Kötülük gördüğümüzde düzeltmemiz gerekir mi?

Tarih: 08.09.2016 - 04:45 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Emri bil maruf nehyi anil münker görevi hakkında bilgi verir misiniz?
- Emri bil maruf nehyi anil münker görevini kimileri halktan kişilerinde yapması gerektiğini söylüyor. Bu doğru mudur?
- Eğer doğruysa bu konuda nelere dikkat edilmeli? 
- Bir bayan erkeklerin bir yanlışını gördüğünde düzeltmeli midir?
- Bir genç kendinden büyüklerin, yaşlıların, yaşıtı olmayanların da yanlışlarını düzeltmeli mi yoksa kendi yaş çevresinde yapsa olur mu?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Kısaca "dînî denetim" diye ifade etmeye çalıştığım vazifeye, dinî kaynaklarda "emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker" deniyor.

Bu vazife gereği Müslümanların, açıkça işlenen ve dine, ahlaka, örf ve âdete aykırı olan fiiller ve davranışlar karşısında tavır almaları, bu davranışları engellemeleri ve sahiplerini ıslah etmek için çaba göstermeleri gerekiyor.

"Hisbe" diye de ifade edilen bu konuda yazılmış birçok kitap, makale ve bölüm vardır.

Hz. Peygamber (asm) devrinden itibaren devletin kurumları arasında yer alan bu vazife, İhtisab Ağalığı adıyla Osmanlılarda da var olmuştur.

Açıkça işlenen bir günah, bir ayıp görüldüğünde dil ve kalp ile bunu düzeltmeye çalışmak, şartlarına riayet etmek kaydıyla bütün Müslümanların vazifesidir. El ile (zor kullanarak, müeyyide uygulayarak) denetim ise devletin vazifesidir ve İhtisab kurumunun görevlilerince yerine getirilir.

Bir düzeltme faaliyeti yapmanın ilk şart, ayıp veya günah olduğu kesin ve ittifaklı bir fiilin açıkta işlenmesidir. Kişilerin kendi özel mekanlarında gizli olarak işledikleri ayıp ve günah fiiller, kamu için zararlı ve tehlikeli olmadıkça, araştırılamaz ve bunlara müdahale edilemez.

Hakkında farklı fetvalar bulunan konularda da herkes kendi aldığı fetvaya veya ilmen ulaştığı sonuca göre hareket eder; farklı görüşte olanlar karşı tarafa baskı yapamaz, kendileri gibi düşünmesi ve yapmasını isteyemezler.

Dinî denetim ve ıslahın ikinci önemli şartı da uygulanacak ıslah yolunun amaca ulaştırma ihtimalinin bulunması, aksi tesir yapması ihtimalinin de zayıf olmasıdır. Kaş yapacağım diye göz çıkarmak caiz değildir.

Kalben buğz etmek, ayıp ve günah olan fiilden ve bunu yapandan nefret etmek, onlara sıcak davranmamak, tavır alarak ıslah yoluna gitmektir. Bu terk edilirse, kötü fiil benimsenmiş veya beğenilmiş olur ki, bu caiz değildir.

Not: Detaylı bilgi için şu makaleyi okumanızı tavsiye ederiz:

İslâm'da İctimâî Terbiye ve Kontrol 

(İhtisab Müessesesi) 

Giriş: 

A. Umûmî Olarak Cemiyet Ferd Münasebetleri ve İçtimâî Kontrol: 

İnsan yaratılışı ve tabiatı icabı medenîdir. Bu sebeple eskiler ona "medeniyyü't-tabı'" demişlerdir. Bunun mânâsı insan hayatının tek başına olamayacağı, cemiyetsiz veya cemiyete karşı olan ferdin hayatını devam ettiremeyeceğidir. 

Öte yandan "cemiyetin yaşayabilmesi, hayatını idame ettirebilmesi için bütün cemiyetlerde insanların muayyen bazı problemleri halletmiş olmaları lâzımdır: Ferdlerin aslî biyolojik ihtiyaçları karşılanmalı, gençler sosyalleştirilmeli, hastalara bakılmalı, ölüler defnedilmeli, dinî vecibeler yerine getirilmelidir. 

"Her cemiyet kendi problemlerini halletmek maksadiyle muayyen bir takım nizam ve kaideleri benimser; bunlar nesilden nesile intikal etmek üzere gelenek halini alır."1

Ferdin terbiyesinde, karakter ve şahsiyetinin teşekkülünde, buna bağlı olarak hüküm ve davranışlarında daha çok iki unsur üzerinde durulmuştur: Ana ve babadan intikal eden "verâset" ile, aileden millete kadar, birbirine geçmiş halkalar halinde, ferdi çerçeveleyen "çevre". Ferdin içinde yaşadığı ve yetiştiği "cemiyet" de çevrenin önemli bir cüz'ü veya geniş bir halkasıdır. XIX. ve XX. asır sosyologları, terbiye sosyolojisinin mevzûuları içinde "ictimâî kıymet hükümleri" ile bunların cemiyet içinde yaşamasını, gelecek nesillere intikalini temin eden "ictimâî kontrol ve baskı" problemleri üzerinde önemle durmuşlardır. "Bir şeyi kontrol etmek, ona tekrar bakmak, kısaca onun üzerinde bir hâkimiyet sağlamaktır. Cemiyetin kontrolü de ferd üzerinde gereken hâkimiyeti sağlayabilmesi, ona kendi varlığını hissettirmesidir. Ferd, cemiyet varlığını ne derece kendi üzerinde hissederse; yani kontrol altında olduğunu anlarsa davranışlarında o derece çeki düzen vardır; yani ferdin davranışları bu takdirde gelişi-güzel değil, disiplinli ve emirlere yönelmiş özelliktedir."2 

E.A. Ross'a göre cemiyette içtimâî kontrolü temin eden vasıtalar ve müesseseler vardır; bunlar halkoyu, kanunlar, inançlar, cemiyet emirleri, terbiye, gelenekler, din, seremoniler, sanat, ictimâî değerler ve ahlâktır. 

B. İslâm'da: 

İslâm insanın, peşin bir günahı omuzlarında taşıyarak dünyaya geldiğini kabul etmez. Herkesin taşıyacağı ve mes'ul olacağı, kendi işleyeceği günahlardır.3 İnsan iyi veya kötü olmaya müsait, beşerî bir fıtrata sahiptir. Onun terbiyesinde, bu fıtrat yanında en büyük rolü çevre oynayacaktır. Bir hâdis-i şerif "Her çocuk fıtrat üzere doğar; sonra ana ve babası onu yahudi, veya mecûsî yahut da hıristiyan kılar"4 buyurarak mezkûr çevrenin en yakın unsuruna işaret etmiştir. 

Nasıl bir ana-baba, çocuklarını terbiye hakkına sahip, buna mukabil onun geçimini ve zarûrî ihtiyaçlarını temin ile mükellef, ise, tıpkı bunun gibi İslâm cemiyeti de ferdlerin dinî ve ahlâkî davranışlarını kontrol etmek, ona doğru yolu göstermek hakkına sahip, buna mukabil en son mercî olarak onun zarûrî ihtiyaçlarını temin ile mükelleftir. Nafaka, zekât, beytü'l-mâl müesseseleri bu mükellefiyeti yerine getirirken "emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker" veya "hisbe ve ihtisâb" adıyla bilinen İslâm'a has bir müessese de birinci hak ve vazifeyi ifâ etmektedir. 

Bu yazımızda önce ihtisâb müessesesini nazarî bakımdan ele alıp inceleyecek, sonra da İslâm tarihi içinde ihtisâbın tatbikatını tetkik edeceğiz. 

C. Kaynaklar: 

Hisbe (ihtisâb) mevzûu Doğu'da ve Batı'da incelenmiş, İslâm Hukuku ve İslâm müesseselerinden bahseden eserler, mevzûları arasında buna da yer vermişler, ayrıca hisbe üzerine müstakil kitaplar yazılmıştır. 

Birinci grup içinde Gazzâlî'nin İhyâ'sı, İbn Haldûn'un Mukaddîme'si, Makrizî'nin Hıtât'ı, Mâverdî ve Ferrâ'nın Ahkâmu's-sultâniyye isimli kitapları zikre şâyandır. 

"Arapça Kitaplarda Hisbe" başlığını taşıyan bir makaleden anlaşıldığına göre hisbe, mevzûundaki müstakil Arapça kitap sayısı 30 civarındadır.5 Bunlardan İbn Teymiyye'ye ait olanı müellifin fetvâ kolleksiyonu arasında neşredilmiş,6 telebesi İbn Kayyim tarafından da et-Turûku'l-hükmiyye isimli eserinde hulâsa edilmiştir.7 Ayrıca Abdurrahman b. Nasr eş-Şizerî'nin (v. 589/1193) Nihâyetü'r-rutbe fî talebi'l-hisbe isimli eseri Dr. Seyyid el-Bâz tarafından neşredilmiştir; (Kahire, 1946) İbn Uhuvve'nin Me'âlimu'l-kurbe... isimli eseri de 1976 da yine Kahire'de basılmıştır. 
Türkiye'de, ihtisâb müessesesi üzerinde en geniş yazı Osman Nurî (Ergin) tarafından, Mecelle-i Umûr-i Belediyye isimli eserinde kaleme alınmıştır. Bu yazıda, Osmanlılardan önce ihtisâb mevzûu çok kısa nakillerle geçilmiş, nazarî bakımdan ihtisâb, Şeyhülislâm Hayderîzade İbrâhim Efendi'nin Sebîlürreşâd mecmuasında intişâr eden makalelerinden iktibas edilmiş, bu makaleler de başlıca Gazzâlî'nin İhyâ'sından naklolunmuştur Osmanlılar'da ihtisâb daha geniş bir şekilde ele alınmış, bu arada Târîh-i Osmânî Encümeni Mecmûası'nın 1327. sene, 9 ve 10. sayılarında, M. Gâlib tarafından yazılan "İhtisâb Ağalığı" başlıklı makale hemen aynen alınmıştır.8 

İslâm Ansiklopedisi'nde E.V. tarafından yazılan "Hisbe" ve R. Lévy tarafından yazılan "muhtesib" maddeleri kısa ve yetersizdir. Zikredilen kaynaklar da eksiktir. M. Gaudefroy-Demombynes'in Les Instution Musulmane isimli kitabında (Paris, 1946, S. 158-162) ve Louis Milliot'nun Introduction a l'etude du Droit Musulmane adlı eserindeki (Paris, 1953, s. 716-720) hulâsalar faydalıdır. Colin et levi-Provençal'a ait olan Un Manuel hispanikue de hisba (Paris, 1931) ise müstakil olarak hisbe mevzuûna aittir. 

