu söylemeye varmıyor. Üstelik, onlar hakkında "ehl-i necattır, cennetliktir" demeye imkân veren kuvvetli karineler var. Bu karineleri esas alanlar onların ehl-İ cennet olduğuna hükmetmişlerdir. Bu hususta en ziyade söz söyleyen Celaleddin Suyutî Hazretleridir. O, bu mesele üzerine bazısı nazım, bazısı nesir muhtelif risaleler telif etmiş, orada deliller ve delillerle ilgili bazı yorumları kaydederek Resûlullah'ın ebeveynlerinin ehl-i cennet olduklarını kesin olarak beyan etmiştir. Bu risalelerden birinin adı: et-Ta'zîm ve'l-Minnet fi enne Ebeveyi Resûlullah fi'l-Cennet'dir.
Onların imanını teyid eden deliller şöyle özetlenir:
1) Daha önceki dinler ve peygamberler sadece kendi kavimlerine ve bölgelerine gönderilirdi. Bu nedenle aynı anda çok peygamber beraber olmuş ve sadece kendi insanlarına karşı sorumlu olmuşlardır. İşte amine validemiz ile muhterem kocası Hz. Abdullah Hristiyanlıktan sorumlu değillerdi ve sadece hanif dininden geriye kalanlarla amel ediyorlardı.
Onlar Hz. ibrahim ve Hz. İsmail'den intikal eden ve haniflik adıyla bilinen dinî bir ananeye tâbi idiler, bu dinin mü'mini idiler.
2) "Fetret devri mü'mini" idiler. Fetret devri demek, iki peygamber arasında geçen ve peygambersiz olan ara devredir. Bu durumda, İslâm'dan önce her kavme müstakil peygamber gelme esasına binaen iki peygamberin gönderilme müddetleri İçinde yaşasa bile, önceki peygamber kendilerine Resul olarak gönderilmeyen, yeni gelene de yetişemeyen kimse fetret devri insanı sayılır. Resûlullahın ebeveyni, Hazret-i Isa Araplara gönderilmediği ve Resâlullah’ın nübüvvetine de yetişmedikleri için fetret devri insanı sayılırlar. Ayet-i kerîme'de kendilerine resul gelmeyen hiçbir kavmin sorumlu tutulmayacağı belirtilmiştir:
"... Peygamber göndermedikçe de biz kimseye azab edici değiliz." (İsra, 17/15).
Kaldı ki, Hz, İbrahim'den bakiye kalan dinî bir gelenek, cahiliye devri Araplarında mevcut idi.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) her yönden olduğu gibi, aile, asalet ve nesep bakımından da insanların en üstünü, en faziletlisi, en muhteremi ve en seçkini idi.
Bir seferinde sahabe-i kiram, kendisine nesebini sordular. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şu cevabı verdi:
“Cenab-ı Hak mahlûkatı yarattı ve beni en hayırlılarından kıldı. Sonra iki milletten (Arap ve Arap olmayan) en hayırlısından kıldı. Sonra kabileleri ayırdı ve beni en hayırlı kabileden (Kureyş’ten) kıldı. Sonra aileleri ayırdı, beni de en hayırlı aileden kıldı. Ben şahıs olarak da aile olarak da insanların en hayırlısıyım.” (Tirmizî, Menâkıb: 1)
Bu hususta Sahih-i Buharî’de şu hadis-i şerif kayıtlıdır:
“Ben devirden devire, aileden aileye intikal ile seçilerek Âdemoğulları soyunun en temizinden naklolundum. Sonunda şu içinde bulunduğum Hâşimî câmiasından neşet ettim (dünyaya geldim).” (Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, IX/272)
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ecdat ve atalarının hepsi de asil, temiz ahlâklı, dürüst kimselerdi, Tevhid dinine bağlı insanlardı. Peygamberimiz (a.s.m.)'in hayatını ve mücadelesini anlatan siyer kitaplarında genişçe kaydedildiği gibi, Peygamberimiz (a.s.m.)'in nurunun intikal şekli Hz. İsmail (as)’den başlar, sonra Kinâne’den Kureyş’e, Kureyş’ten Haşimoğullarına kadar gelir. Bu tertibin uzaktan yakına doğru geldikçe terakki ettiği görülür.
Tabakatü’l-Kübrâ sahibi İbni Sa’d, Peygamberimiz (a.s.m.)'in anneleri hakkında da şu bilgiyi verir:
“Resul-i Ekremin (a.s.m.) beş yüz kadar büyükannesini tespit ettim. Bunların hiçbirisinde Cahiliye devri ahlâksızlıklarından ne bir zinaya, ne de başka bir kötülüğe rastlamadım.” (İbni Sa’d. Tabakat, 1: 60)
Yine siyer kitaplarında yer aldığına göre, Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'in dedelerinin ve büyük annelerinin İbrahim Aleyhisselâmın dini olan Hanîf dini üzerinde bulundukları rivayet edilir ki, hiçbirisinin şirkin çirkinliklerine bulaşmadıkları bildirilir. Çünkü Cenab-ı Hak insanların içinden seçtiği, kendine dost ve elçi olarak kabul ettiği bir insanın neslini her türlü kötülüklerden koruyacak, ona hususi lütuf ve keremini ihsan buyuracaktır.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'in büyük annelerine gelince; babaannesinin ismi Fâtıma, anneannesinin ismi de Berre idi. Dayılarına Adiy bin Neccaroğulları denmektedir. Peygamberimizin (a.s.m.) büyük anneleri, onun peygamberlik zamanına yetişemediler, dolayısıyla İslâmiyetle müşerref olamadılar. Fakat onlar Hanîf dini üzerinde yaşamışlar, Mekke müşriklerinin düştüğü putperestliğe bulaşmamışlardır.
Abdulmuttalib ahirete, ahiret ceza ve mükâfatına inanır;
"Vallahi, şu dünyanın arkasında bir dünya daha vardır ki, iyilik edenler orada iyiliklerinin mükâfatını görecekler, kötülük edenler de orada kötülüklerinin cezasını çekeceklerdir!" derdi. (Şehristâni, el-Milel ve'n-nihâl, II/240)
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) annesi Âmine, babası Abdullah ve dedesi Abdülmuttalib’in imanı hakkında kendisine sorulan bir sual vesilesiyle, Bediüzzaman şu kısa izahı getirir:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i cennettir ve ehl-i îmandır. Cenab-ı Hak, Habib-i Ekreminin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini elbette rencide etmez.” (bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Sekizinci Risale, s. 361)
Yani; Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'in baba ve anneleri kurtuluş ehlidir, Cennet ehlidir ve iman ehlidir. Cenab-ı Hak Sevgili Habibinin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı şefkati elbette rencide etmez.
* * *
Asıl adı Şeybe olan Abdulmuttalib, Peygamberimiz (asm)'in dedesi olup, asil bir zattır. Hatta Mekke’de kıtlık olsa, onun hürmetine Allah’dan yardım isterler ve yağmur yağardı. Bir gün Harem-i Şerifde uyurken gördüğü rüyayı kahinlere söylediğinde onlar: ”Senin neslinden bir çocuk doğacak; yer ve gök halkı ona iman getirecek.” dediler. Kureyş'in reisi olan bu zata rüyasında zemzem kuyusu gösterilmiş ve onu bulmakla, senelerdir meçhul olan zemzem bulunmuş, şerefine bir şeref daha katmıştı. “Fetret döneminde gelen Abdulmuttalib Hanif dininden olup, ehl-i necattır.”
Kureyş'in reisi Abdülmuttalib de nur-u Ahmedî'den nasibini almıştı. O nur kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı. Uzun boyu, büyükçe başı ve heybetli görünüşüne; parlak yüzü, tatlı sözü, utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı, akıllı, anlayışlı, mert ve cömertti. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hatta bu cömertliğini, bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başlarında aç susuz kalan kurdu, kuşu da düşünürdü.
Cahiliye karanlıkları arasında aydınlık yoldan ayrılmayan bahtiyarlardan biri idi. Allah'a bağlı idi ve âhirete inanırdı. Verdiği sözü ne pahasına olursa olsun mutlaka yerine getirirdi. Nitekim, Cenâb-ı Hakk'a verdiği sözü yerine getirmek için, en çok sevdiği oğlu Abdullah'ı bıçağın altına yatırmaktan bile çekinmemişti. Kureyşliler müdahale etmeselerdi, onu kurban edecekti.
Cahiliye devrinin çirkin âdetlerinden uzak durduğu gibi, başkalarını da bunları yapmaktan menederdi. O zamanın zalim bir âdeti olan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten halkı sakındırırdı. Şaraptan, zinadan her zaman kaçınırdı. Bütün gücüyle Mekke'de zulme, haksızlığa meydan vermemeye çalışırdı. Misafir ağırlamaktan da büyük haz duyardı. Akrabalarıyla yakından ilgilenir, onlara şefkat ve merhamet gösterirdi. Bu büyük vasfı sebebiyle Kureyşliler ona "İkinci İbrahim" derlerdi. Ramazan ayı girince Hirâ Mağarasında inzivâya çekilip ibadetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi.
Amcası Ebu Talip ise Peygamberimiz (asm)'e iman etmemiştir. Ancak onu korumuştur. Cenâb-ı Hak onu zayi etmeyecektir. Her ne kadar Hz. Abbas, ölüm esnasında dudağının kımıldayıp, kardeşinin ağzına kulağını verdiğinde Kelime-i Tevhidi duyduğunu Peygamberimiz (asm)'e söylemişse de Peygamberimiz: "Ben duymadım." demiştir.
Peygamberimiz (asm)'in amcalarından Hz. Abbas (ra) ve Hz. Hamza (ra) iman etmişlerdir.
41
Peygamberimize hangi salavatları getirmeliyiz?
Peygamber Efendimize (asm) salatu selam getirmek için sadece "Allahümme salli ala seyyidina Muhammed" demeniz kâfidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Salavat ve duaların anlamları nedir?
- Peygamberimiz'e salavat getirmenin önemi hakkında bilgi verir misiniz?
42
Peygamberimiz'in, Hz. Zeynep ile Hz. Zeyd'in evlenmesi konusunda ve Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'dan sonra ikinci bir evlilik yapmaması konusundaki tutumunu değerlendirir misiniz? Burada bir otoriter tutum mu sergilenmiştir?
Hz. Zeynep Validemizin Hz. Zeyd ile Evlenmesi:
Hz. Zeyneb, peygamberlikten yirmi yıl önce dünyaya gelmiş, Efendimiz (asm)'in hala kızı idi. İlk iman edenlerdendir... Asıl adı Berre idi. Resulullah (asm) onu Zeyneb olarak değiştirmiştir. Babası Beni Esed kabilesinden Burre, annesi Efendimiz'in halası Ümeyye binti Abdulmuttalib'tir. O, Mekke'den Medine'ye ilk hicret edenler arasında yer aldı. Medine'ye hicret ettiğinde bekardı. Efendimiz (asm) onu evlâtlığı Zeyd b. Harise ile evlendirdi.
Bilindiği gibi, Mekke dönemi daha ziyade iman esaslarının, Medine dönemi ise İslâmî hükümlerin tesis ve tahkim dönemidir. Bu dönemde cereyan eden olaylar, ya geçmişten gelen toplumda yer etmiş batıl bir hükmü kaldırıyor, yerine yenisini koyuyor, ya da yepyeni bir hüküm ihdas ediyordu.
Hz. Zeyneb'in gerek Efendimiz (asm)'den önce Hz. Zeyd'le evlendirilmesinde, gerekse daha sonra Efendimiz'in onunla evlenmesinde, diğer hanımlarından farklı, Cahiliyet Dönemi âdet ve geleneklerini kaldıran hükümler ortaya çıkmıştır.
Peygamber Efendimiz (asm)'in evliliklerinde gerek o zamanın münafıkları, gerekse yeni zamanın dalalet ehli tarafından en çok dile dolanılıp itiraz edilen Hz. Zeyneb'le olan evliliğidir. Ayrıca çok önemli hükümlerin ortaya çıkmasına sebep olan bir evliliktir.
Bütün bu sebeblerle bu evliliğin nikâhı bir "akd-i semavi"dir. yani bizzat Cenab-ı Hak tarafından kıyılmıştır...
Cahiliyyet döneminde "kölelik ve imtiyazlı sınıf" kavramı en koyu biçimde yer etmişti. Bunun ortadan kaldırılması ve insanların Allah katındaki üstünlüğünün sınıf, rütbe, ırk farklılığıyla değil, takva ile olacağı vurgulanmalıydı. Bunun için en hassas konulardan biri olan evlilik ile bu yanlışın kaldırılması gerekliydi.
Efendimiz (asm) Zeyneb gibi asil soylu ve güzel bir kızı, kendi azad ettiği hizmetçisi Zeyd ile evlendirmekle bu alanda bir adım atmak istemişti. Ancak toplumdaki yaygın kanaatlerin etkisiyle olacak ki, Zeyneb ve kardeşleri önce bu evliliği uygun görmediler. Hür bir kadının, azatlı bir köle ile evlenmesi o günkü geleneğe uymuyordu.
Zeyneb, Resulullah'a, "Ya Resulallah, ben senin halanın kızıyım, ona varmaya razı değilim, üstelik ben Kureyş'liyim." diye görüşünü beyan etti. Resulullah (asm), Zeyd'in kendi yanındaki ve İslâm'daki değerini anlatıp, aslında ana baba tarafından asil ve soylu bir kimse olduğunu belirti.
Derken, Ahzab suresinin 36. âyeti nazil oldu:
"Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."
Bunun üzerine Zeyneb, "Ben Allah ve Resulüne asi olamam!.." diyerek bu evliliği kabul etti.
Fakat bu evlilik iyi yürümedi. Aralarında samimî bir sevgi ve saygı oluşmadı. Zeyneb, dindar ve Allah'tan korkan bir kadın olmasına rağmen, güzelliği, asaleti ile iftihar ediyor, azatlı bir köle olan kocasına iğneleyici sözler söyleyip tepeden bakıyordu.
Hz. Zeyd, artan bu geçimsizliğe dayanamadı, Efendimize (asm) müracaat ederek karısını boşamak istediğini söyledi. Efendimiz çok müteessir oldu. Çünkü bu evliliği isteyen bizzat kendisi idi. Toplumun yanlış algılamalarını kırmak istiyordu. Bu sebebten her defasında Zeyd'e "Karını tut, boşama." diyordu. Ancak her şeye rağmen bu evlilik bir seneden fazla sürmedi. Zeyd, sonunda karısını boşamak zorunda kaldı.
Aradan bir süre geçtikten sonra, sıra Cahiliyet'te yaygın bir başka yanlış âdetin kaldırılmasına gelmişti. Bu da evlâtlıkların, öz evlât gibi kabul edilmesi, dolayısıyla onların hanımları da babalıkların öz kızı hükmünde telâkki edilmesi yanlışı idi.
İslâm, evlâtlık kurumunu temelden değiştirmişti; âyet-i Kerime bu konuda gâyet açıktı:
“Onları, yani evlâtlıklarınızı babalarının ismine nisbet ederek çağırın. Bu Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar zaten sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır.” (Ahzab, 33/5)
Bu âyet nazil olduktan sonra Zeyd, artık Zeyd bin Harise diye babasına nisbet edilerek çağrılmaya başlandı. Evlâtlığın kaldırılmasından sonra, evlâtlık hanımlarının da öz kız gibi olmadığı ortaya çıkmış oldu. Ancak bunun bir örnekle de ispatlanması ve kökleştirilmesi gerekiyordu. Bu da Hz. Peygamber (asm)'in, Hz. Zeyneb'Ie evlenmesi ile mümkün olacaktı. Ancak yerleşik bir âdeti ortadan kaldırırken ortaya çıkacak fitne ve dedikodular Efendimizi (asm) düşündürüyordu. Ama İslâm'ın getirdiği bu prensip, kesinlikle kendi üzerinde uygulanacaktı. Bundan kaçınılamazdı. Nitekim bu hususu Kur'an-ı Kerim şöyle dile getirir:
"Hani Allah'ın iman nasib ederek ikramda bulunduğu ve senin de azad edip evlâtlık edinerek ikramda bulunduğun kimseye sen, 'hanımını bırakma, Allah'tan kork' diyordun. Sen o zaman, Allah'ın açıklayacağı bir şeyi bildiğin hâlde, insanların dedikodusundan korkuyordun. Halbuki Allah korkulmaya daha layıktır. Sonra Zeyd o hanımla alâkasını kesince Biz onu sana nikâhladık. Ta ki evlâtlıkların boşadığı hanımlarla evlenmenin mü'minler için günah olmadığı anlaşılsın. Allah'ın emri işte böylece yerine getirilmiştir."(Ahzab, 33/37)
Bu âyetin nazil olmasından sonra, Hicretin 5. yılında, Zeyneb, otuz beş yaşında iken Efendimiz (asm) ile semavi bir akitle evlenmiştir.
Nitekim bu evlilik üzerine münafıklar boş durmadı. "Muhammed, oğlunun karısının haram olduğunu bildiği halde, kendi oğlunun hanımını nikahladı!" demeğe başladılar. Bunun üzerine Ahzab suresinin 40. âyeti nazil oldu:
"Muhammed, hiçbirinizin babası değildir, O Allah'ın Resulüdür ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah ise her şeyi hakkıyle bilir."
Peygamberler ümmetleri için bir nevi baba hükmünde olup, onlara kendi babalarından daha büyük bir şefkatle baktıkları halde, bu neseb itibariyle bir babalık değildir. İşte âyet-i kerime bu sebeble peygamberlerin ümmetlerinden hanım almasının akla, ilme ve tabiata uygun düşmeyen bir durum olmadığını açığa çıkarıyordu. Böylece İslâm, evlâtlıkla öz evlâd hukukunu birbirinden ayırıyordu. Ancak bu âdet o kadar köklü ve yerleşik idi ki, o gün Müslümanlar arasında bile kimse böyle bir evliliğe cesaret edemezdi. Bu yüzden o günkü münafıklar bu evliliği dillerine dolamış, çeşitli senaryolar üretmişlerdir. Hatta bu evliliği Efendimiz (asm)'in -haşa- nefsaniyetine düşkünlüğüne delil göstermek istemişlerdir.
Bu evliliği nefsanî ve şehevanî telâkki edenlere Üstad Bediüzzaman'ın veciz ve susturucu cevabı şöyledir:
"Yüz bin defa haşa ve kella. O damen-i muallaya, şöyle pest şübehatın eli yetişmez. Evet, on beş yaşından kırk beş yaşına kadar hararet-i gariziyenin galeyanı hangamında ve hevesat-ı nefsaniyenin iltihabı zamanında, dost ve düşmanın ittifakıyla kemal-i iffet ve tamam-ı ismetle Haticetü'l-Kübra (ra) gibi ihtiyarca bir tek kadınla iktifa ve kanaat eden bir zatın, kırktan sonra, yanı hararet-i gariziye tevakkufu hengamında ve hevesat-ı nefsaniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivaç ve tezevvücatı, bizzarure ve bilbedahe, nefsanî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenit olduğunu zerre kadar insafı olana ispat eder bir hüccettir." (Risale-i Nur Külliyatı, I/357)
Hz. Zeyneb'i daha önce bakire iken de tanıyan Efendimiz (as), onu Zeyd'le evlendirmeden önce de alabilirdi. Demek ki, bu evlilikte toplumda yaygın eski yanlışların düzeltilmesi ve yeni bir takım hükümlerin yerleştirilmesi gibi önemli hikmetler vardır.
Hz. Ali Efendimiz (ra)'in Hz. Fatıma Annemiz Üzerine Evlenmek İstemesi:
Peygamber Efendimiz (asm) birden fazla evliliğe karşı çıkmamış, ancak baba ve veli olarak kızı hakkında görüşünü beyan etmiştir. Peygamberimiz, kızı Hz.Fatıma'nın üzerine kocası Hz.Ali'nin ikinci bir kadınla evlenmek istemesine karşı çıkmıştır. Peygamberimiz (asm)'in terbiyesinde büyüyen Hz.Fatıma'nın, kocasının ikinci evliliğine karşı çıkması caiz olmasaydı Allah Resulü onu ikaz eder, kocasının arzusuna boyun eğmesini emrederdi. Halbuki durum öyle olmamış, bilakis kızının üzüldüğünü gören Allah Resulü (asm), damadı Hz.Ali'nin bu arzusundan vazgeçmesini istemiş, eğer vazgeçmezse ancak Fatıma'yı boşadıktan sonra evlenebileceğini bildirmiştir. Hz.Ali'nin Fatıma'nın üzerine evlenip onu üzmesine razı olmamıştır.
Allah Resulü'nün bu davranışında, Müslüman kız ve babalarının, damadın ikinci evliliğine karşı çıkabilecekleri ya da kızlarını boşadıktan sonra evlenmeleri hususunda ruhsat vardır denilebilir.
43
Peygamber Efendimizin (sav) gözleri siyah mıydı? Yani gözbebekleri ile göz rengi ayırt edilmiyor muydu?
Peygamber Efendimizin (sav) mübarek yüzlerinin rengi kırmızıya çalar şekilde beyaz; gözleri siyah ve gözlerinin beyazı da bembeyazdı.
Aydın yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Saçı ile kirpik ve bıyıkları gümrahtı (bol, gür). Sesi kalındı. Sustuğu zaman vakarlı (ağırbaşlılık, halim ve heybetli oluş), konuştuğu zaman da heybetli idi. Uzaktan bakıldığında insanların en güzeli ve en sevimlisi görünümündeydi; yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Çok tatlı konuşuyordu. Orta boylu idi; bakan kimse ne kısa ne de uzun olduğunu hissederdi. Üç kişinin arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı. Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep onu dinlerler; buyurduğu zaman da hemen buyruğunu yerine getirirlerdi. Konuşması tok ve kararlı idi. (İbni Sa'd, Tabakat, I / 230-231; Taberani, el-Mu'cem'ül-Kebir, IV / 49, nu:3605, VII /105, nu:6510; Hakim, el-Müstedrek, III / 9-10; Beyhaki, Delail'ün-Nübüvve, I,) ."
Son peygamber olarak gönderilen, Allah'ın en son Hak Kitabı’nı vahyettiği, güzel ahlakı, takvası, Allah'a olan yakınlığı ile insanlara örnek kıldığı, Allah'ın dostu, Rabbimiz’in katında üstünlüğü olan, müminlerin de dostu, en yakını ve velisi, Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (sav)’in 1433. doğum gününü kutluyoruz.
Günümüzde insanlar, özellikle de gençler birçok insanı kendilerine örnek almakta, onların tavır ve konuşmalarına, üsluplarına, giyim tarzlarına özenmekte, onlar gibi olmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu insanların büyük bir çoğunluğu doğru yolda olmadığı gibi, tavır ve ahlak güzelliğine de sahip değildirler. Bu nedenle insanları doğru olana, en güzel ahlak ve tavıra özendirmek önemli bir sorumluluktur. Bir Müslümanın, tavrına ve ahlakına özenmesi, benzemek için çaba göstermesi gereken kişi, Hz. Muhammed (sav)'dir. Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirmektedir:
"Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü'nde güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21)
Bu nedenle Hz. Muhammed (sav)'ın güzel vasıflarını tanımak, onu örnek almak her Müslüman için bir görevdir.
Kur'an ayetlerinin yanı sıra sahabelerden aktarılan açıklamalarda da Peygamberimiz (sav)'le ilgili pek çok bilgi verilmektedir. Peygamberimiz (sav)'in ailesiyle ve çevresindeki müminlerle olan ilişkisi, günlük hayatından detaylar, dış görünümü, görenleri hayran bırakan heybeti (hürmetle beraber şiddetli heyecan hissini veren hali, azameti), sevdiği yiyecekler, giyimi ve gülüşü gibi pek çok detay İslam alimleri tarafından "şemail" kelimesiyle ifade edilir. Şemail kelimesi "şimal"den türemiştir. Bu kelime "karakter, huy, hal, hareket, davranış ve tavır" gibi anlamlar taşır. Şemail kelimesi ilk başlarda daha geniş anlamlar içerse de, zaman içinde özelleşmiş ve Peygamber Efendimiz (sav)’in nasıl bir yaşam sürdüğü ile ilgili detayları ve kişisel özelliklerini ifade eden bir terime dönüşmüştür.
Rabbimiz’in alemlere üstün kıldığı bu seçkin kulunun karakterine ve görünüşüne dair aktarılan her bir detay, aynı zamanda onun üstün ahlakının da bir yansımasıdır. Peygamber Efendimiz (sav)’in şemailinin anlatıldığı bu yazı dizisinin hazırlanmasındaki amaç ise, onun çeşitli kaynaklarda aktarılan güzel özelliklerini inceleyip, yaşamından günümüze öğütler çıkarmaktır.
Peygamber Efendimiz (sav)’da Tecelli Eden Yaratılış Güzellikleri
Peygamber Efendimiz (sav)’in ashabı, bu kutlu insanın dış görünümünün güzelliği, görenleri hayran bırakan heybetinden nuruna ve duruşundan gülüşüne kadar Allah'ın onda tecelli ettirdiği çeşitli güzellikler hakkında pek çok detay aktarmışlardır. Sayıca oldukça kalabalık olan sahabeler, bu güzellikler hakkında birçok farklı detay vermiş, Peygamber Efendimiz (sav)’le aynı dönemde yaşamamış olan Müslümanlara Allah'ın Resulünü birçok yönüyle tanıtmışlardır. Bazı sahabeler onu genel özellikleriyle tarif ederken, diğerleri uzun ve detaylı anlatımlarda bulunmuşlardır. Bu anlatımlardan bazıları şu şekildedir:
Sahabeleri Peygamberimiz (sav)'in güzelliğini şöyle anlatıyorlardı:
"Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem çok yakışıklı ve alımlı idi. Mübarek yüzü ayın on dördündeki dolunay gibi parlardı... Burnu gayet güzel idi... Gür sakallı, iri gözlü, düz yanaklı idi. Ağzı geniş, dişleri inci gibi parlaktı... Boynu sanki bir gümüş hüzmesi idi... İki omuzu arası geniş, omuz kemik başları kalın idi..."1
Enes b. Malik (ra) anlatıyor:
"Resulullah Efendimizin boyu; ne çok uzun, ne de fazla kısa idi. Teni de ne duru beyaz, ne de koyu esmerdi. Saçları ise ne düz, ne de kıvırcık idi. Kırk yaşına geldiğinde, Allah Teala O'nu peygamber olarak gönderdi. (...) Bu fani hayata veda ettiklerinde, saçında ve sakalında yirmi tel ak saç yoktu."2
"Resulullah (sav) beyaz, güzel ve mutedil (yavaş ve mülayim, itidalli) idiler."3
Enes b. Malik (ra) anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz (sav) orta boylu idi; uzun da değildi, kısa da değildi; hoş bir görünüşü vardı. Saçı ise ne kıvırcık, ne de düzdü. Mübarek yüzlerinin rengi ise nurani beyazdı."4
Bera b. Azib (ra) anlatıyor:
"… Resullullah Efendimizden daha güzel birini görmedim. Omuzlarını döğen saçları vardı. İki omuz arası genişçe idi. Boyu ise ne kısa idi, ne de uzundu."5
Hz. Ali (ra)'nin torunlarından İbrahim b. Muhammed (ra) rivayet ediyor:
"Dedem Hz. Ali, Peygamber Efendimiz (sav)’i anlatırken Onu şöyle tavsif (vasıflandırırdı) ederdi:
"Peygamber Efendimiz (sav), ne aşırı derecede uzun, ne de kısa idi; O bulunduğu topluluğun orta boylusu idi. Saçları, ne kıvırcık ne de dümdüzdü; hafifçe dalgalı idi. Mübarek yüzlerinin rengi kırmızıya çalar şekilde beyaz; gözleri siyah; kirpikleri sık ve uzun; omuz başları iri yapılı idi… O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak tabiatlısı ve en arkadaş canlısı idi. Kendilerini ansızın görenler, O'nun heybeti karşısında çok şiddetli heyecanlanırlar; üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, O'nu her şeyden çok severlerdi. O'nun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse; 'Ben, gerek ondan önce, gerek ondan sonra, onun gibi birisini görmedim.' demek suretiyle, O'nu tanıtma hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi. Allah'ın salat ve selamı O'nun üzerine olsun."6
Hz. Hasan (ra) naklediyor:
"Resulullah Efendimiz, yaradılıştan heybetli ve muhteşemdi. Mübarek yüzü, dolunay halindeki ayın parlaklığı gibi nur saçardı. Orta boyludan uzun, ince uzundan kısa idi. Saçları kıvırcık ile düz arası idi; şayet kendiliğinden ikiye ayrılmışlarsa onları başının iki yanına salar, değilse ayırmazlardı. Uzattıkları takdirde saçları kulak yumuşaklarını geçerdi. Peygamber Efendimiz (sav)’in rengi, ezher'ul-levn (pek beyaz ve parlak renk) idi, yani nurani beyazdı. Alnı açıktı. Kaşları; hilal gibi, gür ve birbirine yakındı. Boynu, saf mermerden meydana gelen heykellerin boynu gibi gümüş berraklığında idi. Vücudunun bütün azaları birbiri ile uyumlu olup yakışıklı bir yapıya sahipti..."7
Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:
"Hazreti Peygamber (sav), gümüşten yaratılmış gibi nurlu beyazdı; saçları da hafif dalgalı idi."8 "Efendimiz (sav) beyaza pembe karışık renkte idi. Gözleri siyah, kirpikleri sık ve uzun idi."9
"Allah Resulünün alnı geniş olup hilal kaşlıydı, kaşları gürdü. Iki kaşı arası açık olup, halis bir gümüş gibiydi. Gözleri pek güzel, bebekleri simsiyahtı. Kirpikleri birbirine geçecek şekilde gürdü… Güldüğünde dişleri çakan şimşek gibi parıldardı. Iki dudağı da emsalsiz şekilde güzeldi… Sakalı gürdü. Boynu pek güzeldi, ne uzun ne kısaydı. Boynunun güneş ve rüzgar gören kısmı altın alaşımlı gümüş ibrik gibi gümüşün beyazlığı ve altının da kırmızılığını yansıtır şekilde parıldardı… Göğsü genişti, göğsünün düzlüğü aynayı, beyazlığı da ayı andırırdı… Omuzları genişti… Kol ve pazuları irice idi. Avuçları ipekten daha yumuşaktı."10
Peygamber Efendimiz (sav)’in hicret yolculuğu sırasında çadırını ziyaret ettiği Ümmü Mabed isimli cömertliği, iffeti ve cesareti ile tanınan biri, Peygamber Efendimiz (sav)’i tanımamıştır. Ancak Peygamberimiz (sav)'i anlatılanlardan tanıyan kocasına, onu şöyle tarif etmiştir:
"Aydın yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Saçı ile kirpik ve bıyıkları gümrahtı (bol, gür). Sesi kalındı. Sustuğu zaman vakarlı (ağırbaşlılık, halim ve heybetli oluş), konuştuğu zaman da heybetli idi. Uzaktan bakıldığında insanların en güzeli ve en sevimlisi görünümündeydi; yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Çok tatlı konuşuyordu. Orta boylu idi; bakan kimse ne kısa ne de uzun olduğunu hissederdi. Üç kişinin arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı. Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep onu dinlerler; buyurduğu zaman da hemen buyruğunu yerine getirirlerdi. Konuşması tok ve kararlı idi."11
Kendisini görenlerin anlattıklarında da görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz (sav) olağanüstü yakışıklı, görenlerin nefesini kesecek kadar güzel yüzlü ve güzel endamlı idi. Ayrıca atletik ve son derece etkili bir yapısı vardı ve çok kuvvetli idi.
Kaynaklar:
1. Büyük Hadis Külliyatı, Cem'ul-fevaid min Cami'il-usul ve Mecma'iz-zevaid, İmam Muhammed Bin Muhammed bin Süleyman er-Rudani, 5. cilt, İz Yayıncılık, s. 31
2. Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Çeviren: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, 4.cilt, s.201
3. Hz. Ebu Tufeyl (ra),G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 1. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 519/1
4. Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 2. cilt, Hilal Yayınları, Ankara, 1976, s. 7-8
5. Sünen-i Tirmizi Tercümesi, Çeviren: Osman Zeki Mollamehmetoğlu, Yunus Emre Yayınevi, İstanbul, IV.cilt, s. 210
6. Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 18-19
7. Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 18-22-23
8. Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1. cilt, Hilal Yayınları, Ankara,1976, s. 28-29
9. Hz. Ali (ra), G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, s. 519/4
10. Huccetü'l İslam İmam Gazali, İhya'u Ulum'id-din, 2. cilt, Çeviri: Dr. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 1998, s. 820
11. İbni Sa'd, Tabakat, I, 230-231; Taberani, el-Mu'cem'ül-Kebir, IV, 49, nu:3605, VII, 105, nu:6510; Hakim, el-Müstedrek, III, 9-10; Beyhaki, Delail'ün-Nübüvve, I, 276-284; İbn'Asakir, Tarihu Medineti Dumeşk, III, 314-336, Prof. Dr. Ali Yardım, Peygamberimizin Şemaili, Damla Yayınevi, 3 Baskı, İstanbul, 1998, s.48
44
Mevlid Kandilini kutlamak bidat mıdır?
İmam Suyutî, konuyla ilgili olarak özetle şunları söylemiştir:
“İnsanların Mevlid-i Nebevi için toplanıp Kur’an okumaları, Hz. Peygamber (a.s.m)’in veladetiyle ilgili haberleri / menkıbeleri seslendirmeleri, bu münasebetle yemek tertiplemeleri bida-i hasenedir / güzel bir bidattır. Çünkü bu toplantılarda Hz. Muhammed (a.s.m)’e karşı büyük bir tazim, bir saygı, onun dünyaya teşriflerinden ötürü büyük bir sevinç söz konusudur. Bu ise, sahibine büyük bir sevap kazındırır.” (bk. Suyutî, el-Havî li’l-fetavî, 1/272-şamile).
Mevlid kelimesinde "doğum" manası vardır. Kandil kelimesinde de belli günlerde yakılan aydınlık anlamı mevcuttur. İkisini bir araya getirip de Mevlid Kandili dediğimizde, Resûlüllah (asm)`ın doğum gecesinde minarelerde yakılan kandiller hâtıra gelmektedir. Müslümanlar, her sene Rebiü'l-evvel ayının on ikinci gecesine giriş teşkil eden geceyi dinî merasimlerle ihyâ eder, farklı bir huzur ve neş`eyle tes`id etme titizliği gösterirler. Kandillerle donatılan camiler bu niyetle dolar, taşar...
Müslümanlar bu geceyi, hem kendi açılarından, hem de çocukları açısından düşünürler. Kendi açılarından düşünürken ibâdetleri, çevredeki konu komşuya yardımları, çeşitli iyilikleri hatırlar, farklı bir yardım anlayışında olurlar. Çocukları açısından ise, çok dikkatli olurlar. Mâsum dimağlarda gecenin güzel bir hatıra olarak kalmasını temin edecek çarelere başvururlar. Nitekim o günde çocukların sevineceği şeyler alırlar, hoşlarına gidecek sohbetler tertip ederler, gecenin, zihinlerinde tatlı bir hâtıra olarak kalmasını temin ederler.
İslâm dünyasında mevlid merasimi ilk defa, Mısır'da hüküm süren Fatımîler (910-1171) tarafından tertiplenmiştir. Bu merasimler saraya ait olup, sadece devlet erkanı arasında cereyan etmekte idi. Fatimîler, Hz. Ali (r.a.) ve Fatıma (r.anha.)'ın doğum günlerinde de mevlid merasimleri tertip ederlerdi.
Sünnî Müslümanlarda ilk mevlid merasimi, Hicri 604 yılında, Selahaddin Eyyubî'nin eniştesi ve Erbil atabeği Melik Muzafferuddun Gökbörü tarafından tertiplenmiştir. Uzun hazırlıklarla düzenlenen merasimler, bütün halkı kapsayan bir şekilde düzenlenirdi. Muzafferuddin, çevre bölgelerden fakıh, sûfi, vaiz ve diğer alimleri Erbil'e çağırır ve kutlamalar gayet debdebeli bir şekilde cereyan ederdi.
Daha sonra, değişikliğe uğrayarak, Mekke'de de mevlid merasimleri tertiplenmeye başlanmıştır. Mekke ve Medine'den sonra mevlid merasimleri, İslam coğrafyasının her tarafında birbirinden farklı şekillerde tertiplenmeye başlanmış ve bu, bugüne kadar sürekliliğini korumuştur.
Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588'de resmi hale getirildi. Merasimler, belirlenmiş teşrifât kaidelerine uygun olarak sarayda tertiplenir, ayrıca, önceleri Ayasofya Camii'nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii'nde yapılan merasimlere, devlet erkanıyla birlikte halk da katılırdı.
Bu merasimlerde, önce müezzin tarafından Kur'an-ı Kerîm okunur, bunun peşinden de vaazlar verilirdi. Daha sonra mevlidhân kürsüye çıkar ve bir bölüm okuduktan sonra iner, hediyesini alır ve ikinci mevlidhan kürsüye çıkarak, okumaya devam eder ve belirlenmiş kaideler çerçevesinde mevlid kutlamaları son bulurdu. (Asım Köksal İslam Tarihi)
Mevlidin dinimizdeki yeri nedir?
Mevlid Peygamberimizden (a.s.m.) üç dört asır sonra icad edilen İslâmî bir âdet olmakla birlikte, bid’atın hasene (güzel) kısmına girmektedir. Büyük hadis ve fıkıh âlimi olan İbni Hacer, mevlid merâsiminin meşrûiyeti hakkında şu hadisi zikreder:
İbni Abbas’ın rivayetine göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Medine’ye hicret ettiklerinde Aşure gününde Yahudilerin oruç tuttuklarını öğrenir. Oruç tutmalarının sebebini sorduğunda Yahudilerden şu cevabı alır:
“Bu çok büyük bir gündür. Bugünde Allah, Musa ile kavmini kurtardı. Firavun ile kavmini suda boğdu. Mûsâ da buna şükür için oruç tuttu. İşte biz de bugünün orucunu tutuyoruz.”
“Bunun üzerine Peygamberimiz, ‘Öyleyse biz Mûsâ’ya sizden daha yakın ve evlâyız.’ buyurdu. O günden sonra hem kendisi oruç tuttu, hem de tutulması için tavsiyede bulundu.” ( Müslim, Sıyam 127)
İbni Hacer bu nakilden sonra şöyle der:
“Bundan anlaşılıyor ki, böyle bir günde, mevlid gecesinde Allah’a şükretmek tam yerindedir. Fakat mevlid merasiminin Peygamberimizin doğum gününe denk getirilmesi için dikkat etmek gerektir.” (el-Hâvî fi'l-Fetevâ, 1/190.)
Bugünkü İslâm ülkelerinde Peygamberimiz (asm)'in doğumunu yâd etmek, ona salât-selâm getirmek maksadıyla çeşitli dillerde okunan mevlidler vardır. Arapça “Bâned Suâd, Bürde ve Hemziyye” kasideleri birer mevliddir. Türkçede ise yirmiden fazla mevlid manzumesi vardır. Fakat bunların içinde en çok tutulan ve okunanı Süleyman Çelebi merhumun 1409 yılında yazdığı "Vesiletü’n-Necât" isimli mevlid kitabıdır. Önceleri yalnız Peygamberimiz (asm)'in doğum gününde okunan ve tertip edilen mevlid merâsimleri, daha sonra bütün mübarek gecelerde tekrarlanmış, bilhassa memleketimizde daha da yaygınlaşarak, ölüm, hastalık ve daha birçok vesilelerle okunagelmiştir. Bazı İslâm âlimleri mevlidi bid’at sayarak karşı çıkmışlarsa da yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Bediüzzaman, zamanımızda bu meseleyi şöyle tashih etmiştir:
“Mevlid-i Nebevî ile Miraciyenin okunması gayet nâfi (faydalı) ve güzel âdettir ve müstahsen (iyi, hoş) bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet latif ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir (sohbet sebebidir). Belki hakaik-i imaniyenin ihtarı (hatırlatılması) için, en hoş ve şirin bir derstir. Belki imanın envarını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyic (heyecan uyandıran) ve müessir bir vasıtadır.” (Nursi, Meklubat, s. 281-285)
Kandiller Nasıl Değerlendirilmelidir?