Bu mevzûdaki en yeni ilmî etüd, Dr. Yusuf Ziyâ Kavakçı'nın, İslâm Araştırmaları Enstitüsünde halen hazırlamakta olduğu eser olacaktır.* 

I. NAZARÎ SAHADA İHTİSÂB 

A. Tarif ve Mahiyeti: 

Hisbe ve ihtisâb, saymak ve hesap etmek mânâsına gelen "hisâb" ile aynı kökten olup İslâm İdâre Hukuku'ndaki mânâsı, muhtesibin (hisbe memurunun) çeşitli zaman ve yerlerde değişik olan vazife ve salâhiyetine göre farklı olmuştur. Umûmî olarak önceleri "hisbe" devlet muhasebesi ve muhasebe dairesi mânâsında, sonraları hâssaten zâbıta; ahlâk ve çarşı zâbıtası için kullanılmıştır.9 Aynı mânâda "İhtisâb" kelimesi de kullanılmış ve memuruna "muhtesib" denmiştir. 

İhtisâb kazâ salâhiyet ve velâyeti içinde mutalâa olunmuş10 bu sebeple, alâkalı eserlerde İslâm kazâ sistemi** veya halifenin şahsında toplanan ve onun başkalarına tevcih ettiği velâyetler11 içinde incelenmiştir. Bu arada "emr-i bi'l-mârûf ve nehy-i ani'l-münker" ile aynı mânâda olduğu düşüncesiyle bu başlık altında ele alındığı da olmuştur.12 

Bu fasılda İslâm esaslarına göre nazarî bakımdan ihtisâbı tetkik ettiğimizden Gazzâlî ve Mâverdî gibi müelliflerin tarifini tercih edeceğiz ki buna göre ihtisâb, açıkça terkedildiği zaman marûfu emretmek ve alenî olarak işlendiği zaman münkeri menetmekten ibarettir.13 

Muhtesibin vazifeleri ve benzer müesseselerle mukayesesini yaparken, yukardaki şümullü tarifin kayıt ve şartlarını da açıklamış olacağız. Tariften anlaşılacağı üzere ihtisâbın dinî mesnedi marûfu emir ve münkeri nehiy prensibidir. Şu halde önce bu prensibin İslâmî kaynaklar ve esaslar içindeki yerini hüküm ve değerini tesbit etmek gerekecektir. Biz bu tabiri "dinin emir ve yasaklarına nezaret etmek" şeklinde de ifade edebiliriz ki bu "ictimâî kontrol"ün İslâm'a has bir nev'ini teşkil etmektedir. 

B. Müslümanların, Dinin Emir ve Yasaklarına Nezaret Etmelerine Dair Esaslar: 

1. Âyetler: 

"İçinizden, iyiliğe çağıran, iyi iş işlemeyi (marûfu) isteyen ve kötü işten vazgeçiren (münkeri nehyeden) bir cemâat bulunsun; selâmeti bulanlar ancak onlardır."14 

Âyette geçen "...bulunsun" sözü emirdir ve gereğinin yerine getirilmesinin farz olduğunu ifade eder. Ancak "hepiniz yapın" demediği ve "içinizden bir cemaat..." kaydı bulunduğu için farzın kifâî olduğu, bir grup bu vazifeyi yerine getirince, diğerlerinin mes'uliyet taşımayacağı ve kurtuluşun herkese şâmil olacağı; tamamen ihmal edildiği takdirde ise herkesin mes'ul olacağı, yine mezkûr âyetin delâletinden anlaşılmaktadır.15 

"-Ehl-i kitâbın- hepsi bir değildir. İçlerinden öyle dosdoğru bir cemâat vardır ki geceleri secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülüğü nehyederler, hayır işlerine koşuşurlar; işte bunlar iyilerdendir."16 

"Erkek-kadın mü'minler birbirinin yakını ve yardımcısıdır. Onlar iyiliği emreder, kötülüğü nehyeder, namazı dosdoğru kılarlar."17 

"Siz insanlar için -hayat sahasına- çıkarılmış en iyi ümmetsiniz; iyiliği ister, kötülüğü istemezsiniz ve Allah'a iman edersiniz."18 

Bu âyette "en iyi (hayırlı) oluş", emir ve yasaklara nezaret etmek ile Allah'a iman eylemek vasıflarına bağlanmıştır. 

"İsrailoğullarından kâfir olanlar, isyan etmeleri ve haddi aşmaları yüzünden Dâvûd ve Meryem oğlu İsâ diliyle lânete uğradılar. Onlar -kötülük-yaptıkları zaman birbirlerini kötülükten alıkoymağa uğraşmazlardı. Bu yapmakta oldukları ne çirkin şeydi!"19 

Bu âyet-i kerîmede de lânete uğramanın sebebi "emir ve yasaklara nezaret vasifesinin terki" olarak gösterilmiştir. 

Daha birçok âyet açık veya kapalı olarak aynı hükümleri teyid etmektedir. 

2. Hadîsler: 

Hz. Ebû Bekir (ra) bir hitâbesinde şöyle demiştir: 

Ey nâs! Siz şu âyetin mânâsını yanlış anlayarak okuyorsunuz: "Ey iman edenler! Size kendiniz gerek; siz doğru yolda iseniz, yoldan sapan size zarar vermez."20 Halbuki ben Resûlullâh (sav) şöyle derken işittim: "İnsanlar dinin kötü saydığı birşeyi görüp de onu değiştirmezlerse Allah cezasını hepsine teşmil ediverir." Bir başka rivâyette "...güçleri yettiği halde değiştirmezler ise..." şeklinde ifade edilmiştir.21 

Ebû Saîd el-Hudrî'den (ra) rivâyet edildiğine göre Rasulullâh (sav) şöyle buyurmuştur:

 "Sizden kim bir münkeri görürse onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse dili ile, yine gücü yemezse kalbi ile düzeltsin; bu da imanı en zayıf olandır." (Müslim, İman, 20) 

Numan b. Beşîr'den; dediğine göre Resûlullâh (sav) şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın yasakları mevzûunda nemelazımcılık edenle, onları işleyenlerin misâli kur'a ile bir gemiye binerek kimi alt katına kimi de üst katına düşen bir topluluktur. İmdi alttakiler su için yukarıdakilerin yanına uğrayıp geçmiş, onlar da bundan rahatsız olmuşlardır. Bunun üzerine beriki bir balta almış ve geminin altını delmeğe başlamıştır. Yukarıdakiler ona gelmiş ne yaptığını sormuşlar, o da 'Benim yüzümden rahatsız oldunuz, suya da ihtiyacım var.' cevabını vermiştir. Bu durumda ona mâni olurlarsa hem onu kurtarmış olurlar, hem de kendileri kurtulur. Eğer onu kendi haline bırakırlarsa onu da kendilerini de mahvetmiş olurlar." (Buharî, İfk: 20). 

Usâme b. Zeyd'den; dediğine göre Resûlullâh (sav) şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet günü adam getirilir ve ateşe atılır, bağırsakları ateşe fırlar ve adam eşeğin değirmeni ile döndüğü gibi orada döner. Cehennemlikler onun başına birikerek 'Ey filan, sana ne oldu? Sen bize ma'rufu emreder ve münkerden de nehyeder değil miydin?' derler. O da 'Size iyiyi emrettiğim halde onu yapmazdım, kötüyü yasakladığım halde onu da yapardım.' der..." (Buhârî, Fiten: 17). 

Huzeyfe'den rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (sav) şöyle buyurmuştur:

"Allah'a yemin ederim ki ya iyiliği emredip kötülüğü yasaklayacaksınız, yahut da Allah üzerinize, nezdinden bir azab gönderecek; sonra duâ edeceksiniz, fakat duânız kabul olunmayacaktır." (Tirmizî'den). 

Urs b. Umeyre'den, o da Resûlullâh'tan (sav); şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde günah işlenince onu gören ve tasvib etmeyen ondan uzakta bulunmuş gibidir." (Ebû Dâvûd'dan) 

Yukarıda zikredilen âyet ve hadîsler bu mevzûdaki nassların tamamı olmamakla beraber, İslâm'ın ona ne kadar ehemmiyet verdiğini göstermeğe kâfidir. Görüldüğü üzere İslâm, dinî vecibelerin yerine getirilmesinin kontrol ve teminini, emir ve yasaklara nezaret vazifesinin ifâsını bütün müslümanlardan istemiş, bu vazife yeter sayıdaki insanlar tarafından yapılırsa geri kalanların mes'uliyetten kurtulacaklarını ifâde etmiştir. İşte bu sebeple İslâm müesseseleri arasında bir de "ihtisâb müesesesi" vücud bulmuş -ileride görüleceği üzere- Hz. Ömer'den beri ümmeti temsil eden devlet başkanları yeteri kadar muhtesib tayin edegelmişlerdir. Gerek devlet memuru olarak ve gerekse Allah rızası için ihtisâb işini yapan22 kimselerin belli vasıfları olacaktır. Kaynaklar bu vasıflar ile muhtesibin diğer bazı devlet memurlarından farkları üzerinde uzun boylu bilgiler vermiş, çeşitli görüşler aksettirmişlerdir. 