Bütün kandil gecelerinde yapılabilecek ve yapılması gereken önemli birtakım afv ü mağfirete nail olma, ecr ü sevap kazanma, manevi terakki kaydetme, bela ve musibetlerden kurtulma ve rıza–i İlâhiye ulaşma vesileleri vardır ki, bunlardan bazılarını maddeler hâlinde kısaca ve toplu olarak yeniden hatırlamakta yarar var:
1. Kur'ân–ı Kerim okunmalı; okuyanlar dinlenmeli; uygun mekânlarda Kur'ân ziyafetleri verilmeli; Kelamullah’a olan sevgi, saygı ve bağlılık duyguları yenilenmeli, kuvvetlendirilmeli.
2. Peygamber Efendimiz (asm)’e salât ü selâmlar getirilmeli; onun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuuru tazelenmeli.
3. Kaza, nafile namazlar kılınmalı; varsa o geceye ait nakledilen namazlar, onlar da ayrıca kılınabilir; kandil gecesi, özü itibariyle ibadet ve ibadette ihsan şuuruyla ihya edilmeli.
4. Tefekkürde bulunulmalı; “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, Allah’ın benden istekleri nelerdir” gibi konular başta olmak üzere hayatî meselelerde derin düşüncelere girmeli.
5. Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı ve şimdinin ve geleceğin plân ve programı çizilmeli.
6. Günahlara samimi olarak tövbe ve istiğfar edilmeli; idrak edilen geceyi son fırsat bilerek nedamet ve inabede bulunulmalı.
7. Bol bol zikir, evrad ü ezkarda bulunulmalı.
8. Mü’minlerle helalleşilmeli; onlarla irtibatımız cihetinden rızaları alınmalı.
9. Küs ve dargın olanlar barıştırılmalı; gönüller alınmalı; kederli yüzler güldürülmeli.
10. Kişi kendine ve diğer mü’min kardeşlerine hatta isim zikrederek dualar etmeli.
11. Üzerimizde hakları olanlar aranıp sorulmalı; vefa ve kadirşinaslık ahlâkı yerine getirilmeli.
12. Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanlar ziyaret edilip, sevgi, şefkat, hürmet, hediye ve sadakalarla mutlu edilmeli.
13. O gece ile ilgili ayetler, hadisler ve bunların yorumları / tefsirleri ilgili kitaplardan ferden veya cemaaten okunmalı.
14. Dini toplantılar, paneller ve sohbetler düzenlenmeli; va’z ü nasihat dinlenmeli; şiirler okunmalı; ilâhî ve ezgilerle gönüllerde ayrı bir dalgalanma oluşturmalı.
15. Kandil gecesinin akşam, yatsı ve sabah namazları cemaatle ve camilerde kılınmalı.
16. Sahabe, ulema ve evliya türbeleri ziyaret edilmeli; hoşnutlukları alınmalı; ve manevî iklimlerinde vesilelikleriyle Hakk’a niyazda bulunulmalı.
17. Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirleri ziyaret edilmeli; iman kardeşliğine ait sadakati yerine getirilmeli.
18. Hayattaki manevi büyüklerimizin, üstadlarımızın, anne ve babamızın, dostlarımızın ve diğer yakınlarımızın kandilleri bizzat giderek veya telefon, faks yahut e–mail çekerek tebrik edilmeli; duaları istenmeli.
19. Bu kandil gecelerinin gündüzlerinde mümkün olduğunca oruç tutulmalı.
Mübarek gecelerin ihyası ile ilgili özel bir ibadet mevcut değildir. Namaz, tilavet–i Kur'ân, dua gibi bütün ibadet çeşitleri ile gece ihya edilebilir... Mübarek gecelerde kılınan bazı hususi namazlar sünnette mevcut değildir; muteber bir rivayete de istinad etmezler. Bu, “O gecelerde namaz kılmak mekruhtur” anlamına gelmez. Teheccüd ve nafile namazları teşvik eden rivayetler çoktur. Bunların mübarek gecelerde yapılması elbette daha faziletlidir.” (Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/289).
Kandil gecelerine ait olduğu kaydedilen namazları da ayrıca kılmakta bir sakınca yoktur; sevaptan hâli değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kutlu Doğum ve Mevlid Kandili.
45
Peygamberimizin Mirac'a çıkarken cehennemlik insanların halini ifade eden rivayetleri anlatır mısınız?
Rasûlullah (asm) Miraç yolunda ilk semaya varınca kapısının kapalı olduğunu gördü. Nöbetçi melekler "Kim geliyor?" diye sordular. Cebrail (a.s.) kendi ismini söyledi. Melekler, "Seninle beraber olan kimdir?" diye tekrar sordular. Cebrail, "Muhammed" dedi. Kendisinin çağırılıp çağırılmadığını sordular. Cebrail "Evet" dedi. Bunun üzerine kapı açıldı; ve Hz. Muhammed (asm) muhteşem bir şekilde karşılandı. (1)
Burada Rasûlullah (asm), melekler, insanların ruhları ve o sırada orada hazır bulunan büyük şahsiyetlerle tanıştırıldı. Ayrıca burada mükemmel ve ihtiyar bir insan ile de tanıştırıldı. Bu zat, boyu, posu ve vücut yapısı itibarıyla eksiksiz bir insandı. Cebrail kendisinin Hz. Adem (a.s.) olduğunu söyledi; "Yani sizin atanız." Bu zatın sağında ve solunda pek çok kişi vardı. Hz. Adem (as), kendi sağına baktığı zaman seviniyor, soluna baktığı zaman da üzülüyor ve ağlıyordu. Rasûlullah (asm), "Mesele nedir?" diye sordu. Cebrail dedi ki "Bunlar insan ırkıdır. Hz. Adem sağındaki iyi ve dürüst insanları görerek seviniyor, ama solundaki kötü ve sapık evlatlarını görerek ağlıyor." (2)
Bundan sonra Rasûlullah (asm)'a her şeyi ayrıntılı bir biçimde inceleme imkânı verildi. Rasûlullah (asm) bir yerde çiftçilerin tarlalarda çalıştığını gördü. Bu çiftçiler ne kadar mahsul devşiriyorlar idiyse mahsul o kadar büyüyordu. Rasûlullah (asm), bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar Allah yolunda cihad edenlerdir.
Rasûlullah (asm) daha sonra bazı kimselerin başlarının ezilmekte olduğunu gördü. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar namaz için ağır hareket ediyorlardı ve namaz için başlarını kaldırmıyorlardı.
Rasûlullah (a.s.m) yamalı elbiseler giymiş olan bazı kimseleri gördü. Bunlar hayvanlar gibi ot yiyorlardı. Rasûlullah (a.s.m) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar mallarından zekât veya sadaka vermiyorlardı.
Hz. Peygamber (a.s.m) bir kişinin ağaç ve tahtalar toplamakta olduğunu ve bunları kaldırmakta güçlük çektiği zaman bunlara daha çok tahta eklemekte olduğunu gördü. Rasûlullah (asm), bu kişinin kim olduğunu sordu. Dediler ki, bu adam zaten emanet ve mesuliyetin yükünü taşıyamıyordu, fakat bunları azaltmak yerine daha da artırdı.
Hz. Peygamber (asm) bundan sonra bazı kimselerin dil ve dudaklarının makaslarla kesilmekte olduğuna tanık oldu. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar dedikoduculardır ki serbestçe konuşuyor ve fitne yayıyorlardı.
Rasûlullah (asm) bir yerde, bir taşta küçük bir delik gördü. Bu delikten kocaman bir boğa çıktı, daha sonra aynı deliğe dönmek istedi, ama giremedi. Rasûlullah (asm), meselenin ne olduğunu sordu. Dediler ki, bu fitne yayan sorumsuz bir kişidir, ki önce düşünüp taşınmadan bir şey söylüyor veya fitne yayııyor, ama sonra pişman olup hatasını telafi etmek istiyor, ama edemiyor.
Bir başka yerde adamlar hep kendi vücutlarının etlerini kesip yiyorlardı. Rasûlullah (a.s.m) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar başkalarına dil uzatıyor ve onlarla alay ediyorlardı.
Bu adamların yanında bazı diğer kimseler vardı. Bunların tırnakları bakırdandı ve ağız ve göğüslerini dövüyorlardı. Rasûlullah (a.s.m) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar insanların arkasından konuşuyor ve namuslarına leke sürmek istiyorlardı.
Bazı diğer kimseler vardı ki, dudakları develer gibiydi ve bunlar ateş yiyordu. Rasûlullah (a.s.m) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar yetimlerin mallarını yiyorlardı.
Bir süre sonra Rasûlullah (asm) karınları şişmiş ve yılanlarla dolu kişileri gördü. Gelip geçenler onları eziyordu, fakat onlar yerlerinden kıpırdayamıyorlardı. Rasûlullah (asm) bunların kimler olduğunu sordu, dediler ki, bunlar faiz ve haram yiyenlerdir.
Bundan sonra bazı diğer kimseler görüldü. Bu adamların bir tarafında gayet güzel ve temiz et vardı, ama diğer tarafta çürümüş ve kokuşmuş et vardı. Bu adamlar iyi eti bırakıp kötü eti yiyorlardı. Rasûlullah (a.s.m) dedi ki, bunlar kimlerdir? Dediler ki, bunlar kendilerine helâl olan koca veya karılarını bırakıp zina yapan ve haram olanlarla nefislerini tatmin eden erkek ve kadınlardır.
Rasûlullah (a.s.m) bundan sonra göğüsleriyle asılı kadınları gördü. Rasûlullah (asm) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar kocalarına onlardan olmayan çocukları musallat eden kadınlardır. (3)
Dipnotlar:
1. Bütün hadislerde, her semânın kapısında Cebrail ile muhafız melekler arasında bu nevi konuşma geçtiği kaydedilmiştir. Melekler, gelenin Hz. Cebrail ve Rasûlullah (a.s.m) olduğundan emin olduktan sonra kapıyı açıyorlardı.
2. Buhârî, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbni Cerir, Beyhaki, İbni Ebi Hâtim, İbni İshâk, Hâkim, Taberânî, Bezzâr (Muhtelif râviler).
3. Bütün bu gözlem ve incelemeler topluca anlatılmamıştır. Biz hepsini bir arada topladık. (bk. Müsned-i Ahmed, İbni Mâce, İbni Cerîr, Beyhakî, Hâkim, İbni Ebî Hâtim, Taberânî, Bezzâr, İbni İshâk, İbni Merdûye, Ebû Dâvûd. Râviler: Hz. Ebû Hureyre, Hz. Ebû Sa'id Hudrî ve Hz. Enes bin Mâlik).
46
Peygamberimizin, cuma hutbesi sırasında Cebrail’in yaptığı üç duaya amin dediği söyleniyor; bu dualar nedir?
Peygamber Efendimiz (a.s.m) bir keresinde minbere çıkarken, her adımda "âmin" dedi: Bir adım çıktı, "âmin..."; bir adım daha çıktı, "âmin..."; bir adım daha çıktı, "âmin..."
Hutbesi bittikten sonra: "Yâ Rasûlallah! Minbere çıktığınız zaman 'âmin' dediniz, her adımınızda bunu neden söylediniz?" diyerek sebebini sordular.
Buyurdu ki: "Cebrail (a.s.) üç dua etti, ben de onlara amin dedim.
- Birisi: Cebrail (a.s.): 'Annesine, babasına veya sadece onlardan birine ulaşmış bir evlat, (onlara güzel hizmet edip, onların hayır duasını alıp) cenneti kazanamadıysa, ona yazıklar olsun/burnu yerde sürtünsün!' dedi, ben de amin dedim.”
(Demek ki insanın bir evlat olarak, anne babasının rızasını kazanması, onların elini öpmesi, gönlünü alması, hizmet eylemesi, böylece cenneti kazanması gerekiyor. Ve bu yoldan cenneti kazanmak çok da kolaydır. Buna rağmen bunu başaramayana, anne babasının rızasını almadığı için cennete giremeyene yazıklar olsun ve olacaktır.)
- İkincisi: "Cebrail (as): 'Sen peygamber olarak bir insanın yanında anıldığın zaman, sana salat-ü selâm getirmezse; ona yazıklar olsun!.. Onun burnu yere sürünsün!' dedi. Ben de ona amin dedim."
“Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygambere hep salat (rahmet ve sena) ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salat edin ve tam bir içtenlikle selâm verin.”(Ahzab, 33/56)
mealindeki ayet de salavat-ı şerifenin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Allah’ın bu açık teşvik ve davetine rağmen, yanında ismi anıldığı halde Peygamber Efendimize (asm) salavat getirerek kısa yoldan büyük sevaplar kazanmayı düşünmeyen kimse, herhalde “yazıklar olsun”u çoktan hakketmiştir.)
- “Üçüncüsü: "Cebrail (as): 'Ramazana eriştiği halde bir insan, buna Ramazanın feyzinden, bereketinden istifade edememiş, Ramazan gelmiş geçmiş de hâlâ Allah'ın mağfiret ettiği bir kul olamamışsa, Allah'ın affını, mağfiretini kazanamamışsa; yazıklar olsun o kula!.. Burnu yerde sürtsün!' diye dua etti. Ben de ona amin dedim.” (bk. Buharî, el-edebu’l-müfred- 1419/1998, Riyad- 1/338; Taberanî-evsat- h. no: 8994; Bezzar, h. no: 1405; Mecmau’z-zevaid, 10/164)
47
Peygamberimizin vefat etmeden önceki hastalığı ve zehirlenmek istenmesi konusunda bilgi verir misiniz?
Peygamberimiz (asm) vefatından önce şiddetli bir sıtma hastalığına tutulmuştur. Hastalığın şiddeti, ateşin yüksekliği sebebiyle Peygamber Efendimiz yatağında bile rahat edemiyordu. Bir o tarafa, bir bu tarafa dönüyordu. Başucunda bulunanlar, bu durum sebebiyle,
"Yâ Resûlallah! Eğer bizden birisi bu derece ıztırap çektiğini izhar etseydi, muhakkak bizi tekdir ederdin." dediler.
Resûl-i Ekrem cevabıyla durumunu şöylece izah etti:
"Benim hastalığım bildiğiniz gibi değil, oldukça zordur. Allah Taâlâ, salih ve mü'min kullarını belânın, hastalığın ve musibetin en şiddetlilerine mübtelâ eder. Fakat o belâ, o musîbet ve o hastalık vasıtasıyla, o mü'min salih kulunun derecesini yükseltir, günahlarını yok eder."
Ve Hz. Âişe (ra) Vâlidemiz şöyle der:
"Hakikaten Resûlullah'ın hastalığından daha zor, daha şiddetli bir hastalık görmedik."
İbni Mes'ud Anlatıyor
Abdullah ibni Mes'ud (r.a.) ise Peygamberimizin hastalığının şiddetini şöyle dile getirir:
"Nebînin (a.s.m.) hastalığında vücudu hummanın hararetinden şiddetli sarsıldığı sırada huzuruna varmıştım.
"Yâ Resûlallah! Humma hararetinden çok ıztırap çekiyorsunuz! "Yâ Resûlallah! Bu hummanın iki kat ıztırabı var, elbette sizin için iki kat ecri ve mükâfatı vardır," dedim.
"Resûlullah, 'Evet' diyerek beni tasdik etti. Sonra da şöyle buyurdu:
'Hastalığa tutulan hiç bir Müslüman yoktur ki; Allah Taâlâ onun hata ve günahlarını, ağacın yapraklarını döktüğü gibi dökmesin."
Yahudilerin, Peygamberimizi Zehirlemeye Kalkışmaları
Peygamber Efendimizin (asm) bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen, Yahudilerin İslâma karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık ateşi bir türlü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı, kötü bir hareketle, hâince bir tertiple cevap vermeyi âdeta kendilerine huy edinmişlerdi.
Hayber fethedilmiş, Peygamberimiz (asm) ashabıyla birlikte istirahata çekilmişti. Savaşla, Resûl-i Ekremi mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer hâince bir tertibin içine girdiler. Onu zehirlemeye karar verdiler. Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellam bin Mişkem'in karısı Zeynep üzerine aldı. Plân gereği Zeynep, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi. Ayrıca Peygamber Efendimizin (asm), davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.
Dessas Yahudi kadını kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve "Ey Ebû'l-Kasım! Bunu sana hediye ediyorum." diyerek Peygamber Efendimiz (asm)'in önüne koydu.
Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz (asm) ve orada hazır bulunan sahabîler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan sahabîlere, "Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor." buyurdu.
Herkes elini çekti. Sadece Bişr bin Bera Hazretleri ağzına aldığı lokmayı yutmuştu. Et öylesine zehirli idi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehid oldu.
Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme marifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de sonuçsuz kalınca, Peygamber Efendimiz (asm), bu tertibe âlet olan Zeyneb'i huzuruna çağırdı. Zeynep suçunu itiraf etti. Peygamber Efendimizin, "Bunu neden yaptın?" sorusuna şu cevabı verdi:
"Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmeyecektin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan, kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!"
Bazı rivâyetlerde, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu taşımayan Peygamberimiz (asm), kadını öldürmeyip af etmiştir. Bazı rivâyetlerde ise onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki: Hz. Resûlullah öldürtmemiş, fakat şehid olan Bişr'in varislerine vermiş, onlar kısas olarak öldürmüşlerdir.
48
Peygamber Efendimizin, inancı uğruna katlandığı sıkıntılar hakkında bilgi verir misiniz?
Kâinatta en büyük belâ ve musibete hep peygamberler dûçâr olmuşlardır. Fakat bütün bu belâ ve musibetlere karşı en büyük sabrı da yine onlar göstermişlerdir. Hz. Nûh'un, Hz. Lût'un, Hz. Musa'nn, Hz. İsa'nın, Hz. Yahya'nın ve Kâinatın Efendisi'nin (s.a.s.) başına gelenler, az çok bütün mü'minlerin malûmudur. Fakat bütün bu belâ ve musibetler onları dâvâlarını anlatmaktan alıkoyamamış, aksine onlar sabır ve sebatla Allah'ı ve O'nun emirlerini tebliğde berdevam olmuşlardır.
İşte peygamberlere ait bu umumî gaye ve vazife Kur'ân'da şöyle dile getirilir:
"Onlar öyle seçkin kimselerdir ki, Allah'ın buyruklarını tebliğ ederler, onu sayıp, ondan çekinir ve ondan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter." (Ahzab, 33/39)
Allah Resûlü'nün, bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti. O kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği âşina sima ve gönüller arıyordu.
Karşı cephenin infiâli, evvelâ ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra istihza ve alayla devam etti. Son sahada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu. Ne var ki, Allah Resûlü bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O'nun dünyaya geliş gayesi buydu. Can alıcı hasımları dahil herkese defaetle uğradı. Ve ilâhî mesajı sundu. Evet, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kim bilir kaç defa gitti, hak ve hakikati anlattı!.. O panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidâyetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyor; gittiği her kapı yüzüne kapanıyor; fakat O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu...
O, Mekke daha fazla ümit vermeyince Taif'e gitti... Taif mesîrelik bir yerdir. Rahat ve rehavetin şımarttığı Taifliler, Mekkelilerden daha baskın çıktı. Bütün sefîh ve ayak takımı toplanıp Resûl-i Ekrem'i; evet O, meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşini taşlayarak Taif'ten kovdular. Allah Resûlü'nün yanında, evlâdım deyip bağrına bastığı Zeyd b. Hârise vardı. Zeyd, gelen taşlara vücudunu siper ederek, Efendiler Efendisini korumaya çalıştı ama, yine de mübarek vücuduna isabet eden taşlar her yanını kanlar içinde bıraktı.
Bu müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica etmişlerdi ki, birdenbire Cibrîl-i Emin beliriverdi. Ve eğer izin verilirse, çevredeki bir dağı, bu azgın insanların başına geçirebileceğini teklif etti. Allah Resûlü çok rencide olduğu bu dakikalarda bile, böyle bir teklife "hayır” diyordu. Evet O, çok ileride bile olsa, eğer bunlardan bazıları imana uyanacaksa, onlara gelebilecek belâlara karşı "Hayır!" diyordu...
Ve, sonra ellerini açıp Rabb'ine niyazda bulundu:
"Allah'ım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benim de Rabbimsin... Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza, daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve âhiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım. İlâhî, Sen razı olasıya kadar Senin affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir."
O böyle duâ ederken, yanlarına sessizce biri yaklaşır; bir tabağa koyduğu üzüm salkımını Allah Resûlü'nün önüne uzatır ve "Buyurun, bundan yiyin." ricasında bulunur. İki Cihan Serveri elini tabağa uzatırken, Allah'ın adıyla mânâsına "Bismillâh" der. Üzümü ikram eden Addas ismindeki köle için bu, beklenmedik bir hâdisedir. Hayretle sorar: "Sen kimsin?" Allah Resûlü cevap verir: "Son Peygamber ve son Resûlüm!" Addas üzerine abanır ve öpmeye başlar.. senelerce gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştur.. ve iman eder. (İbn Hişam, Sire, 2:60-63; İbn Kesir, el-Bidaye, 3:166).
Batılı yazarlar, "Hz. Peygamber Mekke Dönemi'nde peygamberdi. Medine'ye geldikten sonra ise hükümdar oldu." demektedirler. Ama gerçek şudur ki, bütün Arapları boyun eğdirip idaresine aldıktan sonra da Hz. Peygamber dünya nimetlerinden uzak kalmış, aç kalmış, her türlü imkân bulunmasına rağmen hükümdarlar gibi davranmamış, kendine dünya servetinden en ufak bir pay çıkarmamıştır. Sahih-i Buhari'nin Cihad bölümünde şöyle bir rivayet vardır:
Hz. Peygamber vefat edeceği sırada zırhı bir Yahudinin evinde, üç ölçek arpa karşılığında rehin duruyordu. Vefat ettiği sırada üzerinde bulunan elbiseler de yamalıydı. Bu, öyle bir zaman, bu fırsat ve imkânlar öyle arkası kesilmeyen fırsat ve imkânlardı ki, bunlara normal devletler her zaman sahip olamazlardı. Suriye sınırlarından başlayarak Aden'e kadar bütün Arabistan fethedilmiş, Medine meydanı, altın ve gümüş akınına uğramıştı.
Hz. Peygamber 'in önemli görevlerinden biri de, ruhbanlığı (Dünya nimetlerinden tamamen sıyrılarak, dünya işleriyle hiç ilgilenmeyerek kendini sadece Allah'a adamayı) ortadan kaldırmaktı. Bu konuda Allah Tealâ
"Kendi kafanızdan uydurduğunuz ruhbanlık... " (Hadid, 57/27)
buyurarak Hristiyanları kötülemiştir. İşte bu yüzden Hz. Peygamber arasıra güzel yemekler yemiş, güzel elbiseler de giymişti. Ama O'nun asıl ruh yapısı, dünya süslerinden uzak durmaktı. Allah Resulü her zaman şöyle buyururdu:
"İnsanoğlunun şu üç şey dışında, başka bir şeye zorunlu ihtiyacı yoktur: Barınacağı ev, örtünebileceği elbise ve karnını doyurmak için ekmek ve su."
Hz. Aişe (ra), "O'nun hazır duran hiçbir elbisesi yoktu." demektedir. Bu, sadece bir kat elbisesi vardı, değişiklik için bir kenarda duran yedek başka bir elbisesi olmazdı demektir.
Bir gün Abdullah b. Ömer (ra) evinin duvarını tamir ediyordu. Tesadüfen Hz. Peygamber bir taraftan çıkageldi ve "Ne yapıyorsun?" diye sordu. Abdullah b. Ömer, "Duvarı tamir ediyorum." deyince, Hz. Peygamber, "Bu kadar zamanı nerden buldun?" buyurdu.
Evde genellikle aç dururdu ve geceleyin çoğu kere Hz. Peygamber ve bütün ev halkı aç yatarlardı. "Hz. Peygamber peş peşe bir çok geceyi aç geçirirdi. O ve ev halkı akşam yemeği bulamazlardı." (Tirmizî, Zühd, 38)
Peş peşe her gün iki ay boyunca evinde ateş yanmadığı olurdu. (Hicretin yedinci yılında oruç farz kılındı diyerek Hz.Peygamber'in fazla oruç tutmadığını ima eden cahillere ithaf olunur.) Hz. Aişe (ra) bir gün bu durumu anlatırken Urve b. Zübeyr, "Peki neyle geçiniyordunuz?" diye sorunca Hz. Aişe (ra), "Su ve hurmayla. Komşularımız ara sıra keçi sütü gönderirlerdi de içerdik." dedi. (Buhârî, Rikâk, 16, 17)
Hz. Peygamber hayatı boyunca hiçbir zaman has buğday unundan yapılmış ekmek yüzü görmedi. Araplar'ın "hıvari" ve "naki" dedikleri saf una ömründe rastlamadı. Bu olayı anlatan Sehi b. Sa'd'e, "Hz. Peygamber döneminde elek yok muydu?" diye sorulunca "Hayır." cevabı vermişti. "Peki, o zaman unu neyle eliyorlardı?" diye sorulunca da: "Ağızlarıyla üfürerek kepekleri uçururlardı, kalanları da yoğurarak pişirirlerdi." dedi. (bk. Tirmizî, Şemail)
Hz. Aişe (ra) şöyle der:
"Hayatı boyunca yani Medine'ye gelişinden vefat edinceye kadar geçen dönemde, Hz. Peygamber hiçbir zaman üst üste iki vakit iyice doyarak yemek yemedi." (bk. Tirmizî, Şemail)
Fedek, Hayber ve diğer savaşları anlatan hadisçiler ve siyer uzmanları, Hz. Peygamber, buralardan gelen gelirlerden yıllık masraflarını alırdı, diye yazmaktadırlar. Bu rivayetlerin zahiri ile Hz. Peygamber'in yokluk içinde yaşaması çelişiyor gibi görünmesine rağmen her ikisi de doğrudur. Şüphesiz Allah Resulü gelirlerden geçimini temin edecek miktarı alıyor, geri kalanları fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine veriyordu. Hatta kendisi için ayırdıklarını da daha sonra ihtiyaç sahiplerine veriyordu. Hz. Peygamber'in açlık çektiği ve elinde avucunda hiçbir şey olmadığıyla ilgili olaylar hadislerde sıkça geçmektedir. Onlardan birkaçını örnek olarak vermek istiyoruz:
Bir gün Hz. Peygamber'in huzuruna bir adam geldi ve "Çok açım." dedi. Hz. Peygamber mübarek eşlerinden birine; "Yiyecek bir şeyler gönder." diye haberci gönderdi. Giden kişi döndüğünde, evde sudan başka bir şey olmadığı haberini getirdi. Hz. Peygamber diğer eşinin evine haber gönderdi, oradan da aynı cevap geldi. Kısacası sekiz-dokuz evden, sudan başka bir şeyin olmadığı haberi geldi. (Müslim, 2/198)
Enes (ra) anlatır:
"Bir gün Hz. Peygamber'in mübarek huzuruna geldiğimde Hz. Peygamber'in karnını bir kuşakla çok fazla sıktırarak bağlamış olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda oradakilerden biri, 'Fazla acıktığı için' dedi." (Müslim, 2/193)
Ebu Talha (ra) şöyle der:
"Bir gün ben Hz. Peygamber'in mescidde kuru toprağa uzanmış, açlıktan kıvranarak bir o tarafına bir bu tarafına döndüğünü gördüm."
Bir keresinde sahabe-i kiram, Hz. Peygamber'in huzuruna gelip açlıktan yakındılar ve karınlarını açarak kuşaklarının altına bağladıkları taşları gösterdiler. Hz. Peygamber bunun üzerine açlıktan dolayı kendi karnına bir değil iki taş bağlamış olduğunu gösterdi.
Çoğu kere açlıktan dolayı sesi o kadar kısılırdı ki, sahabe-i kiram durumunu anlarlardı. Bir gün Ebu Talha (ra) eve geldi ve eşine; "Yiyecek bir şey var mı? Az önce Hz. Peygamber'in açlıktan sesinin kısıldığını gördüm." dedi. (Müslim, 2/191)
Bir gün çok acıkmış olarak tam öğle vakti evden çıktı. Yolda Ebu Bekir ve Ömer (ra) ile karşılaştı. O ikisi de açlıktan bitkin düşmüşlerdi. Allah Resulü hepsini alarak Ebu Eyyüb el-Ensari'nin (ra) evine gitti. Ebu Eyyüb el-Ensari, Hz. Peygamber için daima hazır süt bulundururdu. O gün gelmesi gecikince sütü çocuklara içirmişti. Eşi haber alınca dışarı çıktı ve
"Allah Resulü hoş geldi." dedi. Allah Resulü, Ebu Eyyüb'un nerede olduğunu sordu. Hurmalık yakın olduğu için Ebu Eyyüb el-Ensari sesi duyarak koştu geldi ve
"Hoş geldiniz." dedikten sonra "Bu vakit, Allah Resulü'nün geldiği vakit değil." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber durumu anlattı. Ebu Eyyüb el-Ensari hurmalığa giderek bir salkım hurma koparıp getirdi ve
"Şimdi et hazırlatıyorum." dedi. Hemen bir keçi kesti, yarısını tas kebap şeklinde yarısını da ateşte kızartarak pişirdi. Yemeği Hz. Peygamber'in önüne koyunca Allah Resulü:
"Bir parça ekmek üzerine az miktarda et koyarak Fatıma'ya gönder. Birkaç günden beri bir şey yemek nasip olmadı." buyurdu. Sonra ashabıyla birlikte yemeği yedi. Birkaç çeşit yemeği görünce gözlerinden yaşlar boşandı ve:
"Allah Teala'nın: 'Verdiğim nimetlerden kıyamet günü hesaba çekileceksiniz.' (Tekasür, 102/ 8) buyurduğu işte bunlardır." buyurdu. (et-Terğîb ve't-terhîb, 2/175)
Çoğu kere öyle olurdu ki, Hz. Peygamber sabahleyin mübarek eşlerinin yanına gelir ve "Bugün yiyecek bir şeyler var mı?" diye sorardı. Onlar, "Yok!.." derlerse Hz. Peygamber, "Öyleyse ben de oruçluyum." buyururdu. (Müsned, 2/49; bk. Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 621-629)
49
Bedir savaşında kaç melek gönderilmiştir?
Konuyu iyice incelediğimiz zaman, düşünüldüğü gibi bir çelişkinin olmadığı görülecektir.
Rivayete göre Müslümanlar Bedir Savaşı’nda Kürz b. Cabir el-Muharibi adında bir Arap liderinin, yanındaki savaşçılarla birlikte müşriklere yardıma geleceğini haber alınca kaygılanmışlar; bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) aldığı vahye dayanarak, bu ayetlerde belirtildiği şekilde Müslümanlara müjde vermiş ve onların morallerini yükseltmiştir. Müşriklerin yenilgiye uğradıklarını haber alan Kürz ise yardıma gelmekten vazgeçmiştir. (İbn Kesir, ilgili ayetlerin tefsiri)
Yüce Allah Bedir Savaşı’nda Müslümanlara yardım etmek üzere önce bin melek göndermiş (bk. Enfal, 8/9), daha sonra bu Kürz haberi üzerine Müslümanların morallerini takviye etmek amacıyla 3.000 melek daha göndererek müşriklerin yenilgiye uğramalarını hızlandırmıştır.
Ayrıca Kürz hemen yardıma gelecek olursa, müminlerin sabretmeleri ve Allah’ın emrine aykırı davranmaktan sakınmaları şartıyla, özel işaretli ve eğitimli 5.000 melekle desteklenecekleri de müminlere haber verilmiştir. Kürz müşriklere yardıma gelmekten vazgeçtiği için, bu melekler de gelmemişlerdir. (bk. Elmalılı, II, 1171)
Bedir Savaşı’nda müminlerin meleklerle desteklenmesi konusuna Enfal suresinin 9 ve 12. ayetlerinde de açık biçimde değinilmiş ve bazı sahabiler meleklerin bizzat kafirlerle savaştıklarını ve onları öldürdüklerini ifade etmişlerdir (bk. Müslim, Cihad, 58; İbn Atıyye, I, 503)
Melekler gayb alemine ait varlıklardır, onların savaşa katılmaları da mucizedir. Gayb alemi ve mucize akıl üstü alanlar olduğu için, meleklerin gelmesini sadece “moral gücü” olarak te’vil edip aklileştirmek doğru değildir.
Hz. Peygamber (asm) Uhud’da arkadaşlarını savaş düzenine sokarken, onlara Bedir Savaşı’ndaki bu durumu hatırlatarak, morallerini yüksek tutmaya çalışıyor ve Allah’ın, Bedir’de nasıl meleklerle müminlere destek verdiyse burada da sabır ve sebat ettikleri takdirde, yine kendilerine meleklerle yardım edeceğini haber veriyordu
Bedir Savaşı’nda Müslümanların hazırlık ve güçleri yetersizdi. Onlara nisbetle nicelik yönünden güçlü olan ve daha Mekke’den çıkarken savaşı göze almış bulunan müşrikler karşısında galip gelebilmek için, ilahi yardıma ve moral güce ihtiyaç vardı. Savaş kaçınılmaz hale gelince, müminler iman ve tevekküllerinin gereği olarak Allah’a sığındılar, O’ndan yardım dilediler. O gün Hz. Peygamber (ASM)’in rabbine nasıl yakardığını Hz. Ömer (ra) şöyle anlatıyor:
“Bedir günü gelince Allah Resulü, kendi arkadaşlarının 305, müşriklerin ise 1.000 kişi kadar olduğunu görerek hemen kıbleye döndü, ellerini kaldırdı ve Rabbine yalvarmaya başladı:
‘Allah'ım, bana olan sözünü yerine getir, vaad ettiğini ver! Allah'ım eğer şu bir avuç Müslümanı helak edersen, yeryüzünde şirk koşmadan sana ibadet eden kimse kalmayacak!’
O, kıbleye dönük vaziyette ellerini her an biraz daha semaya doğru uzatarak durmadan Rabbine yalvarıyordu; öyle ki sonunda abası omzundan sıyrılıp yere düştü, Ebu Bekir gelip abasını yerden alarak omzuna örttü, sonra onu kucakladı ve şöyle dedi:
‘Ey Allah’ın Elçisi! Artık yeter, O sana vaad ettiğini kesin olarak verecektir!’
Bu hadise üzerine Enfal Suresinin 9. ayeti nazil oldu.” (Müslim, Cihad, 58)
Bedir Harbi’nde meleklerin Müslümanlara yardımı Âl-i İmran suresinin 124-125. ayetlerinde de zikredilmiştir. Orada önce 3.000 melekle yardım edileceği söylenmiş, bu yetmezse 2.000 melek daha ilave edileceği, yardımcı melek sayısının 5.000’e çıkarılacağı müjdelenmiştir. Açıklamakta olduğumuz 9. ayette ise, yardıma gönderilen melek sayısı “peşi peşine gelen binlik kuvvetle” şeklinde ifade edilmiştir.
Bu rakamlar arasında ilk bakışta bir uyumsuzluk var gibidir. Ancak Arapça’daki ifade özelliği veya olayın tarihi bağlamı ve konusu göz önüne alındığında bir uyumsuzluk bulunmadığı görülecektir.
Araplar “birçok” yerine “bin, binlerce” kelimelerini de kullanmaktadırlar. Buna göre mana “birçok melek ile...” demektir. Olaya tarihi tecrübe açısından bakıldığında görülecektir ki savaşlarda takviye güçleri toptan değil, ihtiyaca göre arka arkaya gönderilmekte, bu taktiğin düşman üzerindeki etkisi daha fazla olmaktadır.
Allah bir şeyin olmasını murat edince, onun maddi plandaki sebebini de yaratır. Her şey O’nun iradesi ve kudreti ile hasıl olur. Sünnetullah diye de ifade edilen ilahi adete, kural ve kanunlara göre sonuç, kulun irade ve fiiline de bağlanmışsa bu takdirde insan üzerine düşeni yapacaktır.
Bedir Harbi’nde Müslümanlar kendilerine düşeni yapmışlardır, Allah vaad ve murat ettiği için zafer kazanılacaktır.
50
Salavat nedir, Peygamberimize nasıl salavat getirebiliriz?
Tebrik, tezkiye, dua, Peygamberimiz (asm)'e yapılan dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara gelen bir terimdir, salavât. "Belirli vakitlerde, Kur'an'da emredildiği tarzda ve Hz. Peygamber (asm)'in tarif ettiği şekilde yapılan ibadettir." Salât'ın çoğulu salavât gelir. Türkçe'de daha çok Hz. Peygamber (asm)'e yapılan dua manasında kullanılır.
Kur'ân-ı Kerim'de bu anlamda şöyle buyurulur:
"Âllâh ve onun melekleri Peygamber'e hep salât ederler. Ey müminler, siz de ona salât (ve dua) ediniz ve samimiyetle selam veriniz." (Ahzab, 33/56).
Bu âyeti kerimeyle, Peygamberimiz (asm)'e salât ve selamlarımızla hürmetlerimizi sunmak farzdır; her Müslüman için yerine getirilmesi gerekli bir görevdir. Her Müslüman en kısa şekilde: "Âllâhümme salli alâ Muhammed" "Allâh'ım, Muhammedi rahmetinle tebrik et ve esen kıl." diye salât getirir.
Rasûlü Ekrem Efendimiz (asm) de şöyle buyurmuştur:
"Yanında benim adım anılıp da bana salât getirmeyen kişinin burnu sürtünsün, hakarete uğrasın." (Tâc, V, 145).
Namazlarda oturduğumuz zaman tahiyyâttan sonra okuduğumuz "Allahumma Salli, Bârik..." duâları da Hz. Peygamber (asm)'e salât getirmeyi ifâde eder. Hz. Peygamber (asm)'e salât getirmenin fazileti hakkında Rasûlüllah (asm) şöyle buyurmuştur:
"Kim bana bir salât getirirse, Allah ona on salât (mağfiret) eder." (bk. a.g.e.).
Hz. Peygamber (asm)'in ismi her işitildiğinde veya anıldığında salat getirilip getirilemeyeceği hususunda bazı alimler; bir yerde, Hz. Peygamber (asm)'in adı ne kadar anılırsa anılsın bir defa salât edilmesi yeterlidir derken, bilginlerin çoğunluğu ise, Hz. Peygamber (asm)'in adı her anıldığında salât getirilmesi gereklidir demiştir. Nitekim hadis ilmiyle uğraşanlar, Hz. Peygamber (asm)'in hadislerini rivayet ederken, sözleriyle, halleriyle en büyük saygıyı göstermişler; öğretimi sırasında da Hz. Peygamber (asm)'in adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anıldıkça, "Sallallahü aleyhi ve sellem" diyerek saygılarını göstermişlerdir. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI,164)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamberimiz'e salavat getirmenin önemi hakkında bilgi verir misiniz?
51
Peygamberimiz peygamber olduktan sonra geçimini nasıl sağlamıştır? Peygamberimiz zengin olmuş mudur? Devlet başkanlığı da yapmış olan Peygamberimizin fakir olması mümkün müdür?
Peygamberimiz (asm) evlilikten evvel ticaretle uğraşmış, evlilikten sonra Hz. Hatice (ra) validemizin serveti ile ticareti devam ettirmişti. (bk. Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı, Mekke devri, s, 143)
Buna göre, Peygamber Efendimiz (asm) çocukluğunda çobanlık yapmış, gençliğinde ise zaman zaman ticaretle meşgul olmuştur. Peygamber olduktan sonra ise Allah’ın gönderdiği İslam dinini yaşamış ve anlatmıştır. Bütün hayatı bu hizmetle geçmiştir.
Peygamberimiz (asm) bir dinin ve ümmetin sorumlusudur. Bu nedenle hayatın her yönünü içine alan bir vazife yapmıştır. O savaşlarda baş komutan, idarede ümmet-i muhammedin idarecisi, problemlerin çözümünde hakim, dünya ve ahiret işlerinin tanziminde bir öğretmen olmak gibi her konuda bir lider özelliğiyle yaşamış ve hizmet etmiştir.
Bu nedenle savaşlardan elde edilen ganimetlerin belirli bir kısmını aldığından, geçimini kimseye el açmadan karşılamıştır. Ancak O ticaret, ganimet gibi nedenlerle servet sahibi olacak kadar zenginken bile fakir gibi yaşamıştır.
Ganimetlerin gelirinin belli bir oranının Peygamberimize (asm) ve onun ev halkına verilmesi ayetlerle belirlenmiştir. Çünkü O'na ve ev halkına zekat düşmemektedir. Buna rağmen o bir çok zaman aç kalmış, açlıktan karnına taş bağladığı olmuştur. Kendilerine gelen teberrükleri hep fakirlere dağıtmıştır. Onun hayatını insafla okuyan kimse bunun sayısız misalleriyle karşılaşır.
Peygamberimiz (asm) İslâm'ın bütün dünyaya duyurulmasına çalışırken, fetih ve zafer gibi pek çok nimete de mazhar olmuştu. Fakat bu fetihlerden sonra fethedilen şehre ve topraklara girerken asla gurura kapılmıyor, büyük bir tevazu içinde yol alıyordu. Hiçbir merasime ihtiyaç duymadan sade bir şekilde şehre giriyordu.
Yahudilerin en büyük kalesi ve yerleşim bölgesi olan Hayber'i fethettiğinde Peygamberimiz (asm), yuları ipten olan bir merkebin üzerinde olduğu halde şehre girmişti. Halbuki o anda Arabistan'ın en verimli toprakları eline geçmiş, hazineleri dolduran ganimete sahip olmuştu.
Yine Peygamberimiz (asm) Mekke'nin fethi üzerine şehre girerken, muzaffer bir komutan olduğu halde, yine hiçbir şekilde gurura kapılmamıştı. Devesinin üzerinde Yüce Allah (c.c.)'a karşı başını önüne o kadar eğmişti ki, tevazuundan sakalının uçları neredeyse devesinin semerine değmekte idi. Bu halde iken söyle dua ediyordu:
"Allah (c.c.)'ım, hayât ancak âhiret hayâtıdır."
Veda Haccına giderken, sırtında sadece dört dirhem değerinde bir kadife parçası, devesinin üzerinde ise semer yerine yırtık bir şilte bulunuyordu. Bu durumda bile riyaya kaçar endişesiyle şöyle dua ediyordu:
"Allah (c.c.)'ım, bu halimi riya ve gösterişten uzak kıl."
Halbuki o fakir de değildi. Koskoca orduları yenmiş, birçok yerler fethetmiş, çok miktarda ganimetler elde etmişti. Hatta bu haccında yüz deve kurban etmişti.
Peygamberimiz (asm) kendi ailesi arasında ve evi içinde de son derece mütevazı idi. Zaten çok sade bir hayât yaşardı. Zaman zaman ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu. Elbisesini yamar, ayakkabıları yırtıldığı zaman söküklerini diker, kendi hizmetini kendisi görürdü. Ev süpürür; deveyi bağlar, yemler, koyunları sağar; alışverişi kendisi yapar ve aldıklarını kendisi taşırdı. Hizmetçisiyle birlikte oturup yemek yer ve onunla beraber hamur yoğururdu.
Allah Teala’nın Son Elçisi olan Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselamın tevazu örneklerinden bazılarını şunlardır:
Sevgili Peygamberimiz (a.s.m) tevazuun her çeşidini ve en idealini hayâtında göstermiştir. Kimsenin yapamadığı ve istese de ulaşamayacağı bir şekilde, tevazu ve alçak gönüllülüğün en makbulünü yaşamıştır. Yaratılmışların en üstünü, makam ve mertebece en yücesi olduğu, Kur'ân-ı Kerim'de Rabbi tarafından çeşitli defalar övüldüğü halde, hiçbir şekilde insanlar arasında peygamberlik imtiyazını kullanmamış ve kendisini onlardan üstün göstermeye çalışmamıştır.
Bu üstün ahlâkî vasfını kendi aile fertleri arasında gösterdiği gibi, sahabîleri içinde ve henüz İslâmiyeti kabul etmemiş kimselere karşı da belli etmekten asla çekinmemiştir. Böylece pek çok insanın hidayetine vesile olmuştur.
Cenab-ı Hak kendisini kral bir peygamber olmakla, kul bir peygamber olmak arasında serbest bıraktığında o, "kul bir peygamber" olmayı tercih edip kabul etmiştir. Bunun üzerine İsrafil Aleyhisselâm Peygamberimize, "Şüphesiz, Allah (c.c.), tevazu gösterdiğin için o hasleti de sana vermiştir. Kıyamet gününde insanların efendisisin. Yeryüzü yarılıp kabrinden çıkacak ve ilk şefaat edecek olan da sensin." demiştir. Bundan sonra Peygamberimiz (asm) uzanarak yemek yemedi. Ve
"Bir köle nasıl yemek yerse ben de öyle yemek yerim. Köle nasıl oturuyorsa ben de o biçimde otururum." diyordu.
Bir defasında asasına dayanarak sahabîlerin yanına geldi. Resulullah'ın geldiğini gören sahabîler hemen ayağa kalktılar. Bu hareketlerini tasvip etmeyen Peygamber Efendimiz (asm) onları ikaz etti:
"Acemlerin (diğer milletlerin) birbirlerini ta'zim ederek ayağa kalktıkları gibi, siz de benim için ayağa kalkmayın. Çünkü ben kulun yediği gibi yiyen, kulun oturduğu gibi oturan bir kulum."
Peygamberimiz (asm) çok defa elini öpmek isteyenleri ve kendisine aşırı derecede hürmette bulunanları da hoş karşılamazdı.
Bir alışverişi esnasında Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) de yanındaydı. Ebû Hüreyre'nin (r.a.) anlattığına göre:
Peygamberimiz (asm) mal sahibine aldığı elbisenin değerinden fazla bir fiyat öder. Daha sonra satıcı hemen Peygamberimizin eline sarılarak öpmek ister. Peygamberimiz elini çekerek şu ihtarda bulunur:
"Bu senin yaptığını Acemler krallarına yaparlar. Ben kral değilim. Ben sadece içinizden biriyim."
Ebû Hüreyre anlatmaya devam ediyor "Sonra elbiseleri aldı. Ben taşımak istedim. Fakat bana şöyle hitapta bulundu:
'Kişi, kendi eşyasını taşımaya daha lâyıktır. Ancak taşıyamazsa Müslüman kardeşi ona yardım eder."
Peygamberimiz (asm) kendi işini kendisi yapardı. İnsanların kendisine hizmet etmelerini istemezdi.
Âmir bin Rebia anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz ile birlikte camiye gidiyordum. Yolda Peygamberimizin ayakkabısının bağı çözüldü. Ben hemen eğilip bağlamak istedim. Fakat Peygamberimiz ayağını önümden çekti ve şöyle buyurdu:
"Bu hareketin, başkasına hizmet gördürmek demektir. Ben başkasına hizmet gördürmeyi sevmem."
Peygamberimizin (asm) bu konudaki bir başka örnek davranışını Abdullah bin Abbas anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz, ne suyunun hazırlanmasını, ne de herhangi bir fakire sadaka vermeyi başkasına bırakmazdı. Abdest suyunu kendisi bizzat hazırlar ve bir fakire sadaka vermek istediği zaman bizzat kendi elleriyle verirlerdi."
Abdullah bin Cübeyr'in anlattığına göre, bir gün Peygamberimiz (asm) ashabıyla birlikte yürüyerek bir yere gidiyorlardı. Hava çok sıcak olduğundan, ashabdan birisi, elbisesini Peygamberimizin başının üzerine kaldırarak gölgelemek istedi. Bunu gören Peygamberimiz, "Bundan vazgeç. Ben ancak bir insanım." buyurdu ve elbiseyi alıp indirdi.
Peygamberimiz (asm) kendisini görenlerin bir kral zannıyla çekinip titremelerini uygun bulmaz, onları teskin ederek rahatlatırdı.
Bir gün bir zat Peygamberimizin huzuruna gelince, peygamberlik heybetinden titremeye başladı. Bu sahabîsinin halini gören Peygamberimiz, "Kendine gel, ben bir hükümdar değilim. Ben ancak Kureyş kabilesinden kurumuş tuzlu ekmek yiyen bir kadının oğluyum." buyurdu.
Gerçekten de Peygamberimizi (asm) ilk defa gören, heyecanlanırdı. Fakat daha sonra ondaki şefkati, yüzündeki tebessümü görünce rahatlar, görüşüp konuşunca içindeki korku sevgiye dönüşürdü.
Sosyal durumu ne olursa olsun; ister zengin ister fakir, ister dul bir kadın veya bir hizmetçi olsun, hangi halde bulunursa bulunsun, Peygamberimiz herkese eşit davranır, basit yaşayışından, fakir ve hizmetçi oluşundan dolayı kimseyi aşağı görmezdi. Onların da diğerleri gibi ihtiyaçlarını görür, hiç gurura kapılmazdı.
Peygamberimiz (asm)'deki üstün tevazuu gördükten sonra Müslüman olan Adiy bin Hatim, Peygamberimizle olan ilk anlarını şöyle anlatmaktadır:
"Peygamber Aleyhisselâmın yanında akraba, kadın ve çocuklarının bulunduğunu gördüğüm zaman, anladım ki, onda ne Kisra'nın (İran hükümdarı), ne de Kayser'in (Bizans kralı) saltanatı var.
"Resulullah benimle birlikte evine giderken yolda zayıf ve yaşlı bir kadına rastladı. Kadının yanında da küçük bir çocuk bulunuyordu. Kadın onu karşıladı ve durdurdu. O da durup bekledi.
"Bizim senden bir isteğimiz var' dediler. Resulullah onların ihtiyaçlarını uzun uzun konuştu. Kendileriyle birlikte gidip, işlerini gördükten sonra geldi.
"İçimden kendi kendime, 'Vallahi, bu zat hükümdar değildir.' dedim. Sonra beni evine götürdü. İçi hurma lifi dolu derinden bir minder alarak bana uzattı ve:
"Buyur, buna otur.' dedi.
"Ben, 'Hayır, siz oturun' dedim.
"O, 'Hayır, siz' diye tekrar ettiler. Oturdum. Kendisi de kuru yere oturdu."
Peygamber Efendimiz (asm) herkesle ilgilenirdi. Hiç kimseye üstten bakmazdı. Öyle ki çoğu insanların dönüp bakmadığı, yüz vermediği kişilerin dahi isteklerini yerine getirirdi. Çünkü Peygamberimizin gayesi insanlara faydalı yolları göstermekti.
Medine'de ağzı bozuk, şuna buna çatarak sövüp sayan, ağır ve kaba lâflar söyleyen bir kadın vardı. Bu kadın bir gün Peygamber Efendimizin (asm) yanından geçerken Resulullah bir seki üzerinde oturmuş haşlanmış et yiyordu.
Kadın: "Şu adama bakın. Bir köle gibi yere oturmuş ve kölelerin yemek yiyişi gibi yemek yiyor." dedi.
Peygamber Efendimiz: "Benden daha köle olan bir köle var mı?" dedi.
Kadın: "Kendisi yiyor da bana vermiyor." dedi.
Peygamber Efendimiz: "Gel, sen de ye." buyurdu.
Kadın: "Kendi elinle bana vermezsen yemem." dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kendi eliyle kadına verdiyse de kadın bu sefer:
"Ağzındaki lokmayı çıkarıp bana vermezsen yemem." diyerek diretti.
Peygamber Efendimiz de ağzındaki lokmayı çıkarıp kadına uzattı. Kadın da hemen alıp ağzına attı. Kadın bu lokmayı yedikten sonra çok hayâlı ve utangaç oldu. Hiç kimseye kötü söz söylemedi. Medine'nin en namuslu ve iyi kadınlarından birisi oldu.
Adiy bin Hatim, cömertlikle meşhur Hatim-i Tai'nin oğludur. Yakınlarının bir kısmı İslâm ordusu tarafından esir edilmiş, kendisi de mağlup bir şekilde Peygamberimizin (asm) huzuruna gelmişti. Peygamberimiz onu mindere oturtuyor, kendisi de yere oturuyordu. Ayrıca mağlup da olsa bir düşman kumandanıyla bulunduğu bir zamanda zavallı bir kadının isteğini ihmal etmiyor, onun ihtiyacını gideriyordu.
Hak namına, seviyece en basit insanlarla görüştüğü gibi, dostlarıyla, düşmanlarıyla ve herkesle, gösteriş ve merasime ihtiyaç duymadan görüşüyor, konuşuyordu. Böylece insanların ileriden beri görüp alışageldikleri âdet ve görenekleri fiilen değiştiriyor, yerlerine doğrusunu ve uygun olanını koyuyordu.
Arapların, insandan saymayıp hor gördükleri bir grup da kölelerdi. Onlarla oturmaz, birlikte yürümez, beraber yemek yemezlerdi. Bu kötü alışkanlığı da Peygamberimiz (asm) bizzat yıktı.
Sahabîlerin anlattığına göre, köleler arpa ekmeğine bile davet etseler, Peygamberimiz (asm) davetlerine icabet eder, yemeklerini yerdi. Çünkü onların köle olmaları basit görülmelerini, horlanmalarını gerektiren bir durum değildi.
Peygamberimiz (asm), sahabîleriyle birlikte bulunduğu zamanlarda kendisini onlardan ayırt etmez, farklı görmezdi. Onlarla beraber hareket eder, kendisi için ayrı yer seçmez, aralarına oturur, yapacakları işe iştirak eder, onlara yardımcı olur, katkıda bulunurdu.
Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, sahabîleri arasında sıkışık bir vaziyette bulunduğunu, oturduğu zamanlar gelip geçenlerin kendisini rahatsız ettiğini söyleyip, ayrı bir yerde oturmasını teklif ederek şöyle demişti:
"Ya Resulullah, sizin için gölgesinde oturacağınız bir çardak yapalım."
Böyle bir imtiyazı asla uygun bulmayan Peygamberimiz,
"Allah (c.c.)'ın ruhumu teslim alacağı vakte kadar ben sahabîlerimin ökçeme basmalarına da, hırkamı çekiştirmelerine de katlanacağım." buyurarak reddetti.
Bir sefer sırasında Peygamberimiz (asm) sahabîlerinden bir koyun kesip pişirmelerini istedi. Ashabdan birisi öne çıktı:
"Ya Resulallah, onu kesmek benim üzerime olsun." dedi.
Bir başkası ileri atıldı:
"Ya Resulallah, pişirmesi de benim üzerime olsun."
Başka bir sahabî hizmete talip oldu:
"Onu yüzmesi de benim üzerime olsun." diyerek kendi aralarında vazife taksimi yaptılar.
Peygamberimiz de,
"Odun toplamak da benim üzerime olsun." diyerek katılmak istedi.
Sahabîler buna razı olmak istemediler:
"Ya Resulallah, biz sizin yapacağınız işi de görmeye yeteriz. Sizin çalışmanıza ihtiyaç yoktur." dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz eşsiz tevazuunu göstererek şöyle buyurdu:
"Sizin benim işimi de göreceğinizi ve kâfi geleceğinizi biliyorum, fakat ben size karşı imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah (c.c.), kulunu sahabîleri arasında imtiyazlı durumda görmekten hoşlanmaz."
Hendek savaşından önce Medine'nin etrafına hendek kazılırken bütün sahabîler çalışıyor, bir an önce bitirmeye gayret ediyorlardı. Yiyecek bir şey bulamadıklarından, açlıklarını bastırmak için karınlarına taş bağlıyor, o şekilde kazma sallıyorlardı. En büyük örnek olan Peygamberimiz (asm) de kendisini onlardan farklı görmeden eline kazmayı alıyor, çalışıyor, o da açlığından karnına taş bağlıyordu.
Kuba Mescidinin ve Medine'deki Mescid-i Nebevinin inşaatında da Peygamberimiz (asm) bir işçi gibi çalışmış, sahabîlerle birlikte sırtında kerpiç taşımıştı.
Hz. Âişe (ra) validemiz, Hz. Hasan (ra) ve Ebû Said el-Hudri, Peygamberimizin aile hayâtını böyle anlatıyorlardı.
"Peygamberimiz ne kilitli kapılar arkasına çekilir, ne perdeler arkasına dikilir, ne de önüne tabaklarla yemek taşınırdı. Toprak üzerine oturur, yemeğini de yerde yerdi."
O tevazu gösterdikçe yükseliyordu, yüceliyordu.
"Allah (c.c.) için tevazu gösteren kimseyi Allah (c.c.) yüceltir." buyuruyor, hem de bizzat en mükemmel şekilde yaşıyordu.
Hazret-i Hüseyin, babası Hazret-i Ali'den dedesi Resulullahın dışarıda nasıl davrandığını öğrenmek ister. Hazret-i Ali de Efendimizi şöyle anlatır:
"Peygamber Efendimiz önemli bir iş olmadıkça konuşmazdı. Çevresiyle hep güzel ilişkiler kurar, onları ürkütücü bir davranışı olmazdı.
"Her toplumun ileri gelenine özel ilgi gösterir ve onları başkan olarak göreve getirirdi. İnsanları gözü gibi sakınır, hiçbirinden güleryüzünü ve tatlı dilini esirgemez, onların üstüne titrerdi.
"Sahabîlerini, yokluklarında arayıp sorar, durumlarını takip ederdi. Karşılaştığı insanlara 'Ne var, ne yok?' diye çevrede olup bitenleri sorardı. Güzel olan her şeyi beğendiğini ifade eder, onu desteklerdi. Kötü olan şeye de tepkisini gösterir ve onu çürütücü bir tavır takınırdı.
"Peygamberimizin bütün hareketleri uyumlu idi. Tutarsız hiçbir davranışı yoktu. Sahabîlerin kendi özel işlerini ihmal etmeleri veya bıkkınlık duymaları endişesiyle onlar adına kendisi hep tetikte dururdu.
"O her durum karşısında tedarikli idi. Her problemin çaresini bulurdu. Onun yanında insanların en faziletlisi, başkalarına iyiliği en yaygın olanlardı; mertebesi en yüksek olanlar da, halkın dertlerine en iyi şekilde ortak olan ve onlara yardım elini uzatan kimselerdi."
Hazret-i Hüseyin babasına Peygamber Efendimizin toplantılardaki halini, sohbet şeklini sorar, Hazret-i Ali onu da şöyle anlatır:
"Peygamberimizin kalkması da, oturması da zikir üzere idi. Allah (c.c.)'ın adını dilinden düşürmezdi. Toplantı halinde olan bir topluluğa varsa, baş köşeye geçmez, meclisin hemen bir kıyısına oturuverirdi, çevresinin de böyle yapmasını isterdi.
"Peygamberimizin bu husustaki tavsiyesi şöyleydi:
'Herhangi biriniz bir toplantı yerine vardığında bir baksın, şayet oturacak yer gösterirlerse oraya otursun, değilse gördüğü en uygun yere ilişiversin.'
"Peygamberimiz birlikte oturduğu kimselerin seviyelerine göre herbirinin halini hatırını sorar, onlara iltifat ederdi. Çevresindekilere öylesine candan davranırdı ki, orada hazır olanların hepsi de Resulullahın yanında en değerli kimsenin kendisi olduğu kanaatine varırdı.
"Bir kimse Peygamberimizin huzurunda gereğinden fazla oturursa veya bir ihtiyacını iletmek düşüncesiyle huzura gelse, o kişi kendiliğinden kalkıp gidinceye kadar sabrederdi. Kendisinden bir istekte bulunan kimseyi, ya istediğini yerine getirir veya tatlı bir dille gönderir, fakat hiç boş çevirmezdi.
"Onun cömertliliği, tatlı dili, güzel ahlâkı insanlar arasında öyle yayılmıştı ki, âdeta halkın babası gibi olmuştu.
"Onun yanında bütün insanlar da, hiçbiri arasında hak ayırımı yapılmayan aynı düzeydeki evlatlar gibiydi.
"Peygamber Efendimizin toplantıları hep ilim, haya, emanet ve sabır gibi ahlâkî değerlerin öğretildiği bir meclisti. Huzurunda kimse sesini yükseltmez, hiç kimsenin gizli ve özel halleri konuşulmaz, orada meydana gelen noksan taraflar ve hatalar dışarı sızdırılmazdı.
"Onun meclisinde herkes eşit durumdaydı. Ancak bir diğerine karşı takva ile üstünlük kazanabilirdi. Herkes tevazu üzereydi. Orada yaşça büyük olanlara saygı gösterirler, küçüklere de sevgiyle davranırlardı.
"Toplantıda ihtiyaç sahiplerine öncelik tanırlar, özellikle garip olanlara ayrı bir ilgi gösterirlerdi."
52
Peygamberimiz kaç yılında doğdu?
Milâdî 571, Nisan ayının yirmisi Pazartesi günü dünyaya gelmiştir.
53
Peygamber Efendimiz'in tırnak kesme şekli nasıldı?
Önce ellerinkini, sonra ayaklarınkini kesmek; ellere sağ elin işaret parmağından başlayıp, eller avuç içleri birbirine gelecek şekilde birbirine yapıştırıldığında, parmakların oluşturduğu daireyi sağa doğru giderek tamamlamak. Sonra sağ ayağın küçük parmağından başlayıp sol ayağın küçük parmağında bitirmek, müstehap görülmüştür.(Hattâb es-Sübkî, el-Menhel I/189)
Gazalî'nin söylediği budur.
54
Peygamberimiz namaz kılarken önünden geçen çocuğa niçin beddua etti? Şefkat abidesi bir insanın çocuğa bedduasının hikmeti nedir?
Bediüzzaman Said Nursî Mektubat'ta şu şekilde bir mucize naklediyor:
"Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselam namaz kılarken hırçın bir çocuk namazını kat'edip geçtiğinden Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam, 'Allah'ım onun izini (ayağını) kes.' demiş. Ondan sonra çocuk daha yürüyememiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş." (Mektubat, s. 130)
Mektubat'ta zikredilen bu mucize, aynı zamanda Sünen-i Ebu Dâvud'da ve Kadı İyaz'ın Şifâ-i Şerif'inde de rivayet edilmektedir.
Ebû Dâvud'da geçen rivayet şu şekildedir:
"Said bin Gazvan hac dönüşü Tebük'e gelmişti. Bir de ne görsün. Yere oturtulmuş sakat bir adam duruyor. Yanına yaklaştı, niçin bu hâle düştüğünü sordu. Sakat adam şöyle dedi:"
'Sana bir hadis haber vereceğim, fakat ben sağ oldukça benden duyduğunu kimseye söylemeyeceksin. Hâdise şöyle: Resulullah Tebük'e geldiğinde bir hurma ağacının önüne inmişti. “Şu ağaç bizim kıblemizdir.” buyurdu. Ve hurma ağacına dönerek namaza durdu. Ben daha o zaman çocuktum. Koşarak geldim. Sütre olarak duran hurma ağacı ile onun arasından geçtim. Bunun üzerine Resulullah: “O bizim namazımızı kesti, Allah da onun ayağını kessin.” dedi. O günden bugüne kadar ayağa kalkamaz oldum.” (Ebû Dâvud, Salât: 110)
İbni Hibban'ın rivayetinde bu çocuğun Büsr bin Râî el-Amr adında birisi olduğu belirtilmektedir. Mektubat'ta geçen hadisin Arapça metni İbni Hibban'ın rivayetinden alınmıştır. (Sahihu İbni Hibban, VIII/152)
Hadis âlimlerinin bu husustaki açıklamaları şu şekildedir:
"Önce şöyle bir sual akla gelmektedir: Namaz kılanın önünden bir insanın geçmesiyle namaz bozulmaz, öyleyse Peygamberimiz neden beddua etmiştir? Diğer taraftan, çocuğun henüz mükellef sayılacak bir yaşta olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda çocuk, niçin böyle bir cezayı hak etmiştir?"
Bu sualleri sıralayan âlimler şu ihtimalleri zikrederek izahlarda bulunmaktadırlar:
"Her şeyden önce, bu çocuğun bir müşrik çocuğu olduğu kuvvetle muhtemeldir. Peygamberimiz (asm)'in namaza durduğunu gören müşrikler, Resul-i Ekrem Efendimizin namazını ifsat etmek maksadıyla çocuklarından birisini tahrik edip Peygamberimiz (asm)'in önünden geçmesini tembih etmişlerdir. Onların bu haince planlarını fark edip gören Peygamberimiz (asm), İslâm'ın izzetini göstermek ve onların kötü niyetlerini defetmek için, çocuğun o hale gelmesini bir mucize olarak göstermiştir."
"Diğer bir ihtimal, bu çocuk her ne kadar çocuk görünüşlü ise de, büluğ çağına gelmiş olduğundan, Peygamberimiz (asm), çocuğun önünden kasdî olarak geçtiğini anlamış ve böyle bir bedduada bulunmuştur." (eş-Şifâ , I/632)
Yine bu hadisin izahında İmam-ı Suyûtî Hazretleri, Peygamberimiz (asm)'in bu çocukla olan hadisesini, Hz. Hızır'la başka bir çocuk arasında geçen hadiseye benzetmekte ve hikmet tarafının sadece Peygamberimizce bilindiğine işaret etmektedir.
Bilindiği gibi, Hz. Hızır, Hz. Musa (as) ile yolculuğu esnasında yolda toplu halde oynayan bir grup çocuğa rastgeldi. İçlerinden bir çocuğu yakaladı ve öldürdü. (Peygamberler Tarihi, s. 445-447) Hz. Musa (as)'ın,
"Bir can karşılığında kısas olmaksızın suçsuz bir kimseyi mi öldürdün. Doğrusu sen pek kötü bir iş yaptın!" (Kehf, 18/74)
şeklindeki bir itirazına ise Hz. Hızır, yolculuğunun sonunda çocuğu öldürmesinin hikmetini şöyle açıklar:
"Öldürdüğüm çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi; bu kâfir tabiatlı çocuğun ileride anne ve babasını isyan ve inkâra sevketmesinden korktuk. Ve istedik ki, Rableri onlara huy temizliği bakımından daha hayırlı ve merhamet yönünden daha yakın bir evlat versin." (Kehf, 18/80-81)
Tefsirlerde yer aldığına göre, bu anne ve babanın daha sonra bir kız çocukları dünyaya gelir ve bu kız da bir peygamberle evlenerek başka bir peygambere anne olur.
İşte Peygamberimiz (asm) de bu çocuğun ileride yapabileceği kötülüklere mâni olmak için, istikbali görerek çocuğa böyle bir bedduada bulunmuştur. Yine de burada, Peygamberimiz (asm)'in başka bir cihetten şefkatini görmek mümkündür. Çünkü ona acıdığından, onu muhtemel kötülükten alıkoymayı niyet etmiştir.
55
Peygamberimiz'i (asm) diğer insanlardan ve peygamberlerden ayıran özellikler nelerdir? Peygamberimiz (asm)'in beşeri özellikleri...
Allah, her asrın ve her bölgenin ihtiyacına uygun olarak, bir peygamber göndermiştir. Onun için peygamberler, temel inanç konularında birlik içinde olmalarına rağmen, pratiklerde birbirlerinden farklı hareket etmişlerdir.
Peygamberimiz (asm) ise, eski çağlara oranla dünyanın medenileştiği, bir şehir hükmüne geçtiği dönemde dünyaya geldiği ve ihtiyaçlar arttığı için, geçmiş peygamberlerin bütün hususiyetlerini ruhunda derc etmiş ve son peygamber olduğunu göstermiştir. O'nun varisleri olan alimler ise, temel ruhu muhafaza etmekle beraber yaşadıkları asra en uygun olan hükümleri seçmişlerdir. Bu şekilde İslam tarihinde birçok mezhep ortaya çıkmış, dolayısıyla yeni bir din ve şeriata ihtiyaç kalmamıştır.
Peki neden bir Arap ve ümmi bir zat? Ali şeriati, “Muhammed'i (a.s.m.) tanıyalım” adlı kitabında diyor ki:
“Allah, peygamberlik için hiç kirlenmemiş ruhları seçer. Eğer alim, şair veya kahin gibi bir kul seçilseydi, Kur'an için: 'bu adam bilgilidir, kendi bilgisinden üretiyor, bize sunuyor' diyeceklerdi. 'Bütün peygamberler çobanlık yapmışlardır.' hadisi, bu hakikata dikkat çekmektedir.”
İşte insanların şüpheleneceği bütün kapılar kapalı olduğu içindir ki, müşrikler Hz. Peygamber (asm)'e ancak, 'delidir' veya 'sihirbazdır' diyebilmişlerdir. Kur'an:
“De ki: Allah dileseydi onu ben size okumazdım, o da size bildirmezdi. Bundan evvel de ben sizin aranızda bir ömür geçirdim. Hiç düşünmez misiniz?" (Yunus, 10/16)”
demekte, o'nun deli veya sihirbaz olmadığını gösterip, vahiy hakikatını kabul etmeyen o müşrikleri susturmaktadır. Çünkü onlar ona “Muhammedü'l emin” diyorlardı.
Peygamberimizin (asm) ahlâkının en önemli özelliği, Allah vergisi oluşudur. O bütün güzel vasıfları, çalışıp, emek verip, bir çaba sonucu kazanmış değildir. Onun ahlâkı Allah tarafından ihsan edilmiş, ikram edilmiştir. Yüce Allah onu insanların örnek alacağı kusursuz, eksiksiz ve seçkin bir şekilde yaratmıştır. O dünyaya gözünü açıp kapayıncaya kadar hep aynı huy ve ahlâk üzerinde yaşamıştır. Ondaki güzel vasıflar yaratılışında mevcuttu. Onu eğiten, edep ve ahlâkın en üstün özellikleriyle süsleyen Yüce Rabbidir.
İşte bundan dolayı, onu kendisine örnek kabul eden insan, onu ne kadar taklit edebilirse, o kadar istifadesi fazla olur, o nurdan aldığı feyiz, o nisbette çoğalır.
Peygamberimizin (asm) ahlâkının en belirgin özelliklerinden birisi de, insan yaratılışında var olan birbirine zıt ve ters huyları en mükemmel şekilde bağdaştırıp, bütün duyguların ideal noktasını bulmasıdır. Hiçbir şekilde aşırılığa kaçmadan, orta yola, doğruya ulaşmasıdır.
Peygamberimiz (asm), herkesin arzu edip de bir türlü ulaşamadığı en üstün değerleri ve olgunluğu mükemmel bir şekilde hayâtı boyunca ümmetine göstermiş, bütün insanlığın gözleri önüne sermiştir.
Bazı anlar olmuş, en cesur bir fedai olarak, düşmanın kat kat üstünlüğüne hiç aldırmadan, binlerce düşmana tek başına meydan okumuştur. Ama bu halinde bile yumuşak kalpliliğini, merhametini geri bırakmamıştır.
Meselâ bir savaş sonrası, öldürülmüş olarak gördüğü düşman çocuklarına o kadar acımıştı ki, düşman da olsa çocukların öldürülmemesi gerektiğini, çünkü onların suçsuz ve cennetlik olduklarını haber vermişti.
O, bütün insanlığın kurtuluşu ve İslâmın dünyaya yayılması gibi yüce bir gaye için zihnini yorarken; bu arada binleri bulan ve Arabistan'ın her tarafına dal budak salan ümmetinin halini ve işlerini düşünürken; çevresinde bulunan yoksul ve fakir Müslümanları hiçbir zaman unutmamış; kendi çoluk çocuğunu, onların eğitim ve ihtiyaçlarını da ihmal etmemiştir. Birincisini büyük görürken, öbürünü küçümsememiştir.
Bu kadar ağır ve sorumluluk isteyen bir görev üzerinde bulunduğu halde, o yine kendisini Rabbine vermiş, günün büyük bir kısmını ibadet ve zikirle geçirmiştir.
Kalbi her an Allah'a bağlıdır. Bu haliyle dünya ile ilişkisini kesmiş gibi görünse de, yine o dünyanın içindedir. Bütün işlerinde Allah'ın rızasını gözetmiştir.
Peygamber Efendimiz (asm), dâva arkadaşlarını gözü gibi korumuş, onlara ana-babalarından görmedikleri şefkat ve yakınlığı göstermiş, kendi şahsına yapılan kötülüğü affetmiş, intikam almayı düşünmemiştir. Kendisini öldürmek için tuzak kuranları yakaladığında serbest bırakmış, ama Allah düşmanlarını asla bağışlamamış, onların yakasını bırakmamıştır.
İçi bozuk, dıştan Müslüman gibi görünen münafıkların kalbine devamlı cehennem korkusunu vermiş, âhiretteki acı hallerini hatırlatmıştır.
İslâm toprakları, güneyde Yemen'e kuzeyde İran ve Suriye sınırına dayandığı sırada Peygamberimiz (asm), Arapların sultanı, Arabistan'ın hakimi idi. Savaş sonrası düşmanın bırakıp gittiği mallar ve ganimetler mescidin içini doldururken, en kıymetli mallar Müslümanların eline geçtiği halde, yine o kuru bir hasır üzerinde yatacak kadar engin ruhlu; içi ot dolu bir yastığa yaslanacak kadar mütevazı; her türlü imkân mevcutken, açlık sıkıntısı çekecek kadar kanaatkar ve tok gönüllü idi.
Hz. Ömer (ra)'in "Bizans kralı ve İran şahı dünya nimetleri içinde yüzerken, Resulullah kuru hasır üstünde yaşıyor." diyerek ağlaması üzerine, sahabîsinin gönlünü hoş tutan yüce Peygamberimiz (asm):
"Yâ Ömer, varsın, Kisra ve Kayser dünya nimetlerinden zevklerini alsınlar, keyif sürsünler. Âhiret nimeti bize yeter."
diyerek tevekkül ve rızasını dile getiriyordu.
Peygamberimizin (asm) ahlâkı bir meleke halindeydi, öz olarak mevcuttu. Güneş nasıl ışık saçar, çiçekler nasıl rengi ve kokusuyla ortalığı cennete çevirip burcu burcu kokular saçarsa; ağaçlar nasıl türlü türlü meyveler verir, yaratılışlarında var olanları ortaya çıkarırsa; Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) ahlâkî hayâtı da o şekilde normal bir seyir içinde cereyan ediyordu.
Öyle ki, her gören, Peygamberimizin (asm) o faziletle birlikte yaratıldığı kanaatine varırdı. Hiç kimse ondan o fazilete aykırı bir şeyin görüleceğine inanmazdı. O her zaman muhtaçlara yardım eder; zayıfları korur; tatlı sözlü, güler yüzlü bulunur; izzet ve vakarını muhafaza eder; tevazu ve hoşgörüsünü hiç kimseden esirgemezdi. Güneş nasıl ki, Allah'a inananın da, inanmayanın da üzerine doğarsa, Peygamberimizin (asm) dünyayı kaplayan şefkati de küçük-büyük, gençi-htiyar, müslim-gayri müslim herkese aynı şekilde yayılırdı.
* * *
Peygamberimiz'in (asm) Beşeri Özellikleri
Cenab-ı Hak, Resul-i Ekremi (a.s.m.) insanlara bir peygamber, bir örnek ve bir muallim, öğretmen olarak göndermiştir. Ümmetinin her hususta tek rehberidir. Bütün Müslümanlar onu hal ve hareketlerinde örnek alırlar. Nitekim âyet-i kerimede bu hakikata işaret edilmektedir:
"And olsun ki, Resulullah'ta sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için çok mükemmel bir örnek vardır." 1
Resulullah Efendimizin (asm) bu hususiyetinden dolayı bütün hal ve hareketleri mucizevî olmamıştır. Cenab-ı Hak onu insan suretinde göndermiştir. İnsanlar içtimaî hayatındaki hal ve tavırlarını ondan öğrenirler. Ona bakarak yaparlar. Dünyevî ve uhrevî saadetlerini ancak onu örnek almakla kazanabilirler. Çünkü her cihetiyle rehberdir. İnsan suretinde değil de, melek suretinde gönderilmiş olsaydı, insanlar onu nasıl örnek alırlardı? O ümmetine nasıl rehber olabilirdi?
Yemek ve içmek, zarurî ihtiyaçlarını gidermekten, günlük yapılması gereken ibadetlere kadar her hususta Resul-i Ekremi (asm) örnek alırlar. Hz. Peygamber (a.s.m.) hayatının her safhasında harikulade olsaydı, meselâ yemeden içmeden yaşasaydı, gerçek mânâda ümmeti onu örnek alamazdı. Diğer taraftan her cihetle hârika olsa, bütün halleriyle mucize gösterseydi, bu defa imtihan sırrı bozulur, herkes onu tasdik etmeye mecbur olurdu. Böyle bir durumda Hz. Ebû Bekir (ra) ile Ebû Cehil arasında bir fark kalmazdı.
İşte bu hakikati idrak etmeyen kimseler Resulullah (asm)'ı sadece maddî cihetiyle nazara verdiklerinden onun yüce şahsiyetini göremiyorlar.
Evet, Resul-i Ekremin (a.s.m.) yaşayışı ve vasıfları siyer kitaplarında bütün teferruatıyla açıklanmıştır. Fakat siyer kitaplarında açıklanan cihetler onun beşeriyet yönüne bakar. O cihetle o da diğer insanlar gibi üşümüş, diğer insanlar gibi hastalanmış, diğer insanlar gibi harbe katılmış, hattâ yaralanmıştır. Bunlar anlatılırken, dâima manevî yüksek mertebesiyle beraber anlatılmalıdır.
Bediüzzaman'ın ifadesi ile;
"Her gün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemâlâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidat ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Halik-ı Kâinatın tercümanı ve sevgilisi olan o Zat-ı mübarekin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemâlâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz."2
İşte Peygamberimizin (a.s.m.) hayatı ve mübarek sureti anlatılırken dâima bu manevî cihetleri de nazara verilmelidir. Yoksa sadece beşerî tarafını nazara vermek kâfi değildir. Peygamber Efendimiz (asm) düşünüldüğü zaman iki cihetiyle mütalaa edilmelidir. Onun beşerî mahiyeti ile birlikte, hakiki mahiyeti, risalet ciheti, nuranî ve manevî şahsiyeti de düşünülmelidir.
Resulullah (asm)'ın beşerî mahiyetinden böylesine kudsî, böylesine yüce manevî bir şahsiyetin çıkmasını ve maddî şahsiyeti ile beraber bu manevî şahsiyetinin de mütalaa edilmesi gerektiğini Bediüzzaman güzel bir misalle açıklamakta; tavus kuşunu misal olarak vermektedir. Tavus kuşunun yumurtasına hararet verilir, o yumurtadan bir tavus civcivi çıkar. Daha sonra bu civciv mükemmel, her tarafı kudret eliyle yazılmış, süslenmiş bir tavus kuşu olur. Gittikçe büyür, güzelleşir.
Tavus kuşu ile yumurta arasında bir münasebet kurulduğunda, insan başını o âdi yumurtadan kaldırıp o güzel tavus kuşuna bakmalıdır. O gözle dikkat etmelidir. Aksi takdirde böyle bir yumurtadan böyle hârika güzel bir kuşun çıkmasına aklı bir türlü inanmayacaktır. Hele o kuşun vasıflarını, özelliklerini, rengârenk oluşunu bir türlü kabul edemeyecektir. Fakat yumurta ile beraber kuşu da nazara alırsa inkâr edemeyecek, kuşun hakiki mahiyetini rahatlıkla kabul edecektir.
Evet, bu misalde olduğu gibi;
"Resulullahın (a.s.m.) beşerî tarafı o çekirdek gibidir. Risalet vazifesi ile güneş gibi parlayan manevî ciheti ise Cennetteki tayr-ı hümâyûn (Cennette bir çeşit güzel kuş) gibidir... Onun için çarşı içinde bir bedevî ile niza eden o zâtı düşündüğü vakit; Refref e binip, Cebrail'i arkada bırakıp, kâbe kavseyne koşup giden zât-ı nurânisine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak."3
O halde Peygamberimizin (a.s.m:) bazı ahvalini, bilhassa insanî taraflarını ümmetine her yönüyle imam ve rehber olması cihetine hamledip, onlarla beraber devamlı o yüce şahsiyetini, manevî mertebesini beraber mütalâa etmek gerekir.