1. Muhtesibde Aranan Şartlar: 

a) Mükellef olmak: Mükellefiyet çağına gelmemiş bir çocuğun emir ve yasaklara nezaret etmesi, gerekli ikazda bulunması câiz olmakla beraber bu ona vazife değildir. Bilfiil menetmek ve meşru olmayan şeyi ortadan kaldırmak ise ancak memur olan ve devlet otoritesini temsil eden memurun yapabileceği iştir. Ve bunun mükellef olması şarttır. 

b) Müslüman olmak. 

c) İyi ahlâk (adâlet) sahibi olmak: Bazı kimseler, yukarıda bir örneği geçen, başkalarını kontrol ve ikaz ettiği halde, kendileri dinî vecibeleri yerine getirmeyen kimseleri kınayan nasslara bakarak, söylediğini yapmayan ve iyi ahlâk sahibi olmayanların ihtisâbı ifâ edemeyeceklerini ileri sürmüşlerdir. Gazzâlî, peygamberler dışında hiç kimsenin küçük ve büyük gühahlardan ve kusurlardan uzak olamayacağını, bir kimsenin günah ve kusurunun doğru bildiğini söylemesine, başkalarını günah işlemekten menetmesine mânî teşkil etmeyeceğini öne sürerek -mutlak mânâda- adâlet şartını kabul etmemiştir.23 

d) Resmî selâhiyet: Bu şartı kabul edenlere göre halktan herhangi bir fert ihtisâb yapamaz, muhtesibin devlet başkanı veya vali tarafından tayini gerekir. 
Gazzâlî, bütün müslümanlara hitab eden ve onları mükellef kılan nassları gözönüne alarak bu şartı da reddetmiştir. 

e) Güç Sahibi Olmak: Âciz olan, ikaz ve önleme vazifesini yapmağa kalkışınca maddî veya mânevî, önemli bir zarara uğrayacağını bilen kimselerin, gayrimeşrû fiil ve davranışları gönülden tasvib etmemekle yetinecekleri bir hadîs-i şerif'te geçmişti. Bu noktada hem korku, hem de faydalı oluş bir arada değerlendirilirse ortaya dört şık çıkar: 

1. İhtisâbın hem fayda vermeyeceği, hem de yapana zarar getireceği mâlûm ise bunu yapmak gerekli değildir. 
2. Söz ve fiili ile münkerin ortadan kalkacağını ve kendisine bir zarar gelmeyeceğini bilen kimsenin bunu yapması gereklidir. 
3. Ne fayda ne de zarar getireceğini bilen kimseye ihtisâb farz olmamakla beraber dinin esaslarını tebliğ bakımından yapması faydalı ve tercihe şayan kabul edilmiştir. 
4. İhtisâbıyla meşrû olmayan duruma mâni olabileceğini fakat bundan zarar görebileceğini bilen kimsenin durumuna gelince; buna ihtisâb farz olmamakla beraber haram da değildir; hattâ müstehabtır. "Cihadın en üstünü zalim devlet başkanına karşı hakkı söylemektir."24 
"Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın"25 âyetini ileri sürenlere karşı Gazzâlî "meselâ savaşa girmek de kendini tehlikeye atmaktır, buradaki tehlikeden maksat faydasız veya zararı daha çok olandır..." diyerek cevap vermiştir.26 
Aynı müellif, ihtisâbın dâvet edeceği zarar üzerinde de durmuştur. Muhtemel zarar ya insanın maddî ve mânevî varlığına veya içtimaî mevkiine ait olabilir. 
Ayrıca zarar ya mevcudu yokedici, elden alıcı olur; yahut da beklenen bir faydanın gelmesine mâni olur. Bunlardan ancak birincisi için gerçek mânâda zarar tâbiri kullanılabilir. Şu halde mevcut hastalığı tedavi eden tek doktora karşı, tedaviyi terkedeceği korkusu ile ihtisâb terkedilebilirse de "ileride hasta olursam beni tedavi etmez" korkusu ile ihtisâbın terki tecviz edilemez.27 

Zarar muhtesibin şahsında kalmaz; yakın, uzak başkalarına da şâmil olursa bu durumda ihtisâb yapılmayacaktır. Bu da bir nevi acizlik sayılmıştır. 

2. Muhtesib ile Kadı ve Mezâlim Hâkimi Arasındaki Farklar: 7

Kadı İslâm'da normal mahkemenin hâkimidir. Şer'î mahkeme usulüne göre dâvaları kabul eder ve hükme bağlar. Kadılık müessese olarak daha Hz. Peygamber (sav) zamanında teessüs etmiştir. 
Mezâlim divan veya mahkemesi ise kadılar veya yüksek devlet memurlarının hüküm ve tasarruflarındaki zulüm iddialarına bakar. Bu mahkeme ilk olarak Emevî Halife Abdulmelik (v. 86/705) tarafından kurulmuş28 ve hâkimliğini de bizzat halife deruhte eylemiştir. Halife Ömer b. Abdulaziz, Mehdi, Hârun Reşid de bizzat bu vazifeyi yapmışlar, sonra Hârûn, İmam Muâmmed'i divân-ı mezâlim hâkimi tayin eylemiştir.29 

Bu kısa bilgiden sonra asıl mevzûumuz olan farklara geliyoruz: 

a) Hisbe ile kazâ arasında iki yönden benzerlik vardır: 

1. Muhtesib de kadı gibi dâvalara bakar ve hüküm verir; ancak onun sahası ancak ölçü ve tartı eksikliği, hile, aldatma, vakit gelmiş borcu ödememe gibi belli konulardır.
2. Muhtesib de kadı gibi -kendi sahasında- mahkûmu hükmün icabını yerine getirmeye icbar eder. 

b) Muhtesib isbata muhtaç hak ve dâvalar ile meşgul olmaz; bu dâvalar kadıya aittir. Onun sahası açık (meşhud cürümler) ve itiraf edilmiş haklardır. 

c) Kadı kendisine getirilen dâvalara bakar; çarşı-pazar gezerek haksız ve gayrimeşrû fiil ve hâdiseleri kontrol etmez. Halbuki bunlar muhtesibin vazifeleri cümlesindendir. 

d) Muhtesibin davranışlarında otorite ve heybet, kadınınkinde ise vakar ve teenni hâkimdir.30 

3.Muhtesib ile Mezâlim Hâkimi Arasındaki Farklar: 

a) Mezâlim hâkimi kadıların üstündedir, onların âciz kaldığı sahalarda hüküm verir. Muhtesib ise kadılardan daha aşağı bir rütbe ve selâhiyet sahibidir. 

b) Mezâlim hâkiminin kendisine arzedilen her mevzûda hüküm verme selâhiyeti vardır.31 

C. İhtisâba Mevzû Teşkil Eden Fiillerin Şartları: 

İhtisâbın meşrû olmayan, dinin kötü ve çirkin kabul ettiği fiil ve davranışlara karşı yapılacağı ifade edilmişti. Mezkûr fiilerin hâlen mevcut, apaçık ortada ve ictihada muhtaç olmaksızın sâbit olmaları lâzım geldiği de ilâve edilirse ortaya dört şart çıkmış olur: 

1. Fiil münker olacak: Burada günah, haram gibi tâbirler yerine "münker" kullanılıyor; çünkü münker, dinin vücuda gelmesini menettiği şey mânâsında olarak daha geniş bir mefhuma sahiptir. Meselâ çocuk veya delinin şarap içmesine günah denemez, fakat münker denir ve menedilmesi gerekir. 
2. Olmuş, geçmiş veya olması muhtemel bir fiile karşı ihtisâb yapılmaz; ihtisâbın zamanı münkerin icra edildiği zamandır. 
3. Münker açıkta icrâ edilmekte olacak: Gizlenen münkeri arama yaparak, tecessüs ile ortaya çıkarmak câiz değildir. Rivâyete göre -Hem Resûlullâh (sav) hem de kendi zamanında ihtisâb vazifesini yürüten- Hz. Ömer, birisinin duvarından aşarak adamı münker bir iş üzerinde yakalamış; adam Hz. Ömer'e "Ey mü'minlerin emiri, ben bir münker işledim sen ise üçünü işledin; Allah tecessüsü menetti, onu yaptın; evlere kapılarından girin dedi, tepeden indin; girerken izin isteyin dedi, istemedin demiş, Hz. Ömer de onu tasdik etmiş ve bir daha yapmaması şartıyla serbest bırakmıştır.32 
4. Dinde ictihad ve ihtilâf mevzûu olan fiiller de ihtisâba tâbî değildir. Bir Şâfiî, velisiz nikâh yapan, nebiz33 içen bir Hanefîyi bundan menedemez. Çünkü bulûğa ermiş bir kızı rızâsıyla, fakat velisinin izni olmaksızın nikâhlamak ve nebiz içmek Şâfiîlere göre değilse bile Hanefîlere göre sahih ve câizdir. 