Dipnotlr:
1. Ahzap, 33/21.
2. Mektubat, 89.
3. a.g.e. 90.
(Mehmed Paksu, Meseleler ve Çözümleri - 1)
İlave bilgi için tıklayınız:
HÂTEMÜ'L-ENBİYÂ
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m) hasaisi/ayrıcalıklı özellikleri nelerdir?
56
Peygamberimiz'in diğer peygamberlerden bir farkı var mıdır?
1. Allah’ın İnsanlara gönderdiği bütün peygamberlere iman etmemiz gerekir. Onlar insanlığın iftihar vesilesi ve önderleridir.
Bütün peygamberler insanlığın en üstün ve en faziletlileri olmakla beraber, kendi aralarında derece ve mertebe farkı olabilir. Nitekim,
“Peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık.” (Bakara, 2/253; İsra, 17/21, 55)
ayetleri onların kendi aralarında üstünlük olabileceğine işaret eder.
Ayrıca,
“Seni alemlere ancak rahmet olarak gönderdik.”(Enbiya, 21/107)
ayeti, bütün mevcudatın rahmet sebebinin Peygamber Efendimiz (s.a.s.) olduğunu göstermektedir.
2. Kur’ân, Resûlullah’ın (s.a.s.) özellikle bir beşer olduğu üzerinde durarak, onun bu yönünü nazara verir ve ona şöyle demesini emreder:
“De ki: Ben de sizin gibi bir insanım. Yalnız bana şu vahyolunuyor: Sizin İlahınız, sadece bir tek İlahtır. O halde Ona yönelerek doğru yolda yürüyün, Ondan mağfiret dileyin. Ona eş, ortak uyduranların vay haline!” (Fussilet, 41/6)
Allah Resûlü (s.a.s.) bir beşerdir. Onun ümmetinden hiçbir fert, onun bu vasfını inkâr etmemiş ve daha önceki toplumların kendi peygamberleriyle ilgili düştükleri yanılgıya düşmemişlerdir. Ancak değişik âyetlerde vurgulanan, “Ben de bir beşerim.” sözü ne gibi anlam ve hikmetler ifade etmektedir?
“Ben de bir beşerim.” sözü, Resûlullah’ın (s.a.s.) diğer insanlar gibi beşeri ihtiyaçlarının olduğu, teklife muhataplığı, ölümlü oluşu, Allah bildirmedikçe gaybı bilemeyeceği, güç ve kuvvetinin sınırlılığı gibi hususları içermektedir. Aksine bu sözün Resûlullah’ın da (s.a.s.) diğer insanlar gibi -haşa- yalan söyleyebileceği, günah işleyebileceği veya normal insanlar gibi her türlü kötü davranışı yapabileceği şeklinde anlaşılması, peygamberlerde bulunması gerekli olan, doğruluk, emanet, tebliğ, fetânet ve ismet gibi üstün peygamberlik sıfatlarıyla tenakuz teşkil eder.
Allah Teâlâ, insanlar arasından bazısını husûsî bir görev için seçmiştir. Bunlar, Allah’tan alacakları mesajları, eksiksiz ve kusursuz olarak insanlara ulaştıracak olan peygamberlerdir. Bu önemli işi yüklenecek olan kimselerin, elbette bazı fevkalade özelliklerinin olması kaçınılmazdır. Kur’ân’ın pek çok âyetinde, onların Allah tarafından övüldüğüne şâhit oluruz. Onlar, Allah’ın gözetimi altında, en güzel özelliklere sâhip, akıl ve ahlâk yönüyle seçkin ve emânete karşı son derece saygılı kimselerdir. Onların farklı bazı özelliklerinin olması da yadırganmamalıdır. Birer insan olduklarını söylediğimiz peygamberlerin, kendilerine has bazı sıfatları vardır. Bu sıfatlarla onlar, normal insanlardan seçilip ayrılırlar. Allah’ın kendilerini bu kutsal göreve seçmeden önceki yaşayışları, diğer insanlarınkinden farklıdır. Ahlaki değerleri zirvede temsil eden bu üstün donanımlı insanlar hırsızlık, yalancılık, dolandırıcılık, putlara tapma, ahlâk dışı davranışlardan ve benzeri şeylerden fersah fersah uzak kalmışlardır. Eğer ahlâkî yönden düşüklük sayılan bir şeyi peygamberlikten önceki hayatlarında yapmış olsalardı, peygamber olduktan sonra, insanları onlardan sakındırmaları güç olurdu. Sözleri muhataplarına tesir etmezdi.
Cenab-ı Allah, Yüce Beyan’da, insanlara elçi olarak gönderdiği peygamberlerin değişik üstünlük ve faziletlerini bildirmenin yanında, onların birbirlerine olan üstünlüklerine de işaret etmektedir. Nitekim şu âyet bu hakikati haber vermektedir:
“İşte şimdiye kadar zikrettiğimiz resûllerden kimini kimine üstün kıldık. Allah onlardan bazısına hitap buyurdu, bazısını birçok derecelerle yükseltti.” (Bakara, 2/253)
Kâinâtın Yüce Yaratıcısı, sâhibi ve mâliki, elbette bilerek yapıyor, hikmetle tasarruf ediyor, her tarafı görerek düzenliyor, her şeyi bilerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, faydaları irâde ediyor. Mâdem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Mâdem konuşacak, elbette fikir ve şuur sahibiyle, konuşmasını bilenlerle konuşacak. Mâdem fikir sahibiyle konuşacak, elbette şuurluların içinde en şuurlu olan insan nev’iyle konuşacaktır. Mâdem insan nev’i ile konuşacak, elbette insanlar içinde hitap kâbiliyeti bulunan ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Mâdem en mükemmel, istidâdı en yüksek, ahlâkı yüce ve insanlığa rehber olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta, en âli ahlâkta ve insanlığın beşte biri ona tabi olmuş, yeryüzünün yarısı onun mânevî hükmünün altına girmiş, istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin dört yüz sene ışıklanmış, beşerin nuranî kısmı ve müminleri mütemadiyen günde beş defa onunla biat yenileyip rahmet ve saadet duası edip, ona övgü ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; Resûl yapacak ve yapmış; insan nevine rehber yapacak ve yapmıştır.
3. Hz. Muhammed (s.a.s.) Beşeriyeti:(1)
a. Üstün Donanımlı Bir Beşer
Hz. Muhammed (s.a.s.) beşerdir, ama fevkalade donanımlı seçkin bir beşerdir. Onun bu seçkinliği, Yüce Yaratıcı tarafından tescillenmiş ve bizlere bildirilmiştir. Hayatına genel olarak bakıldığında hemen ilk safhada onun, Yüce Yaratıcı’nın vahyi kontrolünde hareket ettiği, vazifesi karşılığında en küçük maddi bir beklenti içinde olmadığı, son derece samimi olduğu, insanları Allah’ın varlığı ve birliğine çağırdığı, hedef ve gayesinin son derece açık olduğu görülür.
Yine hayatına bakıldığında, söz ve davranışlarında son derece doğruluğu, emanet noktasında zirvede oluşu, üzerine yüklenen kudsi görevi yerine getirmedeki titizliği, ortaya çıkan karmaşık meseleleri son derece rahat, kolay ve herkes tarafından benimsenen bir şekilde çözüme kavuşturması ve masumiyeti hemen görülen hususlardır.
O, her peygamber gibi vahiy almış, peygamberliğinin delili olması açısından herkesi ilgilendiren açık ve büyük mucizelere mazhar olmuştur. Kendisine Kur’ân gibi evrensel ve her türlü tahriften korunmuş bir Kitap verilmiş, Fil ashabının kuşları onun ve ümmetinin kıblesi olacak Ka’be’yi koruma altına almış, göğsü şerhedilmiş, beşerin idrak sınırını aşacak mahiyetteki İsra-Mi’rac gibi öteler ötesi kudsi bir yolcuğu, bütün bir insanlık adına yapmış, peygamberliğinin bir delili olarak ay ikiye yarılmış ve semanın kapıları şeytanlara kapatılarak insanların bu noktadan aldatılmalarının önü kesilmiştir.
Yaşadığı hayatın her safhası, seçilmişliğinin ve ulaşılmazlığının ayrı bir yönünü meydana getirmiş, şakalarında bile yalanın en küçüğü onun semtine uğramamış, dünyaya teşriflerinden vefat anına kadar başına gelen pek çok sıkıntı, eziyet ve musibet karşısında, olağan üstü bir sabır göstermiş, kendisine, yakınlarına ve dostlarına yapılan sayısız insanlık dışı davranışlar karşısında beşer üstü bir af ve müsamaha örneği sergilemiş, içine bütün insanları hatta hayvanları dahi alacak genişlikteki merhametiyle, etrafındaki dost-düşman herkesin dikkatini çekmiş, bir beşer olarak her şeye ulaşması ve elde etmesi mümkün iken, son derece mütevazi ve sade bir hayat yaşamış, yaptığı işlerde en küçük bir beklenti içinde olmamış, sıkıştırıldığı ve tek başına kaldığı zamanlarda bile asla bir yılgınlık ve ümitsizlik emaresi göstermemiş, Allah’a kulluk noktasında herkesten daha ileri ve derin olmuş... Hasılı güzel ahlak dediğimiz her davranışı en zirve noktada temsil etmiş ideal bir örnektir.
b. Korunmuş
Cenab-ı Hak bu şerefli elçisini, günahlardan koruyup, lekesiz ve eksiksiz bir varlık olduğunu dilediği gibi, onu aynı zamanda insanlardan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı da korumuştur. Ölümle yüz yüze geldiği ve artık kaçışın mümkün olmadığı pek çok tehlikeli noktada Onu muhafaza etmiş ve düşmanın başvurduğu her türlü komployu bertaraf etmiştir.
Günümüz dünyasının muhtaç olduğu gerçek barış ve farklılıklarla beraber yaşama örneğini en açık bir şekilde yaşayarak göstermiş, aynı şehri, farklı din ve inanç sahipleriyle paylaşmıştır.
c. Risaleti Evrensel
Evet o, son peygamberdir. Nübüvveti, bir ülke ya da belirli bir zamanı değil, bütün zaman ve mekanları içine alan evrensel bir nübüvvettir. Hatta cinlerin de peygamberidir.
Erişilmez yüce şahsiyeti karşısında, sadece ona inananlar değil, başkaları da hayranlıklarını gizleyememiş, semanın yere bu değerli armağanı karşısında temenna durmuşlardır. Mesela Michael Hart kaleme aldığı “Yüz Ebedî Şahsiyet” adlı eserinde, Onu birinci sıraya yerleştirmiş, Alman Büyük Devlet Adamı Bismarc O’na olan hayranlığını:
“Sana muasır bir vücut olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed!”
sözleriyle dile getirmiş ve 1927’deki Uluslararası Hukuk Kongresi, O’na olan medyuniyetlerini, sonuç beyanamelerine ekledikleri:
“Beşeriyet, Hz. Muhammed’le iftihar eder. Çünkü O Zât, ümmî olmasıyla beraber, on üç asır evvel öyle bir hukuk sistemi getirmiştir ki, biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatına yetişsek mesud ve bahtiyar oluruz.”
ifadeleriyle ortaya koymuşlardır.
4. Üstün Özellikleri
Hem hadis ve hem de Kur’ân-ı Kerîm’de hasais dediğimiz sadece ona has özellikler mevcuttur. Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz:
O, bir insan olmanın yanında aynı zamanda son peygamberdir,(Ahzâb, 33/40), risâleti evrenseldir,(A’râf, 7/158; Enbiyâ, 21/107...) risâleti cinleri de kapsamaktadır,(Ahkâf, 46/29; Cin, 72/1-13) , hanımları mü’minlerin anneleridir, (Ahzâb, 33/6), geçmiş-gelecek günahları affedilmiştir, (Fetih, 48/1-2), kendisine inanılması noktasında peygamberlerden söz alınmıştır, (Âl-i İmrân, 3/81), kendisine Kevser’in verildiği müjdelenmiştir,(Kevser, 108/1), ganimetler helal kılınmıştır,(Enfâl, 8/1), âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir,(Enbiyâ, 21/107), onun özellikleri Ehl-i kitap tarafından bilinmektedir,(Bakara, 2/89,146), getirdiği dinin korunması teminatını verilmiştir,(Tevbe, 9/33), İsrâ ve Mi’rac Ona hastır,(İsrâ, 17/1; Necm, 53/1-18), çeşitli zamanlarda melekler bizzat yardım etmiştir,(Âl-i İmrân, 3/13, 122-123), kendisine itaat aynı zamanda Allah’a itaat anlamına gelmektedir,(Nisâ, 4/80), âhirette şehadet ve şefaat-ı uzmâ hakkı verilmiştir,(Bakara, 2/143), Makâm-ı Mahmûd’la taçlanmıştır,(İsrâ, 17/79), ümmeti, ümmetlerin en hayırlısı kılınmıştır,(Âl-i İmrân, 3/110), hayatına ve beldesine yemin edilmiştir,(Hicr, 15/72; Beled, 90/1-2) , kendisine ve ümmetine, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi lutfedilmiştir.(Kadr, 97/1-5)
5. Mu’cizeleri
Kâinatın Efendisi bir insandır. Ancak parmak işaretiyle ayın yarıldığı, avucundaki çakıl taşlarının dile geldiği, ağaçların yerinden sökülüp yanına gelerek: “Selam sana ey Allah’ın Resûlü!” dedikleri, bir iki avuç hurmayla üç yüz kişinin doymasına vesile olan, bir kadeh sütün elinde bereketlenmesiyle onlarca kimseyi doyuran, parmaklarını küçük bir kabın içerisine batırdığında ellerinden çeşme gibi suların aktığı ve üç yüz insanın rahatlıkla abdestini aldığı, bir zamanlar üzerinde hutbe okuyup, kendisine minber yapıldıktan sonra ayrıldığı kuru kütüğün bütün bir cemaat tarafından duyulacak kadar ağladığı, gezerken ağaçların ve taşların selam verdiği, ağrıdan kıvranan Hz. Ali (ra)’ye dokunmak suretiyle ağrılarını giderip bir daha böyle bir ağrı görmemesine vesile olan şifalar saçan, dilsiz çocukların yanına geldiğinde aniden dillerinin çözülerek "Sen Allah’ın Resûlüsün" dedikleri bir insandır. Dokunmasıyla acı suların tatlandığı, kurt ve arslan gibi yırtıcı ve vahşi hayvanların dahi tanıyıp itaat ettiği bir insan…
Hem Efendimizin (s.a.s.) hem de diğer peygamberlerin biz ancak beşeriz demeleri, kavimlerinin kendilerinden olağanüstü durumlar istemeleri karşısında söylenmiştir. Resûlullah’ın (s.a.s.) beşer olmasıyla ilgili âyetlerin gerek nüzûl sebepleri gerekse geçtikleri yerlerdeki siyak-sibaklarına baktığımızda şunu görürüz. Müşrikler ondan beşerüstü bir takım isteklerde bulunmaktadırlar. Nitekim Mekke’de yaşayan Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Ebu Cehil, Velid b. Muğire gibi kâfirler bir gün bir araya toplanarak Rasulullah’ı (s.a.s.) yanlarına davet ettiler ve ondan, yerden pınarlar fışkırtmasını veya nehirler akıtmasını yahut göğü parça parça edip üzerlerine düşürmesini veya Allah’ı ve Melekleri göstererek, peygamberliğinin doğru olduğunu ispatlamasını istediler. İşte bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu:
“Ve 'Biz' dediler; 'Sana asla inanmayacağız. Ta ki yerden bir pınar akıtasın. Yahut senin hurma ve üzüm bağların olsun da aralarından gürül gürül ırmaklar akıtasın. Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü parçalayıp üzerimize kısım kısım düşüresin ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getiresin de onlar senin söylediklerine şahitlik etsinler. Yok, yok! Bu da yetmez, senin altından bir evin olmalı yahut göğe çıkmalısın. Ama unutma! Sen bize oradan dönerken okuyacağımız bir kitap indirmedikçe yine de senin oraya çıktığına inanmayız ha!' De ki: 'Fe Sübhanallah! Ben sadece elçi olan bir insandan başka bir şey miyim?'” (İsrâ, 17/90-93)
ayetleri nazil oldu.
Bu âyetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Resûlullah’ın (s.a.s.) bir beşer olmasına vurgu yapılmasındaki amaç, Uluhiyete has olan şeylerin O’ndan istenmesidir. Diğer bir ifadeyle O’nun zor durumda bırakılması için, beşer kudretinin ötesindeki icraatların ondan beklenmesidir. Halbuki O bir beşerdir. Beşerin ilah olması imkansızdır. İşte bu imkansızlığı açıkça belirtmek için, beşeriliği ön plana çıkartılmıştır.
Zaten o hiçbir zaman Allah’ın hazineleri benim yanımdadır dememiş, melek olduğunu iddia etmemiş, gaybın bilgisine muttali olduğunu söylememiş, ancak kendisinin vahiy alan bir elçi olduğunu bildirmiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- "Nur-u Muhammedî" ne demektir?
- Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m)'in Hasaisi / Ayrıcalıklı özellikleri hakkında bilgi verir misiniz?
57
Peygamberimiz hayatında temizlik olarak neler yapmış, neler tavsiye etmiştir?
Peygamberimiz (asm) döneminde sabun gibi temizlik maddeleri olmayabilir. Ancak temizlik için çeşitli maddeler kullanılmıştır.
İslâm Dini, taharete yani temizliğe özel bir önem vermiştir. Tahâret lügatta; pislikleri terk etme ve onlardan uzak durma mânâsına gelir. Istılahî anlamı ise; namaza engel olan hades (mânevî kir) ve necâsetten (maddî kir) temizlenme demektir.
Taharet, namazla olan ilgisinden dolayı İslâm Dini’nde özel bir ehemmiyet kazanır. Tahâret kelimesi, değişik şekilleriyle Kur’ân-ı Kerim’de otuz bir yerde geçmektedir. Pisliklerden temizlenme, yaklaşık olarak bunların yarısını teşkil etmektedir. Meselâ;
“...ve elbiseni temizle.” (Müddessir, 74/4);
“... Âdet hâlinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Allah, tövbe edenleri ve temizlenenleri sever.”(Bakara, 2/222);
“Eğer cünüp iseniz, tam temizlenin (gusül abdesti alın.)” (Mâide, 5/6);
Hz. Peygamber (asm)’in sözleri arasında da temizlikle ilgili pek çok beyanlarını görebiliriz. Meselâ bunlardan bir tanesi;
“Temizlik, imanın yarısıdır.” (Müslim, Taharet 1).
Kur’ân-ı Kerim’de temizlikten bahsedilen yerlerde, sadece maddî pisliklerden temizlenme mânâsı kastedilmemiştir. Aynı zamanda;
a. kalp temizliği mânâsındaki temizlikten şöyle bahsedilmiştir:
“... bu hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbleri için daha temizdir.” (Ahzâb, 33/53);
b. Fuhuş ve zinadan temizlik:
“... Lût âilesini şehrinizden çıkarın. Çünkü onlar, temiz kalmak isteyen (zina ve fuhuş yapmayan) kimselerdir.” (Neml, 27/56);
c. Malın haramla kirlenmemesi için temizlik:
“Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin ve yücelteceğin bir sadaka al.” (Tevbe, 9/103),
d. Putlara tapma ve yalan pisliğinden temizlik:
“Ey peygamber! Ağızlarıyla 'inandık' dedikleri hâlde, kalpleri inanmamış olanlardan küfürde yarış edenler seni üzmesin. Yahûdiler arasında da yalana kulak veren, sana gelmemiş olan bir kavme kulak verenler vardır. Kelimeleri konuldukları yerlerden çıkarıp tahrif ederler. ‘Eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının!’ derler. Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah’a karşı hiç bir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için âhirette de büyük bir azap vardır.” (Mâide, 5/41)
gibi âyetlerde temizlikten de bahsedilmiştir.
Ayrıca tahâret kelimesi; bütün bedenin, elbisenin, mekânın ve suyun temizliğini de ihtiva etmektedir.
Beden Temizliği
İslâm dini, temizliği imanın (kemal) şartlarından biri kılmıştır. İbadetlerin kabul edilmesinin ilk şartı, maddî ve mânevî temizlik olduğu gibi, imanda kemalin şartı da temizliktir. Hz. Peygamber (asm) bir hadîslerinde “Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, taharet 1) buyururlar. Burada ehemmiyeti belirtilen temizlik mutlaktır. Yani hem maddî, hem mânevî temizlikler buna dahildir (Canan, 66).
Beden temizliği de ikiye ayrılır: Necâsetten tahâret (maddî temizlik), hadesten tahâret (mânevî temizlik).
Hadesten temizlik de büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır.
a. Büyük hades, guslü gerektiren cünüplük:
“Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz. Yolculuk dışında, cünüp iken de yıkanıncaya kadar (namaza yaklaşmayın.” (Nisâ, 4/43);
Hayz (kadınların aybaşı hâli) ve nifâs:
“Sana âdet görmeden soruyorlar. De ki: ‘O eziyettir.’ Âdet hâlinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.” (Bakara, 2/222)
b. Küçük hades ise; namaz için alınan abdesti gerektiren bevletme, büyük tuvaletini yapma ve abdesti bozan diğer şeylerdir. Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadîsi şerifte, Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuşlardır:
“Allah, sizden birinizin, tekrar abdest alana kadar bozulmuş abdest ile kıldığı namazı kabul etmez.” (Buhari, Hiyel 2)
Necâset ise, insanın bedenine, elbisesine ve namaz kılacağı yere bulaşan maddî pislik demektir. Âlimlerin çoğuna göre, namazın sıhhatli olabilmesi için bu pisliğin giderilmesi şarttır.
Tıbbî yönden baktığımızda istincânın (idrar ve büyük abdestten sonraki temizlik) beden temizliğinde çok büyük bir rolü vardır. İdrar ve büyük abdestten sonraki temizlik sıhhî açıdan çok önemlidir. Meselâ idrar, zehirli bir çok kimyevî madde ihtiva etmektedir. Ayrıca içinde mikroplar da bulunmaktadır.
Büyük abdest pisliği ise; bunun bir gramında milyonlarca mikrop vardır. Bu pisliğin içinde tifo ve dizanteri mikropları da bulunmaktadır. Manchester Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okutulan derslerde ispat edildiğine göre bu mikroplar, tuvalet kağıdı ile temizlik yapılırken sekiz kat kağıttan geçip insanın elini pisletmektedir. Dolayısıyla, tuvaletteki temizlik için en ideal olan sudur.
İslâm’ın temizlik hususundaki emir ve hükümlerini araştıran bir kimse, bunların arkasında sıhhî yönden büyük faydaların olduğunu görecektir. Meselâ istincâ: İslâm, istincâda sağ elin kullanılmasını yasaklamıştır. Çünkü sağ el ile yemek yenir. Böylece sağ elin pisliklere teması önlenir ve mikroplara karşı hijyenik durum sağlanır.
Peygamber Efendimiz (asm)'imn, sağ elini; yemek yerken ve içerken, bir şey alıp verirken kullandığı, sol elini ise; bunun dışında kalan yerlerde kullandığı rivâyet edilmiştir.
Bir günde her namaz için abdestin emredilmesi ve abdest uzuvlarının tekrar tekrar yıkanmasının istenmesi, insan vücudunun açıkta kalan ve mikroplarla en çok kirlenen yerlerinin temizlenmesine vesile olur. Mikrobiyoloji uzmanları, insanın açıkta olan cildinin 1 cm2’sinde 5.000.000 kadar mikrobun bulunduğunu isbat etmişlerdir. Mikropların süratli bir şekilde çoğaldığı da bilinen bir gerçektir. Bundan kurtulmak için de, cildin tekrar tekrar yıkanmasından başka çare yoktur.
Doktorlar cildin, insan vücudunda en büyük uzuv olduğunu kabul etmektedirler. Normal bir insanın cildi, yaklaşık olarak 2 m2’dir. Bir insan cildi üzerinde bulunan muhtelif (yararlı ve zararlı) mikropların sayısı, Vindoff’un “Skin and Veneral Diseases” adlı kitabında söylediğine göre yer yüzündeki canlıların hepsinin sayısından daha fazladır. Yine bu bilgine göre, bir defa banyo yapmakla bu mikroplardan (özellikle zararlı olanlarından) 200.000.000 izâle edilmektedir. Bu zararlı mikroplar durmadan çoğalmaktadır. Öyleyse bunları, sürekli ve intizamlı bir surette yok ederek sayısını azaltmalıdır. Bu hususta Peygamber Efendimiz (asm) ne güzel buyurmuşlardır:
“Her Müslümanın haftada bir defa başını ve vücudunu yıkaması onun üzerinde bir haktır.” (Buhari, Cum’a 12; Müslim, Cum’a 9).
İslâm Müslüman’a, dişlerini ve arasında kalan yemek artıklarını da temizlemesini emretmektedir. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber (asm):
“İnsanın amellerini yazan, sağ ve solunda bulunup ve ondan hiç ayrılmayan iki meleğin en çok kızdıkları şey; amellerini yazmakla mükellef oldukları kimsenin dişlerinin arasında kalan artıkları temizlemeden namaz kılmasıdır.” buyurmuşlardır (Süyuti, 85).
Malûmdur ki, mazmaza (abdestte ağzı güzelce yıkamak), ağzı, gırtlağı ve diş etlerini iltihaplardan, dişleri de çürümekten korur. Dr. Mustafa Said es Suyûtî, "Mu’cizâtün fi’t Tıbbi li’n Nebiyyi’lArabî Muhammed (asm) adlı kitabında, Dr.Garzûzî’nin "Vikâyetü’l Esnân ve Sıhhatü’l Ebdân" adlı kitabından naklen şöyle diyor:
"İnsanların % 90’ı dişlerini kaybediyorlar. Eğer ağız temizliğine gerekli önemi verseydiler, zamanından önce dişlerini kaybetmezdiler. Ağız temizliği gerektiği gibi yapılmayınca, zarar sadece diş etlerine münhasır kalmıyor. Ağızda oluşan ve biriken zararlı maddeler, tükürük ve yiyeceklerle mideye geliyor. Kana karışarak bütün uzuvlara kadar gidiyor ve birçok hastalığa sebep oluyor.”
Doktorların verdiği bilgilere göre, ağızda korkunç sayıda çeşitli mikrop, bakteri, virüs ve asalak vardır. Bunların çeşitleri yüze yaklaşmaktadır. Bir lokmanın 1 mm2’sindeki mikropların sayısı ise milyonlarla ifade edilmektedir. Bu mikroplar, dişlerin üzerinde ve aralarında birikmiş yemek artıklarıyla beslenmektedir. Bunların gelişme ve çoğalmaları neticesinde ağızda zararlı ifrazatlar ve kötü kokular meydana gelmektedir. Bundan dolayı İslâm, misvak kullanmayı emretmiştir. Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuşlardır:
“Misvak kullanın, çünkü misvak, hem ağzı temizler, hem de Rabb’in rızâsını kazandırır.” (İbn Mâce, Tahâret 7);
"Mübârek zeytin ağacından yapılan misvak ne güzeldir. Misvakla hem ağız temiz olur, hem de dişler sararmaktan korunur. Zeytin ağacından yapılan misvak, benim ve benden önceki peygamberlerin misvağıdır.” (Heysemî, Mecmeu’z-Zevaid, 2: 100);
“Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir; hayâ (utanma duygusu), güzel koku kullanma, nikâh (evlenme) ve misvak kullanma.” (Tirmizi, Nikâh 1).
İslâm, istinşâk’a da teşvik etmiş ve ona, ağız temizliği gibi önem vermiştir. İstinşâk, burun temizliği demektir. Suyun buruna çekilmesi ve daha sonra çıkarılması; burunda birikmiş zararlı maddelerin ve mikropların dışarıya atılması ve burun kıllarının temizlenmesine vesîle olur.
Fıtrî Temizlik ve Vücut Temizliği
Vücut temizliğinin tam olabilmesi için Hz.Muhammed (asm) bir takım sıhhî talimât getirmiş, bunlara “fıtrî temizlik” adını vermiş ve bunlara uymamız gerektiğini bildirmiştir.
O’nun (asm), fıtrî temizlik hakkında şöyle dediği rivâyet edilir:
“Fıtrat beştir veya şu beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıklardaki kılları tıraş etmek, tırnakları kesmek, koltuk altı kılları yolmak ve bıyıkları kısaltmak.”(Buhari, libas 63).
Günümüzün tıp ilmi ise, bu sünnetlerin önemini bize daha yeni yeni söylemektedir.
1. Tırnakların kısaltılmaması, altlarında bir çok mikrobun ve kirin birikmesine sebep olmaktadır. Temiz olmayan tırnakların taşıyarak sebep olduğu bir çok hastalık vardır ki, meselâ ishâl, bağırsak iltihabı, göz iltihabı, bağırsak parazitlerinin bulaşması bunlardan sadece birkaçıdır.
2. Sünnet olmanın da birçok sıhhî faydası vardır. Sünnet olma, kişiyi zararlı olan yağlı ifrazâttan koruduğu gibi, mikropların gelişip çoğalması için uygun bir ortam olan sünnet derisinin kesilmesi, onların çoğalmasını da önleyecektir. Şu da kesin bilinen bir gerçektir ki, kocaları sünnetli olan Müslüman kadınlarda, diğerlerine göre rahim kanseri daha az görülmektedir.
3. Kasık kıllarının temizlenmesi/tıraş edilmesinde de büyük sıhhî faydalar vardır. Çünkü mikrop, bakteri ve benzeri bazı haşareler genellikle kasıklardaki kıllarda yaşarlar. Kasık kıllarını tıraş etme pek yaygın olmayan batıda her sene erkek ve kadınlardan büyük bir yekun değişik hastalıklara yakalanmaktadırlar.
4. Koltuk altları, insanın en çok terleyen yeri olduğundan, mikropların gelişmesi için en uygun olan yerlerdir. Mikropların çoğalması neticesinde kötü koku meydana gelir ve bu kötü koku etrafı rahatsız eder. Onun için koltuk altı kıllarını yolma (veya tıraş etme), bu mikropların büyük sayıda çoğalmasına engel olur.
5. Bıyıkları kısaltma da fıtrî sünnetlerdendir. Çünkü uzun bıyık, insanın yediği ve içtiği şeylerle devamlı pislenir, Onların pislenmesi de ağzın pislenmesine sebep olur.
Elbise Temizliği
İslâm’da çevre temizliği, kişinin giydiği elbisenin de temiz olmasını gerektirir. Müslüman toplumdaki bir fert, görünüşü güzel, tertipli ve temiz elbiseli olmalıdır. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey Âdemoğulları, her mescid için (namaz kılacağınız vakit, yatak ve namaza mani kiri bulunan iş elbisesi gibi, elbiseleri değil), güzel elbisenizi giyin.” (A’râf, 7/31).
Hz. Peygamber (asm), insanların görünüş ve elbise itibariyle en güzel olanıydı. Arkadaşlarını, elbise temizliğine dikkat etmeleri için teşvik ederdi. Bir gün, üzerinde kirli elbise bulunan bir adam gördü ve:
“Bu adam elbisesini yıkayacak bir şey bulamıyor mu?” (Ebû Dâvûd, Libas 14)
dedi. Hz. Peygamber (asm), bu sözüyle Müslümanları, bu adamın giydiği şekilde kirli elbise giymemeye davet ediyordu.
İslâm, elbise temizliğini her gün yapılan ve devam eden ibadetlerin sıhhati için şart kılmıştır. Bu durum da, insanı bilerek veya bilmeyerek elbiseye temas eden bütün pisliklerden devamlı olarak uzak durma hususunda dikkat ve teyakkuza teşvik etmektedir. Allah Teâlâ: “...ve elbiseni temizle.” (Müddessir, 74/4) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (asm) de:
“Kimin bir elbisesi varsa, onu temiz tutsun.”
buyurmuşlardır. Hz. Peygamber (asm), özellikle insanların birlikte oldukları cuma ve bayram namazları gibi yerlerde elbiselerin temiz olması gerektiğini bilhassa vurgulamaktadır.
Mekân Temizliği
Hz. Peygamber (asm), evlerin temizliğine de büyük önem vermişler ve şöyle buyurmuşlardır:
“Allah güzeldir ve güzeli sever, cömerttir ve cömerdi sever, kerîmdir ve kerîmi sever, temizdir ve temizi sever. Evlerinizin çevresini temizleyin...” (Tirmizî, Edeb 41)
Bu hadîsi şerifte Peygamber Efendimiz (asm) bizleri, evlerinin temizliğinde süprüntü ve fazlalıkları temizlemeyenlere benzemekten menetmişlerdir.
İslâm, evlerin ve çevrelerinin temizlenmesini emretmekle, daha pek çok faydanın yanısıra, âmmenin sıhhatini hedeflemiştir. Çünkü, ev ve evlerin çevrelerinde pislik birikirse, buralarda haşereler ve mikroplar rahat bir şekilde gelişir ve çoğalır. Ayrıca, etrafa bir çok hastalığa sebep olabilecek kötü kokular yayılır ve evler oturulamayacak bir hâle gelir.
Mekân temizliği denilince evlere ilâveten sokak, ibadethâne, toplantı yerleri vs. insanların devamlı veya arasıra bulunmak zorunda oldukları yerler de akla gelir.
İslâm, umumî bir şekilde yeryüzünün, kirlenmeden korunmasını ve temiz tutulmasını istemektedir. Özellikle üzerinde namaz kılınan yerin temiz olmasını şart koşmaktadır. Üzerindeki pislik hangi çeşit pislik olursa olsun temizlenmemiş bir yerde kılınan namaz makbul değildir.
Mekân temizliği konusunun içine, insanın içinde yaşayacağı ister ev olsun isterse çadır olsun mesken yeri seçimi de girer. Selefi sâlihîn, ev yapılacak yerin seçiminde şu şartların göz önünde bulundurulması üzerinde durmuştur:
1. Hastalıkların çok olduğu bir yer ve çevresi olmamalı.
2. Güneş ve havadan mahrum, rutubetli yerler olmamalı.
3. Yerin altında bir yer, (ağır ve zehirli gazların istilâ ettiği mahaller olmamalı).
4. Çok yüksekte şiddetli rüzgâra maruz yerlerde de olmamalı.
5. İhtiyaca göre odaları geniş olmalı.
6. Evin kendisi, kapıları ve pencereleri sağlam olmalı ki, zararlı haşerelerin, soğuk havanın ve akciğer veremi mikrobu gibi sıhhate zararlı mikroplar ihtiva eden tozların girmesine de engel olunsun.
Suların Temizliği
“Hayatı olan her şeyi sudan yaptık.” (Enbiyâ, 21/30)
âyetinde belirtildiği gibi su, hayatın aslı olduğundan, suyun pislenmeden korunması demek, esasen hayatın değişik şekilleriyle korunması demektir. İslâm Dini, bir çok emriyle suyun korunmasına önem verir ve pisliklerden sakınmaları konusunda insanları teşvik eder. Hz. Peygamber (asm) bu hususta buyurmuşlardır:
“Sizden birisi daha sonra yıkanacağı durgun suya bevletmesin.” (Buharî, Vüdû’ 28; Müslim, Tahâret 95)
İçine bevledilmiş durgun suda değişik hastalıklara sebep olacak mikroplar bulunduğundan, buralarda yıkanmak doğru değildir. Aynı şekilde Hz. Peygamber (asm):
“Akan suya bevletmekten de nehyetmiştir.” (Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, I/224).
Peygamberimiz (asm)’in akar suya bevletmeyi yasaklamasının önemli bir sebebi, suyun, idrarda bulunan bir takım mikroplardan korunmasıdır. Başka bir hadîsi şeriflerinde de:
“Lânetlenmeye sebep olan şu üç şeyden sakının; suya, (insanların oturacağı) gölgeliğe ve insanların gelip–geçtiği yola büyük abdest bozmak.” (Ebû Dâvûd, Tahâret 14).
Suya büyük abdest bozma, suda parazit, mikrop, bakteri ve kötü kokuların oluşmasına sebep olur. Bu zararlı şeyler, bu akarsudaki ve onun birleştiği denizlerdeki balık ve diğer canlılara da menfî tesir eder.
Netice itibariyle diyebiliriz ki, temizlik hususunda İslâm’ın getirdiği ve öğrettiği şeylere tâbi olmak, insan hayatının emniyetle devamının teminatıdır. Bu asırda İslâm’ın getirdiği şeyleri tatbik etmeye ne kadar da muhtacız. Özellikle her türlü kirliliğin, dünyanın dört bir tarafını sardığı ve çözümünün çok zor olduğu şu günlerde.
Hadîs kitapları dışındaki kaynaklar:
- Canan, İbrahim, İslâm’da Çevre Sağlığı, İstanbul, 1986.
- Suyutî, el–Habâik fi’l–Melâik.
58
Peygamberimiz ne zaman nebi oldu, ne zaman resul oldu?
Nebi, haber mânâsına “nebe” kökünden gelmiş olup, Allah tarafından kendisine nebilik ve bâzı İlâhî hükümler haber verilen zat demek olur.
“Resul” ise, Allah tarafından İlâhî hükümleri tebliğ etmek için gönderilen zat mânâsınadır.(1)
Kısacası, “resul”, kitap ve şeriat sahibi olduğu hâlde, “nebi”, kendinden evvelki peygamberin şeriatına dâvetle vazifelidir. Her resul nebidir, ama her nebi resul değildir.
Bu izahtan sonra, Peygamberimize (a.s.m.) vahyin nasıl geldiği hususuna da temas etmekte fayda vardır.
Resulullaha (a.s.m.) ilk vahiy sâdık rüya şeklinde gelmiştir. Gördüğü her rüya açıkça çıkıyordu. Ondan sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Bu sebeple zaman zaman Hira Mağarasına gidip orada Hz. İbrahim (a.s.)'in dini üzere ibadet etmeye başladı. Yine ibadet için Hira Mağarasına gitmişti. Allah’ın emriyle Cebrâil (a.s.) geldi ve Hz. Muhammed’e (a.s.m.) “Oku!..” dedi.
“Yaratan Rabbının adıyla oku! O Allah ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten kerîmler Kerîmidir. İnsana bilmediğini öğretmiştir.”(2)
Bunun üzerine heyecanlanan Resulullah (a.s.m.) eve giderek hanımı Hz. Hatice’ye (r.a.) “Beni örtün, beni örtün!..” dedi. Korkusu gidinceye kadar mübarek vücudunu sarıp örttüler.(3)
Böylece Resul-i Ekreme (a.s.m.) ilk vahiy gelmiş oldu. O zaman kırk yaşında idi. Bu vahiyden sonra bir müddet vahiy kesildi. Vahyin kesilmesinin ne kadar sürdüğü hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bu geçen zaman en az on beş gün, en çok üç senedir.(4)
Vahyin tekrar başlaması hususunda ise Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyururlar:
“Bir gün yürürken gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırınca Hira’da bana gelen meleği gördüm. Semâ ile yeryüzü arasında bir kürsü üzerinde oturmuştu. Çok korktum. Evime dönüp ‘Beni örtün, beni örtün’ dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Hak,
‘Ey örtüye bürünen Resûlüm! Kalk ve insanları Allah’ın azabından sakındır. Rabbini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Azap sebebi olacak günahlardan uzak dur.’(5)
meâlindeki âyetleri indirdi. Artık bir daha vahiy kesilmedi.”(6)
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hira’da gelen ilk vahiyle resul değil, nebi olmuştur. Çünkü henüz risaletle vazifelendirilmişti. Vahyin bir müddet kesilmesinden sonra ikinci defa gelmeye başlamasıyla da resul oldu.(7)
Demek ki, Resulullahın (a.s.m.) ilk defa nebi, sonra resul olması doğrudur. Ancak, nebiliği ile resullüğü arasında ne kadar zaman geçtiği hususu kesin olarak bilinmemektedir. Bu mevzuda çeşitli rivayetler vardır.(8)
Kaynaklar:
1. Hüseyin Cisrî. Risâle-i Hamidiyye, s. 524-531
2. Alak Sûresi, 1-5.
3. Müslim, iman; 73.
4. Tecrid Tercemesi, 2:13.
5. Müddessir Sûresi, 1-5.
6. Müslim, iman; 73.
7. Hak Dini Kur'ân Dili, 8:5944.
8. Zekâi Konrapa, Peygamberimiz, s. 72.
59
Peygamberimiz'in gençliğe verdiği önem hakkında bilgi verir misiniz?
Hz. Peygamber (asm)'in Gençliğe Verdiği Önem:
Çocuk ve genç, bir toplumun geleceğidir. Her toplum, kendi geleceğini garanti altına alacak, kendi değerlerini yükseltip, geliştirecek fertler yetiştirmeyi hedef edinir. Yeni yetişen nesiller ruh ve bedence sağlıklı, güçlü ve dinamik bir kişilik geliştirdikleri ölçüde, toplum da güç ve kuvvet kazanacaktır. Ayrıca, gençlerin eğitimine ve öğretimine çağın gelişen şartlarını da göz önünde bulundurarak önem veren milletler, daima yükselmişler ve dünyada söz sahibi olmuşlardır.
İslâm dini aynı zamanda bir eğitim sistemi, insanlar arası ilişkilerin temeli olan bir değerler ve davranışlar düzenidir. Bu konularda da en güzel örnek ve model, şüphesiz sevgili Peygamberimiz (asm) dir. Bir peygamber olduğu kadar, bir eğitimci, olgun ve örnek insan olarak, Onun çocuk ve gençlere yaklaşımını, onlarla olan ilişkilerini doğru bir şekilde öğrenip, bunların gerisinde yatan davranış prensiplerini kavradığımız ölçüde, kendi çocuk ve gençlerimize bunları yansıtma imkânı buluruz.
Hz. Peygamber (asm), İslâm toplumunun şekillenmesinde, İslâmî değerlerin yaşanmasında ve yayılmasında gençlere büyük görevler vermiştir. Onların cesaret ve enerjilerinden gereği gibi yararlanmak için, her şeyden önce gençlerin kendine güvenli, sağlam bir kişilik geliştirmelerine imkân sağlanmasının önemini çok iyi biliyordu. Peygamberimiz, sorumluluk gerektiren en yüksek görevlere hazırlanmalarını, gençliğin tabii hakkı ve toplum yararının bir gereği olarak görüyordu. Bundan dolayı gençlere özel ilgi gösteriyor ve onları sürekli teşvik ediyordu. O dönemde görev ve sorumluluklarının bilincinde olan kumandanlar, âlimler ve hakimler yetişmişse, bu ancak Hz. Peygamber (asm)'in yardımı, ilgisi ve teşviki sayesinde olmuştur.
Hz. Peygamber (asm), gençlerin ilim alanında yetişmesine büyük önem vermiştir. Zekâ ve kabiliyetine güvendiği gençlerin ilimde uzmanlaşmaları için bütün engelleri kaldırmış, başkalarına göstermediği müsamahayı gençlere göstermiştir. Nitekim Kur'an'la karıştırılabileceği endişesiyle herkese, hadislerin yazılmasını yasakladığı bir dönemde, genç olan Abdullah b. Amr b. As'a bu konuda özel izin vermiştir. Bu zatın en çok hadis bilen sahabelerin başında geldiği bilinmektedir.
Hz. Peygamber (asm), vahiy katiplerini genellikle gençler arasından seçmiştir. İslâm'a davet mektuplarını da gençlere yazdırmıştır. Bazı gençleri de, Süryanice ve İbranice gibi, o gün için çok ihtiyaç duyulan yabancı dilleri öğrenmeye teşvik etmiştir. Bu konuda, kendisiyle Yahudiler arasında elçilik yapmak üzere Zeyd b. Sabit'i görevlendirmiştir.
Yine O (asm), gençlerin fetva vermesine müsaade etmiştir. Kendisi henüz hayatta iken bulunduğu çevrede gençlerin fetva vermesine izin vermiş olması, Hz. Peygamber'in gençleri ilme nasıl teşvik ettiğinin açık bir göstergesidir. O'nun fetva vermelerine izin verdiği gençler arasında Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Mesud, Zeyd b. sabit, Muaz b. Cebel gibi isimler bulunuyordu.
Hz. Peygamber (asm), çoğu zaman gençleri açıkça övmek suretiyle, onları daha çok öğrenmeye teşvik ederdi. Şu olay buna güzel bir örnek olabilir:
Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel'i, Cened'e kadı ve öğretmen olarak gönderirken, kendisine bir dava getirildiği zaman neye göre hüküm vereceğini sorar. Muaz:
"Allah'ın kitabına göre hüküm veririm." der. Hz. Peygamber:
"Onda bir hüküm olmazsa neye göre verirsin?" diye sorar. Muaz:
"Rasûlüllah'ın sünnetine göre hüküm veririm." der. Hz. Peygamber:
"Eğer Rasûlüllah'ın sünnetinde de hüküm bulamazsan ne yaparsın?" deyince, Muaz:
"Kendi görüşüme göre hüküm veririm!.." der. Hz. Peygamber onun bu cevabından son derece memnun olur.(1)
Hz. Peygamber, o tarihte yirmi altı veya yirmi yedi yaşlarında olan Muaz b. Cebel hakkında: "Ümmetim içinde helal ve haramı en iyi bilen Muaz'dır." buyurmuştur. İlimde en yüksek dereceye ulaşmış olanların gençler olması, Hz. Peygamber'in bu olumlu yaklaşımından çokça pay aldığını ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber (asm), gençlerde zafer ümidi ve başarı sevinci gördüğü sürece, cesaretle görev üstlenip yerine getirmeye teşvik etmiştir. Çoğu yaşlı sahabelerden oluşan ordulara, gençleri komutan tayin etmiştir. Peygamberimizin aşıladığı önemli ilkeler sayesinde gençlik öyle bir seviyeye gelmiştir ki, en zor savaşlara katılmışlar ve düşmanla en ön safta çarpışmışlardır. Birçok savaşta sancağı, Hz. Peygamber'in bizzat kendisi gençlere vermiştir. Mesela; Tebük Savaşı'nda Beni Neccar Kabilesi'nin sancağını, henüz yirmi yaşlarında olan Zeyd b. Sabit'e vermiştir. Bedir Savaşı'nda yirmi veya yirmi bir yaşlarında olan Hz. Ali'yi sancaktar yapmıştır. Hayber'in Fethi esnasında da aynı şekilde Hz. Ali en önemli görevi üstlenmiştir. Hz. Peygamber, Kudaa Kabilesi üzerine göndermek üzere hazırladığı birliğin sancağını Üsame b. Zeyd'e vermiştir. Rivayete göre Üsame'nin yaşı henüz on sekiz idi. Bu birlik, arasında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde gibi önde gelen sahabelerin de yer aldığı kırk bin kişiden oluşuyordu. Sahabelerin bazıları, bu gencin kumandan tayin edilmesini hoş karşılamayınca, Hz. Peygamber onları uyararak, Üsame'yi övmüş ve desteklemiştir.
Gelişim özellikleri itibariyle gençlerde bazı aşırı eğilimlerin kendisini göstermesi, sıkça rastlanan bir durumdur. Hz. Peygamber (asm)'in çevresinde yer alan gençler içerisinde de aşırı eğilimleri olan kimselere rastlanıyordu. Dinî duyarlılıkları son derece güçlü olan bu genç insanlar, aşırı zühde varan dinî yorum ve uygulamalar içerisinde bulunuyorlardı. Hz. Peygamber, bunlarla yakından ilgilenmiş, onları kırıp gücendirmeden, anlayış ve hoşgörü içerisinde, bu tutumlarından vazgeçmeleri hususunda kendilerini uyarmıştır. Bu aşırı zühd eğilimi taşıyan gençler arasında, Abdullah b. Amr b. As, Osman b. Maz'un, Ebu'd-Derda, Hz. Ali gibi isimler meşhurdur. Kendilerini ibadete daha çok verebilmek için geceleri namaz kılıp, gündüzleri oruç tutmaya ve kadınlarını terketmeye azmeden bu gençlerin davranışlarını tasvip etmeyen Hz. Peygamber, onları kendi sünnetine uygun tarzda bir orta yolda yürümeleri konusunda uyarmıştır.(2)
Hz. Peygamber (asm), gençleri hür düşünmeye, faydalı şeylerden çekinmeden faydalanma ve sonucu ne olursa olsun doğru bildiğini cesaretle ifade etmeye yönlendirmiştir.
Bir başka gençlik sorunu ise, şüphesiz ki cinselliktir. Cinsiyet güdüsünün etkinliğinin zirveye ulaştığı bu çağda gençler, ya onu büsbütün inkâr etmek ve bastırmaya çalışmak suretiyle, ya da serbestçe bir tatmin arayışına yönelmek suretiyle etkisiz kılmaya yönelebilmektedirler. Hangi tarzda kendisini gösterirse göstersin, Hz. Peygamber (asm) gençlerin bu gibi sorunlarını ciddiye almış ve en uygun bir yolla çözmeye çalışmıştır.
Kureyş kabilesinden bir genç, Hz. Peygamber (asm)'in huzuruna gelerek:
"Ey Allah'ın elçisi, bana zina etmek için izin ver." dedi. Orada hazır bulunan bazı sahabe, gencin bu ifadelerini İslâm terbiyesine aykırı görerek:
"Sus! Sus!" diye genci azarlayıp üzerine yürüdüler. Hz. Peygamber son derece sâkin bir şekilde o gence:
"Yanıma gel otur." diye yer gösterdi. Sonra onunla sohbet etmeye başladı:
"Söyle bakayım; bir başkasının senin annenle zina etmesini ister misin?" diye sordu. Genç:
"Yoluna feda olayım, hayır, kesinlikle istemem." dedi. Peygamberimiz:
"Zaten hiç kimse annelerine böyle bir şey yapılmasını istemez." buyurdu. Hz. Peygamber sorusuna devamla:
"Bir başkasının senin kızınla zina etmesine razı olur musun?" diye sordu. Genç yine:
"Hayır, uğrunda öleyim ey Allah'ın elçisi, razı olmam." dedi. Hz. Peygamber:
"Öyleyse hiç kimse kızlarıyla zina edilmesine razı olmaz." buyurduktan sonra, kız kardeşiyle, halasıyla ve teyzesiyle zina edilmesine razı olup olmayacağını sordu. Genç hep:
"Yoluna feda olayım, hayır, istemem." diye cevap veriyordu. Artık hatasını anladığını görünce Hz. Peygamber elini bu gencin omzuna koyarak:
"Allah'ım! Bunun günahını affet, kalbini temizle ve uzuvlarını günah işlemekten koru!" diye dua etti. Hadisi rivayet eden sahabenin söylediğine göre, o genç böyle şeylerle bir daha ilgilenmedi.(3)
Gençlik deyince, sadece erkek çocuk akla gelmemelidir. Bir toplumda gençlerin yarısını genç kızlar oluşturur. İslâm'ı ilk kabul edenler arasında genç kızların ve kadınların önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber (asm)'in kız çocuklarına özel itina gösterdiği bilinmektedir.
Hz. Peygamber (asm), gençlerin, dinin en iyi gençlikte yaşanacağının bilincinde olmalarına işaret ederek; kıyamet gününde arşın gölgesinde mutlu olacaklar arasında, gönlü Allah'a bağlı, severek Allah'a ibadet eden gençleri de saymıştır.(4)
Gençlik, Allah'a şükrü gerektiren ve Allah tarafından insana bahşedilen çok önemli bir nimettir. Bu nimetin nasıl ve ne uğurda harcandığı konusunda herkesin sorguya çekileceğini Hz. Peygamber (asm) şu hadislerinde haber vermiştir:
"İnsanoğlu kıyamet gününde şunlardan sorulmadıkça ayağını yerinden kımıldatamaz: Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini hangi yolda harcadığı ..."(5)
Çocuklar ve gençler bir milletin ümididir. Yarınları kendine emanet edeceğimiz bu zinde güç, ne kadar iyi yetiştirilir, ne kadar dinine, vatanına, geleneklerine bağlı kılınırsa, istikbalden o derece emin olunabilir. Bir ölçüde bütün milletlerin ortak problemi olan bu konu, yalnız resmi kurum ve kuruluşların değil, aile ve millet olarak hepimizi ilgilendirecek kadar önemlidir. Belli dönemlerde çocuğunu, gencini manevî ve millî değerleri istikametinde terbiye etmeyen, eğitimden geçirmeyen bir millet, bunun doğuracağı problemleri çözmekte bir çok sıkıntılara katlanmak zorunda kalacaktır.
Gençliğin hem bedenen hem de rûhen eğitilmeye ve her türlü zararlı alışkanlıklardan korunmaya ihtiyacı vardır. Aile ve eğitim kurumları başta olmak üzere, medya kuruluşları ve toplum, bir hammadde durumunda olan gençliğin şekillenmesinde, kişilik kazanmasında üzerlerine düşeni zamanında yapmalıdırlar.
Gençliğin önemini kavrayarak, sahip olduğu enerji ve dinamizmi, Hz. Peygamber (asm)'in, yukarıda zikredilen, gençlere verdiği önemi ve yaklaşım metodunu da dikkate almak suretiyle, iyi bir eğitimle yönlendirmeli, onlara hedefler göstermeliyiz.
Satırlarımı Mehmet Akif ERSOY'un, gençlere öğüt mahiyetinde olan şu mısralarıyla bitirmek istiyorum.
Göreceksin ki, bu millette fazilet en uzun,
En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,
Bir mübarek suyu var, hiç kurumaz: "Din-i Mübin"
Hadisat etmesin oğlum, seni asla bedbin...
İki üç balta ayırmaz bizi mazimizden,
Ağacın kökleri madem ki derindir cidden.
Bu cihetten, hani hiç yılmasın, oğlum gözünüz,
Sade Garb'ın yalnız ilmine dönsün yüzünüz.
O çocuklarla beraber, gece gündüz didinin;
Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin.
Fen diyarında sızan namütenâhî pınarı,
Hem için, hem getirin yurda o nafi suları.
Aynı menbaları ihya için artık burada,
Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada.(6)
Dipnotlar:
1. Tirmizî, Ahkâm, 3, H. No:1357.
2. Buhârî, Nikah, 1.
3. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 256, 257; Doç. Dr. Ha yati HÖKELEKLİ, Hz. Peygamber'in Çocuk ve Gençlere Yaklaşımı (Tebliğ Metni), Hz. Muhammed ve Gençlik, T.D.V. Yayını, Ankara, 1995, s. 47-56.
4. bk. Buharî, Ezan, 36; Doç. Dr. İbrahim SARIÇAM, Hz. Peygamber'in Çağımıza Mesajları, T.D.V. Yayını, Ankara, 2000, s. 77-83.
5. Tirmizi, Kıyamet, 1.
6. M. Akif ERSOY, Safahat, İst. 1975, s. 442, 443.
60
Hz. Muhammed (asm) miraçta Allah’tan üç şey istediği söyleniyor, bu doğru mu?
Peygamberimiz (asm)'in Allah’tan istediği üç şeyi Miraç’ta değil başka zamanlarda vuku bulmuş bir husustur.
İlgili hadisin meali şöyledir: Hz. Peygamber (a.s.m) diyor ki;
“Ben Rabbimden üç şey istedim; istediklerimden ikisini verdi, birisini ise benden esirgedi: Rabbimden ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim; bu isteğimi yerine getireceğine dair söz verdi. Bir de kendisinden ümmetimi suda boğmakla helak etmemesini istedim, bu isteğimi de yerine getireceğine dair söz verdi. Sonra ümmetimin kendi aralarında kavga edip dövüşmelerine izin vermemesini istedim, bunu benden esirgedi.” (Müslim, Fiten, 20).
Miraç’ta ise “üç şey istedi” yerine “üç şey verildi” demek daha doğrudur. Abdullah b. Mesud anlatıyor:
“…Miraçta Hz. Peygamber (a.s.m)’e şu üç şey verildi: Beş vakit namaz verildi, Bakara Suresinin son kısmı (Amenerresul) verildi ve bu ümmetten Allah’a şirk koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı hususu (söz verildi).” (bk. Müslim, İman, 279).
Miraç vasıtasıyla insanlara ve meleklere yani, yer ve gök sekenelerine verilen mesaj ve yeryüzünün en kıymetli varlığı insana Resulullah (sas)'ın Rabbimizden getirdiği gök hediyelerini ve ilahi ikramları kısaca açıklamak uygun olacaktır.
Miraçtan getirilen ve hediye tabir ettiğimiz olgular, insanın dünya ve ahiretini yakından ilgilendirmektedir.
Birincisi: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün iman hakikatlerini gözleriyle gördü. Melekleri, Cenneti, âhireti, hattâ Cenab-ı Hakkın cemâlini gözleriyle müşahede etti. Sözlerinde ve vaadinde en küçük bir hilafı, aksi beyanı olmayan o yüce insan, mümin ruhlara manen şöyle diyordu: “Sizin inandığınız melekleri, âhireti, Rabbinizin Nur cemâlini bizzat gördüm; bu iman esasları vardır, mevcuttur; tereddüt ve şüphe etmeyiniz.” Böylece müminler sonsuz bir imana ermenin saadetine kavuştular.
İkincisi: İnsan her şeyi merak ediyor. Ayda hayat var mı, yok mu diye araştırıyor. Halbuki Ay O Ezelî Sultanın memleketinde ancak bir sinek kadar yer kaplıyor.
Mü'minler merak ediyorlar. “Rabbimiz bizden ne istiyor? Acaba ne yaparsak Rabbimiz bizden razı olur? Bir yolunu bulsak da doğrudan doğruya Rabbimizle muhatap olsak, bizden ne istiyor, anlasaydık.” derken, İki Cihan Serveri (asm) yetmiş bin perde arkasından ezel ve ebed Sultanının razı olacağı amelleri Miraç meyvesi olarak getirdi, beşere hediye etti. Bu hediye başta namaz olmak üzere İslâmın diğer esasları ve ibadetleridir.
Üçüncüsü: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam ebedî saadet definesinin anahtarını alıp getirmiş, cinlere ve insanlara hediye etmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) kendi gözüyle Cenneti görmüş, sonsuz saadetin varlığını müşahede etmiş ve bu büyük müjdeyi haber vermiştir. Öyle ki, bir adama idam edileceği anda affedilerek padişahın yakınında bir saray verilse ne kadar sevinir. Öyle de bütün cinler ve insanlar sayısınca toplu bir müjde olan bu sevinç ne kadar önemli ve değerlidir.
Dördüncüsü: Peygamber Efendimiz (asm) Miraçta Cenab-ı Hakk'ın cemalini görme nimetini tattı. Bu manevi nimetin cennette müminlere de nasip olacağı müjdesini verdi.
“Ayın on dördünü nasıl açıkça gözünüzle görüyorsanız, Rabbinizi de öyle cennette apaçık göreceksiniz.”
buyurarak bu ezelî müjdeyi bizlere hediye olarak getirdi.
Beşincisi: İnsan kâinatın en kıymetli bir meyvesi ve Kâinat Sahibinin en nazlı bir sevgilisi olduğu Miraçla anlaşıldı. Kâinata nisbetle küçük bir varlık, zayıf bir canlı olan insan, bu meyve ile öyle bir dereceye çıktı ki, bütün varlıklar üzerinde bir makam ve mevki kazandı. Çünkü rütbesiz bir askere, “Sen paşa oldun” dense ne kadar sevinir...
Öyle de âciz, fani, devamlı ayrılık ve zeval tokadını yiyen biçare insana birden, "Sonsuz ve baki bir cennette Rahman ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine gireceksin." dendiğinde, o insan ne kadar büyük bir mevki ve makama çıkar. Cennette hayal hızında, ruh genişliğinde, akıl akıcılığında, kalbin bütün arzularında Cenab-ı Hakk'ın ebedi mülkünde seyir ve seyahate erecektir. Cenab-ı Hakk'ın nur cemalini seyretme nimetini tadacaktır. Böyle bir insanın kalb ve ruhu ne kadar büyük bir sevince kavuşur değil mi? Miraçın bu meyvesi insanın en büyük arzu ve hedefidir.
Buna göre;
İman ile insan... Alay-ı illiyin dediğimiz maneviyatın ve yaradılışın en yüksek derecesine çıkıyor.
İman ile insan... Eşref-i Mahlûkat dediğimiz tüm yaratılanların en şereflisi rütbesine çıkıyor.
İman ile insan... Sahib-i Kâinat dediğimiz Rabbulaleminin direkt muhatabı olma makamına çıkıyor.
İman ile insan... Yeryüzünün halifesi ve mahlûkatın Allah katında temsilcisi olma derecesine çıkıyor.
İman ile insan... Şu dünyada Cenab-ı Hakk'ın aziz ve muhterem bir misafiri konumuna çıkmış oluyor.
İşte bu hakikat Miraç'ta Peygamberimize (asm) bildiriliyor ve imanın bize neler kazandırdığını ve kazandıracağını bize haber vererek, Ehl-i İmanı bunlarla müjdeleyerek haberdar ediyor.
Bize düşen görev ise Rabbimizin bize verdiği kıymeti, değeri ve önemi kavramak ve Allah katında kıymetli ve değerli olmanın ancak Allah'a iman ve itaat ile olduğunu bilerek yaşamak ve hayatımızı mutlaka helal dairede kalarak ve haramlardan da sakınarak yaşamak ile olduğunu bilmek!.. (bk. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Otuz Birinci Söz.)
61
Peygamber Efendimizin Hz. Mariye yemininden bahseder misiniz?
Peygamberimizin (asm), ayette de ifade edildiği gibi, kendisine helal olan şeyi haram kılmasının sebebi olarak şu iki olay nakledilir:
Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra Hz. Peygamber (asm) çeşitli hükümdarlara mektuplar göndermiştir. Bu hükümdarlardan biri de İskenderiye'nin Rum Patrik'i Mukavkıs'tır. Söz konusu mektubu Mukavkıs'a Hz. Hatib bin Ebi Belta götürmüş, ama O, İslâm'ı kabul etmeyerek -elçiye güzel muamele ederek- Hz. Peygamber'e (asm) şu cevabı göndermiştir:
"Ben bir Nebinin geleceğini biliyorum, ama O'nun Şam'dan çıkacağına inanıyorum. Ancak yine de senin elçini hürmet ile karşılayıp, sana Kıptîler nezdinde saygı değer iki kız gönderiyorum." (İbn Sa'd)
Kızlardan birinin adı, Sîrin, diğerininki Mariye'dir. (Hristiyanlar Hz. Meryem'e Mariya 'Meri' derler.) Mısır dönüşü, Hz. Hatip her ikisini de İslâm'a davet etmiş, onlar da kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber (asm) kızlar kendisine getirildiğinde, Sîrin adlı kızı Hasan bin Sabit'e cariye olarak vermiş ve Mariye'yi de kendi haremine almıştır.
Hicrî 8. yılın Zilhicce ayında, Hz. Peygamber'in (asm) Hz. Mariye'den İbrahim adlı bir oğlu dünyaya gelmiştir. (El-İstiab, El-İsabe) Hz. Mariye çok güzel bir kadındı. Nitekim Hafız İbn Hacer, El-İsabe'de Hz. Aişe (ra)'den bu sözü nakleder:
"Ben hiçbir kadını Mariye kadar kıskanmadım. Çünkü O çok güzeldi ve Rasulullah'ın hoşuna gitmişti."
Bu konuda birçok kanalla rivayet edilen hadisleri şöyle özetleyebiliriz. Birgün Hz. Peygamber (asm), Hz.Hafsa'nın odasına gelir ve O'nu bulamaz. Bunun üzerine Hz. Mariye Rasulüllah'ın (asm) yanına gelir ve birlikte Hz. Hafsa'nın odasında bir süre kalırlar. Hz. Hafsa (ra) bundan çok gücenir ve öfkeyle Hz. Peygamber (asm)'e çatar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) de O'nu memnun etmek için, bir daha Hz. Mariye ile mübaşerette bulunmayacağına söz verir. Başka bir rivayette yemin ederek bunu yaptığı söylenmektedir. Bu rivayetlerin çoğu, tabiinden mürsel olarak nakledilmiştir. Bazı rivayetler ise, Hz. Ömer, İbni Abbas ve Ebu Hureyre'den mervidir.
İbni Hacer bu kadar rivayet karşısında Fethu'l-Bari adlı eserinde, "Bu hadisenin gerçek bir yanı olmalıdır." demektedir. Ancak Kütüb-ü Sitte'nin hiçbirinde bu olayın zikri geçmemektedir. Sadece Nesei'de Hz. Enes'ten nakledilen bir hadiste, Rasulüllah'ın (asm) bir cariye ile temettu ettiği, Hz. Hafsa ile Hz. Aişe'nin baskı yapmaları sonucunda Hz. Peygamber'in(asm) o cariyeyi kendine haram kıldığı ve bunun üzerine,
"Ey Peygamber, eşlerinin rızasını arayarak Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun?" (Tahrim, 66/1)
ayetinin nazil olduğu zikredilmektedir.
İkinci hadise, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesei ve birçok hadis kitabında Hz. Aişe (ra)'den nakledilmiştir ve şu şekildedir. Hicretin dokuzuncu senesinde, İslâm nûru bütün haşmetiyle Arabistan Yarımadasını kucaklamıştı. Hz. Resûlullah (asm)'ın elinde artık bir çok maddî imkânlar vardı. İslâm Devletinin serveti çoğalmış, Müslümanların maddî durumları oldukça düzelmişti.
Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen Hz. Resûlullah (asm), sade hayatından ayrılmıyor, mütevazı yaşayışına devam ediyor, lüks ve debdebeye iltifat etmiyordu.
Fakat, Ezvâc-ı Tâhirat, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya malına karşı meyil saikiyle dünyanın refah ve bolluğundan, giyim kuşam ve ziynetinden, bol nimetler içinde yaşamaktan nasiplerini almak istiyorlardı. Bunun için de zaman zaman Peygamberimiz (asm)'in etrafında toplanarak, "Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetleri isteriz." derlerdi.
Sonra da her biri birtakım şeyler isterdi. Fakat, Peygamber Efendimiz (asm), kendisi sâde yaşadığı gibi hanımlarının da sâde bir hayat sürmelerini ve buna rıza göstermelerini arzu ediyordu. Bunun için de isteklerine müsbet cevap vermiyordu. Ayrıca Ezvâc-ı Tâhiratın bu tarz isteklerde bulunmasından da mübârek gönülleri rahatsızlık duyuyordu.
Efendimizin (asm) mutad bir âdeti vardı:
Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hal ve hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tesbit ederdi. Akşam da sıra hangi hanımında ise, o hanımının odasında diğer bütün hanımları da toplanır, sohbet ederlerdi. Sonrada herkes kendi hücresine çekilirdi.
Bu mutad ziyaretlerinde Evzâc-ı Tâhiratın her biri de yanlarında bulunanlardan kendilerine ikram ederlerdi. Günün birinde Hz. Zeyneb binti Cahş Validemize bir tulum bal hediye getirilmişti. Hz. Zeyneb de her gelişinde Resûl-i Ekreme (asm) çok sevdiği baldan şerbet yaparak ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz. Zeyneb (ra)'in yanında her zamankinden fazla kalırdı.
Bu durum Hz. Âişe (ra)'nin nazarından kaçmadı. Sebebini merak etmeye başladı. Bir ara cariyesi vasıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikram edilen bal şerbeti olduğunu öğrendi.1
Hz. Âişe (ra) ile Hz. Zeyneb (ra) arasında her nedense bir rekabet vardı. Hattâ bu yüzden Peygamberimiz (asm)'in pâk zevceleri iki gruba ayrılmışlardı. Hz. Sevde, Hz. Safiyye ve Hz. Hafsa Hz. Âişe'nin tarafını, Ümmü Seleme ile Ümmü Habibe, Meymune ve Cüveyriye (r.a.) ise Hz. Zeyneb binti Cahş'ın grubunu teşkil ediyorlardı.2
Resûl-i Ekremin (asm), Hz. Zeyneb (ra)'in odasında fazla kalmasından müteessir olan Hz. Âişe (ra) gayrete geldi. Taraftarı olan diğer hanımları toplayarak kendilerine şu talimatı verdi:
"Resûlullah hangimizin yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız: 'Yâ Resûlallah! Megafır mi yediniz?' Resûlullah, 'Hayır.' diyecektir. Biz de o zaman, 'O halde bu koku ne?' diye soracağız. Tabiî ki o, 'Zeynep bana bal şerbeti içirmişti.' cevabında bulunacaktır. O zaman da biz, 'Demek o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış.' deriz."3
Megafir, 'mağfur'un çoğuludur. Mağfur, fenâ kokulu urfut ağacının yapışkan, tatlı, fakat fena kokulu bir zamkıdır.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu. Hz. Âişe (ra) bunu bildiği için bu tarz bir talimatta bulunmuştu.
Kâinatın Efendisi (asm), âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (asm) bir gün Hz. Hafsa (ra)'nın odasına girerken,
"Yâ Resûlallah! Megafir mi yediniz?" sorusuyla karşılaştı. Peygamber Efendimiz (asm),
"Hayır!" dedi. Hz. Hafsa (ra),
"O halde bu koku ne?" diye sordu. Peygamber Efendimiz (asm),
"Zeynep binti Cahş'ın evinde bal şerbeti içmiştim." buyurdu. Hz. Hafsa (ra),
"Demek ki, o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış." dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm),
"Onu bir daha içmem!.." diyerek yemin etti. Sonra da
"İşte, yemin ettim. Sakın bunu başka bir kimseye duyurma." buyurdu.4
Böylece Peygamber Efendimiz (asm) sırf "hanımlarını memnun etmek ve aralarındaki iki hizb halinde hissolunan fitrî kadınlık gayret ve kıskançlığının aile nizamı üzerinde aksi tesir icrasından çekinmek maksadına mebnî"5 olarak kendisine helâl bir gıda olan baldan faydalanmamaya yemin etmiş oluyordu.*
Bunu verdiği birkaç sır ile** birlikte gizli tutmasını Hz. Hafsa (ra)'ya sıkı sıkıya tembih eyledi. Hattâ ondan bu hususta söz aldı.
Peygamberimiz (asm)'in baldan istifade etmemeye yemin etmesi üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu:
"Ey Peygamber! Niçin hanımlarının hoşnutluğunu arayıp da Allah'ın helâl kıldığı şeyi kendine yasaklıyorsun? Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."6
Hz. Hafsa (ra), Resûl-i Ekrem (asm)'in bu sırlarını gizleyemedi. Çok geçmeden anlaştıkları Hz. Âişe (ra)'ye duyurdu. Duruma bundan sonra diğer hanımları da muttali' oldu.
Mahremiyetinin muhafazasını istediği vakıânın ifşâ edildiğini Cenâb-ı Hak, Resûlüne (asm) vahiy ile bildirdi:
"Hani Peygamber, hanımlarından birine gizlice bir söz söylemişti. Hanımı bu sözü açığa vurunca Allah da peygamberine sırrının açıklandığını bildirdi. Sonra Peygamber o hanımına, açığa vurmuş olduğu şeyin bir kısmını bildirdi, bir kısmını da yüzüne vurmadı. Ona durumu böylece anlatınca, hanımı 'Bunu sana kim bildirdi?' diye sordu. Peygamber de 'Her şeyi hakkıyla bilen ve her şeyden hakkıyla haberdar olan Allah bildirdi.' diye cevap verdi."7
Bunun üzerine Hz. Resûlullah (asm), Hz. Hafsa (ra)'ya serzenişte bulundu. Sonra da Ezvâc-ı Tâhirattan bazıları dünya hayatının ziynet ve refahı ile ilgili bazı istek ve tekliflerde bulundular.
Peygamberimiz (asm) hem bu duruma üzüldü, hem de hanımlarının birbirlerini kıskanmalarından fazlasıyla rahatsız oldu.
Bunun üzerine, dünya hayatının nazarındaki ehemmiyetsizliğini anlatmak, hanımlarına bir ders vermek, aynı zamanda aralarındaki kıskançlık ve çekememezliğe bir derece mani olabilmek düşüncesiyle ve neticede onların zâtına besledikleri muhabbet ve sadakâtlarını ölçmek maksadıyla onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti.8 Bu yeminden sonrada, "meşrebe" diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.9
İşte bu hadiseye İ'lâ Hadisesi denir. İ'lâ'nın lügat mânâsı "mutlak yemin"dir. Fıkıh dilinde ise, erkeğin cinsî muamelede bulunmamak üzere hanımına yaklaşmamaya yemin etmesi demektir.
Ashabı Kiramın Telâşı
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) Meşrebe'de yalnız başına kaldığını duyan sahabîler, "Hanımlarını boşamıştır." düşüncesiyle telâşlandılar. Hz. Ömer (ra), bu telâşını şöyle anlatır:
"Medine'nin Avâli semtinde oturuyordum. Ensardan bir komşum vardı. İkimiz birer gün arayla Resûlullahı ziyaret ederdik. Ben inersem, o gün vahiy ve saireye dair ne duyarsam haberini komşuma getirirdim. O indiği zaman da aynı şeyi yapardı.
"Sıra komşumda idi. Gecenin bir kısmı geçmişti. Gelerek kapıyı şiddetle çaldı. Telâşla açtım:
"Ne var?" diye sordum.
"Büyük bir felâket." dedi.
"Ne oldu?" dedim, "Gassanîler Medine'ye hücuma mı geçtiler?"
'"Hayır,' dedi, "daha fena bir şey oldu. Resûlullah, zevcelerini boşamış!"
"Bunun üzerine sabah namazını kıldıktan sonra, giyinip kuşandım ve Medine'ye indim. Hafsa'nın yanına vardım. Ağlıyordu. 'Ne diye ağlıyorsun?' dedim. 'Ben, seni Resûlullaha karşılık vermekten, kendisinden bir şey istemekten sakındırmamış mıydım?' Sonra sordum: 'Allah Resûlü sizleri boşadı mı?'"
"Bilmiyorum" dedi.
"Resûlullah şimdi nerede?" diye sordum.
"Şuradaki Meşrebe'de. İnzivaya çekilmiş" dedi.
"Kalktım, Resûlullahın bulunduğu yere yaklaştım. Kapıda hizmetçisi Rebâh vardı. 'Ey Rebah' dedim, Resûlullahın yanına girmem için izin iste.'"
"Rebâh içeri girip çıktı: 'Arzunuzu arz ettim. Sustu, bir şey söylemedi' dedi.
"Dönüp Mescide gittim. Ashab-ı Kiramdan bazıları minberin etrafında üzgün üzgün oturuyorlardı. Bazısı ise ağlıyordu. Ben de biraz oturdum. Fakat, canımın sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Resûlullahın odasına tekrar yaklaştım. Rebâh'a 'Ömer'in içeri girmesi için izin iste.' dedim.
"Köle içeri girip çıktı, 'Seni kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.' dedi."
"Tekrar mescide döndüm. Minberin yanında bir müddet oturdum. Endişe ve üzüntümden bir türlü kurtulamıyordum.
"Yine Resûlullahın bulunduğu odaya yaklaştım. Sesimi yükselterek, 'Ey Rebâh' dedim, 'ben Resûlullahı görmek istiyorum. Müsaade iste. Şayet Resûlullah benim Hafsa lehinde tavassutta bulunacağımı zannediyorsa, yemin olsun ki, eğer Resûlullah emrederse onun boynunu uçururum.' Rebâh içeri girdi. Çıkınca, 'Kendilerine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi.' dedi."
"Bunun üzerine dönüp giderken, kölenin ikinci sesini işittim: 'Gir, artık sana izin verdi!'
"İçeri girdim, Allah Resûlüne selâm verdim. Hasırdan örtülü bir yatak üzerinde idi. Hasır derisinin üzerinde izler bırakmış, çizgiler belli oluyordu. Etrafıma bakındım. Bir yanda bir avuç arpa, diğer yanda asılı bir post gördüm. Gözlerim yaşardı. Resûlullah, 'Niçin ağlıyorsun?' diye sordu.
'Yâ Resûlallah! Nasıl ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevk ü sefasını sürerken, siz Allah'ın en sevgili kulu olduğunuz halde bu basit şartlar içinde yaşıyorsunuz!'
"Resûlullah, 'Ey Hattab'ın oğlu Ömer!' dedi. 'Dünya nimeti onların, âhiret saadeti de bizim olmasına râzı değil misin?'
"Sonra, 'Yâ Resûlallah! Hanımlarını boşadın mı?' diye sordum."
"Mübarek başlarını bana doğru kaldırarak, 'Hayır.' buyurdular."
"Bu cevap karşısında birden bire 'Allahü Ekber.' dedim.
Sonra da, 'Bütün Ashab keder içindeler. Gidip kendilerine hakikatı söyleyeyim mi?' dedim.
"Resûlullah, 'Olur.' dedi ve yüzünden üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet şenlendi ve gülmeye başladı."
"Bunun üzerine çıkıp mescidin kapısına dikildim ve yüksek sesle bağırdım, 'Resûlullah, hanımlarını boşamamıştır."10
Resûlullahın Meşrebe'den Ayrılışı
Bir ay dolunca Resûlullah, inzivadan çıkarak hanımlarıyla görüşmeye başladı. Bu sırada şu âyet-i kerime nâzil oldu:
"Ey Peygamber, hanımlarına de ki: 'Eğer dünya hayatını ve zevkini istiyorsanız, gelin boşanma bedelinizi verip sizi güzellikte serbest bırakayım. Eğer Allah'ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz ki sizden iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlar için Allah pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır."'11
Buna göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), hanımlarını, dünya ve dünya zîneti ile Allah ve Resûlünü tercihte serbest bırakmaya memur edilmiş oluyordu.
Âyet, nâzil olduğu sırada Efendimiz (asm) hanımlarından Hz. Âişe (ra)'nin yanında idi. İlk önce meseleyi ona açtı. Hattâ bu konuda babasına anasına danışabileceğini de beyân etti. Hz. Âişe (ra) derhal cevabını verdi:
"Ben, bu hususta mı anneme babama danışacağım! Ben elbette ki, Allah'ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum!"12
Peygamber Efendimiz (asm) bu cevaba gülümsedi.
Diğer Ezvâc-ı Tahirât da aynı şekilde Allah ve Resûlünün rızasını ve âhiret yurdunu, dünya ve zînetine tercih ettiler. Böylece Fahr-i Kâinat Efendimize muhabbet ve sadakâtlarını ispatlamış oldular.
Kaynaklar:
1. Aynî, Umdetü'l-Kâri, 20:244.
2. Buharî, 3:132.
3. Tabakât, 8:85; Buharî, 6:167; Müslim, 2:1101-1110.
4. Tabakât, 8:85; Buharî, 6:167; Müslim, 2:1102.
5. Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, 11:209.
* Burada Hz. Resûlullahın helâl olan şeyi haram kılmasından murad, nefsini o şeyle faydalanmaktan alıkoymaktır. Yoksa Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi hakikatta haram kılmak ve haram itikat etmek değildir. Zira, Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi kimse haram kılamaz, haram kıldığı bir şeyi de kimse helâl edemez. Ancak bir insan helâl olan bir şeyden faydalanmaktan kendisini alıkoyma müsaadesine sahiptir. Buna binâen Resûlullah kendisine helâl bir gıda olan balı veya şerbetini içmeyi yasaklamıştır. Dolayısıyla "Allah'ın helâl kıldığını Resûlullah nasıl haram kılar?" diye bir soru akla gelmemelidir.