D. İhtisâbın Metodu: 

İhtisâbda takip edilecek usûl ve başvurulacak çareler üzerinde de durulmuştur. Bu çareler hafiften şiddetliye doğru şöyle sıralanmaktadır: Bilmek, bildirmek, yasaklamak, öğüt vermek, tekdir etmek ve azarlamak, el ile müdahale edip düzeltmek, sopa ile tehdit, sopalamak, silâh çekmek, zâbıta kuvvetleriyle duruma hâkim olmak. Bunların yeri ve kullanılışı üzerinde yapılan açıklamaları kısaca arzediyoruz: 

1. Bilmek, haberdar olmak: Bundan maksat münkerin işlendiği anda buna muttalî olmak ve bilmektir. Daha önce de zikredildiği üzere münkerin işlenip işlenmediğini öğrenmek için tecessüste bulunmak, halkın gizli kapaklı işlerini araştırmak câiz değildir. Bilgi, ya iyi ahlâklı iki şâhidin bildirmesi veya açıkça işlendiği için görülmesi yollarından elde edilecektir. 

2. Öğretmek: Münkerin yapılmasının sebebi bazen bilgisizliktir. Bilmediği için emir ve yasakları çiğneyen, dinî talimâta aykırı hareket eden kimseler vardır. Bunlara bilmedikleri husûslar münasip şekilde anlatılırsa davranışlarını düzeltebilirler. Ancak çok kimse bilgisizliğinin ortaya çıkmasına tahammül edemez ve bu yüzden de gerçeği kabul etmez. Meselâ, namazda rükû ve secdeleri tam yapamayan bir kimseye yalnız olarak, yumuşak bir dille "biz de dünyaya bilgin gelmedik, bize de namazı büyüklerimiz öğretti, şunu şöyle yaparsanız namazınız mükemmel olur..." şeklinde eksiğini söylemek bilmediğini öğretmek gerekir. 

3. Öğüt vermek, doğru yolu göstermek ve Allah korkusunu hatırlatmak suretiyle önlemek: Bu, bildiği halde münkeri işleyen; meselâ içkiye, zulme, müslümanları arkalarından çekiştirmeye -bunların haram olduğunu bilerek- devam eden kimseye karşı tatbik edilir. Ona işlediği kötü fiil ile alâkalı âyet ve hadîsler, Allah'ın sevgisine mazhar olmuş zevâtın davranışları anlatılır. Yumuşak bir dil kullanılır. Burada muhtesib tahakküm tavrından uzak, gönlü merhamet ve şefkatla dolu, aynı günahı kendisi işliyormuş gibi müteessir olmalıdır. Çünkü bütün mü'minler bir vücut gibidir. Aynı zamanda muhtesib, kendini muhatabından üstün görmemeli, yaptığı ile böbürlenmemeli, kalbini kibirden korumalıdır. 

4. Tekdir etmek, kötü söylemek: Münkeri işleyen iyi ve tatlı sözden anlamaz, öğüt ile alay etmeğe kalkışırsa bu yola başvurulur. Burada kötü sözden maksat küfretmek değildir. "Günahkâr, ahmak, câhil, kaba adam, Allah'tan korkmuyor musun?" gibi sözlerdir. 

5. El ile müdâhale etmek: İçkiyi dökmek, ipek elbiseyi çıkarmak, gasb edilmiş arâziden gâsıbı çekip çıkarmak, pis iken mescide girmiş kimseyi tutup oradan çıkarmak bu metodun örnekleridir. Bunu tatbik edebilmek için iki şart vardır. 
a) Bunları kendisinin yapması söylendiği halde yapmaktan imtina etmesi; 
b) Önleyici en hafif müdahale ile yetinilmesi. Meselâ elinden tutmak varken yakasından, sakalından tutulmaz. 

6. Dövmek veya başka türlü cezalandırmakla tehdit etmek: İhtisâbın bu derecesinde dikkat edilebilecek nokta, tehdit için söylenen şeyin dinde câiz ve söylenen tarafından yapılabilir olmasıdır. 

7. Dövmek: Bundan önceki çare ve usûller münkeri önlemek için kâfi gelmez ve sopalamak zarûret halini alırsa bu da tatbik edilebilir. 
Buraya kadar geçen ihtisâb çareleri herkes içindir. Sopa ve icâbında yaralama pahasına suçu ve münkeri önleme işi herkes için midir? Bu noktada farklı görüşler vardır. Mu'tezile devletin memuruna aittir, diyor. Gazzâlî zarûret bulunur, daha kötü bir netice de doğmazsa her müslüman tatbik edebilir görüşünü ileri sürüyor.34 Aynı ihtilâf bundan sonraki madde için de vâriddir. 

8. Silâh Kullanmak: Bu son çaredir. Nâdiren başvurulur. Daha çok karşı tarafın silâh kullanması buna sebep teşkil eder. 
Görülüyor ki maksat müslümanları incitmek, küçük düşürmek, fitneyi körüklemek, böbürlenmek değil, onları ikaz ve irşad ederek, gereken terbiye metodlarını tatbik ederek suçu ve münkeri önlemektir. Bu sebeple muhtesibin ilim, Allah korkusu ve güzel ahlâk sahibi olması gerektiği önemle tekrarlanmıştır. 

E. İhtisâbın Tatbik Edileceği Fiiller ve Davranışlar (Münker): 

Dinin yapılmasını istedikleri (ma'rûf) ve yapılmamasını istedikleri (münker) ihtisâba mevzû teşkil ettiğine göre, bir bakıma devlet başkanlığından en küçük memuriyete kadar bütün İslâmî mevkî ve müesseseler ihtisâb ile meşgul oluyorlar demektir.35 Ancak bu hisbenin, ıstılâh haline gelenden daha geniş bir mânâsıdır. Istılâhî (terim olarak) hisbenin mevzûuna gelince, bunları derli toplu bir şekilde tesbit için üç yoldan yürünmüştür: 

1. Belli bir sistem içinde, nazarî olarak ma'rûf ve münker fiileri tesbit yolu. Meselâ Mâverdî gerek ma'rûf ve gerekse münkeri önce Allah hakkı, kul hakkı ve müşterek hak olmak üzere üç gruba ayırmış, sonra bu grupları da nevîlere ayırarak örnekler vermiştir. Buna göre Allah hakkı olan mârûf içinde cuma namazı, cemâatle namaz, ezan ve vakit namazları vardır. Bunların toptan terkedilmemesini sağlamak ihtisâb mevzûudur. İnsan hakları içinde cemiyetin müşterek ihtiyaçları; meselâ yol, su, câmi, şehrin müdafaası için tahkimât ile zamanında ödenmeyen borç ve nafakalar gibi ferdî haklar bahis mevzûu edilmiştir. Allah ile kul için müşterek sayılan haklar meyânında boşananların gerekli iddeti beklemeleri, yetimlerin velileri tarafından gerektiğinde evlendirilmesi, kölelerin hukukunun korunması, bulunmuş eşya ve hayvanların muhâfazası gibi husûslar vardır. Bütün bunlar muhtesibin, yerine getirilmesine nezaret edeceği ma'rufun nevileridir. 

Allah hakkı olan münker ibadetler, muâmelât ve haramlar diye üç kısma ayrılmıştır. İbâdetler mevzûunda, bunların sünnetteki şekillerinden çıkarılması, ilâveler yapılması, âlenen ihlâli (oruç yemek gibi); muâmelât mevzûunda, fuhuş ticareti, fâsid ve bâtıl akitler, aldatma, hile yapma, eksik ve yanlış ölçüp tartma; haramlar mevzûunda ise açık haramlar ile şüpheli şeyler muhtesibin vazife sahasına giriyor. 

Kul hakkına tecavüz şeklinde tezâhür edene münkerler bir kimsenin mülk arâzisinden husûsî yol geçirmek, duvarını kullanmak, sanatkârlar ve esnâf ile müşteriler arasındaki münâsebetlerdeki haksızlıklardır. 

Müşterek haklar cümlesinden olan münkerler içinde yüksek bir kat veya balkondan komşunun haremine bakmak, mahalle imamının cemâati mutazarrır edecek kadar namazı uzatması, hayvanlara ve vâsıtalara fazla yük vurmak, kölelere zulüm ve işkence yapmak, yollar üzerine halkı rahatsız edecek tezgâh veya binalar kurmak, zarûret olmadan erkeğin saç boyaması, falcılık ve bu gibi işlerle geçinmek... zikredilmiştir.36 

2. Böyle bir sisteme ve taksimâta tâbî kılmaksızın çeşitli münker davranışları sıralama ve bunların dindeki önemi ile önlemesi çaralerini münakaşa etme yolu. İbn Teymiyye ile İbn Kayyim de bu yolu takip etmişlerdir.37 

3. Bütün ma'ruf ve münkerleri sayıp tesbit etmek yerine, müellifin zamanında müşahede edilen başlıca münker davranışları tesbit yolu. Gazzâlî'nin usûlü de budur. Hem yazımızın ikinci bölümünde ele alacağımız "tatbikâtta ihtisâb" mevzûuna basamak olması hem de Gazzâlî devri (450-505/1058-1111) din ve ictimâî hayatına ışık tutması bakımından bu müşahedeyi hülâsa olarak arzediyoruz.38 

Mescid ve Câmilerde Görülen Münker Fiiller: 

1. Ta'dil-i erkânı terketmek; yani namaz içindeki rükû, kalkmak, secde, oturma gibi fiileri eksik yapmak. 
2. Namaz kılanın görmediği bir yerinde pislik bulunması veya karanlık gibi bir sebeble kıbleye yönelmemiş olmak. 
3. Kur'ân-ı Kerîm'i yanlış okumak. 
4. Ezânın çok bağırılarak ve haddinden fazla uzatılarak okunması. 
5. İki veya daha fazla müezzinin, birinin okuduğu bitmeden diğeri başlamak suretiyle ezan okumaları ki bu durum mü'minlerin ezana cevap vermesini güçleştirmektedir.
6. Hatibin siyah, ipekli cübbe ve altın kabzalı kılıç kullanması. 
7. Vâiz ve kıssacıların yalan haberler nakletmeleri veya bidatlarının propagandasını yapmaları. 
8. Kadınların bulunduğu vâazlarda vâizin genç, şık giyimli olması, hareketli ve şiirler okuyup, işaretler yaparak konuşması. 
9. Câmi içinde ilâç, yiyecek, nazarlık vs. satmak için halkalar kurmak, Kur'ân okuyarak, şiirler söyleyerek dilenmek. 
10. Câmiye deli ve sarhoşların girmesi, çocukların oynaması... 