** Bir kısım rivâyetlere göre, Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Hafsa'ya kendisinden sonra Hz. Ebûbekir'in, ondan sonra da Hz. Ömer'in halife olacağını haber vermişti. (İbni Kesîr, Sîre, 4:390)
6. Tahrim Sûresi, 1.
7. Tahrim Sûresi, 3.
8. Buharî, 7:230; İnsanü'l-Uyûn, 3:406
9. Buharî, 7:230; İnsanü'l-Uyûn, 3:406
10. Buharî, 1:31-33, 6:70; Müsned, 1:33; Müslim, 2:1109-1112; Tirmizî, 5:421; İnsanü'l-Uyûn, 3:404
11. Ahzab Sûresi, 28-29.
12. Buharî, 6:23; Müslim, 2:1113.
62
Peygamber Efendimizi sevmekle alakalı birkaç hadisi, Arapça ve mealiyle birlikte yazar mısınız?
Hz. Peygamberi her şeyden fazla sevmek imanın gereğidir:
قَالَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم " لاَ يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى أَكُونَ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِنْ وَالِدِهِ وَوَلَدِهِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ "
“Peygamber (SAV) şöyle buyurmaktadır:
“Sizden biriniz beni annesinden-babasından, çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.” [Buhari, Sahih, İman, 2/8 (I;9)]
Allah ve Peygamber sevgisi imandandır, belki imanın ta kendisidir:
Nitekim Hz. Ömer:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Ben sizi canımdan başka her şeyden daha çok severim." dedi Peygamberimiz:
"Ey Ömer, canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, beni canından daha çok sevmedikçe olgun mü'min olamazsın."
buyurdu. Peygamberimizi dikkatle dinleyen Hz. Ömer:
"Ey Allah'ın Resûlü, vallahi ben şimdi sizi canımdan da daha çok seviyorum." deyince Peygamberimiz:
"İşte Ya Ömer, şimdi olgun mü'min oldun." buyurdular. (Aynî, Umdetü'l-Kârî,1/144)
İmanın tadı Allah'ı ve Peygamberi sevmekle alınır:
عنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ " ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا، وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ "
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar: Allah ve Resûlünü, (bu ikisinden başka) herkesden fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” [Buhari, Sahih, İman,2/9 (I;9)]
Cennette Hz Peygamber'le beraber olabilmek için sevmek gerekir:
أَنَّ أَعْرَابِيًّا، قَالَ لِرَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم مَتَى السَّاعَةُ قَالَ لَهُ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم " مَا أَعْدَدْتَ لَهَا " قَالَ حُبَّ اللَّهِ وَرَسُولِهِ قَالَ " أَنْتَ مَعَ مَنْ أَحْبَبْتَ "
Bir bedevi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:
"Kıyamet ne zaman kopacak?" diye sordu.
Efendimiz: “Kıyamet için ne hazırladın?” buyurdu.
"Allah ve Resûlünün sevgisini." dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber:
“O halde sen, sevdiğin ile berabersin.” buyurdu. [Müslim, Sahih, Birr ve Sıla,45/50 (III; 2032)]
Hz Peygamber'in sünnetini yaşatmak sevginin göstergesidir:
اَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ َمَنْ أَحْيَا سُنَّتِي فَقَدْ أَحَبَّنِي وَمَنْ أَحَبَّنِي كَانَ مَعِي فِي الْجَنَّةِ
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Kim benim sünnetimi ihya ederse beni sevmiş olur. Beni seven de cennette benimle beraber olur” [Tirmizi, Sünen, İlim, 39/16 (V;46)]
Hz. Peygambere salâtü selâm getirmek sevginin gereğidir:
اَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ الْبَخِيلُ مَنْ ذُكِرْتُ عِنْدَهُ ثُمَّ لَمْ يُصَلِّ عَلَيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Cimri, yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimsedir.” (Ahmed b. Hambel, Müsned, I, 201)
63
Miraç hadisesi, neden Kur'an'da açıkça zikredilmemiş, hikmeti nedir?
- Miraç dediğimiz olay, genel olarak -iki safhada gerçekleşmiş olduğundan- iki adla anılmaktadır. Bunlardan biri, gecenin küçük bir zaman diliminde Mekke’den Kudüs’e yapılan seyahate “İsra” denilir. İsra Suresi, ilk ayetinde bu konu işlendiği için bu adı almıştır.
İkinci safhayı teşkil eden Kudüs’ten göklere ve daha ötelere yapılan seyahate ise “Miraç” adı verilir. Bu ise, Necm Suresi'nde anlatılmaktadır. Bununla beraber, yerden göğe yapılan Miraç hadisesi, İsra hadisesi kadar açık değildir. Ancak sahih hadislerde, bu konu da detaylı bir şekilde işlenmiştir.
Bunun çok açık olmamasının bir hikmeti, insanların aklını fazla zorlamamak, çok rahat bir şekilde anlayamayacağı bir yükü onlara yükletmemektir. Nitekim, bu olayı duyanlardan bazılarının dinden döndüğü bilinmektedir.
Diğer önemli bir hikmeti şu olsa gerektir: Allah, çok sevdiği Peygamber'ini, ispatı zor olan bir hususta zor durumda bırakmak istememiştir. Çünkü Mekke’den Kudüs’e cereyan eden seyahat, yerde gerçekleşen bir olay olduğu için ispatı yapılabilir bir konuma sahiptir. Nitekim Hz. Muhammed (a.s.m)’in daha önce hiç görmediği Mescid-i Aksa hakkında sorulan sorulara çok isabetli cevaplar vermiş ve müşrikler bile bunun karşısında şaşkına dönmüş, olayı inkâr edememişler, sadece başka bahanelerin arkasına sığınmışlardır.
İsra olayı açıkça Kur’an’da ifade edildiği için, bunu inkar eden dinden çıkar.
Miraç olayı Kur’an’da biraz kapalı olduğundan, inkâr eden kâfir olmaz ancak, sapıklık damgasını yemekten kurtulamaz.
Hadis kaynakları ile siyer ve delail kitaplarında İsrâ ve Miraç ile ilgili birçok rivayet mevcuttur.
Buhari ve Müslim’de yer alan rivayetlerin ortak noktalarına göre olay şu şekilde cereyan etmiştir:
Bir gece Resûlullah, Kâbe’de Hicr veya Hatîm denilen yerde iken -bazı rivayetlerde uykuda bulunduğu sırada veya uyku ile uyanıklık arası bir halde- Cebrail geldi; göğsünü açtı, zemzemle yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup kapattı. Burak adlı bineğe bindirip Beytülmakdis’e götürdü. Resûl-i Ekrem Mescid-i Aksâ’da iki rekat namaz kılıp dışarı çıktığında Cebrâil biri süt, diğeri şarap dolu iki kap getirdi. Resûlullah süt dolu kabı seçince Cebrâil kendisine “fıtratı seçtin” dedi, ardından onu alıp dünya semasına yükseltti.
Semaların her birinde sırasıyla Âdem, Îsâ, Yûsuf, İdrîs, Hârûn ve Mûsâ peygamberlerle görüştü; nihayet Beytülmamûr’un bulunduğu yedinci semada Hz. İbrâhim’le buluştu. Sidretü’l-müntehâ denilen yere vardıklarında yazıcı meleklerin kalem cızırtılarını duydu ve Allah’ın huzuruna çıktı.
Burada Cenâb-ı Hak elli vakit namazı farz kıldı. Dönüşte Hz. Mûsâ, elli vakit namazın ümmetine ağır geleceğini söyleyip Allah’tan onu hafifletmesini istemesini tavsiye etti. Namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz. Peygamber’in huzûr-i ilâhîye müracaatı ve Mûsâ ile diyalogu devam etti. (Buhârî, Salat, 1, Tevhid, 37, Enbiya, 5, Bedü’l-halk, 7, Menâkıb, 24, Menâkıbü’l-ensar, 42; Müslim, Îmân, 259, 262-263, Fezâil, 164)
Ayrıca, sahih hadislerde, İsrâ ve Miracın aynı gecede gerçekleştiği, Resûl-i Ekrem’in Mescid-i Aksa’ya uğradığı ve burada içlerinde İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ’nın da bulunduğu peygamberler topluluğuna namaz kıldırdığı anlaşılmaktadır. (Müslim, İman, 259; İbn Hişâm, II, 37-38)
Miraçla ilgili hadislerin tamamını burada aktarmamıza imkân yoktur. Bütün hadis kaynaklarında Miraçla ilgili hadisler söz konusudur. Kaynak hadisler olan Kütübü Sitenin tercümeleri vardır. Özellikle, Prof. Dr.İbrahim Canan Hoca tarafından tercüme edilen “Hadis Ansiklopedisi” adlı eserler külliyatında bu konuyu okumak mümkündür.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamberimizin en büyük mu’cizelerinden olan İsra ve Mirâc mucizesi, ne zaman ve ...
- İsra ve Mirâc mucizesi karşısında müşriklerin tavrı ne oldu?
- Mirâc mucizesi hakkında gelebilecek bazı aklî sualler: Şu Mi'rac-ı Azim, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhisselâma mahsustur?
- Miracın vuku bulması husususnda Hz. Aişe ve İbn Abbas'ın görüşleri nelerdir?
64
Hz. Muhammed'in güzel ahlakıyla ilgili bilgi alabilir miyim?
AHLAKTA MÜKEMMEL ÖRNEK
Bazı güzel hasletler vardır ki, her insan onlara sahip olmak, onları kendi hayâtında yaşamak ister: Sabır, kanaat, cömertlik, tevazu, fedakârlık, cesaret gibi... Çünkü bunlar ve benzeri güzel vasıflar, insana gerçekten "insan" olma özelliği kazandırır.
"Güzel ahlâk" adı altında toplanan bu güzel vasıfları "örnek insan" olarak en mükemmel şekilde yaşayan insan, Peygamber Efendimizdir (a.s.m). Onun ahlâkı o kadar yücedir ki, Cenab-ı Hak, ona hitap ederek şöyle buyurur:
"Hiç şüphesiz senin için bitmez tükenmez bir mükâfat vardır. Ve hiç şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin." (Kalem, 68/3-4)
Yine Kur'ân'da Peygamberimiz (a.s.m) için,
"Allah'ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzâb, 33/21)
buyurularak, mü'minlerin, hayâtlarının bütün safhalarında onu örnek almaları tavsiye ve emredilir. Çünkü onun ahlâkı bizler için en güzel örnek, onun yaşayışı, halleri, sözleri ve hareketleri en mükemmel modeldir.
Peygamberimiz (a.s.m) de,
"Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim."(bk. Muvatta, Husnü'l Halk, 8; Müsned, 2/381)
buyurur ve bu özelliğini, dünyadaki göreviyle bağlantılı olarak dikkat çekip bizlere anlatmaktadır.
Onun ahlâkı, Allah'ın övdüğü ve Kur'ân'ın öğrettiği temiz ahlâktır. Yüce Allah, İslâmı insanlığın imdadına gönderip Kur'ân'ı indirirken, İlahî prensiplerin uygulamaya geçişini hayatıyla gösterecek bir insan olarak Peygamberimizi (a.s.m) seçmiştir.
Kur'ân'da anlatılan güzelliklerin tamamını Peygamberimizin (a.s.m) şahsında görmek mümkündür. Sahabîlerin, Peygamberimizin (a.s.m) ahlâkı hakkında bilgi almak istemeleri üzerine, Efendimizin (a.s.m) hanımı Hz. Âişe (ra) şu cevabı vermişti:
"Siz Kur'ân'ı okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur'ân'dı."
Peygamberimizin (a.s.m) hayâtında ve ahlâkında, her meslek ve seviyeden insan, örnek alacak yönler bulabilir. İnsan olarak onun hayâtından alacağı sayısız fazilet ve güzellik yanında, kendi mesleğini ve toplumdaki yerini ilgilendirecek yüzlerce dersi de alabilir. Çünkü Peygamberimizin (a.s.m) hayâtı her yönüyle hepimize örnektir.
Meselâ, zengin bir insan, hicretten birkaç sene sonra bütün Arabistan'a hakim olup çok büyük servetlere sahip olan ve hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıtan Peygamberimizi (a.s.m) kendisine örnek alabilir.
Sahipsiz, çaresiz ve kimsesiz insanlar; Mekke hayâtı boyunca akla hayâle gelmeyen işkence ve baskılara maruz kalıp, üstelik bütün yakınları tarafından yalnız bırakılan, ama hiçbir biçimde dâvasından ve inancından taviz vermeyen bir Peygamberi (a.s.m) kendine rehber alabilir.
Bir öğrenci; Allah tarafından Kur'ân âyetlerini vahiy yoluyla indiren Hz. Cebrail (as) karşısında oturup Kur'ân'ı öğrenen Peygamberimizi (a.s.m) hayâtına örnek alabilir.
Başarılı bir kumandan; Bedir ve Huneyn Savaşlarında düşmanı mağlûp edip, az sayıdaki mücahitleriyle beraber çok sayıdaki düşman karşısında büyük zaferler kazanan; Mekke'nin fethi sırasında muhteşem ordusuyla şehre girerken, mütevazı halinden, başını devesinin semerine eğecek kadar engin gönüllü ve vakar sahibi bir Peygambere (a.s.m) bağlanabilir.
Çiftlik sahibi bir insan; fetihlerin hemen sonunda Hayber, Beni Nadir ve Fedek topraklarına sahip olduktan sonra o araziyi ıslah edip, en iyi şekilde ürün alacak kimseleri iş başına getiren, bir avuç toprağı olmayan sahabîlerine araziyi paylaştıran zeki ve âdil bir peygamberden ders çıkarabilir.
Bir tüccar; hanımı Hz. Hatice (ra)'nin ticaretini işleten, ticarette alıp satarken doğruluktan ve dürüstlükten ayrılmayan, Suriye'ye, Basra'ya giden kafilenin en yücesi olan Peygamberimizin (a.s.m) yaşayışını, ticarî ahlâkını rehber edinebilir.
Küçük yaşta yetim kalmış bir çocuk; ana rahminde altı aylıkken babasını kaybeden, altı yaşında annesinin ölümünü gören, bütün hayâtı anasız babasız geçen, fakat daha sonra insanlığın övündüğü, Allah'ın en çok sevdiği insan, "inci gibi bir yetim" olarak sayılıp sevilen Sevgili Peygamberimizi (a.s.m) örnek alabilir.
Aklı başında bir genç; gençlik yılları boyunca iffet, doğruluk, haya, edep timsali olan, amcası Ebû Talib'in koyunlarını otlatarak hayâtını kazanan genç Muhammed (a.s.m)'in hayâtını kendisine rehber edinebilir. Çünkü onun yirmi beş yaşına kadarki hayâtı boyunca ve daha sonrasında herhangi bir çirkin hareketine, bir yalanına, hilesine rastlanmamıştır.
Halka nasihat eden bir vaiz; mescitte sahabesine en güzel bir dille yol gösterici hakikatleri anlatan, tavsiye ettiklerini bizzat kendi şahsında mükemmel manada yaşayan, tek bir sözüyle kabilelerin hidayetine vesile olan mürşid Peygamberi (a.s.m) hatırlar, onu örnek alır.
Kısaca, her insan hangi şartlarda bulunursa bulunsun, hangi meslek ve sanatta çalışırsa çalışsın, sabah-akşam, gece-gündüz, her zaman ve her yerde Sevgili Peygamberimizi (a.s.m) kendisi için güzel bir örnek olarak alabilir.
Öyle bir rehber ki, ona uyduğumuz zaman hayâtımızın karanlıkları kaybolup, onun nuru sayesinde yolumuz aydınlanır, işlerimiz yoluna girer, hayâtımıza bir düzen ve disiplin gelir.
Peygamberimizin (a.s.m) hayâtı, insanların meşgul olduğu ve karşılaştıkları her ihtiyaca cevap verebilecek güzel ahlâkın bütün kurallarıyla süslenmiş nurlu bir zincir gibidir. Onun güzel ahlâkı, o nuru arayanların önüne nur serper. Onun hidayeti doğru yolu arayanlara bir kılavuz olur. Onun takdim ettiği şifalı su, ıssız ve kavurucu gaflet çöllerinde bocalayan şaşkın ruhlara bir âb-ı hayât yerine geçer. Ondan gelen ışık hüzmeleri isyan ve günah bataklığında çırpınan zavallı insanların kurtuluşa ermelerine ve sahile çıkmalarına yardımcı olacak bir deniz feneri hükmüne geçer.
PEYGAMBERİMİZİN AHLAKÎ ÖZELLİKLERİ
Peygamberimizin (a.s.m) ahlâkının en önemli özelliği, Allah vergisi oluşudur. O bütün güzel vasıfları, çalışıp, emek verip, bir çaba sonucu kazanmış değildir. Onun ahlâkı Allah tarafından ihsan edilmiş, ikram edilmiştir. Yüce Allah onu insanların örnek alacağı kusursuz, eksiksiz ve seçkin bir şekilde yaratmıştır.
O dünyaya gözünü açıp kapayıncaya kadar hep aynı huy ve ahlâk üzerinde yaşamıştır. Ondaki güzel vasıflar yaratılışında mevcuttu. Onu eğiten, edep ve ahlâkın en üstün özellikleriyle süsleyen Yüce Rabbidir.
İşte bundan dolayı, onu kendisine örnek kabul eden insan, onu ne kadar taklit edebilirse, o kadar istifadesi fazla olur, o nurdan aldığı feyiz, o nisbette çoğalır.
Peygamberimizin (a.s.m) ahlâkının en belirgin özelliklerinden birisi de, insan yaratılışında var olan birbirine zıt ve ters huyları en mükemmel şekilde bağdaştırıp, bütün duyguların ideal noktasını bulmasıdır. Hiçbir şekilde aşırılığa kaçmadan, orta yola, doğruya ulaşmasıdır.
Peygamberimiz (a.s.m), herkesin arzu edip de bir türlü ulaşamadığı en üstün değerleri ve olgunluğu mükemmel bir şekilde hayâtı boyunca ümmetine göstermiş, bütün insanlığın gözleri önüne sermiştir.
Bazı anlar olmuş, en cesur bir fedai olarak, düşmanın kat kat üstünlüğüne hiç aldırmadan, binlerce düşmana tek başına meydan okumuştur. Ama bu halinde bile yumuşak kalpliliğini, merhametini geri bırakmamıştır.
Meselâ bir savaş sonrası, öldürülmüş olarak gördüğü düşman çocuklarına o kadar acımıştı ki, düşman da olsa çocukların öldürülmemesi gerektiğini, çünkü onların suçsuz ve Cennetlik olduklarını haber vermişti.
O, bütün insanlığın kurtuluşu ve İslâmın dünyaya yayılması gibi yüce bir gaye için zihnini yorarken; bu arada binleri bulan ve Arabistan'ın her tarafına dal budak salan ümmetinin halini ve işlerini düşünürken; çevresinde bulunan yoksul ve fakir Müslümanları hiçbir zaman unutmamış; kendi çoluk çocuğunu, onların eğitim ve ihtiyaçlarını da ihmal etmemiştir. Birincisini büyük görürken, öbürünü küçümsememiştir.
Bu kadar ağır ve sorumluluk isteyen bir görev üzerinde bulunduğu halde, o yine kendisini Rabbine vermiş, günün büyük bir kısmını ibadet ve zikirle geçirmiştir. Kalbi her an Allah'a bağlıdır. Bu haliyle dünya ile ilişkisini kesmiş gibi görünse de, yine o dünyanın içindedir. Bütün işlerinde Allah'ın rızasını gözetmiştir.
Peygamber Efendimiz (a.s.m), dâva arkadaşlarını gözü gibi korumuş, onlara ana-babalarından görmedikleri şefkat ve yakınlığı göstermiş, kendi şahsına yapılan kötülüğü affetmiş, intikam almayı düşünmemiştir. Kendisini öldürmek için tuzak kuranları yakaladığında serbest bırakmış, ama Allah düşmanlarını asla bağışlamamış, onların yakasını bırakmamıştır.
İçi bozuk, dıştan Müslüman gibi görünen münafıkların kalbine devamlı Cehennem korkusunu vermiş, âhiretteki acı hallerini hatırlatmıştır.
İslâm toprakları, güneyde Yemen'e kuzeyde İran ve Suriye sınırına dayandığı sırada Peygamberimiz (a.s.m), Arapların sultanı, Arabistan'ın hakimi idi. Savaş sonrası düşmanın bırakıp gittiği mallar ve ganimetler mescidin içini doldururken, en kıymetli mallar Müslümanların eline geçtiği halde, yine o kuru bir hasır üzerinde yatacak kadar engin ruhlu; içi ot dolu bir yastığa yaslanacak kadar mütevazı; her türlü imkân mevcutken, açlık sıkıntısı çekecek kadar kanaatkar ve tok gönüllü idi.
Hz. Ömer (ra)'in "Bizans kralı ve İran şahı dünya nimetleri içinde yüzerken, Resulullah kuru hasır üstünde yaşıyor." diyerek ağlaması üzerine, sahabîsinin gönlünü hoş tutan yüce Peygamberimiz (a.s.m):
"Yâ Ömer, varsın, Kisra ve Kayser dünya nimetlerinden zevklerini alsınlar, keyif sürsünler. Âhiret nimeti bize yeter."
diyerek tevekkül ve rızasını dile getiriyordu.
Peygamberimizin (a.s.m) ahlâkı bir meleke halindeydi, öz olarak mevcuttu. Güneş nasıl ışık saçar, çiçekler nasıl rengi ve kokusuyla ortalığı Cennete çevirip burcu burcu kokular saçarsa; ağaçlar nasıl türlü türlü meyveler verir, yaratılışlarında var olanları ortaya çıkarırsa; Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m) ahlâkî hayâtı da o şekilde normal bir seyir içinde cereyan ediyordu.
Öyle ki, her gören, Peygamberimizin (a.s.m) o faziletle birlikte yaratıldığı kanaatine varırdı. Hiç kimse ondan o fazilete aykırı bir şeyin görüleceğine inanmazdı. O her zaman muhtaçlara yardım eder; zayıfları korur; tatlı sözlü, güler yüzlü bulunur; izzet ve vakarını muhafaza eder; tevazu ve hoşgörüsünü hiç kimseden esirgemezdi. Güneş nasıl ki, Allah'a inananın da, inanmayanın da üzerine doğarsa, Peygamberimizin (a.s.m) dünyayı kaplayan şefkati de küçük-büyük, gençihtiyar, müslim-gayri müslim herkese aynı şekilde yayılırdı.
YAKINLARININ DİLİNDEN PEYGAMBERİMİZİN AHLÂKI
Peygamberimiz (a.s.m) hiçbir halini insanlardan gizlememiş ve saklamamıştır. Çünkü, onun her hali sahabîler için bir örnek oluşturuyordu. Bunun için sahabîler, Peygamberimizin (a.s.m) her halini, her hareketini ve sözünü takip ediyor, öğrenerek zaptetmeye çalışıyorlardı. Bilemedikleri veya tereddüt ettikleri hususları da bizzat sorarak öğreniyorlardı. Bundan dolayı, Peygamberimizin (a.s.m) bütün hayât safhaları sahabîlerce bilinmekteydi.
Günümüz Müslümanı her hususta, en mahrem konulardan, toplumu, devleti ve bütün dünyayı ilgilendiren meselelere kadar Peygamberimiz (a.s.m)'den bir örnek bulabilir, yol gösteren bir numune, aydınlatıcı bir ışık görebilir.
Peygamberimizin (a.s.m) güzel ahlâkını, insanlarla olan ilişkilerini, onun en yakınlarından ve kendisini bir gölge gibi takip eden sahabîlerinden öğrenmekteyiz.
Peygamberimizi (a.s.m) en iyi tanıyan ve bilenler; hanımları, hizmetinde bulunan kimseler ve yakın arkadaşlarıdır. Meselâ, on beş yılı peygamberlikten önce olmak üzere yirmi beş yılı Peygamberimiz (a.s.m) ile birlikte geçen onun vefakâr ve fedakâr hanımı Hz. Hatice (ra)'den, özet olarak Peygamberimizin (a.s.m) şahsiyet ve karakterini öğrenmekteyiz.
Hazret-i Hatice (ra), Peygamberimize (a.s.m) ilk olarak vahiy gelir gelmez hiç tereddüt etmeden inanmış, Peygamberimizin (a.s.m) üzerindeki telaşı görünce de teskin etmiş, merak ve endişesini gidermişti.
Hz. Hatice (ra), Peygamberimizi (a.s.m) şöyle teselli ediyordu:
"Allah, seni kat'iyyen utandırmaz. Çünkü sen akrabalarına iyi davranır, çaresizlerin yardımına koşar, yoksulu himaye eder, mazlumun elinden tutar, misafirlere ikram eder, hak yolunda musibete uğrayanları gözetir bir insansın."
Dokuz sene Peygamberimiz (a.s.m) ile birlikte hayât geçiren Hz. Âişe (ra), Hz. Hatice (ra)'den sonra Peygamberimizin (a.s.m) en çok sevdiği hanımıydı. Peygamberimizin (a.s.m) aile hayâtını ve şahsi özelliklerinin pek çoğunu Hz. Âişe (ra)'den öğreniyoruz. Hz. Âişe (ra) ise, Peygamberimizin (a.s.m) ahlâkını şöyle anlatıyor:
"Resulullahın (a.s.m) ahlâkı Kur'ân'dı. Resulullah, şahsı için hiçbir zaman kin tutmaz ve intikam almazdı. Bir şeye kızarsa, ona, Kur'ân kızdığı için kızardı. Bir şeyi beğenirse, Kur'ân onu beğendiği için beğenirdi."
"Resulullah iki şeyden birisini tercih edecek olsa, muhakkak onların en kolay olanını seçerdi. Şayet o kolay olan şey günah bir şey ise, Resulullah ondan da insanların en uzak duranı olurdu."
"Ne kötü söz söyler, ne de kimseye kötülük etmek isterdi. Resulullah konuşurken sözleri birbirine ulamaz, uzatmazdı. Sözü ayıra ayıra söyler, dinleyenlerin gönüllerine sindirirdi. Bir şey anlatırken de kelimeleri tane tane söylerdi. O kadar ki, isteyen onları sayabilir, ezberleyebilirdi."
Küçük yaştan itibaren Peygamberimizin (a.s.m) terbiyesi altında bulunan, peygamberliğinden sonra da her zaman ve her an onunla birlikte bulunan ve mübarek neslinin devamına vesile olan Hz. Ali (ra) ise Sevgili Peygamberimizin (a.s.m) ahlâkî güzelliklerini şöyle sıralıyor:
"Peygamber Efendimiz her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve engin gönüllü idi. Asla asık suratlı, katı kalpli, kavgacı, şarlatan, kusur bulucu, dalkavuk ve kıskanç değildi."
"Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir, kendisinden beklentisi olan kimseleri hayâl kırıklığına uğratmaz ve onları isteklerinden bütünüyle mahrum etmezdi."
"Üç şeyden titizlikle uzak dururlardı: Ağız kavgası, boşboğazlık ve faydasız şeyler. Şu üç husustan da titizlikle sakınırlardı: Hiç kimseyi kötülemezler, kınamazlar ve hiç kimsenin aybı ve gizli yanlarını öğrenmeye çalışmazlardı."
"Sadece faydalı olacaklarını ümit ettikleri konularda konuşurlardı. Peygamberimiz konuşurken meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kulak kesilirlerdi. Kendileri susunca da, konuşma ihtiyacı duyanlar söz alırlardı."
"Sahabîler Peygamberimizin huzurunda konuşurlarken asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisi Peygamberimizin huzurunda konuşurken o sözünü bitirinceye kadar hepsi de can kulağıyla konuşulanı dinlerlerdi. Peygamber Efendimizin katında onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü."
"Sahabîlerinin güldüklerine kendileri de güler, onların hayret ettikleri şeylere kendileri de hayretlerini ifade ederlerdi."
"Huzurlarına gelen gariplerin kaba saba konuşmaları ile yerli yersiz sorularının yol açtığı tatsızlıklara sabrederlerdi. Sahabîler ise onların gelip soru sormalarını çok isterlerdi.
"Peygamber Efendimiz, 'İhtiyacının giderilmesini isteyen birisiyle karşılaştığınız zaman ona yardımcı olunuz.' buyururlardı."
"Peygamberimiz ancak yapılan iyiliğe denk düşen ve fazla dalkavukluğa kaçmayan övgüleri kabul eder, haddi aşmadığı sürece hiç kimsenin sözünü kesmezdi. Şayet huzurlarında haddi aşacak şekilde konuşulursa o zaman ya konuşanı susturmak, ya da meclisten kalkıp gitmekle ona engel olurlardı."
Hz. Hatice (ra)'nin ilk kocasından olan oğlu Hind bin Ebi Hale -ki bu zat aynı zamanda Peygamberimizin üvey oğlu oluyor- Hz. Hasan (ra)'ın isteği üzerine Peygamberimizin üstün vasıflarım şöylece dile getirmektedir:
"Resulullah daima düşünceli idi. Onun susması konuşmasından uzun sürerdi. Lüzumsuz yere hiç konuşmazdı. Konuşmaya başlarken de, sözü bitirirken de, Allah'ın adını anardı. Sözleri hak ve doğru olup, birçok manaları veciz bir şekilde az sözle ifade ederdi. Konuşurken ne fazla, ne de eksik söz kullanırdı."
"Hiç kimsenin gönlünü kırmaz, kimseyi hor görmezdi. En ufak bir nimete bile saygı gösterir, hiçbir nimeti basit görmezdi. Bir nimeti ne hoşuna gittiği için över, ne de hoşlanmadığı için yererdi."
"Dünya işleri için kızmazdı. Fakat bir hak çiğnendiği zaman öyle bir kızardı ki, o hak yerini buluncaya kadar öfke ve gazabını hiçbir şey, hiçbir kimse önleyemezdi. Buna karşılık, Resulullah, kendi şahıslarına ait bir mesele hakkında kimseye kızmaz ve intikam almayı düşünmez, aksine hilim ve kerem sahibi olarak, kötülük edene iyilikle mukabele ederdi."
"Kızdığı zaman hemen kızgınlıktan vazgeçer ve kızdığım belli etmezdi. Neşelendiği, ferahlandığı zaman gözlerini yumardı. En fazla gülmesi tebessümdü. Gülümserken de mübarek dişleri parlak inci taneleri gibi görünürdü."
Yine dokuz yıl kadar hizmetinde bulunan Hz. Enes bin Malik de Peygamberimizin (a.s.m) bir güzelliğini şöyle açıklamaktadır:
"Resulullah, insanların en lütuflu olanı idi. Soğuk bir günün sabahında bile bir kölenin, bir cariyenin, bir çocuğun getirdiği su ile abdest alır, onları geri çevirmezdi. Kendisinden bir şey soranı can kulağıyla dinler, soru soran ayrılıp gitmedikçe Resulullah onu terk etmezdi."
"Birisi Resulullahın elini musafaha etmek için tutsa, tutan kimse Peygamberimizin elini bırakmadıkça Resulullah onun elini bırakmazdı."
Peygamberimizin (a.s.m) vahiy katibi Zeyd bin Sabit'in yanına birkaç zat gelerek, "Ey Zeyd, Peygamberin (a.s.m) hal, hareket ve sözlerinden bize haber verir misiniz?" diye sordular. Zeyd bin Sabit de şöyle anlatmaya başladı:
"O Yüce Resulden size ne haber vereyim? Siz eğer onun bütün hal, tavır ve sözlerinden sual ederseniz, o öyle bir denizdir ki, sahili yoktur. Fakat bazı hallerinden size bahsedeyim:"
"Ben Resul-i Ekremin komşusu idim. Kendisine bir vahiy geldiği zaman bana birisini gönderirdi. Ben de huzuruna gider, indirilen vahyi yazardım. Biz huzurlarında dünya işlerinden bahsetsek, kendisi de bizimle beraber dünya işlerinden bahsederdi. Biz âhiret işlerinden bahsetsek, bizimle beraber âhiretle alâkalı meselelerden konuşurdu. Biz yemeğe dair konuşmaya başlasak, bizimle beraber yemek hususundaki bu sözlere katılırdı."
İşte bütün bunlar, Peygamberimizin (a.s.m) en yakınları olan şahsiyetlerin onun hakkındaki düşünceleri, müşahedeleridir. Peygamberimizin (a.s.m) her hareketine ve davranışına dikkat ederek, onu rehber almaya çalışan mümtaz zatların kalp ve gönüllerinden doğan şehadetleridir.
AHLAK SAHASINDA BÜYÜK İNKILAP
Ahlâk alanında en büyük inkılâp ve değişikliği, Peygamber Efendimiz (a.s.m) yapmıştır. Cahiliye Arapları inanç ve âdetlerine öylesine bağlı, körü körüne öylesine tutulmuşlardı ki, yüzyıllardır yapageldikleri alışkanlıklardan onları hiçbir kuvvetin ayırması mümkün değildi.
Vahşet, dehşet ve zulümde o kadar ileri gitmişlerdi ki, vahşi hayvanlara dahi yapılması hoş görülmeyen işkence ve eziyetleri göz kırpmadan savunmasız ve mazlum insanlara yapıyorlardı. Merhamet, şefkat ve acıma hisleri tamamen körelmiş, öz kızlarını canlı canlı toprağa gömecek derecede canavar kesilmişlerdi.
Fuhşun, işkencenin, her türlü rezilliklerin hiç çekinmeden yapıldığı bir karanlık devir yaşanıyordu. Güçlü ve varlıklı kimseler zayıfları eziyor, kadınlar bir mal gibi alınıp satılıyor, faiz ve tefecilik bütün çeşitleriyle kol geziyor, içki su gibi içiliyordu. Adalet, insaf, vefa, iffet gibi duygular unutulmuştu. Kendi uydurdukları manasız şeylere ve hurafelere öyle bağlanmışlardı ki, onları alışkanlıklarından vazgeçirecek, insanlığın tadını tattıracak İlahî bir güçten, bir peygamber inkılâbından başkası düzeltemezdi.
İşte Peygamberimiz (a.s.m) birkaç sene gibi kısa bir zamanda o geniş yarımadada vahşi, âdetlerine bağlı ve inatçı kavimleri, kötü ahlâk ve vahşi alışkanlıklarından kurtarıp, onları kökünden kazıyıp temizledi; yerlerine güzel ahlâk esaslarını yerleştirdi. Onları bütün dünyaya rehber ve medeni milletlere öncü birer şahsiyet haline getirdi.
Daha Hicrî birinci asırda yeryüzüne yayılan sahabîler ve iman erleri insanlığa gerçek medeniyeti, fazilet ve ahlâk düzenini öğrettiler. Fazilete dayalı maddî kalkınma ve medeni yükseliş bu vesileyle gerçekleşti.
Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m) öğrettiği ahlâk sayesinde yüz milyonlarca insan maneviyat iklimlerinde yükselerek hem dünya, hem de âhiret mutluluğuna erdiler. Pekçok muhtaç insanın imdadına koşarak hidayetlerine ve saadetlerine vesile oldular.
DÜŞMANLARININ PEYGAMBERİMİZİN AHLAKINI İTİRAFLARI
Peygamberimizin (a.s.m) doğruluğunu, verdiği sözde duruşunu, yanına bırakılan emanetlere riayet edişini, üstün meziyetlerle süslü bulunuşunu, canına kastedecek kadar ileri giden azılı düşmanları bile itiraf etmişler, ona bir leke sürememişlerdir.
Bir gün Ebû Cehil, Peygamberimize, "Ya Muhammed, biz seni yalanlamıyoruz, fakat senin getirdiklerini yalanlıyoruz." demişti.
Yine müşriklerin ileri gelenlerinden Ahnes bin Şerik, Bedir yolunda kimsenin olmadığı bir sırada Ebû Cehil'e yaklaşarak:
"Ey Ebü'l-Hakem, burada senden ve benden başka konuşmalarımızı işitecek kimse yok. Muhammed hakkında kanaatini söyler misin? O doğru sözlü müdür; yoksa yalancı mıdır?" diye sordu.
Ebû Cehil yemin ederek, "Vallahi, Muhammed muhakkak doğru sözlüdür. Hiçbir zaman yalan söylememiştir." demekten kendisini alamamışıtır.
Peygamberimize (a.s.m) zaman zaman diliyle eziyet eden ve hakarette bulunanlardan Nadr bin Haris, bir seferinde müşriklerin ileri gelenlerini toplamış, onlara şöyle seslenmişti:
"Ey Kureyş, başımıza gelen felaketi hâlâ uzaklaştıramadınız. Muhammed gözlerinizin önünde büyüdü. Hepinizin en doğrusu, en iyi huylusu ve güvenilir kişisiydi. Şimdi saçları kırlaştığı zaman size yeni bir şey getirdiği için, siz ona sihirbaz, şair, deli, büyülenmiş demeye başladınız. Halbuki Muhammed ne şair, ne sihirbaz, ne delidir, ne de büyülenmiştir."
Buna benzer itiraflar Batılılar tarafından da dile getirilmiştir. Onlar her ne kadar Peygamberimize (a.s.m) inanmıyor, İslâmiyeti kabul etmiyorlarsa da, onu methetmekten, üstün vasıflarını açıklamaktan geri kalmıyorlar.
Meselâ, Mahomed Und Sien Werk isimli eserinde Daumer şöyle der:
"Muhammed'in şahsında birçok asil ve büyük meziyetler toplanmıştı. İlahî ışıkla aydınlanan ve bükülmez bir irade sahibi olduğu gibi, merhamet ve rikkatle dolu, şecaat sahibi olan bu Zât, başarılması son derece güç bir vazifeyi ve ona bağlı olan müthiş bir mücadeleyi göze almış ve gayesine ulaşıncaya kadar, yani bütün Arabistan halkı imana gelinceye kadar, bir an olsun dinlenmemişti. Hayâtında sahabîleri için bir örnek olduğu gibi, vefatından sonra da öylece kalmıştır."
Meşhur Fransız tarihçisi ve şairi Lamartine ise, "L'Histoire da la Turquie" isimli tarih kitabında şu şekilde bir tespitte bulunmaktadır:
"Yaşayışı, düşünceleri, bölgenin batıl inançlarıyla kahramanca mücadele edişi, putperestliğe hücumu, Mekke'de yaşadığı süre içinde müşriklerin her türlü eziyetine sabredişi ve nihayet onun durmadan insanları ikaz edişi, imam; zaferler kazandığı halde insan üstündeki talihsizliklerle karşılanışı, zafer anında her ihtirası yenişi, devlet kurmayı asla düşünmeyerek hedefe varmak ve bir tek düşünceyi gerçekleştirmek için uğraşması, sonsuz dua ve niyazları, vefatı ve vefatından sonraki zaferi, samimi ve kuvvetli bir iman sahibi olduğunu gösterir."
"Muhammed (a.s.m) budur. İnsanın büyüklüğü hangi ölçü ile ölçülürse ölçülsün, acaba ondan daha büyük bir insan bulunur mu?"
(Mehmet Paksu, PEYGAMBERİMİZİN ÖRNEK AHLÂKI)
İlave bilgi için tıklayınız:
Ahlâk kavramını ve “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” hadisini nasıl anlamalıyız?
65
Peygamberimizin kaç ismi vardır, bunlar nelerdir; bu isimlerde "Mustafa" ismi var mıdır?
Peygamberimizin (asm) isimleri çoktur. Bınlar içerisinde "Mustafa" ismi de vardır. Aşağıya “Mevâhib-i Ledünniye” isimli kitaptan 99 adedi alınmıştır. Bu kitapta diğer 301 ismini bulabilirsiniz.
Peygamberimizin (asm) bazı isimleri şunlardır:
1. Abdullah: Allah (cc)' ın kulu.
2. Âbid: Kulluk eden, ibadet eden.
3. Âdil: Adaletli.
4. Ahmed: En çok övülmiş, sevilmiş.
5. Ahsen: En güzel.
6. Alî: Çok yüce.
7. Âlim: Bilgin, bilen.
8. Allâme: Çok bilen.
9. Âmil: İşleyici, iş ve aksiyon sahibi.