Çarşı ve Pazarda: 

1. Kâr mevzûunda yalan söylemek, 
2. Satılan şeyin kusurunu gizlemek, 
3. Ölçü ve tartıyı eksik yapmak, 
4. İslâm'ın haram kıldığı şeyleri alıp satmak, 
5. Çeşitli hile ve aldatmalar. 

Yollarda: 

1. Gelip geçenleri rahatsız edecek şekilde yolları tezgâh, yapı, yük vs. ile işgal etmek. 
2. Yol üzerinde hayvan boğazlamak. 
3. Hayvanlara fazla yük vurmak. 
4. Karpuz, kavun vb. kabuğu atmak. 
5. Kanalizasyon akıntılarını, pis su ayaklarını yola verip akıt- mak. 
6. Evin önünde ısıran köpek barındırmak. 

Hamamlarda: 

1. Hamam kapı ve duvarlarındaki sûretler (canlıların kabartma resimleri) vb. 
2. Gizlenmesi gereken yerleri açmak ve buralara bakmak. 
3. Yıkayıcıların peştemal altına bakmaları veya buralara ellerini sürmeleri. 
4. Az su içine pis el, tas ve çamaşırların sokulması. 
5. Hamamların pis ve taşların kaygan bırakılması... 

Ziyafetlerde: 

Ziyafetlerde de israf, dedikodu, altın ve gümüş eşya kullanmak gibi münkerler vardır. 
Gazzâlî buraya kadar hulâsa ettiğimiz münkerâtı saydıktan ve ıslâh çareleri üzerinde durduktan sonra sözü şöyle bağlıyor: "Bugün evinde oturan, ihtisâb işi ile meşgul olmayan herkes münker işliyor demektir. Çünkü bilgisizliğin ve münker davranışların yaygın olduğu şu zamanda halkı irşaddan geri durulamaz... Her mahallede bir din bilgini mecsidde halka dini öğretmelidir. Bilen bildiğini bilmeyenlere öğretmeli, hattâ azığını da kendi kazancından temin ederek bunun için yakından uzağa seyahat etmelidir... Her müslüman önce kendinden başlamalı, farzlara devam ve haramları terkederek nefsini terbiye etmeli, sonra bunu ailesine öğretmeli, sonra komşularına intikal etmeli, sonra mahallesine sonra şehrinin halkına, sonra kenarlarda ve köylerde oturanlara ve nihayet bütün dünya halkına İslâmın irşad ve dâvetini, dinin ön bilgilerini ulaştırmalıdır. 
Bu vazifeyi, mezkûr bölgelere yakın olanlar yaparsa uzak olanlar mecburiyetten kurtulurlar." 

Netice: 

Buraya kadar İslâm'ın, bugünkü ictimâî ve terbiyevî ilimlerin vardığı neticelere uygun olarak fert ve cemiyet arasında sıkı bir alâkanın varlığını, ferdin terbiyesinde cemiyetin rolünün büyük olduğunu, cemiyetin selâmeti için gelenek halinde intikâl eden bazı kaide ve nizamlara tâbî olmasının zarûretini kabul eylediğini gördük. Terbiyenin gayesi insanoğlunu yaratılış gayesine en uygun olan karaktere, şahsiyete ve davranış melekesine kavuşturmak, iyi insanlardan mürekkep iyi cemiyetler meydana gelmesine yardım etmektir. İslâm'a göre de cemiyetlerin en hayırlısı, şiârı iyilik olan ve bütün insanlığa sulhun, selâmetin, iyiliğin, yüksek ahlâkın örneğini veren, bunların hâkim olmasını gaye edinen cemiyettir. Suç işleyeni cezalandırmak belki bir zarûrettir; fakat önemli olan suçu önlemek, suç işleme istidadı taşıyanları terbiye ve ıslâh etmektir; tıpkı sıhhati korumanın, hastalığı tedavinden önce geldiği ve daha önemli olduğu gibi. İşte ihtisâbın veya ma'rûfu emr ve münkeri nehy müessese ve vazifesinin en önemli işi bu ulvî ve önemli gayelerin gerçekleşmesine yardım etmek, beşeriyyeti dünyada mutlu, ahiret için de umutlu kılmaya çalışmaktır. 

İslâm bunun için kaideler koymuş, âlimlerimiz de bu kaideleri sistemleştirmiş, açıklamış ve tebliğ etmişlerdir. Ancak İslâm tarihi boyunca buraya kadar arzettiğimiz nazariyât ile tatbikat birbirine uymuş, kitaptakiler cemiyet aynasına aksetmiş midir? 
İşte aşağıdaki bölümde bu mevzûu tesbit etmeğe çalışacağız. 

II. İSLÂM TARİHİ BOYUNCA TATBİKATTA İHTİSÂB 

Nazarî sahada ihtisab mevzûunda, gerek müstakil kitaplarda ve gerekse umûmî eserlerin alâkalı bölümlerinde oldukça geniş bilgi bulmak imkânına sahibiz. Halbuki tarih boyunca çeşitli İslâm devletlerinde bu müessesenin nasıl yürütüldüğü ve resmi olmayarak halkın ihtisâb vazifesine nasıl katıldıkları hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. Bu bilginin ikmâli için önce çeşitli İslâm devletleri için müesseseler tarihinin yazılmasını bekleyeceğiz. Ancak bu bekleyiş, eksik ve kopuk da olsa bilinen kısımların tesbitine mâni değildir. 

A. Menşei: 

Yukarıda ihtisâbın İslâm'a has bir müessese olduğunu söylemiştik. M. G. Demombynes, ihtisâbın Bizans aracılığı ile Roma'nın, resmî binaların murakabe ve muhafazası gibi vazifeleri yürüten belediye müessesesinden (edile curule) intikal etmiş olduğunu kesin olarak ifade etmişse de39 iddiâsını isbata yarar bir delil zikretmemiştir. Buna mukabil kitabında hisbe mevzûuna daha geniş yer veren L. Milliot, başkadılık müessesesinin İran'daki mûbed-i mübedân müesessesinden intikâl ettiğini zikretmesine rağmen40 ihtisâb için yabancı bir menşe ileri sürmemiştir.41 İleride temas edileceği üzere Roma'nın "edile curule" müesesesi bir dereceye kadar Osmanlılardaki "şehreminliği" müesesesine benzer; bu ise ihtisâbdan farklıdır. 

Kanaatimize göre bu müessese, İslâm'ın ana kaynaklarında önemle yer aldığını gördüğümüz "dinin emir ve yasaklarına cemiyetin nezaret etmesi, bunların yürümesini temin eylemesi" mükellefiyet ve vazifesinden doğmuştur. Resûlullâh (sav) devrinde, diğer birçok vazifeleri yanında ihtisâb işini de bizzat kendileri deruhte eylemişler, başta Hz. Ömer olmak üzere sahâbe de bu mevzûda O'na yardımcı olmuşlardır. 

B. Müessese Olarak Başlangıcı: 

İhtisâbın müessese olarak kurucusu Hz. Ömer'dir. Kendisi de bu vazifeye bakmakla beraber Abdullah b. Utbe'yi Medine'ye, Saîd b. Âs'ı da Mekke'ye muhtesib teyin etmiş, bunlara çarşı-pazarı, şehirlerarası yolların girişini, develerin istirahat ve hareket yerlerini dolaşmalarını ve buralarda gördükleri münker fiillere müdâhale etmelerini emretmiştir. Geceleri Medine sokaklarını dolaşan eli kamçılı ilk halife de Hz. Ömer'dir.42 

Rivâyete göre Hz. Ömer böyle bir gece teftişinde bir hane içinde cereyan eden şu münakaşaya kulak verir: Anası kızına, satılacak süte su katmasını teklif etmekte, kız ise "halifeden korkmaz mısın?" diye diretmektedir. Anası: "Şimdi halife burada değil" deyince kız: "Halîfe yoksa onun Allah'ı buradadır" cevabını verir. Hz. Ömer bu fazîlet âbidesini oğlu Âsım'a almıştır ve tarihte "İkinci Ömer" diye anılan Ömer b. Abdülaziz de Âsım'la bu hanımın torunu olmuştur.43 

Bu devrede dinî-ahlâkî kontrol vazifesi müslümanlar dışında resmen kadı ile muhtesib arasında paylaşılıyordu. Ancak yukarıdaki rivâyet ile benzeri nakiller ikinci halifenin de bizzat bu vazifeye katıldığını ifade etmektedir.44 İbn Haldûn'un nakline göre sultanın vazifesi hilâfetten ayrılıp siyasî ve idârî sahaya inhisar edinceye kadar İslâm devletlerinin çoğunda muhtesiblik müstakil bir makam olarak telâkki edilmeyip, kazâ makamına tâbî ve yardımcı kabul edilmiş ve tayinleri de kadı yapmıştır. İbn Haldûn bu tatbikâtı benimseyen devletlere örnek olarak Mısır ve Mağrib Fâtımîleri ile Endülüs Emevîlerini zikretmiştir.45 

C. Emevîler ve Abbâsilerde: 

Emevîler ile Abbâsîler devirlerinde resmî ihtisâb tatbikatına dair bir nakil göremedim. Ancak Emevîlerden Muâviye'ye Ebû Müslim Havlânî, Ebu'd-Derdâ, Abdulmelik ve oğlu Velid'e Atâ b. Ebi-Rabâh, Haccâc'a ve İbn Hübeyre'ye Hasenü'l-Basrî tarafından kelleyi koltuğa alarak yapılan hasbî ihtisâb vazifeleri46 bu devirde dinin emir ve yasaklarına nezâret vazifesine önem verildiğini, hattâ bu vazifenin -resmî olmayan âlimler tarafından- halîfe ve valilere karşı da yapıldığını göstermektedir. 

Aynı durumun Abbâsiler devrinde de devam ettiğini gösteren örnekler vardır. Evzâî ve İbn Ebî Züeyb'in Ebû Câfer Mansûr'a, İmam Sevrî'nin Hârûn Reşîd'e, Ebû'l-Hüseyin Nûrî'nin Mu'tedid'e karşı ifâ ettikleri parlak ihtisâb örneklerini Gazzâlî nakletmiştir.47 Bunlar arasında Mu'tedid'e ait bir ifade o devirde, tayin ile bu işi yürüten muhtesiblerin varlığına delâlet etmesi bakımından önemlidir. Nûrî, bir kayıkla taşınan, içleri şarap dolu küplerin halîfe Mu'tedid'e ait olduğunu sorup öğrenince kayıkçının sopası ile bir küp hâriç hepsini kırmış, yakalayıp bizzat halife tarafından sorguya çekilmiş ve aralarında şu konuşma geçmiştir: 

- Küpleri niçin kırdın? 
- Ben muhtesibim. 
- Sana hisbe salâhiyetini kim verdi? 
- Sana hilâfet vazifesini veren bana da hisbe vazifesini verdi. 
- Sonuncu küpü niçin kırmadın? 
- Tam o sırada beni görenleri hatırlayarak gönlüme böbürlenme geldiği için. 

Bu cevaplardan sonra halîfe onu serbest bırakmıştır. 

Halîfe Mu'tedid'den 156 yıl sonra vefat eden Mâverdî (v. 450/1085) önceleri bizzat halifelerin nezaret ettiği ihtisap vazifesinin, onlar bu işten vazgeçerek ehliyetsiz ve menfâatçi kimseleri muhtesib tayin etmeleri üzerine istismar ve ihlâl edildiğini, bu yüzden de kendisinin kitabında buna yer verdiğini söylemektedir.48 

Abbâsîlerin zayıfladığı, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun altın çağını yaşadığı devirde ise Gazzâlî, (v. 505/1111) kendi devrinde ihtisâb vazifesi üzerine şunları kaydetmiştir: "Bu önemli vazifenin ilmi ve tatbikatı silinmek üzeredir. Gönüllere, mahlûka yaranma duygusu hâkim olmuş, Yaratan'ı gözetme şuurunu oradan söküp çıkarmıştır... Menfâat duygusu âlimlerin ağzına kilit vurmuştur."49 

Yine aynı devirde, Nizâmülmülk (v. 485/1092) vefatından bir yıl önce Sultan Melikşah'ın emriyle kaleme aldığı Siyâsetnâme'sinde ihtisâba yer vermiştir. Verdiği malûmat ve naklettiği hâdiseler, kendi devri ile Gazneli Mahmud (v. 421/1030) ve torunu İbrahim (v. 481/1088) devirlerinde ihtisâb telâkki ve tatbikâtı bakımından önemli olduğundan aynen naklediyoruz:50 

"Kezâlik her şehirde bir muhtesib tayin olunmalıdır ki, terazilerin sahih olduğuna, vezne riâyet edildiğine baksın. Bey ü şirâ muâmelâtının sıdk u istikamet ile cereyanına nezaret etsin. Etraf ve esnaftan getirilip pazarda satılan kâffe-i eşyada tağşiş ve hiyânet bulunmamak ve evzan doğru olmak hususunda ihtiyata riâyet eylesin. Emr-i ma'ruf ve nehy-i münkeri yerine getirsin. Gerek padişah, gerek memurîni, muhtesibin nâfuz ve iktidarın takviye eylemelidir. Çünkü: Kâide ve netice-i aklın birincisi budur. Aksi takdirde fukara renç ve eleme uğrar; pazar halkı istediği gibi alır, satar. Fazla yiyenler müstevlî ve fısk âşikâr olur. Emr-i şeriat revnaksız olur. 

Bu memuriyet daima havastan bir hadıma yahut yaşlı bir Türk'e tefviz olunurdu. O adam hiç mümâşât ve muhâbât göstermez ve has ve âmm andan korkardı. Bütün ef'âli insaf kâidesine muvâfık olur ve İslâm kavâidi istihkâm bulurdu. Nitekim hikâyeyi âtiye de variddir: 
Buna mütaallik hikâye: Hikâye olunur ki, Sultan Mahmud bütün gece haseki ve nedimeleriyle şarap içmiş ve sabuhî (yani sabah şarabını) nûş eylemiş idi. Mahmud'un sipahsâlârı Ali Nüviştekin ile Muhammed Arabî dahi bu mecliste hazır bulunarak, bütün gece şarap içmiş ve hiç uyumamıştı. Güneş kuşluk zamanına gedik de Ali Nüviştekin'in başı döndü, uyudu. İfrat şaraptan rahatsızlık hissederek, hanesine gitmek üzere izin istedi. Mahmud: "Aydın günde bu hal ile gitmek doğru değildir. İkindi namazına kadar burada istirahat et. O zaman ayık olarak gidersin. Zira; seni muhtesib bu halde görürse, had vurur. Şeref ve haysiyetin haleldâr olur. Benim kalbim bundan rencide olur; ama bir şey söylemem" dedi. Ali Nüviştekin, elli bin adamın sipahsâlârı ve zamanının şecî ve mübariz nâmdârı idi. Bin kişiye karşı koyardı. Muhtesibin böyle bir harekette bulunacağını hatırından geçirmedi. Yüreği daraldı ve seraskerliği tuttu. "Elbet giderim" dedi. Mahmud: "Sen daha iyi bilirsin. Bırakınız gitsin" cevabını verdi. Ali Nüviştekin, hayil ve gulâm ve hidmekârlardan mürekkeb âzîm bir alay ile ata binip hanesine teveccüh etti. Muhtesib maiyetinde yüz nefer suvari ve piyade olduğu halde âna rastgeldi. Ali Nüviştekin'i böyle sarhoş görünce, emretti. Atından indirilip kendisi de hayvanından nüzûl ile bimahâba eliyle ânı döğdü. O derecede ki, Ali Nüviştekin toprağı dişledi. Havaşî ve asâkiri bu hali görmekle beraber hiç kimse bir söz söyleyemedi. O muhtesib hidematı medidesi sebketmiş bir Türk hâdim idi. Gittikten sonra, Ali Nüviştekin hânesine götürüldü. Ali Nüviştekin, esna-yı râhda: "Kim sultanın fermanına itaat etmezse onun hali benim gibi olur" derdi. Ertesi gün Ali Nüviştekin sırtını açıp pare pare olduğunu Mahmud'a gösterdi. Mahmud güldü ve: "Bir daha sarhoş olarak evden dışarı çıkmamak üzere tevbe et" dedi. Tertib-i mülk ve kavaid-i siyâset muhkem olursa, adâlet işi şu zikrettiğimiz vechile tatbik edilir. 

Hikâye: İşittim ki Gazvin'de ekmekçiler dükkânların kapısını kapayıp ekmek bulunmaz oldu. Gurabâ ve fukara renç ve zahmete uğradılar. Şikâyet için padişahın sarayına azimet ve Sultan İbrahim'in huzurunda nâle ve feryat ettiler. Sultan emreyledi. Ekmekçilerin cümlesi ihzar olundu. "Niçin bu ekmek muzayakasını yaptınız" diye sual etti. Onlar da: "Her ne zaman bu şehire buğday ve un getirilse senin ekmekçilerin alıyor ve anbara koyuyor ve (ferman böyledir) diyorlar. Bir men un satın almak için bizi bırakmıyorlar" cevabını verdiler. Sultan emretti. Has ekmekçi getirilip filin ayağı altına atıldı. Öldükten sonra, cesedi filin dişine bağlanıp şehirde dolaştırıldı ve münâdî: "Ekmekçilerden her kim dükkânının kapısını açmazsa, onu böyle yaparız" diye nida etti. Padişahın anbarında bulunan un sarfedildi. Akşam namazı vaktinde her dükkânın kapısında elli men ekmek kaldı ve kimse satın almadı." 