10. Aziz: Çok yüce, çok şerefli olan.
11. Beşir: Müjdeleyici.
12. Burhan: Sağlam delil.
13. Cebbâr: Kahredici, gâlip.
14. Cevâd: Cömert.
15. Ecved: En iyi, en cömert.
16. Ekrem: En şerefli.
17. Emin: Doğru ve güvenilir kimse.
18. Fadlullah: Allah-ü Teâlanın ihsânı, fazlına ulaşan.
19. Fâruk: Hakkı ve bâtılı ayıran.
20. Fettâh: Yoldaki engelleri kaldıran.
21. Gâlip: Hâkim ve üstün olan.
22. Ganî: Zengin.
23. Habib: Sevgili, çok sevilen.
24. Hâdi: Doğru yola götüren.
25. Hâfız: Muhafaza edici.
26. Halîl: Dost.
27. Halîm: Yumuşak huylu.
28. Hâlis: Saf, temiz.
29. Hâmid: Hamd edici, övücü.
30. Hammâd: Çok hamdeden.
31. Hanîf: Hakikate sımsıkı sarılan.
32. Kamer: Ay.
33. Kayyim: Görüp, gözeten.
34. Kerîm: Çok cömert, çok şerefli.
35. Mâcid: Yüce ve şerefli.
36. Mahmûd: Övülen..
37. Mansûr: Zafere kavuşturulmuş.
38. Mâsum: Suçsuz, günahsız.
39. Medenî: Şehirli, bilgilive görgülü.
40. Mehdî: Hidayet eden, doğru yola erdiren.
41. Mekkî: Mekkeli.
42. Merhûm: Rahmetle bezenmiş.
43. Mes'ûd: Mutlu.
44. Metîn: Çok sağlam ve güçlü.
45. Muallim: Öğretici.
46. Muktedâ: Peşinden gidilen.
47. Mübârek: Uğurlu, hayırlı, bereketli.
48. Müctebâ: Seçilmiş.
49. Mükerrem: Şerefli, yüce.
50. Müktefî: İktifâ eden, yetinen.
51. Münîr: Nurlandıran, aydınlatan.
52. Mürsel: Elçilikle görevlendirilmiş.
53. Mürtezâ: Beğenilmiş, seçilmiş.
54. Muslih: Islah edeci, düzene koyucu.
55. Mustafa: Çok arınmış.
56. Müstakîm: Doğru yolda olan.
57. Mutî: Hakka itaat eden.
58. Mu'tî: Veren ihsân eden.
59. Muzaffer: Zafer kazanan, üstün olan.
60. Müşâvir: Kendisine danışılan.
61. Nakî: Çok temiz.
62. Nakîb: Halkın iyisi, kavmin en seçkini.
63. Nâsih: Öğüt veren.
64. Nâtık: Konuşan, nutuk veren.
65. Nebî: Peygamber.
66. Neciyullah: Allah' ın sırdaşı.
67. Necm(i): Yıldız.
68. Nesîb: Asil, temiz soydan gelen.
69. Nezîr: Uyarıcı, korkutucu.
70. Nimet: İyilik, dirlik ve mutluluk.
71. Nûr: Işık, aydınlık.
72. Râfi: Yükselten.
73. Râgıb: Rağbet eden, isteyen.
74. Rahîm: Mü'minleri çok seven.
75. Râzî: Kabul eden, hoşnut olan.
76. Resûl: Elçi.
77. Reşîd: akıllı, olgun, iyi yola götürücü.
78. Saîd: Mutlu.
79. Sâbir: Sabreden, güçlüklere dayanan.
80. Sâdullah: Allah' ın mübârek kulu.
81. Sâdık: Doğru olan, gerçekci.
82. Saffet: Arınmış, seçkin kişi.
83. Sâhib: Mâlik, arkadaş, sohbet edici.
84. Sâlih: İyi ve güzel huylu.
85. Selâm: Noksan ve ayıptan emin olan.
86. Seyfullah: Allah' ın kılıcı.
87. Seyyid: Efendi.
88. Şâfi: Şefaat edici.
89. Şâkir: Şükredici.
90. Tâhâ: Kur'ân-ı Kerîm' deki ismi.
91. Tâhir: Çok temiz.
92. Takî: Haramlardan kaçınan.
93. Tayyib: Helal, temiz, güzel, hoş.
94. Vâfi: Sözünde duran, sözünün eri.
95. Vâiz: Nasihat eden.
96. Vâsıl: Kulu Rabb'ine ulaştıran.
97. Yâsîn: Kur'ân-ı Kerîm' deki ismi, gerçek insan, insan-ı kâmil.
98. Zâhid: Mâsivadan yüz çeviren.
99. Zâkir: Allah'ı çok anan...
66
Hz. Meryem'in cennette Peygamber Efendimizle evleneceği doğru mudur?
“Allah, İmran kızı Meryem’i, Firavun’un hanımı Âsiye’yi ve Musa’nın kız kardeşi Gülsüm’ü cennette bana zevce olarak vermeyi hükmeyledi.” (Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebir, VIII/258; Mecmau’z-Zevâid, IX/218)
Rivayetin zayıf olduğu belirtilmiştir. Bununla beraber hiç evlenmeyen veya eşi ebedi cehennemlik olan mümin kadınların da cennette evleneceğine dair rivayetler Hz. Peygamber'in bu hanımlarla evlenebilme ihtimalini mümkün kılar.
Peygamber Efendimiz (a.s.m) şöyle buyuruyor:
“Allah Azze ve Celle sizden cennete dahil ettiği her mümine yetmiş iki hanım verir. Bunların ikisi hurilerden ve yetmişi cehennemlik olanların cennetlik hanımlarındandır.” (İbni Mâce, Zühd: 39)
Hadis âlimi Hişam bin Hâlid, bu hadisin izahında şöyle der:
“Bazı erkekler ebedî olarak cehenneme girerler. Cennet ehli olan erkekler cehenneme girenlerin hanımlarını alacaklardır.” Firavun’un hanımı Hz. Âsiye bunun örneğidir. Küfre karşı duran Asiye'nin cennette Hz. Peygamberle evliliği onun faziletini de gösterir.
* * *
Allah Teâlâ, Hz. İsa (a.s)'ın babasız doğmasını takdir ettiğinden, onu mucizevi bir şekilde dünyaya getirmek için ruhundan üfleyerek yaratmıştır. Meryem'in gebe kalmasını Allah Teâlâ şöyle açıklamaktadır:
"Nihayet Allah'ın emri gerçekleşti. Meryem İsa ya gebe kaldı." (Meryem,19/22);
"Irzını koruyan Meryem'i de hatırla. Biz ona ruhumuzdan üfledik. Onu da oğlunu da âlemlere bir mucize kıldık." (Enbiya, 21/91);
"Biz ona, ruhumuzdan üfledik. O, Rabbinin sözlerini tasdik etmişti ve itaatkâr olanlardandı." (Tahrim, 66/12)
Hz. Meryem gebe kalınca, insanların bulamadığı bir yere çekilip, tek başına beklemeye başladı: "Hamileyken, insanlardan ayrılıp uzak bir yere çekildi." İnsanların gözünden uzak bir yere çekilmesi, kavminin şüphe ve itham dolu bakışlarından kurtulmak içindi. Zaten o, başına gelen bu büyük hadiseyi insanlara nasıl izah edeceğini bilemediğinden, sıkıntı içinde ne yapacağını şaşırmıştı.
Hamilelik müddeti hakkında farklı görüşler bulunmaktadır. Bir kısmı, bu müddetin bir veya dokuz saat kadar olduğunu söylerken; diğer bir kısmı da, sekiz ay olduğunu söylemişlerdir.(Sabunî, en-Nûbûvve vel-Enbiya, Dımaşk 1985, 202)
Sahih olan cumhurun görüşüne göre ise, bir kadının tabiî hamilelik müddeti kadar gebe kalmış ve yine aynı tarzda çocuğunu doğurmuştur. (İbn Kesir, Tefsir, İstanbul 1985, V/216)
67
Neden Muhammed son peygamber olarak seçildi?
Hz. Muhammed (asm) son semavi din olan ve hükmü kıyamete kadar geçerli olacak, dini ve daveti umumi ve tüm beşereyiti kapsayan islam dinini getirdiği ve bundan sonrada her hangi bir din ve şeriat gelmeyeceği için o da peygamberlerin sonuncusu olmuştur. Ondan sonra resul ve nebi gelmeyecektir. Malûmdur ki, bu alem de her şeyin bir başlangıcı ve bir de nihayeti olduğu gibi, Hz. Âdem'le (a.s.) başlayan peygamberlik müessesesi de Hâtemü’l-Enbiyâ (asm) ile son bulmuştur.
Cenâb-ı Hak, peygamberlerin en ekmeli olan o zât'ın eline semavi kitapların en mükemmeli olan Kur'ân-ı Azimüşşân'ı vermiş ve nübüvvet müessesesini o Hatemü’l-Enbiyâ (asm) ile tekmil etmiştir. Artık, kıyamete kadar Hz. Muhammed (asm)'den sonra bir peygamber gelmeyecektir.
Hz. Muhammed’in (asm) hâtemü’l enbiya olduğu Ahzap suresinde şu şekilde ifade buyurulmaktadır:
“Muhammed (asm) sizin ricalinizden hiçbirinin babası değil ve lâkin Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah âlimdir. (her şeyi bilendir.)" (Ahzab, 33/40)
Hz. Muhammed (asm)'in peygamberliği ile insanlık din açısından, ilerlemenin son noktasına erişmiştir. Ondan sonra başka peygamber beklememeli, Muhammedî nuru izlemelidir. Allah her şeyi çok iyi biliyor. Her şeyi bilip duyuyor. Onun için bu hükümleri emrediyor.(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili Tefsiri)
Bilindiği üzere en yüksek ilim üniversitede veriliyor. Öyleyse üniversitede verilen ilim, ilkokul çocuklarına da verilsin denilmez. İnsanlık da bir eğitim kurumu gibidir. Her devir bu okulun bölümleri gibidir. Bu bölümlerin hocaları da peygamberlerdir. Hz Adem (as)’den bu yana insanlık, hocalarından ders alarak sanki üniversite seviyesine gelmiş ve İslam dininin mükemmel derslerini alma kabiliyeti kazanmıştır. Bu nedenle en son ve en mükemmel din en sona bırakılmıştır. İlk okulda da matematiğin özü vardır. Ama ders onların seviyesine göre verilir ve hoca bütün bildiği şeyleri değil de anlayacakları şeyleri anlatır.
İşte diğer peygamberler de insanlığa seviyelerine göre ilim vermiş ve onları yetiştirmiştir. Sonuçta bütün yönleriyle ders alma seviyesine geldikleri için İslam Dini ve Yüce Peygamber (asm) gönderilmiştir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamberler seçilmiş insanlar mıdır, Hz. Muhammed neden en son peygamber olarak gönderilmiştir?
68
Yedi Cihan Serveri ne demektir?
Bizim bildiğimiz Hz. Peygamber (a.s.m) için “İki Cihan Serveri” tabiri kullanılır ki, dünya ve ahiretin efendisi anlamına gelir.
Yedi Cihan Serveri ifadesi, dünyanın efendisi anlamına gelebilir. Dünyaya hâkim olanlar için genellikle, yedi cihana hakim, fadesi kullanılır.
69
Hz. Muhammed'in elliden fazla erkek kölesi, on beş tane cariyesi olduğu doğru mudur?
Evet, verilen bilgiler doğrudur, encak eksikitr; çünkü bunlar azad edilip hürriyetlerine kavuşturulmuşlardır. Kölelik ve cariyelikleri devam etmemiştir.
Peygamber Efendimizin (asm) hediyeler, ganimetler gibi değişik nedenlerle birçok kölesi olmuştur. Fakat bunların hepsini azat etmiştir. Vefat ettiğinde eli altında bir tek köle dahi kalmamıştı.
Peygamber Efendimiz (asm), köle azad etmeyi teşvik etmiş ve bizzat kendisi de bir çok köleyi hürriyetine kavuşturmuştur. (Buhârî, Itk, 1; Ebû Dâvud, Edeb, 120; Askalani Buluğu'l-Meram, Trc. 4/294)
Azad edilen, yani hürriyetine kavuştururlan köle erkekse "mevla", kadın ise "mevlat" denilir.
Kanaatimizce Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (asm) mevla ve mevlatları (kadın ve erkek azatlıları), tarih kitaplarına bakılırsa toplam yetmiş seksen civarındadır.
Örneğin Diyarbekri Tarihu’l-Hamis adlı kitabında (2/178- 179); 69 erkek mevlasından, 15 de kadın mevlasından yani azat edidip hürriyetine kavuşturduğu erkek ve kadınlardan söz etmekte ve isimlerini vermektedir. Yine onun aynı kitapta söz yettiğine göre (2/181) İbnü'l- Cevziye göre onun mevlalarının sayısı 43, mevlâtlarının sayısı da 11'dir.
Şu kadar var ki bu bilgilerin olduğu kaynaklarda bazılarının azat edildikleri anlatılırken, bazılarının yalnız adları verilmekte ve azatlandıklarından söz edilmemektedir.
Buna göre, konu tartışmalı olmakla birlikte, Allah Resülünün (asm) kadın ve erkek olarak azatlılarının sayısı 50-80 arasında bir rakam olmalıdır. Bu rakamlar yaklaşık ve takribi sayıyı verir, kesin değlidir.
İslâmiyet, müminlerin köle azat etmelerini daima teşvik etmiş, bunu Allah'a bir yakınlaşma vesilesi saymıştır:
"İyilik yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmekten ibaret değildir. Asıl iyilik Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanan, Allah sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere veren ve köle ile esirleri kurtarma uğrunda malını harcayanın yaptığı iyiliktir."(Bakara, 2/177),
"Fakat o, sarp yokuşa atılmadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen ne bileceksin? O tutsak bir boynu çözmek (köle azat etmek)tir.” (Beled, 90/12-l3)
Bu âyetlerin yanı sıra Hz. Peygamber'in de köle âzadıyla ilgili çeşitli hadisleri vardır:
"Kim Müslüman bir köleyi azat ederse, o kölenin her organına karşılık Allah da onun bir organını cehennemden azat eder." (Buhârî, Keffârât, 6; Müslim, Itk, 23; Tirmizî, Nüzûr, 14)
Ayrıca Hz. Peygamber (asm), çok sayıda köleye sahip kimselere, onların azat edilmesi için müdahalelerde bulunmuştur. Örneğin, Cerir b. Abdullah aracılığıyla Yemen Hükümdarı Zülkelâ el-Himyeri'ye bir mektup göndermiş, o da bunun üzerine eli altındaki 4.000 köleyi azat etmiştir. (İbn Düreyd, s. 308; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe, 2/176-177; İbn Hacer, el-İsabe, 1/492-493)
70
Peygamberimizin tebliğ ve nasihat metodu nasıldı?
"Habîbim! İnsanları rabb-i teâlânın yoluna hikmetle (açık delillerle ve güzel vaazlarla) dâvet et. Ve onlarla muhkem ve güzel mukaddimelerle, mülâyim ve tatlı sözlerle mücadele et (ki dâvetin hüsn-i tesir hâsıl etsin)." (Nahl, 16/125)
Peygamberimiz (asm) bu ve benzeri ayetleri örnek alarak müminleri ilim ve hikmetle irşat eder, bu irşadını delillere dayandırırdı.
İrşadında ve ikazında hiddet ve şiddet göstermezdi. Muhataplarını samimî bir hava içerisinde karşılar, onlara şefkat ve merhametle nasihatte bulunurdu. Doğruyu ve gerçeği anlatmakta daima tatlı dili, güzel sözü tercih ederdi. Zihinlerde meydana gelen şüphe ve tereddütleri büyük bir sabır ve anlayışla giderirdi. Muhataplarına itibar eder ve onları ikna etmek için fesahat ve belâgatla tane tane konuşurdu. Sorulan sualler yersiz de olsa tebessümle karşılar, ciddiye alırdı.
Vaaz ve nasihatlerindeki tesirin en büyük bir sebebi de insanların kusurlarını bağışlayıp, onları affetmesiydi. Hattâ en çok sevdiği amcasını ve daha birçok akraba ve sahabelerini şehit eden ve ettirenleri Mekke'nin fethi sırasında affetmişti. Hâlbuki, o gün bütün güç ve kuvvet elindeydi. Onları dilediği gibi cezalandırabilirdi.
İşte böyle büyük ve yüksek seciyelerle etrafındaki insanların ruhlarına tesir etti ve onların nüve hâlindeki kabiliyet ve yeteneklerini uyandırdı, inkişaf ettirdi. Onları insanlık semâsının birer yıldızı hâline getirdi. O asrı perdeleyen cehalet sislerini kaldırdı. Âlemin şeklini değiştirdi. İnsanlar arasında adalet, muhabbet, yardımlaşma gibi yüksek seciyeleri hayata geçirdi. Kişisel ve sosyal hayatı tehdit eden bütün hastalıklara karşı şifalı ilâçlar getirdi ve Allah'ın izniyle insanlık âlemini tedavi etti.
Tebliğ mesleğinin yolu, “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yoludur. Bu dâvâ, iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp, ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti, nefsin, şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp, ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı. Bir insan bu yüksek ideali, bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde, ilk yapacağı şey, bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabb'inin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır.
Acz ve fakr, kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha Sûresi'ni okurken, mealen,
“Yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.”
diyerek, âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır, dünyevî olsun, uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için, bütün güçleriyle çalışmakla birlikte bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler.
Üçüncü adım, kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak. Ve dördüncü adım, bu işi hikmet dairesinde yürütmek.
Millî şairimiz, Merhum Mehmet Âkifimizin,
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı.
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal, Risale-i Nur Külliyatı'nda kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında, ancak hem akla, hem de kalbe hitab eden, dâvâsını hem sevdiren, hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da.
Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza, gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise, iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder.
Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek, geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece, sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp, İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz.
Her Müslüman üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her Müslüman da o kunumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz:
“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle (düzeltiniz), ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” (Müslim, İman 78; Ebu Davut, Salat, 232)
Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve o kişiye zarar versek, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadis-i şerifin manasını nasıl anlamalıyız?
El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi, dil ile düzeltmek alimlerin vazifesi, kalben buğz etmek ise diğerlerinindir.
Bu nedenle bir Müslüman önce İslamı hakkıyla yaşamalıdır. Sonra eğer zarar vermeyecekse uygun ve tatlı bir dille anlatmalıdır. Bundan sonrasını da Allah'a bırakmalıdır.
Nasıl ki ağaç yetiştirmek isteyen bir kimse şu konulara dikkat eder: Tohum ıslah edilmiş, tarla ekime elverişli, mevsim ekim zamanı ve ekenin de sahasında uzman olması şarttır. Bu açıdan bozuk bir tohumu, sert ve elverişsiz bir tarlaya, uygun olmayan bir mevsimde, hiç ekimden anlamayan bir kimsenin yapması, her şeyin boşa gitmesine neden olacaktır. Bu özeliklere sahip olan bir bahçıvan görevini yaptıktan sonra, tarladan çiçeklerin ve güllerin çıkması için tarlanın içine girmeye ve onu ağaç yapmaya kalkışmaz. Üzerine düşeni yapar ve sonucu Allah’a bırakır.
Aynen bunun gibi, doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu yaşamak ve anlatmak gerekir. İslam'a uygun olmayan düşünce ve fikirleri İslam diye anlatmak hem İslama, hem anlatana hem de anlatılana zarar verecektir.
İslam ve iman tohumlarının atıldığı muhtaç gönüllerin de ona hazır olması gerekir. Henüz bunlara hazır olmayanlara anlatmak bazen zarar bile verebilmektedir.
Ayrıca tebliğin mevsimi de çok önemlidir. Ortam, şahsın halet-i ruhiyesi, beklentileri gibi durumlar da önemlidir. Mevsiminde ekilmeyen her tohum zayi olabilir.
Diğer taraftan, İslamı tebliğ eden kimsenin de onu nasıl anlatacağını, kırmadan dökmeden uygun bir ifade tarzıyla akıl, kalp ve gönüllere nasıl serpileceğini bilecek donanıma sahip olmalıdır. Uzaman bir doktor gibi ehil olmalıdır.
Bu özelliklere sahip olan bir Müslüman, üzerine düşenleri yaptıktan sonra, o gönüllerde iman ve İslam güllerinin açılmasını Allah’a bırakır, Allah’ın vazifesine karışmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır?..
71
Peygamberimizin soyundan olanlar biliniyor mu?
Osmanlı zamanında seyyid ve şeriflerin şecereleri kayıtlı idi. Günümüzde de bazılarında bu senetler bulunmaktadır. Bununla beraber Peygamberimizin (asm) soyundan geldiği hâlde bilinmeyen birçok seyyid ve şerif de vardır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- NAKÎB, NAKÎBU'L-EŞRÂF.
72
Peygamberimizin (asm) ismini kim koymuştur?
Efendimize (asm) dedesi ismini koymuştur.
Efendimizin Annesi Âmine, doğumdan sonra hemen kayınbabası Abdülmuttalib’e haber göndererek bir erkek torununun dünyaya geldiğini söyledi ve gelip O’nu görmesini istedi. Abdülmuttalib geldiğinde Âmine, hamile iken gördüğü bir rüyada çocuğa “Ahmed” veya “Muhammed” adının verilmesinin söylendiğini hatırlattı. Abdülmuttalib çocuğu kucağına alarak Kâbe’ye götürdü, Allah’a şükretti ve O’na Muhammed adını verdi. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe, 1/21)
Efendimize ne ad koyduğunu dedesinden sordular. Şu cevabı verdi:
"Muhammed."
"Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?" dediler. Cevabı şu oldu:
"Allah'ın ve insanların onu övmelerini istediğim için." (bk. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayınları, 1/30)
Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (asm) Allah'ın, insanların ve meleklerin senâsına eşsiz bir surette mazhar olmuş dünya üzerinde tek şahsiyettir. Çünkü, o bu övgüye, bu alâka ve sevgiye ve bu hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti eşsiz îmânı, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlâkıyla hak etmişti. Bunun içindir ki, onun medih makamına erişecek hiçbir fanî olmamış ve olamaz.
Kur’ân-ı Kerim’de 47. sûrenin de adı olan Muhammed ismi, dört âyette geçmektedir. Dört âyetten üçünde,
“Muhammed yalnızca bir elçidir.” (Âli İmran, 3/144)
“Muhammed Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab, 33/40)
“Muhammed Allah’ın elçisidir.” (Fetih, 48/29)
şeklinde Hz. Muhammed (asm)'in elçi olduğu vurgulanmaktadır. Muhammed sûresi 2. âyette ise Muhammed’e indirilene inanılması, yani Kur’ân’a inanılması gerektiği buyrulur:
“İman edip, salih işler yapanlar ve Muhammed’e indirilene ki -O Rablerinden bir gerçektir- iman edenlerin kötülüklerini örtüp bağışlamış, durumlarını düzeltmiştir.”
Allah Teâlâ peygamberinin ismini kendi ismiyle yan yana zikrederek onun şanını yüceltmiştir. Minarelerden müezzinler bunu her gün beş defa ilan etmektedir. Ümmeti olmakla şeref bulduğumuz O aziz elçiye binlerce salât ve selam olsun.
73
Peygamberimizin ibadet hayatını anlatabilir misiniz?
Hz. Peygamberin İbadet Hayatı
Her konuda olduğu gibi ibadetler konusunda da ümmetine örnek olan Hz. Peygamber (asm), ibadetlerde kulluk bilincinin diri tutulmasına önem vermiş; imanın anlam ve lezzetinin, ancak ibadet ve güzel davranışlarla desteklendiğinde yakalanabileceğini belirtmiştir . Zira sosyal hayattaki bilinçli duyarlılık, Allah’a karşı sorumluluk bilinci diye de ifade edebileceğimiz takva hali böyle oluşur. Sürekli Yüce Allâh'a ibadetle meşgul olan Hz. Peygamber (asm), ibadetlerine devam etmiş, ömrü boyunca hiçbir ibadetini bırakmamış;
"En hayırlı ibadet, az da olsa, devamlı olandır." buyurmuştur.
Hz. Peygamber (asm), kendisi ibadetlere son derece düşkün olmasına rağmen, ümmetinin daha fazla ibadet etme gayretiyle de olsa, aşırı gitmesini hoş karşılamamış, bunu helâk sebebi saymıştır. Hz. Peygamber (asm)'in ibadet hayatı hakkında bilgi alan üç sahabi, onun geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmesine rağmen böyle ibadet etmesini göz önüne alarak; biri hayatı boyunca uyumadan geceleri namaz kılacağını, ikincisi hayatı boyunca oruç tutacağını, üçüncüsü de evlenmeyeceğini söylemiştir. Bu haber kendisine ulaşınca Hz. Peygamber (asm),
"Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Halbuki Allah'a yemin olsun Allah'tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazen oruç tutar, bazen tutmam; geceleri biraz namaz kılar, biraz da uyurum ve evlenmiş bulunuyorum. İşte bu benim sünnetimdir, kim sünnetimi beğenmezse benden değildir." buyurmuştur.
Hz. Peygamber (asm), ibadetlerde uyguladığı ve ümmetine tavsiye ettiği prensiplerden biri de kolaylık prensibidir. Bu sebeple, O’nun gönlü, hiçbir zaman kişilerin ibadet etme gayretiyle de olsa ağır yükler altına girmesine razı olmamıştır. Öyle ki O, ibadetin veya dini bir hükmün aslının korunması kaydıyla her konuda Müslümanlar için hep kolay olanı tercih etmiştir.
Hz. Peygamber (asm) dinin direği olarak tanımladığı namaza çok düşkün olup, onu gözünün nuru olarak nitelendirmiştir. Kur’an’ın emrine uyarak namazlarını huşu üzere kılan Hz. Peygamber (asm), namaz kılarken sanki dünyaya veda eder, âhiret alemine dalardı. Zaten asıl olan, ibadetlerin Allâh'ı görüyormuşçasına yapılmasıdır. Nitekim Cibrîl hadisinde ihsanı bu şekilde tanımlamış ve
"Her ne kadar biz Allah’ı görmüyorsak da Allah bizi görür." demiştir.
Farz namazlara ilave olarak değişik zamanlarda nafile namazlar da kılan Hz. Peygamber (asm), gece ibadetine önem vermiştir. Özellikle Ramazan gecelerini ihya etmiş ve ramazanın son on gününü itikâfla geçirmiştir. Okuduğu ayetlerin derin anlamları üzerinde düşünmüş, namazların peşinden sık sık kısa ve özlü dualar yapmış, Yüce Allâh'ı zikrederek, bol bol tövbe ve istiğfarda bulunmuştur. Kur’an okumayı ve başkasının okuduğu Kur’an’ı dinlemeyi çok seven Hz. Peygamber (asm), Ramazan gecelerinde Cebrâil ile buluşarak Kur'an'ı mukabele etmişlerdir.
Oruçla ilgili olarak Hz. Peygamber (asm), iftarda acele edilmesini, sahurda ise imsak vaktine kadar yenilmesini tavsiye emiş; sahur yemeğinde bereket olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber (asm) Ramazan orucunun yanında, yılın belirli dönemlerinde daha yoğun olmak üzere nafile oruçlar tutmuştur. Her ayın ortasına denk gelen günlerde, Pazartesi ve Perşembe günlerinde, Muharrem ayının 9-10 veya 10-1. günlerinde, Şevval ayında altı gün oruç tuttuğu ve ümmetine tavsiye ettiği, Recep ve Şaban aylarında ise daha fazla oruç tuttuğu hadis kaynaklarında yer almaktadır.
Hz. Peygamber (asm), ihtiyacından fazla malını hiçbir zaman elinde tutmamış, komşularına ve ihtiyaç sahibi kimselere göndermiştir. İnsanların en cömerti olan Hz. Peygamber (asm), inananları zekatlarını vermeye ve zekatla da yetinmeyip onun dışında da ihtiyaç sahiplerine mali yardımda bulunmaya davet etmiştir. Zekatların biran evvel yerlerine ulaştırılmasına özen göstermiş, toplanan zekatları mümkün mertebe hiç bekletmeden dağıtmıştır.
Her konuda Müslümanlara örnek olan Hz. Peygamber (asm), hiç şüphesiz ibadet konusunda da en güzel örnektir. Her Müslüman'ın gücü nispetinde onu örnek alarak kendisine bir ibadet programı oluşturması gerekir. Bununla birlikte, ümit ile korku arasında yaşamayı prensip edinmesi gereken Müslüman bireyin, ibadetlerini yetersiz görerek ümitsizliğe düşmesi doğru olmadığı gibi, ibadetlerine güvenmesi de doğru değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Müminin günü nasıl olmalıdır? Peygamber Efendimiz'in Bir Günü Nasıldı?
74
Mi'racta Peygamberimiz'in Allah'ı görmesi nasıl olmuştur?
Peygamberimiz (asm) mi'racta Cenab-ı Hakk'ı bizzat baş gözü ile görmüştür.
Rü’yet : “cennette mü’minlerin Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini seyretme lütfuna ermeleri”
Mü’minlere en büyük müjde: cemâl-i ilâhiyi seyretme bahtiyarlığına kavuşacaklar.
Bir ömür boyu, o’nun yarattığı şu kâinattan yine o’nun ihsan ettiği vücut ile istifade eden ve her biri ayrı bir ilâhî ihsan olan akıl, kalp ve hissiyatıyla nice hakikatlere muhatap olan insanoğlu, kendisini bu kadar lütuflara gark eden rabbini görmeyi elbette aşk derecesinde arzu ediyor. İnsan kalbine yerleştirilen bu arzunun cevabı, cennette verilecek ve insan, cennet lezzetlerini çok gerilerde bırakan en ileri ihsana böylece ermiş olacak.
Rü’yet hakkında çok münakaşalar cereyan etmiş. Onların tafsilâtına girmekte fayda görmüyoruz. Ana hatlarıyla, ehl-i sünnet mezhebinde rü’yet haktır ve câizdir. Dalâlet fırkalarından olan mutezile mezhebinde ise rü’yet kabul edilmez.
Gayba iman eden bir mü’min, bu gaybî hadiseye de rahatlıkla inanır. Ama nefsine güvenen ve aklı esas alan insanlar bu imana kolayca eremezler.
Her şeyi akılla halletmeye çalışan insanoğlu, bu büyük tecellinin nasıl olacağına da az kafa yormuş değil. Nitekim dostlarımız ve okuyucularımız tarafından sorulan soruların çokluğu bizi bu sahada biraz daha fazla düşünmeye âdeta zorluyor.
Gerçekte bu saha aklın değil kalbin, düşüncenin değil zevkin sahası. Ama, akıl uzaktan uzağa da olsa bir şeyler anlamak, bazı ipuçları yakalamak ve tatmin olmak istiyor. Allah Resulü’nün (a.s.m.) İfadesiyle, “gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan kalbine gelmemiş" bir âlem olan cenneti, bu dünyada kelimeye dökmek mümkün değil. O halde, cennetin ve ondaki ihsanların sonsuz derecede ötesinde bir ilâhî rahmet olan rü’yeti, bu dünyada nasıl anlayabilir ve nasıl kavrayabiliriz! Nitekim, ehl-i sünnet âlimleri, rü’yetin hak olduğunda, keyfiyetinin ise bilinemeyeceğinde ittifak etmişler.
Ama insan aklı rahat durmuyor ki. Öte âlemde ihsan edilecek ve ancak orada zevk edilebilecek bir hakikatin aklî izahını bu dünyada istiyor. Bu dünyada görmek için göze muhtacız, ışığa muhtacız. Ve biz içinde yaşadığımız şu âlemi gözümüzün imkân verdiği çok dar bir ölçüde görebiliyor, seyredebiliyoruz. Uykuya geçtiğimizde gözle de alâkamız kesiliyor, ışıkla da. Bu defa bir başka âlem açılıyor bize.
Üstad Bediüzzaman;
“Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.”
buyurmakla, ruhun başka âlemleri bu göze muhtaç olmadan da seyredebileceğine işaret eder. Bunun en güzel misâli rüya hadisesi. Üstad bir başka eserinde şöyle buyurur:
“Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri, sür'at-ı ruh mizânıyla cereyan eder.” (Mesnevî-i Nuriye)
Demek oluyor ki, rüyada gözümüzün devreden çıkmasıyla bizim için bambaşka âlemlere kapılar açıldığı gibi, uyanık hâlimizde de ruhumuz bedenimize galip gelse, imkânsız sandığımız nice işler görebileceğiz. Bast-ı zaman ve tayy-ı mekân hadisesinin sırrı bu cümlede saklı. Bu sırrı yakalayabilenler ve bu şifreyi çözenler kısa zamanda yılların işini görebilmişler ve bir anda çok uzak bir mekâna hatta mekânlara hemen intikâl edebilmişler.
Bilindiği gibi, cihet ve yön ancak beden için söz konusu. Ruh için ön, arka, sağ sol gibi kelimeler kullanılmaz. O halde, ruh bedene galip olunca yön ve cihet devreden çıkar ve ruh, her tarafı birlikte ve beraber görebilir. Nitekim, Allah resulü (a.s.m.), arkadan gelenleri de aynen öndekiler gibi rahatlıkla görürdü.
Bir başka gerçeği de hatırladıktan sonra rü’yet konusuna biraz olsun girebiliriz sanırım. Nur Külliyatı'nda şöyle bir dua cümlesi geçer:
“Bize gösterdiğin nümûnelerin, ve gölgelerin asıllarını menba’larını göster.”
Bu duayı rü’yet için yorumladığımızda şöyle bir mânâ kalbimize doğar: “bizim bu dünyadaki görmemiz gölge gibi; asıl görme âhirette, cennette ihsan edilecek”. Ehl-i cennetin ruhları bedenlerine galip. Nitekim, bir anda birçok mekânda birlikte bulanabilecekler. Ve yine cennet ehlinin görmeleri bu dünyadakinden çok ileri. Aralarında gölge ile asıl kadar fark var.
Buna bir de, rü’yetteki ilâhî yakınlığın nuru eklendiğinde, o kâmil ruh, o anda bir feyze gark olacak ve rabbini cihetten, mesafeden ve şekilden münezzeh bir keyfiyetle seyrederek kendinden geçecek ve kalbi nice mânevî zevklerin cevelan ettiği bir ummana dönecek ve o bahtiyar kul, bir mahlûk olan cennetten edindiği zevkle kıyaslanmayacak kadar ileri bir hazzı, Rabbinin rüyetiyle tadacak, mest olacaktır.
Rüyet hadisesini düşünürken, bizim bu dünyada ancak maddî ve kesif eşyayı görebildiğimizi, ruhu, aklı, hafızayı hatta tatları ve kokuları dahi göremediğimizi gözden pek uzak tutmamamız gerek. Tâ ki, bir ismi nur olduğu gibi, bütün isimleri ve sıfatları da nuranî olan cenâb-ı hakk’ın rü’yetini bu dünyadaki görme hadisesiyle karıştırmayalım.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, vahdet-ül-vücut meşrebi için, “tevhidde istiğraktır” buyurur. Bu fâni âlemdeki görme, işitme, yeme, içme kısacası her şey, ebediyet yurdundakilere göre ancak gölge derecesinde kaldığı gibi, bu dünyadaki istiğrak hâli de asıl olarak ve tariflere sığmaz bir ulviyet ile, rü’yet hadisesinde kendini gösterecek.
Rü’yeti müjdeleyen bir âyet-i kerime:
“Nice yüzler o gün (sürur içinde) ışıldar, parlar; rabbine nâzır (onun cemâline bakmaktadır)." (Kıyamet, 75/22)
Asrımızın büyük âlimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:
“Ehl-i sünnet, bu bakışı, rü’yet mânâsıyla anlayarak âhirette mü’minlerin cemâlullahı rüyetini ispat etmişlerdir. ‘lenterani’ye sarılan Mutezile bu bakışı intizar mânâsına haml eylemişlerdir. Halbuki gayeye ermeyen intizarın neticesi neşe değil, inkısar-ı hayal ve elem(dir).”
Lenterani, “sen beni göremezsin” mânâsına geliyor. Cenâb-ı Hakk’tan, rüyet talebinde bulunan Musa aleyhisselâma bu ilâhî kelamla mukabele edilmiş.
Füsus şarihi, değerli bilim ve fikir adamı Ahmed Avni Beyin bu husustaki tespitleri çok enteresandır. Buyururlar ki,
“Musa alehisselâmın rüyet talep etmesi rü’yetin câiz olduğuna delildir. Kendi ifadeleriyle, “Cenâb-ı Musa'nın taleb-ı rüyeti cevaz-ı rüyete bürhandır. Zira rüyet muhâl olsaydı, Musa (a.s.) taleb etmezdi.”
Bu konudaki bir başka tespiti de harikadır:
“Hak Tealâ Hazretleri... Lenterani buyurdu. Ben görülmem demeyip, sen beni göremezsin dedi. Ve adem-i rüyeti Cenâb-ı Musa’ya tahsis etti. Zira bu hitap esnasında Cenâb-ı Musa tekellüm halinde idi. ...lenterani buyurması, sende bâkiye-i vücut oldukça beni göremezsin mânâsına müfid olur (mânâsını ifade eder)
Ahmed Avni Bey bu ifadesiyle, rüyet halinde kişinin kendinden geçeceğini, kendisinde varlık namına bir şey kalmayacağını, ilâhî tecelliye ve yakınlığa gark olacağını ifade etmekle cennetteki rü’yet için de önemli işaretler vermiş oluyor.
İmam-ı Rabbani Hazretleri Mektûbat’ında bu mânâyı şöyle dile getirir:
“Hakkalyakîne gelince, bu dahi sübhan hakkı, taayyünün (görüşün) kalkmasından sonra müşahededen ibarettir. Hem de müteayyinin (görenin) dahi izmihlâlinden (yok olmasından) sonra. Ve bu, hakkı hak ile müşahededir, kendisi ile değil.”
Rü’yet hadisesi kab-ı kavseyn makamında gerçekleşmiştir. Bu makam için Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “imkân ile vücub ortası” ifadesini kullanır, demek ki cennette rü’yet hadisesi de böyle yahut buna benzer bir makamda gerçekleşecek. ‘rü’yetten döndüklerinde rü’yet ehlini zevcelerinin tanıyamayacaklarını’ beyan eden hâdis-i şerif de bize böyle bir makamdan haber verir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Allah Resulüne (a.s.m.) Cenâb-ı Hakk’ın “tecelli-i zatıyla ve esma-ı hüsnanın azami mertebesinde tezahür ve tecelli” ettiğini ifade ediyor. Bu ifadede geçen “tezahür” kelimesi çok önemlidir. Demek ki, rü’yet, bir yönde bulunan bir varlığa bakma şeklinde değil, Cenâb-ı Hakk'ın kendini göstermesi tarzında tahakkuk edecek.
Yine Üstad, mi’racı, “bütün kâinatın rabbi ismiyle, bütün mevcudatın halık’ı ünvanıyle Cenâb-ı Hakk’ın sohbetine ve münâcatına müşerrefiyet” şeklinde tarif ediyor. Bir önceki cümlede hem tecelli-i zattan hem de esma-i hüsnanın azami tecellisinden söz edilmekle birlikte, bu cümlede, rü’yetin “bütün kâinatın rabbi ismiyle” gerçekleştiğinin beyan edilmesi ayrı bir önem taşır.
Gaybı bilen ancak Allah’tır.
* * *
Âlimlerimiz, her mevcudun görülmesinin câiz olduğunu, görülmesi câiz olmayanın ancak “madum” (var olmayan) olduğunu kaydederler. O halde, rü’yetin tahakkuku, yani Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kullarına göstermesi de câizdir.
Ahmed Avni Bey, hakk’ın tecellisini iki kısımda inceler:
“Tecelli-i hak ya sıfatî veya zâtî olur. Tecelli-i sıfatîde mütecellâ-lehin (tecelliye mazhar olan kimsenin) vücudu vardır ... Binaenaleyh kelâm ve idrak bu mertebede mevcut olduğundan mütecellâ-leh olan kimseye hitab-ı ilâhî varit olur. İşte Hazreti Musa (a.s.)’ya nar sûretinde vâki olan tecelli bu kısımdandır.”
Aynı eserde, “Hak Teâla Hazretleri bir şeye zâtıyla tecelli buyurdukta, o şeyin sûretini mahv ve ifna buyurur.” denilmektedir. Rü’yet üzerinde düşünürken, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şu vecizesi hatıra gelir: “Hakikat-ı mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez.” Yani, mutlak olan, kendisine bir sınır biçilemeyen bir hakikati aklın idrak etmesi mümkün değildir; zira akıl mahduttur, sınırlıdır.
Bu cümlede esas maksat, Allah’ın zâtını ve sonsuz sıfatlarını şu sınırlı insan aklı ile anlamanın imkânsızlığını ders vermektir. Bununla birlikte biz bu cümledeki “nazar” kelimesini “görme” olarak değerlendirebilir ve insanın sınırlı görmesiyle, Allah’ın zâtını ihata etmesinin de mümkün olmayacağını söyleyebiliriz. Cennette insanın görmesi ne kadar inkişaf etse ve ne derece ulvileşse de yine kayıtlıdır, sınırlıdır. Rü’yet bu sınırlı nazarla gerçekleşecek ve insanın kabiliyeti ölçüsünde bir mazhariyet tarzında tahakkuk edecektir. Yoksa, rü’yeti, Allah’ın zâtını ve sonsuz sıfatlarını ihata şeklinde anlamaya aklen imkân yoktur.
Nitekim en’am suresinde şöyle buyrulur:
“Gözler onu idrak edemez. O, bütün gözleri idrak eder.” (En’am, 6/103)
Bu âyet-i kerime, rü’yetin olmayacağını değil, bilâkis olacağını, fakat gözlerin o’nu idrak edemeyeceğini ders verir. Görülecek ama idrak edilemeyecek, ihata edilemeyecektir.
Rü’yetle ilgili bir başka âyet-i kerime:
“İyi davrananlar için daha güzel karşılık, bir de ziyade vardır.” (Yunus, 10/26)
Âyette geçen “ziyade” kelimesini, Allah Resulü (a.s.m.), “Rahmanın cemâline nazar” şeklinde tefsir etmişlerdir.
Ve Allah Resulünün (a.s.m.) rü’yeti müjde veren hadis-i şerifleri:
“Rrabbinizi, bedir gecesi kameri, birbirinizle sıkışmayarak gördüğünüz gibi göreceksiniz.”(Müslim, Mesâcid ve Mevziu's Salat, 211)
Dikkati çeken nokta, hâdis-i şerifte, Allah’ı göreceksiniz yerine, rabbinizi göreceksiniz buyurulması. Musa aleyhisselâm da rüyet talebini, “Rabbim bana kendini göster, sana bakayım” şeklinde dile getirmişti.
Kâfirlerin kıyamet günü Cenâb-ı Hakk’ı göremeyeceklerini haber veren âyet-i kerime de de,
“Hayır, onlar o gün muhakkak ki, rablarını görmekten mahcup kalırlar.” (Mutaffifin, 83/15)
buyurulması da çok önemlidir.
Allah Resulünün (a.s.m.) Nur menbaından doya doya içen Üstad Bediüzzaman Hazretleri de “ve ileyhil masir” (dönüp gidilecek, rücu’ edilecek ancak o’dur) kelimesinin izahında aynı inceliği muhafaza etmiş ve “doğrudan doğruya herkes kendi hâlık’ı ve ma’budu ve rabbi ve seyyidi ve mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar” buyurmuştur. “İman” mânâsıyla, Rabbimizi bu dünyada da bildiğimiz halde bu nimetin âhirette gerçekleşeceğinin müjdelenmesi ancak “rüyet” ile izah edilebilir.
Cennette aynı nimeti yiyen farklı kişilerin farklı zevkler alacakları beyan ediliyor. Herkes aynı cennetten, aynı nimetlerden imanı, ihlâsı, ameli, takvası nispetinde istifade edecek, haz duyacak, zevk alacak. Cennet nimetleri için verilen bu hüküm rü’yet için de geçerli. “Rabbiniz” ifadesi bize bu dersi de vermekte ve bu dünyada o’nun Kur’an'ını dinlemekle ve Resul-i Ekremine (a.s.m.) itaat etmekle ruhumuz, kalbimiz, his dünyamız ve lâtifelerimiz ne derece terbiye görürse, bizde rab ismi o kadar tecelli etmiş olacak ve hem cennet nimetlerinden hem de rü’yet şerefinden de istifademiz bu ölçüde gerçekleşecek.
O halde geliniz, rü’yetin nasıl ve nice olduğuna kafa yoracağımıza ruhumuzun, kalbimizin terbiyesine ağırlık verelim. Bizi cennete lâyık ve rü’yete hazır bir kâmil ruh hâline getirmesi için Rabbimize iltica edelim ve bu hususta üzerimize düşen görevi hakkıyla yerine getirmeye çalışalım.
Miraç mucizesiyle, rü’yete mazhar olan Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimizin, o en ulvî şerefe ulaştıktan ve en ileri hazzı tattıktan sonra,
“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni hakkıyla tanıyamadım.”
buyurduğunu hatırlayalım. Bu peygamber kelâmının “ben seni hakkıyla göremedim” mânâsını da taşıyacağını dikkate alarak, bu büyük şerefe mazhariyette mesafeler kat etmenin yollarını arayalım.
Ömrümüz ilâhî marifette ve muhabbette her an biraz daha terakki etmekle geçsin...
75
Peygamber Efendimiz hangi millettendir?
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hakkında "Türklük ve ya Kürtlük" iddiasına gelince; esas itibariyle İslâmiyet, ırk, kabile ve millet mefhumunu reddetmiyor. İnsanların kabile ve milletlere ayrılmasını birbirleriyle daha yakından tanışmalarını sağlaması bakımından değerlendiriyor. Bunun yanında kabile ve milletlerin şecere ve neslini muhafazaya hizmet maksadıyla mevcut olan "ensab" ilmine karşı çıkmamıştır. Hatta Peygamberimiz (asm), Hz. Ebû Bekir (ra)'i, ensab ilmini bilmekle methetmiştir. Hangi kabilenin nereden geldiği, en son kime dayandığı hususunda en ince teferruatına varıncaya kadar bütün bilgiler İslâmiyet'ten önce ve sonraki Araplar arasında meşhurdu.
Peygamberimiz (asm)'in kabilesi, şeceresi ise çok iyi muhafaza edilmişti. Peygamberimizin dedelerinin kimler olduğu, nereye kadar dayandığı, Kureyş isminin ve kabilesinin nereden kaynaklandığı hususunda siyer ve hadis kitaplarında geniş bilgiler mevcuttur.
Mesela, Kâmil Miras'ın Tecrid-i Sarih Tercemesi' nin 9. cildinin 217. sayfasına göz atıldığı zaman "Kureyş" isminin nereye dayandığı, nereden kaynaklandığı görülür. Cumhur-u ulemâ denen İslâm âlimlerinin çoğunun ortak görüşüne göre, "Kureyş" Peygamberimiz (asm)'in 13. dedesi olan Nadr'ın ismidir. Dolayısıyla kabile, ismini buradan almıştır.
Hadis imamlarından Beyhakî'nin rivayet ettiği gibi Feyzü'l-Kadîr' de yer alan bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (a.s.m.) "Ben Abdullah'ın oğlu Muhammed'im" diye saymaya başlıyor, dedesi Abdulmuttalib'den itibaren Adnan'a kadar yirmi atasını sayıyor, hadisin sonunda da "Ben neseb ve ata itibariyle içinizde en hayırlınızım" buyuruyor.1
Yine İmam Müslim'in bir rivayetinde şu mealdeki hadisi görüyoruz:
"Cenab-ı Hak İbrahim'in (peygamber) evlatlarından İsmail'i, İsmail'in evlatlarından Benî Kinane'yi, Benî Kinane'nin evlatlarından Kureyş'i, Kureyş'ten Benî Hâşim'i, Beni Hâşim'den de beni seçti."2
buyurarak, neslini Mekke'de doğmuş, orada büyümüş ve orada peygamber olarak gönderilmiş olan Hz. İsmail (as)'e ulaştırmaktadır.
Diğer taraftan Peygamberimiz (asm)'in bizzat kendi mübarek dilinden nesep itibariyle hangi millete mensup olduğunu da öğrenmemiz mümkündür. Bu husustaki hadislerin sadece üçünün mealini verelim:
"Ben peygamberim, bunda asla yalan yok. Ben Abdülmuttalib'in oğluyum, ben Arapların en fasih konuşanıyım ve Kureyş evlatlarındanım."3
"Ben Arapların, Suheyb Rumların, Selman Parsların, Bilal de Habeşlilerin ilk olarak cennete girenleriyiz." 4
"Ben tam bir Arabım. Ben Kureyş kabilesindenim. Benim lisanım (Arapçayı en fasih konuşan) Benî Sa'd lisanıdır."5
Bu hadis-i şerifler hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmadan Peygamberimiz (asm)'in nesep ve nesil bakımından Arap olduğunu bildirmektedir.
Kur'ân'da açıkça Peygamberimiz (asm)'in Arap olduğu ifade edilir. İbrahim sûresinin,
"Kendilerine apaçık anlatılabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik..."
mealindeki 4. âyeti buna delildir. Peygamberimiz (asm) de bir peygamber olarak kendi milletinin içinden çıkmış ve onlara Arapça olan Kur'ân'ı okumuştur.
Ebû Zer'den (r.a.) rivayet edilen,
"Cenab-ı Hak her peygamberi kendi milletinin dili ile göndermiştir."6
mealindeki hadis-i şerif de bu âyeti tefsir etmektedir.
Dipnotlar:
1. Feyzü'l-Kadîr, 3:36. Hadis no: 2682.
2. Müslim, Fedâil: 1.
3. Feyzü'l-Kadîr , 3:38. Hadis no: 2684.
4. a.g.e. 3:43, Hadis no: 2695.
5. a.g.e. 3:44. Hadis no: 2696.
6. Tefsir-i İbni Kesîr, 2:522.
(bk. Mehmed PAKSU, Meseleler ve Çözümleri - 1)
76
Dünyadaki insanların büyük çoğunluğu ve bazı meşhur ilim adamları Hz. Peygamberi kabul etmemektedirler. Onların kabul etmemeleri bazı delillere dayanıyor olamaz mı?
İlk olarak, gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük birşey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadardır denilebilir.
Yani, Kur’ân’ın kapağını açmamış, Allah’ın Resulü (asv) hakkında doğru dürüst bilgi edinmemiş, tarihte yalan, yanlış kasıtlı kasıtsız yazılan ve anlatılanlarla zihni bulanmış, her ikisinin de yani Hz. Muhammed (asv)’in ve Kur'an’ın insanlığı nereden alıp nereye getirdiğini görmemiş, tarihten habersiz, insanlıktan nasipsiz, Allah’ın verdiği düşünme yeteneğini insan gibi kullanmaktan âciz bir kimseye, uzaktan uzağa Kur'ân’ı herhangi bir kitap gibi göstermek, yine uzaktan uzağa Allah Resulü (asv)'ı herhangi bir insan gibi göstermek ve bu suretle onu kandırmak zor değildir. Çünkü bu bir cahillik örneğidir; bilgi üzerine kurulmuş bir muhakeme değildir. Cahili cehlinde bıraktıktan ve aşağıda sayılacak birtakım nedenlerle ona bir de cehaletini hoş gösterdikten sonra, bilmediği konularda onu kandırmaktan kolay ne vardır?
İkinci olarak, yüzeysel bir bakışla bakılsa, gayet imkansız bir şey mümkün görünebilir. Herkes dünyayı kendi gözlüklerinin ardından seyreder. Gözüyle görmediğine inanmayacak kadar madde içinde boğulmuş olanlara bir peygamberin ve bir semavî kitabın değerini ve manevî boyutlarını anlatabilmek gerçekten pek güçtür. Öylelerinin hali, buharlı lokomotif icad edildiğinde buna inanmayan ve beygirsiz bir aracın kendi kendisine hareket edebileceğini havsalasına sığdıramayan köylüyü hatırlatır. O köylüye lokomotifi göstermişler; gözü önünde hareket ettiği halde yine inanmamış. Sonra lokomotifin her tarafını gezdirmişler ve ortada ata benzer bir şeyin bulunmadığını göstermişler. Yine inanmamış, fakat gözüyle gördüğü şeyi kendi âlemindeki ölçülere uyduracak bir modeli bulup çıkarmaktan da geri kalmamış. “Şimdi anladım,” demiş. “Bu görünmeyen bir beygir olmalı!”
Gözü at görmek isteyen insana hayali at gösterecek, gösteremezse uyduracaktır. Bunun gibi, bütünüyle maddeye dalıp gitmiş bir gözle Allah Resulü (asv)'ı anlamaya çalışanlar da onun insani yönünden daha ilerisini hiçbir zaman göremeyeceklerdir. Onların görüp göreceği, tıpkı bizim gibi yaşayan, uyuyan, yemek yiyen, alışveriş yapan, sıcak ve soğuk çeken, düşman elinde eziyete uğrayan bir insandan ibarettir. Fakat onun bir de peygamberlik yönü vardır. Her iki yönün bir arada göz önüne alınması gerekir. Aksi halde sadece insani yönlerine bakarak yapılan değerlendirmeler hatadan hâli olamayacaktır.
Üçüncü olarak, kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Kabul etmeyip, kabulden kaçınmak bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu şekilde, çok açık olan gerçekler bile onun için yalan olabilir. Çünkü akıl yürütmemekte, araştırmamakta ve sadece inkar etmektedir. Ancak diğer taraftan inkâr ise, bir iddiaya dayanır ve bir hükümdür. Dolayısıyla o iddianın ve hükmün sahibi aklını kullanmaya mecburdur. Yani davasına ve hükmüne deliller aramak zorundadır.
İman eden kimse, bir dâvâ sahibidir. O, bir şeye inanmakta, inandığı şey hakkında bilgi edinmekte, kendisine göre deliller getirmektedir. Aynı şeye inananlar bir araya geldiğinde birbirlerine güç katarlar. Onlardan birinin getirdiği delil, diğerlerinin de dâvâsına kuvvet verir. Çünkü aynı şeye, aynı pozitif bilgiye dayanarak, aynı nedenlerle inanmaktadırlar.
İman etmekten kaçınan kimse ise, bir hüküm ve bir dâvâ sahibi değildir. O, sadece bir hükme varmaktan kaçınmaktadır; onun için, “İnanmıyorum” şeklindeki beyanı, bir hükümsüzlük bildiriminden ibaret kalır. Hakkında bir hüküm sahibi olmadığı şeyle ilgili olarak bilgi edinmeye, delil araştırmaya mecbur olmaz. Ama bu hükümsüzlük bir iddia şeklini alır da sahibini delil göstermeye zorlarsa, bu defa bu iddia sahibi ya delillerini birer birer göstermeli veya iddiasından vazgeçmelidir.
İman ehli, Kurân’ın hak kitap olduğunu gösteren belirtilere, delillere ve şahitlere dayanarak iman ederler. Onlar bir dâvâ sahibidirler; dâvâlarına delil istendiğinde de bunları rahatça ortaya koyarlar. Delil getirmekte herkesin bilgi ve becerisi aynı seviyede olmasa bile, onlardan her biri, diğerlerinin kuvvetini de tümüyle kendi arkasında bulmaktadır. Onlardan biri, Kur'ân’ın yüceliğine dair yeni bir delil bulduğunda, bu delil bütün o inananların hesabına geçer, hepsinin imanlarını ziyadeleştirir.
Şeytan ise, hiç kimseye Kur'ân’ın insan sözü olduğunu ispat ederek onu inkâra ikna etmiş değildir. Onun bütün yaptığı, zavallı insanları Kur'ân’ı hak kitap olarak kabul etmekten alıkoymak, bu fırsatı vermemeye çalışmaktan ibarettir. Bunun için de kurbanlarına farklı yönlerden yaklaşır.
Kimi, cehaletinden ve cehaletinin de farkına varamayışı yüzünden Kur'ân’ı ya tanımaz, ya anlamaz veya anlamak istemez.
Kimi, gömüldüğü küfür bataklığı müsaade etmediği için Kur'an'a inanmaktan geri kalır. Çünkü iman ederse küfür ve günahları terk etmesi gerekecektir.
Kiminin hak ve hakikatle arası pek hoş değildir. Bâtıl şeylerle oyalanıp dururken onlara Kur'ân’ı teklif etmek keyiflerini kaçırır. Yahut putlara tapan bir kavmi gördükten sonra onlara özenip peygamberlerine “Bize de bir put yap, ona tapalım.” diyen Mûsâ kavmi gibi, hak dinin yüceliğine erişemeyen ruhları bir safsata ister ki, peşine takılıp sürünsünler.
Kimi, kurdukları tezgâh bozulur da insanlar üzerindeki zulüm ve baskılarını sürdüremezler diye, hakkın ve adaletin kokusunu aldıkları her şeye peşin bir düşmanlıkla karşı çıkar.
Kimi bildiği halde hakka karşı inat içindedir; nefsi ve şeytanı bırakmaz ki hakkı teslim edip kendi haksızlığını kabul etsin. Veya Âlemlerin Rabbine bir kul, Kâinat Efendisi (asv)'e bir ümmet olmayı firavunlaşmış nefsine yediremez. İnkârıyla ancak kendisini hüsrana düşürdüğünü bile bile, Âlemlerin Rabbini ve Onun kitapları ile peygamberlerini yalanlayarak, güya Ondan intikam almaya çalışır: şeytanlar, firavunlar, nemrutlar, deccallar ve süfyanlar gibi. Rablerinin onlara süre tanıyışını bir nimet sanırlar; inkâr ve isyanları yüzünden şimdilik başlarına birşey gelmediğini görüp bundan cesaret alarak, kendilerine vaad olunan azap saati gelip çatıncaya kadar azgınlıklarına devam ederler ve böylece “büyüdüklerini” sanırlar.
Kimi de “sürülerin” insanıdır. Şeytan Mekke müşriklerinin kulağına “Devenin kulağını kes” diye fısıldayıp ibadet ediyoruz zannıyla onlara develerinin kulaklarını kestirdiği gibi, bunlara da, günün rağbette olan kavramlarına göre, “Çağdaş ol, çevrene uy” gibi telkinleri fısıldar. Bakarlar ki herkes bir inkâr peşindedir ve bazı kutsal değerlere sataşmak yükselen bir değer olup çıkmıştır; onlar da sürüye katılıverirler.
Ve daha bunun gibi nice sebepler, birtakım insanların imandan yoksun kalmalarına yol açar, şeytanın tuzaklarına zemin hazırlar. Fakat onların hepsi de delil ve ispat imkânından mahrum, birbirine kuvvet vermekten âcizdir. Kıyamet gününde ise Allah huzurunda tek başlarına kalırlar. Dünyada iken güvendikleri hiçbir kimseden hiçbir yardım görmeksizin, kendi günahlarını bütün ağırlığıyla yükleniverirler.
"O inkâr edenler, 'Bu Kur’ân’ı dinlemeyin.' dediler. 'Şamata çıkarın; belki böylece bastırırsınız.' ”
"Biz de o kâfirlere şiddetli bir azabı tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız. İşte, Allah düşmanlarının cezası böyle ateştir! Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerine karşılık, onların hakkı orada ebediyet yurdudur."
"Ve o kâfirler diyecekler ki, 'Ey Rabbimiz, göster bize ins ve cinden bizi saptıranları ki, onları ayaklarımızın altına alalım da en aşağılıklardan olsunlar!' ”(Fussilet, 41/26-29)
(Yazarın Zafer Yayınları'ndan çıkan "Şeytanla Münazara" isimli eserinden alınmıştır.)
77
Peygamber Efendimizin sevdiği renkler hangileridir?
Peygamberimiz (asm)'in beyaz, siyah, yeşil ve kırmızı renklerden yapılmış elbiseleri çeşitli zamanlarda giydiği bilinmektedir. Ancak çoğu zaman beyaz rengi tercih ettikleri gibi, ashabına da tavsiye etmişlerdir. Kırmızı renk cübbe, hırka ve sarık giydiklerine dair rivayetler vardır.(İbn-i Sa’d, Tabakat, I/451; Buhari, el-Ebed 127 no: 348)
78
Eski kitaplarda Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (a.s.m) işaretler var mıdır?
Kur'an'ın dışındaki mukaddes kitaplara, zamanla insan elinin karıştığı hâlde, Peygamber Efendimiz (asm.)'in bu mukaddes kitapların değişik nüshalarında yer alan isim ve sıfatlarında, büyük bir benzerlik mevcuttur.
Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk'ın zaman zaman tebliğciler veya peygamberler gönderdiğini ve onlara vahiy suretiyle kanunlar, emirler veya kitaplar indirdiğini bildirir. Kur'an, bu ifadeye bağlı olarak Hz. İbrahim (as)' in sahifelerinden, Hz. Musa (as)'a gönderilen Tevrat'tan, Hz. Davut (as)'a indirilen Zebur'dan ve nihayet Hz. İsa (as)'a gönderilen İncil'den bahseder. Kur'an'da beyan edilen “zuhuru'l-evvelin”, yani “eskilerin kitapları” şeklindeki ifade ise, Zerdüştler veya Brahmanların bazı kitaplarına (kesin olmasa bile) işaret eder denilebilir.
Eski İran Mukaddes Metinlerindeki İşaretler:
İran dini, Hindu dininden sonra dünyanın en eski diniydi. Mukaddes yazıları, desatir ve zend-avesta adını taşıyan iki kaynakta toplanıyordu. Bunlardan Desatir numara 14'de, İslam dinine ait bazı prensipler dile getiriliyor ve Efendimizin (asm.) geleceğine dair şu ifadeler yer alıyordu:
“İranlıların ahlak seviyesi düştüğünde, Arabistanda bir nur doğacaktır. Takipçileri onun tahtını, dinini ve her şeyini yükseltecektir. Bir bina inşa edilmişti (Kâbe'ye işaret ediyor) ve onun içinde, ortadan kaldırılacak pek çok putlar bulunmaktaydı. hâlk, yüzünü ona doğru dönüp ibadet edecektir. Takipçileri, İran, Taus ve Belh şehirlerini alacak ve İranın pek çok akıllı adamı, onun takipçilerine katılacaktır.”
Yukarıdaki satırlardan açıkça anlaşıldığı gibi, asırlar sonra doğacak İslam güneşi ve onun yüce Peygamberi (asv), son derece net bir şekilde tarif edilmiştir. Ve bu Peygamberin (a.s.m), “ziyadesiyle övülmüş”, “Ahmet” ve “alemlere rahmet” unvanlarıyla, putları kaldıracak birinin olduğu yazılıdır.
Bu kitabın hâlen mevcut olan kısımlarından Yasht 13 ün 129. bölümünde, aynı hakikatler bir daha dile getirilir ve putları kıracak olan zattan, “herkese ve âlemlere rahmet” ismiyle bahsedilir. Bilindiği gibi efendimizin bir ismi de, rahmeten-lil-alemin (alemlere rahmet olan) şeklindedir.
Hind Mukaddes Metinlerindeki İşaretler:
Paru 8, Khand 8, Adhya 8 ve Shalok 5-8 gibi Hind mukaddes metinlerinde, Efendimizden (a.s.m) şöyle bahsedilmektedir:
“Arkadaşlarıyla birlikte bir mellacha (yabancı dil konuşan veya yabancı bir ülkenin mensubu) olan ruhi bir terbiyeci gelecek ve ismi Muhammed olacaktır. Onun gelişinden sonra raja, pencap ve ganj nehirlerinde yıkanır... Ona der ey sen! Beşeriyetin iftiharı, arap ülkesinin sakini, şeytanı öldürmek için büyük bir güç topladın.” (Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Kur'an-ı Kerim Tefsiri)
Yukarıdaki ifadede Efendimizin (asm.) has isminin aynen belirtilmiş olması, son derece dikkat çekicidir. Aynı satırlarda geçen “beşeriyetin iftiharı” kelimeleri ise, Peygamberimiz (asm)'in "fahr-i âlem" şeklindeki ismiyle aynı manadadır.
Buda (gautama buddha) kendisinin ölümünden sonra dünyayı şereflendirecek olan bir yüce kişiden bahseder. Palice lisanında adı “matteya”, Sanskritçede “maitreya”, Burmacada ise “armidia” olarak geçen bu kişi müşfik ve iyi kalpli olup, insanları doğru yola çağıracaktır. Budanın çok önceden vermiş olduğu bu haberde geçen isimlerin manası da, ”rahmet” demektir. Bilindiği gibi Peygamberimiz için, Kur'an'da Enbiya Suresi'nin 107. Ayetinde,
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyurulmaktadır.
Bu yazmalardan birinde, şu ifade geçer:
“Buda şöyle dedi. Ben dünyaya gelen ilk buda (yol gösterici) değilim, son da olmayacağım. Belli bir zamanda dünyaya bir başka kişi gelecektir. O da kutsi, aydınlanmış ve idarede fevkalade kabiliyetli olan biridir. O benim size öğretmiş olduğum aynı ebedi gerçekleri öğretecektir... Ananda sordu: o nasıl bilinecek? Buda cevapladı: o, maitreya (rahmet) olarak bilinecek.”
Pali ve sanskrit yazılı metinlerinde, ileride gelecek olan o yüce kişinin isimleri Maho, Maha ve Metta olarak geçer. Bu isimlerden ilk ikisi, “yüce aydınlatıcı” sonuncusu ise “inayetli” manasına gelir ki, bunlardan her ikisi de peygamberimizin sıfatlarıdır. Zaten dikkat edilecek olursa, başka kutsi metinlerde geçen Efendimiz (asv)'in has ismini gösteren Mohamet veya Mahamet adının, Maha ve Moha kelimelerinden teşekkül ettiği açıkça görülecektir.
Araştırmamızı, şimdi de Tevrat, İncil ve Zebur üzerinde sürdürelim. Bu konuda yapılan en detaylı inceleme Hüseyin-i Cisri'ye aittir. Hicri 1261-1327 yılları arasında yaşayan ve anne ile babası ehlibeyit'ten olan bu Suriye'li alim, söz konusu mukaddes kitaplardan Efendimiz (asm) ile alakalı 114 işaret çıkartmış ve bunları Türkçe'ye de çevrilen Risale-i Hamidiyye'sinde neşretmiştir.
Eski mukaddes metinler arasında en çok tahrif edilmiş olma özelliğini taşıyan Tevrat'ta bile, Peygamberimize (asm.) ait şu işaretler vardır:
“O, iki binici gördü, biri merkep üzerinde, diğeri deve üzerindeki binicilerdi. O, dikkatle dinledi.” (İşaya XXI/7)
Burada peygamber İşaya tarafından bildirilen iki biniciden merkep üzerinde olanı Hz. İsa dır (a.s.). Çünkü İsa peygamber, Kudüs'e bir merkep üzerinde girmiştir. Deve üzerinde olan kişiyle de, Peygamber Efendimize (asm) İşaret edildiği açıktır. Efendimiz (asv) Medine'ye girişte devesinin üstündeydi.
Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, İncil tercümelerinde faraklit veya paraklit (perikletos) kelimeleri aynen muhafaza edilirken, yakın zamanlarda basılmış olan İncil tercümelerinde bu kelime değiştirilerek Arapça tercümelerinde “muazzi”, Türkçe tercümelerinde ise “teselli edici” şeklinde verilmiştir.
Hazreti Şuayb (asv)'ın suhufunda, Efendimiz (asv)'in ismi Müşeffeh şeklinde geçer ki, kelime olarak tam karşılığı “Muhammed”dir. Tevrat'ta geçen Münhemenna isminin karşılığı da, yine Muhammed'dir. (Bilindiği gibi Muhammed kelimesinin lügat karşılığı da, “tekrar tekrar methedilmiş” şeklindedir.) Bunların dışında, Efendimizin (asm) İsmi, Tevrat'ta çoklukla “Ahyed”, İncil'de ise, ”Ahmet” olarak geçmektedir.
Konumuzu, bir hadis-i şerifle noktalıyoruz.
“Benim ismim Kur'an'da Muhammed, İncilde Ahmet, Tevratta ise Ahyeddir.”
(bk. Doğu Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed (Zerdüşt, Hindu, Budist), A. H. Vidyarthi; Çeviren: Kemal Karataş, İnsan Yayınları; İstanbul, 1997)
79
Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu gösteren ayetler nelerdir?
"Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (Âl-i İmaran, 3/114)
"Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir." (Ahzab, 33/40)
"O hâlde (Resulum), peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar vaat edildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helak edilir." (Ahkaf, 46/35)
"İman edip yararlı işler yapanların, Rableri tarafından hak olarak Muhammed'e indirilene inananların günahlarını Allah örtmüş ve hallerini düzeltmiştir." (Muhammed, 47/2)
"Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vaat etmiştir." (Fetih, 48/29)
80
Peygamberimiz ahirette kendisine salavat getirenleri nasıl tanıyacaktır?
Peygamberimiz (asm) ahirette ümmetini tanıyacağına dair rivayetler çoktur
"Benim ümmetim, kıyamet gününde, alınlarındaki abdest izlerinin beyazlığı ile tanınır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/402)
"Henüz gelmemiş kimseleri tanıyabilecek misin, nasıl tanıyacaksın?"...Allah Rasulü (asm) şöyle buyurdu:
"Bir adam düşünün...Öyle bir adam ki alınları parıl parıl atları var, ayaklarının sekileri bembeyaz olan atları var. Siyah ve dor atların içinde kendi atlarını tanır mı tanımaz mı?"
"Evet tanır." dediler.
"Benim ümmetim de gurran muhaccelin olarak gelecekler. Allah'ın huzuruna gelirken karşıdan bakacağım, alınlarında secdenin emaresi nur gamzeder göreceğim. Abdest uzuvları nurla etrafa nur saçıyor göreceğim, at sahibinin atlarını tanıyacağı gibi ümmetimi tanıyacağım."
Ben havzımın başında onların faratıyım! Ben o kardeşlerimden evvel gidiyorum..."
"Onlardan önce gidiyorum, gideyim onlara yer hazırlayayım, kevserimi hazırlayayım, maşrapalarımı hazırlayayım, bir misafiri misafir eder gibi,.. onları güzel karşılaya, istikbal ede, hüsn-ü istikbalde bulunayım." [el-Tac no. 1645 (Müslim, Nesei); Kırk Hadis, s. 27.] Faratın manası budur: Onlardan önce gidiyorum...
SALÂVAT HAKKINDAKİ HADİS-İ ŞERİFLER
1. “Kim bana salâvat okumayı unutursa, ona cennetin yolu unutturulur.” (Beyhakî)
2. Amr İbnu Rabi'a radiyallahu anh anlatıyor: "Rasulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Bana salâvat okuyan bir mü'min yoktur ki ona melekler rahmet duası etmemiş olsun. Bu, bana salâvat okuduğu müddetçe devam eder. Öyleyse kul bunu, ister az ister çok yapsın!"
3. İbnu Abbas radiyallahu anhuma anlatıyor: "Rasulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Kim bana salâvat okumayı unutursa, cennetin yolunu terketmiş olur."
4. Ravi: İbnu Mes'ud: Rasulullah (asm) buyurdular ki:
"Kıyamet günü bana insanların en yakını, bana en çok salâvat okuyandır." (Yine Tirmizî'de Hz. Ali (ra)'den kaydedilen bir rivâyette şöyle denir: "Rasulullah (sav) buyurdular ki:
"Gerçek cimri, yanında zikrim geçtiği halde bana salâvat okumayandır." [Tirmizî, Salât 357, (484), Da'avat 110, (3540)]
5. Nesâî nin bir rivâyetinde soyle denmistir: "Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la namaz kılınca: "Selâm Allah'ın uzerine, selâm Cibril ve Mikail uzerine olsun." derdik. Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Selâm Allah'in uzerine olsun demeyin. Zira Allah selâmın kendisidir. Ancak şöyle deyin: "Tahiyyat. . . Allah içindir..." [Buhârî, Ezan 148,150, el-Amel fi's-Salât 4, Istizan 3, 28, Da'avat 17, Tevhid 5; Muslim, Salât 55-61, (402-403); Ebû Davud, Salât 182, (968-969); Tirmizî, Salât 215, (289); Nesâî, Iftitah 189, (2, 237)].
6. Ebû'd-Derda anlatıyor: "Rasulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Cuma günü bana salâvatı çok okuyun. Çünkü o gün okunan salâvatlar meşhuddur, melekler ona şahidlik ederler. Bana salâvat okuyan hiç kimse yoktur ki, o daha okumasını bitirmeden salâvatı bana ulaştırılmamış olsun." Bunun üzerine dedim ki: "Siz öldükten sonra da mı?" "Evet , öldükten sonra da. Zira Cenab-ı Hak Hazretleri toprağa, peygamberlerin cesedini çürütmeyi haram etmiştir. Allah'ın Peygamber’i her zaman diridir, rızka mazhardır." buyurdular. (bk. Ebu Davud, Salat, 207; Nesaî, cuma 5, 45; İbn Mâce, cenâiz, 65; Ahmed b. Hanbel, IV, 8)
7. "Bana salâtınız, sizin için zekattır.” (Ahmet Davudoğlu, Tibyan Tefsiri, c.3, s.460, Akpınar Yayınevi)
8. “Yanında ben zikrolunduğum zaman üzerime salât etmiyen kişinin burnu yere sürtülsün.” (Tirmizî, daavat, 100; Müsned, 2, 254)
9. “Kim bana bir kere salât ederse; Allah Teala ona on salât eder, on günahını siler, on kat derecesini artırır.” (es-Siracü’l-Münir, Beyhakî)
10. “Kim bana bir salâvat getirirse, Allah Teala bu yüzden o kimseye on misli mağfiret eder.” (Müslim, Salât, 70)
11. Ravi: Enes: Rasulullah (sav) buyurdular ki:
"Kim bana (bir kere) salât okursa Allah da ona on salât okur ve on günahını affeder, (mertebesini) on derece yükseltir." Yine Nesâî'de Ebû Talha (ra)'dan gelen bir rivâyet şöyle: "Bir gün Rasulullah (sav), yüzünde bir sevinç olduğu halde geldi. Kendisine: "Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!" dedik. "Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi: "Ey Muhammed! Rabbin diyor ki: "Sana salâvat okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana (ikram olarak) yetmez mi?" [Nesâî, Sehv 55, (3, 50)]
12. “Yanında ben zikrolunduğum zaman bana salât etmiyen ateşe girer.” (Ahmet Davudoğlu, Tibyan Tefsiri, c.3, s.460, Akpınar Yayınevi)
13. “Allah Teâlâ benim için iki melek görevlendirmiştir. Ben bir Müslümanın yanında anıldım da bana salâvat getirdi mi, mutlaka o iki melek ona 'Allah seni bağışlasın.' derler. Allah Teâlâ ve diğer melekleri de o iki meleğe cevap olarak 'Amin' derler. Bir Müslümanın yanında adım zikrolunduğunda da bana salâvat getirmedi mi, mutlaka o iki melek: 'Allah seni bağışlamasın.' derler. Yüce Allah ve öteki melekleri de o iki meleğe cevaben 'Amin' derler.” (Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır)
14. “Kıyamet gününde bana halkın en yakın olanları ve şefaatime hak kazananları, bana en çok salâvat getirenleridir.” (Tirmizî, vitr, 21)
15. Ravi: Evs İbnu Evs: “Rasulullah (sav) buyurdular ki: "Cum'a, en hayırlı günlerinizden biridir. Hz. Adem aleyhisselâm(ıntoprağı) o gün yaratıldı, o gün kabzedildi. (Kıyamette Sur'a) o gün üflenecek, sayha da o günde olacak. Öyleyse o gün bana salâvatı çok okuyun. Zira salâvatlarınız bana arzedilir." Orada bulunanlar: "Salâvatlarımız size nasıl arzedilir? Siz çürümüş olacaksınız!" dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: "Allah Teala Hazretleri, Arz'a peygamberlerin cesetlerini yemeyi haram kıldı." buyurdular.” [Ebû Davud, Salât 207, (1047); Nesâî, Cum'a 5, (3, 91,92)]
16. Ravi: İbnu Mes'ud: Rasulullah (sav) buyurdular ki: "Yeryüzünde Allah'ın seyyah melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını (anında) bana tebliğ ederler."
Kaynak: Nesâî, Sehv 46, (3, 43)
17. Ravi: Ebû Mes'ud el Bedri: Biz Sa'd İbnu Ubade'nin meclisinde otururken Rasulullah (asm) yanımıza geldi. Kendisine, Beşir İbnu Sa'd: "Ey Allah'ın Resulü! Bize Allah Teala Hazretleri, sana salât okumamızı emretti. Sana nasıl salât okuyabiliriz?" diye sordu. Efendimiz (asm) şu cevab verdi:
"Şöyle söyleyin "Allahümme salli ala Muhammed’in ve ala al-i Muhammed, kema salleyte ala İbrahime ve barik ala Muhammed’in ve ala al-i Muhammed’in kema barekte ala al-i İbrahime inneke hamidun mecid. (Allah'ım! Muhammed'e ve Muhammed'in aline rahmet kıl tıpkı İbrahim'e rahmet kıldığın gibi. Muhammed'i ve Muhammed'in alini mübarek kıl. Tıpkı İbrahim'in alini mübarek kıldığın gibi." (Rasulullah ilaveten şunu söyledi): "Selâm da bildiğiniz gibi olacak"
[Tirmizî dışındaki Kütüb-i Sitte kitaplarında, Ebû Humeyd es-Saidi (ra)'den gelen bir rivâyet şöyle: "Ashab sordu: "Ey Allah'ın Resulü sana nasıl salât okuyalım?" Rasulullah (asm):
"Şöyle söyleyin," dedi: "Allahümme salli ala Muhammed’in ve ala ezvacihi ve zürriyyetihi kema salleyte ala İbrahime ve barik ala Muhammed’in ve ala ezvacihi ve zürriyyetihi kema barekte ala İbrahime inneke hamidun mecid. (Allah’ım! Muhammed'i zevcelerine ve zürriyetine rahmet kıl, tıpkı İbrahim'e rahmet kıldığın gibi, Muhammed'i zevcelerini ve zürriyetini mübarek kıl, tıpkı İbrahim'i mübarek kıldığın gibi. Sen övülmeye layıksın? şerefi yücesin)."
Ka'b İbnu Ucre'den gelen bir rivâyet de şöyle: "Rasulullah (sav) yanımıza gelmişti: "Ey Allah'ın Resulü, sana nasıl selâm vereceğimizi öğrendik. Ama, sana nasıl salât okuyacağız (bilmiyoruz)?" dedik. "Şöyle söyleyin!" dedi: "Allahümme salli ala Muhammed'in ve ala al-i Muhammed’in kema salleyte ala İbrahime inneke hamidun mecid, Allahümme barik ala Muhammed’in ve ala al-i Muhammed, kema barekte ala ali İbrahime inneke hamidun mecid." [Buhârî, Da'avat 33, Enbiya 8; Müslim, Salât 65, 66, 69 (406, 407); Muvatta, Kasru's-Salât 66, 67]
18. “Şüphesiz ki, benim üzerime salâvat getiren kimsenin selâmını almak için Allah bana ruhumu iade eder.” (Ebû Davud, Menasik, 96)
19. “Dua eden kimse Peygamber (asv.)’a salât etmedikçe duası perdelenir, dergâh-ı icabete vasıl olmaz.” (Taberânî, İbn. Mes’ud’dan)
20. “Sizden biriniz Allah’tan bir dilekte bulunduğu zaman evvela O’na, şanına lâyık tarzda hamd-ü sena etsin. Sonra Peygamber (asm)’a salâvat getirsin. Çünkü, bu sûretle arzusuna daha kolay kavuşur.” (Taberânî, İbn. Mes’ud’dan)
21. “Cebrail ile karşılaştığımda bana şöyle dedi: Sana müjde ederim, Allah diyor ki: Kim sana selâm verirse ben ona selâm veririm. Kim sana salât getirirse ben ona salât getiririm.” (Hâkim, Beyhâki)
22. “Hangi bir zümre bir mecliste oturup da Allah’ı anmadan, bana da salât getirmeden dağılırsa, üstlerine Allah’tan bir hasret çöker. Dilerse onları azablardan yarlığar.” (Ebû Davud)