Yine Abbâsilerin sûretâ iktidarda bulundukları son zamanlarda Fâıtmîlerin hâkim bulundukları bölgede ihtisâba önem verildiğini, zâbıtanın da muhtesib emrine verilerek bilhassa çarpı pazar nimazı ile ölçülerin ayarı üzerinde ehemmiyetle durulduğunu, tesis edilmiş husûsî bir "ölçüler dairesi"nin Eyyûbîler devri boyunca da devam ettiğini Makrîzî51 ve Şeyzerî'den öğreniyoruz.52 

Bütün bu nakillerden anlaşıldığına göre ihtisâb Doğu'da nazariyât ve tatbikatta geniş mânâsı ile alınmış; dinî emir ve yasakların hepsine şâmil bulunmuştur. Halbuki Mağrib ve Endülüs'te daha dar bir saha içinde "beledî ve inzibatî kontroller"e münhasır kalmıştır. Endülüs'te muhtesiblik hıristiyan krallar devrinde de devam etmiş, bu kelime "almotacen" şeklinde İspanyol diline dahi geçmiştir.53 

D. Osmanlılar'da: 

İhtisâb vazifesini baştan beri resmî ve gayr-i resmî olmak üzere iki sahada müşahede etmeye çalıştık. Gayr-i resmî olarak Türk halk ve âlimlerinin dinî emir ve yasaklara nezaret, ahlâk ve an'anelerin nesilden nesile intikâlini temin mevzûlarında titizlik gösterdikleri, bunun tarihte olduğu gibi zamanımızda da devam ettiği bir gerçektir. Şeyh Edebâlî, Dursun Fakih, Zenbilli Ali Efendi, Molla Gürânî, Hoca Sâdeddin Efendi, Birgili Mehmed efendi, Kâtip Çelebi, Koçi Bey gibi gerek padişahlara ve gerekse büyük devlet adamlarına karşı hakkı söyleyen ve doğru yolu gösteren Osmanlı âlimleri vardır. Ayrıca Türk milleti nemelâzımcı bir millet değildir. Halâ Anadolumuz'da hüküm süren an'aneye göre mahalle ve köyün büyükleri kimin çocuğu olursa olsun küçükleri terbiye hakkına sahiptir.54 Bu hakkın hüsn-ü niyetle kullanılması ebeveyni sadece memnun etmektedir. Mahalle ve köyde komşulardan birinin dert ve felâketine bigâne kalınmadığı gibi çirkin ve gayr-i ahlâkî davranışları karşısında da sükût edilmez. Bu aktif ictimâî kontrol ve ahlâkî terbiye sayesindedir ki müslüman Türk'ün ahlâk ve an'aneleri asırlardan beri -bilhassa Anadolu'da- yaşama imkânı bulmuştur. 

Resmî ihtisâb vazifesine gelince, imparatorluğun kurucusu Osman Bey zamanına ait bir rivâyet bu vazifenin hem Selçuklulardaki son durumu, hem de Osmanlılardaki başlangıcı hakkında bazı ipuçları vermektedir: 

Osman Bey'e bir adam müracaat ederek pazarı beklemesi, orada nizâm ve intizâma nezaret etmesi karşılığında pazara mal getirenlerden rüsûm almasına izin verilmesini ister ve aralarında şöyle bir konuşma geçer: 
Osman Bey: 
-Bunu Allah mı, yoksa Resûlullâh (sav) mı buyurmuştur? 
Adam: 
-Evvelden beri töre-i sultânîdir. 
Osman Bey gazaplanır: 
-Bir kimse kendi kesbi ile kazanmış ola niçin akçe vere? Git seni gözüm görmesin! 
Bunun üzerine mecliste bulunanlar bu rüsûmun pazarı bekleyenlerce alınmasının âdet olduğunu söylerler. Osman Bey de: "Mal getiren satarsa iki akçe alınmasını, satamazsa bir nesne alınmamasını" buyurur.55 

Burada töresinden bahsedilen sultan, Selçuklu sultanları olacaktır. Kendisine müzakere sonunda rüsûm almasına izin verilen kişi için ise "muhtesib" tâbiri kullanılmamıştır. Fakat yaptığı iş ihtisâb vazifeleri cümlesindendir. 

Vesika vermemekle beraber kaynaklar Osmanlılarda her nereye bir kadı tayin edilse yanına bir de muhtesib verildiğini, ihtisâb vazifesini bunların ortak olarak yürüttüklerini, muhtesibin (ihtisâbağası) hâssaten beledî hizmetler ile meşgul olduğunu kaydediyorlar.56 Sonraları ihtisâb işlerinin iltizâm usulüyle bir yıllığına isteyene ihâle olunduğu, bunun da nizam dışı rüsûm alınmak suretiyle zulümlere sebep olduğu zikrediliyor.57 

IV. Murad ve onu takip eden İbrahim'e önemli lâyihalar sunmuş bulunan Koçi Bey (v. 1650 civarı), ikincisine sunduğu "ilmiyye teşkilâtı", "narh ve kiler ahvali" başlıklı lâyihalarında bazı ihtisâb hizmetlerini saymışsa da muhtesibden bahsetmemiş, bunları İstanbul kadısının ifâ edeceğini ifade etmiştir.58 Ancak bu ifâde, o zaman resmî muhtesibin bulunmadığına delâlet edebileceği gibi bu memurun kadıya bağlı ve tâbî olduğunu, bunun için de ayrıca zikredilmediğini düşünmemize de mânî değildir. Çünkü vesikalar kuruluşundan beri Osmanlılarda pek yüksek bir memuriyet olmamakla beraber muhtesibliğin mevcudiyetini ifade etmektedir. Nitekim Fatih devrinde, (863/1458) yılında Mısır melikinin elçi olarak bir muhtesibi göndermiş bulunması hoş karşılanmamıştır.59 

Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra 1242/1825 tarihinde bir ihtisab nezareti tesis edilmiş, daha önce "ihtisâb ağası" denilen baş muhtesibe de "ihtisâb nâzırı" unvanı verilmiştir.60 Aynı tarihte çıkarılan bir nizâmnâmeden61 anlaşıldığına göre bu devrede ihtisâb hizmetleri, sadece bugün belediye ve kısmen emniyet zâbıtasının ifâ ettiği hizmetlere münhasır kalmayıp, İslâm'ın ilk devirlerinde ve Şark'ta olduğu gibi geniş manâsıyla tatbik olunmuştur. 

Bu husûsu teyid maksadıyla nizamnâmenin bazı kısımlarını sadeleştirerek kaydediyoruz:62 

"İhtisâb... kanunu da şehrin nizâmını koruyan ağların en kuvvetlisi ve Hz. Ömer zamanından beri devam eden dâhili nizamların temel ve esası olup bir müddetten beri araya bazı arızalar girmekle nizamı tamamen bozulmuş olduğundan... bunu da düzene koymak için sâbık Kumbaracıbaşı Mustafa Ağa ihtisâb ağası tayin buyurularak şöyle nizâm kurulur ki: 

Emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker husûsu dünyanın ve üzerinde yaşayanların düzen içinde olmalarının en kuvvetli dayanağı olduğuna binâen ihtisâb hizmetine memur olanlar, herkesten önce namaz kılmaları ve Ramazan-ı Şerîfte oruç tutmaları mahalle imamlarından soruşturup öğrenerek namaz ve oruç vecîbelerini yerine getirmelerini tenbih edip, dinlemeyenleri ve mahalle imamlarından da imamlığın şartlarını bilmeyenleri ve başkaca dine aykırı, dinin yasak kılıp çirkin gördüğü işleri işleyenler hakkında tahkikât yapmak ve bunları şeyhülislâmlık ve kadılık makamına haber vermek ve oraya celbetmek, bunlar ile mahkemede yalan şâhitlik edenlerin şer'î te'dipleri ihtisâb ağası tarafından icrâ edile. 

İç işlerde esnafın ihtikârını önlemek de gereklidir..." 

Nizamnâme bundan sonra ihtisâb ağasının gerek bizzat ve gerekse diğer ilgili memurlar ile işbirliği yaparak ifâ edeceği beledî ve inzibâtî işler ile ihtisâb rüsûmuna mufassal bir şekilde yer vermektedir. 

Nizamnâmenin nâşiri M. Gâlip'in giriş kısmında verdiği bilgiye göre (1287/1855) tarihinde ihtisâb rüsûmu kaldırılmış bunun yerine şehremâneti kurulmuş ve muhtesibe de şehremini denilmiştir.63 Bundan sonra 1869'da "Dersaâdet İdare-i Belediye Nizamnâmesi" ile yeni usûlde belediye teşkilâtı kurulmuş, 1970 tarih ve 1580 sayılı kanunla da bugünkü şeklini almıştır. Son paragrafta bahis mevzûu olan tasarruf ve yeniliklerden sonra geniş mânâdaki ihtisâbın vazifeleri bölünmüş, bunlar belediye, kadı, emniyet zabıtası ve din bilginleri arasında paylaşılmış olmaktadır. 
Günümüzde ihtisâbın yalnızca ahlâk ve dine taallûk eden kısmı din görevlileri ile müslüman halk tarafından ikaz, irşâd ve terbiye metodları ile yürütülmektedir. 
İhtisâb diğer İslâm ülkelerinde de bizdekine yakın bir durumda olup ancak bazı Mağrib ülkelerinde eski haliyle devam etmektedir.64 

Netice: 

İslâm insanlarının yalnız mânevî ve rûhânî problemleriyle meşgul olup ictimâî, iktisâdî, ahlâkî... sahalarda onları akıl ve tecrübeleriyle başbaşa bırakmamıştır. Çünkü ferd ve cemiyet hayatında, nazarî bakımdan mümkün olsa dahi, tatbikatta maddî ile mânevîyi birbirinden tecrid etmek, bunları su geçirmez bölümler halinde yekdiğerinin karşılıklı tesirinden uzak tutmak mümkün değildir. İşte bu sebeple İslâm getirdiği mânevî nizamın maddî çerçevesi ve zarfı ile de ilgilenmiş bu mevzûda teferruâta dalmamakla beraber koruyucu ve besleyici tedbirler almıştır. Maddî ve mânevî problemleri halledilmiş, İslâm'ın örnek diye kabul ettiği bir cemiyette ferdin kötü yetişmesi ve ahlâksız olması ne kadar güç ise, bozuk düzene saplanmış, herşeyi tesadüfe terketmiş, anarşi anaforuna kapılmış bir cemiyette fertlerin iyi yetişmesi ve güzel ahlâk sahibi olması o derecede -hattâ daha da- güçtür. 

İslâm'ın, Ütopya Ülkesi'nde değil de dünyada gerçekleştirmek istediği örnek nesil ve cemiyet hedefine ulaşmak için "emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker, ihtisâb, hisbe" tâbirleri ile formüle ettiği esaslar, ikinci halife zamanında müessese halini almış, bu müessese hemen bütün İslâm devletlerinde -zaman ve mekânlar arasında farklılıklar bulunmakla beraber- teşkilât arasında yerini almış ve kısmen de olsa zamanımıza kadar gelebilmiştir. Önemli olan kelime ve formüller değil, gaye ve bunu gerçekleştirecek en iyi vâsıtadır. Bugün terbiye sosyolojisi ve sosyal psikoloji gibi ilimlerde, çeşitli vâsıtalarla kendisini hissettiren bir ictimâî kontrol ve baskıdan bahsedilmekte, bunun müsbet neticelere yöneltilmesinin çareleri araştırılmaktadır. Buraya kadar etüd etmeğe çalıştığımız "ihtisâb müessesi" İslâm cemiyetlerinde, içtimâî terbiye ve kontrol vazifesini şuurlu ve aktif bir şekilde gerçekleştirmeyi, 14 asırdan beri kendisine gaye edinmiştir. 

Dipnotlar:

1. Krech-Curtchfield-Ballachey, Cemiyet İçinde Ferd, çev. Prof. M. Turhan, II, 133. 
2. Bertrand Russell, Eğitim ve Toplum Düzeni, çev. Nail Bezel, İst. 1969, s. 70-81; Lütfi Öztabağ, Eğitim Sosyolojisi, İst. 1968, s. 55-58. 
3. Fâtır: 35/18. 
4. Buhârî, Kitâbu'l-Kader, VII, 211. (Matbaâtü'l-Âmire); Müslim, VIII. 53, 54. 
5. Mecelletü'l-mecme'i'l-ilmi el-Arabî, sene: XVIII. s. 417-428; Karâfî, el-İhkâm, nşr. Abdulfettâh Ebû Gudde, (Dimaşk), 1967, s. 168. dipnotu. 
6. Riyâd, 1383, nşr. Abdurrahman b. Muhammed en-Necdî, c. XXVIII, s. 60-120. 
7. et-Turûku'l-hükmiyye Mısır, 1317, s. 219 vd. 
8. Mecelle-i Umûr-i Belediyye, c. I,. İst. 1922), s. 309-403. 
* Bu eser de neşredilmiş ve Nesil Dergisi'nin 1973 Mayıs sayısında tanıtılmıştır. 
9. E.V. Zambaur, İ.A., "Hisbe" maddesi. 
10. Kâtib Çelebi de kazayı hisbenin bir bâbı olarak zikrediyor. Keşfü'z-zunûn, İst. 1971, c. I, s. 15. 
** M.G., Demombynes, age., L. Milliot age. 
11. Mâverdî, Karâfî, İbn Haldûn yukarıda adı geçen eserlerinde böyle yapmışlardır. 
12. Gazzâlî, İhyâu ulûmi'd-din. 
13. Mâverdî, Ahkâmu's-sultâniyye, Mısır, 1960. s. 240; Gazzâlî, İhyâ, Mısır, 1358, c. II, s. 308. 
14. Âli İmrân: 3/103. 
15. Gazzâlî, age., c. I, s. 303. 
16. Âli İmrân: 3/113. 
17. Tevbe: 9/72. 
18. Âli İmrân: 3/109. 
19. Mâide. 
20. Mâide: 5/108. 
21. Hâdîsler Irâkî'nin tenkid ve tahriciyle beraber İhyâu ulûmi'd-din'in yukarıda mezkûr tab'ında mevcuttur; c. II, s. 304 vd.; Ayrıca bkz. Tebrizî, Mişkâtü'l-mesâbih, Dimaşk, 1961, nşr. Elbânî, c. II, s. 624 vd. 
22. İhtisab memuru olmayan müslümanların da bu işi yapmaları câiz hatta bazı durumlarda farz olmakla beraber memur ile bunlar arasında dokuz maddelik fark tesbit edilmiştir. Ceza vermek, maaş almak, tahkikat yapmak, kendisine başvurulmak... memura aittir. Mâverdî, age., s. 240. 
23. Gazzâlî, age., c. II, s. 308-309. 
24. Ebû Dâvûd, Tirmîzî, İbn Mâce; Tebrizî, Mişkât, c. II, s. 325. 
25. Bakara: 2/195. 
26. Gazzâlî, age., c. II, s. 315. 
27. Tafsilât ve çeşitli örnekler için bkz. Gazzâlî, age., c. II, s. 315-320. 
28. Karâfî, el-İhkâm, s. 162. 
29. Prof. Ebû'l-Ulâ, Med, Huk, s. 242; el-Karâfî age., s. 167-168. 
30. Karâfî, age., s. 167, el-Ferrâ, el-Ahkâmu's-sultâniyye, 2. B. s. 284 vd. 
31. Karâfî kadı ile mezâlim hâkimi arasında 10 fark tesbit etmiştir, age., s. 164. 
32. Gazzâlî, age., c. II, s. 320. 
33. Kuru hurma veya üzüm üzerine su koyup bekletilerek elde edilen bir şurup olup şarap haline gelmediği ve sarhoş edici olmadığı için Hanefîlere göre içilebilir. 
34. Gazzâlî, İhyâ, c. II, s. 328, 
35. İbn Teymiyye, el-Hisbe, s. 67 vd. 
36. Mâverdî, el-Ahkâmu's-sultâniyye, s. 244 vd. 
37. İbni Teymiyye, age., s. 69-106; İbn Kayyim, et-Turûku'l-hükmiyye, s. 219 vd. 
38. Gazzâlî, age., c. II, s. 330-337. 
39. Les Institutions musulmanes, s. 158. 
40. Nizâmü'l-Mülk'ün Siyasetnâme'sindeki ifadesi de bunu teyid etmektedir, çev. M. Şeref Çavdaroğulu, İst. Huk. Fak. Yay., s. 55. 
41. L. Milliot, age., s. 699. 
42. Suyûtî, Tarihu'l-hulefâ, "Evveliyâtü-Ömer" bahsi; Osman Nuri, Mecelle-i Umur-i Belediyye, c. II, s. 309 vd. Gorci Zeydân, Medeniyyet-i İslâmiyye Tarihi, İst. 1328, c. I, s. 225-226; Dr. H. İbrahim Hasen ve Dr. A. İbrahim Hasen, en-Nuzumu'l-İslâmiyye, 3. B. Kahire, 1962, s. 298. 
43. O. Nuri, age., c. II, s. 309 vd. 
44. Kâtib Çelebi, Keşfü'z-zunûn, İst. 1971, c. I, s. 16; Mâverdî, age., s. 258. 
45. Mukaddime, s. 188. 
46. Şâfiî, İhtilâfu'l-hadîs (el-Umm'ün VII, cildinin kenarında yapılan baskı), s. 23; Gazzâlî, İhyâ, c. II, s. 337-341; Dr. Ali H. Abdülkadir, Târihu'l-fıkh,. 3. B. Kahire, 1960), s. 110-111. 
47. İhyâ, c. II, s. 342-351. 
48. Mâverdî, age., s. 258. 
49. İhyâ, c. II, s. 302, 351. 
50. Ag., terceme, s. 57-59. 
51. el-Hıtat (Bulak, 1270), c, I, s. 463-464. 
52. Dr. H. İ. Hasen, Dr. Ali İ. Hasen, age., s. 298. 
53. Age., s. 299-300; L. Milliot, age., s. 718. Corci Zeydân, age., c. I, s. 225-226. 
54. Hemen her Anadolu çocuğunun bu mevzûuda birçok hatırası vardır. Küçük yaşımda idrak ettiğim bir Ramazanda Çorum Ulu Camiî'nde namaz kıldıktan sonra, yüzü nurlu, gözleri sevgi dolu yaşlı bir zâtın beni bir kenara çekip, namazda ellerin nasıl bağlanacağını tatbik ettirerek öğrettiğini daima rahmetle yâd ederim. 
55. Osman Nuri, Mecelle-i Umur-i Belediye, c. I, s. 364. 
56. M. Gâlip, Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası (TOEM) 1 Ağustos 1327, cüz: 9, s. 527 vd.; Osman Nuri, age., s. 309 vd.; Aynı müellif, Beledî bilgiler, 3. B. (İst. 1939), s. 42 vd.; M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Ter. (İst. 1951), İhtisâb maddesi. 
57. TOEM, Osman Nuri, age., s. 329 vd. 
58. Koçi Bey Risâlesi, İst. 1972, s. 128, 137, 140. 
59. M.Z. Pakalın, age., a.y. 
60. Osman Nuri, age., s. 335. 
61. Bu nizâmnâmede "ihtisâb ağası" tabiri kullanılmaktadır. 
62. "İhtisâb Ağalığı Nizâmnâmesi" TOEM de, M. Gâlip tarafından neşredilmiştir. Sene 1327, cüz: 9, 10. 
63. TOEM, cüz: 9. ¨s. 569; O. Nuri, Mecelle-i Umûr-i Belediyye, c. I, s. 335. Aslında İstanbul'un fetih yıllarından beri şehremini mevcud olup vazifesi saray binalarıyla meşgul olmaktır. Son tasarruf bu unvanı, kısmî ihtisâb hizmetine tahsisten ibarettir. Eski vazifesi için bkz. Koçi Bey Risâlesi, s. 140. 
64. Dr. H. İ. Hasen ve Dr. A. İ. Hasen, age., s. 300.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun