Ahlak konusunda en çok merak edilenler

1 Kız arkadaşı ile sevişmek ya da öpüşmek günah mı? Sevişmenin zinaya girip girmediği ve bundan nasıl kurtulabileceğimi ve İslama göre zifaf gecesi nasıl olur, detaylı bir şekilde anlatır mısınız?

Nikah yapmadan kız arkadaşınızla veya nişanlınızla sevişmeniz, öpüşmeniz büyük günahtır. Sevişmek kelimesi zina anlamında kullanılmışsa, en büyük günahlardan biri işlenmiş olur. Ancak sevişmek ile zina etmeden yapılan işlemler anlamında ise, o zaman zina olmamakla beraber Allah'ın yasakladığı bir iş olduğundan zina olmasa da yine haram işlenmiş olur.

Mahrem olmayan kadına dokunmak veya tokalaşmak haramdır.

Peygamber'e (sav) biat eden kadınlar dediler ki:

"Ey Allah'ın Resulü, biat ederken elimizi tutmadınız." Peygamber (sav) "Ben kadınların elini tutup tokalaşmam." buyurdu (1).

Hazreti Aişe (ra) biat ile ilgili şöyle buyuruyor:

"Allah'a yemin ederim ki Resûlüllah'ın eli bir kadının eline dokunmadı. Sadece sözle onlardan biat aldı." (2).

Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor:

"Sizden biriniz, başına iğne ile dürtülmesi kendisi için helâl olmayan bir kadına dokunmaktan daha hayırlıdır."

İslâm dini, kadınla tokalaşmayı yasaklamakla kadını tezyif etmiyor; bilakis şerefini kurtarıyor. Kötü niyetli kimselerin şehvetle el uzatmasına engel oluyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kadın erkek birlikteliğinde dikkat edilmesi gereken konular nelerdir? Kız arkadaşlarla konuşmanın bir sakıncası var mıdır?..

Gerdek (zifafa) gecesinde neler yapmamız gerekir? Dinimizin bu konu hakkındaki emirleri tavsiyeleri nelerdir?

Kaynaklar:
1. Ahmed bin Hanbel, Nesâî, İbn Mâce
2. Müslim; Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar II. 170.

2 Gıybet nedir, hangi konularda gıybet haram olmaz?

Söylediğimiz sözler eğer o insanı rahatsız edecek sözlerden ise, niyetimiz ne olursa olsun söylememek gerekir. Çünkü o kişinin hoşuna gitmezse bu gıybet olur.

Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir şeyi, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmamız anlamına gelir. Halk arasında dedikodu, gıybet ile aynı anlamda kullanılır.

Gıybet, insan veya insanla ilgili birtakım şeyler üzerinde olur. Kişinin bedeni, nesebi, ahlâkı, işi, dini, dünyası, elbisesi, evi, bineği... dedikodu konusu olabilir. Gözün şaşılığı, saçların döküklüğü, uzun veya kısa boyluluk, siyah veya sarı renkte olmak... Bunlardan alaylı bir şekilde bahsedilmesi sözkonusu kişinin kalbini kırar.

Kur'an ve Sünnet, gıybeti yasaklamıştır:

"Bir kısmınız diğerlerinizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?" (Hucurat, 49/12);

"Gıybet, kardeşini hoşuna gitmeyecek şekilde anmandır." (Tirmizî, Birr, 23; Dârimî, Rikat, 6; Mâlik, Muvatta, Kelâm,10; Ahmed b. Hanbel, II/384, 386).

Başkalarına kardeşinin ayıplarını anlatmak, onun hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek demek olduğundan, ancak dil ile söylemek haram olmuştur. Kaş-göz işareti yapmak, imâ, işaret ve yazı gibi gıybet anlamı ifade eden her hareket de gıybettendir. Meselâ, elle birisinin uzun veya kısa boyluluğuna işaret etmek, bir şahsın ayıpları hakkında yazı yazmak gıybettir.

Gıybeti tasdik etmek de gıybettir. Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. Diliyle gıybetçiye karşı duramayanın kalbiyle inkâr etmesi gerekir. (İmam Gazzâli, Zübdetü'l-İhya, Trc: Ali Özek, İstanbul 1969, 362, 363).

Allah Resulu şöyle buyurur:

"Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyâmet gününde insanların önünde rezil eder." (Camiu’s-Sağîr, hadis no: 8489)

"Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyâmet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder." (İbn Ebi'd-Dünya).

"Ey kalbiyle değil, sadece diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa Allah do onun kusurlarını araştırır. Allah, kimin kusurunu araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil ve rüsva eder." (Ebu Davûd, Edeb, 40; Ayrıca bk. Tirmizî, Birr, 84).

İslam dininde kardeşlik olgusunun,

"Müminler ancak kardeştir. İhtilaf ettikleri zaman, iki kardeşinizin arasını düzeltin; ve sakının ki, merhamet olunasınız." (Hucurat, 49/10)

ilâhi buyruğu ile kurulmuş olması, İslâm toplumunu bu iman kardeşliği üzerinde yükselen güçlü bir toplum yapmaktadır. Böyle bir toplumda gıybet yoktur.

Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s)'in buyurduğu gibi, "Mümin müminin aynasıdır. Mümin iki el gibidir, birisi diğerini temizler." Bu ölçüler, toplumu fitne ve bozgunculuktan uzak tutar.

Gıybet kul hakkına girdiği için, gıybetini yaptığımız kişiyle helalleşmeliyiz. Mümkünse ona gıybet ettiğimizi söylemeliyiz.

Eğer bir Müslüman gıybet ettiyse veya isteyerek gıybeti dinlediyse; “Allahım, bizi affet ve gıybetini ettiğimiz kişiyi de bağışla.” diye dua etmelidir. Ayrıca gıybetini yaptığı kişiyle karşılaşınca helallik almalıdır. (bk. Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup)

Gıybetin Sebepleri:

1. İntikam duygusunu tatmin etmek,
2. Arkadaşlarına uymak,
3. Gösteriş ve büyüklük yapmak; başkalarını küçültmek, kendini büyütmek,
4. Kıskançlık,
5. Hoşça vakit geçirmek, güldürmek için başkalarının ayıp ve kusurlarını ortaya sermek,
6. Küçük düşürmek için alay etmek.
(bk. Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin, Trc: Ali Arslan, İstanbul 19'72; VI, 522 vd).

Gıybetten korunmak için kişinin öncelikle kendi kusurlarıyla uğraşması gerekir. Şuralarda gıybet câizdir:

İslam uleması gıybet ve ifşanın hangi durumlarda caiz veya gerekli olduğu konusunda önemli açıklamalar yapmışlar, hatta kitaplar yazmışlardır. Bu açıklamalarda caiz olan durumlar şöyle sıralanmıştır:

1. Haksızlığa uğrayan bir kimse, hakkını alabileceğini, zulmü engelleyebileceğini umduğu şahıslara durumu anlatabilir.

2. Dine ve ahlaka aykırı bir davranışını gördüğü kimsenin, bu durumunu gören ve bilenler, düzeltmesi muhtemel olan kimselere aktarabilirler.

3. Dince yanlış davrandığına inandığı bir kimsenin davranışını, dini bilen bir kimseye (mesela müftüye) anlatarak, doğru bilgi (fetva) alma teşebbüsünde bulunabilir.

4. Halkı korumak, onlar için hayırlı olacağı kanaatiyle ilgililere bildirmek için ayıplar ve günahlar açıklanabilir; bazı durumlarda bu caiz değil, gerekli (farz) olur. Mesela hadis rivayet edenler içinde yalancılığı, ahlak ve dindarlık bakımından gevşekliği bilinen kimselerin bu durumları açıklanır ki, uydurma hadis rivayeti engellensin. Keza mahkemede şahitlik edecek şahısların da "yalan söylemekten çekinmeyeceklerini gösteren" kusurları hakime bildirilir.

5. Bir kimse diğeri ile evlenmek, ortak veya komşu olmak, ona bir şeyi emanet etmek, onunla bir iş yapmak, ondan din ilmi öğrenmek... istediğinde kendini korumak isteyen taraf, karşı tarafı tanıyan birisine "onun nasıl bir kimse olduğunu" sorarsa, bildiği kusurlarını açıklaması gerekir.

6. Kamu görevinde istihdam edilen bir kimse ya buna ehil değilse veya görevini kötüye kullanmaktan çekinmeyeceğini gösteren bir günahı ve ahlaki kusuru varsa, bunları bilen kimse, o şahsın amirine -kamuyu korumak maksadıyla- durumu bildirmekle yükümlüdür.

7. Günahını ve kusurunu gizlemeyen, açıkça yapan ve gösteren kimsenin bu davranışlarını konuşmak, haram olan gıybete girmez.

8. Bir kimsenin "topal, kel, kör, köse" gibi bir lakabı varsa ve o kimseyi anlatmak (tarif etmek, tanıtmak) için bunları zikretmek gerekiyorsa, mesela, "Topal Osman" denir ve bu haram olan gıybete girmez.

Bütün bu istisnaların ayetlerde ve hadislerde dayanakları vardır.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Gıybet Felaketiyle Savaş.

3 Konuşma nasıl olmalıdır, konuşma adabı nedir?

“Özür dilemek zorunda kalacağın bir sözü söyleme!” (İbn Mâce, Zühd, 15)

Konuyla ilgili hadis şöyledir:

Ümmü Habibe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"İnsanoğlunun her sözü aleyhinedir; ancak iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak yahut Al­lah Tealâ'yı zikretmek müstesnadır." [Tirmizî, Zühd 63, (2414).]

Aliyyu'l-Kâri der ki: "Hadisin açık manası, istisna edilen; iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak yahut Al­lah Tealâ'yı zikretmek dışında bütün konuşmaların kişinin aleyhinde olduğunu, başka bir konuşma tarzının olmadığını gösteriyor. Ancak, gibi hadisleri aşırılığa ve istikametli olmayan konuşmadan sakındırmak anlamında yorumlamak gerekir. Şurası muhakkak ki, mübah söz, ahirette ona bir fayda sağlayacak değildir.

Konuyla ilgili ayetler ve hadisler dikkate alındığında bu hadisin anlamı şöyle olur:

"Ademoğlunun, hadiste geçenler ve benzerleri dışında kalan her sözü, onun için bir üzüntü ve pişmanlıktır. Onda menfaatine bir yön yoktur. Bu konuda gelen diğer birçok hadis de bunu kuvvetlendirir. Bu hadisin şu ayetten alınmış olması muhtemeldir:

"İnsanların birbirleri arasında gizlice konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, bir iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi teşvik eden kimselerin bu maksatla yaptıkları gizli konuşmalar bundan müstesnadır. Kim bunu Allah rızası için yaparsa, elbette biz ona pek büyük bir mükâfaat vereceğiz." (Nisa, 4/114).

Şu halde gerek ayetlerde ve gerek hadislerde gelen hayra, yardımlaşmaya, dostluğa vb. yönelik konuşma çeşitleri dışındaki konuşmalar kişinin lehine değildir. Hadiste sadece üç tane istisnanın belirtilmesi, hem o üç kısma giren konuşmaların önemini gösterir, hem de bunlar dışında kalan mübah konuşmalarda son derece dikkatli olmaya uyarı demektir. Alimler, mübah yani dinen sakıncası olmayan konuşmaların aleyhte olmayacak sınırda kalsa bile ahirette faydasının olmayacağına dikkat çekerler. Normal bir sohbet mübahtır, ama gıybete, dedikoduya, malayaniye bulaşma tehlikesi her an mevcuttur. Bütün mübahlar böyledir. Dolayısıyla, Aleyhissalâtu vesselâm, Allah'ın rızasına, ahiret ekimine âzamî ölçüde uygun bir hayat tarzının yollarını gösterirken, konuşma adabında da, mü'minleri son derece dikkatli olmaya çağıran bir ifade kullanmıştır. (bk. Canan İbrahim, Kütüb-ü Sitte, 16/381, H.No: 5916 ve Açıklaması)

Konuşma Adabı

Düşünmek ve konuşmak, insanı diğer canlılardan ayıran en mühim vasıftır. Aralarındaki alâka sebebiyle konuşma, sahibinin aklî seviyesini ve fikir yapısını gösteren pürüzsüz bir ayna gibidir. Dolayısıyla insanı insan yapan dilidir. İslâm, mü’minlerin söz disiplinine sahip olmalarını istemiş ve bu sahada pek çok esaslar koymuştur.

Bir mü’min de her şeyden önce besmele çekerek ve Allah’a hamdederek konuşmaya başlamalıdır. Böyle başlanmayan her mühim iş bereketsizdir. (Ebû Dâvûd, Edeb 18; İbn Mâce, Nikâh 19) Allah’ı zikretmeksizin çok konuşmak da kalbi katılaştırır. Katı kalpli olanlar ise Allah’tan en uzak kimseler. (Tirmizî, Zühd 62)

Konuşmak, insanlar arasındaki iletişimi, muhabbeti ve anlaşıp kaynaşmayı sağlayan büyük bir ilâhî lütuftur. Yani insanlar duygu ve düşüncelerini, arzu ve taleplerini çoğu kez konuşarak ifâde ederler. Bir kimsenin kullandığı dil ve üslûb, onu hayatta başarılı kılabildiği gibi hüsrâna da uğratabilir. Hatta kişinin dilini muhafaza etmesi, cenneti elde etme vesileleri arasında zikredilmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyuruyor ki:

“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iffet ve nâmusunu koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.” (Buhârî, Rikâk, 23)

Bir başka hadis-i şerîfte “En faziletli kimdir?” sorusuna Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem: “Dilinden ve elinden Müslümanların emniyette olduğu kimsedir.” mukâbelesinde bulunmuştur. (Buhârî, İmân, 4-5)

Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm) konuşma âdâbıyla alâkalı bir kısım kâideler koymuştur ki bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Açık ve anlaşılır bir şekilde muhâtabın seviyesine göre konuşulmalı, gerektiğinde önemli görülen ifâdeler tekrar edilmelidir. Nitekim ashâbın, fasih ve beliğ bir üslûp ile konuşan Peygamber Efendimiz (asm) hakkındaki şu tespitleri oldukça önemlidir:

“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in konuşması her dinleyenin rahatlıkla anlayabileceği şekilde açıktı.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 18)

“Konuştuğu zaman onun kelimelerini saymak isteyen sayabilirdi.” (Buhârî, Menâkıb, 23)

“İyice anlaşılmasını istediği kelime ve cümleleri, üç kere tekrar ederdi.” (Tirmizî, Menâkıb, 9)

Sözün, muhâtap tarafından iyice anlaşılabilmesi için bazen tekrar edilmesi gerekebilir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm'de câlib-i dikkat vâkıâlar önemine binâen bir kaç kez tekrarlanmıştır. Meselâ şeytanın emr-i ilâhîye isyân edip secde etmemesi yedi yerde, Musâ (as)'a îmân eden sihirbazların durumu ise dört yerde tekrarlanmıştır.

Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm), namaz kıldırırken dikkat çekici âyetleri bazen iki, bazen üç defâ tekrarlardı. Sahâbeye nasihat ve îkazda bulunurken, bir kısım ifâdeleri tekrarladığı olurdu. Allâh dostlarının sohbetlerinde de bu şekilde tekrarlara çokça rastlamak mümkündür. Ancak bunun telkin maksatlı olması, sıkıcı olmaması ve cemaatin seviyesine münâsip olması gerekir.

Sözü anlayacak kimsenin bulunmadığı meclislerde konuşmak da nefesleri isrâf etmek mânâsına gelir. Zîrâ Meşhûrî'nin dediği gibi; “Âkilân tâ söz mahallin bulmadıkça söylemez!”

2. Bilgiçlik taslama ve kendini başkalarına üstün gösterme niyetiyle yapmacık konuşmalarda bulunmak veya insanların anlayamadıkları kelimelerle onlara hitap etmek şiddetle yasaklanmıştır. Sevgili Peygamberimiz:

“Şüphesiz ki Allâh Teâlâ, sığırın otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi, sözü ağzında evirip çevirerek lügat paralayan kimselere buğz eder.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 94)

Vazifesi hakkı ve hakîkati beyan olan Resülullâh (asm), konuşmalarında hiçbir zaman san'at kaygısı taşımamıştır. Sevgili Peygamberimiz (asm), tertemiz duygular içinde, şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olarak ve ruhûnun en tabiî ifâdeleriyle konuşmuştur. Böylece onun mübarek sözleri apayrı bir güzellikte ve şânına yakışır bir hüsn-ü edeb üzere olmuştur.

3. Bağırıp çağırmak sûretiyle yüksek sesle konuşulmamalıdır. Kişinin karşısında sağır varmışçasına bağırarak ya da kavga ediyormuş gibi öfkeli bir ses tonuyla konuşması, doğru değildir. Kibar ve nazik bir üslûbun benimsenmesi, her zaman için en isâbetli yoldur. Kur'an-ı Kerim'in beyânıyla Lokman -aleyhisselâm- oğluna söz konusu metodu şöyle tavsiye etmektedir.

“ (Yavrum!) Yürüyüşünde tabiî ol ve sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 31/19)

Bir başka âyette de:

“Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler!” (İsrâ, 17/53)

buyurmaktadır. Hatta Allâh Teâlâ, Hz. Musâ ile kardeşi Hârûn'u, Fıravun'a gönderirken onu yumuşak bir sözle uyarmalarını istemiş (Tâhâ, 20/43-44), muhâtab kafir de olsa âdâb gereği güzel bir üslûbun kullanılmasını emretmiştir. Bir hadis-i şerifte de, söylenecek güzel bir sözle bile cehennem azabından kurtulunabileceği ifâde edilir:

“Yarım hurma vermek sûretiyle de olsa cehennemden korunun. Bunu da bulamayan (hiç olmazsa) güzel bir sözle cehennemden korunsun!” (Müslim, Zekât, 68)

4. İki kişinin, yanlarında bulunan üçüncü kişiyi dışlayarak aralarında fısıldaşmaları yasaklanmıştır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) böyle bir tavrın, yalnız kalan kimsenin üzülmesine sebep olabileceğini belirtmektedir. (Buhârî, İsti'zân, 47) Olgun bir Müslüman ise mü'min kardeşini üzecek ve kalbini incitecek davranışlarda bulunmak istemez.

5. Bir mecliste herhangi bir konu görüşülüyor ise veya cevaplandırılmak üzere bir soru sorulmuşsa, ilk söz hakkı meclisin büyüğüne aittir. Bununla birlikte diğer kişiler de yeri geldiğinde edebe uygun bir şekilde fikirlerini beyân edebilirler. Nitekim bir hâdiseyi anlatmak için, yaşça en küçük olan Abdurrahman bin Sehl ilk önce söze başlayınca, Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Sözü büyüklerine bırak, sözü büyüklerine bırak!” buyurmuş, bunun üzerine olayı büyükler anlatmıştır. (Buhârî, Cizye, 12)

Abdullah bin Ömer şöyle anlatır: “Birgün Allâh Resûlü ashâbına:

"Bana mü'mine benzeyen bir ağacı söyleyin!» buyurdu. Oradakiler çölde bulunan ağaçları tek tek saymaya başladılar. Gönlüme onun hurma ağacı olduğu düştü ve hemen söylemek istedim. Ancak orada benden büyük insanlar bulunduğundan konuşmaktan çekindim. Onlar cevâbı bilemeyip sükût ettiklerinde, Efendimiz onun hurma ağacı olduğunu söyledi.” (Müslim, Münâfikîn, 64)

6. Az ve öz konuşmalı, lüzumsuz tafsilattan kaçınmalıdır. Diğer bir ifadeyle çok konuşmamayı, yerinde ve ölçülü konuşmayı âdet edinmek gerekir. Allâh Teâlâ mü'minlerin mümtaz hasletlerini sayarken:

“O kimseler ki boş söz ve işlerden yüz çevirirler.” (Mü'minûn, 23/3)

buyurmakta, lüzumsuz sözlerle meşgul olmayı fâsıklık ve dalâlet olarak nitelendirmektedir. (Lokmân, 31/6)

Peygamberimiz (asm) ise bu konuya şu hadisleriyle dikkat çekmektedir:

“Allâh'ı zikretmeksizin çok konuşmayın! Allâh'ın zikri dışında çok söz söylemek kalbi katılaştırır. Katı kalpli olanların ise Allâh'tan en uzak kimseler olduğunda şüphe yoktur.” (Tirmizî, Zühd, 62)

“Kendisini (doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.” (Tirmizî, Zühd, 11)

Taşlıcalı Yahyâ, çok konuşanların çok hata yapacağını ifâde ile şöyle der:

"Ehl-i dillerde bu mesel anılur;
Kim ki çok söyler ise çok yanılur."

7. Maddî veya manevî hiçbir faydası olmayan, bilâkis zararı bulunan konuşmalardan şiddetle kaçınılmalıdır. Zîra:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında onu gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf, 50/18)

âyet-i kerîmesi, insanın kendisine bahşedilen hayatın kelime kelime hesabını vereceğine dikkat çekmektedir. Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:

“Allâh'a ve âhiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 31, 85)

8. Kişinin helâl mi haram mı, güzel mi çirkin mi, hayır mı şer mi henüz tam olarak kestiremediği bir sözü söylemesi de konuşma âdâbına aykırıdır. Hadis-i şerifte:

“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” buyrulmaktadır. (Buhârî, Rikâk, 23)

Nitekim atalarımız da, “Bin düşün bir söyle” ve benzeri güzel sözleri söylerken bu hadislerden ilham almışlardır.

9. İkili ilişkilerde insanı müşkil duruma sokacak anlamsız sözlerden kaçınmak, dostlukların devamı açısından fevkalâde ehemmiyeti hâizdir. Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm):

“Özür dilemek zorunda kalacağın bir sözü söyleme!” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

10. Mü'min her hâlükârda doğruyu konuşmalı, yalan söz ve yalan haberden şiddetle sakınmalıdır. Allâh Resûlü (asm) şöyle buyurmuştur:

“İnsan sabahlayınca, bütün âzâları dile mürâcaat eder ve (âdeta ona) şöyle derler: Bizim haklarımızı korumakta Allâh'tan kork! Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.” (Tirmizî, Zühd, 61)

Kur'an-ı Kerîm ise aynı çerçevede bizlere şu uyarıda bulunmaktadır:

“ Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allâh amellerinizi salih hâle getirsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ahzâb, 33/70-71)

11. Gelecekle ilgili konuşurken “inşaallâh” demek, konuşma ile alâkalı bir diğer edeb kâidesidir. Kulun cüz'î irâdesi herhangi bir şeyin olması için kâfi bir sebep değildir. Önemli olan Allâh'ın dilemesidir. Zîra istikbale ait bir şey dilerken “inşâallâh” demek, Allâh'ın irâdesinin farkında olmak ve onun irâdesinin üstünde bir irâde tanımamak demektir. Nitekim bir âyet-i kerîmede;

“'İnşaallâh' ifâdesini kullanmadıkça hiçbir şey için, 'Bunu yarın yapacağım.' deme!” (Kehf, 18/23-24)

buyrulmaktadır. Bir hadis-i şerifte ise Süleyman -aleyhisselâm-'ın istikbâle mâtuf bir işinde, inşâallâh demediği için dileğinin gerçekleşmediği haber verilmektedir. (Buhârî, Eymân, 3)

Kulağın Adabı

Allah Teâlâ insana iki kulak bir ağız vermiştir. İnsan iyi bir dinleyici olmalı ki güzel konuşabilsin. Kulak, hayırları dinleyip öğrenmek, Allah ve Rasûlü’nün, anne-babanın ve hocanın emirlerini dinleyip itaat etmek için lütfedilmiştir. Allah’ın âyetleri de işiten ve dinleyen kimseler içindir. Yalan sözü, dedikoduyu, gıybeti, insanı günaha götüren konuşmaları, başkalarının gizliliklerini dinlemesi onun aleyhinedir. Müstehcen şeyleri dinlemesi ise kulak zinasıdır. (Buhârî, İsti’zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20-21) Çünkü çirkin sözler insan üzerinde fenâ tesirler bırakır, aklını fikrini bozar.

Her şeyi dinlemek, her işittiğini söylemek çoğu zaman insanı hataya sürükler. Nebî (asm):

“Her duyduğunu nakletmesi kişiye yalan olarak yeter.” buyurur. (Müslim, Mukaddime 5)

Güzel ses ve sadâlar kulağa hoş gelir, lâkin düşkün olunduğunda vakti heder eder.

İnsan, kulağının şükrü olarak bol bol Kur’an-ı Kerim ve nasihat dinlemelidir. Kur’an okunduğunu işittiğinde hemen susup can kulağıyla dinlemeli ki rahmete erebilsin.

Duymadığı hâlde duyduk diyenler gibi olmamalı, boş söz duyunca hemen yüz çevirmelidir.

Allah Teâlâ cümlemizi, sözü dinleyip en güzeline tabi olan hâlis kullarından eylesin! Amin!..

4 Küfür ve sövmek hakkında hadisleri var mıdır?

Güzel söz; gönül alan, onur kırmayan, hak ve doğruyu gösteren bütün sözlerdir. Fertler arasında sevginin, hak ve doğrunun üstün tutulması; nefret ve düşmanlığın giderilmesi, hakka uygun sözlerle mümkün olmaktadır.

Allah, bir toplumun, diğerini ayıplamamasını, kusurlarını araştırmamasını, aleyhinde iftira ve gıybette bulunmamasını emretmektedir.(bk. Hucurât, 49/11, 12) Bu konuda Hz. Peygamber Efendimiz (asm)'den şu hadisler nakledilmektedir:

"Mümin dil uzatıcı değildir, lanet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü söz söyleyen değildir." (Tirmizî, Kadir, 1978).

İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre; Resulullah zamanında iki adam arasında karşılıklı sövme oldu. Bunlardan biri sövdü, diğeri sustu. Peygamber (asm.) de oturuyordu. Sonra diğeri aynı sözü geri çevirdi. Bunun üzerine Peygamber (asm.) kalktı ve meclisten dışarıya çıktı. Hz. Peygambere "Niçin kalktın?" diye sorulunca,

"Melekler kalktı, ben de onlarla beraber kalktım. Bu sövülen, sükût ettiği müddet, melekler buna sövene, sözü geri çeviriyorlardı. Ne zaman ki bu adam, sövenin sözünü geri çevirdi, melekler kalktı, gitti." buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, II, 572);

"Sövülen iki kimsenin söyledikleri sözün günahı; sövülen hududu aşmadıkça, ilk söze başlayan üzerinedir." (Müslim Birr, 68);

"Müslümana sövmek fâsıklıktır." (Nesâî; Tahrimu'd-Dem, 27);

"Size, kötü olanlarınızı haber vereyim mi; koğuculukla dolaşıp insanlar arasını bozan ve temiz kimselere ayıp isnad edenlerdir." (İhyâ, Cüz, III, 135).

Hz. Ali, "Çirkin laf edenle onu yayan, günâh işlemekte eşittir." (Beyhakî, Şuabu'l-İman);

İbn Abbas da Hucurât suresinin 11. ayetini izah ederken "Bir kısmınız bir kısmınıza dil uzatmasın. Muhakkak Allah, çirkin söz kaçıranı, kasden çirkin söz söylemeye yelteneni sevmez." demiştir (Edebü'l-Müfred, I, 344).

Yine Tirmizi'de geçen bir başka hadiste de "Mümin ayıplamaz, lanet etmez, kötü söz söylemez." buyuruluyor.

İmam Nevevi de bu konuda şöyle der:

"Her mükellefin -faydalı sözlerden başka- dilini her sözden koruması lazımdır. Faydadan uzak bir söz uzadığında, sünnet olan, onu kesmektir. Çünkü mübah olan bir söz kısa zamanda harama veya mekruha çekilebilir."

Hz. Peygamber (asm) çeşitli hadislerinde iflasın ne olduğunu ve uygulama şartlarını göstermiştir. Bir gün çevresindeki sahabelere; "Müflis kimdir?" diye sormuş, ashâb-ı kiram; "Bize göre müflis, kendisine ait hiçbir dirhemi (nakit parası) ve malı kalmayan kimsedir." cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimden gerçek müflis şudur: Kıyamet gününde namazını, orucunu ve zekâtını getirir. Bu arada başkasına sövmesi, zina iftirasında bulunması, kan dökmesi ve başkasını dövmesi ile ilgili kötü amelleri gelir. Bunlara karşılık iyi amelleri (hasenâtı) verilir ve borçları (kul hakları) bitmeden iyi amelleri tükenir. Alacaklıların hataları kendisine yükletilir ve ateşe atılır." (Müslim, Birr, 60; Ahmed b. Hanbel, II, 303, IV, 372).

İlave bilgi için tıklayınız:

GÜZEL SÖZ.

5 Tuvalete niye sol ayakla girilir ve euzu besmele çekilir?

Cevap 1:

Tuvalet kelimesi ile, mutlaka bu günkü modern anlamdakileri anlamamak gerekir. Hadislerde “Hela” olarak ifade edilen “dışarı çıkma” yerine artık tuvalet diyoruz. Bir hadis-i şerifte Hz. Enes şöyle diyor:

“Resulullah (a.s.m) helaya girerken (üzerinde “Muhammedu’r-resulullah” yazılı olan) yüzüğünü çıkarırdı.” (Neylu’l-Evtar,1/73).

Hela yeri bazen bir örtüyle kapatılırdı. Bunun arkasına gittiği zaman tuvalete gitmiş denilir. Çölde dahi olsa tuvaletin yapıldığı yer, bir farklılık arz ediyordu. Örneğin hadis kaynaklarında “helaya girdiği vakit, heladan çıktığı zaman” gibi ifadeler vardır. Bu girip çıkmak, helanın yerine nispetle kullanılmıştır. Belkide muhaddisler, daha sonra gördükleri kapalı alandaki helaları düşünerek bu ifadeleri kullanmışlardır. Nitekim, Buhari, “helaya gitti, helaya girdi” şeklinde yarı rivayetlere işaret etmiştir (Buharî, Vudu’, 9). Müslim’de de “Helaya girdi, kenefe girdi” ifadelerine yer verilmiştir (Hayz,122). Yine “Heladan çıktı” ifadesine yer verilmiştir (Hayz, 118).

Sol ayakla tuvalete girme, sağ ayakla çıkma meselesi, Efendimizin (a.s.m) “onurlu işlerde sağını, bayağı işlerde solunu kullanması” prensibinden alınmış ve fıkıh kaynaklarında bir edep, bir sünnet olarak telakki edilmiştir (bk. Gazalî, İhya, 1/136; V. Zuhaylî, 1/203).

Cevap 2:

Kıyamet gününde Allah iyi olarak seçtiği kullarının defterlerini sağ ellerine, kötü not verdiği kullarının defterlerini de sol ellerine verecektir. Kur’an’da cennete gidecek olan iyi insanlar için “Ashab-ı yemin = sağın sahipleri”; cehenneme gidecek olanları için “Ashab-ı şimal = solun sahipleri” unvanını kullanılmıştır. Bu değerlendirme, sağ elin/sağ tarafın, Allah katında bir değerinin olduğunu göstermektedir.

Bu gibi hikmetlerden ötürü olacak ki, Hz. Peygamber (a.s.m), sağı, sola tercih etmiş, mescit gibi iyi yerlere giderken sağ ayağıyla, tuvalet gibi yerlere girerken de sol ayağıyla girmiştir. Çıkışları tersine yapmıştır. Diğer bilinen hususları buna kıyas edebilirsiniz.

Mü'minlerin annesi Hz. Hafsa (r.anha)'nın nakline göre Resûlullah (s.a.v.) sağ elini yemek, içmek, abdest almak ve giyinmekte, bir şey alıp vermede sol elini ise bunların dışındaki işlerde kullanırdı. (Müsned, 6/287; Ebû Dâvûd, Taharet, 18)

Yine Müminlerin Annesi Hz. Aişe (r.anha) şöyle demiştir:

"Resûlullah (s.a.v.)'in sağ eli, temizliği ve yemek yemesi içindi. Sol eli ise, taharetlenme ve benzeri diğer rahatsızlık verici şeyler içindi." (Müsned, 6/156; Ebû Dâvûd, Taharet, 18)

Süraka b. Malik b. Cu'şum Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanına gelerek, "Allah'ın Elçisi bize şunları öğretti" diye anlattı. Orada bulunan bir adam onunla alay ederek, "O size tuvalete naşıl çıkılacağını da öğretiyor mu?" diye sordu. Bunun üzerine Süraka b. Malik (r.a.), "Evet, onu hak peygamber olarak gönderene yemin olsun ki, O bize tuvalette sol tarafa yaslanıp sağ ayağımızı dik tutmamızı emretti" demiştir. (Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, VII, 136; Mecmau'z-zevâid, I, 206)

Rivayetler dikkate alındığı zaman Resûlullah (s.a.v.)'in bazı fiillerinde sağını diğerlerinde ise solunu kullanmayı tercih ettiği anlaşılmaktadır. (bk. Müsned, 6/287; Ebû Dâvûd, Libas, 44)

Bu ve benzeri rivayetlere göre: Elbise, başlık ve mest giymek, mescide girmek, misvak kullanmak, sürme çekmek, tırnakları kesmek, bıyıkları kısaltmak, saçları taramak, koltuk altlarını temizlemek, saçları tıraş etmek, namazda bitirme selamı vermek, abdestte uzuvları yıkamak, heladan çıkmak, yemek, içmek, musafaha etmek, hacerü'l-esvedi selamlamak ve benzeri fiillerde sağı kullanmak; helaya girmek, mescitten çıkmak, sümkürmek, taharetlenmek, elbise, serpuş ve mestleri çıkarmada solu kullanmak müstehaptır..

Tuvalete girmeden önce, eûzü-besmele çekmek, biliniyorsa şu duayı okumak müstehabtır:

"Allahümme innî eûzü bike minel hubsi vel habâis = Allah'ım Erkek ve dişi bütün şeytanlardan (zararlı her şeyden) sana sığınırım." (Buhârî, Vüdû', 9, Deavât, 14; Müslim, Hayz, 122, 123)

Tuvaletten çıkarken de şöyle dua edilir:

"Gufrâneke, elhamdü lillâhillezi ezhebe annî'l-ezâ ve âfâni = Ey Rabbim, senin bağışlamanı bekliyorum. Benden, abdest bozma imkânı vererek sıkıntıyı gideren ve bana sağlık ve esenlik veren Allah'a hamdolsun" (İbn Mâce, Tahâre, 10, Tirmizî, Tıbb, 32).

Cevap 3:

Peygamberimiz (sav)'in yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz.

Fıkıh kitapların da geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var, yapmazsak günahı yok” manasına geliyor.

Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi. Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimiz (sav)'in yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz (sav) namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmak da bir sünnettir. Şu halde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir.

Farz olanları: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimizdir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize uymuş oluruz. Namaz kılmak, oruç tutmak, zina etmemek, haram yememek gibi.

Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını üç rekat olarak kılmak vaciptir.

Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela, namaz kılarken Kur’an'dan bazı süreleri okumak farz, ama subhaneke duasını okumak nafiledir.

Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken vb. günlük işlerimizi yaparken Peygamberimiz (sav)’e uyarsak o işi adabına uygun yapmış oluruz.

Demek ki Sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayırabiliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir. Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vesaire. İşte iman etmemiz gereken esaslarda ruhumuzun beyni kalbi gibidir. Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir. Vücudumuz da bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz.

Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok.

Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var. Haramların durumunu sorarsan o da vücudunuzu aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.

6 "Kalp kırmak Kabe'yi yıkmak gibidir" sözü hadis midir?

Açıkça “Kalp kırmak Kâbe’yi yıkmak gibidir.” manasına gelen bir hadis rivayetine rastlayamadık. Ancak, bu ifadenin doğru olduğunu gösteren rivayetler vardır:

Bir hadis rivayetine göre, Peygamberimiz (a.s.m) Kâbe’ye bakarken şöyle demiştir:

“Kuşkusuz Allah seni çok şerefli, çok mükerrem/ hürmetli, çok azametli kılmıştır; fakat mümin senden daha hürmetli / daha saygı değerdir.” (İbn Mace, Fiten,2; Mecmau’z-zevaid, 1/81).

Tirmizî’nin “Hasen” dediği diğer bir hadiste:

“Allah katında dünyanın yok olması, mümin bir kimsenin öldürülmesinden daha iyidir.” (Tirmizî, Diyat, 7; Nesaî, Tahrim,2).

Bu ve benzeri hadisleri göz önünde bulunduran Mevlana, şu meşhur  sözünü söylemiştir:

“Kâbe, Azer’in oğlu Halil İbrahim’in yaptığı bir binadır. Kalp ise, yüce Allah’ın nazargâhıdır. Bu sebeple, bir gönül yıkmak, bin Kâbe yıkmaktan daha kötüdür.”

Bediüzzaman Said Nursi de bu konuda şunlar söyler:

“Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü'min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü'mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.” (Mektubat, Yirmi İkinci  Mektup).

“Haddinin bilmeyene haddini bildirmek, kırk yetimi giydirme gibidir.” ifadesi sizin de işaret ettiğiniz gibi, bir anonim sözdür. Zaman zaman belki de kullanma yeri vardır. Ancak bunu devletin ve yetkili kurumların yapması gerekir. Bu nedenle bu sözü küllî bir kaide olarak benimsemek doğru değildir. Ayrıca, bir çok ayet ve hadislerde, “affetmenin daha iyi bir yol olduğu" belirtilmiştir.

Bu sebeple, İslam’ı ideal şekilde yaşamak ve onun güzelliğini -sözlü ve davranış biçimiyle- göstermek isteyen kimselerin aşağıdaki ayet-i kerime ile hadis-i şerifi tam rehber edinmeleri gerekir:

“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et! Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et! Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/159).

“Güçlü / kahraman kimse, güreş minderinde hasmını yere seren değil, öfke anında nefsini yenen kimsedir.” (Buharî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107-108).

7 Yalan söylemek haramdır; ancak zor durumda kaldığımızda ne yapmalıyız?

“Yalan” kelimesini ve taşımış olduğu mânâyı duyup da rahatsız olmayan var mıdır? Evet, bazı çirkin sıfatlar, esasında ve hakikat-ı halde herkesi rahatsız eder.

Doğruluğun, istikametin, ahde vefanın zıddı olan yalan, hemen hemen her insanın nefret ettiği kötü bir alışkanlıktır. Bununla birlikte, acaba bazı hallerde yalan söylemek, yalan beyanda bulunmak caiz midir?

Önce, bazı sebeplerden dolayı yalana benzeyen beyanda bulunmaya cevaz veren hadis ve rivayetlere ve bu konuyla ilgili İslâm ulemâsının görüşlerine müracaat edelim:

Buharî ve Müslim Sahihlerinde şöyle bir hadis zikrederler:

“Halkın arasını düzelten ve bunun için hayır niyetiyle söz ulaştıran veya hayır kasdıyla yalan söyleyen, yalancı değildir.” (Buharî, Sulh 2; Müslim, Birr 101)

Yine Müslim, bu hadisin devamında Ümmü Gülsüm’den (r.a.) şu meâlde bir rivayeti de kaydetmektedir:

“İnsanların söylediklerinden hiçbir şeyde yalana ruhsat verildiğini işitmedim; ancak şu üç durum müstesna: 1) Harpte, 2) İnsanlarını arasını bulmada, 3) Kadının kocasına, kocanın da karısına karşı -ailenin düzeni için söylediklerinde-...” (Müslim, a.y.)

Kâmil Miras merhumun, hadis âlimlerinin izahları ışığında bu rivayetlerin şerh ve açıklamasını özetlersek şunlar söylenebilir:

Hadiste, “insanların arasını bulmak için yalan söylemek yalancılık değildir” sözünün mânâsı, bu yalanda günâh yoktur mânâsındadır. Çünkü hadiste yalan, yalan olarak çıkarılmamakta, sadece bu çeşit yalana terettüp eden günahın olmadığı bildirilmektedir. Şüphe yok ki, yalan, gerek arayı düzeltmek için, gerekse başka bir maksatla söylensin, yine mahiyeti itibariyle yalandır.

Yalana üç yerde ruhsat verilmesi hususunda âlimler arasında farklı görüşte olanlar bulunmakta ise de, hadis ulemasının ekserisinin görüşü şu merkezdedir:

Yalanı ve olmayan bir şeyi haber vermek mutlak sûrette yasaklanmıştır. Yalan hususundaki hadisteki müsaade ise “tevriye” ve “îhâm” yoluyla söylenmesi halindedir. Tevriye: Birkaç manası olan bir kelimeyi kullanan kimsenin en uzak manayı kasdederek söylemesidir. Îhâm ise: İki manası olan bir kelimenin en uzak kullanılan mânâsını kasdederek söylemesidir.

Bu iki söz sanatını bu meseleye getirecek olursak şu şekilde misaller verilebilir:

Mesela savaş esnasında düşman askerine “Kralınız öldü” denilirken, bununla düşmanın daha önceki krallarından birisi kasdedilmesi gibi.

Yine İslâm'ın ve Müslümanların zarara düşebileceği bir halde konuşmak ve fikir beyan etmek icap ettiğinde, doğrudan yalana varmadan dolaylı cümleler kullanmak da bu kabildendir.

Aynı şekilde hanımın ve kızının gönlünü almak isteyen bir insan onlara bir şey vâdederken, “İnşaallah-Allah dilerse” gibi bir ifade kullanır da, söz verdiği şeyi hemencecik almazsa, bu durumda da yalan söylemiş olmaz. Çünkü bu vaâd istikbale mâtuftur.

Ayrıca birbirine dargın olan iki kişinin arasını bulurken, “Falan adam senin için duâ ediyor.” dese de, bununla o adamın “Allah’ım, bütün Müslümanları affet.” demiş olduğunu kasdetse, yalan bir beyanda bulunmuş olmaz. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VIII/111-112) Dolaysıyla yalan söylemenin mes’uliyetinden kurtularak rahatlar. İmam-ı Beyhakî’nin rivayet ettiği bir hadiste, Peygamberimiz (a.s.m.)

“Tevriyeli, kinâî ifadelerle yalandan kurtulup rahatlama vardır.” (et-Tâc, V/55)

buyurarak bu meseleye açıklık getirmişlerdir.

Ancak, bilhassa günümüzde her sahada yalana fazla yer verildiğinden, buna meydan açmamak için bu çeşit meselelerde hassas ve dikkatli davranılmasını isteyen Bediüzzaman şöyle der:

“...Maslahat için kizb (yalan) ise zaman onu neshetmiştir (hükmünü kaldırmıştır). Maslahat ve zaruret için bazı âlim ‘muvakkat’ fetvası vermiş. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünkü o kadar su-i istimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez."

“Mesela: seferde namazı kasretmenin sebebi meşakkattır. Fakat illet olmaz. Çünkü muayyen bir haddi yok. Suistimale düşebilir. Belki illet yalnız sefer olabilir.”

Yâni yolculuk esnasında dört rekâtlı farz namazları iki kılarak kasretmenin illeti, esas sebebi, “yolculuk”, yolculuğa çıkmaktır. Meşakkat olmasa dayanamaz kısaltılabilir. Eğer meşakkat gerçek sebep olarak görülürse, bu hükmü herkes kendisine göre değiştirip uygulayabilir. “Ben hiçbir zorluk çekmedim, öyleyse namazları dört rekât kılarım.” gibi bir suistimale düşebilir. Bunun önüne geçmek için, meşakkat olsa da olmasa da namaz kasredilir.

Bu misâlden sonra Üstad, son olarak şu meseleye temas eder:

“Aynen öyle de maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok, su-i istimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise ‘imme’s-sıdk ve imme’s-sükût (ya doğru söylemeli yahut susmalı) Yani yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.”

“Evet, her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değildir. Bazan zarar verse sükût etmek. Yoksa yalana hiç fetva yok.” (bk. Hutbe-i Şamiye, Üçüncü Kelime)

Soru: Yalan söylemek çok kötü olduğu halde, Peygamberimiz (asm) savaşta yalan söylemeye neden ruhsat vermiştir, bu aldatmak anlamına gelmez mi? Ayrıca bu hile ile savaş kazanmaktır, insanlığa yakışmamaktadır, hatta bundan sonra hiçbir savaşan bu Müslümanlara inanmayacaktır?

a. İslam’a göre yalan büyük bir vebaldir.

“Pis putlara tapmaktan sakının, bir de yalan söz söylemekten sakının.” (Hac, 22/30)

mealindeki ayette şirkten sonra yalana yer verilmesi dikkate değer bir vurgudur.

b. İslam dini doğruluk üzerine kurulmuştur. Kur’an’da bir çok yerde Kur’an’ın hak/doğruyu söyleyen bir kitap olduğu, Hz. Peygamber (a.s.m)’in hak/ doğru sözlü bir peygamber olduğuna işaret edildiği gibi, vahyin, dinin sahibi olan Rabbimizin doğru sözlü olduğu vurgulanmış ve

“Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir ki?!.” (Nisa, 4/122)

mealindeki ayette olduğu gibi, en gafil kafaları uyandırmak maksadıyla soru sitiliyle konunun ifade edilmesi tercih edilmiştir.

c. İman doğruluk üzerine, küfür ise yalan üzerine kuruludur. Zaruret olmadan, “bir lafza-i kâfir olan yalana” izin vermesi düşülebilir mi?

İslam dininin Peygamberi (a.s.m)’in çocukluğundan beri çevresinde “Muhammedü’l-Emin = sözüyle, özüyle, fiiliyle emin, güvenilir Muhammed.” unvanıyla meşhur olması bize çok şey anlatmaktadır. Böyle bir zat bazı konularda yalan söylemeye ruhsat vermişse, bunun hikmetini kavramaya çalışmak gerekir.

d. “Aksine bu hile ile savaş kazanmaktır, insanlığa yakışmamaktadır, hatta bundan sonra hiçbir savaşan bu Müslümanlara inanmayacaktır da” yargısı gerçekten ilginçtir. “Savaş mertçe yapılır…” anlamına gelen bu hamasî söylemlerin savaş sözlüğünde asla yeri yoktur.

İnsanlık tarihinde savaşların başladığı günden bu güne dek yapılan bütün savaşlar, karşı taraf olan düşmanı öldürmeye yönelik bir sanattır. Düşmanı öldürmek için meydana çıkacaksınız, fakat fırsat elinize geçtiği halde, “bu mertliğe yakışmaz” diye öldürmekten vazgeçeceksiniz; böyle budalalık olur mu? Bu davranış, vatan hainliği çerçevesinde idama bile götürebilir.

e. Bugün her ülke tarafından kullanılan “savaş stratejisi, savaş taktiği, savaş manevrası, savaş senaryosu” gibi sözcüklerle ifade edilen bütün savaş taktikleri, karşı tarafı aldatmaya, hedef saptırmaya yönelik birer hiledir, birer aldatmacadır, birer fiilî yalandır. Savaşta “arkadan vurmamak, mertçe savaşmak” gibi yaveler, sadece filimlerde yer bulan sözcüklerdir.

Nitekim, Peygamberimiz (a.s.m) de;

“Harb hud’adır / savaş karşı tarafı yanıltma taktiğidir." (Buharî, Cihad,157; Müslim, Cihad, 18-19)

diye buyurmuştur. En sahih hadis kaynaklarında Resulüllah (asm)’ın bu ifadesi ortada iken, mümin olan bir kimsenin -bunun hikmetini öğrenmek yerine-, yanlışlığını ortaya çıkarmaya çalışmak, dinî açıdan çok ciddi risk taşımaktadır.

f. “Muhakkak ki doğruluk, insanı iyiliğe, güzelliğe yöneltir, iyilik ise, cennete iletir. Kişi doğru konuşa konuşa nihayet -Allah katında- sıddîk / çok dürüst olarak yazılır. Şüphesiz yalan fücura, kötülüğe yönlendirir, fücur ise, ateşe/cehenneme iletir. Kişi yalan söyleye söyleye nihayet -Allah katında- kezzap/çok yalancı olarak yazılır.” (Müslim, Birr, 103-105).

Şimdi insafla düşünelim, yalancılığı “kötülüğün anahtarı, cehennemin rehberi” olarak gösteren Hz. Peygamber (a.s.m) bu hükümden bazı istisnaları yapmışsa, bir mümine düşen onu saygıyla karşılamaktır. (Zaten mümin olmayan kimse ile bu konu en son konuşulması gereken bir detaydır).

g. Bu tür konularda aşağıdaki ayet-i celile bizim rehberimiz olmalıdır. Tavrımız, niyetimiz, üslubumuz, bu ilahî mesajın çerçevesinde şekillenmelidir.

“Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 4/65).

h. Tarih boyunca (bir emir değil, adece bir tolerans olan) bu ruhsat maalesef, çok suistimale uğradı. Nebevî ruhsatın olması gereken çerçevenin dışına çıkıldı. Heva ve hevesler karıştı. Ruhsat çizgisi amacının dışında kullanıldı. Adeta, verilen ruhsattan beklenen yarar, bu suistimaller sonucunda zarar hanesine yazılmaya başladı. Bu sebeple, bu gün artık bu ruhsattan yararlanma işini askıya almakta fayda vardır.

8 Kıskançlık / Haset Duygusundan Nasıl Kurtulurum?

‘Hased ve kıskançlık’, başkalarını bulundukları durumdan dolayı kıskanmak, çekememek ve onların olmamasını istemek, demektir.

Hased eden kimseye ‘Hasid’ denir.

Hased, tedavisi mümkün olmayan en öldürücü ahlâk hastalıklarındandır. Hased eden kimse başkasının iyiliğine ve elindeki nimetlere üzülür, hatta bu nimetlerin onun elinden gitmesini ister. Gitmediğinde üzüntüsü artar. Bu hususta denilir ki:

"Hased öyle bir ruh hastalığıdır ki, ona hiç bir doktor çare bulamaz. Yeter ki Allah (c.c.)’ın yardımı tahakkuk etsin."

Bu nedenle hased, Müslümanın hayırlı amellerini yok eden çok çirkin bir ahlâktır.

Yahudi ve Hristiyanlar müminlere sürekli hased ederler. Kendileri îman edip Allah (c.c.)'ın fazlından yararlanamadıkları için müminlerin Rabblerinden gördükleri hayırları izledikçe hasetleri artar. Müslümanlar aleyhine çeşitli entrika ve desiseler düşünürler. Halbuki Müslümanlar onların bu kötülüklerini hiç hak etmedikleri gibi tam tersi kendileri hakkında bile iyilik düşünürler. Kazdıkları kuyulara neticede hep kendileri düşerler. Fakat müminler arasında büyük sarsıntılara, karışıklıklara sebep olurlar. Bunların çoğunluğunun tam cezaları ise âhirette Cenab-ı Hakk tarafından verilecektir.

Hasid, Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu nimetin kıskandığı kimseden çıkmasını istediğinden hiçbir zaman rahat ve huzur içinde olmaz. Faydalı olmayan, zararlı olan bir şeyin bir insandan uzaklaşmasını istemek, hased olmaz, gayret olur. İlmini, mal ve mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din adamından ilmin gitmesini istemek gayret olur. Malını haramda, zulümde, İslâmiyeti yıkmakta, bid’atları ve günâhları yaymakta kullananın malının yok olmasını istemek de, hased olmaz, din gayreti olur. Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günâh olmaz. Kalpte bulunan hâtıra, düşünce, günâh sayılmaz. Hatıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased ederse günâh olur, harâm olur. Bu hasedini sözleri ve hareketleri ile belli ederse, günâhı daha çok olur. Hadis-i şerifde buyruldu;

“İnsan, üç şeyden kurtulamaz, suizan, tayere ve hased. Suizan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zan (tayere) ettiğiniz şeyi, Allah’a tevekkül ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz!” (Mecmeu’z-Zevâid, Beyrut, ts., VIII/78; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, X /396; el-Câmu’s-Sağîr, Beyrut, 1990, h.no: 5983).

Tayere, uğursuzluğa inanmaktır. Suizan, bir kimseyi kötü zan etmektir. Bu hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki, kalpte hased meydana gelmesi, haram değildir. Bundan razı olmak, devamını istemek, haram olur. Hadîka’da deniliyor ki,

‘Kalbe gelen düşünce beş derecedir:

1. Kalpte durmaz, atılır, buna ‘hacis’ denir.
2. Kalpte bir zaman kalır, buna ‘hatır’ denir.
3. Yapmak ile yapmamak arasında tereddüt olunur, buna ‘hadisü’n-nefs’ denir.
4. Yapması tercih edilir, buna ‘hemm’ denilir.
5. Tercih kuvvetlenip karar verir, buna ‘azm’ ve ‘cezm’ denir.

Kur'an-ı Kerim’de hased duygusu ve bunun doğuracağı davranışlar önemsiz sayılmamıştır. Gerek Hz. Âdem (a.s.)'in iki oğlu arasında cereyan eden beşeriyetin ilk cinayetinin(1) ve gerekse Hz. Yusuf (a.s.)’un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması olayının(2) asıl sebebini kardeşler arasında doğan hased duygusunun teşkîl etmesi gerçekten düşündürücüdür. Hz. Peygamber (asm), bütün günahların kaynağı olan üç şey arasında; İblis'i Hz. Âdem (a.s.)'e secde etmemeye sevk eden kibri; Hz. Âdem (a.s.)’i yasaklanmış olan ağaçtan yemeye sevk eden hırsı ve Hz. Âdem (a.s.)’in iki oğlunun birbirleriyle dövüşüp kardeşini öldürmeğe ve kardeşlerinin Hz. Yusuf (a.s.)’u kuyuya atmaya sebep olan hasedi saymaktadır. Bunlardan kaçınmamızı istemektedir. Bu yüzden hased, nefsin kınanmış olan kötü ahlâkındandır.

Bol dua, zikir ve ibadete çok devam etmek suretiyle bunların yok edilmesine çalışmak gerekmektedir. Allah Teâlâ'nın uyarılarına ve tavsiyelerine dikkat edip uyanmak ve bu illetten kurtulmağa çalışmak bir görevdir. Hz. Yakup (a.s.)’un büyük oğulları, küçük kardeşleri Yusuf'a hep beraber tuzak kurup yapacaklarını yaptılar. Gayeleri Hz. Yusuf (a.s.)'u zelil etmekti. Allah (c.c.) ise Hz. Yusuf (a.s.)'u seçti. Ona nübüvvet ve saltanat verdi. Kardeşlerini ona boyun eğdirdi. Hükmü altına soktu. Hz. Yusuf (a.s.)'u hased etmelerinden dolayı hileleri kendi başlarına geçti. Bu ise Allah Teâlânın hikmetinin ve kudretinin apaçık bir delilidir.

Felak Sûresi'nde gelmiş bulunan, “Hâsid kişinin hased ettiği zamanki şerrinden Allah'a sığınmak.”(3) emri de göz önüne alınınca, hased yani çekememezlik duygusunun toplum içerisinde yapacağı yıkımın ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Kur'an-ı Kerim'de söz konusu olan bu olayların kardeşler arasında cereyan etmiş olması da ayrı önem taşır. Yani, hased duygusu kardeşi kardeşe öldürtebiliyor, derin kuyuya attırabiliyorsa, başka insanlara neler yaptırmaz?

Bu ayetlerin ışığında, her geçen gün şiddetini artırarak ilerleyen ve dünyayı yaşanmaz hale getiren anarşiye, ahlâki yozlaşmaya, kültürel bozulmaya göz atacak olursak, bunun da temelinde, yurdumuza dışarıdan giren çeşitli fikir ve düşüncelerin sevkiyle hakim zümrelerin millete karşı uyguladıkları muhtelif ayırım ve kayırmaları, bunun sonucu -varlığını değişik tabiî sebeplere borçlu olan- değişik gruplarda birbirlerine karşı uyanmış olan kin ve hased duygularını görebiliriz. Daha açık bir ifâde ile bugünkü huzursuzluk, hırsızlık, soygunculuk ve anarşi, geçen zamandan beri bu ülke insanlarına yapılan mürteci-münevver, inkılapçı-yobaz, ilerci-gerici, faşist-devrimci, Türk-gayr-i Türk, Sünni-Şiî vs. ayırımlarının, bu ayırımlara tâbi olarak hâkim zümrelerin uyguladıkları kayırmaların vicdanlarda doğurduğu kin, nefret, hased ve intikam gibi menfî hislerin birikimlerinden ortaya çıkan bir patlamadır.

Kıskançlık kinin, kin de öfkenin neticesidir. Bu yüzden öfkelenmeyi azaltacak davranışlar içinde bulunmak kini, dolayısıyla kıskançlığı azaltır. Hased, İlahi takdir ve bölmeye razı olmamaktır. Bu yüzden hasedçi önce iman açısından tehlikeye düşer. Şu kadar var ki hased, hased edilenden önce hased edeni yiyip bitiren adil bir hastalıktır.

İnsanlar arasındaki kavgalar, meslektaşlar arasındaki çekişmeler, genellikle hasedden kaynaklanır. Aslında hased, bir bakıma aşırı bencilliğin de bir sonucu olarak ‘Bende yok onda da olmasın’ düşüncesidir.

Bir Müslümanda bulunan bir nimetin ondan gitmesini istemeyip, kendisinde de o nimetin bulunmasını istemek hased değildir. Buna ‘Gıpta’ yani imrenmek, denilir. Gıpta güzel bir huydur.

Hased, kişinin yapmış olduğu ibadetlerin sevabını da giderir. Hadis-i şerifte

“Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi hased de iyilikleri yok eder, siler götürür.”(4)

buyruldu. İbnu Mâce'de geçen bir diğer hadiste ise şöyle buyurulur:

“Hased, hasenatı yer tüketir, tıpkı ateşin odunu yiyip tükettiği gibi. Sadaka da hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürmesi gibi.”

Bu sebeple dinimizin müminden beklediği tavır, inancının gereği olarak hayatının her anını Allah’ın (c.c.) razı olacağı şekilde geçirmektir. Bu durum iman ile hasedin yan yana olmasını yasaklamaktadır. Peygamber Efendimiz (asm) hadisi şerifte bu durumu şu şekilde açıklamaktadır:

“Kâfir ile onu öldüren ebediyyen cehennemde bir araya gelmezler; keza bir kulun karnında, Allah yolunda (yutulmuş olan) tozla cehennem ateşi bir araya gelmezler; keza, bir kulun kalbinde imanla hased bir araya gelmezler.”(5)

Hased etmek, bir açıdan da Allah (c.c.)'ın verdiğini uygun görmemektir. Her kim Allah (c.c.)'ın verdiğini uygun görmez ve bunu bilinçli olarak düşünürse, kâfir olur. Çünkü bu insan, bu düşüncesiyle Hak Teâlâ’nın hikmetini ve adaletini inkar etmiş olur. Bu durum insanı küfre götürebilir. Bu yüzden hased eden kimse, beş yönden Rabbi ile çekişmektedir. Bu çekişmeler şunlardır: Başkalarında gördüğü bu nimetten ötürü öfkelenir. Allah (c.c.)'ın rızık taksimine öfkelenir. Allah (c.c.)'ın başkalarına vermiş olduğu nimetleri kıskanan kimse, sanki Rabbine şöyle demektedir: ‘Bu nimetleri niçin bu şekilde taksim ettin?’ Allah Teâlâ dilediğine lütfundan dilediği şekilde verdiği halde, o Allah (c.c.)'ın nimetleriyle cimrilik yapmak istemektedir. Allah Teâlâ'nın nimetler verdiği sevgili kullarını, rezil-rüsvâ etmek istemektedir. Hased etmekle, hem Allahü Teâlâ'nın, hem de kendisinin düşmanı olan şeytana yardım etmektedir.

Hasedden kaçınmak, başkasının malı, mülkü, mevkii vs. dünya varlıklarında çekememezliğe düşmemek demektir. Uhrevî işlerde gıpta caiz ise de dünyevî işlerde hased câiz değildir. Çünkü hased, hased edeni karşıdaki hased edilen hakkında gıybete ve yıkıcı gayretlere de sevkederek zulme ve haksızlığa atar. Gıybet, zulüm ve haksızlık ise bunları yapanın iyiliklerinin yok olmasına sebep olur. Bütün bu durumlar hased edilenin nimetlerinin, sevaplarının artmasına, hased edene de hüsran ve zararlarda batmasına sebep olur. Böylelerinin durumu âyet-i kerimede:

“Dünyayı da âhireti de kaybeder...(6)

diye ifade edilmiştir.

Hased eden, hased ettiği kişiyi gıybet de eder, onu çekiştirir ve böylece ikinci bir günaha da girmiş olur. Hatta hased ettiği kişinin malına ve canına da saldırdığı olur. Kıyamet gününde, hased eden kişinin bu zulümlerinin karşılığı olarak iyilikleri alınarak hased ettiği kişiye verilir. Dünyada hayır ve iyilikler yapan kimseye en az on kat sevap verilir. Hased bunların dokuzunu yok eder ve birisi kalır. İmansızlıktan başka hiçbir günah, müslümanın yapmış olduğu iyiliklerin hepsini yok edemez.

Resûlullah (asm) buyurdular ki:

“Size eski milletlerin hastalığı bulaştı. Bu, hased ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır. Bilesiniz; kazıyıcı derken saçı kazır demiyorum. O dini kazıyıcıdır. Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi sevmeye yardımcı olacak şeyi haber vereyim mi: Aranızda selâmı yaygınlaştırın.”(7)

Bir başka Hadis-i şerif’te,

“Nimet sahiplerinden ihtiyaçlarınızı gizli olarak isteyiniz. Çünkü nimet sahiplerine hased edilir.”

buyuruldu. İhtiyaçlarınızın karşılandığı ortaya çıkınca hased olunursunuz.

Hased etmek, Allah Teâla’nın takdirini değiştirmez. Bunun için de hased eden kişi, hasedinden dolayı boşuna üzülmüş ve yorulmuş olur. Kazandığı günahlar da ayrıca üzerine yüklenir. Halife Muaviye oğluna nasihat ederken şöyle derdi:

"Hased etmekten çok sakın. Çünkü hasedin sana olan zararları, hased ettiğin kişininkinden daha önce ve daha çok olur."

Yine Hz. Muaviye demiştir ki:

"Herkesi razı edebilirim, ancak hasetçiyi edemem. Çünkü o, nimetin gitmesini ister. (Kıskandığı nimet elimde oldukça, ne versem onu razı edemem.)"

Hased edenler hiçbir zaman arzularına kavuşamamış ve kimseden saygı görmemişlerdir. Hased insanın sinirlerini bozar, ömrünün azalmasına sebep olur.

Kendisine hased olunan kişinin, dünyada ve ahirette, bundan hiç zararı olmaz. Hatta faydası olur. Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kişideki nimetlerin azalmadığını ve hatta arttığını gördükçe huzursuz olur. Hasedden kurtulmak için ona hediye göndermeli, nasihat etmeli ve onu övmelidir. Ona karşı tevazu göstermelidir. Onun elindeki nimetlerin daha da artması için dua etmelidir.(8)

Peygamber Efendimiz (asm), Veda Hutbesi’nde vurgulu bir şekilde kardeşlik duygularını zedeleyen, Ensar-Muhacir kardeşliğini tüm dünyaya yaymanın önündeki en büyük engellerden olan, ümmet bilincini gideren hasedden kaçınmamızı istemektedir.

“(Ey inananlar!) birbirinize hased etmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizin satışını bozmayın. Ey Allah'ın kulları kardeş olun! Müslüman kişi, diğer Müslüman kişinin (rengi, dili, doğum yeri, sosyal durumu, cinsiyeti ne olursa olsun) kardeşidir. Öyle ise ona zulmedemez, ihanet edemez, aldatamaz, yardım isteğini cevapsız bırakamaz, tahkîr de edemez. Allah sizlerin bedenlerine, mallarına bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar, -kalbini göstererek- takva şuradadır, takva şuradadır, takva şuradadır. Kişinin kötü sayılması için Müslüman kardeşini tahkir edip horlaması yeterlidir. Bir Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer bir Müslümana haramdır.”(9)

Hased Hastalığından Kurtuluş Yolu

Resûlullah (asm) buyurdular ki:

“Şu iki kişi dışında hiç kimseye hased (gıbta etmek) caiz değildir: Biri, Allah'ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolda harcayan zengin kimse.”(10)

Hadiste ‘gıbta’ diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı haseddir. “İki kişiye Allah'ın verdiği nimetin kendinize de verilmesini temenni etmeniz caizdir.” diye anlaşılması gerekmektedir. Gıpta ise ‘Onda var aynısı bende de olsun.’ talebinde bulunmaktır ki, bu mantıklıdır. Kıskançlık ibadetlere varıncaya kadar bütün fiillerde ve duygularda görülebilir. Tedavisi Taksim-i İlahîye razı olmak ve Yusuf Sûresi'ni bolca okuyup ibret almaktır.

Hased duygusundan kurtuluş yolu, başka bir hadiste şöyle ifade edilmektedir:

“Üç şey vardır, kimse onlardan kurtulmuş değildir: Uğursuzluk, kötü zan, hased.”

Resûlullah (asm)'a bunlardan kurtuluş yolu nedir, diye sorulunca şu cevabı verdi:

“Uğursuzluk içinden geçince hoşlandığın işi bırakma, zanna düşünce araştırmaya kalkma, hased duyunca da gereğiyle amel etme.”

Şu halde; zan ve hasedden kurtuluş, bu hislerin peşine düşmemek suretiyle gerçekleşir. Hasan el-Basri Hazretleri de şöyle der:

"İçinde hased olmayan insan yoktur. Kim bu hissi aşıp, peşine düşmez ve zulme yer vermezse, hased yapmamış olur."

Bir mümine yakışan, hased hissi içinde doğduğu zaman, bundan nefret edip defetmeye çalışmaktır, tıpkı haram şeyleri yapmak hissi içinden geçince yaptığı gibi. Bu duyguyu tedavi hususunda Bediüzzaman şu tavsiyede bulunur:

"Hasid adam hased ettiği şeylerin sonucunu düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, vakti belli ve sınırlıdır. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer, uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda hased olmaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyâkârdır; ahiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut hased ettiği kimseyi riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder." (Mektubat, Yirmi İkinci Mektup, Birinci Mebhas)

Kıyamete kadar her döneme hitap eden, her dönemin sorunlarına çözümler üreten ve dönemin tasvirini yapan Allah Resûlü (asm) şu hadislerinde, müminin günümüzde yaşadığı sıkıntıyı çok net bir şekilde şöyle ifade etmektedir:

“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, bakışını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir.”(11)

Bu hadisin benzeri olarak, Resûlullah (asm) bir başka rivayette:

“Zenginlerle az düşüp kalkın. Zîra böyle yapmanız, Allah'ın (size olan) nimetini küçük görmemenize yardımcı olur.”

buyurmuştur. Bu hadiste önemli bir hastalığın ilacı var; zîra bir kimse, kendinden üstün kimseye bakınca, bu halin onda hased uyandırmayacağından emin olamaz. Bu haset hastalığının ilacı da kendinden aşağıda olana bakmasıdır. Baktığı takdirde kendi haline şükretmeye vesile bulur.

Konumuzu bütünleyecek bir başka hadis de şöyle ifade edilmiştir:

“İki haslet var ki, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim dünya işlerinde durumu kendisinden düşük olana bakarsa, kendisindeki ona olan üstünlük sebebiyle Allah'a hamdeder. Kim de, dinî meselelerde kendinden üstün olanlara bakarsa ona uyar. Kim de dünya işlerinde kendinden üstün olana bakarsa, elinde olmayanlar için esef eder, üzülür ve böylece şükredici ve sabredici olarak yazılmaz.”

Hadisi şerifte beyan edildiği üzere mümin, dünyalık mal, makam işlerinde devamlı kendinden aşağıdakilere bakmalı ki şükretsin. Amel, takva ve iman olarak ise kendisinden üstün olan kimselere baksın ki eksiklerini görerek onları tamamlamaya çalışsın. Bu durumu tersine çevirdiğiniz takdirde, ahlaksızlıklar, zinalar had safhaya çıkar; insanlar dünyalık elde etme yarışında birbirlerini öldürmekten dahi çekinmezler.

İnsanın kendi kendine hazırladığı bu tuzaklardan kurtulabilmesi, iyi bir nefis terbiyesine bağlıdır. Yani insan projeksiyonunu kendine çevirerek kendi kusurlarıyla meşgul olma alışkanlığı kazanabilirse, bu tehlikeleri azaltmış sayılır. İdeal, örnek şahsiyetler edinmek ve onlara benzemeye çalışarak bütün bu tuzakları atlatmak mümkündür. İlmi ve zenginliği gereğini yerine getirmek üzere istemek uygundur.

"Ya Rabbi beni hased edici eyleme, hased edilen eyle!" diye dua edilmelidir. Çünkü hased edici, hased edilende, kendinde bulunmayan bir kemal görmektedir. Ve ona hased etmektedir. Hased edenin hasedine sabr eyle. Senin sabrın onu öldürür.

Hasedin Zararları Nelerdir?

Hasetten kurtulmanın bir yolu da onun ne olduğunu, dünya ve ahiretimize nasıl zarar vereceğini bilmektir.

Kendi kaybına değil de, başkalarının kazancına üzülenler, ticaret bilmezliğin en ileri örneğini sergilerler. Bunlar, kıskançlığın kıskacında kıvranan birer zavallı.

Bir hikmet ehli şöyle der: “Haset insanı avare eden bir ihtirastır. Evde tutacağına diyar diyar gezdirir.”

Bu âfete tutulanlar, iman, ilim, sıhhat ve servet gibi İlâhî nimetleri değerlendirirken, meseleyi tersten ele alırlar. Önce servet ve makama göz dikerler. Sonra beden sıhhatine bakarlar; en sonunda da ilim ve imana sıra gelir. Halbuki, iman kuvvetinde birazcık ziyadelik ilim fazlalığıyla mukayese mi edilir!?.. İlimde birazcık üstünlük, beden sıhhatiyle tartıya mı girer!?.. Bedende bir parça sıhhat fazlalığı, servet çokluğuyla ölçüye mi sığar!?..

Bu da garip bir sır, azim bir hikmettir. Bu sır iledir ki, muhteris, kıskanç insanlar, dünyaca varlıklı kişilerle uğraşırlar da, âlimlere, velilere, salihlere ilişmezler. Halbuki gerçek varlığa erenler bunlardır.

Haset hastalığının temelinde, haset edilen kimseyi ve onun elindeki dünya nimetlerini ebedî zannetme gafleti yatar. Akıl planında, gerçeğin böyle olmadığını herkes bilir; ama, hissiyat hükmünü icra etti mi, zavallı akla kıvranmaktan öte bir şey kalmaz.

Bir asır sonra bütün haset edenler ve edilenler gibi, hasede konu olan mevki ve makamlar, servet ve devletler de başka insanların eline geçecekler; bir süre de onları oyalayacak ve hiçbirine Hakikî yâr olmadan, bir başka gruba intikal edecekler.

Bir gönül ehli, dünyayı kınalı bir geline benzetir; bu gelin herkese göz etmiş ama hiç kimseyle evlenmemiştir.

Hasedin bir de kadere itiraz yönü var.

“Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?” (Nisa, 4/54)

Bir insan düşünelim: Belli bir nimete ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiş, meşru dairede çalışmış, fiilî ve kavlî duasını yaptıktan sonra Rabbinin rahmetini, inayetini gözlemeye başlamıştır. Bu insana yapılan İlâhî lütuf karşısında mü’mine düşen vazife, o nimete kendisi nâil olmuş gibi sevinmektir. Kadere iman da, İslâm kardeşliği de bunu gerektirir.

Böyle yapmayıp haset ve düşmanlık yolunu tutanlar için Üstad Bediüzzaman’dan bir tehdit cümlesi:

“Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” (Mektûbat)

Âyet-i kerimede, “Allah’ın lütfundan verdiği” şeklinde çok hikmetli bir kayıt var. Bu kayıttan hareketle müfessirlerimiz, meşru olmayan kazançlara haset edilebileceğini belirtmişler ve “vurguncunun elindeki malın gitmesini temenni etmek haset değil, gayrettir, adalettir” demişler.

Buna göre bir adam hırsızlık ederek zengin olsa, o malın ondan alınmasını arzu etmek haset değildir. Haset; “Allah’ın lütfuyle verdiği” meşru servet, makam yahut fazileti çekememektir. Bunların, bir müminden alınmasını arzu etmek ise, kaderi tenkit ve rahmete itiraz mânâsı taşır.

Füzeyl bin İyaz’ın, “Mü’min gıpta eder, münafık haset eder”, sözü bizim için hem güzel bir ölçü, hem de büyük bir tehdit. Bir insan, bir başkasının nâil olduğu maddî veya manevî bir ihsana kendisinin de erişmesini arzu edebilir. Bu haset değil gıptadır. Hasette ise, haset edilen şahıstan o ihsanın mutlaka geri alınması arzu edilir. Yani, zengin komşusuna haset eden adamın temel hedefi, kendisinin zengin olması değil, komşusunun fakir olmasıdır. Bu ise, ancak münafıklara yakışacak kadar aşağı ve bayağı bir düşüncedir.

Bununla beraber, bu güzel sözü yanlış yorumlayarak, haset edenlere hemen münafık damgası vurmak elbette doğru değil.

Çünkü münafığın tarifi açık: Münafık, gerçekte iman etmediği halde iman etmiş gözüken kimsedir. Haset eden bir mü’mine, bu mânâda, münafık demek mümkün mü? O halde bu sözü, “Sakın haset etmeyiniz, zira bu ancak münafıklara yakışan alçak bir sıfattır.” şeklinde anlamak gerek.

Kendini seven ve menfaatini bilen insan haset yolunu tutmaz. Çünkü haset başkasının saadetini çekememe yüzünden, insanın kendi ruh âlemini perişan etmesidir. Rakibine kızarak kendini bıçaklamak gibi bir şey.

“Haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” (Mektûbat)

Şunu unutmamak gerek: Dünyevî bir nimete yahut üstünlüğe kavuşmak kişinin kemâline delil olmaz. Böyle olsa bütün zenginlerin salih, bütün fakirlerin fasık olması gerekir.

Gerçek hiç de böyle değil. Dünya nimetleri bir imtihan aracı. Herkes bir türlü imtihan oluyor. Önemli olan bu yolculuğun sonudur. Bu dünyada meşru yolla zenginleşmeye yahut makam sahibi olmaya çalışmak elbette güzel şey. Ama hâdiselerde kader hâkim. Çok çalışmamıza rağmen dilediğimiz sonucu elde etmeyebiliriz. Ve rakibimiz bizi geçebilir.

Üzerimize düşen görevi hakkıyla yerine getirdikten sonra, tevekkül yolunu tutma ve “hakkımda böylesi hayırlıymış” diyerek İlâhî takdire razı olma durumundayız. Aksi halde hasetle, ruh dünyamızı huzursuz kıldığımız gibi, sonunda şeytana âlet olup kadere itiraz tehlikesiyle de karşı karşıya kalabiliriz.

Bunun zararı ise hem çok büyük, hem de ebedî.

Dipnotlar:

(1) Mâide sûresi, 5/27–30.
(2) Yûsuf sûresi, 12/4–10.
(3) Felak sûresi, 113/5.
(4) Ebu Dâvud, Edeb 52,
(5) Müslim, İmâret, 130, 131; Ebu Dâvud, Cihad, 11; Nesâî, Cihâd 8; İbnu Mâce, Cihâd, 9.
(6) Hacc sûresi, 22/11.
(7) Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme, 57.
(8) İslâm Ahlâkı, M. Hadimî.
(9) Müslim, Birr, 32–34; Tirmizî, Birr, 18,
(10) Buhârî, İlm,15; Fedâilu'l-Kur'ân, 20, Tevhid, 45; Müslim, Müsâfirin, 266; Tirmizî, Birr, 24.
(11) Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd, 8; Tirmizî, Kıyamet, 59.

9 Vakar / vakarlı olma, tevazu / mütevazı olma nedir; açıklar mısınız?

Vakar: Ağırbaşlılık demektir. Vakar, kişinin bulunduğu makamına uygun bir ciddiyet göstermesi, hafif meşrep olmaması, ağırbaşlı olma, temkinli davranma, mevki ve kişiliğin gereğini hakkı ile koruma gibi manlara gelir.

Halk arasında ağırbaşlılık olarak bilinen vakar, sahibine hürmet duyguları kazandıran bir fazilettir. Vakarın kibre kaçmaması, hatta vakarlı birinin aynı zamanda mütevazı (alçak gönüllü) de olması gerekir. Bu iki huy birlikte bulunduğu zaman tam bir fazilet olur.

"Rahmân'ın öyle kulları vardır ki, onlar, yeryüzünde sükunetle (vakarla) yürürler" (Furkan, 25/63)

âyeti ve Rasûlüllah (asm)'in, cemaatle namaza başlanmış bile olsa, camiye gelenlerin koşarak acele etmemesini, vakar ve sükuneti elden bırakmamasını tavsiye eden hadisi (bk. Buharî, Ezan, 21) her Müslümanda bulunması gereken vakarı ifade etmektedir. Peygamberimiz (asm) daima, hürmet duygularını davet eden bir vakar ve aynı zamanda sevgiyi celbeden bir tevazu halinde bulunurdu.

Vasıflar, hasletler, tutum ve davranışlar, yerlerine göre iyi veya kötü ahlakı temsil ederler. İş yerinde bir memurun ağırbaşlılığı, akıllıca bir vakar sayılır, fakat aynı tavrı ailesi içinde gösterirse ahmakçasına bir kibir-gurur sayılır. Masası başında bir yetkilinin gösterdiği vakar ve o vakardan kaynaklanan güven duygusu övgüye değer iken, aynı tavrı evinde sergilediğinde şımarık bir pozisyona girer. Keza, bir yetkilinin çoluk çocuğu arasında gösterdiği tevazu takdire şayan bir erdemlik olduğu halde, aynı tavrını makamında göstermesi, tevazudan çok bir zillet ve pintilik ifadesi olur.

Bunun gibi tevazu ile zillet / alçaklık da zahiren birbirine benzer, fakat gerçekte çok farklıdırlar. Bunlar da yerine göre farklı olarak değerlendirilir. Örneğin, masası başında olan bir amirin, bir memurun gelen herkesin önünde kalkması, tevazu değil zillettir. Aynı tavrı evinde göstermesi tevazudur. Bunları fark etmek, farklı görmek önemli bir husustur.

Diğer önemli bir sorun, tahdis-i nimet ile kibir unsuru arasında söz konusudur. Tahdis-i nimet / Allah’ın nimetini seslendirmek, Allah’ın bir emridir. (Duha, 93/11). Kibirlenmemek de Allah’ın emridir; kibirlenenler kötülenmiştir.(Mümin, 40/56).

Öyleyse, hem Allah’ın nimetini üzerinde göstermek, onu seslendirmek, hem de kibirlenmemek için şu yolu takip etmelidir. Kendisinde bulunan güzellikleri -bir şükran vesilesi olarak- itiraf etmek, fakat onun Allah’ın vergisi olduğuna iman etmektir.

Yapılan bir işe, söylenen bir söze, gösterilen bir davranışa eksi veya artı bir değer katan, kişinin içindeki niyetidir. “Müminin niyeti amelinden / yaptığı işten daha hayırlıdır.” (Mecmau’z-Zevaid, 1/61) manasına gelen hadiste vurgulanan husus, gerçekten dikkate değerdir.

Hz. Peygamber (a.s.m)’in vakar ve tevazuunu gösteren bir iki misali aşağıda sunmuş bulunuyoruz:

Efendimizin heybetinden titremeye başlayan bir adama: 'Kendine gel! Ben bir hükümdar değilim, bilakis, Kureyş kabilesinden kurutulmuş et / kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum.” diye buyurdu. (Hakim, Müstedrek, h.no: 4366; İhya, 2/382).

Bu olayda hem vakar hem de tevazu vardır. Adamın titremesi Hz. Peygamber (a.s.m)’in mehabetinden, vakar, ağırbaşlılık ve ciddiyetinden kaynaklanıyordu. “Kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum.” demesi ise onun eşsiz tevazuunun belgesidir.

Hz. Ömer (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:

“Sakın beni -Hristiyanların İsa’yı aşırı övdükleri gibi- aşırı övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Onun için bana ‘Allah’ın kulu ve Resulü’ deyin.” (Tirmizi, Şemail, 293)

Hz. Enes anlatıyor:

Bir kadın “Ey Allah’ın Resulü! Bir ihtiyacım var, seninle görüşmem gerekir.” dedi. Efendimiz: “Medine’nin hangi yolunda / hangi semtinde, neresinde görüşmek istiyorsan oraya geleyim.” buyurdu.(Tirmizi, Şemail, 294)

10 Müslümanın, diğer Müslümanlar üzerindeki hakları nelerdir?

Kuşkusuz mümin gönülleri en sağlam ve köklü bir biçimde bağlayan bağ, iman ve takva esasından kaynaklanan kardeşlik bağıdır. Bu, Cenab-ı Allah'ın müminlere bahşettiği en güzel nimetlerden biridir. Âyet-i kerimede bu durum şöyle ifade edilmektedir:

"Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz onun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar." (Al-i İmrân, 3/103).

İslam'da kardeşlik, inanç temeline oturtulduğu içindir ki, müminlerin arasını bozacak her türlü sunî ayrımlar ve böbürlenmeler haram kabul edilmiştir. Irk, soy, cins türünden cahilî değerler yerine takva kriteri getirilmek suretiyle toplumsal kardeşliğin ve ahengin bozulmaması sağlanmıştır. Bu konudaki âyeti kerime her türlü tartışmayı sona erdirici niteliktedir:

"... Hiç kuşkusuz, Allah katında en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır..." (Hucurat, 49/13).

Mümin erkekler ile mümin kadınların, inanç ve takva temelinde birbirleriyle yardımlaşmaları kardeşliğin bir gereği olarak zikredilmektedir. Bu yardımlaşma, bireysel ve toplumsal hayatta iman ve takva ilkesinin egemen olmasını sağlamak için gerekli görülmektedir. Nitekim bu amaçla biraraya gelen kimselere Allah'ın rahmet edeceği belirtilmektedir:

"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır..." (Tevbe, 9/71).

Peygamberimiz (s.a.s) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:

"Hiçbiriniz kendi nefsiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için etmedikçe iman etmiş olmaz." (Buhârî, imân, 7).

Hz. Ali (r.a) şöyle demektedir:

"Senin hakiki kardeşin seninle beraber olan, sana menfaat versin diye, kendi nefsine zarar vermeye razı olan, zamanın felaketleri kapını çaldığı vakit, senin dağınık durumunu derlemek için o, derli toplu öz durumunu dağıtandır."

Müminler kardeşlikte ve dostlukta tıpkı aksamı birbirine geçmiş mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine bağlı bir vücud gibidirler. Bir vücudun herhangi bir azası rahatsız olduğunda nasıl ki bütün bir vücut aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir tek müminin -dünyanın ta öbür ucunda bile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ızdırabı diğer mümin kardeşleri derinden hisseder. Müminlerin bu denli birbirlerine bağlı olduklarını Peygamber (s.a.s) şöyle ifade etmektedir. "Müminin mümine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir bina gibidir." Hadisi rivâyet eden Ebû Musa El-Eş'arî'nin bunu tarif için parmaklarını birbirine geçirdiği zikredilmektedir:

"Müminleri kendi aralarındaki merhametleşmelerinde, sevişmelerinde, yardımlaşmalarında bir vücut gibi görürsün. Ki vücudun bir organı ağrırsa, vücudunun kalan kısmı uykusuzluk ve humma ile o organ için birbirini çağırır." (bk. Buhârî, salat, 88, Mezalim, 5; Müslim, birr, 65; Tirmizî, birr, 18; Nesâî, zekat, 67)

Bir müminin, diğer bir mümin kardeşine her halükarda yardımcı olması gerekmektedir. Peygamberimiz bir hadisinde, "zalim de olsa, mazlum da olsa mümin kardeşine yardım et!" diye buyurmaktadır. Zulüm konusunda nasıl yardım edileceğini ise şu çarpıcı sözlerle dile getirmektedir: "Onu zulümden el çektirirsin. Ona yapacağın yardım işte budur." (Buhârî, Mezalim, 4; Müslim, birr, 62)

Hz. Ali (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Müslümanın Müslüman üzerindeki altı hakkı vardır:
- Karşılaştığında selam verir,
- Davetine icabet eder,
- Aksırdığı zaman elhamdülillah derse yerhamükallah der,
- Hastalandığında ziyaretini yapar,
- Öldüğünde cenazesinin ardından yürür,
- Kendisi için sevdiğini o kardeşi için de sever.”
(Dârimî, İstizan: 5; İbn Mâce, Cenaiz: 43)

Not: Konuyla ilgili geniş bilgi için aşağıdaki açıklamaları da okumanızı tavsiye ederiz:

Konuyla İlgili Bazı Ayetler ve Açıklamaları

1. “Kim Allah’ın hürmet edilmesini emrettiği şeylere saygıda bulunursa bu, kendisi için Rabbi nezdinde mutlaka hayırlıdır.” (Hac, 22/30)

Allah’ın hürmet edilmesini emrettiği şeyler, O’nun Kur’an’da bildirdiği ahkâmı, emirleri ve  yasaklarıdır. Özellikle bu âyetle kastedilen ise, hac esnasında riâyet edilmesi gereken esaslardır. Bunların her biri farz, vâcip ve sünnet cinsinden olabilir. Bu esasları bilip öğrenerek gereğini yerine getirenler ve bu davranışlarını Allah’a saygı olarak yapanlar, âhiret hayatında bunun karşılığını görürler. Bu karşılık ise hayırdan ibarettir.

2. “Kim Allah’ın işaretlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu kalblerin takvâsındandır.” (Hac, 22/32)

Allah’ın işaretlerinden maksat, dininin alâmetleri, özellikle bu âyette haccın farzları, hacda kesilen kurbanlar, hac farizasında hürmet gösterilmesi gereken mekânlardır. Bunlar Allah’ın işaretleri ve saygı gösterilmesini istediği esaslardır. Bu saygı ise, kalblerin takvâsı sebebiyledir. Çünkü takvâ, Allah’a karşı saygı ve hürmet, öncelikle kalble ilgili bir iş olup, tezâhürleri yaşayışımıza akseden uygulamalardır. Her türlü iyiliğin ve kötülüğün kaynağı öncelikle kalbdir.

3. “Müminlere şefkat ve tevazu kanadını indir.” (Hicr, 15/88)

Âyet-i kerîmenin baş tarafının anlamı şöyledir: “Sakın onlardan bazı şahıslara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dolayı üzülme.” Dünya malı, bazı insanlar için bir övünme ve gurur vesilesidir. Oysa bu son derece yanlış bir yöneliştir. Çünkü dünya malı geçici olup, insana bir şeref ve üstünlük kazandırmaz. Mü’minlere karşı şefkatli ve merhametli olmak, mütevazi davranmak, Allah’ın Peygamber Efendimiz (sav)’e talimatıdır. Mü’minlerin de kendi aralarında birbirlerine karşı aynı şekilde şefkatli, merhametli ve tevazu sahibi olmaları istenilmiştir. Kur’an ve Sünnet inananları sürekli olarak buna teşvik eder.

4. “Kim bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir canı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur.” (Mâide, 5/32)

Haksız yere bir insanı öldüren kimse, bir insanın en kutsal hakkı olan hayat hakkını tanımamış, kan dökmenin haramlığını, kişilerin can dokunulmazlığını gözetmemiş olur. Böylece haksız yere kan dökülmesine yol açmış, kötü bir çığır açmış ve yeni kanlar dökülmesine zemin hazırlamış, başkalarına bu yönde cesaret vermiş sayılır. Bundan dolayı, bir kimseyi haksız yere öldüren Allah’ın gazabına ve en büyük cezaya hak kazanır; kendisine hayat hakkı tanınmaz ve öldürülmesi vâcip olur. Böyle hareket edilmediği takdirde, toplumda kan davaları yaygınlaşır, herkes kendi hakkını alma peşinde koşar. Bunun neticesinde cemiyetler büyük bir fitneye sürüklenir, öldürmeler ve intikam alma yolları yaygınlaşmış olur. Böyle bir yolun açılması, toplumları ardı arkası kesilmeyen karışıklıklara, anarşiye sürükler.

Kim bir insanı yaşatır, affetmek veya öldürülmesine mani olmak, ya da onu ölümden kurtarmak suretiyle hayatını devam ettirmesine sebeb olursa, sanki bütün insanları yaşatmış gibi olur. Bunun içindir ki, İslâm dini insan hayatına çok büyük bir değer verir ve bu yönde bütün çarelere başvurur.

Konuyla İlgili Bazı Hadisler ve Kısa Açıklamaları

1. “Mü’minin mümine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binalar gibidir.” Hz. Peygamber bunu açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetledi. (Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr  65)

Pek çok hadiste şahit olduğumuz gibi, Hz. Peygamber, bazı konuları anlatırken teşbihler, benzetmeler yapardı. Bu hadiste de mü’minlerin birbirlerine yardımcı olmalarını, aralarında yardımlaşmalarını, bir binanın unsurlarının birbirini sımsıkı tutması, kenetlenmesi haline benzetmiştir. Böyle bir bina sağlam ve dayanıklı olur. Aksi takdirde ayakta duramaz, yıkılır. Şayet Müslümanlar birbirlerine yardımcı olmaz, birlik ve beraberlik içinde bulunmaz, birbirlerine sımsıkı kenetlenmezlerse, güçlerini ve kuvvetlerini kaybeder, ayakta duramaz, yıkılırlar. Nitekim, İslâm tarihi, bunun hem müsbet hem de menfi tecrübeleriyle doludur.

Mü’minler arasındaki yardımlaşma kavramını, sadece maddi cihetiyle ele almak doğru olmaz. Maddi cihet, yardımlaşmanın unsurlarından sadece biridir. Manevi yöndeki kardeşlik, dostluk ve samimiyet, birbirini sevmek, saymak, hak ve hukuka saygı, neticede maddi yardımlaşmayı da doğuran temel unsurlardır. İslâm dini’nin emir ve yasakları, ibâdetler, farzlar, birtakım  yasaklar ve haramlar bu kardeşliği ve yardımlaşmayı sağlayan esaslardır.

Müslümanlar, niteliklerinden bahsettiğimiz yapıyı gerçekleştirmek için, gerekli olan her çareye baş vurmalı, yaşadıkları zamanın ve mekânın gerektirdiği teşkilâtları kurmalı, sağlam bir bina gibi olmalıdırlar. Aksi takdirde tek başına İslâm’ı yaşayamaz ve ayakta kalamazlar.

2. “Yanında ok varken mescidlerimize veya çarşı-pazarımıza uğrayan kimse, Müslümanlardan herhangi birine onlardan bir zarar gelmemesi için, okunun ucunun demirlerini eliyle tutsun.” (Buhârî, Salât 66, Fiten 7; Müslim, Birr 120-124)

Çeşitli ifadelerle aynı mahiyette zikredilen bu hadis, insanların toplu olarak bulunduğu mescid, çarşı-pazar ve yol-sokak gibi yerlerde riâyet edilmesi gereken ahlâk ve edep kâidelerinden birini öğretmektedir. Buna göre, Müslüman, kimseye zarar vermemenin, başkalarından da zarar görmemenin tedbirini almalı ve toplumun huzurunu bozucu davranışlardan sakınmalıdır. Bu şekildeki bir davranış, Müslümanların haklarına saygı göstermenin, fitne ve fesada vesile olmamanın gereğidir.

Ok, o günün önemli silahlarından biri idi. Bugünkü tabancanın veya av tüfeklerinin yerini tutuyordu. Günümüzde bu silahları bazı özel mahallerde taşımanın, üzerinde bulundurmanın yasaklığının sebebi de belirtilen veya benzeri olan mahzurlarından dolayıdır.

3. “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)

Bu hadîs-i şeriften, mü’minlerin, sevgi, merhamet ve yekdiğerini esirgeyip koruma gibi son derece üstün nitelikli işlerde birbirlerine yâr ve yardımcı olmaları gerektiğini öğreniyoruz. Buna göre, mü’minler birbirlerini sevmeli, birbirlerine merhamet etmeli, acımalı ve birbirlerine şefkat edip yardımcı olmalıdırlar. Çünkü hem Müslümanların salâhı hem ümmetin felâhı, gönüllerini ve kafalarını bu engin fazilet hisleriyle doldurduğu ve hayatlarına bu duyguların yön verdiği kadrolarla sağlanabilir. Bu güzel duyguların karşıtı olan sevgisizlik, merhametsizlik, şefkatsizlik ve ilgisizlik hastalıklarından kurtulmak gerekir. Mü’minler, sadece kendi iç bünyelerinde değil, başka din mensupları veya herhangi bir dine mensup olmayanlara karşı da tam bir insânî yaklaşım sergilemekle emrolunmuşlardır.

Efendimiz (sav)’in üstün nitelikli teşbihleriyle belirttikleri gibi, uykusuzluğun sebebi, vücudun bir uzvunda hissedilen acılardır. Hummâ yani ateşli hastalıklar ise uykusuzluk sebebiyle daha da artar. Sevgisizlik, merhamet yoksulluğu ve şefkatsizlik, acı veren ve insanı ateşler içinde yakıp kavuran bir hastalık gibidir. Hummâ tabiri dilimizde, sıtma kelimesiyle ifade edilir; aynı zamanda bütün ateşli hastalıkların da genel adıdır. Sıtma, diğer ateşli hastalıklar arasında en ağır olanı ve bütün vücudu sarsan bir hastalıktır. Bu sebeple Peygamberimiz (sav)’in teşbihi çok dikkat çekicidir. Birimizin parmak ucundaki küçücük bir sivilce nasıl bütün vücudumuzun ıstırap içinde kalmasına ve acı duymasına sebep oluyorsa, yeryüzünün herhangi bir yerindeki mü’minin acı ve ıstırabı bizi ilgilendirir ve rahatsız eder.

4. “İnsanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.” (Buhârî, Edeb 18, Tevhîd 2; Müslim, Fezâil 66)

Bu hadis, bütün insan cinsini içine alır. Yani, mü’min olsun, kâfir olsun bütün insanlara karşı adil olmak ve merhamet hissi içinde davranmak, dinimizin temel prensipleri arasında yer alır. Çünkü insan, Allah Teâlâ’nın en mükemmel ve en üstün yarattığı varlıktır. Allah’a iman etmekle yücelir, küfürde kalmakla kıymetini kaybeder. Ama yine de insanca muamele görmesi gerekir. İşte bu insanca muamele, Müslümanda var olan merhamet ve şefkat duygusuyla sağlanır. Müslüman, hiç kimseye karşı kin, nefret ve düşmanlık duygularıyla dolu olmaz. Herkese karşı adâletle muamele eder ve haksızlıktan uzak durur. Onu bu davranışa sevkeden imanı ve bu imanın kendisine kazandırdığı değerlerdir. İslâm’ın evrensel mesajını, insanlığa ulaştırırken en başta gelen vasfımız bu üstün değerlere sahip oluşumuzdur. Rahmet veya merhamet kelimesinin ifade ettiği mâna, bütün canlıları kapsayıcı bir niteliğe sahiptir. Bunun gereğini yerine getirmeyerek, insanlara merhametli davranmayanlara, Allah da kıyamet gününde, merhamete en çok ihtiyaç duyulan günde merhamet etmeyecektir. O halde, bu hadis bizi âlemşümul bir merhamete teşvik etmektedir.

5. “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58)

Kur’ân-ı Kerîm: “Şüphesiz mü’minler birbiri ile kardeştirler.” (Hucurât, 49/10) buyurur. Müslümanların kardeşliği din itibariyledir. Din kardeşliği, kan kardeşliğinden daha önceliklidir.

Müslümanın, Müslüman kardeşine zulmetmemesi bir temenni değil bir emirdir. Çünkü zulüm haramdır. Her haksızlık bir çeşit zulümdür. İslâm devletinin teminatı altında yaşayan zimmîler ve çeşitli din mensupları da aynı hükme tabidir. Esasen İslâm dini, her çeşit zulüm ve haksızlığın, herhangi bir insana yapılmasını caiz görmez. Ancak kendilerine ve başkalarına zulmedenlere karşı alınan tedbirler ve verilen ceza, zulüm ya da haksızlık olarak nitelendirilemez. Şirk ve küfür bir zulümdür. İslâm, insanların şirkte ve küfürde kalmalarına, şirki ve küfrü meşru göstermelerine ya da yaymalarına müsamaha ve müsaade etmez. Böyle davrananlara karşı, Allah’ın emrettiği ve prensiplerini vaz ettiği ölçüler içinde hareket eder. Bunu yaparken adâlet kâideleri dışına çıkmaz.

Burada, özellikle anılan Müslümana zulmetmeme ise, onunla olan din kardeşliği hukukuna en iyi şekilde uyma ve hem kanûnî, hem de ahlâkî görevlerini eksiksiz yerine getirme, herhangi bir şekilde haksızlık yapmama emrinden ibarettir.

Müslüman, din kardeşini düşmana teslim etmez, onu terketmez, tehlikeye atmaz. Hadis şârihi İbni Battal, mazluma yardım etmenin her Müslümanın üzerine farz-ı kifâye olduğunu, devlet başkanına ise bunun farz-ı ayn olduğunu söyler. Müslüman, güven veren ve kendisine güven duyulan kimsedir. Şahsî menfaati veya nefsânî istek ve arzuları için din kardeşini feda etmesi, onun  aleyhine olacak davranışlar içine girmesi câiz olmaz. Çünkü:

“Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların zarar görmediği kimsedir.”  (Buhârî, İman 4, 5).

“Kendi nefsi için arzu ettiği bir şeyi, din kardeşi için de arzu etmeyen kimse gerçek mü’min olamaz.” (Buhârî, İman 7).

Müslümanlar, birbirlerinin ihtiyaçlarını gidermede de kardeşliklerinin gereğini yerine getirirler. Çünkü insanlar birbirine muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçlar, mutlaka maddi alanda olmayabilir. Manevi yardımlaşma da en az maddi olan kadar kıymeti hâizdir.

Bir Müslümanın ihtiyacını gideren kimsenin ihtiyaçlarını da Allah’ın gidereceğinin va’d  edilmesi, bu davranışın ne kadar faziletli bir iş olduğunu anlamamıza yeterli delil teşkil eder. Peygamber Efendimiz (sav), “Kul, kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da kuluna yardım eder.” (Müslim, Zikr 37-38) buyururlar.

İnsan, hayatında küçük veya büyük çeşitli sıkıntılarla karşılaşabilir. İnsanı üzen, hüzünlendiren her şey bir sıkıntıdır. Sıkıntıları gidermede de Müslümanlar birbirlerinin yardımcılarıdırlar. Tıpkı ihtiyaçları gidermede olduğu gibi, bu konuda da Allah’ın mükâfatına nâil olurlar. Bu mükâfat, Allah’dan başka hiçbir dost ve yardımcının olmayacağı kıyamet gününde O’nun yardımını hak etmiş olmaktır. İnanan insan için bundan büyük bir saâdet düşünülemez. Çünkü o günde herkesin Allah’ın sonsuz merhametine ihtiyacı olacaktır. Dünyada hayırlı ameller işleyenler, karşılığını kıyamet gününde mutlaka göreceklerdir.

Bir Müslümanın ayıbını ve kusurunu örtmek, ihtiyaç içinde ise bedenini örtmek, yani onu giydirmek, Allah katında büyük sevaplardandır. Müslümanın bir suçunu veya hatasını örtbas etmek, ona usulüne uygun tarzda, mümkün olduğunca gizlice nasihatta bulunmaya, kendisini ikaz etmeye mani değildir. Zaten bu hüküm açıktan ve herkesin arasında suç işlemeyenlerle alâkalıdır. Günahı ve suçu alenî yapanlar, fâsık ve fâcirler bu hükmün dışında kalır. Çünkü böylelerin suçunu ve günahını söylemek, haram olan gıybet cinsinden sayılmaz. İmam Nevevî, kusurlarının örtbas edilmesi gerekenlerin, kötülükleriyle meşhur olmayan iyi hal sahipleri olduğunu söyler. Fâsık ve fâcir olanların ise, kötülüklerinden korkulmazsa, ulu’l-emre, İslâm devletinin yöneticilerine şikayet edilmesinin müstehap olduğunu söyler. Böylelerinin suçunu örtbas etmek, onları daha çok cesaretlendirir ve kötülüklerini artırmaya sebep olur. Bu hükümler, olup bitmiş bir suçla ilgilidir. İşlenmekte olan bir suçu gören kimsenin, eğer gücü yetiyorsa ona engel olması vâciptir.

6. “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona hiyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her Müslümanın, diğer Müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” (Tirmizî, Birr 18)

Bu hadis, muhteva olarak, bir önceki hadisin benzeridir. Ancak burada, önceki hadiste anılan kardeş olmanın gerektirdiği niteliklere bazı ilâveler vardır.

Hâinlik, eminliğin zıddıdır. Hıyanet, emanete aykırı olan her türlü haksızlığın ve güven hissi  vermemenin adıdır. Oysa müslüman, emanete hıyanet etmeyen kimsedir. Çünkü emanete hıyanet, münafıklık alâmetlerindendir. Müslüman, münafığa ait bir vasfı üzerinde taşımamalı ve bu sebeple saygınlığını yitirmemelidir.

Yalan, İslâm dininin kesinlikle yasakladığı kötü hasletlerden biridir. Dinimiz, doğruluğa büyük bir önem verir ve doğruları yüceltir. Yalan ve yalancılık, inanmayanların ve münafıkların vasfıdır.

Müslümanın Müslümanı terketmesi, ondan ayrılması ve din kardeşine yardımcı olmaması, şiddetle haram kılınmıştır. Bir Müslüman, mazluma yardımı, zâlimin zulmüne engel olmayı terkedemez. Çünkü bu davranışlar, her Müslüman için gücünün yettiği kadarıyla yerine getirilmesi gereken bir vecibedir. Allah Teâlâ,

 “İyilik ve takvâda yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.” (Mâide, 5/2)

buyurur. Günah ve düşmanlık birer zulümdür. Kişi günah işlemekle kendine zulmetmiş olur, düşmanlık ise dostluğu ortadan kaldırır.

İslâm, insanların can ve mal güvenliğini, ırz ve namusunun korunmasını garanti altına alır. Bu garantiler öncelikle Müslümanların kendi aralarında sağlanır. Fakat netice itibariyle bütün insanlar için bu hakların kudsiyeti kabul edilir. İslâm, bunlara ilâveten insanların inanç hürriyetini ve akıllarını korumayı da esas alır. Bu sebeple, canı, malı, ırzı ve namusu, dini ve aklı korumak ve bunlar uğrunda savaşmak gerekebilir. Bunlar uğrunda ölenler de şehit sayılır. Çünkü bunların her biri fertler için vazgeçilmez temel haklardır.

Hadiste ırz, mal ve candan bahsedilmesinin sebebi, bu üçünün esas olması, diğerlerinin bunlardan sonra gelmesidir. Çünkü ırz, mal ve cana tecavüzün haramlığı Kitap, Sünnet  ve icmâ ile sabittir.

Başkalarını hakir görmek, küçümsemek, Müslümana yakışmayan kötü huylardan biridir. Bunun sebebi ise kibirdir. Kibir, dinimizde büyük günahlardan sayılır. Peygamber Efendimiz (sav) “Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez.” (Müslim, İman 149) buyurur. Çünkü “Kibir, hakkı inkâr ve insanların onurunu kırmaktır” (Müslim, İman 147).

İnsanları küçük gören ve onurlarını kıran bir kimsenin onlara ulaştırabileceği bir tebliğ ve çağrı yoktur. Çünkü başkasını küçümseyen kimse kendi saygınlığını yitirir. Saygınlığı olmayanlar ise tebliğ ve çağrı insanı olamaz. Başkalarına değer vermeyene, değer verilmez. Dini tebliğ vazifesi yapanların üstün insânî niteliklere sahip olmaları gerekir. Tebliğci niteliği olmayan, insanlarla ilişkileri düzensiz kimselerin çoğaldığı bir toplumda kardeşlik ve dostluklar azalır, yardımlaşma duygusu zayıflar, mukaddes sayılan mefhumlar ortadan kalkmaya başlar ve takvâ sahiplerine rastlamak neredeyse mümkün olmaz.

7. “Birbirinizle hasetleşmeyiniz. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak için artırmayınız. Birbirinize kin ve nefret beslemeyiniz. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyiniz. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Ey Allah’ın kulları, böylelikle kardeş olunuz. Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. -Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her Müslümanın kanı, malı ve ırzı, başka Müslümana haramdır.” (Müslim, Birr 32; bk. Buhârî, Edeb 57; Ebû Dâvûd, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24)

Peygamber, iyi Müslüman olmayı, din kardeşliğini ve dostluğu engelleyen davranışlardan, kötü hasletlerden bazısını bu hadislerinde açıklamıştır. Bundan önceki  hadislerde de bunlardan bir kısmını görmüştük.

Haset, başkasının sahip olduğu bir nimeti, mevki ve makamı, üstün sayılan bir vasfı çekemeyerek, onun din kardeşinden alınmasını ve yok olmasını istemektir. Biz, haseti dilimizde kıskanmak ve çekememek diye ifade ederiz. Haset, İslâm ahlâk ve âdâbında kötü ve çirkin huyların başında gelir. Hasetin zıddı ve övgüye lâyık olan davranış ise gıbta, imrenmedir. Gıbta, kişinin, bir başkasının sahip olduğu iyilik ve güzelliklere, nimet ve faziletlere kendisinin de sahip olmasını arzu etmesidir. Fakat bunda başkasında bulunanın yok olmasını veya bulunmamasını istemek söz konusu değildir.

Hasedin haram kılınması ve kötü karşılanmasının sebebi, hasetçinin itirazının ve muhalefetinin gerçekte Allah’a karşı olmasındandır. Çünkü insana her türlü nimeti, mevki ve makamı, üstünlüğü ve hayrı veren Allah’tır. O halde bir kimsenin sahip olduğu nimetlere karşı haset etmek, kıskançlık beslemek, Allah’ın iradesine müdahale anlamına gelir. Bunun zararı da hasetçiden başkasına değildir. Peygamber Efendimiz (sav), imanla hasetin kulun kalbinde bir arada bulunamayacağını söylemiştir (bk. Nesâi, Cihad 8). Buna göre haset, gerçek müminlerin vasfı olamaz. Kalb böyle bir manevi hastalıkla, kirlilikle malül olunca başka iyiliklerin ve hayırlı amellerin de kıymeti ve sevabı noksanlaşır veya yok olur. Nitekim Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz, ateşin odunu yakıp bitirmesi gibi haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 44; İbni Mâce, Zühd 22).

Alışveriş ve ticârî hayat, her birimizin az veya çok içinde bulunmak zorunda olduğumuz bir muameledir. Çünkü insan tek başına bütün ihtiyaçlarını kendisi üretemez. Bir insanın ihtiyaç duyduğu eşya pek çok kişi tarafından üretilip satışa arzedilir. Bunun neticesinde çarşı ve pazarlar oluşmuştur. İslâm dini, her konuda olduğu gibi, alış-veriş ve ticaret konusunda da insanların hayrına olan düzenlemeler yapmıştır. Peygamber Efendimiz (sav), müşteri kızıştırmayı, alınmayacak bir malın fiyatını artırıp piyasayı yükseltmeyi ve insanlara böylece zarar verilmesini yasaklamıştır. Müşteri kızıştırma o malı alacağı veya ihtiyacı olduğu için değil, satıcı lehinde ve alıcı aleyhinde olmak üzere, bir malın fiyatını artırma girişimidir. Bu ise bir hilekârlık ve aldatmacadır. Ticarette hile yapmak ve aldatmak ise haram kılınmıştır. Peygamberimiz hile yapanın cehennemde olduğunu söyler (Buhârî, Büyu’ 60). Bir başka hadislerinde “Aldatan bizden değildir.” buyurur (Müslim, Îmân 164; Ebû Dâvûd, Büyû’ 50; Tirmizî, Büyû’ 72). Bunlar, ticarette uyulması gerekli temel ahlâk kurallarıdır.

Buğz kelimesi, sevmeme, biri hakkında gizli ve kalbî düşmanlık hissi besleme, kin ve nefret duyma anlamlarına gelir. Müslümanlar arasında kardeşlik ve dostluğa engel olan, bulunması arzu edilmeyen kötü hasletlerden biri de buğzdur. Fertleri birbirine karşı sevgisiz, düşmanlık hissi besleyen, kin ve nefret duygularıyla dolu olan bir toplum, iş düzenini kaybedeceği gibi, dışa karşı da güven veremez ve örnek bir tavır sergileyemez. Oysa İslâm dini, sağlam karakterli ve üstün ahlâk sahibi fertlerden oluşan örnek bir toplum meydana getirmeyi hedefler. Sevgisizlik, kin ve nefret, hem kişilik sahibi fertlerin yetişmesini, hem de hedeflenen topluma ulaşmayı engelleyen sebeplerin önde gelenlerindendir. Bundan dolayı Allah ve  Resûlü tarafından kötü görülmüş, kınanmış ve yasaklanmıştır.

Buğz, şayet Allah rızası için olursa bunda bir sakınca yoktur ve câizdir. Peygamberimiz (sav), Allah için seven ve Allah için buğz edenin imanını kemâle ulaştırmış olacağını söyler (bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 15; Tirmizî, Kıyâmet 60). Allah’ın hoşnut olmadığı, haram ve günah sayılan işlere ve bunları yapanlara karşı sevgisiz davranmak ve bunlardan tiksinmek de Allah sevgisinin gereğidir. Şu halde, insana ihsân edilmiş olan her hissi, her duyguyu iyi ya da kötü yönde kullanma iradesi insanın kendisine bırakılmıştır. Sorumlu kılınışımızın sebebi de budur. İslâm, insanda mevcut olan his ve duyguları dumura uğratmayı değil, geliştirmeyi ve yerli yerinde kullanmayı bize öğretir ve müntesiplerini bu yönde eğitir.

Peygamber Efendimiz (sav)’in bizleri sakındırdığı ve uzak durmamızı emrettiği kötü huylardan biri de, inananların birbirinden yüz çevirmesi, birbirleriyle alâkayı kesmeleridir. Dinimiz, gerek konuşma, gerekse yardımlaşma ve ilgilenme açısından, mü’minlerin birbirlerinden kopmalarını, ayrılmalarını ve birbirlerine uzak durmalarını yasaklamıştır. Bunun aksine, her karşılaşıldığında  selâmlaşmayı, çeşitli vesilelerle sık sık görüşmeyi, cemaate devam etmeyi, birbirlerinin halleriyle hallenmeyi de en üstün ve kıymetli davranışlar olarak daima tavsiye etmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) dinen geçerli sayılan bir gerekçe bulunmaksızın, üç günden fazla dargın ve küskün durmayı helal saymamıştır. Bütün bunların ortaya koyduğu gerçek, gelişigüzel sebeplerle ve geçerliliği savunulamayacak bahanelerle mü’minlerin birbirinden uzak durmalarının câiz olmadığıdır.

Bir kimsenin satışı üzerine, bir başkasının satış yapması helâl olmaz. Müşteri, bir satıcıdan herhangi bir malı satın aldıktan sonra, başka bir satıcının o müşteriye: “Sen bu alış verişten vazgeç, ben sana aynı malı daha ucuz fiyata veririm” veya “ben sana bu maldan daha iyisini aynı fiyata veririm” gibi sözler söylemesi ve alış-verişi bozdurması câiz değildir. Çünkü böyle davranışlar, insanlar arasında anlaşmazlıkların, dedikoduların çıkmasına, dargınlık ve kırgınlıkların doğmasına, kin ve nefret duygularının oluşmasına sebep olur.

8. “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi, din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân 7; Müslim, Îmân 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, Îmân 19, 33)

İman, sevginin, Allah sevgisinin ürünüdür. İnanmak, kendisine inanılanı sevmek demektir. Bir mü’min için en üstün sevgiye lâyık olan, en yüce olandır. En yüce olan ise, bir olan Allah Teâlâ’dır. Mü’minlerin diğer bütün sevgileri, Allah sevgisine bağlıdır. Birini seven kimse sevdiğinin arzu ve isteklerini eksiksiz yerine getirir. Böyle olmazsa, sevgisi samimi ve inandırıcı olmaz. Allah’ı seven kimse, Allah’ın emir ve yasaklarına eksiksiz uyar.

Bu hadis, gerçek bir mü’minin bencillikten, dünyalık toplama hırsından ve sadece kendini düşünmekten ne denli uzak, buna karşılık din kardeşleri başta olmak üzere, başka insanlara karşı ne ölçüde diğergam, fedâkâr, yardımsever, şefkat  ve merhamet hisleriyle dolu olması gerektiğini ortaya koyucu niteliktedir. Bir insanın kendi öz nefsi için sevdiği ve istediği bir şeyi mü’min kardeşleri için de istemesi, bir sevgi toplumu oluşturmanın temel şartıdır. Bunun bir diğer şartı da müminlerin birbirlerini sevmeleridir.Nitekim Peygamberimiz  (sav) “Birbirinizi sevmedikçe gerçek mânada iman etmiş sayılmazsınız.” (Müslim, İman 93) buyurarak bu gerçeği perçinlemiştir.

9. “Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâmı almak, hastayı ziyaret etmek,  cenazeye iştirak etmek, dâvete icabet etmek, aksırana “yerhamukellah” demek.” (Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4; İbn Mâce, Cenâiz 1)

Bir başka rivayet şöyledir:

“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı altıdır: Karşılaştığın zaman selâm ver, seni dâvet ederse git, senden nasihat isterse nasihat et, aksırınca Allah’a hamdederse yerhamukellah de, hastalandığında onu ziyaret et, öldüğü zaman cenazesinin ardından git.” (Müslim, Selâm 5)

Müslümanların birbirlerine karşı yerine getirmeleri gereken bir takım hak ve vazifeleri vardır. Bu hak ve vazifeler, maddi ve mânevî alanda olabilir. Ahiret inancına ve işlediği her işin Allah tarafından bilindiği, karşılığının da hesap gününde verileceği itikadına sahip olan bir kimse, nerede olursa olsun kötülük yapmaz, suç işlemez. Böylece İslâm dini, müntesiplerine, dünya hayatında yaptıkları iyi veya kötü her işin karşılığını âhirette görecekleri inancını güçlü bir müeyyide olarak öğretir ve bunu kabul etmeyenin mü’min olamayacağını bildirir.

Burada konu edilen haklar, öncelikle toplumun mânevi dinamikleriyle ilgilidir. Çünkü bunların hiçbirinin, yapılmaması halinde dünyalık bir cezası, bir müeyyidesi yoktur. Fakat İslâm toplumunun maddi dinamikleri de manevi hassasiyetleri üzerine oturur. Burada sayılanların herbiri, iyi insan, iyi müslüman olmanın, beşerî münasebetleri en üst seviyede tutmanın, kardeşliğin, dostluğun, yardımlaşmanın, sevinci ve kederi paylaşmanın, şefkat ve merhamet toplumu olmanın temel unsurlarıdır.

Selâm, müslümanlar için âdeta bir paroladır. Karşılaştıkları zaman aralarındaki ilk söz selâmdır. “Önce selâm, sonra kelâm.” atasözümüz bu prensibi ifade eder. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. Allah Teâlâ “Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selâm verin veya ayniyle mukabele edin.” (Nisâ, 4/86) buyurur.

Selâmın en azı, “esselamü aleyküm” demektir. Bundan daha üstünü ise “esselâmü aleyküm ve rahmetullah” dır. Daha da uzatılıp “ve berakâtüh” ilave edilebilir. Fakat “selâmün aleyküm” demek bile kâfidir.

Kendisine selâm verilen kimse “ve aleykümüsselâm” diyerek karşılık verir. Selâm almanın en kısası budur. Verirken olduğu gibi alırken de daha artırılabilir. Bu takdirde “ve aleykümüsselam ve rahmetullah ve berakâtüh” denilir. Fakat sadece “aleykümselâm” demekle de selâma karşılık verilmiş olur. Kendisine selâm verilen tek kişi ise, selâmı alması farz-ı ayndır. Topluluğa selâm verildiğinde, içlerinden birinin veya bir kısmının selâmı alması ise farz-ı kifâyedir. Böylece diğerlerinin üzerinden farz sâkıt olur.

Selâm, müminlerin birbirine duası ve iyilik temennisidir. “Allah’ın koruması altında olasınız.” veya “Selâmet, esenlik sizin üzerinize olsun ve sizden ayrılmasın.” anlamlarına gelir.

Hastalık ve sağlık biz insanlar içindir. İnsanın her anı aynı değildir. Dinimiz sağlığa büyük önem verir. Fakat her şeye rağmen insan her zaman aynı sıhhat üzere olmaz, hastalanabilir. Peygamberler bile çeşitli hastalıklara düçâr olmuşlardır. Bu sebeple Müslümanlar, hastalığı Allah’ın bir imtihanı olarak kabul ederler. Hastalıklar çeşit çeşittir ve her hastalığın şiddeti farklı derecededir.

Sağlığında kendisiyle beraber olanların, hastalığında da kendisinin yanında olduğunu görmek insanı sevindirir, moralini yükseltir, terkedilmediğini ve tehlikeli bir hali olmadığını anlar, sıhhatine tekrar kavuşacağını düşünür. Ayrıca din kardeşlerinin duasını alır ve kendisi de onlara dua eder. Hasta ziyaretinde bulunanlar, güzel temennilerde bulunur, sabır tavsiye eder ve hastanın moralini yükseltici sözler söylerler. Hastanın yanında uygunsuz sözler söylemek ve çok uzun süre kalmak doğru değildir.

Ölüm, her insanın dünya hayatında karşılaşacağı sondur. Ondan kaçmak ve kurtulmak mümkün değildir. Mü’minlerin sağlıklarında birbirlerine karşı görevlerinin sonuncusu da ölüm anında cenazeye iştirak etmek, namazını kılmak ve onu kabrine defnetmektir. Bu, ölene karşı son vazife olduğu gibi, arkada kalan yakınlarına karşı da bir hakşinaslıktır. Müslümanlar, sevinçli anlarında olduğu gibi kederli zamanlarında da birbirlerinin yanında olmalıdırlar. İşte cenaze, bu kederli anların en acıklı ve en ibretlisidir. Ölüm hepimiz için en büyük nasihat ve derstir. Bu sebeplerden dolayı, cenazeye iştirak etmek vazifelerimiz arasındadır. Cenazenin arkasından gitmek vazifesi, onun namazını kılmakla sona ererse de kabre defnedinceye kadar bulunmak daha faziletlidir.

Dâvete icabet etmek, dâvet edilen yere gitmek, Müslümanlar için önemli vazifelerden biridir. Düğün davetlerine mutlaka katılmak gerektiği ve bunun vâcip olduğu hususunda İslâm alimleri görüş birliği içindedir. Bunun dışındaki dâvetlere katılmak sünnet ya da müstehabdır. Şu kadar var ki, haram ve günahların işlendiği dâvetlere icabet edilmesi dinimizde câiz görülmemiştir.

Peygamber Efendimiz (sav), sahâbe-i kirâmın bütün dâvetlerine icabet etmiştir. Dâvet edenin toplum içindeki sosyal mevkiine, zenginlik ve fakirliğine göre bir ayırım yapmamıştır. Fakirlerin çağırılmadığı dâvetleri hoş karşılamadığı gibi sadece zenginlerin çağırıldığı dâvetleri de kınamıştır. Çünkü dâvetler, zengini ve fakiri, yaşlısı ve genciyle inananların birlikte bulunduğu ve aralarında ülfetin, muhabbetin, şefkat ve merhametin tezâhürünün görüldüğü bir hayır meclisi niteliği taşır. Meşru dâvetlere katılma zaruretinin sebebi de bu olsa gerektir.

Peygamberimiz (sav): “Aksırmak Allah’tan, esnemek şeytandandır.” (Tirmizî, Edeb 7) buyurur. Aksırmanın, sağlık açısından bedeni dinçleştirme ve zihnî uyanıklığı temin yönünden çeşitli faydaları vardır. Buna karşılık esnemenin uyuşukluk ve miskinlik belirtisi olduğu kabul edilir. Bu durumda aksırmak bir nimettir. Her nimet gibi, bu da Allah’tandır. Allah’ın bütün nimetlerine hamdetmek, müslümanın kulluk vazifelerinden biridir. Bu sebeple, aksıran kimse “elhamdülillah” der. Aksıranın hamdettiğini duyan Müslüman, “yerhamükellah” diye karşılık verir. Bunun anlamı “Allah sana rahmetiyle muâmele etsin” demektir. Aksıran da kendisine dua eden Müslüman kardeşine “yehdînâ ve yehdîkümullah = Allah bize de size de hidayetini nasib etsin” diye karşılık verir. Bütün bunlar, müslümanların en küçük ayrıntılarda bile birbirlerine karşı bir takım hak ve vecibelerinin olduğunu göstermektedir. Peygamber Efendimiz:

“Allah aksırandan hoşlanır, esneyenden hoşlanmaz. Sizden biriniz aksırıp 'elhamdülillah' deyince bunu işitenin 'yerhamükellah' demesi, üzerine bir vecibedir. Esnemeye gelince, sizden biriniz esnediği zaman, gücünün yettiği kadarıyla onu yapmamaya ve ağzını açarak 'hâh hâh' dememeye çalışsın. Çünkü bu şeytandandır ve şeytan bu halinden dolayı o kimseye güler.” (Tirmizî, Edeb 7) buyurmuştur.

Müslim’in bir rivayetinde “Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır...” şeklinde gelmesi, rivayetler arasında bir çelişki ve aykırılık olmayıp, bu hakların beş veya altı ile sınırlı olmadığının delilidir. Çünkü bunlardan başka hak ve vazifelerle ilgili hadisler de vardır. Bu ikinci rivayetteki tek fark, “Nasihat isteyene nasihat etmek”  vazifesidir. Nasihat, kişinin hayrına ve kurtuluşuna vesile olan söz ve davranışların tamamını kapsayan bir tâbirdir.

Başka bir rivayette “yitiği ilan etmek” hakkı da vardır. Buna göre, bulunan yitik malın kalabalık yerlerde ve herkesin duyabileceği şekilde tarifinin yapılması ve sahibi bulunamazsa ilgili kurumlara verilmesi gerekir.

Ayet, Hadis ve Açıklamalardan Çıkan Sonuçlar

- Mü’minler, maddi ve manevi yönden birbirlerine yardımcı olmalı, bir binanın birbirine sımsıkı kenetlenmiş taşları ve tuğlaları gibi bir beraberlik oluşturmalıdırlar.

- Fert olarak, tek başına İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak mümkün olmaz. Fertler, dıştan gelen baskılara mukavemet edemezler. Baskı ve şiddete mukâvemetin şartı birlik ve beraberliktir.

- Müslümanların toplu olduğu mahallere silah ve benzeri öldürücü, yaralayıcı aletlerle gelinilmemesi, gelinilmişse emniyet tedbirini bunları taşıyan kimselerin alması gerekir.

- Müslümanların selâmetini sağlayıcı hal ve hareketlerde bulunmak, onlara şefkat ve merhamet göstermek gerekir.

- Müslümanları fitneye düşürecek davranışlardan sakınmak gerekir.

- İslâm toplumu bir vücut gibidir; bir uzvun hastalığının bütün vücudu rahatsız etmesi gibi, bir müslümanın başına gelen belâ ve musibetleri, bütün Müslümanlar kendilerine dert edinmelidir.

- Dünyada, insanlara merhametli davranmayanlara, Allah da kıyamet gününde merhamet etmeyecektir.

- Zulüm, her çeşit haksızlık haramdır.

- Müslüman, müslüman kardeşini düşmana terketmemek, tehlikeye atmamakla yükümlüdür.

- Müslümanların, birbirlerinin ihtiyacını görmesi, sıkıntılarını gidermesi ve kusurlarını, ayıplarını örtmesi kardeşlik görevidir. Böyle yapanlar, Allah katında mükâfatlandırılır.

- Müslümanın canı, malı ve ırzı başka müslümana haramdır, bunlara tecavüz yasaklanmıştır.

- Müslümanı hakir görmek, küçümsemek, büyük günahlardandır.

- Haset etmek haramdır. Başkasına haset eden, gerçekte Allah’a itiraz etmiş sayılır, çünkü haset edilene nimeti veren Allah’tır.

- Müşteri kızıştırmak, almayacağı ve ihtiyacı olmayan bir malın fiyatını artırmak haram kılınmıştır. Bu davranışta piyasayı yükseltme, aldatma ve hilekârlık, insanlara zulüm vardır.

- Allah rızası için olmayan buğz, kin, nefret ve dargınlıklar haramdır.

- Müslümanların birbirlerine yüz çevirmesi, yardımı ve alâkayı kesmesi helâl değildir.

- Bir satıcının, müşteriye herhangi bir malı sattıktan sonra, başka bir satıcının aynı malı daha ucuz vereceğini veya aynı fiyata daha iyi mal vereceğini söyleyerek alış-verişi bozdurması haramdır.  

- Kendisi için arzu ettiğini mü’min kardeşi için de istemeyen kimse gerçek mü’min olamaz.

- Kişinin din kardeşi için arzu ettiği, iyi ve hayır sayılan şeyler cinsinden olmalıdır.

- Her hak, bir mükellefiyeti de beraberinde getirir. Mükellefiyetlerini yerine getirmeyenler mes’uldürler. Bu mes’uliyet dünyevî veya uhrevî olabilir.

- Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır.

- Hasta ziyareti sünnettir. Ziyarette edebe riâyet etmek gerekir.

- Cenazeyi teşyîde, namazını kılmak ve kabre defnetmek farz-ı kifâye, bunun dışındaki hizmetler sünnet ve müstehabdır.

- Meşru ölçüler içinde yapılan düğün dâvetine icabet vâcip, diğer meşru dâvetlere katılmak ise sünnet ya da müstehaptır.

- Aksırıp “elhamdülillah” diyene “yerhamükellah” diye mukabelede bulunmak bir vecibedir.

- Nasihat isteyene ve nasihata ihtiyacı olana nasihat etmek, yol ve yön göstermek, gücü yetenler üzerine dinî bir vazifedir.

Kaynak:

“Riyâzü’s-Sâlihîn: Peygamberimizden Hayat Ölçüleri” Tercüme ve Şerhi’nin 2. cildinden özetlenerek hazırlanmıştır. Erkam Yayınları.

11 Çocuklara dini ve ahlaki eğitimi nasıl vermeliyiz?

DİN EĞİTİMİ hakkında belki de ilk söylenecek şey, bu kavramın değişik çevrelerce değişik anlamlarda kullanıldığıdır. Bazıları, din eğitimi denince sadece okullarda ya da Kur’ân kurslarında verilen din eğitimini anlıyor. Böyle anlayınca da, çocuğa din eğitimi on beş yaşından sonra verilsin gibi kendince önerilerde bulunabiliyor. Fakat ideal din eğitimi bu tanımdan çok daha geniş bir çerçeveye sahiptir.

İslâm’da din eğitimi, bir açıdan bakılırsa çocuk doğduktan itibaren, bir açıdan bakarsanız ondan da önce, eş seçimiyle birlikte başlar. Bu eğitimi eş seçimiyle başlatan din âlimleri, uygun bir eş seçilmediği takdirde çocuğun ilk ve temel okulu olan evde taşların hiçbir zaman yerli yerine oturmayacağını haklı olarak öne sürerler.

Dinimize göre eğitim, ne sadece okul duvarları arasına ne sadece eve, ne de belli bir yaştan sonrasına hasredilen bir şeydir; daha çok “hayat boyu ve her yerde” bir niteliğe sahiptir.

Bu açıdan bakıldığında, çocuk doğduğu andan itibaren ona verilen her şey eğitim kapsamına girer. Onun emzirilmesi, altının temizlenmesi, kucağa alınması, sevilmesi bile bu eğitimin bir parçasıdır. Neyin eğitim olup olmadığıyla ilgili bir soruya dinin vereceği cevap, “Çocuğun duygularını, düşüncelerini, bedenî gelişimini, Rabbine olan yakınlığını, ileride olgun bir iman sahibi olup olmamasını etkileyecek her şey eğitimin konusudur.” olacaktır. O bakımdan okulda öğretmenlerden önce evde anne baba, çocuk için en önemli “eğitici” olduklarının farkında olmalıdırlar.

Günümüz gelişim psikolojisi bilgileri de bu yargıyla uyum halindedir. Uzmanlar, çocuğun 0-7 yaş arasındaki eğitiminin asla ihmal edilmemesi gerektiğini belirtmektedirler. Hele hele “el kadar çocuk ne anlar” anlayışı çok yanlış bir çıkarsamadır. Çünkü o hiçbir şeyden anlamadığını sandığımız çocuk bir yaşına kadarki dönemde anne ve babanın konuşmalarıyla, kelimeleriyle hafızasını doldurur. Sonra da yaşını tamamlamaya yakın hafızasına aldığı kelimeleri kullanmaya yeltenir. Telaffuzu kolay kelimelerle de bunu başarır.

Yine bu dönemde çocuğun konuşmaya başlamasının yanısıra, emeklemesi, düşe kalka yürüme egzersizleri yapması da daima bir “öğrenme faaliyeti” içinde olduğunun delilidir.

Öte yandan, çocuğun hayat boyu sürecek karakterinin kimi psikologlara göre ilk dört yaş, kimilerine göre ise ilk yedi yaşta şekillendiği hususu çok önemli bir tespittir. Hal böyle olunca, psikologlar tarafından “ahlâkî gelişmesi” şeklinde nitelenen inanç ve ahlâk kuralları çocuğa doğru biçimde verilmelidir. Çünkü bu kurallar iç kontrol gücü denilen vicdanın gelişmesini de beraberinde getirir. İç kontrol gücünün gelişimi demek, çocuğun kendi kendisini yönetme yeteneği demektir. Aile ve çevre faktörünün oluşturduğu dış kontrol gücü, iç kontrolün gelişmesine paralel olarak etkisini azaltır.

Çocuğun ilk yaşlarında konuşmayı kavramasından sonra dini duygu ve düşüncelerin sağlıklı bir zeminde yürümesi için öğretilecek ilk şey, Peygamber Efendimizin (asm) emirleri doğrultusunda “Lâ ilâhe illallah” lafzı ya da cümlesi olmalıdır. Allah’ın varlığını ve birliğini ifade eden bu gizemli ve ürpertili gerçekle hayata başlayan çocuk, o küçük yaşta büyük adımlara, yaratılış gayesine hazırlık için en ciddi başlangıç aşamasını geçmiş demektir. Aileler bu konuyu asla ihmal etmemelidirler.

Çocuğun hayata adım attığı, düşe kalka yürümesini öğrendiği ve yarım yapıldak kelimeleri telaffuz edip ailenin neşe kaynağı haline geldiği bu süreçten itibaren “oyun” da asla ihmal edilmemesi gereken bir eylemdir. Bu süreçte sevgili Peygamberimiz (asm)'in “Çocuğu olan çocuklaşsın!..” (bk. Deylemî, 3/513) buyruğu ebeveyn tarafından ilke edinilmeli ve çocukları eğlendirmek, onlarla oyunlar oynamak için özel çaba sarf edilmelidir.

Çünkü oyun çocukların en sevdiği eylemdir. Anne babanın ve diğer aile bireylerinin çocukla oyun oynaması, çocukla aile fertleri arasındaki ilişkiler için sağlam bir zemin oluştururken, aynı zamanda çocuğun zekâsını geliştirip, psikolojik açıdan gelişimine de ciddi manada katkı yapacaktır. Biricik önderimiz olan Peygamber Efendimizin (asm) çocukları oynamaya, eğlendirmeye teşvik etmesinin yanı sıra, kendisinin de çocuklarla bizzat oynadığı, torunlarını omuzlarına ve sırtına bindirdiği, böylelikle onları güldürüp eğlendirmesi oyun konusunun önemini bütünüyle ortaya koymaktadır.

Çocuğun algılamasının arttığı, karakterinin şekillenmeye yüz tuttuğu bu dönemde çocuk, anne babanın yanında namaz ibadetiyle, dua ibadetiyle tanışacak ve onları gözlemleyecektir. Taklit yönteminin genel geçer olduğu bu dönemde anne ve baba çocuğa çok iyi bir örnek teşkil etmelidirler. Çocuğa dini eğitim vermede anne babanın örnek olmaması durumunda başarı şansı oldukça zayıftır. Çünkü çocuğa örnek teşkil edemeyen aile bireylerinin çocuğa dini eğitim vermesi mümkün olmadığı gibi, verse de etkili olamaz.

Din eğitim ve öğretiminde en ideal yöntem, çocukla birlikte ibadet etmek, ona anlayabildiği bir dille ibadetin önemini kavratıp, ibadete teşvik etmektir. Çocuğa eğitim ve öğretim sırasında onun psikolojik durumu gözden ırak tutulmamalıdır. Korkutucu örnekler yerine, ergenlik çağına değin biteviye sevdirici, teşvik edici örnekler verilmelidir.

Bu dönemde hoşgörü ve müsamaha etken unsurlar olarak öne çıkarılırken, çocukla olan iletişim beden diliyle güçlendirilmeli ve sevgi muhtevalı sözcüklerin albenisi kuşanılmalıdır. Sevgi içerikli kelimeler, güzel sözler, takdir ve iltifat yüklü kelimeler, çocuğun inançla olan bağlarının kavileşmesini sağlarken, çocuğun aileyle olan bağlarını da olumlu olarak etkileyecektir.

Ayrıca, ibadet sonrasında çocuğun başını okşamak, sırtını sıvazlamak, onu takdir dolu kelimelerle yüreklendirmek, daha çok manevi içerikli ödüllendirmelerdir. Bu ödüllendirme biçimi çocuğa özgüven, huzur ve inanç aşısının da etkili olmasını sağlayacaktır.

Sevgide dengeli olmak, bu nokta da önemli bir faktördür. En sevdiklerimizi çocuğunda sevmesi için aynı zamanda lüzumlu da bir hareket tarzıdır. Disiplinli sevgi şeklindeki bir vasat sevgi, ideal bir sevgi biçimidir. Çocuğun ilk mürebbiyeleri olan anne ve babalar verdikleri eğitimde, sevgi, anlayış, merhamet, düzen, disiplin gibi davranış şekillerini öne çıkarmalıdırlar.

Yine bu paralelde ebeveynler çocuğun yetiştirilmesi için seferber olurken, çocuklarının hayırlı bir evlat olası için yüce Yaratıcıya el açıp, yalvarıp yakarmayı da asla ihmal etmemelidirler. Tabii yakarışlarında “dünya hayatının süsü, meyvesi olan” çocuk nimetini kendilerine bahşettiği için şükran duygularını da mutlaka sunmalıdırlar.

Çocuğa temel eğitimin verildiği bu süreçte anne ve babalar birlikte hareket etmeli ve görevlerini ihmal etmedikleri gibi, asla birbirlerine de bırakmamalıdırlar. Taraflardan birinin bu sorumluluğu yüklenmekten kaçınması eğitimin yarı yarıya sekteye uğraması demektir. Deyim yerindeyse, çocuğun eğitimi bir tahterevalli oyunudur ve bu oyunda uçlarda anne baba otururken ortada çocuk durmaktadır. Bu oyun öylesine dengeli oynanmalıdır ki, taraflar birbirini ağdırmamalıdır.

Buraya kadarki izahlardan da anlaşılacağı üzere, çocuğun küçüklüğünden itibaren aile içinde kuvvetli bir iman dersi almalıdır. Bediüzzaman’ın dediği gibi,

“Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir iman dersi almazsa, İslâmiyetin ve imanın erkânlarını ruhuna alması sonra çok zor olur, yabani düşer. Özellikle anne ve babasını dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabani olur.”

Bu ifadelerden çıkarılacak önemli bir husus, gerçek dinî ibadetlerini yerine getirebilecek yaşa gelene kadar çocuğu yaptığı işlerden zevk alır halde tutmaktır. Maneviyat konusunda çocuk için başka her yerden daha çok, evde yaşadıkları önemlidir. Anne baba çocuklarına dinî bir şeyler anlatırken “yetişkin odaklı” değil, “çocuk odaklı” olmaya dikkat etmelidir. Başka bir ifadeyle çocuğa yetişkin gibi davranmalı, ama ondan yetişkin gibi davranması beklenmemelidir.

Bir diğer husus ise, anne baba ile okulda verilen eğitimin çocuk nezdinde “eğitimin bütünlüğünü bozucu” bir niteliğe dönüşmesine izin vermemektir. Yine Bediüzzaman’ın “Okulda öğretmenlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar.” diyen lise talebelerine “Öğretmenleriniz bahsetmiyorsa da, her bir fen kendi lisanıyla Allah’tan bahseder. Onları dinleyiniz.” şeklindeki öğüdü, bu çerçevede son derece manidardır. Laik eğitim anlayışında keskin çizgilerle birbirinden ayrılan dinî-dünyevî eğitim, din odaklı bakışta geçersizdir.

Dindar bir anne baba ya da öğretmen için, bir çocuğun namaz kılması da, gezegenler hakkında bilgi sahibi olması da, aynı dünya görüşünün izlerini taşımalıdır. Bu konuda kâinatın da, Kur’ân’ın da, Peygamber (asm)’in de aynı hakikati öğreten farklı öğreticiler oldukları sanırım konuyu açıklayıcı mahiyettedir. Söz gelimi, binlercesi içinden sadece bir örnek olarak,

“Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yasin, 36/40)

Kur’ân âyetini, kâinatta cari olan gerçekler yalanlamaz. İkisi birbirine destek olurlar. Yine Kur’ân’ın övdüğü her bir hasleti Peygamber (asm) yaşantısında en kemal düzeyde tezahür ettirir.

İdeal din eğitiminin nihaî hedefine gelince, çocuğun kendisini yaratan, büyüten, besleyen ve terbiye eden Rabbini bilmesidir. Ev, okul ve toplum hep beraber bu hedefe ulaşması için çocuğa yardımcı olmalıdır. Bu yardım sırasında, çocuğa öğretilmek istenen konunun onun gelişim çağına uygun olup olmadığını göz önüne alınmalıdır.

Özellikle çocuğun ahlâkî gelişim basamakları, bu çerçevede son derece önem arzetmektedir. Ahlâkî gelişimin birinci basamağı, bebeklik dönemidir. Bu dönemde çocuğun doğru ve yanlış hissi, sadece iyi ve kötüyle ilgili ne hissettiğidir. İkinci basamak, çocuğun yeni yürümeye başladığı dönemdir ve çocuk bu dönemde de, başkalarının anlattıklarından “doğru” ve “yanlış”ı öğrenir. Okul öncesi yıllara denk gelen üçüncü basamakta ise, çocuk aile değerlerini, sanki kendi değerleriymiş gibi, içselleştirmeye başlar; ve kendi davranışlarının sonuçlarını algılamaya, anlamaya başlar.

Dördüncü basamak, 7-10 yaş dönemini kapsar. Bu dönemin ayırıcı özelliği, çocuğun anne babasının, öğretmenlerinin ve diğer yetişkinlerin yanılmazlığını sorgulamaya başlamasıdır. Çocukta güçlü bir “yapılmalı” ve “yapılmamalı” duygusu hakimdir. Ön ergenlik ve ergenlik yıllarını kapsayan beşinci basamağa gelen çocuk ise yetişkinlerden ziyade, arkadaşlarına önem verir ve arkadaş sistemi içinde farklı değer sistemlerini deneyerek, bunların içinde kendisi için en uygun olanını bulmaya gayret eder. Özellikle bu dönemde çocukların dini ve ahlaki değerleri bilen insanlara yönlendirmek ve onlarla arkadaşlık kurmalarını tavsiye etmek gerekir.

Anne baba açısından bakıldığında, çocuğun terbiye olacağı gelişim dönemleri daha farklı bir düzleme oturur. Anne baba ve eğiticiler açısından kaba bir tasnifle ifade edilirse, 0-6 yaş dönemi “telkin,” 7-10 yaş dönemi “teşvik,” 10-14 yaş dönemi “ikaz,” 14 yaş üzeri üzeri ise “müsamaha dönemi” olarak isimlendirilebilir.

Buna göre çocuğa ilk önce dini açıdan önemli ve en temel telkinler yapılır. Çocuğun kulağına ezan ve kamet okunması, konuşmaya başladığında “La ilahe illallah” sözünün söyletilmesi, telkin faaliyetleri arasında sayılabilir. Teşvik döneminde ise çocuğun namaz kılmaya özendirilmesi, doğru davranışları yapmaya yönlendirilmesi, az yemek yemeye veya arkadaşlarıyla paylaşmaya ikna edilmesi, teşvik döneminde yapılabileceklere örnek olarak verilebilir.

İkaz dönemi ise, çocuğun ergenlikten önceki son virajdır. Burada çocuk, yavaş yavaş aile otoritesinden kurtulmaya başlar. Kendi başına hareket etmeye özenir. Fakat yine de, duygularının etkisinden kurtulup iradesini tam olarak hakim kılamadığı için anne babasının zorlayıcı ve ikaz edici birtakım terbiye uygulamalarına muhatap olur. Küçük yaşlarda çocuğa abartılı şefkat göstermek ne kadar makul ise, bu dönemde biraz daha disiplini öne çıkarmak aynı oranda makuldur.

Son olarak, müsamaha dönemine geldiğinde artık karşımızda gerek bedenen gerekse aklen yetişkin kabul edilecek yaşa gelmiş bir genç durmaktadır. Bu genç, Peygamberimiz (asm)'in bu yaştaki gençleri askere almasında da görüleceği üzere, yetişkin kabul edilmelidir. Artık baskı gence fayda etmez. Ona ancak dostane ve müsamaha yoluyla yakınlaşılabilir ve faydalı olunabilir.

Tüm bu açıklamalardan şöyle bir sonuç çıkarmak doğru olur: İslâm’da din eğitimi hem bilinçli olmayı hem de büyük çaba göstermeyi gerektirir. Bu yolda en büyük sorumluluk da, herkesten önce anne babaya düşer.

(Hilmi Orhan - Zafer Dergisi)

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocuk terbiyesi ve din eğitimi, çocuklara Allah'ı nasıl anlatmak gerekir?..

Çocuk ve Allah (Mustafa ULUSOY)

12 Sınavlarda kopya çekmek veya kopya vermek caiz midir? Kopya çekmek kul hakkı mıdır ve kopya çekmekten dolayı gireceği işteki kazancı haram olur mu?

Kopya çekmenin bazı mahsurları vardır ve kul hakkına girme durumu söz konusu olabilir:

1. Alınteri dökmediğimiz bir şeye sahip oluyoruz.

2. İslama yakışmayan tembelliğe, insanı sürükler.

3. Ahlaki bir hareket değildir.

4. Meslek ve okulumuz hakkında söz sahibi olmamızı engeller.

5. Kopya tekniklerine çalışacağımız kadar derse çalışsak, aynı neticeyi hakkımızla elde ederiz.

6. Arkadaşlar yanında saygınlığımızı yitiriririz.

7. Doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu hakkıyla yaşamamış oluruz.

8. Bilmediği hâlde kendini biliyor gösterdiğinden dolayı, uygun olmayan bir davranıştır.

9. Kopya ile alınacak fazla bir puandan dolayı, bir başkasının hakkını alma durumu olacaksa, kul hakkına girmektedir. İş başvurularında, bir üst okula girişlerde olduğu gibi. Ancak kopya çekmekle başkasının hakkına zarar dokunulmuyorsa veya onun kopya çekmesi sonucu başkası hakkından olmuyorsa, o takdirde kul hakkına girmez.

Kopya çekerek bir işe giren kişinin kazancı ise haram olmaz. Çünkü emeğinin karşılığını almaktadır. Kopya çeken kişi helallik almasına imkânı olmadığı için tövbe istiğfar etmelidir.

Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, kopya çekmek ve buna vesile olmak asla doğru değildir.

13 Küfür etmek (sövmek) caiz midir?

İslam dini her türlü kötülük ve incitmeye karşıdır. Çünkü İslam insanı insan etmeye gayret ediyor. Hakiki insaniyet mertebesine ulaştırır. Bu nedenle İslam, insanı her türlü kemalat ve güzelliğe ulaştıracak emirleri verdiği gibi, her türlü rezillikten ve çirkinlikten götürecek fiilleri de yasaklamıştır.

Bu külli kaidelerden hareketle diyebiliriz ki, küfür ve sövme dediğimiz karşıdaki insanları rencide ve rahatsız eden her türlü fiil, günahtır ve haramdır. Çünkü Müslümanları rencide etmek haramdır ve insanı günahkar eder. Hatta kafir bile masum ve hatasız olsa, onu rahatsız etmek İslam dininde yasaktır. Çünkü, Peygamberimiz ( a.s.m) şöyle buyurmuştur:

“Kim bir zımmiye eziyet etse, şüphesiz ben onun hasmıyım."(el-Hindî, Kenzu’l-Ummal, IV / 618; el-Camiu’s-Sağîr, I / 1210)

Hangi durumda olursa olsun, sövmek caiz değildir. İster kâfire, ister zalime farketmez; sövmek çirkin bir hareket olup mümine yakışmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Peygamber Efendimizin küfür etmek, sövmek ve kötü sözler hakkında hadisleri var mıdır?

14 Edep ve hayâ ne demektir? Bunları kimden öğreneceğiz? Allah’a ve Kur’an’a karşı haya nasıl olmalıdır?

Edep; akıl ve hikmete muvafık hareket edip, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği gibi yaşamaktır. Hayâ ise, utanma ve ar duygusu olup, utanç verici durumlardan sakınmak ve nefsin süfli arzularını terk etmektir.

Edep, bütün hâllerde istikamet ve iyilik üzere bulunmaktır. Edep, aklı ikmal eden, onu nurlandıran, imanı kemale erdiren, insanı ruhen terakki ettirip saadet ve selamete kavuşturan en hayırlı bir sermayedir.

İffet, hayâ, haysiyet ve istikamet gibi güzel ahlâktan mahrum olan fert ve cemiyetler,  fen ve teknik sahasında ne kadar terakki ederlerse etsinler, hüsrandan kurtulamaz ve huzurla yaşayamazlar. Bu meziyetlerden mahrum bulunan fertler, ne kadar münevver ne derece tahsilli ne nisbette sanatkâr da olsalar, o millet, bu fertlere istinaden bir ahenkle terakki edemez. Bu bakımdan, fert ve cemiyeti iman, ahlâk, fazilet, irfan, ilim, edep ve hayâ  ile  teçhiz etmek lazımdır ki maddi ve manevi terakki edilsin. Edep ve irfan sahibi olanlar, hayatını nizam ve intizam içinde geçirir ve huzur ile yaşarlar. İnsanlığın ruhu, hakikati ve ziyneti olan edep ve terbiyenin; fert ve cemiyet için ehemmiyeti aşikârdır. Şu harika beyit de bu hakikati çok veciz bir şekilde ifade etmektedir:

"Edep bir taç imiş nur-u Huda’dan,
Giy ol tacı, emin ol her beladan."

Bazı zatlar:

“Edep kelimesi, elif, dal ve be harfinden ibarettir. Elif, kişinin eline, de harfi kişinin diline, b harfi de beline sahip olmasına işaret eder.”

demişlerdir. İnsanların ayıplarını yüzlerine vurmak, onları tahkir etmek edebe muhaliftir.  Edep abidesi ve hayâ timsali olanlar, kendisine hakaret edenleri affeder, hiç kimseye kötülük düşünmez ve fenalık yapmazlar; karşısındaki kişi edep ve hayâdan mahrum olsa bile, onu insanlar arasında küçük düşürecek ve mahcup edecek hareketlerden sakınırlar.Yetim kimse anası ve babası olmayan değil, ilim ve edebi olmayandır. Asıl fakir; malı mülkü olmayan değil, ilim ve edepten mahrum olandır. Çünkü nimet ve servetlerin en büyüğü ilim ve edeptir. Bu nimetlere nail olan, edebi sayesinde nail olur. O nimetleri kaybeden de edebi terk ettiği için kaybeder. Bu bakımdan, edepten mahrum olan bir kimse, hakka ve hakikate ulaşamaz. Dünyada rezil, rüsva olduğu gibi ahirette de cezaya maruz kalır.

Edebini yitirmiş bir kimse, en tehlikeli ve bulaşıcı bir hastalıktan daha tahripkârdır. Edep, hayâ ve iffetten mahrum olan insan ilim, makam ve rütbe bakımından ne kadar yükselirse yükselsin faziletli sayılamaz. Çünkü asıl fazilet ve kemal, ilim ile ahlakın ittihat etmesiyle mümkündür. Edep ve hayâdan mahrum olan kimseler, huzur ve saadetle yaşayamadıkları gibi, bazen haysiyet ve şereflerini de kaybederler.

Eskiden evlerin ve iş yerlerin duvarlarına “Edep Ya Hû!” yazılı levhalar asılıyordu. “Edep Ya Hû” sözünün fert ve cemiyet için ne kadar ehemmiyetli ve ne kadar büyük bir hazine olduğu şimdilerde daha iyi anlaşılmaktadır.

Edep ve iffet namusun perdesidir. Namus ancak edep ve hayâ ile muhafaza edilir. Hayat denilen şey edeptir. İlahî sırlardan bir sır olan edep, insanın en büyük ziyneti ve nurudur.  Evet, edep insan-ı kâmilin meftun olduğu, fakat şeytanın ve şeytan gibi insanların hoşlanmadığı güzel ahlakın en önemli şubelerindendir. Edep ve iffetin düşmanı edepsizliktir. Edep her zaman takdirle, hayâsızlık ise lanetle yâd edilir. Bu bakımdan, her Müslüman’ın en önemli vasfı edep, hayâ ve nezaket olmalıdır. Zira, mütedeyyin kimselerin en büyük şiarı bunlardır. İnsanın bedeni gıdalara muhtaç olduğu gibi, aklı da ilim ve edebe muhtaçtır.

İnce düşünce, hassasiyet, nezaket, zarafet, edep ve hayâ insanî münasebetlerde de çok önemlidir. Büyüklerin yanında yüksek sesle konuşmamak, yaşlılara hürmet etmek, konuşan herhangi bir kimsenin sözünü kesmemek, meclis içinde fısıltılı veya gizli konuşmamak ve kahkaha ile gülmemek de edep ve hayâdandır. İnsanları aşağılamak, onlarla alay edip küçük düşürmek, suizanda bulunmak, insanların gizli hallerini araştırmak ve lakap takmak da edebe aykırıdır. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar (alay edilenler) kendilerinden (alay edenlerden) daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasınlar. Belki alay edilenler, alay edenlerden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi kötü lakab ile çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötüdür. Kim tövbe etmezse, işte o zalimlerin tâ kendisidir.” (Hucurat, 49/11)

Devamındaki ayette ise şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Zandan çok sakının; çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.” (Hucurat, 49/12)

Cenab-ı Hak, bu ayetlerle kullarına edep ve hayâ dersi vermektedir.

İslam dininde edep, kişinin her hâlinin murakabe altında olduğunun şuurunda olmasıdır. Nefsini ıslah edip iffet, vakar, hilim, sabır, nezaket, zarafet ve tevazu gibi hasletlerle edeplenenler, Allah’a yakınlaşır ve O’na dost olurlar.

Evet edep; şeytanın ve nefs-i emarenin boynunu büken, onu ayaklar altına alıp mağlup eden ve insanı maksuduna kavuşturan en emin vasıtalardan biridir. Bir ayette şöyle buyrulur:

“Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl, 16/90)

Cenab-ı Hak Edebin Bütün Çeşitlerini, Edep Timsali Hz. Muhammed’de Cem Etmiştir

Her güzel haslette olduğu gibi edep ve hayâda da bütün insanların en üstünü, en mükemmeli Hz. Peygamber (asm)'dir. En mükemmel rehber olan Zat-ı Ahmediye (asm) ilâhi hakikatleri beyan ve ifade ederken sözlerine ve üslubuna azamî derecede dikkat ederdi. Hz. Peygamber (asm) söze nazik bir şekilde başlar, mülâyemetle hitap ederdi. Sözlerinin tesirini kıracak nahoş hareketlerden ve muhataplarını rencide edecek, onların kalplerini kıracak ve nefretlerini celp edecek sözlerden son derece sakınır ve sakındırırdı. Herhangi bir kimse sözünü bitirmeden söze başlamazdı. Muhataplarını dikkatlice, muhabbetle ve sonuna kadar dinlerdi. Musafaha ettiği kimse elini çekmeden, o elini bırakmazdı. İyiliğe mükâfatla, kötülüğe ise af ile mukabelede bulunurdu. Yüksek sesle konuşmazdı. Daima mütebessim idi. Ömründe bir defa bile kahkahayla güldüğü görülmemiştir. Onun gülmesi tebessümden ibaretti. Daima başı önde yürürdü.

Allah Resulü (asm) kimsenin kusurunu görmez, görse bile yüzüne vurmazdı. Kendisine bir kimsenin hoş olmayan bir şeyi yaptığı bildirilince; “Falan kimse neden böyle yapıyor? Niçin böyle söylüyor?” demez. “Neden böyle yapıyorlar? Niçin böyle söylüyorlar?” şeklinde konuşur ve böylece o kimseyi ikaz eder, edebe muhalif söz ve davranışından vazgeçirirdi.

Hazret-i Aişe Validemize (r.a); 

“Hz. Peygamber’in ahlakı nasıldır?” diye sorulunca, “Onun ahlakı Kur’an idi.” diye cevap vermiştir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Ve muhakkak ki sen, pek büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4)

Peygamber Efendimiz (asm) Kur’an’ın hariçte tecessüm etmiş bir şeklidir. Zira o, Kur'an’ın bütün hakikatlerine güneş gibi bir ayna idi. Peygamber Efendimiz (asm) bütün güzel ahlakın her bir şubesinin en son mertebesinde bulunan yegâne şahsiyettir ve hiçbir kimse ile mukayese edilmeyecek derecede hayâ ve edep timsalidir. Dost ve düşmanın ittifakıyla sabittir ki, Hz. Muhammed (asm) gençliğinden beri edep, hayâ, iffet, nezahet ve ismet timsali olarak yaşamıştır. Bu ahvali bütün Arap kabilelerini kendisine meftun etmişti.

Peygamber Efendimiz (asm) de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

“Utanmadıktan sonra dilediğini yap.” (Buhari, Edeb, 78; Ebu Dâvûd, Edeb, 6) 

Hz Peygamber (asm) nübüvvetinin ilk yıllarında sık sık tekrar ettiği bu hadis-i şerif, hayâ duygusunun ne kadar ehemmiyetli olduğunu, hayâsızlığın ise ne kadar büyük bir ayıp ve tehlike olduğunu ifade etmektedir.

Edep ile mümtaz olan kimselerde hamiyet, mürüvvet, âlicenaplık gibi âli hasletler tezahür eder. Böyle kimseler de hem kendilerine, hem ailelerine hem de milletine ve vatanına faydalı olurlar. Din, vatan, edep ve namus yolunda hayat feda edilir. Edep, hayâ ve namus hissi taşımayanlar vatan ve millet hissi de taşımaz ve bu uğurda hayatlarını feda edemezler. Bunlar öyle ulvi hakikatlerdir ki, ne çiğnenir ne de çiğnettirilir. Bütün kâinat hayat için olduğu halde, hayat ancak bunlar için feda edilir.

Edep ve hayâ büyük bir devlettir. Bunlara muhabbet edip muhafazasına çalışmak aklın ve vicdanın gereğidir. Edep, hayâ ve iffet gibi âli vasıflardan mahrum olan fert ve cemiyetler huzur ve saadetle yaşayamazlar ve izmihlale uğrarlar. Bu bakımdan, bir milletin ebed müddet payidar olması;  kalplerin imanla intibaha getirilmesi, ruhlarının edep, hayâ ve iffet gibi güzel ahlak ile teçhiz edilmesi ve akılların nur-u irfanla tenvir edilmesine bağlıdır. Maneviyatla teçhiz edilmeyen bir millette şecaat, kahramanlık ve fedakârlık olamaz. Gençlerimiz de sefahat ve sefaletin tahakkümünden ancak bu hal ile muhafaza edebiliriz.

Bazı basın kuruluşları ile televizyonlar milletimizin örf ve âdetlerine, dinî inanç ve mukaddesatına muhalif yerli ve yabancı dizilerle onların kalp ve ruhunda telafisi mümkün olmayan derin yaralar açmaktadır. Bazı dizilerde de Anadolu insanının aklına, vicdanına, sağduyusuna, millî ruhuna, müşterek duygularına ve tarihine saldırılmaktadır. Bu tür yayınlar, kültür ve irfanımızı, musikimizi, edebiyatımızı, sanatımızı, hâsılı milleti millet yapan bütün değerler manzumesini tahrip yahut dejenere etmekle vicdan-ı umumîyi derinden yaralamakta; milletimizi, özellikle de gençlerimizi, ahlakî buhranlara ve  sefahat bataklıklarına sürüklemektedir.

Evet, müstehcen neşriyatla, bölücülük propagandalarıyla milletimizin, hem dimağı hem vicdanı hem kalbi hem ulvî hisleri tarumar edilmekte, karanlık mecralara doğru sürüklenmektedir. Hürriyet perdesi altında, gençlerimiz nefs-i emmarenin istibdadı altına sokulmak istenmektedir. Ruhî ve fikrî dengesizliklere maruz, zevk ve sefahatle malûl neslimiz perişan bir hayata doğru çekilmek isteniyor.

Sefahat rüzgârları kat kat çelik istihkâmları delip geçen radyasyon şuaları misüllü, kalplerde, ruhlarda, vicdanlarda, iffetlerde, tedavisi çok müşkül derin cerihalar, rahneler açıyor. Bu milletin imanını, mukaddesatını, iffetini böylece vurarak onu benliğinden uzak, gayesiz, davasız ve şuursuz bir toplum haline getirmek gayretinde olanlar var.

Çok şükür ki, şer kuvvetlerin bu milletin tarihine, mukaddesatına, iffetine, ibadetine, ulvi seciyelerine yaptığı korkunç hücuma karşı hamiyetli, âlicenap, vatanperver, şuurlu ve gayretli insanlar, bütün memleketi sarsan bu müthiş felaket ve facia karşısında büyük bir gayret göstermektedirler.

Allah’a Karşı Edep Nasıl Olmalı?

Şunu hemen ifade edelim ki,  hayâ ve edep, öncelikle insanı yoktan var eden, onu hadsiz nimetlerle besleyen, her yerde hazır ve nazır olan, bütün kâinatı ve yarattığı her mahlûku murakabe eden Cenab-ı Hakk’a karşı olmalıdır. Kişi,  önce Cenab-ı Hakk’tan, sonra da insanlardan utanmalıdır. Zaten Allah’tan hayâ etmeyen insanlardan da utanmaz; insandan utanmayan kimse de Allah’tan utanmaz. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Hayâ imandan bir şubedir.” (Müslim, İman, 57, 58)

Peygamber Efendimiz (asm) bir gün; “Allah’tan gereği gibi hayâ edin.” buyurdular. Bunun üzerine yanında bulunan sahabeler: “Ya Resulallah! Elhamdülillah biz Allah’tan hayâ ediyoruz.” deyince, Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdular:

“Allah’tan hakiki olarak hayâ etmek; başı ve içindekileri haram olan şeylerden korumak, haram yemekten ve zinadan sakınmak, ölümü ve dünyanın fani olduğunu düşünmektir. Ahiret mutluluğunu isteyen kimse, dünya ziynetlerine önem vermez. İşte böyle yapan kimse, Allah’tan hakkıyla utanmış olur.” (Tirmizî, Kıyâmet 25)

Buna göre, kişi dinleyip, görüp öğrendiğinden, yiyip  içtiğine kadar her şeyin Allah'ın rızasına uygun olmasına dikkat etmelidir, gerçek hayâ budur. Zîra başın taşıdıklarından ağız, göz, kulak, dil gibi maddî ve zâhirî; hâfıza, hayâl, tefekkür gibi ruhî ve görünmez duygu ve özellikler kastedilmektedir. Yine hadiste geçen batnın ihtiva ettiklerinden maksat da mide, cinsel organ, kalp, el ve ayaklar gibi batın ve batna bağlı her şeydir. Bu uzuvların ilgili olduğu bütün fiiller buraya dahildir. Şu hâlde insan bütün organlarını helâlde kullanmadıkça hakikî hayâya eremez.

Hayânın pek çok mertebesi vardır. En üst mertebesi: Zâhiren ve bâtınen, içiyle dışıyla kişinin Allah'tan hayâ etmesidir. İşte bu, kişiye müşâhede  makamı kazandıracak olan murâkabe makamıdır.

Evet, Cenab-ı Hakk’a iman edip, emir ve yasaklarına riayet ederek nefsini ıslah edenler, onu hakiki sevenler, edep, hayâ ve iffet dairesinde hareket edip rızasına uygun yaşayanlar, Hz. Peygamber’i dinleyip itaat edenler, ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır.

Kur’an’a Karşı Edep Nasıl Olmlalı?

Her Müslüman’ın Kur'an’a karşı edeple hürmette bulunması dini bir vecibedir. Ezeli ve ebedi, sönmeyen ilahi bir güneş olan Kur'an-ı Kerim, akıl ve kalbimizi nurlandırdığı gibi, bütün kâinatı da nurlandırdı. Aynı şekilde, ahiretimizi de o aydınlatacaktır. Bu bakımdan, ona karşı en küçük bir edepsizlik ve hürmetsizlik insanı helakete götürür.

Kur’an-ı Kerim’i öğrenip öğretmek, onun emrettiği şeyleri yapıp, yasakladığı şeylerden kaçınmak, ihtiva ettiği bütün ulvi hakikatleri ferdi ve içtimai hayatımıza tatbik etmek, haber verdiği hadiseler üzerinde düşünüp ibret almak, onun kutsiyetini bütün yönleriyle anlamaya çalışmak Kur'an-ı Kerim’e karşı en büyük bir edeptir.

Kur’an’ı huzu ve huşu içinde okumak, onu dinlerken Peygamber Efendimiz (asm)’den dinler gibi dinlemek gerekir. Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz dokunmamak edeptir. Zira bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Ona tertemiz (abdestli) olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkı’a, 56/79)

Elbette ki, burada kastedilen sadece maddi temizlik değildir. İnsan abdest alarak maddi kirlerden temizlendiği gibi, akıl, kalb ve ruhunu da manevi kir olan günahlardan ve batıl fikirlerden temizlemelidir.

Bir üniversite mahiyetinde olan Enderun mektebinde öncelikle Kur’ân-ı Kerim, tecvid, akâid, ilmihâl, Arapça, Farsça, tefsir, hadis, fıkıh, kelam, sarf, nahiv, belagat, hitabet ve hikmet gibi din-i ilimler; sonra diğer ilimler okutulurdu. Bu da onların Kur’an-ı Kerim’e olan edep ve bağlılıklarını göstermektedir.

Ana Babanın En Önemli Vazifesi, Ahlaklı ve Vatanperver Evlatlar Yetiştirmektir

Ana ve babanın en önemli vazifesi, geleceğimizin teminatı olan yavrularımızı ahlaklı, edepli, vefakâr, fedakâr, çalışkan, âlicenap ve vatanperver evlatlar olarak yetiştirmektir. Bu görev ikinci olarak öğretmenlere ve âlimlere düşmektedir. Nefsi ve ahlâkî terbiye, ebeveyni tarafından, fikrî ve ilmî terbiye ise, eğitimciler tarafından verilir.

Terbiye; çocukların ve gençlerin güzel ahlâk ile yetiştirilmesidir. Peygamber Efendimiz (asm),

 “Hiçbir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha iyi bir hediye (miras) veremez.” (Tirmizî, Birr, 33),

“Bir babanın çocuğunu eğitip terbiye etmesi, maddî sadaka dağıtmasından daha hayırlıdır.” (et-Tac, 5/8) 

buyurarak, anne-babaların en mühim ve asli vazifelerinin çocuklarını güzel ahlâk ile yetiştirmek olduğunu ifade etmektedir. Zira çocukluktan başlayan bu terbiyenin ilk mektebi aile yuvasıdır. İlk muallimi ise annedir. Bu bakımdan, bir ana babanın evlatlarına bırakacağı en kıymetli ve en hayırlı servet, fazilet, marifet ve güzel ahlaktır.

Annenin vazifesi, çocuk daha anne karnındayken başlar. Bundan dolayı annenin helal ve harama çok dikkat etmesi, çocuğu haram ile beslememesi gerekir. Çünkü haramla beslenen çocuğun ne ailesine ne milletine ne de devletine bir faydası olmaz. Bilindiği üzere ilk altı yaşa kadar verilen eğitim ile çocuğun huyu ve şahsiyeti şekillenir.

Malumdur ki, her insanın yaratılışında iyiye ve kötüye, hayır ve şerre, hidayet ve dalalete kabiliyet mevcuttur. Şayet o ruh ve Allah korkusu, istikamet, iffet, takva, tevazu, hilim, edep, hayâ ve şecaat gibi güzel ahlâkla ıslah edilmezse, bayağı hislerin ve şehvanî arzuların tesiriyle hayvandan aşağı bir derekeye düşer.

Çocuk, fıtraten temiz ve günahsızdır. Onu iyilik ve güzelliklerle donatacak annedir. İyi bir terbiyeci sayesinde çocuk ileri yaşlarda manen olgunluğa ve kurtuluşa erebilir. Anne, çocuğuna özellikle dini terbiye verirken bilinçli davranmalı; korkutmadan, çocuğa kâinatın yegâne sahibi olan Rabbini tanıtmalı ve sevdirmelidir. Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetleri ona hatırlatarak, O’nun affedici, mükâfatlandırıcı, koruyucu, merhamet edici sıfatlarını telkin etmelidir. Bu bakımdan annenin vazifesi ve sorumluluğu büyük olduğu kadar zordur da. Zira memleketin geleceğine yön veren şahsiyetlerin yetiştirilmesinde en önemli görev annelere düşmektedir.

Her insanın iman, ibadet, helal ve haramla ilgili bilgileri öğrenmesi ve çocuklarına öğretmesi farzdır. Yani annelerimiz geleceğimizin teminatı olan gençleri yetiştirmede vazifeli oldukları için, evvela kendilerini İslâmi bilgilerle yetiştirmelidirler. Bu durum ihmal edilirse, annenin çocuklarına faydadan çok zararı dokunur. İslami terbiyeden ve onun ulvî hakikatlerinden mahrum olan cahil  bir anneden terbiyeli ve ahlâklı bir çocuk yetiştirmesi beklenemez.

“Beşiği sallayan el, dünyaya yön veren, tarihin akışını değiştiren eldir.”

sözü darb-ı mesel olmuştur.

Evet, ebeveynin yerine getirmesi gereken en mühim vazifelerin başında; Cenab-ı Hakk’ın kulları üzerindeki hakkını ve kulların birbirine karşı olan vazifelerini anlatmak gelir. Ayrıca çocuğa, topluma zarar veren yalan, hile, hıyanet, sefahat, hayâsızlık ve iffetsizlik gibi kötü ahlâkın zararlarını da anlatmaları gerekir. Çocuğun terbiyesinde en birinci gaye, Allah ve Peygamber sevgisini onların kalp ve ruhlarına nakşetmektir. Çocuğun seviyesine uygun ibret verici hikâyeler ve güzel menkıbelerle bu sevgiyi tekid ve teyit etmek gerekir.

Çocuklar, evin içinde görüp işittiklerini bir fotoğraf makinesi gibi alarak kendi hayatlarına uygularlar. Bu yönden anne ve babalar çocuklar için modeldir. Çocukların müspet veya menfi davranışları, anne ve babasının hareketlerinden kaynaklanır. Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmaktadır: 

“İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih evlat.” 

Bu hakikate binaen hayırlı bir evladın güzel hasletlerinden dolayı anne babasına sevap yazılır.

Edep ve hayâdan mahrum olan bir kimsenin evladı, faziletli ve edepli olursa, babasının ayıp ve noksanlıklarını örter. Aksine bir baba ne kadar şerefli ve faziletli olursa olsun, eğer onun evladı edepten mahrum ise, babasının izzet ve şerefini yıkar ve perişan eder.

Evet, edep, hayâ ve iffetten mahrum olan ailelerden metin ve kavi bir millet teşekkül edemez. O hâlde, nesl-i cedidi dinin elmas zinciriyle bağlamak, edep ve hayâ ile teçhiz etmek lazımdır ki, istikbalimizi sağlam temeller üzerine bina edelim. Öyle ise, en büyük himmet ve gayret, insanın ıslahına, terbiyesine, ahlâk ve faziletinin tekmiline sarf edilmelidir. Bozulan bütün içtimai çarkların yenilenmesi ve hayat bulması için tedavi, kalp ve dimağdan başlatılmalıdır.

Evet, beşeriyetin terbiyesi, kalbin iman ile tenevvürüne, fikrin de ilimle terakki ve tealisine bağlıdır. Zira akıl ile kalbin, ilim ile inancın imtizacı zaruridir ki, âlicenap hassas ruhlar, fazıl dimağlar, ateşin kalpler, ahlâklı ve necip simalar yetiştirilebilsin.

Gençlerin faziletli, ahlaklı ve edepli yetişmelerinde ikinci vazife ise eğitimcilere düşmektedir. Bu vadide en büyük vazife ve mesuliyet öğretmenlerimize düşmektedir. Eğitimcilerimizin, ilimde muktedir, dinde salâbetli, talebelere şefkatli, gayretli ve güzel ahlâkta örnek ve ciddi bir tesir icra edecek güçte olmaları lâzımdır ki, bu hasletler, öğrencilere sirayet etsin, onlara güzel örnek olabilsinler. Böylece millet ve vatanını seven, tarihine, kültürüne, örf ve an’anelerine sımsıkı bağlı, yüksek ahlâk sahibi, faziletperver, yüce idealler peşinde koşan ve himmetini sadece milletinde bilen bir nesil yetiştirmek mümkün olabilir. İşte o zaman Milli Eğitimimizden, hasretini çektiğimiz, mahir sanatkârlar, müdakkik âlimler, mütehassıs mütefenninler, dirayetli devlet ricali, müdebbir hükümet adamları, büyük dâhi mütefekkirler, vatanperver şairler zuhur eder.

İlave bilgi için tıklayınız:

ÂDÂB

HAYÂ

15 Her türlü adapların var olduğunu ve bunların sünnet olduğunu söylüyorlar. En azından yemek, tuvalet, tırnak kesmek, temizlik gibi âdâb-ı muaşeret ve temizlik kuralları hakkında bilgi verir misiniz?..

YEMEK ÂDÂBI

İslâm açısından yemek yeme sırasında uyulması gereken ahlâk ve sıhhî kurallar.

İslâm dini, Müslümanın günlük hayatının düzenli bir şekilde olmasını istemiş ve bu hususu Kur'ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerle açıklamıştır.

Günlük yaşayış hakkında Peygamber Efendimiz (asm)'den rivayet edilen hadislerden pek çoğu yemek âdâbına dâirdir. Rasûlüllah (asm) her işine Allah Teâlâ'nın ism-i şerifini zikrederek başlamayı severdi. Bu mübarek âdetleri, yemeğe başlarken de aynıydı. Yemekten evvel ellerini yıkamayı ihmal etmez, sağ eliyle ve önünden yerdi. Başlarken "Bismillâh" veya "Bismillâhirrahmânirrahîm" derdi (Buhârî, Et'ime, 2). Hz. Peygamber (asm), yemeğe başlarken besmele çekmeyi unutan kimsenin "Bismillâhi evvelehü ve âhırehü" demesini tavsiye buyurmuştur (Ebû Dâvud, III, 475).

Hz. Peygamber (asm) yemeğin önünden yenmesini isteyerek, aynı tabaktan yemek yenilen bir sofrada, başkasının önüne uzanmanın çok çirkin olduğunu belirtmiştir. Sahabe,

"Yâ Rasûlüllah! Yiyoruz da karnımız doymuyor." diye sorduklarında, Hz. Peygamber (asm)

"İhtimal ki ayrı ayrı yiyorsunuz." buyurdu;

"Evet!.." karşılığını verdiklerinde Peygamber Efendimiz (asm),

"Bir arada yeyiniz; besmele çekiniz, yemeğiniz bereketli olur." buyuruyorlar (Ebû Dâvud, İmâre, 20).

Yemek âdâbı konusunda dikkat edilmesi gereken diğer hususlar, maddeler halinde şöylece sıralanabilir:

a. Lokmayı, ağıza göre almalı ve iyice çiğnedikten sonra yutmalı;

b. Lokmayı, yutmadıkça ikinci lokmayı el uzatmamalı;

c. Ekmeği dişlerle koparmamalı;

d. Ağızda ekmek varken kimse ile konuşmamalı;

e. Yemeğin soğutulması için içine üflememeli;

f. Başkalarını tiksindirecek, iğrendirecek davranışlarda bulunmamalı;

g. Başkalarının lokmasına ve yemesine bakmamalı;

h. Lokmayı ağıza koyarken, başı tabağa doğru uzatmamalı;

ı. Yemekte israf etmemeli, lokmayı ve verilen yemeği bitirmeye çalışmalı;

i. Ağızdan bir şey çıkarmak gerekirse, yüzü sofradan çevirmeli ve o şeyi sol el ile olmalı;

j. Koparılan lokmayı yemeklerin içine banarken dikkat etmeli, parmakların yemeğe girmemesini sağlamalı;

k. Toplu yemek yenirken, herkesin yeyip bitirmesini beklemeli, daha önce sofradan el çekilmemeli ve kaldırılmamalı;

l. Yemeğe önce yaşça veya mevki yönüyle büyük olan kişinin başlamasını beklemeli;

m. Sokaklarda ve ayakta ekmek yememeğe dikkat edilmeli;

n. Ekmek kırıntılarının nimet olduğunu unutmamalı ve onlara gereken özen gösterilmeli;

o. Yemek yeme işi bitince Allah'ın verdiği bunca nimete karşı bir şükür ifadesi olarak dua etmeli veya kısaca "Elhamdülillah" demeli ;

ö. Yemekten sonra eller iyice yıkanmalı, dişler fırça veya misvak ile temizlenmelidir.

TUVALET ADABI

1. Lafza-i Celâl yazılı yüzük ve Kur'an ayetleri ile tuvalete girilmez. Yüzük avuç içine çevrilebilir. Ayetler naylona sarılabilir.

2. Tuvalete girmeden önce “Euzü Besmele” çekmeli, çıkarken “Elhamdülillah” demelidir.

3. Tuvalete girmeden önce çoraplarımızı çıkarmalı, pantolonumuzu suyun sıçramayacağı kadar katlamalıyız.

4. Allah ve Peygamber ismi yazılı bir şey yanında bulundurmamalıdır.

5. Tuvalete sol ayakla girmeli sağ ayakla çıkmalıdır.

6. Kıbleye, aya, güneşe karşı önünü ve arkasını dönmemeli, konuşulmamalı zikredilmemeli.

7. Tükürülmez ve sümkürülmez.

8. Def-i hacet yaparken avret mahalline ve pisliğe bakılmaz.

9. Otururken sol tarafa meyletmelidir.

10. Tuvalet taşını ve tuvaletin kirli taraflarını temizlemelidir.

11. Tuvalet taşına dışkı ya da sidik gibi şeyleri bulaştırmamalıdır.

12. Taharet yaparken su ile temizlenmelidir.

13. Ayakta bevl edilmemelidir.

14. Def-i hacet anında mukaddes şeyler düşünülmemlidir.

15. Çıkarken tuvalet mahalli temiz bırakılmalıdır.

TIRNAK KESME ADABI

Tırnak kesmenin belirli bir günü yoktur. Gerektiği her an (yani uzayınca) kesilebilir. Önce ellerinkini, sonra ayaklarınkini kesmek, ellere sağ elin işaret parmağından başlayıp, eller avuç içleri birbirine gelecek şekilde birbirine yapıştırıldığında parmakların oluşturduğu daireyi sağa doğru giderek tamamlamak, sonra sağ ayağın küçük parmağından başlayıp sol ayağın küçük parmağında bitirmek müstehap görülmüştür. (Hattâb es-Sübkî, el-Menhel I/189) Gazalî'nin söyledigi budur.

Bu konuda görüşler vardır. Efdal olan, tırnakların haftada bir kesilmesidir. Onbeş güne kadar bırakmasında da bir mahzur yoktur. Kırk günü aşması ise, harama yakın (tahrîmen) mekruhtur.

Ama tırnakları çok uzayıp, sınırı aşmayacaksa, bekleyip cuma günü kesmek (özellikle camiye gidecek erkekler için) müstehaptır. Bu konuda Fetâvây-i Kâdihân'da şöyle denir:

"Bir adam tırnak kesmek ya da saç traşı olmak için, cuma gününü belirlese; başka günlerde de bunun câiz olduğunu kabul etmekle beraber, cumaya kadar beklemesi tırnak kesmeyi çok geciktirmiş olsa, bu mekruh olur. Çünkü tırnakları uzun olanın rızkı kıt olur. Eğer çok geciktirmiş olmayacaksa ve cumayı hadîsin tavsiyesine uymak için bekliyorsa bu müstehaptır. Çünkü Aişe Validemizden nakledildiğine göre, Rasûllullah Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: "Kim cuma günü tırnaklarını keserse, Allah onun öbür cumaya kadar ve üç gün daha fazla belâlardan korur." [Kadihân (Hindiyye kenarında) NI/411; Hindiyye V/358 Benzer hadisler için bk. el-Hindî, Kenzu'I-ummâl VI/656 659.]

TEMİZLİK

Bedenin ve ruhun maddî manevî pisliklerden uzak tutulması.

İslâm, Müslümanları bazı görevleri yerine getirmekle mükellef tutmuştur. Bu görevlerden bir kısmı Müslümanın ruhi yönünü bir kısmı da maddî yönünü ilgilendirir. Dinin kesinlikle yerine getirilmesini istediği bedenî görevlerin aksatılması, vücudun çeşitli rahatsızlıklara yakalanması ve dinî-ahlakî görevlerin yapılabilme güçlüğünü ortaya çıkarır. Bunun için bedenî görevleri titizlikle yerine getirmek, sağlıklı ve her an her türlü görevleri eksiksiz yapabilecek bir beden yapısına sahip olmak, ahlakî bir yükümlülüktür.

Bedenî görevlerin başında temizlik gelir. Nitekim bir ayet-i kerimede Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:

"Orada (Mescid-i Kuba'da) günahlardan ve pisliklerden temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever." (Tevbe, 9/108).

Ayetten de anlaşılacağı gibi, sadece gözle görülen maddî kirler değil, günah ve kötülükler gibi manevî kötülükler de pis sayılmış ve Müslümanların bunlardan arınmaları istenmiştir. Peygamber (asm)'in "Temizlik imanın yarısıdır."(Müslim, Tahare, 1) buyurması da temizliğin önemini gösterir.

Temizliği; beden temizliği, yiyecek-giyecek temizliği ve çevre temizliği olarak ele almak gerekir. Kur'an-ı Kerîm'de de bu üç çeşit temizliğe işaret eden ayetler vardır.

a. Beden Temizliği:

Allah Teâlâ belli durumlarda Müslümanlara abdest ve boy abdesti almalarını emretmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler! Namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başınızı meshedin ve ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayın. Eğer cünüp iseniz tam temizlenin." (el-Mâide, 5/16).

Peygamber (asm)'in de hiç olmazsa haftada bir kere vücudun tamamen yıkanmasını ve her türlü kirden ve pis kokulardan arındırılmasını tavsiye ettiğini bilinmektedir.

"Ona tertemiz olanlardan başkası el sürmesin." (Vakıa, 56/79)

ayeti de Kur'an'ın ancak abdestli olarak ele alınabileceğini göstermektedir. Namaz kılmak, Kur'an okumak için abdest alınması, belli zaman ve durumlarda boy abdestinin alınması mecburiyetinin olması, Müslümanların, ister istemez her an temiz olmaları sonucunu ortaya çıkaracaktır. Kaldı ki, bir Müslümanın bedenini temizlemesi sadece abdest ve boy abdesti ile sınırlı kalmaz; gerekli gördüğü her yerde yıkanmak, yemeklerden önce ve sonra kesinlikle elleri yıkamak, özellikle ağız ve diş temizliğine dikkat etmek icab eder. Peygamber Efendimiz:

"Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler." (Buharî, Savm, 27);

"Eğer müminlere güçlük verecek olmasaydım, onlara her namaz için misvak kullanmayı emrederdim." (Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42);

"Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe bereket getirir." (Tirmizî, Et'ime, 29)

buyurmakla el, ağız ve diş temizliğine verdiği önemi göstermiştir. Bu sebeple misvak veya fırça kullanarak dişleri temizlemenin önemli bir sağlık kuralı olduğu unutulmamalıdır.

Fazla uzadıkları zaman ve bakımsız, pis bırakıldıkları zaman birer mikrop yuvası olan tırnaklarla, vücudun belli yerlerindeki kılların kesilip temizlenmesine de dikkat edilmeli, saç, sakal, bıyık her zaman taranıp düzeltilmeli ve temiz tutulmalıdır. İbadetlerle elde etmek istediğimiz gönül temizliğine giden yolun, beden temizliğinden geçtiği unutulmamalıdır.

b. Yiyecek ve Giyecek Temizliği:

İnsan yaşayabilmek için yer ve içer. Yiyecek ve içecekleri temiz ve helâl olanlardan seçmek İslam'ın emirlerindendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Ey iman edenler; size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin, şayet sadece Allah 'a ibadet ediyorsanız ona şükredin." (Bakara, 2/72).

Başka bir ayet-i kerimede de:

"Ey iman edenler! Allah 'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyin, sınırı, aşmayın. Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yeyin ve inandığınız Allah 'tan korkun." (Mâide, 5/87-88) buyurmuştur.

Besin maddelerinde iki türlü temizlik aranması gerektiğini yukarıdaki ayetler ortaya koymaktadır. Bunlar maddî ve manevî temizliktir. Maddî temizlikten maksat, yenilen şeylerin kirli olmamasıdır. Kirli olanlar temizlendikten sonra yenilebilir. İçeçeklein de pis olmamasına özen gösterilir. Kirli ve mikroplu besinlerin vücud için ne büyük tehlike teşkil ettiğini, pek çok hastalığın bu yolla vücuda girdiği bilinmektedir.

Yiyecek ve içeceklerde aranan ikinci temizlik, manevi temizliktir. Allah Teâlâ, helal olan şeyleri temiz, haram olan şeyleri pis saymıştır. Öyleyse, nasıl yıkamak, kaynatmak, pişirmek yolu ile yiyecek ve içeceklerde maddî yönden temizlenmeye çalışılıyorsa, helal olanlarını seçmek suretiyle, de onlardaki manevî temizliğe dikkat edilmesi gerekmektedir. İslâm içki ve domuz etini haram oldukları için pis saydığı gibi aynı şekilde, hırsızlıkla veya haksız kazanç yoluyla elde edilen yiyecek ve içecekleri de pis kabul etmiştir.

Yiyeceklerde olduğu kadar giyeceklerde de temizliğe dikkat edilmelidir. Vücud ne kadar temiz tutulursa tutulsun, elbiseler temiz olmazsa, bu temizliğin bir kıymeti kalmaz. Allah Teâlâ'nın Peygamber (asm)'e ilk emirlerinden biri "Elbiseni de daima temiz tut." (Müddessir, 74/4) emridir. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:

"Ey Âdem oğulları! Size çirkin (avret) yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takva elbisesi daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah'ın ayetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar."

"Ey Âdem oğullar! Her mescide gidişinizde, süslü, güzel elbiselerinizi giyin; yeyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez."

"De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti? " De ki, "O dünya hayatında inananlarındır, kıyamet günü de yalnız onlarındır." İşte biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz."
(A'raf, 7/26, 31-32).

Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Allah Teâlâ örtünmek ve süslenmek için giyecekleri insanlara bir nimet olarak vermiştir. İsrafa ve gösterişe kaçmadan, temiz ve sade giyinmek her Müslümanın görevidir. Ayrıca Peygamberimiz (asm), giyim kuşamı ile başkalarına karşı böbürlenenlerin Allah'ın rahmetinden uzaklaşacaklarını haber vermiştir (Müslim, Libas, 42-80).

Şu halde Müslüman, giyiminde temiz ve derli toplu olmaya çalışmalıdır. Pis ve pejmürde bir kıyafet yalnız giyinen için değil, çevresindekileri de rahatsız eder. Peygamber (asm)'in her konuda olduğu gibi, üst-baş ve giyim kuşam konusunda da, temizliği ve derli toplu olmasıyla, Müslümanlara örnektir.

c. Çevre temizliği:

Müslüman, yediği, içtiği ve giyindikleri kadar içinde yaşadığı çevrenin de temiz olmasına dikkat eder. Bu önemli bir ahlakî sorumluluktur. Başta evler olmak üzere, sokaklar, mahalleler, köy ve kasabalar mutlaka temiz tutulmalıdır. Eğitim kurumları, fabrikalar, dükkanlar, camiler temiz tutulmalıdır .

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"İbrahim ve İsmail'e: "Tavaf edenler, orada ibadet amacıyla oturanlar, rüku ve secde edenler için Evimi (Kabe'yi) temizleyin!" diye emretmiştik." (Bakara, 2/135).

"Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri ve pisliklerden temizlenenleri sever." (Bakara, 2/222).

Çevre temizliği sadece kişileri ilgilendirmez, toplumsal bir konudur. Burada fertlerin karşılıklı hak ve görevleri söz konusudur. Meselâ; yola çöp atan veya çekinmeden tükürüp geçen; dinlenmek için gittiği gezinti yerlerinde yeyip içtiklerinin artıklarını çevreye saçan; işyerinin etrafını artık maddelerle kirleten bir kişi, yalnız çevresini kirletmiş olmakla kalmaz, kirlettiği yerlerde yaşayan veya o yerlerden yararlanan insanlara karşı da haksızlık yapmış, terbiyesizlikte bulunmuş olur. Bunun için çevre temizliğini aynı zamanda toplumsal bir görev olarak değerlendirmek ve bu konuda çok titiz davranmak Müslümanlar için bir yükümlülüktür.

Resulullah (asm) buyurmuştur: "

"İnsanların çoğunun aldandığı (yani değerini bilmediği) iki nimet vardır: Sağlık ve boş vakit." (Buharî, Rikak, 1)

  Gerçekten de çoğu zaman insan ancak hastalandığında sağlığın kıymetini anlar. Buna meydan vermemek, sonunda pişman olmamak için hastalık gelmeden tedbirinin alınması gerekir. Sağlığın ilk şartı hastalıklara karşı en önemli tedbir olan temizliğe riayet etmektir.

Özetle Müslüman; üstü-başı, çevresi, yiyeceği ve giyeceği ile temiz, derli-toplu, intizamlı olmaya ve böylece Allah Teâla'nın rızasını kazanarak O'nun sevgili kulları arasına girmeye çalışır. Bu onun en önemli ahlakî görevidir. Bu görevini kesinlikle aksatmamalı ve dikkatli bir şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır. (Ayrıca bk. "Abdest", "Gusül","Taharet" mad.).

İlave bilgi için tıklayınız:

MUÂŞERET

ÂDÂB

16 Kadının erkeğe / erkeğin kadına selam vermesi, yani namahrem olan (birbirine nikâh düşen) kadın ve erkeğin selamlaşması caiz midir?

Ebu Hanîfe ve arkadaşlarına göre, kadınların ilk olarak erkeklere selam vermesi caiz değildir. Çünkü kadınlar ezan, kamet, açıktan Kur'an-ı Kerîm okuma gibi faaliyetlerden menedilmişlerdir. Yalnız mahrem hısımlar bunun dışındadır. Bunlara onların selam vermesinde bir sakınca bulunmaz. Bu duruma göre, ünsiyet nedeniyle önce bir erkek selam vermişse, kadın bu selamı alabilecektir.

Malikîler selamlaşma konusunda genç kadınla yaşlı arasında ayırım yapmışlardır. Dayandıkları delil, "kötülüğe giden yolu kapama (seddü'z-zerîa)" prensibidir.

Hz. Peygamber (asm)'in mahremi olmayan kimi kadınlara selam verdiğini yada onların selamını aldığını gösteren uygulama örnekleri vardır.

Esma binti Yezîd (r. anha) Allah'ın Rasulünün (asm) bir kadınlar topluluğuna uğradığını ve kendilerine selam verdiğini nakletmiştir. (Ebü Davud, Edeb, 127.) Diğer yandan fetih yılında, bir gün Hz. Peygamber (asm) evde boy abdesti alıyor ve kızı Fatıma (r.anha) da onu örtüyordu. Bu sırada Ebu Talib'in kızı Ümmü Hanî içeri girip selam verince, Nebî (asm) onun kim olduğunu sormuş ve kendisine "merhaba" demiştir. (Buharî, Gusl, 21, Salat, 4, Edeb, 94; Müslim, Hayz, 70, Müsafirin, 82; Tirmizî, İsti'zan, 34: Nesaî. Tahare. 142.)

Bir gün Hz. Peygamber (asm), eşi Aişe (r.anha) ile birlikte bulunurlarken yanlarına Cebrail (a.s) gelmişti. Hz. Peygamber, eşine; "Bu Cebrail (a.s)'dır, sana selam veriyor." buyurunca Hz. Aişe (r.anha), "Ve aleyhi's-selam (ona da selam olsun)" diyerek selamı almıştır. (Buharî, Bed'u'l-Halk, 6, isti'zan, 16, 19; Müslim, Fazailu's-Sahabe, 90, 91; Tirmizî Menakıb, 62, isti'zan, 5.)

Benzer selamlaşma uygulaması kimi sahabe erkek ve kadınları arasında da olmuştur. Yukarıda, Hz. Ömer (ra)'in, Rasülullah (asm) adına biat almak üzere gittiği kadınlar topluluğuna selam verdiğini ve kadınların da onun selamını "merhaba" diyerek aldıkları belirtilmiştir. (A. b. Hanbel, V/85, VI/409.) Diğer yandan Muaz b. Cebel (ö. 18/639) Yemen'e vali olarak gidince, yanına on iki çocuğu olan bir kadının gelerek selam verdiği nakledilmiştir. (A. b. Hanbel, V/239.)

Ashab-ı kiramdan kimileri ise; erkekler kadınlara selam verebilir, fakat kadınlar onlara selam veremez, demişlerdir. Bununla birlikte Abdullah b. Ömer (r.a.)'in bir kadına rastlayınca selam verdiği, Ata b. Ebî Rabah'ın ise (ö. 115/733), "kadınlar genç olursa selam verilmez" dediği nakledilmiştir. (bk. Yusuf el-Kardavî, Fetava, II/274.)

Yukarıdaki deliller dikkatlice incelendiğinde mahrem olmayan kadınlarla selamlaşmanın, ya kadınların topluluk halinde olması veya kadınla ünsiyet bulunması yahut da bir iş veya bir ihtiyaç nedeniyle bir araya gelme gibi durumlarda yapıldığı görülür.

Kimileri kadınlarla selamlaşmayı, onun sesinin erkeklere haram olması yüzünden yasaklama yoluna gitmişlerdir. Ancak zaruret veya ihtiyaç hallerinde ve normal zamanlarda kadının sesinin erkeğe haram olduğunu bildiren doğrudan bir ayet veya hadis yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (asm)'in aileleri için Allah Teala,

"Peygamberin hanımlanndan bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin." (Ahzab, 33/53.)

buyurur. Sahabe erkekleri Hz. Aişe (r.anha) veya Hz. Peygamber (asm)'in diğer eşlerine bir şey sorar veya bir şey isterlerse, onlar perde arkasından cevap verirlerdi. Bunun gibi pek çok sahabe hanımı günlük hayatta alma, verme, sorma, cevap alma, selam ve konuşma tarzlarında erkeklere muhatap olmuş, bunlardan hiçbirisi "Sus, senin sesin erkeklere haramdır!.." dememiştir.

Ancak bu konunun da fitne tehlikesi ve İslamî edeple sınırlı olduğunu unutmamak gerekir. Bu yüzden yaşlı veya toplu haldeki kadınlara, ya da amca, dayı eşi yahut bunların kızı gibi aile içinde ünsiyet bulunan hısımlara selam verip almada herhangi bir fitne tehlikesi yoksa da, tek başına bulunan genç kız ve hanımlara selam vermede böyle bir tehlikenin yokluğundan söz edilemez.

Diğer yandan selamlaşma edebiyle ilgili olarak da şunlar söylenebilir. Binitli olan yürüyene, küçük büyüğe, az olan topluluk çok olan topluluğa, yukarıda bulunan aşağıda olana selam verir. Namaz kılana, yemek yemekte olana, tuvalette bulunana ve içki-kumar gibi bir haramı işlemekte olana selam verilmez. (bk. Buharî, İsti'zan, 3-7, 11; Müslim, Edeb, 46, Selam, 1; Ebu Davüd, İsti'zan, 6; Tirmizî, İsti'zan, 14; A. b. Hanbel, III/44, 444, VI/19, 20)

17 Gülme, tebessüm, kahkaha gibi konularda dinimizin tavsiyeleri nelerdir?

Cevap 1:

Klasik kaynaklarda genellikle, "sevin­cin veya psikolojik açıdan rahatlamanın bir ifadesi olarak, dişler görünecek bi­çimde yüzün gerilmesi" şeklinde tarif edilen gülmenin hafif derecede olanına tebessüm, yüksek sesle olanına kahka­ha denildiği belirtilir (Râgıb el-lsfahânî, el-Müfredât, "dhk" md.)

Kur'ân-ı Kerîm'deki bazı örneklerden, insanın sevindirici bir haber, ilginç bir gelişme karşısında gülmesinin tabii olduğu anlaşılmaktadır. (Kindî. Resâ'il, I, 126) Güldürenin de ağlatanın da Allah olduğunu ifade eden âyet (Necm, 53/43) hem gülme ve ağlamanın tabiiliğini, hem de aynı varlıkta zıt tabiatları yaratan kudretin büyüklüğünü belirtmektedir.

Gülmenin bir alay ve aşağılama ifadesi olduğuna işaret eden âyetler de vardır. (Mü'minûn, 23/ 109-110; Zuhruf, 43/47; Necm, 53/ 59-60) Dünyada müşrikler alaycı tavırlarla müminlere gülmüşlerdi; âhirette ise gülme sırası müminlere gelecek (Mutaffifîn, 83/29-36) ve o gün bazı yüzler gülerken bazı yüzleri keder kaplayacaktır. (Abese, 80/38-41)

Gülme, insana has bir davranış olarak aynı zamanda insan karakterini belirleyici bir nitelik ve beşerî ilişkilerde sıkça görülen bir tavır olmasından dolayı, İslâm ahlakıyla ilgili kaynaklar bu kavramı inceleme konusu yapmıştır. Hz. Peygamber (asm)'in nükteli sözler, ilginç çelişkiler, sürpriz gelişmeler ve diğer bazı hareketler karşısında tebessüm ettiğine ve güldüğüne dair hadisler vardır. (bk. Wensinck, el-Muccem, "bsm", "dhk" md.leri) Bu hadisler, onun yumuşak tabiatının yanı sıra hoşgörüsünü de yansıtmaktadır. (bk. Buharî, "Edeb", 68: "Fezâ'ilü aşhâ-bi'n-nebi", 6; Müslim, "Fezâilü's-sahâ-be", 22)

Ancak söz konusu hadislerde Resûl-i Ekrem (asm)'in gülmesinin tebessüm şeklinde olduğu, ayrıca güler yüzlü oluşuyla yanındakilere sevinç ve huzur verdiği belirtilir. (Buhârî, "Edeb", 68; "Tefsir", 46/2; Müslim, "Fezâ'ilü'ş-şahâbe", 134; Tirmizî, s. 120-124)

Hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre, Resûl-i Ekrem (asm) genellikle beşûş çehreli, güleç yüzlü idi. Yani o, en sıkıntılı anlarında bile umumiyetle üzüntülerini belli etmez ve yanındakilere hüzün verecek bir tavır sergilemezdi. Bilhassa çok sevdiği kimselerle karşılaştığında tebessümü bir kat daha artardı. (bk. Tirmizî, Menâkıb, 10; Ebû Dâvûd, İstiska, 2)

Konuyla ilgili hadisleri de dikkate alan İslâm ahlâkçıları, gülmenin hem insan tabiatına hem de ahlâka ve edebe uygun olduğunu, fakat mizah gibi gülmede de dengeyi korumanın güç olduğunu belirtir. Bundan dolayı ahlâkçılar, normal şartlarda gülmemenin veya gülme eğilimini bastırmanın insanı sevimsizleştirdiğine, ancak çok gülmenin de kişinin şahsiyet ve vakarını zedelemek, önemli meseleleri ciddiye almamak, gaflete yol açmak gibi sonuçlar doğurduğuna, özellikle ağır şakalar yaparak, alay ve gıybet ederek gülmenin insanlar arasında düşmanlığa yol açtığına dikkat çekmişlerdir. (bk. Mâverdî, Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn, Beyrut 1978, s. 302; Gazzâlî, İhya' (Bey­rut), III, 127-132, 147; İslam Ansiklopedisi, DİA Gülme md.)

Cevap 2:

Gülümsemek, güler yüzlü olmak, az gülmek, gülünç olmak, gülmek, çok gülmek, kahkahayla gülmek, yapmacık gülmek, boş yere gülmek, alay edici, incitici ve küçümseyici gülmek, güldürmek, boş yere güldürmek fiilleri arasında farklar vardır. Bunların hiçbirisi diğeriyle aynı fiil değildir. Dereceleri ve aldıkları hükümler de ayrı ayrıdır. Bunlardan bazısı teşvik edilmiş, bazısı mübah görülmüş, bazısından ise sakındırılmıştır. Bunları sırasıyla görelim:

1. Gülümsemek, güler yüzlü olmak ve az gülmek sünnettir. Bunlarda sadaka sevabı vardır. Bunlar kalbe hayat verir. Ruha huzur verir. İnsanları kaynaştırır, insanlar arasında güven, sıcaklık ve yakınlaşma meydana getirir. Dostlukları arttırır. Düşmanlıkları öldürür, husûmeti kırar. Kırgınlıkları önler. Şeytandan gelen kini, nefreti, öfkeyi, kızgınlığı, küskünlüğü söndürür ve yok eder.

Peygamber Efendimiz (asm) gülümserdi ve güler yüzlü idi. İnsanlara somurtmazdı. Kızdığında kızgınlığını belli etmezdi. Buyurmuştur ki:

“Güler yüzle insanlara selâm vermen sadakadır.” (Câmiü’s-Sağîr, 4/1513)

“Allah yumuşak ve güler yüzlü kimseyi sever.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/503)

“Siz mallarınızla bütün insanları memnun edemezsiniz. Öyle ise, güler yüzlülüğünüz ve güzel huyunuzla onları memnun ediniz.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/661)

“Allah Müslüman kardeşine surat asan kimseye buğz eder.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/500)

“Allah’tan kork ve hiçbir iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birisine kovandan su vermek veya Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamak dahî olsa.” (Müslim, Birr, 144; Tirmizî, Et’ime, 30)

2. Çok gülmek, kahkahayla gülmek, yapmacık gülmek, boş yere gülmek, alay edici, incitici ve küçümseyici gülmek ve boş ve batıl şekilde güldürmek ise derece derece yasaklanmıştır.

“Hazret-i Peygamber (asm) çok susar, az gülerdi.” (Müsned, 5/86)

Kur’ân, gereksiz gülmeye taraftar değildir. Buyurur ki:

“Ağlayacak yerde gülüyorsunuz!..” (Necm, 53/60)

Konuyla ilgili uyarıcı hadisler ise şöyledir:

“Az gül. Çünkü çok gülmek kalbi öldürür (katılaştırır).” (Tirmizî, Zühd, 2; İbn Mace, Zühd, 19)

“Siz benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yüksek dağlara çıkar, sızlanarak Allah’a yalvarırdınız. Çünkü kurtulup kurtulamayacağınızı bilemiyorsunuz.” (Câmiü’s-Sağîr, 4/1427

“Kim gülerek günah işlerse, ağlayarak cehennem ateşine girer.” (Câmiü’s-Sağîr, 4/1534)

“İki çeşit gülme vardır: Bir gülme vardır ki, Allah sever. Bir gülme vardır ki, Allah gazap eder. Allah’ın sevdiği gülme şudur: Kişi görmeyi arzuladığı bir din kardeşiyle karşılaşır ve onu gördüğünden dolayı sevinir. Allah’ın gazap ettiği gülme ise, kişi incitici, eziyet verici, küçük düşürücü, alay edici, kaba veya batıl bir sözü hem gülmek ve hem de başkalarını güldürmek amacıyla söyler. Bu yüzden yetmiş kat cehennem uçurumundan aşağı yuvarlanır.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/1149)

“Ölüm kendisini kovaladığı halde, dünyayı kovalayan kimseye şaşarım. Kendisinden gafil olunmadığı halde, gaflete dalan kimseye şaşarım. Allah kendisinden râzı mıdır, kızgın mıdır bilmediği halde kahkahayla gülen adama şaşarım.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/1174)

“Bana az önce şu duvarın kenarında cennet ve cehennem gösterildi. Hayrın yapılmasının ve şerden kaçınılmasının önemli sonuçları olduğunu bugünkü kadar görmedim. Eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” (Buhârî, Salât, 51; Müslim, Fezâil, 134)

“Acıkmadan yemek, uyku gelmeden uyumak, şaşkınlık yaşamadan yapmacık olarak gülmek, musîbet ânında feryad etmek, nîmet ânında gayrimeşrû şekilde çalgı çalmak Allah katında büyük gazaba sebep olan şeylerdendir.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/1313)

“Allah şu altı hasleti çirkin görür:

1. Namazda lüzumsuz hareketler,
2. Sadakayı başa kakmak,
3. Orucu tehlikeye düşürecek davranışlarda bulunmak,
4. Kabirlerin yanında gülmek,
5. Cünüp olarak mescide girmek,
6. İzinsiz başkasının evine göz atmak.”
(Câmiü’s-Sağîr, 2/479)

Başkasını küçük düşürücü ve alay edici olmamak ve ölçüsüz olmamak kaydıyla ise, normal gülmeler mübahtır. Ancak katıla katıla gülmek, güldürmeyi meslek edinerek bunun için saatlerce proğram yapmak gibi aşırı tavırlar uygun değildir. Zîra aşırı gülmek şakacılığın, nüktedanlığın veya güler yüzlü olmanın değil, Allâh'tan gâfil olmanın bir netîcesi olabilir.

18 Bağnazlığın zararları nelerdir?

Bağnazlık, doğru veya yanlışlığa bakmaksızın bir fikrin savunmasını yapmak, kendi dinini, mensup olduğu düşünceyi veya ekolü her türlü düşünce ve inançtan üstün görmek, Taassup da kör bir tarafgirlik ve doğruluğu hiç araştırılmadan karşıt düşünceyi inkâr vardır.

İnsanda herhangi bir konuda oluşan aşırı sevgi ve heyecan bilgi ile değil de cehaletle desteklenirse, o konuda taassup; ilimle desteklenirse, müsamaha (hoş görürlülük) meydana gelir. Taassup sahiplerine mutaassıp denir.

Her ne kadar halk arasında mutaassıp kelimesi dindar anlamında kullanılıyorsa da, bu çok yanlış bir kullanımdır. Taassupa en çok karşı çıkan din İslâm'dır. Hz. Peygamber (s.a.s) müşrikleri İslam'a davet ettiğinde onlar, yanlış-eksik yönleri olduğunu söyleyerek değil, körü körüne atalarının dinine sarıldıkları, hiç bir araştırma ve tartışmaya girmeden kendi dinlerini üstün gördükleri için İslâmiyet'i kabul etmiyorlardı. Hak dinikabul ettirmeyen, ona karşı koyduran bu kör inada Kur'an "Cahiliyye taassubu" (hamiyyetü'l-câhiliyye) (el-Fetih, 48/26) demektedir.

Bugün de İslâmiyet hakkında yeterli ve doğru bilgisi olmayan, aksine, onun hakkında yanlış bilgilere sahip olan ve kendi bildiklerini tartışmasız doğru ve üstün kabul ederek İslâm'a karşı olan mutaassıp aydınlar olabileceği gibi, dinî heyecanları çok, fakat din hakkındaki bilgileri eksik olan mutaassıp dindarlar da olabilir.

Müslüman mutaassıp değil, hoşgörülü olmalıdır. Müsamahakâr insan, sabit fikirli değildir, medeni cesaretle fikirleri tartışabilir, doğru ile yanlışı ayırdetme gücüne sahiptir. Hakkında yeterli bilgisi olmayan şeylerde körü körüne iddia sahibi değildir. Ancak böyle davranıldığı zaman doğruyu anlatma imkanı olur. İslâm'ın yayılışında Hz. Peygamber (s.a.s) insanlara İslâm'ı hoşgörü ile anlatmış, irşadının vazgeçilmez unsuru, müsamahası olmuştur.

"(Dini anlatırken) kolaylaştırınız (hoşgörülü olunuz), zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz." (Buharî, Edeb, 80)

hadisindeki tavsiye de bunu göstermektedir.

Kur'anî nasslara ve sünnete uygun olan bağlılık taassup değildir. Zira iman, tasdik etmek; İslâm ise, hak ve doğru olana teslim olmak demektir. bu da dine bağlılık ve sadık olmak anlamını taşır ki, buna salabet-i diniyye denir.

Bilgisizlikten kaynaklanan taassup ise, inat ve muhakemesizlik üzere kuruludur. Taassup yalnız dinlerde değil, beşeri ideolojilerde de bağnazca bağlılıklar neticesinde görülmektedir. Müslüman dinine körü körüne değil bilinçli olarak bağlıdır.

(Akif KÖTEN)

19 Karım beni aldattı, nasıl ceza vermeliyim?

Eşlerden birinin zina etmesi boşanma nedenidir. Bu sebepten dolayı karısını boşayan bir erkek günahkâr olmaz.

Ancak bu konu sizin karar vereceğiniz bir durumdur. Eşinizin yaptığına yürekten pişman olup olmadığını, samimi olup olmadığını, bu hatanın tekrarlanma olasılığını ve çocuklarınızın durumunu göz önünde bulundurarak, çevrenizdeki ilim sahibi ve tecrübeli kişilerle istişare ederek karar verebilirsiniz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Boşanma nedenleri...

20 Zina etmek neden günahtır?

Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

"Onlar Allah ile birlikte başka ilaha dua etmezler. Haksız yere, Allah'ın haram kıldığı kimseyi öldürmezler ve zina da etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Ona kıyamet gününde kat kat azap verilir ve o azabın içinde alçaltılmış şekilde ebedî bırakılırlar." (Furkân, 25/68).

Ayette tevhid inancına vurgu yapılmakta, özellikle bu inançla insan hayatına saygı ve zinadan sakınma, yani iffet ve namus duygusu arasında ilişki kurulmakla da imanın ahlâk üzerinde etkili olduğu, imanla ahlâk arasında kesin bir ilişki bulunduğu ima edilmektedir. Zina ise ayette ifade edildiği gibi

"Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çok çirkin bir iş ve kötü bir yoldur." (İsrâ, 17/32)

çirkin bir iştir. Zina, insan onuruna tecavüz ve namusu çiğnemek­tir. Zina yasağının ardından "Çünkü o çirkin bir iş, çok kötü bir yoldur." denilmesi, zinanın insanın temiz fıt­ratına ve aklı selime aykırı olduğuna işaret etmektedir,

Zina: Kadın ve erkeğin iffet ve namus perdesini yırtan, aileyi teme­linden sarsan, toplumu dejenere eden, ahlâk ve fazîleti yıkan, nesli soysuzlaştıran kötü bir fiildir. Oysa Allah'a ve ahiret gününe dosdoğru imân eden kimsenin, şu dünyaya iffet perdesine leke dokundurmamak, aile yu­vasını Allah'ın muradına uygun sapasağlam ayakta tutmak, ahlâk ve fazîleti korumak, imanlı bir nesil yetiştirmek için gözlerini açtığını biliyoruz.

Asr-ı saadette Peygamberimiz (asm) Ashabıyla beraber bulunuyordu. Bir genç çıkageldi ve çok saygısızca:

- Ya Resulallah! Ben felanca kadın ile arkadaş olmak istiyorum, onunla zina yapmak istiyorum, dedi. Ashab-ı Kiram, bu durumdan çok öfkelendiler. İçlerinden gazaba gelerek genci dövmek ve huzuru Resulullah (asm)'dan çıkarmak isteyenler oldu. Bazıları bağırıştılar. Çünkü genç çok hayasız konuşmuştu. Sevgili Peygamberimiz (asm) bırakın o genci buyurdu. Resulullah (asm), genci yanına çağırdı, dizinin dibine oturttu. Gencin dizlerini kendi mübarek dizine değdirecek bir şekilde oturttu ve:

"Ey genç, birinin annenle bu kötü işi yapmasını ister misin? Bu çirkin hareket hoşuna gider mi?" diye sordu. Genç hiddetle:

"Hayır Ya Resulallah!" diye cevab verdi. Resulallah:

"Öyle ise o çirkin işi yapacağın kimsenin evlatları da bundan hoşlanmazlar." Sonra:

"Peki, bu çirkin işi senin kız kardeşinle yapmak isteseler, sever misin?" diye sorduklarında genç :

"Hayır, asla!" diyerek hiddetleniyordu.

"Şu halde insanlardan hiç kimse bu işi sevmez buyurdu." Sonra Hz.Peygamber (asm) mübarek elini bu gencin göğsüne koyarak şöyle dua etti:

"Allah'ım! Sen bu gencin kalbini temiz kıl. Namusu ve şerefini muhafaza eyle ve günahlarını da bağışla."

Genç, Resulallah (asm)'ın huzurundan ayrıldı. Bir daha günah işlemediği gibi böyle bir kötü düşünce aklından bile geçmeden yaşamış! (Müsned, V. 257)

21 İnsanları incitmeye hakkımız var mı? Kötülüklere karşı nasıl davranmalıyız?

İslam dini her türlü kötülük ve incitmeye karşıdır. Çünkü, İslam insanı insan etmeye gayret ediyor. Hakiki insaniyet mertebesine ulaştırır. Bu nedenle İslam, insanı her türlü kemalat ve güzelliğe ulaştıracak emirleri verdiği gibi, her türlü rezillikten ve çirkinlikten uzaklaştıracak fiilleri de yasaklamıştır.

Bu külli kaidelerden hareketle diyebiliriz ki, karşıdaki insanları rencide ve rahatsız eden her türlü fiil günahtır ve haramdır. Çünkü Müslümanları rencide etmek haramdır ve insanı günahkar eder. Hatta kafir bile masum ve hatasız olsa, onu rahatsız etmek İslam dininde yasaktır. Çünkü, Peygamberimiz
(a.s.m) şöyle buyurmuştur:

“Kim bir zımmiye eziyet etse, şüphesiz ben onun hasmıyım / düşmanıyım." (el-Hindî, Kenzu’l-Ummal, IV / 618; el-Camiu’s-Sağîr, I / 1210).

Hangi durumda olursa olsun incitmek caiz değildir.

Bizlere yapılan hakaretleri de bize kötülüğü emreden nefsimize verip sabretmeliyiz. Çünkü nefsin kusurlarını söylemek onu ıslah eder ve günahlara keffaret olur. İhlası elde etmeye vesile olacağı gibi insanların teveccühünü kazanmaya yönelik duyguların da izalesine sebep olur.

Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah'ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği ve nefsin meşrû olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek, hayatta elde olmadan başa gelen ve insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır.

Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlık veya gerektiği kadar sabır gösterememektir. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır.

"Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153, 155).

Sabrın sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır. Fakat sonucu tatlıdır. Hz. Peygamber (a.s.m);

"Sabreden başarıya ulaşır." (Müsned, 1/307);

"Sabır başarının anahtarıdır." (Acluni, Keşfü’l-Hafa, 2/21);

"Sabır bir ışıktır." (Müslim, Taharet 1);

"Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir." (Gazalî, İhya: 4/61);

"Sana sıkıntı veren şeylere karşı sabretmende birçok hayır vardır." (Müsned, 1/307)

buyurarak sabrın faziletini anlatmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.s);

"Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür." (Buhârî, Cenâiz, 32)

sözüyle, bir felaketle ilk karşılaştığı zamandaki sabrın önemini vurgulamıştır. Sabretmek, mahkûmiyete, meskenete ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caîz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanan kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (s.a.s) şöyle dua etmiştir:

"Ya Rabbi! Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım." (Buhari, Cihad, 25)

Bazı sıkıntılar vardır ki, kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikayet etmeden takdir-i ilâhiye razı olup sabretmek müminlerin özelliklerindendir. Nitekim Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (a.s.m),

"Sabr-ı cemil şikayet edilmeyen sabırdır."

buyurmuştur. Aslında elden bir şey geldiği zamanlarda sabırsızlık gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin bir faydası yoktur ve lüzumsuz bir harekettir.

Kur'ân-ı Kerim'in yetmişten fazla ayetinde zikredilen sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gâyesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.

Mü'minler, çoğu zaman sırf inandıkları için Allah düşmanlarının zulüm ve kötülüklerine hedef olurlar; çeşitli işkencelere uğrar, onlarla savaşmak zorunda kalırlar. İşte bu durumda sabır, mü'minin güç kaynağı, imanının koruyucusudur. Hz. Musâ (as)'a inananlara Firavun eziyet etmek isteyince onlar:

"Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür." (Araf, 7/126)

diye duâ etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz (asm) ve ilk Müslümanların, yapılan işkence ve eziyetlere nasıl sabır ve tahammül gösterdikleri bilinen bir husustur.

İbadetlerin nefsimize ağır gelen yönleri de sabırla hafifler. Böylece huzur içinde günde beş vakit namaz kılar, sıcak yaz günlerinde hiç bir sıkıntı duymadan oruç tutarız. Diğer ibadetler ve ahlâkî davranışlarda böyledir. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:

"Her kim sabreder ve suç bağışlarsa, bu hareket arzu edilen en iyi işlerdendir." (Şurâ, 42/43);

"İçinizden mücahitleri ve sabredenleri belirtelim diye sizleri mutlaka imtihan ederiz. Haberlerinizi de denetleriz." (Muhammed, 47/31).

Çoğu zaman insan nefsine uyar; Allah Teâlâ'nın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak ona zor gelir, nefse hoş gelen fena arzularını tatmin etmek ister, iyilik ve faziletlerden kaçınır. Meselâ; cebindeki parasını eğlence ve zevkleri için harcamak, bir yoksula vermekten daha hoş gelir. Bir çocuk için oyun oynamak, ders çalışmaktan daha ilgi çekici görünür. Gezip tozmak, çalışıp kazanmaya tercih edilir.

İşte bu durumda, insanın, kendisine zor gelse bile, iyi olanı, faydalı olanı seçmesi, sabır ve tahammülle onu yerine getirmeye çalışması çok güzel bir davranıştır.

Ayrıca insanlar hayat boyunca, bolluk veya yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanır, sel, deprem, yangın gibi felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ'ya isyana ve nankörlüğe sürükler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Doğrusu kim Allah'tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatı boşa, çıkarmaz." (Yusuf, 12/90).

Peygamberler sabrın en büyük örnekleridir. Çünkü onlar bütün güçlükleri sabırla karşılamışlardır. Dileğimiz Allah (c.c.)'ın bizi, "belâlarına çok sabreden ve nimetlerine çok şükreden" kullarından eylemesi olmalıdır. (İbrahim, 14/5).

Sabrın sonu selâmettir. Sabır, iman ve ibadetin, ilim ve hikmetin, kısaca bütün faziletlerin başıdır. Sabırlı insan iyi insandır. İyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa ereceklerini Allah Teâlâ haber vermiştir. Sabır zafere giden yoldur. (Asr, 103/1-3).

Peygamber Efendimiz (asm);

"Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hak sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir." (Tirmizi, Birr, 76).

"Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/307) buyurmuştur.

Ayrıca Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/ 155).

Bu ve benzeri âyetlerden Allah Teâlâ'nın insanları çeşitli sıkıntılara uğratarak imtihan ettiğini ve bu imtihanı sabredenlerin kazandığım öğreniyoruz.

Sabırla bütün zorluklar halledilmekte, her türlü engel aşılmaktadır. Onun için atalarımız: "Sabırla koruk, helva olur." demişlerdir.

Hz. Peygamber (asm) şöyle buyuruyor:

"Mü'minin işi hayrete şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu özellik yalnız mü'mine özgüdür. Zira sevinirse şükreder. Bu ise onun için hayırlıdır. Başına belâ gelirse sabreder. Bu da onun için hayırlıdır." (Riyâzüs-Sâlihin, 1/54).

Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Allah'ın dinini tebliğ ederken hepsi çeşitli sıkıntılara uğramış, kendilerine eziyet edilmiş, yurtlarından çıkarılmış. Hükümdarlar tarafından zindana atılmış ama onlar daima sabretmişlerdi. Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayet-i kerime vardır. Rasulullah (asm)'ın hayatı ise baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her Müslümana düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allahtan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.

22 Ahlâk kavramını ve "Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." hadisini nasıl anlamalıyız?

Ahlâk; huy, tabiat, seciye, insanın manevî nitelikleri, tutum ve davranışları gibi manalara gelir.

İnsan denilince akılda iki kavram birlikte canlanır: Beden ve ruh. Beden için “suret”, ruh için ise “sîret” tâbirleri kullanılır. Meseleyi yaratılış açısından ele aldığımızda, bedenin yaratılışına “halk”, ruhunkine ise, “hulk” tâbir edilir. Hüsn-ü hulk, yahut hüsn-ü sîret terkipleri insanın bu iç dünyasının güzelliğini ifade ederler.

Yaratılış itibariyle insanın sureti de güzeldir, sîreti de. Ne bedeninde noksan yahut fazla bir organ vardır, ne de ruhunda gereksiz bir sıfat, bir lâtife, bir his... Organları arasında tam bir uygunluk olduğu gibi, hissiyatı arasında da mükemmel bir âhenk mevcuttur.

Öyle ise, güzel ahlâk yahut kötü ahlak derken neyi kastediyoruz? Bu soru ile beraber karşımıza insan ruhunun en belirgin bir özelliği olan “cüz’î irade” çıkıyor. İnsan kendi iradesini doğru yahut yanlış kullanmakla, iç âlemini ya daha da güzelleştirebiliyor, yahut büsbütün bozup mahvedebiliyor.

Dış güzelliğe özenmekte hemen herkes müşterek. Bunun ölçüsü de insandan insana pek fazla farklılık göstermiyor. Aynanın karşısına geçildiğinde, yüzün herhangi bir yerinde bir is, bir karartı varsa bunun güzelliği bozduğunu herkes biliyor. Ruh güzelliğinde, ruhu güzelleştirmede ise, bu hassasiyeti, bu görüş birliğini göremiyoruz. Niçin mi? Çünkü tercih edilen aynalar farklı.

“Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (bk. Muvatta, Husnü'l Halk, 8; Müsned, 2/381) hadisine gelince: 

Bilindiği gibi, her peygamber (a.s.) kendi ümmetine güzel ahlâk dersi vermiş, onları Allah’ın râzı olacağı ahlâk modeline göre yetiştirmeye çalışmıştı. Peygamberimiz (asm.) ise, bu güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildi. Yâni, Âdem aleyhisselam ile başlayan bir dersin, en mükemmel tarzını göstermek, en ileri seviyesini vermek için vazifelendirildi. Zira en büyük ilâhi ferman Ona (a.s.m.) nazil olmuştu.

Hadis-i şerifteki “tamamlama” kelimesi üzerinde dikkatle durmak gerekiyor. Bilindiği gibi yarım olan, eksik olan şey tamamlanır. Hiç varlığından söz edilmeyen bir şeyin tamamlanması da bahis konusu olmaz. O halde, ortada güzel ahlâkın bazı esasları mevcut, ama noksan demektir.

Semavî dinlerin tesiriyle, birçok cemiyette yalan ayıplanır, zina yasaklanır, hırsızlık cezayı gerektirir, dedikodu hoş görülmez. Bütün bunlar İlâhî iradeye uygundur ve bütün bunlar Kur’an ahlâkından bazı şubelerdir. Ama bu kadarı kâfi değil. Kur’an-ı Kerim’deki bütün emir ve yasakları, bütün teşvik ve tehditleri birlikte nazara almamız ve güzel ahlâkın ancak bütün emirlere uyma ve bütün yasaklardan sakınma ile tahakkuk edebileceğini kabul etmemiz gerekiyor.

Şu âyet-i kerimeyi ibretle okuyalım:

“Allah, şirki (kendisine ortak koşulmasını) elbette bağışlamaz. Ondan başka günahları, dilediği kimse için bağışlar.” (Nisâ, 4/48)

Güzel ahlakın en önemli şubeleri iman ve tevhittir, Allah’a inanmak ve Onun birliğini kabul etmektir. Allah’ın hukukuna en büyük tecavüz şirktir, yani Allah’a ortak koşmaktır. Bu suçu işleyen bir insan, dünyada tövbe edip bu batıl yoldan dönmedikçe, ahirette kesinlikle affedilmiyor. Bir başka ifadeyle, cennete kesinlikle giremiyor. Bu cinayeti işleyen bir insan artık, diğer insanlarla nasıl iyi geçinirse geçinsin, onlara ne kadar centilmence davranırsa davransın, kul hakkına riayette ne derece hassas olursa olsun güzelleşemiyor; Allah indinde güzel olamıyor ve güzellerin diyarı olan cennete adım atamıyor.

Burada çok önemli bir İslâmî kuralı birlikte hatırlayalım: “Allah için muhabbet ediniz. Allah için buğz ediniz.” Bu prensipten alacağımız dersle, biz de Allah’ın sevdiği kimseleri sevecek, ancak onlara “iyi”, “güzel”, “ahlâklı” diyebileceğiz...

Ona karşı en büyük ahlâksızlığı yapan kimseleri, hoşumuza giden bazı sıfatlarının hatırına, ahlâklı kabul etmeyeceğiz. O müspet sıfatların hakkını vereceğiz, ama, o kimselerin ahlâkının kemâle ermemiş olduğunu, “güzel ahlâkı tamamlamak” üzere gönderilen Peygamberimizin (asm.) terbiyesi altına girmedikleri sürece, bunun mümkün de olamayacağını çok iyi bileceğiz...

Bütün müminlerin annesi Hz. Ayşe’ye (r.a.) sorarlar: Resûlullah’ın (asm.) ahlâkı nasıldı? Aldıkları cevap şu olur:

“Siz Kur’anı okumadınız mı? Resûlullah’ın (asm.) ahlâkı Kur'an’dı.” (Müslim, Müsafirun, 139)

Bu ibretli sözlerle, Müslüman’ın hangi aynanın karşısına geçip, ruhuna çekidüzen vereceği, huylarını ayarlayacağı, sıfatlarını, kabiliyetlerini tanzim edeceği ortaya konulmuş oluyordu. Bu ayine Kur'an’dı ve Cenâb-ı Hakk’ın kullarında görmek istediği ahlâk da Kur’an ahlâkıydı. Kur’an-ı Kerim’de bize bu ahlâkı ders veren birçok âyet mevcut.

“Allah muhsinleri sever.” âyetini okuyan bir mü’min, düşkünleri korumaya, açları doyurmaya, mânen gıdasız kalmışların imdadına ilim ve irfanla koşmaya çalışır.

“Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme. Çünkü sen asla arzı (yer küreyi) yaramazsın. Ve boyca da dağlara erişemezsin.”(İsra, 17/37)

fermanını okuyan ve “Allah mütekebbirleri sevmez.” âyetini dinleyen bir insan kibri bırakır, tevazua yapışır.

“Allah tevekkül edenleri sever.” âyetinden ders alan bir mü’min, şikâyeti, itirazı, hırsı bir yana atar. Sebeplere teşebbüs ettikten sonra, artık, “elbette, mutlaka, illâ” demez; “İnşallah, nasipse, hayırlısıyla” der. Kalbi kararsızlıktan ve endişeden kurtulur; rıza ve teslimiyetle dolar. Misâlleri çoğaltabiliriz. 

23 Karısını zina ederken yakalayan kişinin, karısını ve onunla zina edeni öldürmesi caiz midir?

Zinayı ispatta dört şahit şartı aranır... Bununla birlikte burada pek önemli bir nokta vardır. Bir kişi bir zinayı görecek olursa, o bir yabancının zinası olduğu takdirde kendisine bir ar gerektirmeyeceğinden, gizlemesi daha uygun olur. Fakat zevcesi olduğu takdirde ar gelir, nesebi bozulur, sabredemez, o halde başka şahit bulmak da mümkün değil gibidir. Bundan dolayı burada şöyle bir soru vardır:

Rivayet edildiğine göre kazif âyeti indirilip okunduğu zaman Ensar'dan Sa'd b. Ubâde ve Asım b. Adiy, birisi ayağa kalkıp,

"Bir adam karısı ile birisini görse ne olacak? Dava etse seksen değnek vurulacak ve şehadeti reddedilecek, fasıklığına hükmolunacak; vurup öldürürse katlolunacak; dört şahit bulup getirinceye kadar ise işini bitirecek, bir açıklık getir Allah'ım!" dedi.

Çıkar çıkmaz damadı Hilâl b. Ümeyye veya Uveymir kendini karşıladı, "Ne var?" dedi. "Şer var, karımı Şüreyk b. Semha ile buldum." dedi ki, amcası oğlu idi. "Vallahi dedi bu benim sualim, ne çabuk mübtela oldum." Bunun üzerine ikisi bir Resulullah'a vardılar, haber verdiler. Resulullah kadını getirtip sorguya çekti, kadın inkâr etti, ashab toplanmıştı. Koca, önceki ayet gereğince kazif cezasına mahkum olacaktı. "Gözlerimle gördüm, kulaklarımla dinledim, Allah biliyor ki ben doğruyum, ancak hakkı söyledim, herhâlde Allah'ın buna açıklık getireceğini ümid ederim." diyordu.

Derken Resulullah (asm)'a vahy gelmeye başladı, ashab bunu işaretlerden tanıyorlardı, hepsi sustular, beklediler, o zaman şu Liân âyetleri indirilmişti ki kazf âyetinin genelinden bir istisna niteliğinde ve özellikle kocaların kendi zevcelerine kazfi hakkındadır:

"Kendi zevcelerine zina isnat edip de kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, yani o eşlerden herhangi birinin kazif cezasından kurtulması için, şeran dikkate değer bulunacak meşru ve uygun şehadeti kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesidir." (Nur, 24/6-7)

Yani şehadet ederim, billahi hiç şüphesiz ona attığım sözde kesinlikle doğruyum, diye tekrar tekrar dört kere yemin etmesidir.

"Beşincisi de eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir."

Yani beşinci defa da böyle şehadet edecek: Eğer o zina isnadında bulunmada ve şehadette yalan söyledi ise Allah'ın laneti muhakkak üzerine olsun, diyecek ki bu, bir yemin-i münakidedir. Bu ayette ilahi kelâmın üslubu dikkat olunursa, kocanın yalanı takdirinde Allah tarafından lanete uğratılmasını ifade eder bir şekildedir. Nitekim Resulullah (asm) da bu beşinci "mucib, yani gerekçedir" buyurmuştur.

Koca böyle beş kere şehadetle liân yapınca kazif cezasından kurtulur, ithamı karısına yönelir. Zevceden de azabı, yani o dünyada verilecek azabı -ki sonu evliler hakkında zina cezasının neticesi olan recimdir- o zevcenin kendisinin şöyle şehadet etmesi üzerinden kaldırır:

Kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitlik etmesi, beşincisi de eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi, yani koca, sözünde doğru ise Allah'ın gazabını zevce kendi üzerine alacak; erkek tarafında lanet, kadın tarafında gazab üzerine on yemin verilmesi kadınlar üzerine gazabın lanetten daha tesirli olmasındandır. Böylece zevce de bu beş yemin ile şehadet ederse, zina cezasını kendi üzerinden kaldırmış olur ve artık karı koca arasında ayrılık meydana gelir.

Fakat zevce, bu beş şehadeti yapmaz da liân yapmaktan kaçınırsa, azabı defedemez. O halde ne yapılır? Burası âyetin mefhûm-i muhâlifine aittir. Şâfiî hemen had cezasının yapılmasına hüküm vermiş, fakat Hanefiler kesinlik gerekli olan böyle yerlerde yalnız mefhüm-ı muhalif ile amel etmeyi caiz görmediklerinden dört şahit yok iken ikrar da bulunmayınca zinanın sabit olmasıyla hadd cezasının yerine getirilmesine hüküm verilemeyeceğini ve bundan dolayı ya liânı kabul veya hadd yerine getirilmek üzere ikrar edinceye kadar hapse hükmetmişlerdir.

Netice olarak kazif, zina gibi çok çirkin, karı kocalık namusu da çok önemli olduğundan, bir taraf açısından kazif cezası, diğer taraf açısından da zina cezası yerine geçecek olacak liân da böyle önemli bir kurtuluş çaresidir ki, bunları Allah Teâlâ emir ve hüküm buyurdu; Allah'ın size bol lütfu ve merhameti olmasaydı da kendi kendinize kalsaydınız ve Allah tövbeleri kabul eden hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı da tövbelerinizi kabul etmeseydi, hikmetsiz hükümlere, nizamsız idarelere bırakıverseydi, neler olmazdı neler... (Elmalılı, Nur Suresi 4. ayetin tefsiri)

Evet, kendi eşlerine zina suçu atıp da, kendi eşlerine zinâkârlık isnadında bulunup da; kendileri dışında şahitleri olmayan kimselerin şahitliği kendilerinin doğru sözlülerden olduğuna dair dört defa şahit tutmalarıdır. Yani “Allah adına yemin ediyorum ki karım falanla zina etmiştir.” diyerek dört defa yemin eder, beşincisinde ise eğer bu sözümde yalancıysam, yalan söylüyorsam “Allah’ın lâneti benim üzerime olsun.” der ve bunu kabul eder. Onun bu yeminleri dört şahit yerine geçmektedir. Bir erkek gelip karısı hakkında bunu söyleyince karısına sorulur. Eğer karısı onun bu isnadını kabullenirse, evet kocam doğru söylüyor, diye ikrar ederse iş biter. Ama karısı da dört defa hayır, kocam yalan söylüyor, ben böyle bir şeyi yapmadım derse dört defa, beşincide de eğer ben yalan söylüyorsam “Allah’ın lâneti benim üzerime olsun.” derse, o kadından ceza kaldırılır ki bunun adına lian denir. Böylece kadın ve erkek birbirlerinden ayrılırlar. Ve artık ebedîyen bir daha bir araya gelmeleri mümkün değildir.

Allah’ın Resûlü (asm) pek çok lian uygulamasında bulunur. Lânetleşen kadın ve erkeği uyarır ve şöyle buyururdu:

“Bu yeminleri yaparken Allah’tan korkun. Muhakkak ki ikinizden birisi yalan söylüyor. Lianın gerçekleşmesinden sonra da adama dönerek, artık o senin değildir, bu kadının seninle bir ilgisi kalmamıştır. Ona hiçbir şekilde intikam alıcı bir davranışta bulunamazsın. Mehirini de geri almaya hakkın yoktur.” (Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd)

Lian ayetlerinde (Nur, 24/6-9) de görüldüğü üzere, karısını zina ederken gören erkek bu yola başvurması gerekir. Ancak erkek o esnada karısını öldürmesi halinde, kocaya kısas gerekmediği hususu fıkıh kitaplarında geçmektedir. Şöyle ki:

Kısası gerektirecek öldürme kasden yapılan öldürmedir. Kefareti gerektirecek öldürme de hata ile öldürmedir.

Kısas ve kefaret gerektirmeyen öldürmeler de şunlardır: Haklı olarak öldürme (kısas, irtidat ve recm edilerek öldürülmesi), mazeretli öldürme (Kocanın zina halinde bulduğu hanımını ve karısıyla birlikte olan erkeği öldürmesi mazerettir. Çünkü o, o anda şuur ve iradesini kaybetmiştir.) (bk. İslam Fıkhı, Vehbe Zuhayli, 10/331)

Mubah olan öldürme: Kısas uygulanacak kişiyi öldürmek meşru savunma ölçüleri içinde canını korumak ve savunmak için öldürme de bu türdendir. Hanefîler şunu da mubah öldürme çeşitlerinden saymıştır. Bir adam evine girdiğinde karısı veya mahremi olan bir kadınla bir erkeği zina ederken bulup adamı öldürse, bu onun için helâldir ve onun hakkında kısas gerekmez. (ed-Dürrü'l-Muhtâr, III, 197, V, 397.)  Bu aynı zamanda Hanbelî, Şafiî ve Malikilerin de görüşüdür. (el-Muğnî, VIII, 332; el-Mühezzeb, II, 225; eş-Şerhu'l Kebîr, IV, 357.) Kadın da kendi isteği ile zina etmiş ise, Hanefî ve Hanbelilere göre koca, her ikisini de öldürebilir. Eğer yabancı erkek kadını zinaya zorlamışsa ve bağırmak, vurmak gibi bir yolla kurtulma imkânı da bulunmuyorsa, kadının adamı öldürme hakkı vardır. Adamın kanı hederdir, o yüzden bir ceza gerekmez. Bir adamı kendisine helâl olmayan bir kadına tecavüze çalışırken yakalayan kişi, bağırmak, vurmak gibi silahtan daha hafif bir şeyle vazgeçiremeyeceğini bildiği takdirde öldürebilir. Ama bu gibi bir yolla vazgeçecek olsa artık onu öldürmek helâl değildir. (bk. İslam Fıkhı, Vehbe Zuhayli, 8/16)

Kaynaklarda geçen bu bilgilere göre, eşini zina ederken gören kimsenin, onu ve eşiyle zina eden kişiyi öldürmesinden sorumlu olmayacağı anlaşılıyor. Ancak, orada yer alan “Bir adam evine girdiğinde karısı veya mahremi olan bir kadınla bir erkeği zina ederken bulup adamı öldürse, bu onun için helâldir ve onun hakkında kısas gerekmez” ifadesi, bu öldürme işinin ona vacip veya mendup / sünnet / çok güzel bir iş olacağını değil, sadece bunun caiz olduğunu, öldüren adamın kısasa tabi tutulmayacağını göstermektedir.

Ayrıca, bu kimsenin yabancı bir erkeği karısı ile birlikte baş başa, yatakta veya çıplak olarak görmesi yetmez, bizzat onları cinsî ilişki halinde iken görmesi gerekir.

Buharî’nin rivayet ettiğine göre, bir  konuşma esnasında S’ad b. Ubade “Allah’a yemin ederim, eğer bir adamı eşimle birlikte görsem, onu kılıcımla paralarım.” demiş; Hz. Peygamber (a.s.m) bunu duyunca şöyle buyurmuştur: "Siz S’ad’ın gayurluğuna mı şaşıyorsunuz? Allah’a yemin ederim ki, ben ondan daha gayurum, Allah da benden daha gayurdur; bu sebepledir ki, gizli-açık her türlü fuhşu yasaklamıştır." (Buharî, Tevhid, 20).

Alimler, bu hadisten şunu da anlamışlar ki; Peygamberimiz (a.s.m) S’ad’ı burada uyarıyor, kesin bir delil olmadan, İslam hukukunun ön gördüğü mahkeme safhaları olmadan, duygusal davranıp fevrî hareket etmenin yanlış olduğuna işaret etmiş oluyor (bk. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi).

İbn Hacer’in bu açıklamasından anlaşılıyor ki, Peygamberimiz(a.s.m), “ben ondan daha gayurum” demekle, "ben de hemen gördüğüm adamın kellesini alırım” demek istememiştir. Bilakis, “Ben ondan daha gayur olmama rağmen, onun gibi fevrî hareket etmem, Allah’ın ön gördüğü şartlar gerçekleşmeden öyle bir şeye tevessül etmem.” demek istemiştir. Buna ilave olarak kullandığı “Allah da benden daha gayurdur.” mealindeki cümlesi, bu hususu daha da açıklamaktadır. Çünkü Allah -herkesten daha gayur olduğu halde- cezası verilmesi için acele etmiyor, bu husus için dört şahit istiyor. Ayrıca sadece yanında görmekle cezanın verilemeyeceğini belirtiyor. Diğer taraftan, verilecek cezanın ibret olması için bazı insanların göreceği yerde olmasını istiyor.

İmamların böyle bir durumda, insanın kendi mahremiyle zinada yakaladığı kişiyi öldürebileceğine dair fetva verdikleri devirde, öldüren kimsenin herhangi bir cezaya çarpılması söz konusu değildir. Fakat bu gün böyle bir kimsenin bu öldürme işinden ötürü yıllarca hapiste yatması söz konusudur. Bu sebeple, çocuklarını kimsesiz bırakan, hayatını zindana çeviren böyle bir katil işine girmek akıllıca bir iş sayılmaz. Boşanma kapısı açıktır. Eğer kadın icbar edilmişse onun da suçu yoktur. Tabii ki, mizaçlar, hayat şartları farklıdır. Ama her halükârda İslam’da esas olan bu suçun mahkeme safahatıyla tespit edilmesi ve gereken cezanın da devlet tarafından verilmesidir. Çünkü değişik sebeplerle karısından ayrılmak isteyen vicdansız bazı kimselerin bir komplo kurarak böyle bir cinayet işlemesi veya özellikle bu yalancılık doruğundaki asrımızda her zaman mümkündür.

24 Dilencilere para vermenin durumu nedir? Dilenmek günah mıdır?

Dilenciliğin altında hangi sebep yatarsa yatsın, hepimizin tartışmasız kabul edeceği acı bir gerçek vardır. Bu hastalık toplumun kapanmaz, şifa bulmaz bir yarasıdır.

Görüldüğü kadarıyla, dilenen kişiler ya ihtiyar, kötürüm, sakat ve hasta gibi bedenî özürlerinden dolayı iş bulamayan, çalışma imkânından mahrum kimseler veya özürlü olduğu hâlde aza kanaat etmeyip kolayından bol paraya göz dikenler yahut da bedenen ve ruhen sağlam olup, bu yolu bir kazanç ve meslek hâline getirenlerdir.

Toplum hayatında köklü ve esaslı inkılâplar yapan Resul-i Ekrem Efendimiz (asm)'in dilencilik illetine nasıl çareler getirdiğini, ihtiyacı olmadığı hâlde dilenenlerin mesuliyetini ve hangi hâllerde dilenmenin caiz olabildiğini şu canlı hadise ibretli bir şekilde gözlerimizin önüne sermektedir:

Enes bin Mâlik anlatıyor:

Bir gün Resulullahın (a.s.m.) huzurunda Ensar'dan birisi gelerek bir şey istedi. Resulullah ona sordu:

"Evinde bir şey var mıdır?"

"Evet, yâ Resulallah, bir çulumuz var. Bir kısmını altımıza seriyoruz, bir kısmıyla da örtünüyoruz. Bir su kabımız var, onunla da su içiyoruz."

"Öyleyse hemen kalk, çul ve su kabının her ikisini de al, bana getir."

O kişi gitti, her ikisini de getirdi. Resul-i Ekrem çulla su kabını eline aldı, hazır olanlara göstererek, "Şu iki eşyayı satın alacak kimse var mı?" diye sordu. Cemaattan bir zat, "Ben her ikisine de bir dirhem veririm." dedi.

Resulullah iki-üç defa, "Bir dirhemden fazla veren yok mu?" diye tekrarladı. Daha sonra başka birisi, "Ben iki dirheme alırım." dedi. Resulullah çulu ve su kabını o zata sattı. İki dirhemi aldı, eşya sahibine verdi ve şöyle buyurdu:

"Bu paranın bir dirhemi ile yiyecek al, âilene bırak; bir dirhemine de bir balta al, bana getir."

O adam gitti, bir balta aldı, geldi. Resul-i Ekrem baltaya kendi eliyle bir sap taktı. Sonra da o adama vererek, "Al bunu, git odun kes, topla, sat. Seni on beş gün görmeyeceğim." buyurdu.

O adam gitti, odun kesti, topladı, sattı. Resulullahın huzuruna geldiğinde on beş dirhem kazanmıştı. Bir kısmına giyecek, bir kısmına da yiyecek almıştı. Resulullah bunun üzerine şöyle buyurdu:

"Dilencilik yüzünden siyah bir nokta olarak kıyamet gününde gelmektense, şu hâlin ondan daha hayırlıdır. Dilenmek ancak şu üç kişiye caizdir: Toprağa yapıştıran fakirliğe uğrayana (son derece fakir düşene), altından kalkamayacak derecede borç altına girene, aralarını bulmak için kan parası yüklenen kimseye."

Başka bir rivâyette ise dördüncü bir şart getirilir: "Çok acı veren müzmin bir hastalığa kapılan kimse ihtiyacı kadar isteyebilir." (Ebû Dâvud, Zekât: 26)

Hadisten açıkça anlaşılan odur ki, çalışamayacak kadar mağdur, sakat ve özürlü olan kişi, kendisine bakacak bir kimse yoksa, devlet de yardım etmiyorsa, ancak zarurî ihtiyacını telâfi edebilecek kadar başkalarından isteyebilir, dilenebilir. Borçluluk hâli de buna eklenmektedir.

Bu zarurî hâlin dışında, dilenciliği sırf bir geçim vasıtası haline getirenler büyük bir mes'uliyet altına girmektedir. Nitekim, Peygamber Efendimiz (asm) meslek hâline getirilen dilenciliği şerefsizlik saymış ve şöyle buyurmuştur:

"Her kim malını çoğaltmak için insanlardan mallarını isterse, o ancak ve ancak ateş parçası ister. Artık bunun ister azını, isterse çoğunu ister." (Müslim, Zekât: 35)

Bu hadis-i şerif,mecbur kalmadığı halde dilenmenin caiz olmadığını ve cehennem azabını netice verecek bir iş olduğunu ifadeyle haram saymaktadır.

İşte haram işleyenlerin sayısının artmaması için bu tür kimselerin türemesine meydan vermemek lâzımdır. Duhâ Sûresinde geçen "Bir şey isteyeni geri çevirip azarlama." mealindeki âyet-i kerimeden esas murad, ilmî bir mesele soranı, birşey öğrenmek isteyeni geri çevirmemektir. Yoksa her isteyeni boş çevirmemek şeklinde anlaşılmamalıdır. (Es-Sâvî, IV/330) Çünkü bu takdirde dilenciliğe yol açılmış olur.

25 "Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin." hadisinin açıklar mısınız?..

Ebu Hureyre Radıyallahu anh anlatıyor: “Resulullah aleyhisselatu vesselam buyurdular ki:

"Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 19, Tirmizi, Zühd, 45)

Bu hadis, arkadaşlığın ehemmiyetine dikkat çekmektedir. O kadar ki, arkadaşlar birbirine ciddi tesirlerde bulunabilirler. Arkadaşlık neticesinde “din”le ifade edilen itikad, âdet, siret, ahlak gibi hususlarda benzemeler meydana gelmektedir.

Bu sebeple hadisin devamında, sıkı dostluk kuracağımız kimsenin ahvalini iyice bir tedkik ve teemmülden geçirip, ondan sonra dostluğa girmemiz tavsiye buyurulmaktadır.

Bu hadis açıklayan başka bir hadiste de Resulullah (asm) şöyle buyurmuştur: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” Yani bir şeye ihtimam gösteren herkes istese de istemese de yaratılış icabı ona tabi olur. Kim bir kavmi veya bir kişiyi ihlasla severse, bu onların zümresindendir. Hatta onların amellerini yapmamış bile olsa, çünkü kalben yakınlık sabit olmuş olur.

Bu hadisin zımnında peygamberleri, sahabeleri, evliyaları ve Allah’ın salih kullarını sevmeye teşvik vardır. Ayrıca Müslümanların arasındaki kinleşmekten de terhib ve korkutma vardır.

Başka bir hadisi şerifte de Peygember Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın.”[Buhârî, Büyû 38; Zebâih 31; Müslim, Birr 146, (2628)]

İyi arkadaş misk satıcısına benzer, çünkü ondan dünyevi veya uhrevi bir fayda, bir nur bulaşacaktır. Hadis böyle kimselerle arkadaşlığa teşvik ettiği gibi, uzaktan yakından dünyevi veya uhrevi bir zarar dokunacak kimselerle de samimi dostluk, arkadaşlık etmemeyi istemiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kişi Samimi Dostunun Dini Üzeredir

26 Yemek yerken konuşmak sünnet midir?

İmam Gazalî, yemek esnasında -sessizce durmayıp- konuşmanın uygun olduğunu, sofranın bir nevi edebi olarak zikretmiştir.(bk. İhyau’l-ulum, 1/7). Ancak konuyla ilgili herhangi bir hadise yer vermemiştir.

Genel olarak alimlerin bu konudaki görüşleri şu merkezdedir:

Yemek esnasında konuşmanın sünnet olduğu söylenemez. Çünkü, bu konuda Hz. Peygamber (a.s.m)’in  ne bir emri ne de bir yasağı söz konusudur. Bu sebeple, yerine göre konuşmak, güzel sohbette bulunmak güzeldir, fakat bu bir sünnet olarak algılanamaz.(bk. Münteda’l-fetava’ş-şeriye).

Özellikle misafir varken, onunla sohbet ederek yemek yemek daha güzel olur. Ancak konuşmanın, yenilen ve içilen şeyleri yuttuktan sonra, ağızda bir şey yokken yapılması, yemek adabındandır.

27 Kadın ile erkek arkadaşlık yapabilir mi?

Bir erkek ve kadının nikahsız olarak yalnız kalmaları caiz değildir.

Mahrem olmayan kadına dokunmak veya tokalaşmak mutlaka haramdır. Peygamber'e (sav) biat eden kadınlar dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, biat ederken elimizi tutmadınız." Peygamber (sav) "Kadınların elini tutup tokalaşmam." buyurdu (İbn Mâce, Cihad, 43).

Hazreti Aişe (ra) biat ile ilgili şöyle buyuruyor:

"Allah'a yemin ederim ki Resûlüllah'ın eli bir kadının eline dokunmadı. Sadece sözle onlardan biat aldı." (Müslim, İmare, 21 ).

İslâm dini, kadınla tokalaşmayı yasaklamakla kadını tezyif etmiyor. Bilakis şerefini kurtarıyor. Kötü niyetli kimselerin şehvetle el uzatmasına engel oluyor. (Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar II, 170)

Bir kadının eli, yabancı bir erkeğin eline değmesi, zaruret yokken haramdır. Bu itibarla, hiçbir ihtiyaca dayanmayan tokalaşmada bu haramlık bahismevzu olur. Yabancı bir erkek yabancı kadınla tokalaşamaz, elini namahremin eline süremez. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav), "yabancı bir kadının elini tokalaşmak için tutmanın ateş tutmaktan daha korkunç olduğunu" haber vermiş, namahremin elini tutanın cehennem ateşi avuçlayacağına işarette bulunmuştur.

Bu mahzur, bilhassa genç kadın ve erkekler için daha büyük çapta variddir. Hissî tarafları yok olmuş yaşlılar hakkında ise mahzur daha az nisbette varittir. Hatta iki yaşlı kadın ve erkeğin (hislerinin yokluğu halinde) tokalaşmalarında beis olmayacağı ifade edilmiştir. Bu sebeble, yaşlı kadınların elleri öpülebilir. Yaşlılıkları, yâni hissi bakımdan ölmüş oluşları, böyle bir ruhsata sebeb olur.

Hepimizin bildiği gibi bir kızla evlenmeyi düşünmek ve nişanlanmak, evlenmek (nikahlanmış olmak) manasında değildir. Bunun için kişinin nişanlısıyla gezip dolaşması ve onunla yalnız kalması kesinlikle haram ve büyük bir vebaldir. Peygamber (sav):

"Herhangi bir kimse, bir kadınla yalnız kaldığı takdirde mutlaka onların üçüncüsü şeytandır."

buyurmuşlardır. Bir çok nişanlılar, tenha yerde yalnız kaldıklarında istenmeyen ve meşru olmayan bir takım menfî neticeler meydana gelmekte ve sonunda herhangi bir nedenle nişan da bozulmaktadır. Geride kalan şey vebal ve iffetsizliktir. Bunun için dinini, dünyasını ve şerefini düşünen kimseler, meşru olmayan bu gibi şeylere dikkat etmeleri gerekir.(bk. el-Fıkh'ul-İslâmî ve Edilletuha, VII, 25; Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar II, 112.)

28 İçki az içildiğinde insanı sarhoş etmiyorsa içilmesi caiz midir? Alkolun bir damlası bile haram mıdır; bununla ilgili hadis, ayeti kerime veya İslam alimlerin yorumları nelerdir?..

Biranın haram olduğuna dair Diyanet İşleri Başkanlığının beyanatı bulunmaktadır.

Önce bu meseleye ışık tutması için iki hadis-i şerif meâlini okuyalım. Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyururlar:

“Sarhoşluk veren her şey haramdır. Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.” (İbni Mâce, Eşribe: 10.)

“Sarhoşluk veren her şeyden sakınınız.” (İbni Mâce, Eşribe, 14.)

Buna göre, birada % 2-8 (Yüzde iki-sekiz) oranında sarhoşluk veren alkol bulunmaktadır. Bundan dolayı içinde az miktarda da olsa alkol olduğundan içilmesi caiz değildir; bir damlası dahi haramdır.

Hanefî mezhebine göre içkilerin hükmü üç kısımda özetlenebilir:

1. Hamr (şarap): Bu kelime anılınca sarhoşluk veren üzüm şırası anlaşılır. Lisan âlimlerinin ittifakıyle hamr, yani şarap ismi yalnız bu içkiye verilir.

Diğer içkilerin isimleri başka olduğu gibi hükümleri de şaraptan başkadır. Meselâ, şarabın haramlığı kat'i delille, diğerlerininki ise zannî delille sabittir. Hanefi ulemasına göre şarabın on hükmü vardır:

     a) Şarabın haramlığı kat'i delille sabittir.

     b) Şarab ismi verebilmek için, kabaran şıranın köpüğünü atmış olması İmam A'zam'a göre şart, imameyne göre ise şart değildir.

     c) Şarabın kendisi haramdır. O sarhoşluk vermekle illetlendirilemez. Gerçi bazı kimseler, "Şarabın kendisi değil sarhoş eden miktarı haramdır." demişlerse de bu söz doğrudan doğruya âyeti inkâr manasına geldiğinden, Hanefî imamları buna kail olanların küfrüne hükmetmişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri şarap için "rics" demiştir.

     d) Şarap, bevl gibi necaset-i galîzadır. Zira hükmü kat'i delillerle sabit olmuştur.

     e) Şarabın helâl olduğuna itikad eden, kat'i delili inkâr ettiği için dinden çıkar.

     f) Müslüman için şarabın hiçbir malî kıymeti yoktur.

     g) Şaraptan faydalanmak hiçbir suretle helâl değildir,

     h) Şarabın bir damlasını içene bile hadd vurulur.

     i) Şarabı kaynatmak dahi tesir etmez, o yine haramdır,

     j) Hanefîlere göre şaraptan sirke yapılabilir.

Diğer sarhoşluk veren içkilere gelince, onlar da haramdır. Ancak bazı hükümlerle şaraptan ayrılırlar. Yani onların haramlık derecesi şaraptan azdır.1

2. Meyvelerin ve bitkilerin suyundan yapılan içkiler. Bunlar da ikiye ayrılır:

     a) Tıla: Üçte birinden biraz fazla kalıncaya kadar kaynatılan üzüm şırasıdır. Yani kaynaya kaynaya üçte ikisine yakın kısmı buhar olmuştur. "Bazak" bunun Farsçasıdır. Kelimenin aslı "bâde"dir. Doğrudan doğruya şaraba dahi "bade" diyenler vardır.2

     b) Pişirilmeden kendi kendine kabaran taze hurma suyu (nakîü't-temr) ile, kendi kendine kabarıp kuvvetlenen, kaynatılmış kuru üzüm şırasıdır. "Nakîü't-temf" denilen bu hurma suyuna "seker" ismi de verilir.3

Bu ikinci kısma girenlerin azı da çoğu da haramdır. Fakat haram oluşları zannî delillerle sabit olmuştur.

3. Bunların dışında kalan içeceklerdir. İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yusuf'a göre, bu kısma giren uyuşturucu İçkilerin sarhoş etmeyecek kadarını içmek helâldir. Sarhoş edecek kadarını içmekse haramdır. İmam Muhammed ile İmam Şafiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed'e göre ise; bunların azını da çoğunu da içmek haramdır.

En doğru olan ve tercih edilen görüşe göre, bu içkilerden herhangi birini içerek sarhoş olan bir kimseye hadd cezası uygulanır. Şarabın ise bir damlasını içene bile hadd vurulur. el-Kevkebü'd-Dürrî, isimli eserde böyle denilmektedir.

Hanefi ulemasının bu konudaki görüşlerini özetlerken İbn Âbidin de şöyle diyor:

"İmam Ebû Hanife (r.a) diyor ki: "Bana dünyayı bağışlasalar yine "nebiz" denilen içkinin haram olduğunu söyleyemem. Çünkü bunun haram olduğunu söylemek zımnen bazı sahâbîlerin fasık olduğunu söylemektir. Bana dünyayı bağışlasalar yine de nebizi içmem. Çünkü benim ona ihtiyacım yoktur." Bu fetvasından ve takvasından dolayı Hz. İmama aşk olsun doğrusu."

Dipnotlar:

1. bk. Davudoğlu A, Selâmet Yolları, IV / 72-73.
2. bk. a.g.e.
3. bk. Yeniçeri Celal, el-İhtiyar Tercemesi, 279.

İlave bilgi için tıklayınız:

İÇKİ..

29 Müslüman bir kızın / kadının ahlakı nasıl olmalıdır, nasıl davranmalıdır?

İslam’ın, hayatın çeşitli alanlarında kadınının nasıl davranması gerektiğine yönelik kuralları, ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerle belirlenmiş; kadının, anne-baba, akraba, eş, çocuk, komşu, kardeş, arkadaş ve yaşadığı toplumla olan bütün ilişkilerinde ideal davranış biçiminin ne olduğu genel hatlarıyla çizilmiştir.

Öncelikle İslam, ön yargıların aksine, kadını sadece evde oturan bir ev hanımı, çocuk bakıcısı ve ev işlerini evirip-çeviren bir düzenleyici olarak görmez. Kadını aynı zamanda, nesilleri eğitip şekillendiren bir eğitimci, bir davetin öncüsü ve hayatın çeşitli alanlarında toplumun bilinçlenme ve kalkınmasının temel unsuru olarak kabul etmektedir. Yani  kadın, ailenin ve bütün bir toplumun diğer yarısı, diğer unsurudur; hatta en önemli direğidir.

Aslında kadın ve erkek ayırmadan, her insanda bulunması gereken erdemler vardır. Bu nedenle konuya kadın-erkek ayırımı yapmadan genel olarak bakmak gerekir.

Bununla beraber, kadının kul olarak Rabbine, ümmete olarak Peygamberine, varlık olarak bütün varlıklara, kız çocuğu olarak anne-babasına, eş olarak kocasına, anne olarak çocuklarına, komşu olarak diğer komşu kadınlara, teyze ve hala olarak yeğenlerine, insan olarak topluma,.. karşı görev ve sorumlulukları vardır. Konuya bu açıdan bakınca, sorunun cevabının bir kitap hacminde olması gerektiği açıktır.

Özetle Müslüman Kız / Kadın:

- Allah’a ve ahiret gününe iman eder. Dünyanın fitnelerine ve şeytanın hilelerine karşı dikkatlidir. Rabbi’ne ibadet eder, emirlerini yerine getirir, yasaklarından kaçınır. Allah’a tam bir teslimiyet içindedir. Rabbi’ne çokça tövbe eder; hata, ihmal ve kusurlarından dolayı bağışlanmasını niyaz eder.

- Aile fertlerine karşı sorumluluğunun bilincindedir. Yaptığı her işte Allah’ın rızasını gözetir. Gücü oranında iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar.

- Kendine karşı görevlerinin bilincindedir. İnsanın akıl, ruh ve bedenden meydana geldiğini ve her birinin kendilerine özgü yapıları ve ihtiyaçları bulunduğunun farkındadır. Bunlar arasındaki dengeye özen gösterir; birine önem verip diğerlerini ihmal etmez. Bu hususta da Allah’ın Kitab’ını, Peygamberinin sünnetini ve büyük zatların yaşantısını kendine rehber edinir.

- İsraf, aşırılık ve kibre kaçmaksızın giyimine özen gösterir. Allah’ın mükerrem kılıp, meleklerinin secde etmesini emrettiği, gökler ve yerdekileri hizmetine amade kıldığı insana yakışır özeni, iç aleminde de gösterir.

- Anne-babasına iyilik ve ihsanda bulunur. Onların kıymetlerini bilir, değer verir. Onlara karşı isyankâr bir evlat olmamaya dikkat eder.

- Kocasına karşı olgun, sevecen ve cana yakın bir eş olur. Kocasının hoşnutluğunu kazanmaya çalışır. Onun ailesine karşı saygılı olmaya, iyilik ve ihsanda bulunmaya gayret eder. Kocasının sırrını saklar. İyilik, takva ve salih amel işlemede ona yardımcı olur. Onun gönlünü doldurur, ona mutluluk ve huzur verir.

- Çocuklarına karşı son derece şefkatli bir annedir. Onların eğitimine yönelik sorumluluğunun farkındadır. Çocuklarına karşı duyduğu sevgi, şefkat ve merhameti onlara hissettirir. Gerektiğinde çocuklarını uyarmaktan, yanlışlarını düzeltmekten geri kalmaz. Böylece gönüllerine güzel ahlakı yerleştirir, onları hayırlı ve şerefli işlere yönlendirerek güzel bir eğitim ile yetiştirmeye çalışır.

- Akraba ve yakınları ile aralarındaki sevgi bağını devam ettirir.

- Komşularına iyilik ve ihsanda bulunur. Onların hâl ve durumları ile yakından ilgilenir. Komşuluk hakkını bilir ve gözetir.

- Kardeş ve arkadaşları ile ilişkileri “Allah için sevmek.” esasına dayalıdır. Bu ise insanın hayatındaki en yüce, en temiz sevgidir. Zira, her türlü menfaat ve şüpheden uzak bir sevgidir. Bu esas üzerine kurulan ilişki, temizlik ve saflığını Kur’an ve Sünnet’in ışığından alır. Bu yüzden Müslüman kadın, kardeşleri ile olan ilişkilerinde dürüst, samimi ve hoşgörülüdür. Bu kardeşlik bağının devam etmesine özen gösterir. Onlarla ilişkilerini kesmez, tartışarak ve sürtüşmeye girerek duygularını incitmez. Mümkün olan hiçbir iyiliği onlardan esirgemez. Onları daima tebessümle, güler yüzle karşılar.

- Sosyal ilişkileri ileri seviyededir. Bu sosyalliğini, dininin esaslarından ve karşılıklı ilişkiler fıkhının üstün ahlaka ilişkin hükümlerden almıştır.

Ayrıca, Müslüman Kız / Kadın:

- Güzel ahlaklıdır. Bütün insanlara karşı doğru sözlü ve dürüsttür.

- Hile yapmaz, aldatmaz, ihanet etmez. Yalancı şahitlikte bulunmaz.

- Nasihat eder. Hayra öncülük eder. Sözünde durur. Haya sahibidir, iffetlidir.

- Kendisini ilgilendirmeyen işlere karışmaz. İnsanların mahrem meselelerini araştırmaz.

- Gösterişten uzaktır. Her durumda adaleti gözetir. Zulmetmez. Sevmediği insanlara karşı da insaflıdır. Hiçbir insanın başına gelen kötülüğe sevinmez.

- Kötü zanda bulunmaz. Gıybet ve koğuculuk yapmaz. Sövmez ve çirkin söz söylemez. Kimseyle alay etmez.

- İnsanlara karşı yumuşak ve merhametlidir. Zor durumda olana yardımcı olur. Cömerttir. Yaptığı iyilikleri başa kakmaz. Zorluk değil kolaylık gösterir.

- Kıskançlık yapmaz. Yapmacık söz ve davranışlardan kaçınır. Güler yüzlüdür. Büyüklük taslamaz, alçak gönüllüdür. Boş işlerle uğraşmaz.

- Hastayı ziyaret eder. İnsanların dertleriyle yakından ilgilidir. Başkalarını kendine tercih eder. Yapılan iyiliğe değer verir ve teşekkür eder.

- Örf ve adetlerini İslamî ölçülere uydurur. Büyüklere ve faziletli insanlara saygı gösterir. Kadınlara uygun olan işleri tercih eder. Erkeklere benzemeye çalışmaz.

- Hakk’a çağırır. Davetinde nazik ve hikmet sahibidir. Saliha kadınlarla birarada bulunur.

- İffetli, hayalı ve edep yerlerini korur. Sadece bedenini değil, gözlerini, kulaklarını haramdan koruduğu gibi, aklını, kalbini, niyetini de her türlü haramdan korur.

- Sabırlı ve ümitvardır. Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmez.

- Dini ve ilmi alanda bilgilidir. Faydasına ve zararına olan şeyleri öğrenir ve ona göre hareket eder.

- Ağırbaşlı ve saygılıdır.

- Fıtridir, doğaldır, olduğu gibi görünür, göründüğü gibi de olur.

Mühim ve tehlikeli vazifelerde asla sarsılmaz, gevşeklik göstermez. Allah’a itimat eder.

- Beden ve ruh temizliğine önem verir ve buna uygun yaşar.

- Kumarcı, içkici, düzenci, oyuncu, aldatıcı, dalkavuk ve hilekâr değildir.

- Bilmediği bir şey hakkında hüküm vermez.

- Her nerede olursa olsun, hatta kendi aleyhine de olsa, hak ve adaletten ayrılmaz.

- Düşmanlarına karşı da adaleti ve insafı bırakmaz, onların düşmanlıkları dolayısıyla adaleti çiğnemez.

- İsraf ve cimrilikten sakınır.

- Ne eliyle ne diliyle hiçbir kimseyi incitmez.

- Varlık zamanında da darlık zamanında da başkalarına elinden geldiği kadar yardımda bulunur.

- Bir kötülük işlemek ister veya bir haksızlık yapacak olursa, hemen

- Allah’ı hatırlayarak O’ndan af ve mağfiret diler, yaptığına pişman olur.

- Kim söylerse söylesin, hakkı kabul eder, ilim ve hüneri, hikmet ve hakikati nerede bulursa alır ve bunda taassup göstermez.

- Tembel değildir. Dünya için hiç ölmeyecekmiş gibi çalışır, yarın ölecekmiş gibi de ahrete hazırlanır;her iki vazifesini eksiksiz yapar.

- Allah ve Peygamber sevgisini her şeyden üstün tutar. Allah sevgisi ve Allah korkusu onun bütün vücudunu kaplar.

- Her ne suretle olursa olsun, şüpheli şeylerden sakınır.

- En büyük gayesi, hakiki bir Müslüman olmaya çalışmak, Müslümanlığın tayin ve telkin eylediği faziletleri yaşamak-yaşatmak ve bu suretle bütün insanlara örnek olmaktır...

İşte İslam’ın, hidayetiyle şekillendirdiği ve gönlünü hikmetle yoğurup, basiretini aydınlattığı kadının şahsiyetinden bazı örnekler bunlardır.

Günümüz İslam coğrafyasının pek çok yerinde kadının, İslam’ın öngördüğü yüksek seviyenin altında olmasının temel nedeni, dinlerinden uzaklaşmaları, cahiliye bataklıklarında bocalamaları ve İslam dışı unsurların peşine takılmalarıdır. Eğer Müslümanlar, fikri ve manevi kaynaklarına dönüp, kana kana o kaynaktan içebilseler ve kendilerine asalet ve üstünlük kazandıran hikmetle azıklanabilselerdi, bugünkünden çok daha farklı bir durumda olacaklardı.

İslam alemine yönelik saldırılar, özellikle kadının şahsiyetini hedef almıştır. Bu saldırılar, Müslüman kadının üzerinden fazilet elbisesini çıkarmaya; bunun yerine onu görünüm, düşünce ve hayat tarzı olarak yabancılaştırmaya çalışmaktadır. Bu uğurda çok yoğun ve sistemli baskı uygulanmaktadır. Ancak, İslam’a yabancılaştırma çabaları, dinini kavramış, bilgili, şuurlu Müslüman kadının karşısında başarısız olmaya mahkumdur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kadın toplum içinde nasıl davranmalıdır?

30 Yüze tokat vurmanın hükmü nedir?

Evet, İslam’da yüze vurmak mekruh sayılmıştır.

Ebu Said el-Hudrî’nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurmuştur:

“Biriniz kardeşiyle kavga ederse, yüzüne vurmaktan sakınsın.” (Mecmau’z-Zevaid, 8/106).

Aslında her canlının en şerefli yeri yüzüdür. Bu sebepledir ki, yalnız insanların değil, hayvanların yüzüne vurmayı yasaklayan rivayetler de vardır.

Hz. Cabir, “Resulüllah bizi yüzü damgalamaktan ve yüze vurmaktan sakındırdı.” (Müslim, Libas, 106).

Yine Hz. Cabir’in bildirdiğine göre, bir gün Hz. Peygamber (a.s.m), yüzü damgalanmış bir eşeği görünce, “Bunun yapana lanet olsun.” diyerek tepki gösterdi. (Müslim, Libas, 107).

ilave bilgi için tıklayınız:

Çocuk Terbiyesinde Şiddet ve Dayak.

31 Vicdan nedir?

Vicdan “Kendinden geçme. Duygu. Duyma.”, “İyiyi kötüden ayırabilen, iyilik etmekten lezzet alan ve kötülükten elem duyan manevî his.”

Vicdan: İnsan ruhunun en ileri bilgi kaynağı. O, bir şeye “evet” dedi mi, onu ne akıl yalanlayabilir, ne de duyu organları.

Vicdan, akıl ve beş duyu; hepsi de insana bir şeyler takdim ederler, ayrı ayrı hakikatlere kapı açarlar. Ama, üstünlük daima vicdandadır; onu akıl takip eder, beş duyu ise en sonda gelir.

Gerçek akıl bir hakikati buldu mu, onun duyu organlarına ters düşmesi hiçbir mânâ ifade etmez. Bunun en güzel örneği, dünyanın döndüğünü aklın emretmesine karşılık hissin reddetmesidir. Neticede, akıl galip gelmiş, hüküm ona göre verilmiştir.

Hissin akıl karşısındaki durumu ne ise, aklın vicdan karşısındaki durumu da odur. Vicdana ters düşen bir akılla amel edilmez. Bir hakikati vicdanen biliyorsak, onun olmadığına dair getirilen bütün aklî deliller demagojiden ileri gitmez.

Mesela, yaptığımız bir haksızlık için vicdan azabı duyuyorsak, aklımızın ileri süreceği hiçbir özür, derdimize deva olmaz.

İnsan birçok hakikati vicdanen bilir. Görme, işitmeden ne kadar farklı ise, vicdanen bilme de aklen kavramadan o kadar ayrıdır. Vicdanda kıyas, mantık, fikir yürütme, hipotezler kurma yoktur. O, bütün bunlara muhtaç olmaksızın, hakikatleri doğrudan bilir. Maviyi yeşilden gözümüzle ayırt ettiğimiz halde, şefkatin sevgiden, yahut korkunun endişeden farkını vicdanen biliriz.

İnsan kendi varlığını da vicdanen bilir. Bunun için düşünüp taşınmasına, “Acaba ben var mıyım, yok muyum?” diye bir soru ortaya atmasına ve sonunda “Madem ki düşünüyorum, öyle ise varım.” gibi deliller getirmesine ihtiyaç yoktur. İnsan, kendi varlığı gibi, kendi sıfatlarını da yine vicdanen bilir. Hayatta olduğunu, ilmi, iradesi olduğunu, görmeye, işitmeye sahip olduğunu hep vicdanen bilir. Bundan şüphe ettiği olmaz.

İnsan, gözüne inanmayabilir; “Acaba yanlış mı gördüm?” diye gözlerini ovuşturup yeniden bakabilir. Keza, aklına da inanmayabilir; “Yanlış mı anladım” diye yeniden okuyabilir. Ama, vicdanı hususunda, onun bildirdikleri hakkında böyle bir tereddüde düştüğü olmaz.

“İnsan kendi varlığını vicdanen bilir” dedik; aynı şekilde, yine vicdanen bilir ki, “Ben kendi bedenimi kendim yapmadım; organlarımı yerli yerine şahsî irademle ve kudretimle takmadım.” Bu hususu öyle yakînen bilir ki, asırlarca yaşasa, bunun aksi bir düşünce hatırından, hayâlinden geçmez. Zira, vicdanın bilişi, ilimden, hissetmeden öte, bizzat yaşamaya dayanır.

Kendi bedenini kendisinin yapmadığını “vicdanen” bilen insan, bu gerçeğin diğer canlılar için de geçerli olduğunu “aklen” bilir. Böylece, vicdanda başlayan bir iman hareketi, akıldan ve duyu organlarından da yardım alarak inkişaf eder. Ve insanı, bütün eşyanın yegâne sahibine, Allah’a götürür.

Evet, her vicdan Allah’ı bilir. İnanmayan bir insan düşününüz. Bu insan yediği bir meyve için ne tabiata, ne maddeye, ne de bir başka şeye karşı minnettarlık duyar. Allah’a şükretmese bile başkalarına da etmez. İşte onu başkalarına teşekkürden men eden, onun vicdanıdır. O inançsız adam, vicdanen bilir ki, ne şu kâinat ne de onda yaratılan bahçeler, bağlar, bostanlar şu güzel nimetlere sahip olabilirler. Onlar bunları kendi iradeleriyle vermiş değildirler. Kendileri ancak birer âlet, birer tezgâh, birer fabrikadır. Onlara minnettar olmak ise insana yakışmaz.

İşte bütün bu manalar, onun vicdanında kelimesiz olarak ve bilemeyeceğimiz bir keyfiyette mevcuttur. Ve başkalarına şükretmesine izin vermez. Ama gel gör ki, o vicdan, günah, isyan, yanlış fikirler ve bâtıl telkinlerle o kadar perdelenmiştir ki, sahibini Allah’a şükrettirmeye mecali kalmamıştır. Ancak yapabildiği, onu başkalarına teşekkürden men etmekten ibarettir. O insan da böylece, şükürsüz yer, tefekkürsüz bakar, düşünmeden yaşar. Ve dünyanın işlerinde, dertlerinde yahut zevklerinde boğulur. Bu dünyaya niçin gönderildiğini, vazifesinin ne olduğunu ve nereye gittiğini bir kez olsun hatırından geçirmeden hayvanî bir hayat yaşar ve bu âlemden göçüp gider.

Bir diğer misal: Bir insan yatağına girdiğinde rahatça uyuyabiliyorsa, vicdanının Allah’ı bilmesi sayesindedir. Hiçbir insan göremezsiniz ki, yatağına uzandığında, “Uyuyacağım ama, ya dünyamız bir gezegene çarparsa, ya bir yıldız dünyamıza vurursa...” gibi bir endişe ile yatağında oturup kalsın. Yahut “Uyuyacağım ama, ya damarlarımda tıkanma olursa, kanım pıhtılaşırsa, kalbim durursa...” gibi bir vehme kapılarak uyumaktan vazgeçsin. Her insan vicdanen bilir ki, ne bu beden onun kendi malıdır, ne de şu kâinat. Her ikisindeki hâdiseler de Allah’ın yaratmasıyladır.

İşte bu vicdanî biliş olmasaydı, hiçbir dinsiz bu dünyada bir an olsun rahat nefes alamazdı. Gel gör ki, vicdanlarının onlara kazandırdığı bu emniyeti, bu güven havasını layığınca değerlendiremiyor ve Allah’ı bulamıyorlar.

Başka bir misal: Bir askere tüfeğini göstererek, “Bu senin mi?” deseniz, “Evet” diye cevap verir. Ama aynı nefer vicdanen bilir ki, o tüfek onun şahsî malı değildir. Onu dilediği gibi kullanamaz, istediği kimseye satamaz. Biz de o nefer gibi, “Benim elim, benim gözüm...” derken, bunların hakiki mâliki olmadığımızı, onların bize emaneten verildiğini vicdanen biliyoruz. Ama bu vicdanî biliş, imanı netice vermediği takdirde, insan kendisinde bulunan bütün bu emanetleri, bir ömür boyu, hakiki sahibinin rızasına zıt olarak sarf eder durur. Bir muhasebe gününde, hayatının hesabını tane tane vermek üzere...

Sözün özü: Her vicdan diyor ki, “Allah var” Ne insan başıboş bir divane, ne şu âlem sahipsiz bir fabrika... İnsanı bu tezgâhta dokuyan biri var...

Ve insan her şeyiyle onun...

32 "Uzanıp yattığın vakit, ayaklarını birbirinin üzerine koyma." hadisini nasıl anlamalıyız?

Hz. Câbir (r.a.)'dan rivayetle "İnsan sırt üstü yatıp da dizini büküp ayağını ayak üzere koymasın." Hz. Âişe (r.anha)'dan rivayetinde "Sizden biri sırt üstü yatıp da ayağını ayak üzere atmasın." (Riyazüs Salihin)

Abdullah İbni Yezîd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, o, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i mescidde bir ayağını diğer ayağı üzerine atmış, sırt üstü yatarken görmüştür. (Buhârî, Salât 85 İsti’zân 44; Müslim, Libâs 75. Ayrıca bk. Tirmizî, Edeb 19; Nesâî, Mesâcid 28.)

Diğer bir sahih rivâyette ise; “Uzanıp yattığın vakit ayaklarını birbirinin üzerine koyma!” buyurulur. (Müslim, Libas 73)

Bu hadisler arasında bir zıtlık yoktur. İkinci hadis, avret mahallinin tamamıyla veya bir kısmı açılacak şekilde, sırt üstü uzanarak bacak bacak üstüne koymayı yasaklamaktadır. Önceki ve bizzat Efendimiz (asm)'in davranış tarzını gösteren hadis ise, açılıp saçılmaya meydan vermeyecek tarzda câiz olan şekli göstermektedir.

33 Başımıza gelmiş kötü olayları anlatmak gıybet olur mu? Kişinin yüzüne söylediğimiz sözleri arkasından söylememiz gıybet sayılır mı?

Başımızdan geçen olayları anlatmak gıybete girmez. Ancak olayla ilgili şahısların hoşlanmayacağı durumlar varsa ve dinleyenler de o kişiyi tanıyorlarsa, isim vererek anlatmak gıybet olacağından caiz olmaz.

Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir şeyi, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmamız anlamına gelir. Halk arasında dedikodu, gıybet ile aynı anlamda kullanılır.

Gıybet, insan veya insanla ilgili birtakım şeyler üzerinde olur. Kişinin bedeni, nesebi, ahlâkı, işi, dini, dünyası, elbisesi, evi, bineği... dedikodu konusu olabilir. Gözün şaşılığı, saçların döküklüğü, uzun veya kısa boyluluk, siyah veya sarı renkte olmak... Bunlardan alaylı bir şekilde bahsedilmesi söz konusu kişinin kalbini kırar.

Kur'an ve sünnet, gıybeti yasaklamıştır:

"Bir kısmınız diğerlerinizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?"(Hucurat, 49/12);

"Gıybet, kardeşini hoşuna gitmeyecek şekilde anmandır." (Tirmizî, Birr, 23; Dârimî, Rikat, 6; Mâlik, Muvatta, Kelâm,10; Ahmed b. Hanbel, II/384, 386).

Başkalarına, kardeşinin ayıplarını anlatmak, onun hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek demek olduğundan, ancak dil ile söylemek haram olmuştur. Kaş-göz işareti yapmak, imâ, işaret ve yazı gibi gıybet anlamı ifade eden her hareket de gıybettendir. Meselâ, elle birisinin uzun veya kısa boyluluğuna işaret etmek, bir şahsın ayıpları hakkında yazı yazmak gıybettir.

Gıybeti tasdik etmek de gıybettir. Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. Diliyle gıybetçiye karşı duramayanın kalbiyle inkâr etmesi gerekir. (İmam Gazzâli, Zübdetü'l-İhya, Trc: Ali Özek, İstanbul 1969, 362, 363).

Allah Resulu şöyle buyurur:

"Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyâmet gününde insanların önünde rezil eder." (Camiu’s-Sağîr, hadis no: 8489).

İslam dininde kardeşlik olgusunun,

"Müminler ancak kardeştir. İhtilaf ettikleri zaman, iki kardeşinizin arasını düzeltin; ve sakının ki, merhamet olunasınız."(Hucurat, 49/10)

ilâhi buyruğu ile kurulmuş olması, İslâm toplumunu bu iman kardeşliği üzerinde yükselen güçlü bir toplum yapmaktadır. Böyle bir toplumda gıybet yoktur. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s)'in buyurduğu gibi, "Mümin müminin aynasıdır. Mümin iki el gibidir, birisi diğerini temizler." Bu ölçüler, toplumu fitne ve bozgunculuktan uzak tutar.

Gıybetin Sebepleri:

1. İntikam duygusunu tatmin,
2. Arkadaşlara muvafakat,
3. Gösteriş ve büyüklük; başkalarını küçültme, kendini büyütme,
4. Kıskançlık,
5. Hoşça vakit geçirmek, güldürmek için başkalarının ayıp ve kusurlarının ortaya serilmesi,
6. Küçük düşürmek için alay (Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin, Trc: Ali Arslan, İstanbul 19'72; VI/522 vd)
.

Gıybetten korunmak için kişinin öncelikle kendi kusurlarıyla uğraşması gerekir.

Şuralarda Gıybet Câizdir:

1. Haksızlık karşısında: "Hak sahibinin söz hakkı vardır." (Buhârî, Müslim).
2. Fetva istemede: Utbe kızı Hind, Resulullah'a gelerek kocası Ebû Süfyan'ı cimriliğiyle, çok az nafaka bırakmasıyla çekiştirmiş ve kocasının malından haberi olmadan alıp alamayacağını sormuştu. Allah Resulu de "Sana ve çocuğuna yetecek miktarda, iyilikle al." buyurdu.
3. Bir kimseyi kötülükten menetmek.
4. Kişiyi meşhur olan lakabıyla anmak.
5. Kişinin fısk-u fücûrunu alenen yapması, yaptıklarından dolayı gurur duyması, yaptıklarının söylenmesinden dolayı üzüntü duymamasıdır. Yaptıklarıyla övünmesi yüzünden onları anmak gıybet sayılmaz.

Gıybetçinin günâhtan kurtulması için pişmanlık duyması, tövbe etmesi, gıybetini yaptığı kimse ile helalleşmesi gerekir. Gıybeti yapılan da merhametli davranır, affeder. Düstur: "affa yapış(mak), iyiyi emret(mek), cahillerden uzak ol(maktır) (A'râf, 7/ 199).

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Gıybet Felaketiyle Savaş...

34 Birini ayıplayanın o şey başına gelmedikçe ölmeyeceğiyle ilgili hadisler okumuştum. Bu hataya düşen kişi ne yapması gerekir?

"Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz."

sözü, kaynaklarımızda hadis olarak geçmektedir. (Tirmizi, Kıyamet, 53, no: 2507; Beyhaki, Şuabu'l-İman, 5/315, no: 2778; bk. Keşfu'l-Hafa, 2/265)

Hz. Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "(Bir gün) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) minbere çıkıp yüksek sesiyle şöyle nidâ etti:

"Ey diliyle Müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan (münafık)lar! Müslümanlara eza vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira, kim Müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay eder."

İbnu Ömer bir gün Ka'be'ye nazar etti ve:

"Şânın ne yüce, hürmetin ne yüce! Ancak mü'minin Allah yanındaki hürmeti senden de yüce!" dedi." [Tirmizî, Birr 85, (2033).]

AÇIKLAMA:

1. Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) insanların kusurlarını araştırmayı münâfıklık olarak ifâde buyurmaktadır. Zîra diliyle Müslüman olup kalbine iman ulaşmayanlar münafıktır. Ancak imanı
"kemaliyle" diyerek kayıtlayacak olursak, Müslümanın da kastedildiği anlaşılır ve böylece hitaba Müslüman ve münâfık her iki grup da dâhil olur. Şârihler hadisi böyle anlarlar. Nitekim hadisin devamında "Kim Müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa" tabiri için, Müslüman kardeşi tabiri geçmektedir. Münâfık Müslümana kardeş olamayacağına göre, Resûlullah, hitabında fâsık Müslümanı da kastetmiş olmaktadır. Şu halde, hadiste sadece münâfıkların kastedildiğini söyleyenler hadisin zâhirine muhalefet etmiş olur. Hadisin daha âmm olan vechiyle hükmetmek daha doğru, daha isâbetli olur.

2. Müslümanlara eza vermeyin, ibâresindeki Müslümanlarla "kâmil Müslümanlar", yâni diliyle ikrar eden ve kalbiyle de inanmış bulunan müslümanlar kastedilmiş olmaktadır.

3. Müslümanın kınanması demek, geçmiş zamanda işlediği günahları, hataları, kusurları sebebiyle ayıplanması, geçmişinin başına kakılması demektir. Âlimler, Müslüman kişi hâlini düzeltmiş ise, eski günahlarından tövbe ettiğinin bilinmesi ile bilinmemesi arasında fark görmezler, her iki halde onların başına kakılmasının câiz olmayacağını söylerler.

Ancak, işlemekte olduğu esnada görülen veya yakın zamanda işlemiş olduğu ve fakat tövbe ettiği görülmeyen günahı sebebiyle ayıplanmasına gelince, bu işin, muktedir olan herkese vacib olduğu belirtilmiştir. Hatta duruma göre fiiline hadd veya ta'zir gerekebilir. Bu durumda müdahale, emr-i bi'lmâruf ve nehy-i ani'lmünker sınıfına girer.

4. Müslüman kardeşinin kusurunu araştırmama emri, "kâmil Müslüman" diye kayıtlanmıştır. Fâsık bu yasaktan hariç tutulmuştur, çünkü ondan sakınmak ve başkalarını da sakındırmak gerekir. Müslümanın kusurunu araştırmayı âyet-i kerime de yasaklamıştır:

"Mü'minler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can yakıcı azâb vardır. Allah bilir, siz ise bilmezsiniz." (Nur, 24/19)

"Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin (kusurunu arayıp) tecessüs etmeyin, kimse kimseyi gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır...?" (Hucurat, 49/12).

Bir kişiyi hatasından dolayı kınayan kişi tövbe istiğfar etmeli ve o kişiden helallik dilemelidir. Bu vesile ile Allah Teala onun tövbesini kabul eder ve musibetten uzak tutar.

35 "Bir kimse, yapmak niyeti ile verdiği sözü tutamazsa günahkar olmaz." anlamında bir hadis var mıdır?

Buharî’nin verdiği bilgiye göre, Hz. Ebu Hureyre Resulullah (asm)’ın şöyle buyurduğunu aktarmıştır:

“Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, emin görüldüğü zaman / kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder, söz verdiğinde ise sözünden cayar.” (Buharî, İman, 24).

Bu hadisi açıklayan İbn Hacer şu bilgilere yer vermiştir: Bu hadiste münafıklığın üç alametinden bahsedilmiştir. Diğer bazı rivayetlerde olduğu gibi, bunların dışında da nifakın alametleri vardır. Burada işin aslı olan bu üç tane zikredilmiş, diğerlerinin de bunlara kıyaslanabileceğine işaret edilmiştir. Çünkü diyanetin aslı söz, fiil ve niyet olarak üç şeydir. Bu hadiste sözlerin fesadı yalan, fiillerin fesadı hıyanet, niyetin fesadı ise caymak olduğu vurgulanmıştır.

Sözden caymanın münafıklık alameti sayılması, söz verirken kişinin içinde verdiği sözün tersine bir niyet taşıması durumuna bağlıdır. Yoksa, bir kimse söz verirken, sözünü yerine getirmekte gönülden samimi olduğu takdirde, daha sonra herhangi bir sebepten ötürü bu sözünü yerine getirmezse münafık sayılmaz.Gazalî de İhya adlı eserinde bu görüşü benimsemiştir.

Taberanî’de geçen uzunca bir hadis rivayetinde yer alan “Söz verirken, içinden bu sözünden cayacağını düşünürse.. münafık olur” anlamına gelen ifadesi de bu tespiti desteklemektedir. (bk. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi)

İbn Hacer’in Ebu Davud ve Tirmizî’nin İbn Erkam’dan naklen rivayet ettiğini bildirdiği “Bir kimse, yerine getirmek niyetiyle verdiği sözü tutamazsa günahkâr olmaz.” mealindeki hadis için (bk. Ebu Davud, Edeb, 82; Tirmizî, İman,14  -Tirmizî bu hadisin garip, zayıf olduğunu belirtmiştir).

Aliyyu’l-Karî’ye göre, bu hadisin ifadesinden şunu anlamak gerekir: “Bir kimse, yerine getirmek niyetiyle verdiği sözünü bir mazeretten ötürü yerine getiremezse günahkâr olmaz. Şayet kişi, baştan itibaren yerine getirmemek niyetiyle verdiği sözünü bir mazeretten ötürü bile olsa yerine getiremezse yine günahkâr olur. Hadiste, bir kimse, yerine getirmek niyetiyle verdiği sözünü  mazeretsiz olarak yerine getirememesi durumunda günahkâr olmayacağına dair açık bir bilgi yoktur. Bu sebeple, bu hadise dayanarak verilen sözü yerine getirmenin vacip olmadığı hükmünü çıkaramayız.” (Avnu’l-Mabud, ilgili hadisin şerhi)

İmama Nevevî’nin bildirdiğine göre, Bir kimsenin başka  bir  kimseye verdiği sözünü –haram olmadığı sürece- yerine getirmesinin en uygun olacağı hususunda alimlerin ittifakı vardır. Ancak, verilen sözü yerine getirmenin vacip veya mustahap olduğu hususunda alimlerin farklı görüşleri vardır.

İmam Şafii ve İmam Azam’ın da içinde bulunduğu alimlerin büyük çoğunluğuna göre bu sünnettir / müstehaptır. Bu alimlere göre, mazeretsiz olarak yerine getirmeyen kimse şiddetli bir mekruhu işlemiş olur. Sözünden caydığından ötürü günahkâr olmazsa da, söz verdiği kimseye eziyet etme niyetinde olduğu takdirde günahkâr olur. Bu alimlerin dayanağı Hz. Peygamber (a.s.m)’in bir şey söz verdiği zaman, “ümit ediyorum” veya “inşallah” dediğine dair rivayetlerdir. Buna göre, eğer kişi, “inşallah“ demeyip kesin olarak verdiği sözünden, mazeretsiz olarak cayması halinde günahkâr olur. Eğer söz verdiği anda, bundan cayacağını kastederse zaten münafık sıfatına sahip olur. Diğer bir grup alimlere göre ise, verilen sözü yerine getirmek vaciptir, mazeretsiz olarak sözünü yerine getirmeyen kimse günahkâr olur. (bk. Tuhfetu’l-ahvezî, ilgili hadisin şerhi)

İlave bilgi için tıklayınız:

AHD, AHDETMEK.

Münafığın alâmetleri ile ilgili hadisin açıklaması...

36 Yüksek sesle, ses adabına aykırı bir şekilde bağırarak konuşanlar hakkında dinimizin uyarıları nelerdir?

Dinin temeli ve kökü imandır. İbadetler, din ağacı ve binasının ayakta kalmasını sağlayan direkleridir. Güzel ahlak ise dinin fert, toplum ve çevreye yönelik meyvelerini oluşturur.

İnsan biyolojik ve psikolojik olduğu kadar bir yönü ile de ahlaki bir varlıktır. Ahlak, iyi veya kötü yaratılışı, tabiatı ve seciyeyi ifade eder. İnsanın toplum hayatı içinde riayet ettiği ve etme gereği duyduğu kurallar bütününe de ahlak denir. Bir başka ifade ile, “ahlak, insan kişiliğinde yerleşmiş zorlamaya gerek kalmadan kendiliğinden ortaya çıkan davranış kalıbı ve melekeler” olarak ifade edilebilir. İktisatlı olmak, israf etmemek de bu tavırlardan birisidir.

İktisatlı yaşamak insanın önemli, yüce ve ahlaki bir niteliğidir. İnsanla ilgili olarak iktisat “orta yolu tutmak, itidal ile hareket etmek, tutumlu olmak, gereğinden az veya çok harcamaktan kaçınmak” demektir.

İslâmiyet, yeme içme, giyim kuşam, eşya kullanımı gibi her hususta aşırılıktan kaçınmayı, orta yolu tutmayı emretmiştir. Savurganlık ve cimriliği yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: 

“Yürürken ölçülü, mutedil yürü! Konuşurken sesini kıs. (Sesini ölçülü kullan, ayarla) bağırarak konuşma! Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir." (Lokmân, 31/19)

Bu nedenle konuşurken bazı hususlara dikkat etmek sünnettir. Zira bu konuda da bize örnek olan, yol gösteren vardır, o da âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (a.s.m.) Efendimiz'dir. Onun bu hususla ilgili sünnetini şöyle özetleyebiliriz:

a) Bağırarak konuşmaktan kaçınmak,
b) Kime nasıl hitap edilmesini bilmek,
c) Kelime ve cümleler anlaşılmayacak kadar alçak sesle hitap etmemek,
d) Rahatsız edecek kadar yüksek sesle konuşmamak, bu ikisi arasında bir yol izlemek,
e) Muhatabın anlamasını zorlaştıracak yabancı kelime ve girift cümle kullanmamak..

Şüphesiz ki günlük hayatımızda bu ölçüyü aşmamız, bizim Kur'ân terbiyesiyle eğitilmediğimizi, Peygamber sünnetiyle şekillendirilmediğimizi ve yeterince İslâm kültürü almadığımızı gösterir. Zira bu kültürü yeterince almış müminin söz ve davranışları hep ayarlı, ses tonu düzenli, kullandığı kelime ve cümleler ölçülü ve anlaşılması kolay cinstendir.

Bazı kişilerin kabadayılık yapıp yüksek sesle ve uyumsuz cümlelerle konuşmaları, hem onların kültür yapısını, eğitim seviyesini yansıtır, hem de insanlara saygısızlıklarını gösterir. Cenâb-ı Hak o gibilerin ölçüsüz kaba konuşmalarını saygılı ve medenî bir kalıba dökmelerini sağlamak için “Çünkü seslerin en hoşa gitmeyeni, şüphesiz ki eşeğin sesidir.” şeklinde uyarıcı bir benzetmede bulunuyor. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Lokman Suresi 19. ayetin tefsiri)

Diğer taraftan, Hucurat suresindeki ayetlerde, her ne kadar Peygamberimiz (asm)'e özel olarak nasıl hitab edileceği belirtilmiş olsa da, bizlerin de bundan mutlaka çıkarmamız gereken hisseler mevcuttur.

Efendimiz (asm) istirahat halindeyken dışarıdan kendisine, “Muhammed!” diye bağırılarak hitab edilmesi üzerine şu ayetler inmiştir:

“Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona sözle bağırıp söylemeyin; yoksa siz şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider."

"Seslerini Peygamberin yanında kısan kimseler, Allah'ın gönülleri takva ile sınadığı kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük ecir vardır."

"Ey Muhammed! Sana odaların ötesinden seslenenlerin çoğu akletmeyen kimselerdir."

"Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi şüphesiz onlar için daha iyi olurdu. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” (Hucurat, 49/2-5)

“Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler! " (İsra, 17/53)

ayeti de Allah’ın kullarına yakışan konuşma tarzını göstermektedir.

Bir Müslümanın, sadece Müslümanlara değil, bütün insanlara, hatta İslamın en büyük düşmanlarına bile güzel konuşması Allah’ın emridir. Nitekim Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as) gibi peygamberlerini, Firavun gibi ilahlık iddiasında bulunan bir zalime gönderirken, nasıl konuşacaklarını şöyle bildirmiştir:

"Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp -düşünür veya içi titrer- korkar." (Taha, 20/43-44)

Müslüman her işini hikmetle yapar. Nitekim ayette bunun büyük bit hayır olduğu vurgulanmıştır:

"Şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir..." (Bakara, 2/269)

Bu nedenle bütün konuşmaları, tebliğleri, uyarıları da hikmetli olmalıdır. Çünkü,

"Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir." (Nahl, 16/125)

ayetinde hikmete uygun konuşma yapılması istenmektedir.

Hikmetsiz konuşma, kişilerin büyüklenme hissiyle ve karşı taraftan akılca ve bilgice daha üstün olduklarını ispatlama amacıyla kullandıkları üsluplardır. Bu amaçla yapılan konuşmalar kişiyi yüceltmek yerine, alabildiğine kalitesiz ve basit bir konuma sokar. Kur'an ahlakına asıl uygun olan ise olabildiğince alçakgönüllü bir üslup kullanılmasıdır. Kur'an'da müminlerin bu ahlakı "O Rahman (olan Allah)ın kulları  yeryüzü üzerinde alçakgönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman 'Selam' derler." (Furkan, 25/63) ayetiyle bildirilmiştir.

İman sahibi bir kimse  karşısındaki insanlar kendisinin sahip olduğu özelliklerden yoksun olsa da onlara karşı hiçbir zaman kibirli ve böbürlenen bir üslup kullanmaz. Çünkü Allah,

  "İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez." (Lokman, 31/18)

ayetiyle böbürlenen kimseleri sevmediğini bildirmiştir.

İnsanların konuşmalarında dikkat çeken hikmetsizliklerden biri de, her zaman son sözü söylemeye ve haklı çıkmaya çalışmalarıdır. Bu gibi insanlar karşı tarafın ne dediğini anlayıp bunlardan istifade etmektense kendi fikirlerini dile getirmeye ve kabul ettirmeye bakarlar. Oysa bilgi düzeyi ne olursa olsun  her zaman insanın karşı taraftan öğreneceği bir şeyler olabilir. Karşı taraf daha az bilgili olsa bile her zaman için konuya farklı bir açıdan bakabilmesi  objektif değerlendirmeler yapabilmesi faydalı fikirler verebilmesi mümkündür. Allah Kur'an'da "Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır." (Yusuf, 12/76) şeklinde bildirmektedir.

Müminlerin konuşmalarında iddialaşma üslubunun yeri yoktur. Böyle bir üslup kişinin son derece basit ve kalitesiz bir görünüm almasına neden olur. Üstelik iddialaşma üslubuyla yapılan konuşmaların kişiye kazandıracağı bir şey de yoktur. Çünkü müminler için önemli olan kendi fikirlerini karşı tarafa kabul ettirebilmeleri değil, en doğru olanı bulabilmeleridir.

İslam ahlakında yeri olmayan bir başka hareket tarzı da boş ve faydasız konuşmalardır. Boş ve yararsız sözün ne olduğu konusunda ise müminler ölçülerini İslama göre belirlerler. Dünyada geçirdikleri zamanın ahiret yaşamları açısından çok kıymetli olduğunu bilerek  yaşadıkları süre boyunca vicdanlarına başvurarak boş söze dalmamaya büyük özen gösterirler.

Konuşmalarda dikkat çeken diğer olumsuz özellikler arasında muhatabın sözünü kesmek ve itidalsiz bir ses tonu kullanmak da sayılabilir. İslam ahlakını yaşamayan insanlar arasında konuşana kulak vermemek  birbirinin sözünü dinlememek  aynı anda tartışarak ve üste çıkarak konuşmak  gevezelik olarak tabir edilen gereksiz konuşmalar yapmak alışılmış tavırlardır. Her biri kendi dalında uzmanlaşmış kimseler bile kimi zaman nezaketten ve saygıdan tamamen uzak bir üslup sergileyebilmektedirler. Bu gibi kişiler birbirlerinin anlattıklarından istifade etmek yerine kibirli bir üslupla kendi sözlerini dinletip kabul ettirmeye çalışırlar. Müslümanların ise kendilerini ön plana çıkarmak, öne geçip üste çıkmak, son sözü söylemek gibi nefsani amaçları yoktur. Bu nedenle üslupları itidalli ve sakindir. Kur'an ahlakından kaynaklanan nezaket anlayışları gereği önceliği her zaman birbirlerine tanır, birbirlerinin anlattıklarından en iyi şekilde istifade etmeye çalışır ve cahilce tavırlar göstermekten kaçınırlar.

İslam ahlakını gereği gibi yaşamayan kimselerde ortaya çıkan belirgin bir diğer özellik ise ses tonlarıdır. Kendilerini haklı göstermek, karşı tarafı yıldırmak, ikna etmek veya susturup üste çıkmak için bağırarak konuşmaktan çekinmezler. Oysa Müslümanların ses tonu itidallidir. Asla aşırılığa, hakarete, saygısızlığa neden olacak bir tavır, hal, söz ve harekette bulunmazlar. Hak ve hakikati ifade ederken, Allah hakkını ve kul hakkını rencide etmeyecek söz, tavır ve hareketlerle cevap verirler.

İlave bilgi için tıklayınız:

Konuşma nasıl olmalıdır, konuşma adabı nedir? ...

37 Müslüman'ın Müslüman'a kin duyması, küsmesi hakkında bilgi verir misiniz?

İnsan yaratılışı gereği, toplum halinde yaşamak zorundadır. Onun mutluluğu, huzuru, toplumun huzur ve mutluluğuna bağlıdır. Kişisel bazda huzur ve mutluluk, adeta kitlesel bazda huzur ve mutluluğun yakalanması ile elde edilmektedir. İnsan, zaman zaman karşılaştığı açmazları (problem ve sıkıntıları) toplumun diğer bireyleri ile paylaşmak zorunluluğu hisseder. Öyle ki, insan karşı karşıya kaldığı bazı problemleri, kişisel imkân, gayret ve yetenekleriyle aşamayabilir. İşte bu noktada, Allah’ın âdeta bir çiçek bahçesi gibi, değişik yeteneklerde yarattığı kimselerden teşekkül eden toplum devreye girmektedir.

Toplum, farklı misyon ve yeteneklere sahip organlardan teşekkül eden bir beden misalidir. Fonksiyonları farklı olsa da organların birinin diğerinden daha az değeri olduğu söylenemez. Ancak bütün organlar, belli amaç ve gayede buluştuğunda bir anlam ifade ederler. Toplum da âlim-cahil, zengin-fakir bütün katmanlarıyla, bir birliktelik arzettiğinde, beraber ve birlikte yaşamanın bir anlamı olabilir.

Nitekim Hz. Peygamber (asm)’in,

“Birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkat hususunda mü’minler âdeta tek bir beden gibidirler. Ondan bir uzuv şikayet ederse, uykusuzluk ve ateşle vücudun diğer uzuvları da ona iştirak ederler.”(1),

“Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirine bağlayan bir tek bina gibidir.”(2)

sözleri, toplum anlayışımıza ışık tutacak nitelikteki başlıca argümanlardır.

Hz. Peygamber (asm)’in bu sözleri doğrultusunda her mü’min, diğer Müslümanlara bakış açısını bir daha gözden geçirmelidir. Çağımızın yozlaşan ve âdeta putlaştırılan anlayış ve değer yargıları ile basit menfaatler uğruna Müslüman kardeşini terkeden, onun musibetinde huzuru bulan, huzurunda da kalbindeki kinden dolayı üzüntüyü yakalayan, siyasî ve dinî kökenli bazı çevre ve gruplara göre sözünü ve selamını belirleyen Müslümanların, bu eksende bir daha düşünmesinin gerektiği kanaatindeyiz.

İster din orijinli olsun, ister siyasî olsun, düşmanlığa varan gruplaşmalar, bölünmeler, dargınlıklar, hem dinimize hem de toplumsal hayatımıza zarar vermektedir. Toplum halinde yaşamanın elbette belirli ilke ve kuralları vardır. Bu ilke ve kurallar yerine göre hukuk, yerine göre dinî ve ahlâkî kurallar olarak nitelendirilir. Söz konusu ilke ve kurallara uymada, toplumun her bireyinin aynı dikkat ve duyarlılıkta olduğunu kabul etmek veya böyle bir beklenti içine girmek, hayalden öteye geçmeyecek bir vehimdir. Zira tarihî süreç bunun en belirgin ve başta gelen kanıtıdır.

Toplumda bireyler arasında karşılaşılan kural hatta hak ihlâlleri veya fikrî çatışmalar sonucunda, kişiler birbirleriyle olan ilişkilerini ya askıya almakta ya da tamamen kesmektedirler. Başka bir ifade ile birbirlerine küsmekte, darılmaktadırlar. Bu durum hemen her toplum için geçerli bir olgudur. Âyet ve hadislerde değişik vesilelerle "kardeşler topluluğu" olarak nitelendirilen İslâm toplumunda, elbette ilişkilerin çok sıcak ve kardeşçe olması beklenir.

Ama Müslümanlar da nihayet insandır. Çok farklı sebeplerle birbirlerine kırılmış, küsmüş olabilirler. Bu durumda asl olan, söz konusu kırgınlığın ya da dargınlığın, daha ileri boyutlara taşınması değil, kardeşlik anlayışı ve hukukunun yeniden tesisi için her bireyin çaba sarfetmesidir. Nitekim İslâm, bu tür istenmeyen hadiselerin ortadan kaldırılması için bir dizi tedbirler almış ve bazı yollar göstermiştir. Dargınlık hâlinin bir vakıa olduğunu kabul eden dinimiz İslâm, müminler arasında vukû’ bulacak dargınlığın, fazla büyütülmemesini bu hâlin, üç günü geçmemesini tavsiye etmiştir.(3)

Eğer küskünlük meydana gelmiş, nefislere uyulmuşsa, Allah'ın şu emri tatbik edilir:

"Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın (mücadele edin). Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki, size rahmet edilsin."(4)

Bu âyet, toplumu teşkil eden bireyler arasında vukû bulacak fizikî, sosyal, kültürel ve psikolojik çatışmalar sonucunda meydana gelecek anlaşmazlıklarda takip edilecek prosedüre işaret etmektedir. Anlaşmazlık vukû bulan tarafların arası öncelikle ıslaha çalışılır. Barışa yanaşmayan, aradaki anlaşmazlığı sürdüren tarafa karşı, toplumsal müeyyideler devreye sokulur. Başka bir ifade ile onunla olan bireysel bazdaki ilişkinin kesilmesi, kitlesel bir boyuta dönüştürülür.

Her konuda olduğu gibi insanlar arasında vukû bulan anlaşmazlıkların çözümünde de adalet değişmez ilke ve emirdir. Hz. Peygamber (asm) de buyuruyor:

"Bir kişinin kardeşini üç günden fazla terkedip küs durması helâl değildir. İki Müslüman karşılaşırlar biri bir tarafa, öteki öbür tarafa döner. Halbuki bu iki mü'minin hayırlısı önce selâm vermeye başlayandır."(5)

Yine Hz. Peygamber (asm) dargınlığın dinî açıdan tasvip edilmediğine ve bu durumun manevî boyutuna şu sözüyle işaret etmiştir:

“Her pazartesi ve perşembe günü ameller Allah’a arzolunur. Din kardeşi ile arasında düşmanlık bulunan kişi dışında, Allah’a şirk koşmayan her kulun günahları bağışlanır. (Meleklere) siz şu iki kişiyi birbiriyle barışıncaya kadar tehir edin, buyurulur.”(6)

Bu hadis, ilişkiyi kesen ve birbirine küsen Müslümanların ilâhî huzurda tâbi tutuldukları bir muameleyi dile getirmekte ve dolayısıyla Müslümanları sürekli barışık olmaya çağırmaktadır.

Yüce Peygamberimizin (asm) hadiste dile getirmiş olduğu müeyyide, af ve mağfiret beklentisi içinde olan -ki her Müslüman bu duygu ile yaşar- bir Müslüman için hiç de yabana atılamayacak türden bir yaptırımdır. Ayrıca “yüz çevirme” şeklinde nitelendirilen bir dargınlık türü de vardır ki, bu, âsî, fâsık, zâlim kimselere karşı sergilenen bir tutumdur, toplumsal yaptırımdır.

Bunun örneğini, Resûlullah’ın şu uygulamasında görüyoruz. Şöyle ki, Tebük gazasına katılmayıp geride kalan Kâ'b b. Mâlik, Mürâre b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye adlarındaki üç sahabî ile Hz. Peygamber (asm)'in emriyle elli gün hiçbir Müslüman konuşmamış, onlara selâm dahi verilmemiş ve selâmları alınmamış, onlara güleryüz gösterilmemiş, tamamen toplumdan dışlanmışlardı. Savaştan geri kalan bu üç kişiden Kâ’b, bizzat, yaşadığı o acıklı durumu şöyle dile getirmektedir:

"...sonra Resûlullah müminlerin bizimle konuşmasını yasakladı. Savaşa katılmamış olan üçümüzle de kimse konuşmuyordu. Herkesten ayrı kalmıştık. Yeryüzü bana çok dar ve manasız gelmişti o zaman..."

Bunlar toplum içinde yapayalnız kalınca çok pişman olmuş ve yaptıklarına tövbe etmişlerdi.

Nihayet Yüce Allah, onları affedip haklarında şu âyeti indirdi:

"Ve Allah savaştan geri kalan o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu. Bütün genişliğiyle beraber yeryüzü başlarına dar gelmiş, canları kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı...”(7)

Bu âyet indikten sonra, kendilerinden yüz çevrilen üç sahâbî büyük bir sevinçle ümmetle bütünleşmişlerdi.(8)

Bu örnek, Müslümanların hemen her konuda yekvücût olmalarının gereğine işaret eden temel dinamiklerden birisini teşkil etmektedir. Onlar, birlik ve bütünlük içinde topluca Allah'ın dinine sarılırlar, toplumsal birlikteliğe ve genel anlayışa aykırı düşenler, hemen bu cemiyetin dışına itilirler.

Ka'b ve arkadaşlarının başına gelen olay, ayrıca Müslümanlardan teşekkül eden toplumun, samimi bir iletişim düzeni kurmasının önemini; Allah rızası için dostluk, kardeşlik bağı ile bağlı olan müminlerin cemâat anlayışında bulunması gereken açıklık ve netliği: Mükellefiyetlere göğüs germe, verilen emirlere değer verme ve meşrûiyet çerçevesinde itirazsız itaat etmenin ehemmiyetini; Müslümanlardan ayrı düşüldüğünde nasıl pişman olunduğunu da anlatmaktadır.

Kâinatın Efendisi (asm),

“Birbirinizle ilginizi kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız ve hased etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Bir Müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terkedip küs durması helal değildir.”(9)

sözüyle, Müslümanların birbirlerine buğz etmelerini, sırt çevirmelerini, hased etmelerini ve birbirleriyle küs durmalarını yasaklamıştır.

Ayrıca Allah’ın Resûlünün,

“Kim, din kardeşini bir yıl terkedip küs durursa, onun kanını dökmüş gibi günaha girer.”(10),

“Müslümanın din kardeşine üç günden fazla küs durması helal değildir. Kim Müslüman kardeşini üç günden fazla terkeder ve o hâl üzere ölürse cehenneme girer.”(11)

hadisleri de dargın durmanın dinî açıdan tasvip edilmediğini vurgulayan türden argümanlardır.

Resûlullah (asm), İslâm toplumunda da insanlar arasında türlü geçimsizliklerin çıkacağını bilerek, müminlere kesinlikle üç günden fazla birbirlerini terketmemelerini emretmiştir. Müminlerin birbirlerine üç günden fazla küs durmalarının, onları kin, nefret, buğz duygularıyla donatacağına ve doğal olarak zıtlaşmanın çatışmalara dahi yol açacağına dikkat çekmiştir. Gerçekten de bazen haklı, bazen de dikkate alınmayacak derecede basit bir nedene dayanan kırgınlıklar, zaman uzadıkça kine hatta düşmanlığa dönüşebilmektedir.

Her konuda dengeyi öneren dinimiz İslâm, dostluk ve düşmanlıkta, sevgi ve nefrette de ölçülü olmayı tavsiye etmektedir. Nitekim,

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman aranızda düşmanlık bulunan kimse, sanki samimi bir dost gibi oluverir.”(12)

âyeti, sevgi ve nefrette, dostluk veya düşmanlıkta, izlenecek yolu ve takınılacak tavrı gayet veciz bir şekilde ifade buyurmaktadır.

İnsanlar arasında meydana gelen küskünlükler, bir münakaşada öfke ve kızgınlık sebebiyle sarfedilen sözlerden kaynaklanabileceği gibi, kimi zaman da bir başkası tarafından taşınan sözler sebebiyle meydana gelmektedir. Günümüzde mezhep, meşrep, siyasî ve ideolojik görüş farklılıklarının taassup ve fanatizm derecesine varmasından da fertler arasında ayrılıklar, dargınlıklar görülmektedir. Neticede aynı idealleri paylaşan ya da paylaşması gereken insanlar, acı tablolarla karşı karşıya kalmaktadırlar. İnsanlığın, geçmişte olduğu gibi çağımızda da huzur ve mutluluk için rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (asm)’e kulak vermesi gerekmektedir.

Müslümanlar, aralarında dargınlığa varacak söz ve davranışlardan sakınmalıdırlar. Her şeye rağmen aralarında dargınlık vukû bulursa, dargınlıklarını gidermeye, anlaşmazlıkları çözmeye gayret etmelidirler. Hemen her hususta barışı, insanların arasını ıslaha çağıran(13) İslâm, tabii olarak kendi mensupları arasında vukû bulan dargınlıklarda da diğer müminleri, söz konusu anlaşmazlığı ya da dargınlığı sona erdirmede aktif göreve çağırmaktadır.(14) Bu yönüyle dargınların barıştırılmasının, dinî ve ahlâkî bir görev olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır.

Kur’an-ı Kerim’de, “Sulh daima daha hayırlıdır.”(15) âyetinin kapsamı özel bir olaya indirgense de verilen mesaj geneldir. Hemen her türlü anlaşmazlıkta İslâm’ın öncelikli tercihi, sulhtür, barıştır. Allah Teâlâ, başta aile hayatı olmak üzere, toplum hayatında barış ve anlaşmanın hayırlı bir iş olduğunu bildirmiştir.(16) Bu sebeple,

"Allah'tan korkunuz ve aranızı düzeltiniz,"(17)

emrine uymayı, hayatımız için bir düstûr kabul etmeliyiz Hz. Peygamber (asm) bir taraftan Müslümanlara, arabuluculuk yapmalarını tavsiye ederken, kendisi de bizzat gidip dargın ve birbiri ile anlaşamayan Müslümanları barıştırmıştır.

Nitekim bir gün Resûlullah ashabına:

"Size, namaz, oruç ve sadakadan daha üstün bir şeyi haber vereyim mi?" buyurdu. Onlar: "Evet, ya Resûlellah, " dediler. Peygamberimiz de sözüne devamla: "Arabulmak, barıştırmaktır; çünkü aranın bozulması saçı kökünden kazır demiyorum, dini kazır."(18)

buyurdu. Yine bir gün, Medine yakınlarındaki Kuba halkı döğüşmüş, hatta birbirlerini taşlamışlardı. Bunu haber alan Peygamber Efendimiz (asm), ashabına: "Haydi bizimle geliniz de onların aralarını düzeltelim." teklifinde bulunmuş ve Kuba'ya gitmişti.(19)

Başka bir hadislerinde de şöyle buyurmuştur:

"Halkın arasını düzelten ve bunun için iyilik kasdiyle söz taşıyan ve yine iyilik düşüncesiyle yalan söyleyen, yalancı değildir."(20)

Bilindiği gibi yalan, İslâm’da büyük günahlardan kabul edilmiştir. Eşler veya diğer insanların arasını bulmak için buna müsaade edilmesi, arabuluculuğun ne kadar önemli bir dinî ve ahlâkî görev olduğunu göstermektedir. Dargın Müslümanlar, inatla dargınlıklarını devam ettireceklerine, dinin üç günden fazla dargın durmayı yasakladığını, atalarımızın:

"Müslümanın Müslümana küslüğü tülbent kuruyuncaya kadardır."

dediğini düşünerek, arabuluculuk yapmak isteyenlerin bu hayırlı teşebbüslerini bir barışma vesilesi saymalıdırlar.

Kur’an-ı Kerim’de,

"Onların gizli konuşmalarının çoğunda hayır yoktur; ancak sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı ve insanların arasını düzeltmeyi gözeten kimseler müstesna. Kim bunları, sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa, biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz."(21)

buyurulmaktadır. Bu âyet bize, arabuluculuğun, diğer iyiliklerde olduğu gibi, çıkar gözetilmeden sırf Allah rızası için yapılması gerektiğini, ancak böyle bir düşünce ile yapılan arabuluculuğun ahlâki bir değer ifade edebileceğini göstermektedir.

Dinimiz, arabuluculuğu büyük bir fazilet olarak teşvik ederken, insanların arasını bozmak için söz taşımayı (kovuculuğu) da büyük günah saymıştır.(22) Hz. Peygamber (asm),

“Kovucu, cennete giremez.”(23)

buyurmak suretiyle, böyle bir davranışın dinî açıdan ne derece büyük bir günah olduğuna işaret etmiştir. Ancak dargın olan eşleri veya iki kişiyi barıştırmak için gerçek olmayan sözleri söylemenin, yalan olarak değerlendirilmeyeceği ifade edilmiştir. Çünkü Resûlullah (asm), "Halkın arasını düzelten ve bunun için hayır niyetiyle söz ulaştıran veya hayır maksadıyla yalan söyleyen, yalancı sayılmaz."(24) buyurmuştur.

Yine Müslim, bu hadisin devamında Ümmü Gülsüm (r.anh.)'dan şu mealde bir rivayeti de kaydetmektedir:

"İnsanların söylediklerinden hiçbir şeyde yalana ruhsat verildiğini işitmedim; ancak şu üç durum müstesna: Harpte, insanların arasını bulmada, kadının kocasına ve kocanın da karısına karşı -ailenin düzeni için- söylediklerinde..."(25)

Ebû Dâvud'un Sünen'inde rivayet edilen bir hadiste de Hz. Peygamber (asm);

“Ben, sırf insanların arasını bulmak niyetiyle yalan söyleyen kişiyi yalancı saymam."(26)

buyurmuştur. Hadislerde geçen "İnsanların arasını bulmak için yalan söylemek yalancılık sayılmaz." sözü, "bu yalanda günah yoktur" anlamındadır. Çünkü hadiste yalan, yalan olmaktan çıkarılmamakta, sadece bu çeşit yalana günah terettüp etmediği bildirilmektedir.

Şüphe yok ki yalan, gerek arayı düzeltmek için, gerekse başka amaçla söylenmiş olsun yine mahiyeti itibâriyle yalandır. Ancak burada yalan, söyleniş amacı itibariyle başkasını kandırma amacı taşımadığından günah sayılmamıştır. Hatta böyle yapan kimseler Hz. Peygamber (asm)'in ifadesiyle faziletli bir iş yapmış olup oruç tutmuş, namaz kılmış veya sadaka vermiş kadar da sevap kazanırlar.(27)

İslâm dini, mensuplarını daima birlikteliğe davet eder. Bu birlikteliğin Allah’ın dini ile temellendirilmesi öngörülür.

“Topyekün Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın…”(28)

âyeti bu hususu vurgulamaktadır. Zira, her yönüyle bitmiş bir toplum modeli çizen cahiliye toplumunun, Kur’anî öğreti ile nasıl aydınlığa çıkarıldığı ve örnek toplum konumuna yükseltildiğine işaret edilir.(29) Bunun yanısıra İslâm, dinsel, ideolojik, siyasal her türlü bölünmenin, ayrılığın karşısında olduğunu değişik vesilelerle dile getirir. Bireysel bazda da olsa mensupları arasındaki ayrılıkları, kırgınlık ve dargınlıkları onaylamaz.(30) Çünkü bu tür tefrikalar, ayrılıklar bir toplumun bitmesi ile hemen hemen eşdeğerde bir olgudur.

Kur’an, ayrılıkların, bölünmelerin toplumun gücünün zayıflamasının veya yok olmasının baş etmeni olduğunu vurgular.

“Allah’a ve peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkuya kapılır başarısızlığa düşersiniz ve gücünüz gider…”(31)

âyeti bu gerçeği dile getirmektedir.

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, insanların birlik ve beraberliğe ihtiyacı vardır. Bu birlik ve beraberliğe çağımızda daha da muhtacız. Birlik ve beraberliği zedeleyen etkenlerden birisi de, insanların birbirleriyle ilişkilerini kesmeleridir. Olası dargınlıkları, toplumun diğer fertleri, körükleme yerine, uygun bir biçimde bitirmeyi amaçlamalıdır. Müminler, misyonlarının ifsat değil ıslah olduğunu asla hatırdan çıkarmamalılar.

İlave bilgi için tıklayınız:

DARGINLIK.

Dipnotlar:

1. Buharî, Salât, 88; Müslim, Birr, 65.
2. Müslim, Birr, 18.
3. Buhârî, Edep, 57, 62; Müslim, Birr, 23, 25.
4. Hucurât, 9-10.
5. Buhâri, Edeb, 62, İsti’zan, 9; Müslim, Birr, 23, 24, 28.
6. Müslim, Birr, 36. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb, 47.
7. Tevbe, 118.
8. Buharî, Meğâzî, 79.
9. Buhârî, Edep 57, 58, 62;Müslim, Birr, 23, 24, 28.
10. Ebû Dâvûd, Edeb, 47.
11. Ebû Dâvûd, Edeb, 47.
12. Fussilet, 34.
13. Bakara, 208;Nisâ, 114; Enfâl, 1, 61; Hucurât, 9-10.
14. Hucurât, 9-10.
15. Nisâ, 128. Benzeri ayetler için bkz Bakara, 208;Nisâ, 114;Enfâl, 1, 61; Hucurât,9-10.
16. Nisâ, 128.
17. Enfâl, 1.
18.Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme, 56.
19. Buhârî, Sulh, 2.
20. Buhârî, Sulh, 1.
21. Nisâ, 114.
22. Kalem, 10-14.
23. Buharî, Edeb, 50; Müslim, İman, 169170.
24. Buharî , Sulh, 2; Müslim, Birr, 101.
25. Müslim, Birr, 101.
26. Ebû Dâvud, Edeb, 50.
27. Ebû Dâvud, Edeb, 50.
28. Âl-i İmran, 3103.
29. Âl-i İmran, 103.
30. bk. Âl-i İmran, 105; Enfâl, 46.
31. Enfâl, 46.

38 Ağız alışkanlığı olarak sürekli küfürlü konuşmanın, sövmenin hükmü nedir? Bazı yörelerimizde çok alışmışlar, başka türlü konuşamaz olmuşlar âdeta...

Bir günahı alışkanlık haline getirip sürekli yapmak, daha büyük bir günahtır. Alışmışız bir kere, demek mazeret değildir. En kısa zamanda bu çirkin günahtan tövbe edip bir daha dönmemek gerekir.

Müslümana sövmenin hükmü:

Peygamberimiz (asm) şöyle buyuruyor:

“Müslümana sövmek fısktır. Onunla çarpışmak ise küfürdür.” (Müslim, 1/325)

Bir Müslümana haksız yere sövüp saymak bil-icma haramdır. Bu işi yapan fasıktır, cezası tedip olunmaktır. Çünkü Allah, Müslümanları kardeş yapmış, dargınların arasını bulmayı emretmiştir.

Haksız yere Müslümanla kavga ve çarpışma yapan ise ehli hak Müslümanlara göre dinden çıkmak manasına küfretmiş olmaz. Ancak Müslümanla harbetmenin helal olduğuna inanırsa o zaman dinden çıkar. Fakat konu yine de ihtilaflıdır.

Hattabi’ye göre:

“Birbirinizi tekfir etmeyin. Sonra birbirinizi öldürmeyin, helal addetmeye başlarsınız.” diyor.

İlave bilgi için tıklayınız:

Kafire veya zalime sövmek caiz midir?..

Günah işleyen kişi tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi?

39 İmam olacak kişide aranacak özellikler nelerdir? Sigara içen imamın arkasında namaz kılmanın mekruh oluğunu söyleyenler var...

Namazda cemaate imam olacak kimsede birtakım ilmi ve ahlaki vasıfların bulunması gerekir. Çünkü, imam olan insan namaz esnasında üzerine cemaatin mesuliyetini yüklenmektedir. İmam aynı zamanda cemaatin rehberi ve kılavuzu olmaktadır. Bu vazifenin bir peygamber mesleği olduğu devamlı hatırda tutularak, ona göre titiz ve ihtiyatlı davranılmalıdır.

İslam alimleri imamlığa ehil olacak kimseleri şu şekilde tasnif ederler:

- İmam olacak kimse önce namazın ahkamını, sıhhatini, namazı bozan ve bozmayan şeyleri, sünnet ve mekruhlarını iyi bilmelidir.

- İkinci olarak Kur’an’ı düzgün ve yanlışsız olarak okuyabilmelidir. Yani, namazda okuduğu sûre ve ayetleri namaz sahih olacak şekilde okumalıdır.

- Bundan başka takvayı esas almalı, haramdan ve şüpheli şeylerden uzak durmalıdır.

- Ayrıca ahlaki bakımdan mutedil bulunmalı; ahlaksızlık sayılan çirkin fiillerden uzak durmaya çalışmalıdır.

- Diğer yandan imamlık yapacak kimse herkes tarafından sevilen, sayılan birisi olmalıdır. Çünkü, imamlıkta ilk aranan şart, imamın faziletli bir insan olması, cemaat tarafından benimsenen örnek şahsiyete sahip bulunmasıdır.

Bu arada bazı kimselerin imamlıkları da mekruhtur. Mesela, kör kimsenin, haram ve günahları işlemekten çekinmeyen fasıkın, bit’atçının imamlık yapması mekruhtur. Bunların ayrı ayrı sebep ve hikmetleri vardır. Kör insan, üstünün başının temizliğine pek dikkat edemez; farkında olmadan üzerlerinde namazın sıhhatine engel olacak kadar necaset bulunduğu hâlde namaza durabilirler.(1)

Fasık ve bid’atçı kimselerin imamlığına gelince; içki, kumar, faiz, yalan ve gıybet gibi fiilleri işleyen kimselere fasık denir. Bu arada toto, piyango da birer kumar olduklarından, bunların haram olduğunu bile bile işleyen kimseler de fasık olur. Esas itibariyle cemaatin önüne geçecek kimsenin Müslümanların hoş karşılamadığı böyle fiilleri işlememesi icap eder.

Fakat, bütün bunlarla birlikte gerek hadis kitaplarımızda gerekse fıkıh ve kelam kitaplarında yer aldığına göre, kerahetle birlikte fıska giren ve bid’at işleyen kimselerin arkasında namaz kılınır. Bu namaz sahih olur. Ancak, işlemiş olduğu haram fiili küçümser, haramlığını umursamaz, hatta haram olmadığına beyanda bulunursa, işte böyle kimselerin arkasında namaz kılmamalıdır.

Bu arada bazı kaynaklarda bid’at sahibinin ve fasıkın arkasında namaz kılan kimse cemaat sevabını alsa da bu sevap takva ehli bir imamın arkasında kılınan namazın sevabına yetişmez, onun kadar olamaz, denilir.(2)

Sigaranın haram olduğuna dair kesin bir hüküm bulunmadığı için, sigara içen kimselerin arkasında namaz kılmak mekruh olduğu söylenemez. Olsa olsa kendisi bir mekruh işlemiş olur. Fakat, yukarıda da dediğimiz gibi, imam olan şahıslar örnek kabul edilen insanlar olduklarından bu alışkanlığı da terk etmeye çalışmalıdır.

Bu vesileyle şu hususu da belirtelim: Bir imamda kötü bir alışkanlık, fıska giren bir hareket görüldüğü zaman, münasip bir dille onu kendisine hatırlatmalı, herkese duyurup ilan ederek aleyhinde bir hava meydana getirmemeye çalışmalıdır. Çünkü, böyle yanlış bir hareket, bu vazifeyi yapan bütün şahıslara da dolaylı olarak tesir edebilir. Bu meseleye de dikkat edilmelidir.

Dipnotlar:

1. Mülteka'l-Ebhur, 31-32.
2. el-Feteva'l-Hindiyye, 1:84.

(bk. Mehmed PAKSU, Çağın Getirdiği Sorular)

40 Ahlakın tarifi ve gayesi nedir? Ahlakın toplum / cemiyet üzerinde etkisi / tesiri nasıldır?..

Dinimizde ahlâk, iman ve ibadeti kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ahlâk, Kurân-ı Kerim'de ve hadislerde birçok yerde işlenmiş, güzel ahlâk övülmüş, ahlâksızlığın her çeşidinden insanlar sakındırılmıştır. Hz. Aişe'nin Hz. Peygamberimiz'in (s.a.s.) ahlâkını soranlara:

"Resûl-u Ekrem'in ahlâkı Kur'ân'dan ibarettir." (Müslim, "Salâtü'l- Müsafirin", 139)

diye cevap vermesi, ahlâkın kapsamına bir işaret olabilir. Nitekim Allah (c.c) Kur'ân'ında Peygamber Efendimiz'i (s.a.s.),

"Ve Sen bir yüce ahlâk üzere ahlâk abidesisin." (Kalem, 68/4)

diye övmektedir.

İslâm, ahlâka büyük önem verir ve onu "dinin zarfı" sayar. Hz. Peygamber,

"Ben, mekârim-i ahlâkı tamamlamak için gönderildim." (Muvatta, "Hüsnü'l-Huluk", 8)

sözü ile İslâm'da ahlâka verilen önemi göstermiştir.

Dinin hemen her sahada ahlâki buyrukları vardır; bir başka ifadeyle, bütün insanlar için geçerli sayabileceğimiz ahlâk kaidelerinin hepsini dinde bulmak mümkündür. Esasen din, bir açıdan, kaynağını Allah'tan alan bir ahlâk sisteminden ibarettir. (Güngör 1995, 17)

İnsandaki ahlâkî faziletlerin en büyük desteği dindir. Vazifeye bağlılık, doğruluk, adalet, şefkat ve hürmet, yardımlaşma gibi ahlâkî kaideler, ancak Allah'a ve Âhiret Günü'ne inanç ile desteklenirse devamlı olur. Kul hakkını çiğnediği zaman Âhiret'te cezasını çekeceğine inanan bir insan, başkalarının hakkını yemekten çekinecek, içtimaî kurallara riayet edecek ve haksızlık yapmaktan korkacaktır. Kaynaktaki kutsiyet fikri kabul edilmedikçe ahlâkî prensiplerin kuvveti azalır. Bu sebeple, ahlâkın en sağlam temeli dindir ve din olmalıdır. (Pazarlı 1987, 39)

Kanunlar, ferdi, yabancı gözlerden uzak kendi başına bulunduğu yerlerde kontrol etme imkânına sahip değildir. Kanunlar insanları disipline etme, yetiştirme ve sosyal hayatın ahengini teminde yeterli olmadığı için kişilerin manevî bir otorite altına alınması şarttır. Bu otorite de ancak din olabilir. Din, hareketlerimizi devamlı surette gözetleyen bir murakıbı kalbimize yerleştirmiştir. Kanun adamlarının ve diğer insanların kontrolünden uzak yerlerde ahlâka uymayan bir davranışa yelteneceğimizde, Allah'ın bizi gördüğünü ve bu hareketimizi cezasız bırakmayacağını söyleyen din, bu davranışlara karşı elimizi kolumuzu bağlar. (Kandemir 1986, 34, 49)

Suç ve Din

Suç işlemenin ve suçlardaki artışın sebepleri şüphesiz çeşitli olduğu gibi, her suçlu insan da şüphesiz aynı karakterde değildir. Dolayısıyla ilk plânda, suç işleyen kişileri bütün özellikleriyle tanımak gerekir. Onların bilinmesi gereken özelliklerinden biri de dinî inanç ve davranışlarıdır. Çünkü dinî inanç veya iman, insanın sosyal davranışı üzerinde tayin edici bir role sahiptir. "Din, hem bireyi hem de toplumları etkileyen sosyo-kültürel bir kurum", insanın günlük hayatındaki davranışlarına yön veren bir faktördür. (Peker 1990, 95) Belirli dinî inançlar ve tutumlar, ferdin diğer kimselerle olan ilişkilerini, ahlâkî davranış ve hükümlerini bir dereceye kadar şekillendirirler. Çünkü din, insanın düşünce, duygu, irade, vicdan ve davranış gibi bütün kabiliyet ve eğilimlerine hitap etmektedir. İşte bu sebepledir ki, dine bağlılık derecesi ile suçluluk arasındaki ilişki üzerinde durulmuş ve bu konuda araştırmalar yapılmıştır. Normalde, din, suç işlemeyi aynı zamanda günah telakki ettiği için, Allah'a ve öldükten sonra ceza veya mükâfat göreceğine inanan, ibadetlerini yapan bir insanın suç işlememesi gerekir.

İslâm dini, iman edenlere iyilik yapmalarını ve kötülükten de men etmelerini emreder. Bunu şu âyette apaçık görüyoruz:

"Onlar, Allah'ı ve Âhiret'i tasdik eder, iyiliği yayar, kötülükleri önler ve hayırlı işlere yarışırcasına koşarlar. İşte onlar salihlerdendir." (Âl-i İmran, 3/114)

Allah Teâlâ (c.c.), küfrün ve kötülüğün müminlerin kalplerinde sevimsiz karşılandığını da beyan buyurur:

"Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde güzelleştirdi; inkârdan, fâsıklıktan ve isyandan ise sizi iğrendirdi." (Hucurât, 48/8)

İnancın gerektirdiği vecibeler ve hayırlı işler, bir baskı altında değil, severek yapılması gerekir. Çünkü böylece Allah'ın rızası kazanılıp, yapılan işin mükâfatı fazlasıyla alınacaktır. İnançlı kimseler sosyal hayatta ne kadar güçlüklerle karşılaşsalar da, dinî inançları onları suç işlemekten genellikle alıkoyar.

Din, toplumda görülen ahlâksızlık ve suçu denetleyip engelleyecek en önemli faktörler arasında başta gelir. Suçun, sadece suç değil, ayrıca günah olarak telkin edilmesi, onun işlenmesi karşısında en azından iki kat bir caydırıcı sebep olacaktır. Gençler, kendileri üzerinde yapılan araştırmalarda, dinin ruhlarına huzuru verdiğini, güvenlik duygusu sağladığını, dini dayanılacak tek realite olarak gördüklerini, dinlerini kaybettiklerinde her şeylerini kaybedeceklerini söylemişlerdir. (Hökelekli 1993, 115) Suçluluk duygusu, insanlarda sıkıntıya yol açar. Sıkıntı ise, insanı kendi kaynağına yeniden yönelmeye sevk eder. Dolayısıyla sıkıntıdan kurtulma, insanların dinî inançlarına daha sıkı bağlanmalarıyla doğru orantılıdır. (a.g.e. 114-115)

Bir toplumda dinî inanış zayıflayınca, bunun arkasından ahlâkî ve hukukî suçlar gelir. Çünkü, din olmayınca ahlâkın da bir yaptırım gücü kalmaz. Helâl-haram, Âhiret'te ceza-mükâfat inancı kalkınca toplumun düzeni sarsılır, suç ve anarşi ortaya çıkar ve böylece çeşitli sıkıntılar başlar. Halbuki, her yerde kendini kontrol eden bir Hâkim Varlığa inanan insan buna göre davranıp iyiyi tercih eder, kötüden uzaklaşır. Dinin etkisini yitirdiği toplumlarda sosyal çözülmeler başgösterir. Bugün buna en çarpıcı misalleri bilhassa batılı toplumlarda görmek mümkündür. Ailenin çökmesi, ebeveyn-evlât ilişkilerinin çözülmesi, cinsî sapmaların normal hâle gelmesi ve bunların doğurduğu ferdî ve içtimaî krizler, hattâ maddî hastalıklar, suç işleme oranlarındaki anormal artış, olabildiğince azmanlaşan ferdiyetçilik ve bencillik, toplumda yardımlaşma ve dayanışma duygularının yitirilmesi, meselenin önemini görmeye ve göstermeye yetmektedir.

Sözünü ettiğimiz menfiliklere, günümüzün modern toplumlarında bir de şehirleşmenin aynı sebeplerle yol açtığı olumsuzluklar eklenmektedir. Batılı sosyologlar şehirleşme ile suç arasında doğrudan ilişki kurmaktadırlar. Köylere ve küçük şehirlere nazaran büyük şehirlerde çok daha fazla suç işlenmekte; ancak şehirlerde suç işleyenlerin büyük çoğunluğu buralarda doğmayan, sonradan oraya göç eden göçmenlerden oluşmaktadır. Şehirleşme ile suçluluk arasındaki ilişki, şehirleşmenin sebebiyet verdiği sosyal çözülme, sosyal ilişkilerin erimesine bağlanmaktadır. (Bilgin 1997, 137) Dinî unsurların ağır bastığı bir toplumda ise, güçlü kontrol mekanizmaları şiddet ve suç nitelikli eylemlerin büyük ölçüde önüne geçer. Her şeyden önce din, aileye ve aile fertlerinin birbirlerine karşı sorumluluklarına büyük önem verir. (a.y.)

Din, tesir sahibi olduğu toplumda aynı zamanda güçlü bir sosyal kontrol mekanizmasıdır. Bu mekanizma sayesinde sosyal değerlerin korunması ve devam ettirilmesi sağlanır. İslâm Dini'nin bu konudaki prensiplerinden birisi de suça giden yolları kapamasıdır. İslâm, ahlâkî değerlere, dünyadan kopuk mücerret değerler olarak bakmaz. O, bir taraftan ferdin gelişimine ve sosyal kontrolün mekanizma olarak fonksiyon görür hâle getirilmesine çalışırken, bir taraftan da, içtimaî ve iktisadî prensipleriyle suça sebep olacak haricî unsurları da ortadan kaldırmaya, en azından asgarîye indirmeye yönelir.

Suç, bir anda meydana gelmez. O, psikolojik, sosyo-kültürel ve ekonomik faktörlerle çevrili "cazibe alanı" diyebileceğimiz geniş bir dairenin odak noktasında yer alır. Bu dairenin içerisine giren herkes suç işleyecek değildir, fakat potansiyel olarak buna hazır demektir. İslâm Dini, kişinin bu daireye girmesine mani olma gayretindedir. Bu daireyi bir bataklığa benzetmek de mümkündür. Hastalığın ortadan kalkması için bataklığın kurutulması gerekir. Seküler toplumlarda ise sosyal problemlere çözüm getirilemeyişi, bu prensibin gözardı edilmesinden kaynaklanmaktadır. Meselâ, medyadaki şiddet muhtevalı yayınların insanları şiddet ve suça teşvik ettiği bilinmesine rağmen, hiç bir sınırlama getirilmemektedir. Benzer şekilde, fuhuş bir suç olarak kabul edilmesine, bunun da ötesinde her sene cinsel muhtevalı suçlarda artış görülmesine rağmen, gündelik hayatta cinsel uyarıma sebep olan öğeler serbest bırakılmakta, hattâ bunların çeşitli sapmalara yol açmasına göz yumulmakta ve bu konuda hiçbir denetim mekanizması işletilmemektedir. Din ise, özellikle ahlâkî yapı üzerinde derin yaralar açan bu duruma karşı çıkar. Kaldı ki, cinsel uyarıma sebep olan unsurların serbest dolaşımı, sadece cinsî muhtevalı suçları değil, şiddet muhtevalı diğer suçların da artmasına sebep olmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı'nın liseli gençler üzerinde yaptırdığı geniş çaplı araştırmada, erotik film izleyen gençlerin, macera-savaş filmleri izleyenlere göre daha yüksek seviyede şiddete eğilimli oldukları ortaya çıkmıştır. (a.g.e., 138-139)

Dindar ve dindar olmayan insanlar arasındaki ahlâk, ahlâkî yargı ve benzeri konulardaki farklılıkları belirlemek maksadı ile dinin, dini olmayan davranışlar üzerindeki etkilerini tespit etmeye yönelik birçok araştırma yapılmıştır. Bu araştırmaların sonuçlarına göre dindar olan insanlar, dindar olmayanlara oranla daha iyi bir davranış biçimi sergilemektedir. Meselâ dindarlar, yabancılara karşı daha yardım sever, hayır kurumlarına karşı daha cömert olup, kibarlık ve dürüstlükleriyle de ön plâna çıkmaktadırlar. (Argyle, 5-6)

Din ve Ruh Sağlığı; Din ve Depresyon

Dindarlık, depresyonu en azından şu üç yol veya şekilde etkileyebilir. Birincisi, "toplumsal bağlılık" hipotezine göre din, dinî çevreden gelen toplumsal destek sağlar. Böyle bir destek hem duygusal, hem entelektüel, hem de depresyon riskini azaltan diğer bazı özellikleri ferde kazandırır. İkincisi, "tutarlılık hipotezi"ne göre din, ümit ve iyimserlik duygusu aşılayarak depresyonu azaltır. Üçüncüsü, "hikmet" hipotezidir ki, buna göre din, elem ve ıstırapları negatif olarak algılama potansiyelini olumlu yönde değiştirir. (Stack, 8) Yani insanlara, her hâdisede İlâhî bir hikmet, kaderî bir sebep bulunduğu inancını yerleştirir ve hâdiselere daha sağduyulu ve iyimser bir bakış açısı ile bakmasını sağlar. Aslında bu üç hipotez birbirinden tamamıyla ayrı şeyler değildir, üçü de bir anda meydana gelebilirler.

Sıkıntı ve Dinî Güvenlik Hissi

İnsan, gerek "tabiî", gerekse içtimaî hayatlar girdabında bir dayanak, bir destek arar. Modern anlayış, insanın bilimle tabiatı yeneceği ve "tabiat olayları"nın yol açtığı korkudan kurtulacağını varsaymış, fakat bu anlayış, insana müsbet hiçbir şey kazandırmamış, tam tersine insan, kendisini manâsız bir hayat, sürekli ölüm korkusu ve acımasız bir çevrenin içinde daha yalnız, daha kimsesiz ve güçsüz hissetmiştir. Buna karşılık din, insana her türlü hâdise karşısında, bütün varlıkların Sahibi merhametli ve gücü her şeye yeten bir Varlığa dayanma, O'na yönelmekle kendini güçlü hissetme, bütün kâinatı kendisi için bir kardeş, bir dost çevresi görme, ölümü hayattan öte, daha üst bir hayat mertebesine yükselme, vazifeden paydos veya terhis olarak karşılama duygusu ve inancı kazandırır. İnsan, iman ile, Allah'a bağlanma ve bütün eşya ve hâdiselere bu bağlılığın penceresinden bakmakla tam bir huzur bulur, sonsuz bir hayatın basamağı olarak gördüğü dünya hayatını da sever ve bu hayatı aslî gaye hâline getirmenin yol açtığı yıpratıcı hırs, kıskançlık, tatmin edildiği sanıldıkça daha da susuzluk ve açlık veren nefsanî arzular kapanından kurtulur.

İman ve Psikolojik Rahatsızlıklar

Psikolojik rahatsızlıkların sebepleri olarak şu faktörler öne çıkmaktadır:

1. Ruhun ve ihtiyaçlarının ihmali;
2. İnancın kaybedilmesi veya sarsılması;
3. Hayat problemlerine karşı çaresiz kalmak veya acizlik duymak;
4. Kişinin hayatında tenakuzlara düşmesi;
5. Çeşitli cinayetleri işlediğinden dolayı vicdan azabı içine girmesi;
6. İnsanın huzur ve emniyet hâlet-i ruhiyesini kaybedip, korkunç ve karamsar bir hâlet-i ruhiye içinde yaşaması;
7. Bazı tenasül (üreme) hastalıklarının doğurduğu çeşitli rahatsızlıklar. (Yalçın 1997, 33)

Amerikalı psikiyatr Henri Link, psikolojik hastalıkların ana sebebinin imansızlık olduğunu tespit etmiş, kendisi imana dönmüş ve hastalarını da iman etmeye çağırmıştır. Henri Link "Dine Dönüş" adlı eserinde bu konuda:

"Nasıl ki ilk defa ilim beni dinden uzaklaştırdı ise, sonra da yine ilim beni tekrar dine yöneltti."

diyerek, dinin hastalarına şifa verdiğini, hastalarını mabetlere ve dinî müesseselere gitmeye teşvik ettiğini anlatmaktadır. Link, dinin psikolojik bakımdan insana getireceği faydaları izah ederken de, şunları söyler:

"Dolayısıyla şunu ifade etmek isterim ki; önemli olan, benim toplumdan bir fert olarak dine dönüşüm değildir. Asıl önemli husus, psikoloji ilminin böyle bir dönüşün sebeplerini keşfetmiş olmasıdır. Çeşitli ilimler, insan topluluğuna bir çok değerler kazandırmış olabilir. Ancak; fert ve topluma iç huzuru getiren, hastaya iyileşme ümidi verip onu rahatlatan, ailelerin gönlüne sağanak sağanak mutluluk ışıkları yağdıran yegâne unsur imandır." (a.g.e., 33-34)

Bir Alman filozofu olan Leibniz de, "Ruhî sıkıntıyı veya tedirginliği gidermek için, insan akıl yoluyla Allah'a inanmalı. Çünkü bu sıkıntı, öncelikle şüpheden doğar, şüphe de kalbin parçalanmasına sebep olur." demektedir. (a.y.)

Alexis Carrel de, aynı konuda şunları kaydeder:

"Bugün eğer biz vahim bir buhran içinde isek, bunun tek ve en önemli sebebi, modern toplumun maddî değerlere fazla düşkün olması ve temel manevî problemleri ihmal etmesidir. Maddî hayata düşkünlük insanlığa bir saadet getirmek şöyle dursun, harap olmasını bile önleyememiştir. Çünkü gerçek imanın kaybolması, insanı korkunç bir manevî uçuruma sürüklemiştir." (a.g.e., 34)

Bir insanın Allah'a sağlam bir inancı olursa, çeşitli inançların ve ideolojilerin kalbinde çatışmasına imkân kalmaz. Böylelikle insan, o çatışmadan doğan yıpratıcı tedirginlikten kurtulmuş olur. Psikoloji bilginlerinin kişiyi korumak istedikleri husus da bu yıpranmalardır. İnançsız veya inancı sarsılmış kişilerde bilhassa ideolojilerin çatışması şiddetli olduğundan, böyleleri ruhî bunalıma sürüklenirler. Çeşitli ruhî hastalıklar da bunun neticesi olarak o kişilerde zuhur edebilir. Bu sebeple bazı eğitimciler, kişileri ileride böyle kötü sonuçlardan kurtarmak için onlara güçlü bir inanca sahip olmanın lüzumlu olduğunu anlatırlar. Yine, imanlı kişilerin hayatlarında ruhî boyut kaybolmadığı, hattâ asıl unsur olduğu için, bu hayattan mahrum olma neticesi olarak doğan "ruhî hastalıklar"a maruz kalmazlar. (a.g.e., 35)

Burada imanın hayatî değerlerini kısaca şöyle özetleyebiliriz:

1. İnsanın mahiyetine belli gayeler için konulan arzu ve istekleri, Allah'ın istediği yöne kanalize ederek insanı çelişkilerden ve çatışmalardan kurtarır.
2. Allah katında yükselmek için insana gayret ve canlılık verir, böylelikle hayatta mücadeleden tat alır.
3. İnsana Allah katında bir sorumluluk hissi vererek doğru yolda gitmesini ve sapıklıktan uzaklaşmasını sağlar.
4. İnsanı kötü yoldan, cinayetlerden, yolsuzluktan uzaklaştırır.
5. İnsanın ihlaslı olmasını ve riyakârlıktan uzaklaşmasını sağlar.
6. İnsanı her şey elinde olan Allah'a sığınmaya yönlendirerek, ona zorluklara direnme gücü kazandırır.
7. İnsanı "ruhî hastalıklar"dan korur.
8. İnsanı ebedi cehennemden kurtarır.
9. İnsana, varlığın manâsını ve hikmetini öğretir.
10. İnsanı ebedî yok olma düşüncesinden kurtarır. (a.g.e., 36)

Kısaca, Bediüzzaman'ın değerlendirmesiyle, iman kalbde bir cennet çekirdeği, imansızlık da manevî bir cehennem çekirdeğidir. Her türlü faziletin olduğu gibi, cesaretin kaynağı da imandır. İmanlı bir insan, kâinata meydan okuyabilir ve her türlü lüzumsuz korkulardan kurtulur.

Dinin Bütünleştirici Fonksiyonu

Dindar fert, günlük hayattaki bunalımlara karşı daha dayanıklıdır. Dindarın, zorluklar karşısında sığınacağı manevî bir sığınağı vardır. İrade olarak daha güçlüdür. Dindar insan, hayatın imtihanlarla dolu olduğunu ve sabretmesi gerektiğini düşünür. Din aynı zamanda, hızla değişen toplumda istikrarı sembolize eder. Bu yüzden değişen toplum içerisinde dindarlar, değişimin psikolojik etkilerini daha az hissederler. Bu önemlidir; çünkü Durkheim, intiharların çoğalmasının asıl sebebini toplumun yapısında meydana gelen değişiklik olarak görür. Durkheim'e göre bu değişiklik toplum için yararlı ya da zararlı olsun, bunun hiç önemi yoktur. Toplumun yapısında meydana gelen değişiklik ferdin hayat şartlarını, manevî değerlerini alt üst eder. İşte intiharın asıl sebebi bu kargaşa hâlidir. (Bilgin, 140-141)

1 Ekim 1967'de İstanbul'da toplanan Ruh Sağlığı Hekimleri Kongresi'nde okunan rapora göre, memleketimizde azımsanmayacak sayıda insanın ruh ve sinir hastalığından mustarip olduğu kaydedilmiştir. Aynı durum Amerika'da da vardır. Dr. Link, ziyaret ettiği birçok hastanelerde hastaların % 47'sinin sinir bozukluğundan mustarip olduklarını tespit ettiğini yazar. Amerikalı doktor, birçok araştırmalar sonunda, gittikçe yayılan bu ferdi ve sosyal bozukluklar için tek kurtuluş yolunun, "dine dönüş" olduğunu ifade etmektedir. Ve esasen kitabını da bu fikrini ispat için yazmıştır. (Pazarlı, 37)

Henri Link, eserinde şöyle demektedir:

"Ben, bir kısım meslektaşlarım gibi başlangıçta din ve din meseleleriyle ilgilenmez, günlük işlerimle ve hastalarımla meşgul olurdum. On beş yıl zarfında 4.000 kadar hastayı muayene ve tedavi ettim. Hastalarımın çoğu evde geçimsizlikten, mesleklerinde başarısızlıklarından şikâyet ediyor, etrafındakilerle anlaşamadıklarından, kilisede öğrendikleri dinî telkinler ve kaidelerle ilmi ve teknik ilerlemeler arasında uyuşmazlıktan dert yanıyorlardı. Bu hastalıklar, her yerde ve her sınıf halk arasında rastlanan sinir ve ruh bozukluklarıdır. Fakat ben, bu hastalara yaptığım tavsiyelerin çoğunun dinî mahiyette olduklarına dikkat ettim. Zaten halkın çoğu da ilmî izahlardan ziyade bu dinî ve ahlâkî mahiyetteki tavsiyeleri anlıyor ve tatbik ediyorlardı. İşte benim din meseleleriyle meşgul olmam bu ilmî ve meslekî zaruretlerle başladı."

Doktor, bundan sonra New York Psikoloji Araştırmaları Dairesi'nde birkaç yıl çalışarak 15.226 psikoloji testi tatbik etti. Bu araştırmalar sonunda şu sonuca vardı:

"Bir dine inanan ve mabetlere devam eden kimselerde şahsiyet ve karakter, dine karşı lâkayt olan ve mabede gitmeyenlerden daha sağlam ve daha üstündür." (Link 1949, 22)

Akıl hastalıkları her meslek ve her meşrepteki kimselerde hemen hemen hiç fark gözetmeden tezahür etmesine rağmen, sadece dinî istikamet üzere giden kimseler için bir istisna teşkil eder.

"Ruhî Bunalımlar ve İslâm Ruhiyatı" adlı eserinde Dr. Mehmet Tevfik Özcan da şöyle der:

"Yıllardır Bakırköy Akıl Hastanesi'nde, binlerce müşahedemize ve tıbbî nosyonlara istinaden, beynelmilel nöro-psikiyatri kongresinde 7 Mayıs 1970 tarihinde tebliğ ettim ki: Dinî istikamet üzere giden ve bu istikamette yol alabilen mü'minlerde akıl hastalığı hiç görülmüyor, görülmez de. Akıl hastalığı ve her türlü ruhî teşevvüşata bağlı nörotik şikâyetler, psiko-somatik bir yığın uzvî hastalıklar ve davranış bozuklukları, ancak şahsın dinî istikametten uzaklığı nispetinde meydana çıkmaktadır." (Özcan 1985, 117)

Dinî Zaafın, Akıl Hastalıklarının Husulündeki Rolüne Dair Klinik Tetkik ve Müşahedeler

"XIX. asırda ve XX. asrın başlangıcında tıp ilmi tamamen materyalist idi. XX. asrın sonlarında ise "esprit medical" (tıbb-ı ruhî) yeniden gündeme girmiştir. Şimdi artık din, psikiyatrinin mütalâa mevzuu olmuştur. Çünkü; akıl hastalıklarının menşeinde, manevî şuurun, manevîyatın yitirilmiş olması esas kabul edilmektedir. Bu yitirme de melankoli, hebefreni, şizofreni,.. gibi akıl hastalıklarına kadar pek çok ruhî teşevvüşlerin asıl sebebidir. (a.g.e., 119) Prof. Jung ve talebeleri de "Akıl hastalıklarının tedavisinde, fıtrat-ı diniyenin inkişaf ve tekâmülüne çalışılması gerektiğine dikkat çekmektedirler." Aynı mevzuda H. Sing, 1965 yılında, Hindistan'da yayınlanan "Akliye Dergisi"nde çıkan bir makalesinde: "Dinî ve ahlâkî bir ruhî tedavinin kıymet ve ehemmiyetinin tasdik edilmesini ve böyle bir seviyeye erişilmesini tavsiye ve temenni emektedir." (a.g.e., 119)

Netice itibariyle, gerek akıl hastalıklarından korunmada ve gerek akıl hastalıklarının tedavisinde, Arlette Bouruer'in ifadesiyle, dinî terbiye ve dinî tedavi üzerinde bir çok otoriteler hemfikir bulunmaktadır. (a.g.e., 120)

İntihar ve Din

Dinlerde intihar yasaklanmış ve intihar edenin Âhiret'te devamlı azap göreceği bildirilmiştir. Buna paralel olarak, dinî emirlerin uygulanmasında daha dikkatli davranan ve intihara karşı daha sert tavır alan toplumlarda intihar çok daha az görülmektedir. Söz gelimi, istatistikler, Protestan ülkelerde Katolik ülkelere göre daha yüksek bir intihar oranı bulunduğunu göstermektedir. (Bilgin 1997, 141)

Bu hususta Peygamber Efendimiz (s.a.s.), şöyle buyurmuştur:

"Kim ki, kendini bir demir parçası ile öldürürse (intihar ederse) cehennemde o demir parçası elinde olup onu devamlı olarak karnına saplayıp duracaktır. Kim ki, zehir içerek intihar ederse o kimse, cehennemde devamlı zehir içecektir. Kim ki, kendini yüksek bir yerden atıp intihar ederse, cehennemde hep yükseklerden aşağılara atılacaktır." (Buhari, "Tıbb", 56; Müslim, "İman", 175)

Gelişmiş devletlerdeki intihar oranlarına bakıldığı zaman, bu oranın çok yüksek olduğu görülecektir. Meselâ, ABD'de son yıllarda gençler arasındaki intihar oranı üç katına çıkmıştır. İntihar, bu ülke gençleri arasında, kaza ve cinayet olaylarından sonra, ölüm sebebi olarak üçüncü sırada yer almaktadır ve ikinci sırayı alma yolundadır. Diğer gelişmiş ülkelerin durumu ABD'den farklı değildir. Avusturya, Danimarka, Hollanda, Almanya, Hong-kong, Macaristan, Japonya gibi ülkelerdeki gençlerin de intiharı problemlerinin çözümü gibi seçmiş olmaları, bütün bu ülkeleri uğraştıran korkunç bir gerçektir. (Mc Cullough 1987, 107)

Niçin insanlar sahip oldukları en değerli şey olan hayatlarına kıyıp intihar ederler? İnsanları buna iten sebepler nelerdir? Kendi canlarına kıymanın acaba neyi çözeceğini düşünüyorlar? Bunun gibi bir sürü sorular sorulabilir. Bunlara cevap olarak şunlar söylenebilir: Çok para, bol alkol, çok mülk, bol miktarda kimyevî madde ve ebeveyn tarafından kazandırılamayan yeterli sevgi. Bunlara can sıkıntısı, sarsıntı gerginlik, korku, engel, ümitsizlik, aşağılık duygusu ve suçluluk duygusunu da eklemek gerekmektedir. (a.y.)

Bundan dolayıdır ki, inançsız toplumlarda intiharın günden güne artmakta olduğu görülmektedir. İntiharların ne derece arttığını, ilim adamlarının sosyal problemleri ele alırken ortaya koydukları rakamlardan anlamak mümkündür. Binlerce insan her sene intihar etmekte ve elleri ile hayatlarına son vermektedirler. Bu binlerce insandan başka, yine bir çok insan, başka türlü intihar etmektedir. Bu intihar, içe dönük bir intihardır. Bunların hayatı birden bire sona ermez. Yavaş yavaş ölürler. Bunlar, öncelikle yenilme, tatminsizlik, ümitsizlik ve acizlik duygularına yenik düşmüşlerdir. (Yalçın, 27-28)

İntiharı önlemenin en önemli ve etkili yolu, sağlam bir iman ve dinî hayattır. Zira Allah'a ve Âhiret Günü'ne inanan insan, hayatın sıkıntı ve meşakkatlerine karşı sabırlı ve dayanıklı olur. Din, ferdin ahlâkî yönden yetişmesini ve güçlü bir kişilik sahibi olmasını sağlar. Önemli olan kişinin, sadece sosyal normlara uyumu değil, kendi özel hayatı ve iç dünyasında da dinî ve ahlâkî emirlere uyumlu olmasıdır. Hemen hemen bütün dinlerde "irade eğitimi"ne yönelik uygulamaların olduğunu görürüz. Meselâ, bir takım dinî akımların aşırı uygulamalarını bir kenara bırakacak olursak, İslâm dininde gün içerisinde belirli aralıklarla kılınan beş vakit namaz, Ramazan ayı içerisinde tutulan oruç, çok sade olan fakat kişiyi disipline eden ve ona irade gücü veren eylemlerdir. Bunun yanında, konuşurken yalan ve gıybetten kaçınmak, diğer insanlarla ilişkilerinde zulüm ve haksızlıktan uzak durmak gibi davranışlar, insanda güçlü bir iradenin ve şahsiyetin oluşmasına yardımcı olurlar. Dindar fert, günlük hayattaki bunalıma karşı daha dayanıklıdır. Dindarın, zorluklar karşısında sığınacağı manevî bir sığınağı vardır. O, irade açısından daha güçlüdür. Hayatın imtihanlarla dolu olduğunu ve sabretmesi gerektiğini düşünür. Din, aynı zamanda hızla değişen toplumda istikrarı sembolize eder. (Bilgin, 134-135)

Dinî hayatın iki en önemli boyutu 'inanç' ve düzenli 'ibadet'tir. Bu iki unsur ne kadar kuvvetli ise, toplumla ve hayatla bütünleşme o kadar olumludur ve intihar ihtimali o kadar azdır. (Stack, 2)

Stack, dine bağlanma ile dinî inanç ve intihar arasındaki ilişkiyi ortaya koyduğu teorisinin temel önermelerini şu şekilde belirlemiştir:

Birincisi, Âhiret hayatı mutluluk vadettiği için, meselâ işsizlik, boşanma, fakirlik vb. sebeplerden dolayı strese giren insanlardaki sıkıntıyı pozitif yönde dengeleyebilir. Eğer insanlar bu stresi Âhiret inancından kaynaklanan ebediyet mefhumuna bağlı olarak kısa süreli bir fenomen olarak görürlerse, strese tahammül güçleri daha fazla artar.

İkincisi, elem ve kederler bir manâ ihtiva ediyor olabilirler. Başa gelen kötülüklerin bir anlamı, hüzün ve kederlere gösterilen sabır ve başa çıkmanın değerini göstermede yatmaktadır.

Üçüncüsü, Tanrı'nın gözetlediğine ve insanların elemlerini bildiğine olan inanç insanları daha tahammüllü kılar.

Dördüncüsü, din, toplumun materyalist anlayışa dayalı sınıflandırma sistemine alternatif olarak kutsal bir rütbe ya da sınıflandırma sistemi sunar. Dolayısıyla ferd, öz saygısını, haysiyetini, özellikle toplumun hiyerarşik düzeninde başarısız olmuşsa, ruhî açıdan başarılı olma hedefiyle geliştirebilir.

Beşincisi, duyan ve isteklere cevap veren bir Tanrı'ya olan inanç, bazı insanların sıkıntılı hayat şartlarını başarıyla atlatmalarını sağlayabilir.

Altıncısı, din genellikle fakirlikten övgüyle bahseder.

Yedincisi, şeytanın varlığına olan inanç, kişiyi kötülüklere karşı mücadeleye sevk eder.

Sekizinci ve son olarak, dinler ideal modeller (ideal tip insan) takdim ederler. Meselâ, Eyüp Peygamber modeli bunlardan birisidir. Bu modeldeki insanlar, elem ve sıkıntılara göğüs germişler ve zorluklar karşısında intihara teşebbüs etmemişlerdir.

Bu sekiz madde elbette hayat kurtaran inançlar listesi olarak görülmemeli, fakat birkaç temel inanç unsurunun nasıl intihar riskini azalttığını gösteren örnekler manzumesi olarak değerlendirilmelidir. (Stack, 5)

Stack, ayrıca yirmi beş endüstrileşmiş ülkeyi içine alan çalışmasında, dindarlık oranının yüksek olduğu yörelerde intihar oranının düşük olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu bulgu, özellikle kadınlar için geçerlidir. (Stack, 6)

Aile Kurumunda Çözülme, Boşanma ve Din

Sosyolojik bir realite olarak aile, toplumun temel yapı taşlarından belki de en önemlisidir. Aile cemiyetin küçük bir modeli olup, güçlü aile, güçlü millet ve devletin de temelidir. İslâm dini aileyi, sosyal hayatın vazgeçilmez bir unsuru olarak görür. (Kostaş 1995, 76-78)

Aile, dinin üzerinde önemli durduğu kurumların başında gelir. Aile kurumu ne kadar güçlü olursa, toplum da o oranda sağlam olacaktır. Bu sebepledir ki, yalnızca siyasi otorite olarak devletler değil, dinler de aileye büyük önem vermişler ve onu koruyucu şemsiyelerinin altına almışlardır. Bundan dolayı boşanma, dinlerde hoş karşılanmamıştır. İslâm dini, boşanmamayı yasaklamamış, onu mutlak gerektiren şartlarda bir izin olarak değerlendirmiş, fakat bunun Allah katında makbul bir eylem olmadığının üzerinde önemle durmuştur.

Dinin, aile ve toplum ferdlerinin sağlık ve mutlulukları üzerinde derin ve kalıcı etkileri vardır. Dindar olanlar arasında boşanma oranı daha azdır ve bu kişiler, evliliklerini daha iyi sürdürmektedirler. Din, aileyi tehdit eden bazı olguları kesinlikle reddeder. Bunların başında zina gelmektedir. İslâm dini, zinayı kesin bir şekilde yasaklamıştır. Dolayısıyla bir toplumda dindarlığın arttığı oranda, nikâhsız birlikteliklerin azalabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. (Aktaş Y, Köktaş M, 1998, 115)

Aile kurumundaki çözülmenin önemli belirtilerinden birisi de boşanma hızındaki artıştır. Bugün boşanmanın en yüksek olduğu toplumlar Batı toplumları, onlar içinde de ABD ve Rus toplumudur. (Arıkan 1996, 21)

Birleşmiş Milletler 1992 Demografi Yıllığına göre, bazı ülkelerde ve Türkiye'de boşanma oranlarına bakıldığında, Türkiye'nin dünyada en düşük boşanma oranına sahip ülkelerden biri olduğu görülmektedir. (a.g.e., 21) Türkiye'de boşanmalar, Batılı ülkelere nazaran epey düşük olmakla birlikte, manevî ve ahlâkî dejenerasyonun artmasına paralel olarak, sürekli yükselen bir grafik çizmekte ve her geçen yıl artış göstermektedir. Türkiye'de 1985 yılında boşanma oranı binde 0,37 iken, 1994'de bu rakam binde 0,46 olmuştur. Türkiye'de bölgeler açısından ise Ege ve Marmara'da boşanma oranı daha yüksek, binde 0,63 iken, Doğu ve Güneydoğu'da bu oran binde 0,13'tür. Anlaşılacağı üzere, dindarlıktan beslenen geleneğin hüküm sürdüğü bölgelerde boşanma daha az görülmektedir. (Aktaş, Köktaş, 118)

Zararlı Alışkanlıklar ve Din

İslâm dini, toplum hayatını derinden sarsan, ferdî ve içtimaî problemlere yol açan zararlı alışkanlıklara karşı açıktan bir tavır almış, inananlardan bu konuda getirdiği kaidelere uymalarını istemiştir.

Konuyla alâkalı âyet ve hadisler pek çoktur. Örnek olarak şunlar verilebilir:

"Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felâh bulasınız. Şarap ve kumarla şeytanın yapmak istediği tek şey, sizin aranıza düşmanlık ve kin salmak, sizi Allah'ı zikretmekten ve namazdan alıkoymaktır. Artık bu habis şeylerden vazgeçtiniz değil mi?" (Maide, 5/90-91)

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

"Zina eden, bu fiili işlerken imanlı değildir. Hırsız, çalarken imanlı değildir, içki içen de içerken imanlı değildir." (Müslim, "İman," 24)

Dinî İnanç ve Ümit

İnsanlar, günlük hayatın zorluklarından, üstesinden gelemedikleri problemler, çözemedikleri olaylar karşısında duydukları acz, korku, dehşet ve hayretten kurtulmak, istikbal ve akıbet hakkındaki endişelerini gidermek, devamlı bir ruh huzuruna kavuşmak isterler. (Ünal 1998, 88)

Din, insanın elem ve ıstıraplarını azaltır, ona teselli verir. Kişi, inancı sayesinde ümitsizliğini yenerek huzur bulabilir. Yine din, feragat, fedakârlık, sabır, mücadele ve ümit duygularını kuvvetli tutmak suretiyle hayatın acılarını hafifleten bir güç olarak kişiyi ümitsizliğe karşı korur. (Uysal 1996, 123) Din, insana hayat ve ölüm ötesi hakkında bilgi, güven ve itmi'nan verir. Ayrıca kişinin ruhuna, geçici olmayan bir güven duygusu yerleştirir. Bu sebeple din, temel güven duygusunun kaynağını oluşturmaktadır. Zira insan, kendisi dışındaki yüce bir Kudrete inanmak ve bağlanmak suretiyle, yaşadığı dünyada bulamadığı güveni elde etmiş olmaktadır. İnançlı insan, Allah'a olan bu güveni sayesinde, inançsızların sık sık içerisine düştükleri ümitsizlik bunalımlarından kurtulabilmektedir. (Ünal 1998, 88)

İnsan, doğumundan ölümüne kadar karşısına çıkan güçlükleri çözebilme ve sürekli değişen şartlara intibak edebilme gayreti içerisindedir. Kişi, inancı sayesinde dayanma ve direnme gücü artmakta, başkalarına bağımlılıktan kurtulmakta ve hayattaki problemlerle baş etme gücünü kendinde bulabilmektedir. Bu sebeple dinî inanç, insanda sağlam bir kişilik yapısı meydana getirmektedir. Allah'a olan inancın yok olması ise, insanın şahsiyetini yok etmektedir. Böyle bir insanın benliği son derece zayıf olmakta ve en ufak güçlükler ve sıkıntılar karşısında bile çöküp dağılabilmekte, ümitsizliğe düşebilmektedir. (a.g.e., 89)

Ayrıca Âhiret inancı da, insanların ölümsüzlük arzusuna, bu dünyada bulamadıkları adalet ve mutluluğa, hayal kırıklıklarını tamire ve yapmış oldukları güzel işlere karşılık bulmaya cevap ve kaynak teşkil etmekle, onların ümitvar olmalarında son derece etkilidir. (a.g.e., 93-94)

Sosyal Çözülme ve Din

Sanayileşme ve şehirleşme süreciyle Batı toplumu ve bunun etkisiyle bütün dünya büyük bir değişime uğradı. İnsanoğlunun yüzyıllardır pek az değişiklik gösteren yerleşim biçimleri, hayat tarzları, sosyo-kültürel ve ekonomik değerleri, değişim içerisine girdi. Dinî inançlar da bu değişimden nasibini aldı. (Bilgin, 75)

Sanayileşmenin başlamasıyla insanlar arasında eşitsizlik de had safhaya ulaştı; sosyal sınıflar ortaya çıktı ve bu sınıflar arasında büyük uçurumlar açıldı. Kadınlar ve çocuklar dahi, neredeyse boğaz tokluğuna çalışır hâle geldi. Sanayileşme geliştikçe, şehir büyüdükçe dayanışma hâlindeki cemaatler de küçüldü. (a.g.e. 78) Sanayileşmenin getirdiği şehirleşme ise, ayrı bir problem olarak ortaya çıktı. Bilhassa şehre göç ve yeni ortama uyum sağlama zorluğu vakıasıyla insanlar bunalımlara sürüklendi.

Din, çıkara dayalı ilişkiler yerine yardımlaşmayı, dayanışmayı öne çıkarır. Kişiyi ayakta tutacak manevî değerlerin kaynağıdır. Fert olarak şehirde ve modern toplumda kaybolan insanı, cemaat ve cemaatleşmeyi sağlayan kural ve müesseseleriyle yalnızlıktan korur. Ferdi asla kendi başına terk etmez; derece derece yakınları ile ona maddî-manevî şemsiye olduğu gibi, bir bakıma geçimini de teminat altına alır. Komşuluk ve akrabalık ilişkilerine son derece önem verir.

Din, ayrıca ortak bir kültür oluşturur ve bu kültür atmosferinde kimse, kendini yabancı hissetmez. Çünkü din, her şeyden önce insanı ve insan fıtratını bilen Yaratıcı'nın koyduğu kaideler bütünüdür. Dinin sosyal hayatta etkinliği ölçüsünde, sosyal gruplar arasında kültürel uyuşmazlıklar azalır. (a.g.e. 79) Bugün Türkiye'de şehirleşmenin, çarpık şehir hayatının ve sadece Batı'yı taklide dayalı bazı uygulamaların, insanlarda Batı toplumlarında olduğu ölçüde bunalıma sebep olmadığı müşahede ediliyorsa, bu, kişilerin bilhassa cemaatler yoluyla bir dayanışma, yardımlaşma ve toplumla bütünlük sağlama, kendilerini bulma, ifade etme imkânına sahip olmasındandır.

Kaynaklar

- AKTAŞ, Yasin, KÖKTAŞ M. Emin, Din Sosyolojisi, Vadi Yayınları, Mayıs 1998.
- ARGYLE Michael A., Advances in the Psychology of Religion, Çev: Talip Küçükcan, Din Psikolojisi Alanındaki Yeni Gelişmeler, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi, İstanbul.
- ARIKAN, Çiğdem, Halkın Boşanmaya İlişkin Tutumları Araştırması, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Bilim Serisi 96, Ankara, Kasım 96.
- BİLGİN, Vejdi, Sosyal Çözülme ve Din, Etüd Yayınları, 1997.
- GÜNGÖR, Erol, Ahlâk Psikolojisi Ve Sosyal Ahlâk, Ötüken Yy. 1. Basım 1995.
- HÖKELEKLİ, Hayati, Din Psikolojisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Ankara 1993.
- KANDEMİR, M. Yaşar, Örneklerle İslâm Ahlâkı, Nesil yay. Yaylacık, mat, 5. bs. İst. 1986.
- KOSTAŞ Münir, Üniversite Öğrencilerinde Dine Bakış, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara , 1995.
- LİNK, Henri, Dine Dönüş (Çev: Ömer Rıza Doğrul), Ahmet Halit Kitavebi, İst. 1949.
- Mc CULLOUGH, Leslie, "İntihar: Sebepleri Nedir ve Ona Nasıl Engel Olunur?" Çev: Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Peker, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 2 Samsun 1987.
- ÖZCAN, Mehmet Tevfik, Ruhî Bunalımlar Ve İslâm Ruhiyatı, Ankara, 1985.
- PAZARLI, Osman, Din Psikolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987.
- PEKER, Hüseyin, "Suçlularda Dini Davranışlar," Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 4, Samsun, 1990.
- STACK, Steven, Çeviren: Dr. Talip Küçükcan, Dindarlık, Depresyon Ve İntihar, İslâm Araştırmaları Merkezi İstanbul.
- UYSAL, Veysel, Din Psikolojisi Açısından Dini Tutum Davranış Ve Şahsiyet Özellikleri, İstanbul, 1996.
- ÜNAL, Nurten, Dini İnanç, İbadet Ve Duanın Umutsuzlukla İlişkisi (Üniversiteli Gençler Üzerinde Bir Araştırma) Yüksek Lisans Tezi, Bursa, 1998.
- YALÇIN, Mikdat, İman ve Ahlâkın Hayati Değerleri, İmanın Lüzum Ve Değeri, Örnek Medeniyet Eğitim Ve Kültür Araştırmaları Vakfı İstanbul 1997.
 

41 Kötü alışkanlıklarımızdan nasıl kurtulabiliriz?

Yaratılışı gereği yeniliklere ve değişime açık olan gençlerin karşılaştıkları en büyük tehlikelerden birisi, kötü alışkanlıklardır. Duygusal tabiatları ve farklılıklara olan istekleri sebebiyle kolayca kötü alışkanlıkların tuzağına düşebilirler. Nitekim birçok zararlı alışkanlık gençlik döneminde edinilir.

Başta sigara, içki, uyuşturucu, kumar olmak üzere birçok kötü alışkanlıklar sayabiliriz. Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) bizleri kötü alışkanlıklardan sakındırmış, zamanımızı güzel işlerle geçirmemizi istemiştir.

Sigara hakkında mekruh, hattâ haram diyen âlimler vardır. Çünkü bu husustaki hüküm, kişinin durumuna göre değişir. Eğer geçim sıkıntısı çekiyor veya sağlığı açısından hayatî bir zarar veriyorsa elbette büyük günahtır. Sigara içmek, en azından mekruhtur, kötü görülmüştür. Çünkü hem hiçbir faydası yoktur, hem de sağlığa zararlıdır. Üstelik kokusuyla başkasına da zarar vermektedir.

İçki ve kumarı yasaklayan kesin âyetler vardır. Peygamberimiz (a.s.m.), "Sarhoş eden her içki haramdır." buyurarak, haram olan içkinin özelliğini belirtmiştir. Buna göre, insanları sarhoş etme özelliği olan her şey haramdır. Yine,

"Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır." (Tirmizi, Eşribe 2)

diyerek, önemli bir soruyu cevaplamıştır. Günümüzde bazıları, "Birada çok az alkol var. Bu da mı haram?" diyebilmektedir. İşte bu hadîs, çoğu sarhoş eden bir şeyin az dahi olsa yasak olduğunu belirtmektedir.

İçki hakkındaki bir başka hadîs de şöyledir:

"Allah içkiye, onu içene, dağıtana, satana, satın alana, üzümünü sıkana [îmal edene], kendisi için sıktırana, taşıyana ve kendisine taşınana ve parasını yiyene lânet etsin." (Tirmizi, Büyû 58)

Burada içkiyle ilgili on grup insan lânetlenmektedir ki, sadece içmekten değil, diğer dokuz gruba girmekten de sakınmamız şarttır.

Gençlerin temiz ve pâk zihinlerini aldatmak, onları kendi pis menfaatlerine âlet etmek isteyen çevreler; sigara, içki, uyuşturucu ve kumarı çekici ambalajlarla, süslü reklâmlarla sunmaktadırlar. Gençlerimizi tuzaklarına düşürüp, kendi keselerini doldurmak isteyen kimseler, kötü alışkanlıklara özendirmek için her vesileyi kullanmaktadırlar.

Oysa, gazete ve televizyonlardaki en acı ve en üzücü haberler, hep kötü alışkanlıkların sonucudur.

"İçki bütün kötülüklerin anasıdır."

buyuran Peygamberimiz (a.s.m.), bizleri on dört asır önce uyarmıştır. Bu sese kulak verilmediği içindir ki, her gün bir sürü cinâyet, hırsızlık, gasp, trafik kazası içki yüzünden olmaktadır.

Kötü alışkanlıklardan korunmanın çaresi, iyi bir dinî bilgi alıp İslâmı yaşamaktır. Çünkü, bu tür alışkanlıklar, akıl, kalp ve ruhun aç bırakılmasından kaynaklanır. Halbuki, mânevî duygularımızı îman ve ibâdetle doyurursak, her günümüzü dinimize hizmet etmek ve güzellikleri başkalarına aktarmak gayretiyle geçirirsek, kötü alışkanlıklara ne ihtiyaç duyarız, ne de zaman buluruz.

En iyisi, kötü alışkanlıklara hiç bulaşmamak, tuzağa düşmemektir. "Canım ne olacakmış bir kere içiver, tadına bak!.." veya "Düğünde herkes içer." gibi teşviklerde bulunanlar, bizim dostumuz değil, düşmanımızdır. Böyle diyerek verdikleri zararın farkında bile değillerdir. O sahte gülücük ve zevkler, hem dünyada, hem âhirette gözyaşına ve azaba dönüşecektir.

Bazı düğün, yaş günü, eğlence partisi ve mezuniyet baloları; kötü alışkanlıkların tuzakları durumundadır. Bu tuzaklara bir kere yakalanırsak, devamı gelebilir. Çünkü nefis, his, şeytan dâima kötülüğe teşvik eder.

Bunun için kötü alışkanlıkların cirit attığı yerlerden uzak durmalıyız. Kahvehâne, disko, bar gibi yerler, gençlerin dünyasını ve âhiretini karartan mekânlardır. Bunlardan uzak durup nezih yerlerde buluşup görüşmeliyiz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Alışkanlık haline gelmiş bir günahtan nasıl kurtulunur?..

- İradeyi güçlendirmek: İradem çok zayıf; irademi güçlendirmek için ne yapmalıyım?..

- Nefse mani olma, nefisle cihad hakkında bilgi verir misiniz?..

- Kötü alışkanlıklarla ilgili bir muhasebe...

42 Aklımıza ve kalbimize gelen olumsuz düşüncelerden nasıl kurtulabiliriz?

Hayalden geçen kötü şeylerden dolayı günah işlemiş olmayız. Bir kimsenin karşı cinsi sadece hayal etmesi zina işlemek gibi değildir. Ancak, bu düşüncler hem hayal nimetini yanlış yerde kullanmamıza hem de başka yanlışlara düşmemize neden olabilir, düşüncesiyle dikkatli olmak gerektiğini düşünüyoruz. En azından zaman ve hayal israfı vardır.

İsra suresinin 32. ayetinde Cenab-ı Hak, "Sakın zinaya yaklaşmayın!" buyuruyor. Buradaki "yaklaşmayın" emrinden hareketle İslam fıkıh alimleri, insanı zinaya götürebilecek her türlü amelin yasak olduğunu ifade etmişlerdir. Müstehcen resim veya görüntelere bakmayı da bu kategori içinde mütalaa edebiliriz. Bu sebeple bu tür resimlere bakmak caiz değildir.

Çünkü bütün günahlar ve ahlâkî bozulmalar müstehcene bakışla başlar, bakışın ısrarıyla gelişir, sonra fiilî günaha dönüşür. Üstelik gözler baktıklarının resimlerini de çeker, hayal arşivinde depo eder. Nereye gitse, nerede olsa artık çektiği bu resimler, hayal âleminde gözlerinin önündedir.

Elimizde olmadan aklımıza ve hayalimize gelen görüntülerden sorumlu değiliz. Ancak bunları isteyerek yapmak, bizi başka kötülüklere yönlendirebilir ya da ruh halimize zarar verebilir. Ayrıca bilerek ve isteyerek bu gibi fantazilerle hayalimizi doldurmak, hayal nimetini yanlış yerde kullanmak anlamına gelecektir.

Nefsin kötülüklerinden korunmak için şu tavsiyeleri dikkate almanızı öneririz: 

Nafile Oruç Tutmak

Oruç, şehvetin galeyanını durdurur, isteği azaltır, cinsel duygunun hiddetini kırar; aynı zamanda kendinin ilahi murakabe (kontrol) altında bulunduğunu hem ilham, hem takviye eder. Allah'tan saygı ile korkmayı hatırlatır. Böylesine güzel irşad Resülüllah (asm) Efendimizin hadislerinde yer almıştır: 

"Ey gençler topluluğu! Sizden kim evlenmeye güç getirip imkân bulabiliyorsa evlensin; çünkü evlenmek gözü haramdan sakınmaya, yummaya daha uygun, namus ve iffeti korumaya daha elverişlidir. Kim de evlenmeye güç getiremiyor, imkân bulamıyorsa, kendisine oruç tutmak gerekir; çünkü oruç, şehveti kesicidir." (Buhari, Nikâh 2; Savm 10; İbni Mace, Nikah, 1)

Cinsel Duyguyu Tahrik Eden Yayınlardan ve Sokaklardan Kaçınmak, Uzaklaşmak

İçinde yaşadığımız toplum ve çağda bir sürü bozuk, kirli ve gayr-i ahlaki basın ve yayınlarla gençliğin ruhu dejenere edilmektedir. Hiç şüphe yok ki, genç kimse, bu fitne saçan rezilliklerin peşine takılınca, derin bir bataklığa saplanıp kendini kaybetmekte, yolunu şaşırmaktadır. Ahlakı değişmekte, doğru yolundan sapmakta, acemi ya da yabani hayvan gibi ne yaptığını, nereye daldığını bilmez hale gelmektedir.

Artık bu durumda terbiyecilere, eğitimcilere düşen görev, öğüt ve sıkı bir iş ve çalışma devresine girmek, uyarı ve sakındırıcı yollara başvurmaktır. Bu yalnız terbiyecilere vacib değil, aynı zamanda terbiye etme hakkını yüklenen, bu sorumluluğu duyan herkese vacibtir. Sık sık gençlerin kulağına: "Yarıçıplak kadınlara, kırıtarak gezen kadınlara, etini teşhir edenlere bakmak; fotoromanlar okumak, şehveti tahrik edip iç duyguları harekete geçiren cinsel konulu kitapları okumak, yine insanı şehvet alemine götüren, duyguları bu doğrultuya çekip kamçılayan çalgıları, nağmeleri dinlemek, kafayı ciddi konulardan alıp havai şeyler peşine takmayı sonuçlandırır." diye fısıldamaları gerekmektedir.

Çünkü bu tür yayınlar ahlakı bozmakta, anlayışı zayıflatmakta, hafızayı kısırlaştırmakta, cinsel duyguları harekete geçirmekte ve kişiliği kaybettirmektedir.

Boş Vakitleri Yararlı Şeylerle Doldurup Değerlendirmek

Terbiyeciler ve eğitimciler, çocuk boş kalıp bir işle meşgul olmadığı zaman kötü yıkıcı düşüncelere, gerçekleşmesi zor hayallere dalar; cinsel konular üzerinde kafa yorup düşler kurar. Bu durumda eğer ergenlik çağına girmişse, ister istemez şehveti harekete geçer. 

O halde bu gibi hayal ve düşüncelere dalmasını önlemek için ne yapmak, nasıl bir çare bulmak lazımdır? Çare Şu Olabilir: 

Önce ergen olan çocuğa vaktini nasıl değerlendirebileceğini öğretmemiz, boş vakitlerini ne ile doldurup yararlı duruma getirmesi gerektiğini anlatmamız gerekmektedir.

Vakti değerlendiren, boş zamanları yararlı şeylerle dolduran kitap, dergi, broşür ve benzeri birçok yayınlar vardır. Ayrıca bedeni güçlendiren, adaleleri kuvvetlendiren, insana sağlık kazandıran birtakım ölçülü spor hareketleri yapmalarını; ancak güvenilir, terbiyeli arkadaşlarla bu işi sürdürmeleri telkin edilir. Çok yararlı kitapları okumaya alışmaları ise bilgi ve kültürlerini artırıp genişletir. Bununla birlikte bazı el işleri, el sanatlarını öğrenmeleri, ahlakı güzelleştiren dini ders ve sohbetlere katılmalarını sağlamayı da ihmal etmemek gerekir.

Bunlardan başka düşünceleri berraklaştırıp gıdalandıracak, ruhu arındıracak, bedeni kuvvetlendirecek, ahlakı yüceltecek şeylerle çocukların boş vakitlerini değerlendirmeye özen gösterilmelidir. Bunun için zihnin daima yüksek meselelerle meşgul edilmesi, aklın, kalbin ve duyguların olumlu ve faydalı çalışmalarda yoğunlaştırılması, yaratılış gayesinin daima hatırda tutulması, hayatın ve ölümün manasının devamlı olarak düşünülmesi, bütün vakit ve enerjinin sürekli ve başka şeylere yer bırakmayan yoğunluktaki faaliyetlere yönlendirilmesi, güzel hobi ve alışkanlıkların kazandırılması faydalıdır.

İyi Huylu, Güzel Ahlaklı, Uyumlu Arkadaş Seçmek

Terbiyecilerin, eğitimcilerin önemle üzerinde duracakları bir husus da, ergenlik çağına girmiş bir çocuğa iyi ahlaklı, uyumlu arkadaşlar arayıp bulmak, seçip beğenmektir. Çocuk unuttuğu zaman ona hatırlatırlar, saptığı zaman ona doğru yolu gösterirler; düzenli olmaya çalıştığında ona yardımcı olurlar; başına bir dert, bir sıkıntı geldiğinde onu teselli edip iradesini güçlendirmeye çalışırlar.

Denilebilir ki, sözünü ettiğin vasıfta arkadaş çok azdır; özellikle günümüzde bunlar parmakla gösterilecek kadar mahduddur. Öyle ama, hemen her mahallede ve yerde bu azları bulmak mümkündür, hepsi de simalarından tanınırlar, alınlarında secde eseri bulunuyordur; yüksek ahlaklarıyla diğer çocuklardan ayrılmakta ve ayırd edilmekteler. O halde bir gencin bu gibi arkadaş ve dostları bulup onlarla arkadaşlık kurması ne güzel olur! Böylece hayatın fitne ve fesadına karşı ona yardımda bulunurlar, sır vermeye layık güvenilir bir topluluk oluştururlar.

Hiç şüphe yok ki, kişi yakın dostunun dini üzeredir; yakın arkadaş, kendi ölçüsündeki arkadaşına çoğu şeylerde uyar. Kuşlar ancak kendi şeklindeki kuşların kafilesinde yer alır. Resulüllah (asm) Efendimiz ne doğru buyurmuştur:

"Kişi yakın dostunun dini üzeredir. O halde sizden her biriniz kimi yakın dost ediniyorsa, ona dikkatle baksın." (Ebu Davud, Edeb, 19; Tirmizi, Zühd, 45)

Bilinen bir gerçektir ki, ahlaksız, günahkar, asi ve müfsid kimseyle arkadaşlık eden kimseyi onlar eninde sonunda sapıklığa çekip götürürler; onu ancak derin çukurlara, bataklıklara iterler, onunla ancak kişisel çıkarlarından dolayı dostluk kurarlar, arkadaşlık ederler, ancak dünyevi yararlardan dolayı ona yaklaşırlar.

O halde gençlerimiz, böylesine adi ve kötü arkadaş ve dostlardan sakınsınlar, şerli kişileri arkadaş edinmesinler. Salih bir dost, mümin bir cemaat bulmak ne saadet! Böylesine bir arkadaşlık ve dostluk her iki alemde mutluluğa ve ahirette kurtulmaya vesiledir. Allah (c.c.) kendi muhkem kitabında ne kadar doğru buyurmuştur:

"O gün yakın dostlar birbirine düşmandır. Ancak takva üzere olanlar (Allah'tan korkup kötü kişilerden sakınan, iyileri dost edinenler) müstesna." (Zuhruf, 43/67)

Son Olarak da Şanı Yüce Allah (c.c.) Korkusu Şuurunu Uyandırmak

Herkesçe kabul edilen bir gerçek var ki, genç kişi vicdaninin derinliğinde, Allah'ın her an kendisini denetleyip gördüğünü, gizli açık her halini bildiğini, hain gözleri ve kalblerin gizli tuttuklarını da bildiğini düşünür ve bunun şuurunu taşırsa, çok sürmez kendi kendini denetlemeye başlar; bir işi, bir hizmeti noksan mı yaptı, aşırı mı giti? Sapıttı mı, kaydı mı? Üzerinde O yüce kudretin kendisini denetlediğine inanır, kusur ve günah işlediyse veya aşırı gittiyse Allah'ın bu yüzden kendisini hesaba çekeceği, sapıttığında veya kayıp yanlış bir iş yaptığında kendisini cezalandıracağı inancı hakim olursa, şüphe yok ki, bu genç kendini helak edici yollardan ve fiillerden çirkin işlerden alıkor; her türlü kötülükten ve terbiyesizlikten sakınır.

Bilindiği gibi, ilim ve zikir meclislerine hazır olmak, farz ve nafile namazlara devam etmek; geceleri insanlar uyurken kalkıp teheccüd namazı kılmak; sünnet ve mendup oruçlara devam göstermek; Ashab-ı Kiram ile Selef-i Salihin'in hal tercümelerini, hizmetlerini, ahlak ve faziletlerini dinlemek; ahlaklı faziletli kişileri arkadaş edinmek; mü'min bir cemaatle irtibat halinde olmak; ölümü ve ötesini hatırlamak, bütün bunlar mü'minde Allah (c.c.) korkusunu, ona karşı saygı ve sevgi duygusunu kuvvetlendirir. Allah'ın yegane denetleyici olduğunu idrak ettirir ve böylece Allah'ın azameti karşısında şuurlanmasını sağlar.

O halde mü'min gence layık olan şudur ki: 

Ruhunda Allah'ın denetlemede bulunduğu inancını kuvvetlendirip sözü edilen yolda yürümek, Allah (c.c.) korkusunu ona olan sevgi ve saygı havası içinde kalbin derinliğine indirmektir. Ta ki, bir sürü oyalayıcı, aldatıcı şeyler onu kendi yörüngesinden koparıp başka bir yörüngeye sokmasın. Dünya hayatının zineti onu fitnelere düşürmesin, sakıncalı ve haram olan nesnelere dalmasın. Böylece Allah'ın şu buyruğunu iki gözünün üstüne koyarak yolunu aydınlatsın:

"Artık kim dünya hayatını seçerek tercih etmişse, elbette cehennem onun varacağı yerdir. Kim de Rabbının (yüce) makamından korkmuş da nefsini havai şeylerden alıkoymuşsa, şüphesiz ki cennet onun varacağı yerdir." (Naziât, 79/37-41.)

43 Haset etmek kadere itiraz etmek anlamına gelir mi?

Hasetle ilgili bir ayet-i kerime:

“Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?” (Nisa, 4/54)

Bir insan düşünelim: belli bir nimete ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiş, meşru dairede çalışmış, fiilî ve kavlî duasını yaptıktan sonra Rabb'inin rahmetini, inayetini gözlemeye başlamıştır. Bu insana yapılan ilâhî lütuf karşısında mümine düşen vazife, o nimete kendisi nâil olmuş gibi sevinmektir. Kadere iman da İslâm kardeşliği de bunu gerektirir.

Böyle yapmayıp haset ve düşmanlık yolunu tutanlar için Üstad Bediüzzamandan bir tehdit cümlesi:

“Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.”(Mektûbat)

Baştaki âyet-i kerimede, “Allah'ın lütfundan verdiği” şeklinde çok hikmetli bir kayıt var. Bu kayıttan hareketle müfessirlerimiz, meşru olmayan kazançlara haset edilebileceğini belirtmişler ve “Vurguncunun elindeki malın gitmesini temenni etmek haset değil, gayrettir, adalettir.” demişlerdir.

Buna göre bir adam hırsızlık ederek zengin olsa, o malın ondan alınmasını arzu etmek haset değildir. Haset; “Allah'ın lütfuyle verdiği” meşru servet, makam yahut fazileti çekememektir. Bunların, bir müminden alınmasını arzu etmek ise, kaderi tenkit ve rahmete itiraz mânâsı taşır.

Bu vesileyle gıpta ve hasedin farkına değinmek isteriz:

Birisinin elindeki bir mala, yahut bir imkâna heveslenmek, kendisinin de ona sahip olmasını istemek gıptadır ve caizdir. Haset ise o malın, o imkânın kendisine verilmesini değil, o şahıstan gitmesini istemektir.

44 Doğru söylemek adına her doğru her yerde söylenir mi?

Doğru konuşmak ve insanların arkasından konuşmamak güzel bir meziyettir. Ancak doğru konuşayım derken insanları kırmak da doğru değildir. Durumuna göre kul hakkına da girebilir.

Adamın biri, "Nerede olursa olsun ben hep doğruyu söylerim, asla müdara etmem." diye iddiada bulunurmuş. (Müdara; idare etme, gönül alma, yumuşak davranıp hoş geçinme demektir...)

Bir gün birinin şahide ihtiyacı olmuş, bu doğru konuşan adamı şahit olarak mahkemeye götürüp kadı efendinin karşısına dikmiş. Bizim doğrucu bakmış ki, kadı efendinin bir gözünde şaşılık var. Hemen, "Selamün aleyküm kör kadı." deyivermiş. Kadı da kızıp, "Atın şu münasebetsizi içeriye." diyerek hapsi boylatmış. Mahkumlar ısrar etmişler, "Neden hapse atıldın?" diye... O da omuzlarını silkiyormuş: "Ben sadece doğruyu söyledim: 'Selamün aleyküm kör kadı.' dedim. O da beni hapse attı. Halbuki ben doğruyu söylemiştim."

Mahkumlar gülmüşlür:

"Efendi, her doğruyu her yerde söylemek doğru mu? İşte böyle münasip olmayan yerde söyleyeceğin bir doğru, münasip olan yerlerde söylemen gereken doğrulara da mani olur, şahitlik bile yapamaz hale getirirler seni..." demişler,

Bundan dolayıdır ki ilim ve hikmet erbabı, "Her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir." derler. Hele günümüzde, sözüne sohbetine iyice dikkat etmek gerektiğini bilmeyenimiz yoktur herhalde... Ama yine de "kör kadı" diyenler çıkıyor, güya doğruluktan ayrılmayacaklarını ifade ediyorlar...

Halbuki bir doğru söyleyip de bir sürü zararlara sebep olmaktansa, zararlı insanlarla zararsız şekilde muhatap olup belaya girmemeye çalışmak da sünnetin iktizasıdır.

RİSÂLE-İ NUR’UN AŞİNASI olan herkes,

“Her söylediğin hak olsun. Fakat, her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat, her doğruyu demek doğru değildir.” (bk. Mektubat, Yirmi İkinci Mektup / Uhuvvet Risalesi)

sözünü bilir. Bu sözün hangi risâlede geçtiğini de.

Bu söz, Uhuvvet Risâlesi’nde geçer. Bu sözün Uhuvvet Risâlesi’nde geçiyor olması, "her doğruyu demenin" mü’minler arasında kardeşâne bir beraberliğin tesisine engel teşkil ettiğine işarettir. Bediüzzaman Said Nursî, Uhuvvet Risâlesi’nde bu hatırlatmayı yaptığına göre, görmüştür ki, mü’minler arasında kardeşliğe zarar veren unsurlardan biri, "her doğrunun söylenmesi"dir. Demek ki, doğru olduğu halde söylenmesi doğru olmayan doğrular vardır.

Nitekim, ilgili sözün hemen ardından gelen cümle, "doğru bir sözü söylemesi doğru olmayan" kişilerin varlığına dikkat çeker. “Zira, senin gibi, niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihatı bazan damara dokundurur, aksülamel yapar.” kaydı gösterir ki, bazı kişilerin bazı doğruları söylemesi doğru değildir. Buna göre, bir kişi, bir doğruyu "damara dokundurma" kasdıyla söylüyorsa; o kişi, o doğruyu söylemeye ehil değildir. Ki, Kastamonu Lâhikası’nda yer alan bir mektupta geçen “Risâle-i Nur tokatlarda istimal edilmez.” sözü de bu mânâda mütalâa edilmelidir.

Yine Bediüzzaman’ın mektuplarından çıkan bir diğer ders, söz doğru, söyleyecek kişi doğru, niyeti de halis olsa bile, "Her doğrunun her yerde ve her zaman söylenmesinin doğru olmadığı"dır. Belâgatın Bediüzzaman tarafından ‘mukteza-yı hale mutabakat’ şeklinde yapılan kısa ama enfes tarifi de bu noktaya dikkat çekmektedir. Her doğru her yerde söylenmez. Bazı doğru sözlerin bazı yerlerde söylenmesi yanlıştır. Aynı şekilde, her doğru her zaman söylenmez. Bazı doğru sözlerin bazı zamanlarda söylenmesi de yanlıştır.

Bu yanlışlık ise, ya sözün kendisi ile ilgilidir; yahut sözün muhatabı olan kişilerle...

Birer örnekle açıklayacak olursak; doğru bir söz, belli kayıtlar altında ve belli şartlar dahilinde söylenmiş ise, o kayıtları gözardı ederek, o şartları görmezden gelerek bu sözü her hale ve her zamana olduğu gibi uyarlayıp söylemek, doğru bir sözün yanlış söylenmesinin örneğidir. Bediüzzaman’ın “Ata et, aslana ot atılmaz.” veciz cümlesiyle özetlediği durumlar ise, sözün muhatabı olan kişilerle ilgili yanlışların örneği...

Mü’minler arasındaki gerilimlere baktığımızda ise, bu gerilimlerin büyük kısmının bu yöndeki dikkatsiz ve hikmetsiz söylemlerden, doğru zamanda doğru kişilere doğru biçimde söylendiğinde kabul göreceği halde yanlış bir üslûpla söylenmiş sözlerden kaynaklandığını görürüz. Nice doğru vardır ki, muhtevası doğru olmakla birlikte, yanlış cümlelerle söylenmiştir. Nice doğru söz vardır ki, yanlış yerde, yanlış zamanda, yanlış kişilere söylenmiştir.

Ve nice kardeş kalbler, sırf bu yüzden; söylenmesi doğru olmayan doğrular yüzünden, yanlış yerde ve yanlış zamanda yanlış kişilere söylenen doğrular yüzünden birbirine karşı kırık ve kırgın haldedir.

Risâle-i Nur dairesindeki mü’minler ile tasavvuf yoluna sülûk etmiş mü’minler arasındaki gerilim örneğinde olduğu gibi...

45 Tövbe edip tekrar o günahı işlersek ne yapmalıyız?

Tövbesini bozan kimsenin tekrar tövbe etmesi gerekir. Tövbe edip tekrak tövbesinin bozan kimsenin, bir daha o günahı işlememek üzere samimi olarak tövbe etmesi gerekir. Aksi halde günaha dönmemek üzere gayret etmeyenin tövbesi de makbul değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Günah işleyen kişi tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi?..

46 Banyo yaparken belli bir alanın kaptılması veya perde çekilmesi ile alakalı ayet ya da hadis var mıdır?

İslâm her yerde insanın edep ve terbiye, nezâket ve nezahet ka­idelerine uymasını; şahsiyetini küçültecek söz ve davranışlardan kaçınmasını emreden bir dindir. Özellikle tesettür konusu üzerinde en çok bu din durmuş, kadın ve erkek için bir takım kurallar koyup sınırlar çizmiştir. Aksine hareket edenleri takbih edip uhrevi cezay­la tehdîd etmiş ve yetkili makamların müdahalesine imkân tanımış­tır.

Açık yerde soyunup yıkanmaya cevaz vermemiş, herhalde yı­kanması gerekiyorsa, gözlerden ırak bir yer seçmesini veya örtünmesini emretmiştir. Aynı zamanda kimselerin bulunmadığı açık bir yerde yıkanırken de avret mahallini kapalı tutması, yani bir peştemalle örtünmesini vâcib kılmış, açılmayı haram saymıştır. Çün­kü Allah ve melekleri utanmaya daha lâyıktır...

 

Konuyla ilgili hadîsler:

Ya'lâ b. Ümeyye'den yapılan rivayette, demiştir ki:

«Resûlüllah (a.s.m) Efendimiz bir adamın açık yerde soyunup yıkandığım görünce (üzüldü), çıkıp Allah'a hamd-u senada bulunduktan sonra şöyle buyurdu: «Şüphesiz ki, Aziz ve Celil olan Allah haya sahibidir ve (günâhları, kusurları) örtüp gizleyendir. O bakım­dan hayâlı olmayı ve örtünmeyi sever. Sizden biri guslettiği zaman örtünsün!»(1)

Ebû Hüreyre (r.a.)'den yapılan rivayette, Resûlüllah (a.s.m) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: «İsrailoğulları çırılçıplak bir vaziyette yıkanırlar ve birbirlerine bakarlardı. Musa Peygam­ber (as) ise yalnız başına yıkanırdı." (2)


 Ali b. Zeyd'den yapılan rivayette, Enes b. Mâlik (r.a.), Peygam­ber (a.s.m) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Şüphesiz ki Musa b. İmrân (a.s.) suya girmek istediğinde, suya iyice girip edep yerleri görülmeyecek seviyeye geldikten sonra elbisesini sokardı.»(3)

Hadîslerin açık delâletinden şu hükümler  anlaşılmaktadır:

1. Açık yerde veya insanların bulunduğu kapalı bir yerde yı­kanırken, edep yerlerini diğer bir tabirle örtünmesi emredilen yer­leri örtüp öylece yıkanmak gerekir. Bunun için peştemal ve ben­zeri bir bez kullanılabilir.

2. Erkeklerin diz kapağıyla göbek arasını açık tutması haramdır. Kadınların ise, erkekler arasında örtünmüş bir halde bile olsa yıkanması haramdır. Oğlu, babası, kız kardeşleri gibi mahremleri yanında örtülü bir halde yıkanmasında bir sakınca yoktur. Kocasının yanında edep yeri kapalı olmak kaydıyla çıplak bir halde yıkanabilir.

3. Banyoda tek başına yıkanan kimsenin örtünmesi şart değildir.

 

Dipnotlar:

1. Ebu Dâvud/Hamam, Nesâî/Gusül: 7. Ahmed : 4/224.
2. Buharî/Gusül : 20. Müslim/Hayiz, Ahmed : 2/315,515.
3. Ahmed i 3/262

47 Kâfirin gıybeti yapılabilir mi?

Müslümanın gıybetini yapmak haramdır; bu kesindir. Ancak, Müslüman olmayana gelince durum ikiye ayrılır:

1. Harp hâlinde olduğumuz gayri müslimin gıybeti.

2. Sulh hâlinde olduğumuz gayri müslimin gıybeti. Yani şu andaki Hristiyan ve Yahûdiler gibi.

Harp hâlinde iken kâfirlerin gıybetini yapmak haram değildir. Onların kötülenmesi, harbin lehimize gelişmesi için gereklidir; bunda günah söz konusu olmaz.

Ancak, sulh hâlinde olduğumuz bugünkü gayri müslimlerin durumu aynı değildir. Onların gıybetini yapmak (şahısları ile sıfatlarını ayırmak suretiyle) ancak câiz olur. Yâni, Allah’ın yarattığı mükemmel bir varlık olarak değil de bu mükemmel varlığa ilâve ettikleri küfürlerinin gıybetini yapmak, küfürden ürkmeyi netice verecek manada gıybetlerini yapmak câizdir.

Demek ki şahısların değil, sıfatlarının gıybetini yapmak câiz olur.

Maksat, şahıslarının gıybeti olmayıp, inançlarındaki yanlışlıklarının kötülüğünü anlatmak olduğundan mahzur bulunmadığını, Gazalî’nin fetvalarından öğrenmekteyiz.

Müslümanların içinde bulunan azınlıklara gelince:

Bunların bütün durumları Müslümanlar gibi İslâm'ın teminatı altındadır. Yüce İslâm’ın adâleti, himayesine aldığı bu zımmîlerin gıybetini câiz görmez. Verdiği teminatın zedelenmesine müsaade etmez. Gıybetleri yapılmışsa helallik dilemek gerekir.

48 Kötülük yapan insanlara iyilikte bulunmanın fazileti nedir?

Yüce dînimiz İslâm’ın her bir prensibi, îmânın hayata aksedişinden ibâret olan ahlâkî güzellikler manzûmesidir. Efendimiz (asm):

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuşlardır. (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8)

Peygamberlerin ve evliyâullâhın örnek ahlâkı içindeki en mühim fazîletlerden biri; Allâh’ın kullarından gördükleri ezâ ve cefâları, yine Allâh için affedip, mâruz kaldıkları kötülüklere iyilikle mukâbele edebilmeleridir. Böylece Allâh’ın kullarını, şefkat ve merhamet ile gönül saraylarına alıp, onların vîrâneye dönmüş gönüllerini ihyâ edebilmeleridir. Bu ahlâk, aynı zamanda güzel bir son nefes müjdesidir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Yine onlar, Rablerinin rızâsını dileyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle bertarâf eden kimselerdir. İşte onlar var ya, dünyâ yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır.” (Râ’d, 13/22)

Allâh’ın merhametine ve affına nâil olmak isteyen kimse, insanların kusurlarından geçmeyi ve kötülüğe bile iyilikle karşılık vermeyi kendisine şiâr edinmelidir. Zîrâ Rabbimizin insanlığa rehber olmak üzere lutfettiği peygamberler, mürşidler, âlimler ve ârifler, dâimâ bu güzel ahlâkı sergilemişlerdir.

Kötülük yapanların af ve iyilikle ıslâh edilişine dâir Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen en güzel misâllerden biri, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın kardeşlerine olan muâmelesidir:

Yâkub -aleyhisselâm- on iki oğlu içinden en çok Yûsuf -aleyhisselâm-’da kendi mânevî husûsiyetlerini görmüş ve diğer çocuklarından ziyâde gönlü ona meyletmişti. Bu hâl, kardeşlerinde ona karşı kıskançlık duygularının filizlenmesine sebep olmuştu. Hattâ kardeşleri, Hazret-i Yûsuf’u öldürmeye karar verdiler ve onu bir kuyuya attılar. Yûsuf -aleyhisselâm- oradan geçmekte olan bir kervan vâsıtasıyla kuyudan kurtuldu. Fakat Mısır’a götürülüp köle olarak satıldı. Yaşadığı pek çok ağır imtihanın ardından zaman içinde Mısır’ın hazîne nâzırlığına kadar yükseldi. Kıtlık yıllarında erzak dağıtıyordu. Kardeşleri de erzak istemeye geldi. Hazret-i Yûsuf, kendini kardeşlerinden gizledi. Dilese, onlardan rahatlıkla intikam alabilecek durumdaydı. Fakat onları ne cezâlandırdı ne de azarladı. Bilâkis onlara sayısız iyilik ve ikramda bulundu. Gördükleri bu fazîlet karşısında onlar da:

“Sen Yûsuf’sun, Allah hakikaten seni bizden üstün kılmış.” diyerek, büyük bir mahcûbiyet içerisinde gerçeği îtiraf etmek zorunda kaldılar. Yûsuf -aleyhisselâm- da onlara bir kat daha fazîlet sergileyerek:

“Bugün size (eski yaptıklarınız sebebiyle) hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» buyurdu. Daha sonra da kardeşlerinin mahcûbiyetini hafifletmek için:

 “O zamanlar aramıza şeytan girdi.” diyerek fazîletini daha da perçinledi. (bk. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143.)

 İşte asıl fazîlet, kişinin cezâlandırmaya muktedir olduğu bir durumda, âhirette ecrine nâil olmak niyetiyle, Allâh’ın kullarını affedebilmesidir. Şahsî meselelerde öfkelenip intikam almak, nefsânî bir tatminkârlık ve güç gösterme vesîlesidir. Bu fırsat ve imkânı elde eden bir mü’minin af ve ihsanda bulunarak kendi kinini bastırabilmesi, müstesnâ bir ruh asâletinin muktezâsıdır. Zîrâ intikam öfkesine kapılan birinin irâdesini dizginleyerek bundan vazgeçebilmesi çok zordur.

 Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia tarihidir. Öfke, akıl nîmetinin devre dışı kaldığı geçici bir cinnet hâlidir. Öfkeyi dizginlemek için alınacak en güzel tedbir, af ve hilim gibi, ecri büyük fazîletlere sahip olmaktır. Bu yüksek irâde ve dirâyeti gösterebilen fazîletli mü’minleri, Rabbimiz şöyle müjdeler:

 “Rabbinizin mağfiretine ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da muhsinleri (iyilik ve ihsan sahibi kullarını) sever.” (Âl-i İmrân, 3/133-134)

 Yâni kötülüğe karşı İslâm ahlâkıyla muâmelede üç adım vardır: Önce öfkeyi yenmek, ikinci olarak affetmek, son olarak da iyilik ve ihsanda bulunmak…

Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hayâtı kötülüğe karşı af ve iyilikle mukâbele edebilmenin zirve tezâhürleriyle doludur. O, âlemlere rahmet olarak gönderildiği için, O’nun şefkat, merhamet ve muhabbeti, bütün insanları ihâta ederdi. Birgün kendisinden, ezâ ve cefâlarından iyice bîzâr oldukları müşriklere lânet etmesini istediler. O ise:

 “Ben lânetçi olarak değil, âlemlere rahmet olarak gönderildim.” buyurdu. (Müslim, Birr, 87) Zîrâ O’nun azîz rûhu, eşsiz bir şefkat ve merhamet hazînesi olduğu için, en büyük gâyesi de, bütün insanlığın kurtuluşu idi.

 İslâm’ı tebliğ etmek için Tâif’e gittiği zaman, câhil ve putperest Tâif halkı O’nu taşlamışlardı. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- geri dönmüş, hüzün ve gamla dolu bir hâlde yürürken Cenâb-ı Hak, Habîb’ini tesellî için Cebrâîl -aleyhisselâm- ile Dağlar Meleği’ni gönderdi. Melek, dilerse oradaki iki dağı Tâiflilerin başına geçirebileceğini bildirdi. Âlemlere Rahmet Efendimiz ise:

 “Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın, onların neslinden sadece Allâh’a ibâdet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.” buyurdu. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

 Tâifliler, hicrî IX. seneye kadar inançsızlıkta şiddetle direnip Müslümanlara çok ağır zâyiât verdirdiler. Nihâyet Müslümanlar daha fazla dayanamayıp:

 “Yâ Rasûlallâh! Sakîf Kabîlesi’nin okları ve mızrakları bizi yaktı, perişan etti. Artık şunlara bedduâ etseniz!..” diye ricâda bulundular. Fakat Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

 “Yâ Rabbî! Sakîf Kabîlesi’ne hidâyet nasîb eyle! Onları bize gönder!” diye niyâz etti. Bir müddet sonra Tâif halkı, Medîne-i Münevvere’ye gelerek İslâm ile şereflendi. (İbn-i Hişâm, IV, 134; Tirmizî, Menâkıb, 73/3942)

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bu yüksek fazîletinin en büyük tezâhürlerinden biri de Mekke’nin fethedildiği gün yaşanmıştır. Yıllarca Müslümanlara olmadık zulümlerle âdeta kan kusturan ve terör estiren Mekkeli müşrikler, o gün Müslümanların eline düşmüştü. Efendimiz (asm)’in mübârek ağzından çıkacak bir emir, hepsinin hak ettiği cezâyı bulması için kâfî idi.

 Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Kâbe’de toplanmış olan Mekkelilere:

 “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler:

“Biz senin hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.

Bunun üzerine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

 “Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi; «…Size bugün (eski yaptıklarınız sebebiyle) hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu.

Bu muhteşem af, merhamet ve fazîlet karşısında Mekkelilerin kalplerindeki kin ve husûmet eriyip gitti; onun yerine, sevgi, dostluk ve samîmiyet geldi. Gönülleri İslâm’a ısınan nice insan, hidâyet şerefine nâil oldu. O gün Mekkeliler üzerinde âdeta şu âyet-i kerîmenin hakîkati tecellî ediyordu:

“…İyilik ve kötülük bir değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan, sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 41/34)

Gerçekten de insanoğlu, dâimâ iyilik ve ihsâna mağluptur. İyilik ve ihsan, en şerir bir düşmanı bile ıslah etmeye kâfîdir.

İyilik yapanlara iyilik, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, kötülük yapanlara da iyilik yapabilmektir. Zîrâ iyilik yapılan kimse düşmansa dost olur; ortadaysa yakınlaşır; yakındaysa muhabbet ve samîmiyeti ziyâdeleşir. Kötülüğüne iyilikle mukâbele edilen kimse için bu iyilik, bir daha o kötülüğe dönmemesi için bir perde olur.

Hazret-i Mevlânâ bu nebevî ahlâkı şöyle îzah eder:

“Bilesin ki, Allâh’ın rahmeti, her zaman kahrından üstündür. Bu bakımdan her peygamber, kendisine karşı gelen düşmanlarına gâlip gelmiştir.”

 “Belâyı gidermenin çâresi, zulmetmek değildir. Onun çâresi; affetmek, bağışlamak ve kerem eylemektir. «Sadakalar belâyı defeder.» nebevî îkâzı seni uyandırsın. Artık hastalık ve belâları tedâvi usûlünü iyi anla!..”

 Peygamber Efendimiz (asm), mücrimleri kolayca cezâlandırabileceği pek çok durumda, onların ıslâhı ve ebedî kurtuluşu için af fazîletini sergilemiştir. Zîrâ asıl mârifet ve gerçek büyüklük, intikam alabilecek güç ve fırsat ele geçtiği anda nefsi dizginleyip af ve ihsanda bulunabilmektir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:

 “Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir. Asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen kişidir.” (Buhârî, Edeb, 76)

 Bu fazîlete dâir âyet-i kerîmede şu müjde verilmektedir:

 “Bir kötülüğün cezâsı, ona denk bir kötülüktür. Kim de bağışlar ve sulhü temin ederse, onun mükâfâtı Allâh’a âittir...” (Şûrâ, 42/40)

Hatâ ve kusurları affetmenin de ötesinde, sulh, sükûn, dostluk ve kardeşliğin tesis edilebilmesi için kötülüğe dahî iyilikle muâmele edebilmek, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (asm)’in alâmet-i fârikası idi. O’nun ümmeti olarak bizler de bu hasletlere sahip olmalıyız. Kusurları affetmeyi ve barışmayı yalnızca bayramlara hasretmek, kâmil mü’minlere yakışmaz. Bunu bir tabiat-ı asliye hâline getirmek, îmanda kemâlin alâmetidir.

 Peygamber Efendimiz (asm)’in bu husustaki yüksek ufkunu gösteren şu hadîs-i şerîfler, bütün Müslümanlara eşsiz bir ahlâk ölçüsü takdîm etmektedir:

“Hiçbiriniz; «Ben insanlarla beraberim, eğer insanlar iyilik yaparlarsa ben de iyilik yaparım, kötü davranırlarsa ben de kötü davranırım.» diyen şahsiyetsiz kimselerden olmasın! Aksine insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmak, kötü davranırlarsa haksızlık etmemek için nefsinizi terbiye edin.” (Tirmizî, Birr, 63)

“Seninle ilgisini kesenden sen ilgini kesme! Sana vermeyene sen ver! Sana kötülük edeni bağışla!” (Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, IV, 148, 158)

“Nerede olursan ol, Allah’tan sakın. Kötülüğe karşı iyilik yap ki, kötülüğün kökünü kesesin. İnsanlara karşı da güzel ahlâk ile muâmele et!” (İ. Canan, Kütüb-i Sitte, V, 304)

“Cennet bahçelerine bakan köşkler gördüm ve Cebrâîl -aleyhisselâm-’a:

 «Bunlar kimin içindir?» diye sordum. O da:

 «Her türlü kin, nefret ve öfkeyi bastırıp içine gömenlere ve insanların kusurlarını hoş görüp bağışlayanlaradır.» dedi.” (Ali el-Müttakî, no: 7016; Avârif, s. 253)

Şunu da hatırlatmak gerekir ki, her türlü kusur karşısında affa meyletmek, fazîlet zannedilmemelidir. Affetmek ve bağışlamak, affedecek kişinin şahsına karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Öyle suçlar vardır ki, dînî ve millî mukaddesâta, toplumun hukukuna saldırı mâhiyetindedir. Böyle durumlarda, affetmekten çok ıslâh için cezâya başvurmak, adâleti sağlamak ve doğru ile yanlışı açıkça îlân etmek îcâb eder. Zîrâ böyle bir suçlu affedildiğinde, bunun daha büyük haksızlıklara yol açacağı, dolayısıyla topluma zulmedileceği muhakkaktır.

Nitekim Hazret-i Âişe vâlidemiz (r.anha), Peygamber Efendimiz (asm)’in bu husustaki hâlini şöyle ifâde buyurmuştur:

 “…Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine fenâlık yapan kimseden intikam almadı (yâni cezâlandırmadı). Yalnız Allâh’ın yasak ettiği şeyler çiğnenince, o yasağı çiğneyenden Allah adına intikam alır (onu cezâlandırır)dı.” (Müslim, Fedâil, 79; Ebû Dâvûd, Edeb, 4)

 Yersiz öfke, fitne ve fesat getirdiği gibi, öfkenin gerektiği yerde öfkelenmemek de, aynı neticeyi doğuran bir ahlâk zaafıdır. Gerektiğinde Allah için buğz edebilmek de, îman muktezâsıdır. Meselâ bir harp esnâsında düşmana karşı hiddetli olmak, îman heyecânının ve rûhî galeyânın asil bir ifâdesidir, dindarlık ve vatanperverlik alâmetidir. Toplumun haklarına, mânevî ve millî değerlere karşı işlenen suçlarda da aynı hiddeti göstermek, îman asâletinin bir göstergesidir.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sav)’in hayatı, işte böylesine yüksek fazîlet ölçülerinin zirve tezâhürleriyle doludur. O, şahsına karşı kötülük yapanları sadece affetmekle yetinmeyip bir de onlara karşı iyilikte bulunma fazîletini en mükemmel seviyede göstererek ümmetine örnek olmuştur.

 Allâh’ın Sizi Bağışlamasını İstemez misiniz?

 Allah Rasûlü’nde fânî olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da kötülüğe af ve iyilikle muâmelenin kâbına varılmaz numûnelerini sergilemiştir:

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardımda bulunuyordu. Kızı Hazret-i Âişe’yi hedef alan İfk Hâdisesi’nde onun da iftirâcılar arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve âilesine iyilik yapmayacağına dâir yemin etti. Hazret-i Ebû Bekir’in yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan bir hâle düştüler. Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“İçinizden fazîletli ve servet sâhibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler; affetsinler, bağışlayıp geçsinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Nûr, 24/22)

 “Yeminlerinizden dolayı Allâh’ı(n adını), iyilik etmenize, takvâ sâhibi olmanıza ve insanların arasını düzeltmenize mânî kılmayın! Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/224)

 Bu âyet-i kerîmelerin nüzûlünden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

 “Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını isterim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu hayra devâm etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)

Zîrâ kullarını affede affede Allâh’ın affına lâyık hâle gelmek, kâmil mü’minler için vazgeçilmez bir îman ufkudur.

 Kötülüğe Karşı Ne Kadar İyilik?..

 Birgün ashâb-ı kirâm, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (asm)’e, Hazret-i Ali (ra)’i niçin çok sevdiğini sordular. Server-i Âlem Efendimiz, Hazret-i Ali’nin çağrılmasını emretti. Sahâbîlerden biri Hazret-i Ali’yi çağırmaya gitti. Habîb-i Ekrem Efendimiz, Hazret-i Ali gelmeden önce ashâbına:

“Ey ashâbım! Siz birisine iyilik etseniz, o da size karşı kötülük yapsa, ne yaparsınız?” buyurdular. Ashâb-ı kirâm, iyilikle mukâbele edeceklerini söylediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz tekrar:

“O kimse yine kötülük yaparsa ne yaparsınız?” buyurdular. Ashâb, yine iyilik edeceklerini bildirdiler. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“Tekrar size kötülükte bulunursa ne yaparsınız?” buyurunca, ashâb-ı kirâm başlarını aşağı indirdiler, bir cevap veremediler.

 Sonra Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- geldi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

 “Yâ Ali, birisine iyilik etsen, o da sana kötülük yapsa, sen ne yaparsın?” buyurdular. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, iyilikle mukâbele edeceğini söyledi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- aynı soruyu yedi kere tekrarlamasına rağmen Hazret-i Ali hepsine de:

“Yine iyilik yaparım.” diye cevap verdi. Sonra ilâve ederek:

“O kimseye, ben iyilik yaptıkça o bana hep kötülükle mukâbele etse, ben yine de ona iyilik yaparım.” dedi.

 Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuşlardır:

 “İnsanların en kötüsü, iyiliği kötülükle karşılayan ve insanların en iyisi, kötülüğe karşılık iyilik yapandır.”

“Karşılığında kötülük göreceğinizi hiç aklınıza getirmeden, iyilik ediniz.”

İnsan, İhsâna Mağluptur…

Nakledildiğine göre Hazret-i Ali’nin torununun oğlu Ali’ye biri sövüp saydı. O ise, sırtındaki sırma işlemeli elbisesini adama verdi ve bin dirhem daha verilmesini emretti. Bu hareketiyle onun beş fazîleti birden sergilediği söylenir:

Birincisi, hilimdir; zîrâ öfkelenmedi.
İkincisi, eziyeti ortadan kaldırdı.
Üçüncüsü, adamı Allah’tan uzaklaşmaktan kurtardı.
Dördüncüsü, adamı pişmanlık ve tevbeye sevk etti.
Beşincisi de kendisine hakâret etmekte olan adamı bu defâ kendisini medhetmeye başlatmış oldu.

 Yine adamın biri, İbn-i Abbâs Hazretleri’ne küfretti, İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- sesini çıkarmadı. Sonra İkrime’ye dönerek:

 “Bu adamın bir ihtiyâcı varsa çâresine bakalım?” deyince, adam utancından başını yere eğdi.

 Hasmı İçin Ağlayabilen Gözler…

Allah dostlarından Fudayl bin Iyâz Hazretleri’nin şu hâli de, kâmil mü’minlerin gönül kıvâmına güzel bir örnektir:

Kendisini ağlarken gördüler ve niçin ağladığını sordular. O da:

“Bana zulmeden bir zavallı Müslümana üzüldüğümden ağlıyorum! Bütün kederim, onun kıyâmette rezil olmasındandır.” buyurdu.

Yine Fudayl bin lyâz Hazretleri’ne:

“Falanca sizin haysiyetinize dil uzatıyor.” denildiğinde:

“Vallâhi ben ona değil, o sözleri ona söyleten iblise öfkeleniyorum.” karşılığını verip şu niyazda bulundu:

“Allâh’ım, eğer o kişi doğru söylüyorsa beni bağışla, yok yalan söylüyorsa onu bağışla.”

Nitekim Hasan-ı Basrî Hazretleri de, kendisinin gıybetini yapan birine kızıp öfkelenmek yerine, hediye göndererek teşekkür ederdi. Zîrâ o, gıybet eden insanın, ya kendi sevaplarını gıybetini yaptığı kişiye bağışladığını, ya da onun günahlarını kendi üzerine aldığını çok iyi bilenlerdendi.

 Ârif ve âşık gönüllerde müstesnâ bir yeri olan Hallâc-ı Mansur taşlanırken:

“Yâ Rabbî! Benden evvel, beni taşlayanları affet!” diye yalvararak büyük bir gönül îsârı sergilemiştir.

 Rebî bin Haysem Hazretleri birgün namaz kılarken, gözünün önünde yirmi bin dirhem kıymetindeki atı çalındı. Fakat o, hırsızın peşine düşmek yerine huzurla edâ ettiği namazına devâm etti.

Onun bu büyük kaybını duyan dostları koşarak kendisini tesellî etmeye geldiler. Hazret, dostlarına:

“O adam atımı çözerken kendisini gördüm. Lâkin ben o vakit daha mühim ve çok sevdiğim bir işle meşguldüm. Onun için hırsızı kovalamadım.” dedi.

Bunun üzerine dostları, hırsıza bedduâ etmeye başladılar. Hazret, onları susturarak:

“Sâkin olun, bana zulmeden yok! O adam kendi nefsine zulmetti. Zavallının kendine yaptığı yetmiyormuş gibi, bir de biz ona zulmetmeyelim!” dedi.3

 Herkes Kendi Metâını Satar…

 Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- tebliğ için bâzı Yahudîlerin yanına gitmişti. Yahudîler, ona kötü sözler sarf etmeye başladılar. O ise bunlara karşı iyilikle ve tatlı bir üslûpla konuştu. Kendisine:

“Onlar sana kötü söylüyor, sen ise hâlâ iyi söylüyorsun?” diyenlere de:

“Herkes kendi metâını satar.” diye cevap verdi.

Yâni insanın bütün davranış, hâl ve hareketleri, iç âleminin aynasıdır. Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmayacağı gibi, gönül âlemi berrak olmayan bir bedbahttan da güzel bir davranış beklemek beyhûdedir. Niyetleri karanlık olanların, yolları aydınlık olmaz. Her küp, içindekini sızdırır.

 Bu itibarla kötülüğe kötülükle mukâbele etmek, ham insanların davranış şeklidir. Her hâlükârda iyilik yapabilmek ise, kişinin iç âleminin ulaştığı ulvî seviyeyi gösterir. İnsanlara iyilik yapmanın da üç fazîlet derecesi vardır:

 Birincisi, iyiliğe karşı iyiliktir. Yapılan bir iyiliğe en azından teşekkür etmek, insanın en tabiî vazîfesidir. Bundan daha değerlisi, iyiliğe daha büyük bir iyilikle karşılık vermektir.

 İkincisi, karşılık beklemeden iyilik etmektir. Böyle davrananlar birinci basamaktakilerden daha üstün kimselerdir.

Üçüncüsü ve en değerlisi de kötülük edene iyilik etmektir. Zîrâ her hayrın fazîleti, onun zorluğu nisbetindedir. Kötülüğüne mâruz kalınan birinin iyiliğini isteyebilmek, son derece zor bir iştir. Bunun içindir ki; “İyiliğe iyilik, her kişinin; kötülüğe iyilik ise er kişinin kârıdır.” denilmiştir.

 Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“Suyun yüzlerce kerem ve ihtişâmı vardır ki; kirlileri kabul eder ve kirlerini temizler.”

 Kâmil bir mü’min de, su gibi azîz ve deryâ gibi engin gönüllü olmalı, ne kadar nâhoş hâdiseyle karşılaşsa da rahmet tevzî eden olgun bir karakter sergilemelidir. Nezâket, zarâfet ve güzellikler yansıtan bir gönül berraklığına sahip olmalıdır.

 Hazret-i Mevlânâ; “Toprak gibi ol.” der. Toprak, ayaklar altında çiğnense de bütün mahlûkâta cömertçe ikram hâlindedir. Zîrâ toprak, mahlûkâtın cürûfâtını temizler ve tekrar bütün canlılara temiz ve şifâlı sofralar hâlinde ikrâm eder.

 Cenâb-ı Hak, hikmetlerinden nasip almamız için, su ve toprak ile ne güzel bir misal sergilemiştir. Aslı su ve toprak olan insanoğlu için, bu varlıkların hikmetinde derinleşerek onların hasletlerini kazanabilmek, yüksek bir gönül ufku olmalıdır.

 Rabbimiz bu gönül kıvâmını cümlemize nasîb eylesin. Affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelmeyi ve insanlığın dâimâ iyilik, güzellik ve hayrını gördüğü sâlih mü’minlerden olmayı hepimize müyesser kılsın! Evliyâullâh’ın güzel hâllerinden hisse alarak Hakk’a yakınlığın hazzını gönüllerimizin tükenmez hazînesi eylesin!..

49 Oruç tuttuğu halde livata (erkek erkeğe ilişki) günahını yapan birine nasıl davranılmalıdır?

a. Dediğiniz kişinin oruç tutması, imanının varlığının göstergesidir. Bir gözü kör olan kimseye, “diğer gözünü de çıkar at!” demek, ne kadar yanlış ise, herhangi bir günah işleyen bir kimseye “kulluğu bırak, ibadet etme!” demek de o kadar yanlıştır. Umarız ki, ibadetleri onu günahlarından uzaklaştırır.

b. Bu konuda farklı görüşler ve tecrübeler var:

Hz. Ebu Zer gibi düşünenlere göre, bir kimse iyi işler yaptığı zaman sevilmeye, arkadaş edinmeye layık olduğu gibi, kötü işler yaptığı zaman da sevilmemeye, arkadaş edinilmemeye layıktır.

Buna mukabil Hz. Ebu Derda gibi düşünenlere göre, yakınımız, arkadaşımız olan bir kimse kötü de olsa, -onu doğru yola getirmek niyetiyle- onunla arkadaşlığı devam ettirmek gerekir.

Biz de bu ikinci tavrın -özellikle de bu zamanda- daha uygun olduğu kanaatindeyiz.

c. Cinsi sapıklık olarak da bilinen Luticilik hastalığı ciddi bir hastalıktır. İnsanlık onurunu kıran en alçak bir davranıştır. Bu konuda onunla cedelleşerek değil, bu işin bir erkeğe yakışmayan bir sapıklık olduğunu uygun ifadelerle, delillerle, ikna ederek konuşmalısınız.

Burada yapılacak önemli işlerden biri de bir şekilde onu o kötü çevreden kurtarmak ve güzel bir çevre ile tanıştırmaktır.

Bir de işin ehli olan bazı kimselerin sohbetlerine götürmek, eğer mümkünse sohbet eden kimsenin -sezdirmeden- başka konular arasında bu konunun ne kadar kötü olduğunu seslendirmesini sağlamak...

Ayrıca aşağıdaki bilgileri onunla paylaşmak, hem dünyada hem de ahirette büyük bir cezanın olacağını hatırlatmak...

d. İslam’ın bakış açısı şudur:

1. İmam Azama göre, livata günahını işleyen kimseye kırk değneğe kadar sopa vurulur. İmam Şafii’ye göre, livata da zina olduğu için zina haddi tatbik edilir. Yani, bekâr olana yüz değnek vurulur, evli olan ise taşlanarak öldürülür. İmam malik ve İmam Ahmed b. Hanbel’e göre, livata zinadan daha kötü olduğu için, evli veya bekâr fark etmeden livata yapan herkes taşlanarak öldürülür. Nitekim rivayet göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

“Lut kavminin işini (livata) yapanların ikisini de öldürün.”(Tirmizî, Hudud 24; Ebû Dâvud, Hudud 29; bk. el-Fıkhu’l-İslamî, 6/66)

2. Kur’an’da en çirkin gösterilen kötülüklerin başında livata gelir. Şu ayetlerin mealleri bunu göstermektedir:

“Lût'u da (peygamber gönderdik). Kavmine dedi ki: 'Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı fuhuşu mu yapıyorsunuz?  Çünkü siz, şehveti tatmin için kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir milletsiniz."(A'raf, 7/80-81).

“Emrimiz gelince, oranın (Lut kavminin) altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık.”(Hud,11/82).

“Lût'a gelince, ona da hüküm (hakimlik, peygamberlik, hükümdarlık) ve ilim verdik; onu, çirkin işler yapmakta olan memleketten kurtardık. Zira onlar (o memleketin halkı), gerçekten fena işler yapan kötü bir kavimdi.”(Enbiya, 21/74).

“Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz!”(Şuara, 26/165-166).

e. Yumuşak bir üslupla, üzüntünüzü samimi olarak göstermek suretiyle kardeşinizin peşini bırakmayın. Hem fiili hem de kavlî dua edin, inşallah güzel bir sonuç alırsınız.

Konuyu sık sık dillendirmek karşı tarafı bıktırabilir; buna dikkat etmek gerekir.

Unutmamak gerekir ki, hastaya değil hastalığa düşman olmalıyız. Lütufla tedavisine ve ıslahına çalışmalıyız...

50 İbadetlerin insan üzerindeki etkisi ve kötülüklerden alıkoyması hakkında bilgi verir misiniz?

Namaz, Allah'ın bizden istediği bir ibadettir. Bunun dışında yapmamız gereken ibadetler ve sakınmamız gereken haramlar vardır. Dolayısıyla yaptığımız iyiliklerin sevabını ve günahların da cezasını göreceğiz.

Ayrıca Allah Teala ahirette insanın yaptığı şeylerin hepsini değerlendirecektir. Yoldaki bir engeli dahi kaldırmanın ibadet olduğunu kabul eden dinimiz, elbette namaz gibi önemli bir ibadeti görmezden gelmeyecektir.

Mesela, başı açık bir kızımız namazını kılsa namazın sevabını alır; başı açık şekilde gezdiği zamankilerin de günahını alır. Biri diğerine engel değildir.

Elbette namaz kılanın diğer hâl vehareketleri de iyi olmalıdır. Ama kötülük yapıyor diye "namazı olmaz" diyemeyiz.

Bir kaide vardır: "Bir söz mutlak söylendiğinde en mükemmeli anlaşılır." Örneğin “insan” denilince akla Peygamberimiz (asm) gelir. Fizikçi denilince en meşhuru aklımıza gelir. Bunun gibi "Namaz insanları günahtan alıkoyar." sözünden aklımıza ilk gelecek olan o duanın ve o namazın zirvesidir, en son neticesidir. Yani bu duanın ve namazın en mükemmel sonucu budur, anlamına gelmektedir.

Her sözün bazı şartları vardır. Örneğin bir arabanın katalogunda 200 km/h hız yapabileceği yazılı olsun. Sadece bunun yazılmış olması o arabanın her zaman ve her sürücünün 200 km/h hız yapacağı anlamına gelmez. Stabilize bir yolda, benzinine su karışmış, ön düzeni bozuk, gece vakti farları yanmayan veya başka yere bakan, üstelik de şoförü acemi olan bir araba aynı hızı yapmayınca, bu sözün yanlış olduğu anlamına gelmez. Tam tersine söz doğrudur, ama bazı gerekli şartları yerine getirilmediği söz konusudur. Bu nedenle araba bize fayda verecektir, fakat istediğimiz hıza ulaşamayacaktır.

Bunun gibi biz de Allah’ın yarattığı mükemmel ve canlı bir arabayız. Bu arabanın farları olan gözler, yedikleri, içtikleri, gezdikleri, düşündükleri, ayakları gibi her şeyiyle mükemmel olacak ki, o duayı okuduğu veya namazı kıldığı zaman o neticeyi alabilsin. Demek ki söz doğrudur; ancak o şartları yerine getirmek kaydıyla.

“Her çekirdek bir ağaçtır.” sözü doğrudur. Ancak her çekirdek bir ağacın programını taşıdığı hâlde şartlarına uyarak ekilmezse ağaç olamaz. Bunun gibi her dua da insanı Allah’a götüren ve günahlarının silinmesine sebep olan bir sır vardır. Ancak çekirdek gibi olan bu sırrın açılması için de bazı şartlar lazımdır. İman, ibadet, niyet ve haramlardan sakınma gibi şartları yerine getiren, onu ağaç gibi açacaktır. Geçmiş günahlarının silinmesine vesile olacaktır. Yoksa çekirdek olarak kalacak ve neticeye ulaşamayacaktır. Hatta hayatını yanlış yerde harcadığı için aynı zamanda sorumlu da olacaktır.

İbadetler insanı kötülüklerden alıkoyar. Ancak herkesi aynı derecede alıkoyduğunu söyleyemeyiz. Ayrıca ibadet ettiği hâlde kötülük işleyen bu insan, belki de ibadet etmese idi daha çok kötü işler yapacaktı.

Bu konuyla alakalı âyet-i kerimenin tefsiri şöyledir:

"Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir."(Ankebût, 29/45)

Sen, sana vahyedilen kitabı oku, vird ederek, devam üzere, tekrar tekrar, güzel güzel oku. Yani o örümcek kafalı kâfirlerin fitnelerine gam yeme de onlara karşı olmazsa, kendi âleminde bu Kur'ân'ı güzel güzel oku, adı geçen peygamberlerin ve ümmetlerin halleriyle Allah'ın âyetlerini düşün. Onun için "Onlara oku" buyurulmamış, mutlak olarak "Oku" buyurulmuştur. Ve namazı devam üzere kıl, gerçekten namaz fahşadan, yani açık çirkinlikten, edebsizikten, fuhşiyattan ve münkerden; aklın ve şer'in beğenmeyeceği uygunsuzluktan, günahtan meneder. Bir kere namaz içinde bunlar yapılmaz.

Bundan başka namaz hakikati, ne olduğu bilinerek kılınan sahih namaz, namaz dışında da, çirkinlikten, uygunsuzluktan uzaklaştırır. Yasaklamak, uzaklaştırmayı mutlak olarak sağlamasa bile herhalde gerektirir. Sahih ve doğru bir şekilde namaza devam edildikçe iyilik artar. Resulullah (asm)'tan rivayet olunmuştur ki:

"Kim bir namaz kılar da, o namaz kendisini açık ve gizli kötülüklerden alıkoymazsa, o namazla Allah'tan uzaklaşmaktan başka bir şey artırmış olmaz."

Onun için İbnü Mes'ud Hazretleri demiştir ki:

"Namazını gereği gibi yerine getirmeyen Allah Teâlâ'dan uzaklığı artırmaktan başka bir şey yapamaz."

Bunun sebebi, çünkü namaza itaat, onun sınırlarını gözeterek hakkıyla kılmaktır. Onun sınırında ise açık ve gizli bütün kötülüklerden men ve alıkoyma vardır.

Şu halde namaza itaat onu hakkıyla kılıp yasağını tutmakla olur.

"Yazıklar olsun o Allah huzurunda duranlara ki, namazlarını yanlış olarak (veya yanlış yere) kılıyorlar." (Maun, 107/4-5)

buyurulduğu üzere namaz kılıyor görünüp de namazın ne demek olduğundan habersiz olanların vay haline! Onun içindir ki, 

"Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki namazlarında huşû içindedirler." (Mü'minun, 23/1-2)

buyurulmuştu. Zira Tâhâ Sûresi'nde, 

"Beni anmak için namaz kıl." (Tâhâ, 20/14)

buyurulduğu üzere namazın hikmeti, gayesi Allah'ın zikridir. Yani Allah'ı anmak ve bu sayede, 

"Öyle ise beni (taat ve ibadetle) anın ki, ben de sizi anayım." (Bakara, 2/152)

âyetince Allah Teâlâ'nın anmasına ermektir. Bu suretle namaz bir miracdır. Bunu bilenler,

"Herhalde Rablerine kavuşmayı uman kimseler..." (Bakara, 2/46)

âyetine göre kendilerini her an Rablerinin huzurunda mülakat (kavuşma) halinde buluyorlar gibi, zevk içinde bir niyet ve ihlas ile kılarlar. Ve herhalde Allah'ı anmak; namaz en büyük iştir.

Yani asıl bütün incelikleri, detayları ve gerçeği ile Allah Teâlâ'yı anmak ve O'nun azamet ve kibriyası huzurunda kulun değişiklikleri ve tavırları ile acizlik ve ihtiyacını arzetmesi demek olan namaz, en büyük amel veya açık ve gizli kötülüklerden men için en büyük sebeptir. Veya Allah Teâlâ'nın sizi anması, sizin O'nu anmanızdan daha büyüktür. Kul, Allah Teâlâ'yı azameti ve cemaliyle hatırladığı zaman, O'nun yüce huzurunda açık ve gizli kötülüklerden kaçınarak edeb ve samimiyet ile yükseleceği gibi, Allah Teâlâ'nın onu hatırlamasını düşündüğü zaman, ilâhî huzurda zerre kadar kötülük ile anılmayı kimse arzu etmeyeceğinden, her an Allah'ın hoşnutluğuna ve rızasına yükselmek için , iyilik duygusu ile dopdolu olur. Ve şüphe yok ki, bu duygu, evvelkinden daha büyük bir kurtuluş vesilesi olur. Düşünmeli ki Allah, Kur'ân'ında Firavun gibileri nasıl anıyor, peygamberleri ve müminleri nasıl anıyor? Hem Allah, her ne işlerseniz bilir. Ona göre anar ve ona göre ceza veya mükafat verir.(bk. Elmalılı, ilgili âyetin tefsir)

51 Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak ne demektir?

İlâhî ahlâk, en kısa ifadesiyle, Kur’an ahlâkıdır, Allah’ın razı olduğu ahlâk modelidir.

Allah, hiçbir şeyi başıboş yaratmamıştır, faydasız hiçbir icraatı yoktur. Ve insan, ömür tüketmekten öte bir işe yaramayan faydasız işleri terk ettiği ölçüde bu sırra mazhar olur.

Şu mahlûkat âlemindeki ince sırlar, sonsuz hikmetler, ancak Allah’ın malûmudur. İnsan ise bu hikmetlerden kendi çapında bir şeyler yakalamaya çalıştığı ölçüde bu sırra erer.

Allah, kendisini tespih eden bütün mahlûkatını, bilhassa bu vazifeyi en güzel şekilde yerine getiren mümin kullarını sever. Kendisine şirk koşan, nimetlerini küfranla karşılayanlardan ise razı olmaz. İnsan da Onun sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekle bu sırdan nasiplenir.

İnsan, kendisine İlâhî bir ihsan olan irade sıfatıyla güzel şeyler irade ederse, kudret sıfatını iyi ve faydalı işleri görmede sarf ederse, ilim sıfatıyla faydalı ilim öğrenirse, merhamet duygusunu yerinde kullanır Allah’ın kullarına ve diğer mahlukatına merhametle muamele ederse, kısacası kendisinde yaratılan bu sıfatlar ve hisler âlemini, Allah’ın razı olduğu istikamette kullanırsa, İlâhî ahlakla ahlaklanmış olur.

Allah’ın bütün işleri istikamet üzeredir ve insan Fatiha Suresinde Rabbinden sırat-ı müstakim ehli olmayı dilemekle bu İlâhî ahlakla ahlaklanmayı da dilemiş oluyor.

Demek ki, insanın hikmet ehli olması, Rabbinin razı olduğu bir kul olmasına bağlı... O’nu razı etmedikten sonra, o’nun yarattığı varlıkları incelemek ve bunların insanlara faydalarını araştırıp ortaya çıkarmak hikmet ehli olmak için yeterli değil...

Kur'an’daki gizli sırları anlayan, fakat hayatına tatbik etmeyen bir insan düşünelim. Bu insan âlimdir, ama hakîm değildir. Kâinat kitabını Allah namına okumayan ve ondan bu yönüyle faydalanmayan kimselerin hâli de berikilerden farklı değil...

Ve Gazali’den farklı bir hikmet tarifi: “Hikmet, varlıkların en yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmektir.” Allah, ezelî ve ebedî ilmiyle kendi zâtını, sıfatlarını, fiillerini, şuunatını bilmekte.

Bu mânâya göre, mahlûkat olmasa da Allah hakîmdir... Hem de sonsuz hakîm. İşte, marifetullah yolunda yürüyen, Allah’ı tanıma vadisinde ilerleyen insanlar, hikmetin bu mânâsından feyiz alırlar, nasiplenirler. Ve “ilâhî ahlâkla ahlâklanma” şerefinin, en ileri mertebelerine ererler.

Bu mânâ başta peygamberlerde, sonra peygamber varisi olma şerefine ermiş büyük zâtlarda ve derecelerine göre bütün müminlerde hükmünü icra eder.

Herkes, imanı, ihlâsı, ilmi, tefekkürü ölçüsünde bu büyük lütuftan nasiplenir.

52 Kimlerin şahitliği kabul edilmez?

Şahitlik meselesi umumidir; nikâh için ayrı, ticaret için ayrı, cezayı gerektiren davalar için ayrı bir şehadet yoktur. Bütün bu meselelerde şahitlik yapacak kimsede ortak özellikler bulunmalıdır. İslam hukukuna göre şahitlik yapacak kimsede aranan şartları kısaca özetleyelim:

- Şahitte ilk aranan şart adil olmasıdır. Adaletli kimse de iyilikleri kötülüklerine üstün gelendir. Bu da büyük günahlardan uzak durmak, küçük günahlarda ısrar etmemekle anlaşılır. Büyük günahı işleyen kimseye fasık denmektedir. Böyle birisinin şahitliğinin kabul edilmeyeceği Hucurat Suresinin 6. ayetinde açıkça bildirilir:

“Ey mü’minler, size fasık bir kimse bir haber getirince, onun iç yüzünü iyice araştırıp tahkik ediniz. Yoksa bir topluluğa bilmeden fenalık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz.”

- Büyük günahları işleyen kimseler yalana da ehemmiyet vermezler. Yetim malı yiyen, faiz yemekle tanınan, devamlı içki içen, kumar oynayan ve benzeri günahları işleyen kimseler adalete uymayacaklarından ve kolayca yalan söyleyebileceklerinden şahitlikleri kabul edilmez. Yalan söylemekle tanınmış, sık sık yalan haber getirip götürenlerin şahitliklerine başvurulmaz.

- Davalı ile şahit arasında dünyevi bir husumet bulunmamalıdır.

- Cimriliğiyle meşhur olmuş, zekât vermekte, çoluk çocuğunun geçimini teminde aşırı derecede eli sıkı olan kimselerin şahitliği kabul edilmez. Bunların yalan yere şahitlik yapması ihtimali vardır.

- Çocukların, akıl hastalarının, bunakların, dilsizin, âmanın şahitlikleri makbul değildir.

- Ağzından çıkanların meşru veya gayrimeşru olduğuna aldırmayan, dinen ve ahlaken hoş olmayan sözleri sarf etmeyi bir alışkanlık haline getiren laubali insanların şahitlikleri kabul olunmaz.

Şahitlik meselesinde hassas davranan İmam Ebu Yusuf, Hanefi mezhebinin kurucularından olmakla beraber, aynı zamanda Abbasi devrinde kadılık da yapmıştı. Kendisine pek çok dava gelirdi. Bu arada en üst makamda bulunan devlet ricaline bile hiç imtiyaz tanımaz, hepsi hakkında adil davranırdı.

- İmam Ebu Yusuf, Halifenin vezirlerinden Fazıl’ın şahitliğini reddetmişti. Bunun sebebini soranlara da şu cevabı vermişti:

“Bu vezir bir mecliste Halifeye ‘kulunuz’ diyordu. Şayet bu sözünde doğru ise kölenin zaten şahitliği kabul edilmez. Eğer yalan söylüyorsa, yalancının şahitliği de makbul olmaz.”

Bu vak’a İslam terbiyesinin yüceliğini, dalkavukluğun İslam’da yerinin olmadığını, şahsiyet ve karakterin ehemmiyetini sergiler.

- Umumi âdaba, sünnet-i seniyyeye, örf ve âdete aykırı düşen işleri yapanların şahitliği ciddiye alınmamaktadır. Hayasız kimselerle sohbet etmek, insanlarla alay etmek, başkalarını küçük düşürecek derecede şakada bulunmak, hep sünnete ve adaba aykırı hareketlerdir. Bunları alışkanlık hâline getirenlerin şahitlikleri kabul edilmez.

- İmam-ı Azam gibi selef-i salihine, sahabeye dil uzatan bid’at ehli kimselerin şahitliklerine itibar olunmaz.

Bütün bunlar İslam’ın şahitlik gibi adaletin tecellisine sebep olacak bir meseleye verdiği ehemmiyeti gösterir.

53 Çalışmadığı halde, kendini sigortalı göstermek caiz mi?

İnsanlara, kanunlar ve sözleşmelerle birtakım haklar ve yükümlülükler verilir. Bunlar dine aykırı olmadıkça geçerli ve bağlayıcı olur. Kanunlarda ve sözleşmelerde ne yazılı ise o uygulanır, şartlara riayet edilir. Eğer hile yapılır, kanun ve sözleşmede bulunmayana bir hak elde edilirse bu helal olmaz.

Soruda geçen konuda, öncelikle yalan beyan söz konusu olmaktadır. İkinci olarak; devlet sigortalıya ödenen pirimlerden çok daha fazla masrafla sağlık yardımı yapabilmektedir. Bunda ise tüm vatandaşların hakkı vardır.

Çalışan bir insan üretmekte ve ülke ekonomisine katkıda bulunmaktadır. Yani çalışan bir insanın sigortadan faydalanmasının karşılığında yalnızca prim ödemesi değil, ayrıca ülke ekonomisine katkıda bulunması da vardır.

Bu yönüyle kamu hakkı ihlali yapılmakta ve kul hakkına sebep olunmaktadır. Ayrıca kanunlara uygun olmayan davranışlar da kamu hakkı ihlali ve kul hakkıdır. 

Çalışmadığı halde kendisini çalışıyor göstermek, devlete karşı yalan beyana gireceğinden, tüm ülke insanının aldatılması, kandırılması da söz konusu olmaktadır.

Özetle, eğer kanun "fiilen çalışmasa da olur" diyorsa mesele yoktur, fiilen çalışmayı şart koşmuş ise yapılan kanuna karşı hile olur ve caiz olmaz.

54 Kötü huylar ve davranışlarla ilgili açıklamalı hadis ve ayetleri belirtir misiniz?..

Ebu Bekre radıyallahu anh anlatıyor:

"Resülullah aleyhissalâtu vesselâm:

"Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?" buyurmuş ve bunu üç kere tekrar etmişlerdi. Biz: "Evet!" deyince:

"Allah'a şirk koşmak, anne ve baba haklarına riayetsizlik, cana kıymak!" buyurdular. Bu sırada dayanmış durumda idi, yere oturup:

"Haberiniz olsun! Yalan söz, yalan şahidlik!" dedi ve bunu o kadar tekrar etti ki, "Keşke kesse artık!" temennisinde bulunduk."[Buhâri, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti'zân 35, İstitâbe 1; Müslim, İmân 143, (87); Tirmizi, Şehâdât 3, (2302)]

Ubeyd İbnu Umeyr babası radıyallahu anh'tan anlatıyor:

"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir adam kebâirden sormuştu, şöyle cevap verdiler:

"Onlar dokuzdur!" buyurdular ve saydılar: "Şirk, sihir, insan öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadınlara iftirada bulunmak, anne ve babaya haksızlık, kıbleniz olan Beytu'l-Haram (da masiyet işlemey)i sağlığınız veya ölümünüzde helal addetmek."[Ebu Dâvud, Vesâya 10, (2875); Nesâi, Tahrim 3, (7, 89)]

5194 - İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor:

"Dedim ki:

"Ey Allah'ın Resûlü! Allah nezdinde en büyük günah hangisidir?"

"Seni yaratmış olan Allah'a eş koşmandır!" buyurdular.

"Sonra hangisidir?" dedim.

"Seninle birlikte yiyecek diye, evladını öldürmendir!" buyurdular. Ben yine:

"Sonra hangisidir?" dedim.

"Komşunun helalliği ile zina etmendir!" buyurdular."[Buhâri, Tefsir, Bakara 3, Furkân 3, Edeb 20, Muhâribin 20, Diyât 1, Tevhid 40, 46; Müslim, İman 141, (3181, 3182), Tefsir, Furkân; Nesâi, Tahrim 4, (7, 89, 90); Ebu Dâvud, Talâk 50, (2310)]

5195 - İbnu Amr İbni'I-As radıyallahu anhüma anlatıyor:

"Resulûllah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular:

"Kişinin anne ve babasına sövmesi büyük günahlardandır!" buyurmuşlardı. Orada bulunanlar:

"Hiç kişi anne ve babasına söver mi?" dediler.

"Evet! Kişi, bir başkasının babasına söver, o da babasına söver; annesine söver, o da bunun annesine söver!" [Buhâri, Edeb 4; Müslim, İmân 146, (90); Tirmizi, Birr 4, (1903); Ebu Dâvud, Edeb 129, (5141)]

55 Allah'a güvenmek, hüsnüzan etmek ne demektir?

Allah’a güvenmek, Allah’ın rahmetine, hikmetine güvenmek demektir.

Kur’an’daki surelerin başında kendini Rahman ve Rahim olarak bize takdim eden Allah’ın, bizi perişan etmek için işler yapacağını düşünmek, Allah’ı gereği gibi tanımamak anlamına gelir. Allah kullarına öyle şefkatlidir ki, bütün isyanlarına, nankörlüklerine, inkârlarına rağmen onlara bin bir türlü nimetler veriyor ve bu nimetlerini kesmiyor.

İnsanların başına gelen sıkıntıların büyük çoğunluğu, insanın kendi su-i istimalinden, kâinat çapında yürürlükte olan ilahî kanunlara riayet etmemekten kaynaklanıyor. Hastalıkların çoğunluğunun insanların yanlışlarından kaynaklandığını bugün modern tıp da itiraf ediyor.

Unutmamak gerekir ki, insanlar Allah tarafından imtihana tabi tutulmuşlar. Bu imtihanın gereği olarak lezzetler yanında elemler, acılar da vardır. Nimetlere karşı şükür, sıkıntılara karşı sabır bu imtihanda başarılı olup olmanın en önemli kriteridir.

Allah’a tevekkül ederken, hem bu dünyayı hem de öbür dünyayı göz önünde bulundurmak durumundayız. Burada bir sıkıntı varsa, karşılığında bize mutlaka sevap verir diyerek Allah’a güveneceğiz. Efendimiz (a.s.m) bu konuyu meal olarak şu ifadelerle özetlemiştir.

“Müminin bulunduğu her durumu güzeldir. Şayet bir nimet içinde olursa, ona şükreder ve sevap kazanır. Şayet bir musibetle karşılaşsa, sabreder yine sevap kazanır.” (Müsned, 1/173)

Bundan da anlaşılıyor ki, Allah’a tevekkül edip güvenmek, onun insanlara olan merhametine ve hikmetine itimat etmek demektir. Mesela, hastalıklar insanın günah kirlerini sabunlu su gibi yıkar temizler. Ebedi bir hayatı kazandıran geçici bir sıkıntı karşısında sabırlı olmak, kalbini bozmamak ne kadar kârlı bir ticaret olduğu iman şuuru olan herkesin anladığı bir husustur.

En büyük bir perişanlık hâlinde bile Allah’a karşı kalbini bozup bozmaması bir müminin önemli imtihanlarından biridir.

“Öyle insanlar vardır ki Allah’a, sırf bir hesaba binaen, imanla küfrün arasında bir yerde ibadet eder. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir. Dünyayı da âhireti de kaybeder. İşte besbelli olan hüsran budur.” (Hac, 22/11)

mealindeki ayette, bu imtihanın ince detaylarından birine işaret edilmiştir.

“Babamıza güvenmek böyle değildir. Bir konuda babamıza itimat etsek, bizi elinden geliyorsa perişan etmeyeceğini biliriz.” ifadesinin bir doğrusu daha vardır ki o da şudur; Allah dilemediği sürece hiçbir baba hiçbir şey yapamaz. Onun için babaya gerçek manada güvenmek sadece bir oyalamaktan ibarettir.

“Elinden geliyorsa...” deniliyor, zaten gerçek anlamda elinden ne geliyor ki?.. Deyim yerindeyse, binlerce babanın şefkatinin toplamından daha fazla bir şefkate sahip olan ve üstelik her dilediğini yapabilecek güçte olan Allah’a güvenmeyip de şefkatinin gereğini yerine getirmekten âciz olan bir babaya -Allah’a güvenir gibi- güvenmek, hataların en büyüklerinden biridir.

İlave bilgi için tıklayınız:

"Allah'a güven ve onu hamd ile tesbih et." ayetini açıklar mısınız?
Kişi Allah'ı dost ve yardımcı edinirse, yalnızca Allah'a dayanıp güvenirse, Allah'ı vekil tutarsa, Allah bu kimseye yardım eder mi? ...

56 Kıskançlık / Haset Duygusundan Nasıl Kurtulurum?

‘Hased ve kıskançlık’, başkalarını bulundukları durumdan dolayı kıskanmak, çekememek ve onların olmamasını istemek, demektir.

Hased eden kimseye ‘Hasid’ denir.

Hased, tedavisi mümkün olmayan en öldürücü ahlâk hastalıklarındandır. Hased eden kimse başkasının iyiliğine ve elindeki nimetlere üzülür, hatta bu nimetlerin onun elinden gitmesini ister. Gitmediğinde üzüntüsü artar. Bu hususta denilir ki: ‘Hased öyle bir ruh hastalığıdır ki, ona hiç bir doktor çare bulamaz. Yeter ki Allah (c.c.)’ın yardımı tahakkuk etsin.' Bu nedenle hased, Müslümanın hayırlı amellerini yok eden çok çirkin bir ahlâktır.

Yahudi ve Hristiyanlar müminlere sürekli hased ederler. Kendileri îman edip Allah (c.c.)'ın fazlından yararlanamadıkları için müminlerin Rabblerinden gördükleri hayırları izledikçe hasetleri artar. Müslümanlar aleyhine çeşitli entrika ve desiseler düşünürler. Halbuki Müslümanlar onların bu kötülüklerini hiç hak etmedikleri gibi tam tersi kendileri hakkında bile iyilik düşünürler. Kazdıkları kuyulara neticede hep kendileri düşerler. Fakat müminler arasında büyük sarsıntılara, karışıklıklara sebep olurlar. Bunların çoğunluğunun tam cezaları ise âhirette Cenab-ı Hakk tarafından verilecektir.

Hasid, Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu nimetin kıskandığı kimseden çıkmasını istediğinden hiçbir zaman rahat ve huzur içinde olmaz. Faydalı olmayan, zararlı olan bir şeyin bir insandan uzaklaşmasını istemek, hased olmaz, gayret olur. İlmini, mal ve mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din adamından ilmin gitmesini istemek gayret olur. Malını haramda, zulümde, İslâmiyeti yıkmakta, bid’atları ve günâhları yaymakta kullananın malının yok olmasını istemek de, hased olmaz, din gayreti olur. Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günâh olmaz. Kalpte bulunan hâtıra, düşünce, günâh sayılmaz. Hatıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased ederse günâh olur, harâm olur. Bu hasedini sözleri ve hareketleri ile belli ederse, günâhı daha çok olur. Hadis-i şerifde, “İnsan, üç şeyden kurtulamaz, suizan, tayere ve hased. Suizan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zan (tayere) ettiğiniz şeyi, Allah’a tevekkül ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz!” buyruldu.

Tayere, uğursuzluğa inanmaktır. Suizan, bir kimseyi kötü zan etmektir. Bu hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki, kalpte hased meydana gelmesi, haram değildir. Bundan razı olmak, devamını istemek, haram olur. Hadîka’da deniliyor ki, ‘Kalbe gelen düşünce beş derecedir:

1. Kalpte durmaz, atılır, buna ‘hacis’ denir.
2. Kalpte bir zaman kalır, buna ‘hatır’ denir.
3. Yapmak ile yapmamak arasında tereddüt olunur, buna ‘hadisü’n-nefs’ denir.
4. Yapması tercih edilir, buna ‘Hemm’ denilir.
5. Tercih kuvvetlenip karar verir, buna ‘Azm’ ve ‘Cezm’ denir.

Kur'an-ı Kerim’de hased duygusu ve bunun doğuracağı davranışlar önemsiz sayılmamıştır. Gerek Hz. Âdem (a.s.)'in iki oğlu arasında cereyan eden beşeriyetin ilk cinayetinin(1) ve gerekse Hz. Yusuf (a.s.)’un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması olayının(2) asıl sebebini kardeşler arasında doğan hased duygusunun teşkîl etmesi gerçekten düşündürücüdür. Hz. Peygamber (s.a.v.), bütün günahların kaynağı olan üç şey arasında; İblis'i Hz. Adem (a.s.)'e secde etmemeye sevk eden kibri; Hz. Âdem (a.s.)’i yasaklanmış olan ağaçtan yemeye sevk eden hırsı ve Hz. Âdem (a.s.)’in iki oğlunun birbirleriyle dövüşüp kardeşini öldürmeğe ve kardeşlerinin Hz. Yusuf (a.s.)’u kuyuya atmaya sebep olan hased’i saymaktadır. Bunlardan kaçınmamızı istemektedir. Bu yüzden hased, nefsin kınanmış olan kötü ahlâkındandır.

Bol dua, zikir ve ibadete çok devam etmek suretiyle bunların yok edilmesine çalışmak gerekmektedir. Allah Teâlâ'nın uyarılarına ve tavsiyelerine dikkat edip uyanmak ve bu illetten kurtulmağa çalışmak bir görevdir. Hz. Yakup (a.s.)’un büyük oğulları, küçük kardeşleri Yusuf'a hep beraber tuzak kurup yapacaklarını yaptılar. Gayeleri Hz. Yusuf (a.s.)'u zelil etmekti. Allah (c.c.) ise Hz. Yusuf (a.s.)'u seçti. Ona nübüvvet ve saltanat verdi. Kardeşlerini ona boyun eğdirdi. Hükmü altına soktu. Hz. Yusuf (a.s.)'u hased etmelerinden dolayı hileleri kendi başlarına geçti. Bu ise Allah Teâlânın hikmetinin ve kudretinin apaçık bir delilidir.

Felak Sûresi'nde gelmiş bulunan, “Hâsid kişinin hased ettiği zamanki şerrinden Allah'a sığınmak.” (3) emri de göz önüne alınınca, hased yani çekememezlik duygusunun toplum içerisinde yapacağı yıkımın ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Kur'an-ı Kerim'de söz konusu olan bu olayların kardeşler arasında cereyan etmiş olması da ayrı önem taşır. Yani, hased duygusu kardeşi kardeşe öldürtebiliyor, derin kuyuya attırabiliyorsa, başka insanlara neler yaptırmaz?

Bu ayetlerin ışığında, her geçen gün şiddetini artırarak ilerleyen ve dünyayı yaşanmaz hale getiren anarşiye, ahlâki yozlaşmaya, kültürel bozulmaya göz atacak olursak, bunun da temelinde, yurdumuza dışarıdan giren çeşitli fikir ve düşüncelerin sevkiyle hakim zümrelerin millete karşı uyguladıkları muhtelif ayırım ve kayırmaları, bunun sonucu -varlığını değişik tabiî sebeplere borçlu olan- değişik gruplarda birbirlerine karşı uyanmış olan kin ve hased duygularını görebiliriz. Daha açık bir ifâde ile bugünkü huzursuzluk, hırsızlık, soygunculuk ve anarşi, geçen zamandan beri bu ülke insanlarına yapılan mürteci-münevver, inkılapçı-yobaz, ilerci-gerici, faşist-devrimci, Türk-gayr-i Türk, Sünni-Şiî vs. ayırımlarının, bu ayırımlara tâbi olarak hâkim zümrelerin uyguladıkları kayırmaların vicdanlarda doğurduğu kin, nefret, hased ve intikam gibi menfî hislerin birikimlerinden ortaya çıkan bir patlamadır.

Kıskançlık kinin, kin de öfkenin neticesidir. Bu yüzden öfkelenmeyi azaltacak davranışlar içinde bulunmak kini, dolayısıyla kıskançlığı azaltır. Hased, İlahi takdir ve bölmeye razı olmamaktır. Bu yüzden hasedçi önce iman açısından tehlikeye düşer. Şu kadar var ki hased, hased edilenden önce hased edeni yiyip bitiren adil bir hastalıktır.

İnsanlar arasındaki kavgalar, meslektaşlar arasındaki çekişmeler, genellikle hasedden kaynaklanır. Aslında hased, bir bakıma aşırı bencilliğin de bir sonucu olarak ‘Bende yok onda da olmasın’ düşüncesidir.

Bir Müslümanda bulunan bir nimetin ondan gitmesini istemeyip, kendisinde de o nimetin bulunmasını istemek hased değildir. Buna ‘Gıpta’ yani imrenmek, denilir. Gıpta güzel bir huydur. (Diğer kitabımız olan Güzel Ahlak Esasları ve Kazanma Yolları’nda bu bölüm açıklanmıştır.)

Hased, kişinin yapmış olduğu ibadetlerin sevabını da giderir. Hadis-i Şerif’te “Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi hased de iyilikleri yok eder, siler götürür.”(4) buyruldu. İbnu Mâce'de geçen bir diğer hadiste ise şöyle buyurulur: “Hased, hasenatı yer tüketir, tıpkı ateşin odunu yiyip tükettiği gibi. Sadaka da hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürmesi gibi.” Bu sebeple dinimizin müminden beklediği tavır, inancının gereği olarak hayatının her anını Allah’ın (c.c.) razı olacağı şekilde geçirmektir. Bu durum iman ile hasedin yan yana olmasını yasaklamaktadır. Peygamber Efendimiz (asv) hadisi şerifte bu durumu şu şekilde açıklamaktadır: “Kâfir ile onu öldüren ebediyyen cehennemde bir araya gelmezler, keza bir kulun karnında, Allah yolunda (yutulmuş olan) tozla cehennem ateşi bir araya gelmezler, keza, bir kulun kalbinde imanla hased bir araya gelmezler.”(5)

Hased etmek, bir açıdan da Allah (c.c.)'ın verdiğini uygun görmemektir. Her kim Allah (c.c.)'ın verdiğini uygun görmez ve bunu bilinçli olarak düşünürse, kâfir olur. Çünkü bu insan, bu düşüncesiyle Hak Teâlâ’nın hikmetini ve adaletini inkar etmiş olur. Bu durum insanı küfre götürebilir. Bu yüzden hased eden kimse, beş yönden Rabbi ile çekişmektedir. Bu çekişmeler şunlardır: Başkalarında gördüğü bu nimetten ötürü öfkelenir. Allah (c.c.)'ın rızık taksimine öfkelenir. Allah (c.c.)'ın başkalarına vermiş olduğu nimetleri kıskanan kimse, sanki Rabbine şöyle demektedir: ‘Bu nimetleri niçin bu şekilde taksim ettin?’ Allah Teâlâ dilediğine lütfundan dilediği şekilde verdiği halde, o Allah (c.c.)'ın nimetleriyle cimrilik yapmak istemektedir. Allah Teâlâ'nın nimetler verdiği sevgili kullarını, rezil-rüsvâ etmek istemektedir. Hased etmekle, hem Allahü Teâlâ'nın, hem de kendisinin düşmanı olan şeytana yardım etmektedir.

Hasedden kaçınmak, başkasının malı, mülkü, mevkii vs. dünya varlıklarında çekememezliğe düşmemek demektir. Uhrevî işlerde gıpta caiz ise de dünyevî işlerde hased câiz değildir. Çünkü hased, hased edeni karşıdaki hased edilen hakkında gıybete ve yıkıcı gayretlere de sevkederek zulme ve haksızlığa atar. Gıybet, zulüm ve haksızlık ise bunları yapanın iyiliklerinin yok olmasına sebep olur. Bütün bu durumlar hased edilenin nimetlerinin, sevaplarının artmasına, hased edene de hüsran ve zararlarda batmasına sebep olur. Böylelerinin durumu âyet-i kerimede: “Dünyayı da âhireti de kaybeder.”(6) diye ifade edilmiştir.

Hased eden, hased ettiği kişiyi gıybet de eder, onu çekiştirir ve böylece ikinci bir günaha da girmiş olur. Hatta hased ettiği kişinin malına ve canına da saldırdığı olur. Kıyamet gününde, hased eden kişinin bu zulümlerinin karşılığı olarak iyilikleri alınarak hased ettiği kişiye verilir. Dünyada hayır ve iyilikler yapan kimseye en az on kat sevap verilir. Hased bunların dokuzunu yok eder ve birisi kalır. İmansızlıktan başka hiçbir günah, müslümanın yapmış olduğu iyiliklerin hepsini yok edemez.

Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:

“Size eski milletlerin hastalığı bulaştı. Bu, hased ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır. Bilesiniz; kazıyıcı derken saçı kazır demiyorum. O dini kazıyıcıdır. Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi sevmeye yardımcı olacak şeyi haber vereyim mi: Aranızda selâmı yaygınlaştırın.” (7)

Bir başka Hadis-i şerif’te, “Nimet sahiplerinden ihtiyaçlarınızı gizli olarak isteyiniz. Çünkü nimet sahiplerine hased edilir.” buyuruldu. İhtiyaçlarınızın karşılandığı ortaya çıkınca hased olunursunuz.

Hased etmek, Allah Teâla’nın takdirini değiştirmez. Bunun için de hased eden kişi, hasedinden dolayı boşuna üzülmüş ve yorulmuş olur. Kazandığı günahlar da ayrıca üzerine yüklenir. Halife Muaviye oğluna nasihat ederken şöyle derdi: ‘Hased etmekten çok sakın. Çünkü hasedin sana olan zararları, hased ettiğin kişininkinden daha önce ve daha çok olur.’

Yine Hz. Muaviye demiştir ki: ‘Herkesi razı edebilirim, ancak hasetçiyi edemem. Çünkü o, nimetin gitmesini ister. (Kıskandığı nimet elimde oldukça ne versem onu razı edemem)’

Hased edenler hiçbir zaman arzularına kavuşamamış ve kimseden saygı görmemişlerdir. Hased insanın sinirlerini bozar, ömrünün azalmasına sebep olur.

Kendisine hased olunan kişinin, dünyada ve ahirette, bundan hiç zararı olmaz. Hatta faydası olur. Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kişideki nimetlerin azalmadığını ve hatta arttığını gördükçe huzursuz olur. Hasedden kurtulmak için ona hediye göndermeli, nasihat etmeli ve onu övmelidir. Ona karşı tevazu göstermelidir. Onun elindeki nimetlerin daha da artması için dua etmelidir.(8)

Peygamber Efendimiz (asv), Veda Hutbesi’nde vurgulu bir şekilde kardeşlik duygularını zedeleyen, Ensar-Muhacir kardeşliğini tüm dünyaya yaymanın önündeki en büyük engellerden olan, ümmet bilincini gideren hasedden kaçınmamızı istemektedir.
 
“(Ey inananlar!) birbirinize hased etmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizin satışını bozmayın. Ey Allah'ın kulları kardeş olun! Müslüman kişi, diğer Müslüman kişinin (rengi, dili, doğum yeri, sosyal durumu, cinsiyeti ne olursa olsun) kardeşidir. Öyle ise ona zulmedemez, ihanet edemez, aldatamaz, yardım isteğini cevapsız bırakamaz, tahkîr de edemez. Allah sizlerin bedenlerine, mallarına bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar, -kalbini göstererek- takva şuradadır, takva şuradadır, takva şuradadır. Kişinin kötü sayılması için Müslüman kardeşini tahkir edip horlaması yeterlidir. Bir Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer bir Müslümana haramdır.”(9)

Hased Hastalığından Kurtuluş Yolu

Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:

“Şu iki kişi dışında hiç kimseye hased (gıbta etmek) caiz değildir: Biri, Allah'ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolda harcayan zengin kimse.”(10)

Hadiste ‘gıbta’ diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı haseddir. “İki kişiye Allah'ın verdiği nimetin kendinize de verilmesini temenni etmeniz caizdir.” diye anlaşılması gerekmektedir. Gıpta ise ‘Onda var aynısı bende de olsun.’ talebinde bulunmaktır ki, bu mantıklıdır. Kıskançlık ibadetlere varıncaya kadar bütün fiillerde ve duygularda görülebilir. Tedavisi Taksim-i İlahîye razı olmak ve Yusuf Sûresi'ni bolca okuyup ibret almaktır.

Hased duygusundan kurtuluş yolu, başka bir hadiste şöyle ifade edilmektedir:
 
“Üç şey vardır, kimse onlardan kurtulmuş değildir: Uğursuzluk, kötü zan, hased.” Resûlullah (s.a.v.)'a bunlardan kurtuluş yolu nedir? diye sorulunca şu cevabı verdi: “Uğursuzluk içinden geçince hoşlandığın işi bırakma, zanna düşünce araştırmaya kalkma, hased duyunca da gereğiyle amel etme.”

Şu halde; zan ve hasedden kurtuluş, bu hislerin peşine düşmemek suretiyle gerçekleşir. Hasan el-Basri Hazretleri de şöyle der: ‘İçinde hased olmayan insan yoktur. Kim bu hissi aşıp, peşine düşmez ve zulme yer vermezse, hased yapmamış olur.’

Bir mümine yakışan, hased hissi içinde doğduğu zaman, bundan nefret edip defetmeye çalışmaktır, tıpkı haram şeyleri yapmak hissi içinden geçince yaptığı gibi. Bu duyguyu tedavi hususunda Bediüzzaman şu tavsiyede bulunur:
 
"Hasid adam hased ettiği şeylerin sonucunu düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, vakti belli ve sınırlıdır. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer, uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda hased olmaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyâkârdır; ahiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut hased ettiği kimseyi riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder."

Kıyamete kadar her döneme hitap eden, her dönemin sorunlarına çözümler üreten ve dönemin tasvirini yapan Allah Resûlü (asv) şu hadislerinde, müminin günümüzde yaşadığı sıkıntıyı çok net bir şekilde şöyle ifade etmektedir: “Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, bakışını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir.” (11)

Bu hadisin benzeri olarak, Resûlullah (s.a.v.) bir başka rivayette: “Zenginlerle az düşüp kalkın. Zîra böyle yapmanız, Allah'ın (size olan) nimetini küçük görmemenize yardımcı olur.” buyurmuştur. Bu hadiste önemli bir hastalığın ilacı var; zîra bir kimse, kendinden üstün kimseye bakınca, bu halin onda hased uyandırmayacağından emin olamaz. Bu haset hastalığının ilacı da kendinden aşağıda olana bakmasıdır. Baktığı takdirde kendi haline şükretmeye vesile bulur.

Konumuzu bütünleyecek bir başka hadis de şöyle ifade edilmiştir:

“İki haslet var ki, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim dünya işlerinde durumu kendisinden düşük olana bakarsa, kendisindeki ona olan üstünlük sebebiyle Allah'a hamdeder. Kim de, dinî meselelerde kendinden üstün olanlara bakarsa ona uyar. Kim de dünya işlerinde kendinden üstün olana bakarsa, elinde olmayanlar için esef eder, üzülür ve böylece şükredici ve sabredici olarak yazılmaz.”

Hadisi şerifte beyan edildiği üzere mümin, dünyalık mal, makam işlerinde devamlı kendinden aşağıdakilere bakmalı ki şükretsin. Amel, takva ve iman olarak ise kendisinden üstün olan kimselere baksın ki eksiklerini görerek onları tamamlamaya çalışsın. Bu durumu tersine çevirdiğiniz takdirde, ahlaksızlıklar, zinalar had safhaya çıkar; insanlar dünyalık elde etme yarışında birbirlerini öldürmekten dahi çekinmezler.

İnsanın kendi kendine hazırladığı bu tuzaklardan kurtulabilmesi, iyi bir nefis terbiyesine bağlıdır. Yani insan projeksiyonunu kendine çevirerek kendi kusurlarıyla meşgul olma alışkanlığı kazanabilirse, bu tehlikeleri azaltmış sayılır. İdeal, örnek şahsiyetler edinmek ve onlara benzemeye çalışarak bütün bu tuzakları atlatmak mümkündür. İlmi ve zenginliği gereğini yerine getirmek üzere istemek uygundur.

‘Ya Rabbi beni hased edici eyleme, hased edilen eyle!’ diye dua edilmelidir. Çünkü hased edici, hased edilende, kendinde bulunmayan bir kemal görmektedir. Ve ona hased etmektedir. Hased edenin hasedine sabr eyle. Senin sabrın onu öldürür.

Hasedin Zararları Nelerdir?

Hasetten kurtulmanın bir yolu da onun ne olduğunu, dünya ve ahiretimize nasıl zarar vereceğini bilmektir.

Kendi kaybına değil de, başkalarının kazancına üzülenler, ticaret bilmezliğin en ileri örneğini sergilerler. Bunlar, kıskançlığın kıskacında kıvranan birer zavallı.

Bir hikmet ehli şöyle der: “Haset insanı avare eden bir ihtirastır. Evde tutacağına diyar diyar gezdirir.”

Bu âfete tutulanlar, iman, ilim, sıhhat ve servet gibi İlâhî nimetleri değerlendirirken, meseleyi tersten ele alırlar. Önce servet ve makama göz dikerler. Sonra beden sıhhatine bakarlar; en sonunda da ilim ve imana sıra gelir. Halbuki, iman kuvvetinde birazcık ziyadelik ilim fazlalığıyla mukayese mi edilir!?.. İlimde birazcık üstünlük, beden sıhhatiyle tartıya mı girer!?.. Bedende bir parça sıhhat fazlalığı, servet çokluğuyla ölçüye mi sığar!?..

Bu da garip bir sır, azim bir hikmettir. Bu sır iledir ki, muhteris, kıskanç insanlar, dünyaca varlıklı kişilerle uğraşırlar da, âlimlere, velilere, salihlere ilişmezler. Halbuki gerçek varlığa erenler bunlardır.

Hasetten kurtuluş için Bediüzzaman Hazretlerinin bir tavsiyesi var: “Hasit adam haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattir.” (Mektûbat)

Haset hastalığının temelinde, haset edilen kimseyi ve onun elindeki dünya nimetlerini ebedî zannetme gafleti yatar. Akıl planında, gerçeğin böyle olmadığını herkes bilir; ama, hissiyat hükmünü icra etti mi, zavallı akla kıvranmaktan öte bir şey kalmaz.

Bir asır sonra bütün haset edenler ve edilenler gibi, hasede konu olan mevki ve makamlar, servet ve devletler de başka insanların eline geçecekler; bir süre de onları oyalayacak ve hiçbirine Hakikî yâr olmadan, bir başka gruba intikal edecekler.

Bir gönül ehli, dünyayı kınalı bir geline benzetir; bu gelin herkese göz etmiş ama hiç kimseyle evlenmemiştir.

Hasedin bir de kadere itiraz yönü var. “Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?” (Nisa, 4/54)

Bir insan düşünelim: Belli bir nimete ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiş, meşru dairede çalışmış, fiilî ve kavlî duasını yaptıktan sonra Rabbinin rahmetini, inayetini gözlemeye başlamıştır. Bu insana yapılan İlâhî lütuf karşısında mü’mine düşen vazife, o nimete kendisi nâil olmuş gibi sevinmektir. Kadere iman da, İslâm kardeşliği de bunu gerektirir.

Böyle yapmayıp haset ve düşmanlık yolunu tutanlar için Üstad Bediüzzaman’dan bir tehdit cümlesi: “Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.”  (Mektûbat)

Âyet-i kerimede, “Allah’ın lütfundan verdiği” şeklinde çok hikmetli bir kayıt var. Bu kayıttan hareketle müfessirlerimiz, meşru olmayan kazançlara haset edilebileceğini belirtmişler ve “vurguncunun elindeki malın gitmesini temenni etmek haset değil, gayrettir, adalettir” demişler.

Buna göre bir adam hırsızlık ederek zengin olsa, o malın ondan alınmasını arzu etmek haset değildir. Haset; “Allah’ın lütfuyle verdiği” meşru servet, makam yahut fazileti çekememektir. Bunların, bir müminden alınmasını arzu etmek ise, kaderi tenkit ve rahmete itiraz mânâsı taşır.

Füzeyl bin İyaz’ın, “Mü’min gıpta eder, münafık haset eder”, sözü bizim için hem güzel bir ölçü, hem de büyük bir tehdit. Bir insan, bir başkasının nâil olduğu maddî veya manevî bir ihsana kendisinin de erişmesini arzu edebilir. Bu haset değil gıptadır. Hasette ise, haset edilen şahıstan o ihsanın mutlaka geri alınması arzu edilir. Yani, zengin komşusuna haset eden adamın temel hedefi, kendisinin zengin olması değil, komşusunun fakir olmasıdır. Bu ise, ancak münafıklara yakışacak kadar aşağı ve bayağı bir düşüncedir.

Bununla beraber, bu güzel sözü yanlış yorumlayarak, haset edenlere hemen münafık damgası vurmak elbette doğru değil.

Çünkü münafığın tarifi açık: Münafık, gerçekte iman etmediği halde iman etmiş gözüken kimsedir. Haset eden bir mü’mine, bu mânâda, münafık demek mümkün mü? O halde bu sözü, “Sakın haset etmeyiniz, zira bu ancak münafıklara yakışan alçak bir sıfattır” şeklinde anlamak gerek.

Kendini seven ve menfaatini bilen insan haset yolunu tutmaz. Çünkü haset başkasının saadetini çekememe yüzünden, insanın kendi ruh âlemini perişan etmesidir. Rakibine kızarak kendini bıçaklamak gibi bir şey.

“Haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.”  (Mektûbat)

Şunu unutmamak gerek: Dünyevî bir nimete yahut üstünlüğe kavuşmak kişinin kemâline delil olmaz. Böyle olsa bütün zenginlerin salih, bütün fakirlerin fasık olması gerekir.

Gerçek hiç de böyle değil. Dünya nimetleri bir imtihan aracı. Herkes bir türlü imtihan oluyor. Önemli olan bu yolculuğun sonudur. Bu dünyada meşru yolla zenginleşmeye yahut makam sahibi olmaya çalışmak elbette güzel şey. Ama hâdiselerde kader hâkim. Çok çalışmamıza rağmen dilediğimiz sonucu elde etmeyebiliriz. Ve rakibimiz bizi geçebilir.

Üzerimize düşen görevi hakkıyla yerine getirdikten sonra, tevekkül yolunu tutma ve “hakkımda böylesi hayırlıymış” diyerek İlâhî takdire razı olma durumundayız. Aksi halde hasetle, ruh dünyamızı huzursuz kıldığımız gibi, sonunda şeytana âlet olup kadere itiraz tehlikesiyle de karşı karşıya kalabiliriz.

Bunun zararı ise hem çok büyük, hem de ebedî.

Dipnotlar:

(1) Mâide sûresi, 5/27–30.
(2) Yûsuf sûresi, 12/4–10.
(3) Felak sûresi, 113/5.
(4) Ebu Dâvud, Edeb 52,
(5) Müslim, İmâret, 130, 131; Ebu Dâvud, Cihad, 11; Nesâî, Cihâd 8; İbnu Mâce, Cihâd, 9.
(6) Hacc sûresi, 22/11.
(7) Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme, 57.
(8) İslâm Ahlâkı, M. Hadimî.
(9) Müslim, Birr, 32–34; Tirmizî, Birr, 18,
(10) Buhârî, İlm,15; Fedâilu'l-Kur'ân, 20, Tevhid, 45; Müslim, Müsâfirin, 266; Tirmizî, Birr, 24.
(11) Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd, 8; Tirmizî, Kıyamet, 59.

57 Bir hadiste, "Yeryüzündekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin." denilmektedir. Bu ifade, Allah için bir mekân belirleme söz konusu olmaz mı?

1. İlgili Hadis’in tamamı şöyledir: "Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahmân'dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar, kim de koparırsa, Allah da ondan (rahmet bağını) koparır." (Ebû Dâvûd, Edeb 58; Tirmizî, Birr 16)

Hadis, merhametin ehemmiyetini anlatmak açısından çok önemlidir. Merhametli olanlar derken ifâdenin mutlak bırakılmış olması dikkat çekicidir. Yani "insanlara" veya "mü'minlere" veya "sâlihlere" veya "fakirlere" diye bir kayıt yoktur. Öyleyse bütün mahlûkâta karşı merhametli olmak söz konusudur.  Yani yeryüzünde bulunan sâlih-fâcir bütün insanlara, ehlî-vahşî bütün hayvanlara karşı gösterilecek merhamet, Rahmân'ı yâni rahmetine nihayet olmayan Allah'ı memnun edecek bir davranıştır.

Allah'ın merhametli olanlara rahmet etmesi, onlara ihsanını bol kılması, ziyâde ikramda bulunmasıdır, mağfiret etmesidir.

Ancak şunun bilinmesi lâzımdır. Rahmet, Kitap ve Sünnet'e uygun olmalıdır. Sünnete uymayan, Cenâb-ı Hakk'ın rızasına ters düşecek olan merhamet ve acımaklıklar, burada övülen, teşvik edilen merhamet değildir. Sözgelimi Allah'ın hududuna giren yasakları işleyenlere merhamet ederek cezalarını vermemek, Allah'ın istediği merhamet değildir.

2. Hadiste yer alan “göktekiler de size merhamet etsin” cümlesindeki “göktekiler” den maksadın kimler olduğu hususunda iki görüş vardır:

Birinci görüşe göre burada kastedilen Allah’tır. Hadisin başında yer alan “Merhamet edenlere Rahman da merhamet eder” ifadesi bu manayı desteklemektedir. Ehl-i  sünnet alimlerine göre, Allah mekân ve zamandan münezzehtir. Tabii ki, gökte olmaktan da münezzehtir. Bu gibi ifadeler insanın aklını, düşünce yapısını okşamaya yöneliktir. Çünkü, insanlar genel olarak yeryüzünü aşağıda, gökleri ise yukarıda tasavvur etmektedir. Yukarı taraf yüceliğe, büyüklüğe, azamete yakışır. Allah’ın manevî makamının haşmetini seslendirirken, gökleri nazara vermek arzu edilen maksadı daha iyi anlatacaktır. Nitekim, dua ederken de ellerimizi göğe doğru kaldırıyoruz. Namaz kılarken, Allah’a yönelmek için -zihinlerde haşmeti tahakkuk eden- kâbeye doğru yöneldiğimiz gibi, dua ederken, -buradaki hadiste geçtiği üzere- yüksek bir lütfü ifade eden Allah’ın merhametini tasavvur ederken- zihinlerde haşmeti ve yüksek mevkii tahakkuk eden göklere yönelmek, gökleri merkeze oturtmak -mecazî de olsa- insanın cüzi fikrini okşamak anlamına gelir. Evet rahmet, şefkat, merhamet, yardım -layık makamı itibariyle- yukarıdan iner. Nitekim bir hadiste “Yukarıdaki el, aşağıdaki elden üstündür” şeklinde ifade edilmiştir. Yukarıdaki elden maksat, merhamet edip yardım eden/veren el demektir. Aşağıdaki el ise, yardımı alan eldir.

İkinci görüşe göre, hadiste yer alan “göktekiler” den maksat, göklerdeki meleklerdir. Nitekim bir rivayet “Yer halkına merhamet edin ki, gök halkı da size merhamet etsin.” şeklindedir. (bk. Tuhfetu’l-Ahvezî, ilgili hadisin şerhi). Bu rivayette açıkça meleklerden söz edilmiştir.

Ayrıca “Arşı taşıyanlar ve onun etrafında bulunan melekler, hamd ile Rablerini tesbih edip O’na iman ederler. Ve müminlerin bağışlanmasını (şöyle) isterler: “Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde, tövbe edenleri ve yoluna uyanların günahlarını bağışla ve onları cehennem azabından koru!”(Gafir Suresi, 40/7) mealindeki ayette de meleklerin müminlere merhamet ettikleri, bağışlanmaları için dua ettiklerini görmekteyiz. Bu da bu ikinci görüşün de doğruluğunun bir kanıtıdır.

58 Cimrilik hakkında bilgi verir misiniz?

Burada kişiden ziyade cimriliği ve cimrilerin vasıflarını anlatmaya çalışacağız.

1. Cimriliğin Tanımı

a) Cimri kelimesi sözlükte, “hasis, parasını hiçbir şekilde harcamak istemeyen, nekes, eli sıkı ve pinti” gibi anlamlara gelmekte olup Farsçadan Türkçemize geçmiş bir kelimedir.1 Kur’ân ve Sünnet’te, genellikle “buhl” ve “şuh” kelimeleriyle ifade edilmektedir.2

Cimrilik yapan kişiye “bahîl” denir. Bahîl; malı elinde tutmaktan zevk alır, verse de istenilince verir. Cimriliğin zıttı ise cömertliktir. Cömert kişi, istenilmeden verir ve vermekten de zevk alır.

b) Cimrilik terim olarak, “harcanması gereken malı sarf etmekten kaçınmak, para ve malı çok sevdiğinden dolayı, başkasına bir şey vermekten çekinmek” şeklinde tarif edilmektedir. Gazâlî’ye göre, Allah’ın verdiği malı, yaratılış gayesi için harcamaktan kaçınarak elde tutmak cimrilik; yaratılış gayesinin dışında kullanmak israf; yaratılış gayesine uygun olarak harcamak da cömertliktir.3

2. Kurân’da Cimrilik Kavramı

Kur’ân’da cimrilikle ilgili olarak üç ayette “buhl” kelimesi, dokuz ayette de bu kökten türetilmiş fiiller kullanılmıştır.4 Yine üç ayette “şuh”, bir ayette de cimrilik anlamında “eşihha” kelimesi zikredilmiştir. Ayrıca cimrilik anlamında Kur’ân’da bazı ayetlerde “katr ve men” kelimelerinin de kullanıldığını görmekteyiz. “Katûr” kelimesi, Türkçede “hasis, eli sıkı, yahut çok cimri” anlamlarına gelmektedir. Kur’ân’da, kişinin elindeki şeyleri çarçur etmesi demek olan israfın zıddı olarak kullanılmıştır. “Men” kelimesi ise, bir ayette, “yemneûne” şeklinde fiil kipinde, bir ayette “menû’” şeklinde, iki ayette de “mennâ’” şeklinde mübalağalı ism-i fail olarak kullanılmıştır.5

Kur’ân’da Hakk’ı inkâr eden kâfirlerin durumları anlatılırken genellikle; “Onlar, gösteriş yaparlar ve hayra mani olurlar.” (Mâûn, 107/6 ve 7) Yani onlar, son derece cimri oldukları gibi başkalarının yapacağı hayra da engel olurlar denilmektedir. Şimdi burada ayetler ışığında cimrilik kavramını incelemek istiyoruz:

- Cimrilik, mal ve parayı biriktirip infak etmemektir. Kur’ân’da cimrilik, Allah’ın insana verdiği mal ve parayı biriktirip, Allah’ın emrettiği şekilde infak etmemek anlamında kullanılmaktadır:

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı âdet edinenlere yazıklar olsun.” (Hümeze, 104/1-2);

“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azabı müjdele.” (Tevbe, 9/34)

Kur’ân’ın temel esaslarından biri, adalettir. Para, altın ve gümüş, toplanıp yığılmak için değil, topluma dağılıp iş görmek içindir. Bu değerler toplumda dolaşırsa faydalı olur. Eğer mallar belli ellerde birikirse birkaç kişi istifade eder, toplumun büyük bir kesimi aç ve fakir kalır. Bu ise Allah’ın adaletine aykırıdır. Herkesin, Allah’ın yarattığı nimetlerde hakkı vardır. İnsanda bulunan cimrilik hastalığı ise, elde bulunan nimetleri muhtaçlara sarf etmeyi engellemektedir.

- İnsan cimridir.

“Gerçekten insan cimri olarak yaratılmıştır. Başı derde düştü mü sızlanır durur. Ama servet sahibi olunca da pinti kesilir.” (Mearic, 70/19-21);

“Nefisler cimriliğe eğilimli yaratılmıştır. (İnsanın mayasında cimrilik vardır.) (Nisa, 4/128)

Yüce Allah, bu ayetlerde cimrilik duygusunun insanın yaratılışından gelen bir duygu olduğunu belirtmekte ve insanın mayasındaki bu duygunun kendisi tarafından yerleştirildiğini söylemektedir. Ancak bu duyguyu insanın faydalı yerlerde kullanması gerekir. Şayet bu duygu insanın fiillerine hâkim olursa o durumda insanı iyiliklerden alıkoymaya sebep olur.6 Cimrilik, imtihan için ve değişik hikmetler için konulmuş, onunla mücadele ile insan terakki eder. İslâm dini ikinci bir tabiat kazanmak için gelmiştir.

- Şeytan, fakirlikle korkutarak insanı cimriliğe iter.

“Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur, (fakir olursunuz diyerek sadaka vermenize engel olur) sizi cimriliğe ve çirkin şeylere teşvik eder. Allah ise kendi katından bir af ve lütuf vaad eder. Allah’ın ihsanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilir.” (Bakara, 2/268)

Maldan verilen zekât ve sadaka malı eksiltmez, bereketlendirir. Çünkü sadaka, malın manevî pisliklerini temizler, onu helâl ve temiz yapar. Allah’ın rahmetinden ümidini kesmiş olan o karamsar iblis, hayırlı işlere karşı gizlice veya açıkça ümitsizlik telkin eder, yanlış ve aldatıcı fikirler ve duygular saçarak insanı cimriliğe ve hasisliğe sevk eder. Malı fenalığa, fuhşiyata, anlamsız şeylere, isyana harcamayı teşvik eder. Allah ise, verilen sadakalarla ahirette günahları bağışlamayı, dünyada da yapılan harcamaların yerine kat kat kârlar, dünya ve ahirette ecirler ve sevaplar ihsan ederek sonsuz mutluluğu güvence altına alıyor.7

- Cimri, malının kendisini ölümsüz kılacağını sanmaktadır. “O, malının kendisini ebedi yaşatacağını sanır.” (Hümeze, 104/3) İnsan, mal sevgisiyle büyük bir hırs içinde mal toplayıp biriktirmeye çalışır. Ayrıca biriktirdiği malın, kendisine her şeyi yapma gücü vereceğini zanneder. Böylece ölümün kendisine gelmeyeceğini ve mal varlığından dolayı ebediyyen hayatta kalacağını zannetmekte, ölümden sonrasını hiç düşünmemektedir. Hâlbuki mal, mülk ve servet hepsi geçicidir. Ecel gelip de ruhu bedeninden çıktığı zaman büyük bir hırsla biriktirdiği malı ve serveti geride kalacak, şayet bu mal ve serveti Allah yolunda infak etmemişse kendisini cehennemde azap çekmekten kurtaramayacaktır.

- Cimrilik, nefsin bencil bir tutkusudur. Bu tutku insanı Allah yolunda infak etmekten alıkoyar ve insanın arınmasını engeller. Bu duygu, insanın sahip olduğu değerleri, Allah yolunda infak etmekten alıkoyar. Böylece insan, nefsinde bulunan bu bencil duyguyu/cimriliği yenemezse, nefsini arındırması da mümkün olamaz. Çünkü gerçek kurtuluş insanın nefsini kötü arzulardan temizlemesiyle mümkündür.8 Şu ayet, insanın nefsindeki bu bencil duyguyu çok çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir:

“De ki, Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz. Hakikaten insan çok cimridir.” (İsrâ, 17/100)

Allah’ın lütfettiği imkânları Allah’ın emrettiği şekilde sarf etmek ve malın zekâtını ve sadakasını vermek cimrilik değildir. Malının zekâtını ve sadakasını vermeyen kişi cimridir.

- Nefsinin bencil tutkularından korunan, mutluluğu ve başarıyı elde eder. İnsan hayra ve iyiliğe ancak Allah’ın kendisine verdiği nimetlerden cömertçe harcamakla kavuşabilir. Nitekim Yüce Allah,

“Sevdiğiniz mallarınızdan Allah yolunda harcamadıkça, fazilet mertebesine ulaşamazsınız. Bununla beraber her ne infak ederseniz, Allah mutlaka onu bilir.” (Al-i İmran, 3/92)

buyurmaktadır. Sürekli almak isteyip, hiçbir zaman vermek istemeyen tamahkâr cimriden bir hayır beklenemez. Nefsinin bencil tutkularından korunabilmiş olan kimse, hayrın önündeki bu engeli aşmış ve hayra doğru koşar adımla giderek, mal varlığından bol bol vermeye başlamış olur. İşte gerçek manasıyla kurtuluş da buna denir.9

- Mü’minler cimrilik yapmaz. Kur’ân’ın çeşitli yerlerinde mü’minlerin özellikleri anlatılmaktadır. İşte Kur’ân’da açıklanan mü’minlerin özelliklerinden biri de onların cimrilik etmemeleri ve harcadıkları zaman orta yolu takip etmeleridir. Bu husus Furkan sûresi 67. ayette şöyle belirtilmektedir:

“Onlar ki harcadıkları zaman, ne israf ederler ne de cimrilik ederler; (harcamaları) bu ikisinin arasında dengeli olur.” Kâmil manada mü’minler cimri olmamalıdır.

- Cimriler ve cimriliği tavsiye edenler için azap vardır. Yüce Allah, insanları bu cimrilik hastalığından kurtarmak için onları çeşitli ayetlerde farklı üsluplarla sürekli uyarmaktadır.

“O cimrilik eden, üstelik etrafındaki insanlara cimriliği tavsiye eden ve Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği nimetleri gizleyen nankörler yok mu, işte Biz onları zelil ve perişan edecek bir azap hazırladık.” (Nisa, 4/37)

“O gün (cimrilik edip biriktirdikleri şeyler) cehennem ateşinde kızdırılıp da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak ve ‘İşte bunlar, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi tadın bakalım biriktirip sakladıklarınızı!’ denilecektir.” (Tevbe, 9/35)

Kur’ân birçok yerde insanın bu bencil duygudan kurtulmasını ve bunun yerine cömertlik duygusunu geliştirerek iyilikte bulunmasını her vesile ile öğütlemektedir.

“Allah’ın kereminden kendilerine verdiklerini (infakta) cimrilik edenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.” (Al-i İmran, 3/180)

Bu ayette Yüce Allah, eksileceği korkusuyla mallarını Allah yolunda infak etmeyip cimrilik yapanları yermekte ve bu yaptıklarının kendileri için hayır olduğunu sananların yanlış düşündüklerini bu davranışlarının kendileri için iyi olmadığını belirtmektedir. Allah yolunda harcamayıp da biriktirdikleri malları, kıyamet gününde ateş şeklinde onların boyunlarına geçirilecektir. İşte Yüce Allah, bu müthiş azap tehdidiyle onları cimrilikten vaz geçmeye davet etmektedir. Gerçekten insanoğlu bu dünyaya hiçbir şeye sahip olmayarak gelir. Allah fazl u keremiyle onlara mal mülk vererek, onları zenginleştirir. Nihayet Allah kendi ihsanından verdiği malları infak etmelerini isteyince, Allah’ın onlara yapmış olduğu ihsanı hatırlamadıkları gibi, malların gerçek sahibi olduklarını da iddia ederek ve cimrilik yaparak infaktan geri dururlar. Hâlbuki sadece mal değil, Allah’ın bizlere bahşetmiş olduğu kabiliyet, istidat ve ilim gibi bütün nimetleri Allah yolunda infak etmek gerekir.

Mallarından zekât ve sadaka verdiklerinde eksileceğini zannederler ve mallarını infak etmeyerek, biriktirmenin kendileri için hayırlı olduğunu düşünürler. Hâlbuki böyle yapmaları onlar için şerdir. Bir gün gelecek bu dünyadan göçecekler ve biriktirdikleri mallar da geride kalacaktır. Mülkün gerçek sahibi Yüce Allah’tır. İnsan, kıyamet gününde yalnız Allah rızası için infak ettiklerini kendi yanında bulur. Kendisine asıl fayda verecek de odur.10

3. Cimriliğin Akıbeti

Aslında Yüce Allah’ın, insan fıtratına koymuş olduğu duygular, bizatihi kötü değildir; bunların yanlış olarak kullanılması kötüdür. Cimrilik duygusu sadece dünya hayatı için mal biriktirme hırsı ile Allah’ın vermiş olduğu nimetleri başkalarına vermeme, böylece sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya engel olmak şeklinde kötüye kullanılırsa yanlıştır. Nitekim israfı yasaklayan İslâm, cimriliği de şiddetle yasaklamaktadır.

Yüce Allah, “Onlar hem cimrilik yapar, hem de insanlara cimriliği tavsiye ederler. Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği (mal, ilim gibi) şeyleri de gizlerler. Biz, o nankörlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa, 4/37) buyurur.

Cimriler, Cenab-ı Allah’ın cömertçe lütfettiği nimetlerin, yalnızca kendilerine verildiğini zannederek, onlarda yoksulların da hakkının olduğunu kabul etmezler. Mal ve servetin bir imtihan aracı olduğunu bilmeyenler, başkalarına da cimriliği tavsiye ederler. Nitekim bu husus ayette şöyle ifade edilmektedir:

“De ki: Eğer Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zamanda harcanıp biter korkusuyla cimri davranırdınız. İnsan çok cimridir.” (İsra, 17/100)

İşte mallarından fakir fukaranın da hakkını verebilenler, mutluluğa kavuşmuş benliklerdir. Allah’ın lütufları her insana farklıdır. İnsan kendisine lütfedilen nimetler adına “zekâtı, bir emanetçi ve tevzî memuru gibi yerine getirmelidir.”

Allah Resulü (s.a.s.) ise şöyle buyurmaktadır:

“Cimrilikten sakının, çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etmiş, onları birbirlerinin kanlarını dökmeye, haramı helal görmeye yönlendirmiştir...” (Müslim, Birr 56).

Efendimiz (s.a.s.) bir defasında ashabına: “Size cehennem ehlini haber vereyim mi?” buyurdular. Ashab, “Evet ya Rasulallah!” dedi. Hz. Peygamber: “Kaba, cimri ve kibirli kimselerdir.” (Buharî, Edeb 61; Eyman 9) buyurdu. Cimrilik, cehennem azabına götüren yollardan biridir. Dolayısıyla inanan insanlar cimrilikten şiddetle sakınmalıdırlar.

4. Cimriliğin Sebepleri

Cimriliğe sebep olan etkenleri iki başlık altında toplamamız mümkündür:

a) Aşırı mal sevgisi ve mal biriktirme hırsı: İnsanın olumsuz yönlerinden biri olan cimriliğin sebeplerinden en başta geleni, aşırı mal sevgisi ve mal biriktirme hırsıdır. Çünkü insanoğlunun fıtratında mal sevgisi ve mal biriktirme hırsı vardır. Onun için sürekli bu dünya için çalışır, mal mülk biriktirir. Nitekim ayetlerde: “Gerçekten insanın mal sevgisi pek şiddetlidir.” (Âdiyât, 100/8) denilmek suretiyle, insanın bu yönüne işaret edilmektedir.

Bu ayette de ifade edildiği gibi insanoğlunun gönlünde mal sevgisi ve mal biriktirme hırsı o kadar çoktur ki, insan, daima hep kendi nefsini düşünür, başkalarını ise ya çok az düşünür ya da hiç düşünmez. Yeryüzündeki bütün mallara sahip olsa, hatta Allah’ın rahmet hazineleri kendisinin olsa bile, yine de azalır korkusuyla tam bir şekilde infak etmekten çekinir. Dar gönlünde, eline cimrilik zincirlerini vuracak sebepler oluşur.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) de:

“İnsanoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, üçüncü vadiyi de ister. Onun gözünü ancak toprak doldurur. Tövbe edenin tövbesini Allah kabul eder.” (Müslim, Zekat 116)

buyurarak, insanoğlunun mala olan sevgisini ve hırsını güzel bir şekilde ifade etmekte ve bu sevgi ve hırsın ancak ölümle son bulacağını belirtmektedir.

İslâm, insana güzel ve ikna edici usullerle mala olan aşırı sevgisinin kendisini felakete sürükleyeceğini izah eder. İnsan malın akıbetini düşünürse, cömertliğin kendisi için daha hayırlı olduğunu anlar. Aslında insanın bu dünyada yiyerek tükettiği, giyerek eskittiği ve Allah yolunda harcayıp da ahireti için biriktirdiğinden başka bir malı yoktur. İnsanın mirasçılarına bırakacağı mal için bütün gayretini sarfetmesi, bu uğurda Rabbinin gazabına uğraması gerçekten hayret vericidir. Resulullah (s.a.s.) bu gerçeği şöyle açıklamıştır:

Hz. Peygamber bir gün: “Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?" diye sordu. Ashâb: “Ey Allah’ın Resulü! İçimizden herkes, kendi malını varisinin malından daha çok sever.” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.): “Kişinin gerçek malı, hayatında Allah yolunda verdiği maldır. Harcamayıp, biriktirip, geriye koyduğu da varislerinin malıdır.” buyurdu. (Buhârî, Rikak 12)

b) Tul-i emel ve çocukların geleceği düşüncesi: İnsanoğlunun fıtratında ebediyen yaşama duygusu vardır. Ancak insanoğlu fanidir. Bu dünyada ebediyen yaşaması mümkün olmadığına göre bu duygusunu çocuk sahibi olmak suretiyle kendinden sonra gelecek nesli vasıtasıyla sağlamaya çalışır. Tenasülün hikmetlerinden birisi budur. Çocuk sahibi olan ana babalar, çocuklarının geçimini ve istikbalini sağlamak düşüncesiyle mal biriktirip mallarını harcamaktan çekinirler. Böylece cimrilik yaparlar.

Kişinin Allah’ın kendisine vermiş olduğu mal mülkü harcamayıp da cimrilik yapması, kendi lehine olan bu nimetleri aleyhine dönüştürmesi demektir. Havle binti Hâkim anlatıyor: “Resulullah (sav) bir gün torunlarından birini kucaklayarak şöyle dedi:

“Sizler, kendilerinden dolayı cimrilik, korkaklık ve cehalet yapılanlarsınız. Sizler Allah’ın insana verdiği güzel nimetlerdensiniz.”11 Kimin çocukları onun korkak, cimri ve gafil olmasına sebep olursa, şüphesiz ki, o hüsrandadır. Kim de, her şeyden önce Rabbi ve kullarının hukukuna riayet ederse kurtulmuştur. Aslında ailevî hakları yerine getirmek ve mal stok etmek için cimrilikte bulunmak, fakirliği önlemediği gibi zenginliği de garantilemez.

Müslümanın geride bırakacağı nesli korumak için, onların ihtiyaçlarını karşılamayı düşünmesi güzel bir şeydir. Nitekim genelde insan, sonradan meydana gelecek sıkıntı ve darlıklara karşı koyabilmek için çocuklarına mal bırakmaya çalışır. Aslında bu, iyi bir niyettir. Hadiste şöyle ifade edilmiştir:

“Vârislerini zengin bir halde terk etmen, onları insanlara avuç açacak kadar fakir bir durumda terk etmenden daha hayırlıdır.” (Ahmed b.Hanbel, Müsned, 1/172) Fakat kişinin, çocuklarının geleceğini garantiye alması ve onları rahat içinde bırakması, din ve ahlâkından tavizler vermek suretiyle olmamalıdır. İnsanın, cimrilikte bulunarak nefsini, mürüvvetini ve Allah’ın rızasını feda etmek suretiyle kendinden sonrakilere mal bırakması çok akıllıca olmasa gerektir.

İslâm, kişinin mal ve çocuklarını, diğer nimetler gibi imtihan vesilesi kabul eder. İnsan, tembellik gösterip yapılması gereken vecibe ve fedakârlıklardan geri durursa, bu nimetler onun için belâ olurlar ve hatta en azılı düşman kesilirler. İslâm, insanlara önce kendi nefislerine, sonra ailelerine, sonra akrabalarına, en sonda da diğer insanlara iyilikte bulunmalarını emretmiştir.

Kişinin nefsine iyilikte bulunması; ihtiyaçlarını helâlden gidermesi, kendini haramdan alıkoyması, cemiyette kendisini küçük düşürecek hallerden ve Müslümanın izzetine yakışmayan duruma düşürücü fakirlikten korumasıdır. Bu ise ancak, içinde zulüm ve israfın bulunmadığı vasat bir hayat biçimiyle olur. Müslüman, kendisini meşru hedefine ulaştıracak malı elinde bulundurabilir. Bunu bulamadığı takdirde fakir sayılır.

5. Cimriliğin Zararları

İslâm dininde cömertlik övülürken, cimrilik de yerilmiştir. Cimrilikten son derece sakınmak gerekir. Zira önceki milletlerin helâk olma sebeplerinden biri de cimriliktir. Nitekim hadiste de ifade edildiği gibi cimrilik onları kan dökmeye ve helâli haram saymaya sevk etmiştir.

“İki haslet vardır ki, bunlar mü’minde toplanmaz. Bunlar, cimrilik ve kötü ahlaktır.” (Tirmizî, Zühd 8)

Bu huy, pek çok fenalıkların kaynağı durumunda olan bencilliğe benzetilebilir. Nitekim bencil insan, maddî manevî her imkânı kendi kaprislerini tatmine sarf ederek pek çok insanî ilişkiyi bozar. Sosyal bağları koparır. Mesela, sıla-i rahimi, yakınlara ilgiyi, hediyeleşmeyi, ihtiyaç sahiplerine yardım etmeyi engeller.

Cimrilik insanın mutsuzluğuna sebep olur. Cimri insanı, halk kınar, onun insanlar yanında saygınlığı kalmaz. Kısacası cimrilik her türlü hayra engel olan bir hastalıktır. Çünkü hayır, her hangi bir şekilde Allah’ın verdiği nimetleri muhtaçlara cömertçe, bol bol vermekle elde edilir. Cimrilik ise, insanı Allah yolunda kendisine verilen nimetleri sarf etmekten alıkoyar.

Cimriliğin, hem ferde hem de topluma birçok zararı vardır. Cimrilik, malı hapsederek ne sahibinin faydalanmasını mümkün kılar, ne de sahibinin mensup olduğu cemiyetin istifade etmesini sağlar. İşte cimrilik, hem sosyal çevrede hem de iktisadi sahada büyük sıkıntıların meydana gelmesine sebep olur. Malın cimrilik edilerek saklanması ekonomik krizler doğurur. Ahlâkın bozulmasına sebep olur. Kalbleri fesada uğratır.12

6. Cimrilikten Kurtulma Yolları

İslâm âlimleri, cimriliği kalbî hastalıklardan biri olarak kabul etmekte ve bu hastalığın ancak ilim ve amel yoluyla tedavi edilebileceğini söylemektedirler. Kulluk, İslâm’ın emirlerini yaşaya yaşaya ikinci bir fıtrat kazanma işidir. İnsan, cömertlik yapa yapa bundan kurtulur. Rızkın Allah’tan olduğuna inanmak, dua ederek küçük yaşlardan itibaren cömertliğe alışmak gerekir.

a) İlim Yolu: Cimrilik hastalığından ancak bu hastalığın ahlâkî, dinî ve sosyal bakımdan zararlarını ve bundan kurtulma yollarını öğrenmek suretiyle kurtulmak mümkündür. Cimriliğin zararını bilen bir insan, cimrilikten sakınır. Meselâ, yılanı ve zararını bilen, yılanla oynar mı? Yılanı koynuna alıp yatar mı? İşte cimriliğin zararını çok iyi bilen bir kişi bu kötü özelliği terk eder.

b) Amel Yolu: Bu yol ise, insanların dertleriyle ilgilenmek suretiyle olur. Hz. Peygamber (sav) bir hadislerinde; “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Suyutî, el-Camiu’s-Sağir, 2/164) buyurmuştur. Dolayısıyla içinde yaşadığımız toplumda, insanların sosyal durumlarıyla ilgilenmemiz gerekmektedir. Nefsimize zor gelse de toplumumuzdaki fakir ve yardıma muhtaç insanlara yardım etmek zorundayız. Cimrilikten kurtulup kendimizi cömertliğe alıştırırsak toplumumuzdaki fakir ve muhtaç insanların yardımına koşabiliriz.

Her toplumda hem zenginler hem de fakirler vardır. Bunların birbirlerine, özellikle zenginlerin fakirlere yardım etmeleri gerekir. Zenginler cimri davranır, fakirler de sabırsız olurlarsa, toplumun düzeni ve dengesi bozulur. Tarihin her döneminde ve günümüzde de örnekleri görüldüğü gibi, toplumda hırsızlık, kapkaç, çatışmalar ve kan dökmeler başlar. Bu ise bir toplumun helâkine sebep olur. İnsanlar kan dökmeyi, haramları helâl saymayı meşru görmeye başlarlar. Zenginle fakir arasındaki mesafe açıldıkça, zulüm artar ve her çeşit haksızlık toplumda yaygınlaşmaya başlar. Zulmün artması ve yayılması ise, yıkılışa yaklaşıldığının alameti sayılır. O halde cimrilik de zulmün sebeplerinden biridir. Zulümle bir arada zikredilmesinin böyle bir alakaya dayandığını söyleyebiliriz.

Bir hadiste cimrilikten kurtulma yolunu sevgili Peygamberimiz (s.a.s) şöyle açıklamaktadır:

“Zekâtını veren, misafire ziyafet çeken ve bir felaket anında başkalarına yardımda bulunan cimrilikten kurtulur.” (Buharî, Mezalim 8)

İbn Münzir de Hz. Ali (r.a.)’ın “Malının zekâtını veren nefsinin cimriliğinden korunmuş olur.” dediğini rivayet etmiştir.13 Nitekim insanda bulunan mal biriktirme hırsının cimriliğe dönüşmesini önlemek için Kur’ân ve hadislerde sık sık zekât ve sadaka vermek emredilmektedir. Bu sebepten cimrilik hastalığından kurtulma yollarından biri de; malî durumu yerinde olanların mallarının zekâtını vermeleridir.

Gazalî, cimriliğin tedavisi hususunda şunları söylemektedir:

“Cimrilik, fakirlikten korkma ve tul-i emelden kurtulmanın çarelerinden biri de cimrilerin durumlarını, herkesin onlardan nefret ettiğini düşünmektir. Cimrinin kendisi dahi cimrilerden hoşlanmaz. Cimrileri seven hiçbir cimri yoktur. Cimri insan bunu düşünürse kendisinin de diğer cimriler gibi insanlar tarafından ağır, berbad görüldüğünü, hoşlanılmadığını anlar.”14

Ayrıca mal edinmenin amacını düşünerek de kalbi cimrilik hastalığından kurtarmak mümkündür. Zira mal, ihtiyacı karşılamak içindir. İhtiyacı kadar malı aldıktan sonra gerisini, ahireti kazanmaya harcamak gerekir. Mü’ min, basiret nuruyla, ahiret için mal harcamanın, malı elde tutmaktan hayırlı olduğunu anlarsa, yüreğinde malı Allah yolunda harcama arzusu ağır basar.15

Ölümü çok hatırlamak, mal biriktirmek için çalışan, didinen ve yorulan arkadaşlarının ve akranının öldüklerini, ölümlerinden sonra mallarının zayi olduğunu düşünmek de insanı cimrilik yapmaktan vazgeçirir.

Yüce Allah, kendi sıfatlarıyla bize eksikliklerimizi ve zaaflarımızı nasıl giderebileceğimizi ve nasıl yücelere erişebileceğimizi öğretmekte ilahi ahlâkla vasıflanma istemektedir. Allah’ın güzel isim ve sıfatları vardır. Onlardan biri de cömertliktir. Yani Allah cömerttir, cömert olanı sever. İşte insan Allah’ın bu sıfatını taklit edip cömert olursa, hem Allah’ın çirkin gördüğü cimrilikten kurtulur hem de Allah’ın rızasını kazanır. Nitekim Gazalî, cimrilik hastalığının tedavisinin cimriliğin zıddı olan cömertlik yapmak, yani malı Allah yolunda harcamakla mümkün olabileceğini söylemektedir.16

Bütün bunların yanında cimrilikten kurtulmak için Allah Resulü (s.a.s.) dua etmeyi tavsiye etmektedir. Bir hadis-i şeriflerinde “Korkaklıktan ve cimrilikten sana sığınırım.” başka bir hadiste ise; “Her sabah gökten iki melek inerek, onlardan biri: Allah’ım infak edenin (malını bereketlendirmek suretiyle) arkasını getir.” şeklinde dua ederken, diğeri de “Malı tutup cimrilik edenin malını telef et (malını yok et).” diye bedduada bulunur.”17 Bu hadis ile Efendimiz (s.a.s.), infak etmek suretiyle nefsin cimriliğinin kırılmasına teşvik buyurmaktadır.

İnsan, fıtratı itibariyle cimri ve aceleci olarak yaratılmıştır. Yani bunlar onun fıtratında vardır. Ayrıca, onda hem kin, nefret ve adavet gibi hususlar, hem de sevgi, muhabbet ve insanlık gibi hasletler vardır. Bütün bu saydıklarımız insanda, iyiye ve kötüye açılan birer koridor hükmündedirler. Bu itibarla da insan, mahiyetindeki kötülüklere açılan kapıları kapamalı ve kötü duygularını ve tutkularını mutlaka dinî düşünce ve dinî duygu ile zabt u rabt altına almalıdır ki, biz buna dindeki ifadesiyle, “fıtrat-ı sâniye, ikinci fıtrat” kazanma diyoruz. İnsan böyle bir fıtratı kazanmalıdır ki, kendisi için mukadder olan kemâlâtı idrak edebilsin. Yani her şey olmaya müsait olan fıtratını, bir şey olmaya, yani mü’min olmaya tevcih edebilsin.

DİPNOTLAR

1. Olgun, İbrahim; Dravşan, Cemşit, Türkçe Farsça Sözlük, İran 1350, s. 40; Şükün, Ziya, Farsça Türkçe Lügat, (Ferhengi Ziya), M.E.B., İst, 1984, I, 659.
2. Rağıb el-İsfahanî, Müfredat, Beyrut 1992, s. 109; 446; İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut 1990, II, 496; XI, 47.
3. Gazâlî, İhyâu Ulûmiddin, Beyrut, ts., III, 63.
4. Çağrıcı, Mustafa, “Cimrilik Mad.”, T.D.V.İ. Ans, İst, 1993, VIII, 4.
5. bk., Mâûn, 107/6-7; Meâric, 70/21; Kaf, 50/25; Kalem, 68/12.
6. Kurtubî, el-Câmiu Liahkami’l-Kur’ân, V, 406.
7. Yazır, Hak Dini, Kur’ân Dili, II, 203.
8. bk., Şems, 91/9.
9. Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân, XIV, 385.
10. Seyyid Kutub, a.g.e., II, 582,583.
11. Canan, İbrahim, Hadis Ansiklopedisi, (Kütüb-i Sitte), Akçağ Yay., İst, trs., XVII, 487.
12. Seyyid Kutub, a.g.e., X, 565.
13. Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensur, Beyrut, trs.VIII, 110.
14. Gazâlî, a.g.e., III, 578.
15. Ateş, Süleyman, İslâm Tasavvufu, s.323.
16. Gazâlî, a.g.e., III, 578.
17. Buhârî, Zekât 27.

59 Selam taşıyıp iletmemek günah mı? Gönderilen selamı ulaştırmanın hükmü nedir?

Selâmlaşmada âdâb:

Ebû Hüreyre'den, Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur:

"Küçük büyüğe, yürüyen oturana ve sayıları az olanlar çok olanlara selâm versin. " (Buhârî, İsti'zân, 4-7; Müslim, Selâm, 1; İbn Hanbel, III/444)

Hz. Câbir (r.a.)'den:

"Yaya giden iki kişi karşılaştıklarında hangisi önce selâm verirse o daha fazla ecir kazanır."

hadisi rivâyet edilmektedir.

-Selâm, Müslümanlar arasında sevgi bağlarının kurulmasında önemli bir araçtır. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. Peygamberimiz (s.a.s.) selâmı yaymamızı, tanısak da tanımasak da her Müslümana selâm vermemiz gerektiğini, bununla da imanımız olgunluğa erdiği için cennete gireceğimizi müjdelemiştir. Bu nedenle gençler ihtiyarlara, binek üzerinde olanlar yürüyenlere, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden gidenlere, bir kişi çok kişiye selâm vermelidir.

Selâma daha güzel bir şekil de karşılık vermek gerekir. "es-Selâmu aleykum" diyene "ve aleykumu'sselâm ve rahmetullâhi ve berekatuhu" denmelidir.

Verilen selâmı alma durumunda olmayana selâm vermek mekruhtur. Yemek yiyene, namaz kılana, Kur'an okuyana, hutbe dinleyene selâm verilmemelidir.

Kâfirlere selâm verilmez. Açıktan açığa Allah'ın emrini çiğneyen ve bu hâlinde ısrarlı olana da selâm verilmez.

Topluma verilen selâma bir kişi karşılık verirse, diğerlerinin selâm alma sorumluluğu kalkar.

Selâm getiren birinden selâmı almak, mektupta yazılı selâma ya mektupla ya da o anda sözle karşılık vermek gerekir.

Eve girerken ev halkına selâm verildiği gibi ayrılırken de selâm vererek ayrılmak faziletli bir iştir.

Boş bir yere (odaya/eve) girilirken de "es selâmu aleyna ve alâ ibâdillahi's-Sâlihîn" diyerek selâm verilir.

Selâm, müminin mümine yaptığı hayırlı bir duadır. "Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun. " mânasına gelen selâmlaşmanın yerini basit kelimeler tutmaz. -Karşılaşan iki Müslüman birbirlerinin ellerini tutarak müsafaha eder, Peygamber'e (s.a.s.) salavât okur, hal hatır sorarlar. Bu durumda olan kişiler henüz birbirlerinden ayrılmadan Allah onlara mağfiret eder.

Gönderilen selamı yerine ulaştırmak vaciptir. Ancak selamı gönderene "aleyküm selam" diye karşılık verirse selamı ulaştırmak vacip olmaz.

60 Erkeklerin birbirlerini öpmeleri caiz midir?

Öpmeyi, "Sevgi öpmesi, merhamet öpmesi, şefkat öpmesi, hürmet öpmesi, şehvet öpmesi" diye beş kısma ayıran İslam âlimleri, Allah rızasıyla olduğu takdirde hepsinin ibadet sayılacağını ifade etmiş, çocukların öpülmesini de "rahmet" olarak değerlendirerek bunu bilhassa şehvânî olan öpmelerinden tamamen ayırmıştır.

Gerek erkek, gerekse kadın, mü'minlerin karşılaştıkları zaman selâmlaşmaları, hal-hatır sormaları, musafaha yapmaları, tokalaşmaları, kucaklaşmaları, birbirlerine güleryüz göstermeleri İslâmî kardeşliğin bir icabıdır. Bu davranışların tamamı sadakadır ve ibadettir.

Bir hadiste Peygamberimiz (asm) musafahanın faziletini şöyle anlatırlar:

"İki Müslüman karşılaşıp musafaha yaparlarsa, Cenâb-ı Hak, onlar ayrılmadan her ikisinin de günahını bağışlır."(1)

Peygamberimizin (asm) bu hususta nasıl hareket ettiğini de Hazret-i Ebû Zer'den öğreniyoruz. Müslümanlar kendisine sorarlar:

"Resul-i Eklemle (a.s.m.) karşılaştığımz vakit sizinle musafaha yapar mıydı?"

Bu sual üzerine Hz. Ebû Zer (r.a.) kendi başından geçen nurlu bir hatırayı şöyle anlatır:

"Resul-i Ekrem Efendimizle (a.s.m.) karşılaşıp da musafaha etmediğimiz hiç vaki değildir. Her karşılaşmada musafaha ederdi. Beni bir gün evden çağırtmıştı. O gün evde yoktum. Eve geldiğimde haber verdiler. Hemen huzuruna vardım, divanın üzerinde oturuyorlardı. Beni görünce ayağa kalktı ve kucakladı. Bu manzara benim için çok, hem çok güzel bir şeydi."(2)

Karsılaşınca musafaha yapmak, kucaklaşmak Peygamberimizin (asm) hem sözlü, hem de fiilî bir sünnetidir. Peygamberimizin (asm) sünnet olan bu hareketini mutlaka erkekler tatbik edecek diye bir kaide yoktur. Bu sünneti mü'min erkekler yapabildikleri gibi, mü'min kadınlar da yaparlar. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus, kadınlarin kendilerine nikâhı düşebilecek erkeklerle musafaha yapmamalarıdır, bu caiz değildir.

Karşılaşınca Peygamber Efendimizin (asm) üzerine salavat-ı şerife getirme meselesine gelince; bu mevzuda da yine bir hadis-i şerifin mealini okuyalım:

"Birbirlerinii seven iki kul karşılaştıkları zaman Resulullaha (a.s.m.) salavat getirirse, ayrılmadan önce Allah'ın affına ermiş olurlar."(3)

Meallerini verdiğimiz bu hadislerden, bizim de tabiî olarak tatbik ettiğimiz şu sıralama çıkıyor. İki Müslüman karşılaştıkları zaman önce "Esselâmü Aleyküm" "Ve aleykümüsselam" diyerek selâmlaşırlar, musafaha yaparlar ve "Allahümme salli âlâ seyyidinâ Muhammed" diyerek Peygamberimizin (asm) üzerine salavat getirirler. Bunlann hepsi de sünnettir. Hiçbir zaman bid'at ve uydurma olamaz. Gerek erkekler, gerekse kadınlar kendi aralarında bu sünneti yaşamaya, yaşatmaya gayret ederler.

Yalnız, kadınlar musafaha ve kucaklaşma sünnetini cadde ve sokak gibi yabancı erkeklerin görebileceği bir yerde yapmamaya dikkat ederlerse daha isabetli olur. Zaten takvaya riayet eden müvmin kadınlar her vakit İslâmî edep ve erkâna riayet ederler.

ERKEKLER BİRBİRLERİNİN YÜZÜNÜ ÖPEBİLİRLER Mİ?

Erkeklerin karşılaştıklarında birbirlerinin yüzünü öpmesi İmam-ı Azam ve İmam-ı Muhammed’e göre mekruh ise de, İmam-ı Ebu Yusufa göre mekruh değildir.

Bazı alimler bu hususta şöyle derler: Eğer yüzünü öptüğü bir kimse bir din alimi ve takva sahibi bir kimse ise, bunda bir mahzur yoktur. Çünkü, bunda dinin şerefini korumak vardır.

Kadınların ise karşılaştıkları zaman ve ayrılacakları zaman birbirlerinin yanaklarını öpmeleri mekruhtur.(4)

Dipnotlar:

1) Ebu Davud, Edeb: 143
2) Müsned, 5:168.
3) el-Ezkar Trc. s.480.
4) el-Fetava’l- Hindiye, 5:369.

61 Gurur ve kibir gibi duyguların geçerli olduğu yer var mıdır, ne yapmalıyım?

- “Gururun imanı yok edici” olduğu vurgusu doğru değildir.  Bazı hadislerde “Zerre  miskal kalbinde kibir bulunan cennete girmez / giremez.” (Ebû Dâvud, Libâs, 26) mealindeki ifadeler, İslam’ın ortaya koyduğu hakikatlerden birini inkâr etmek, hakkı kabul etmemek anlamındadır. Yoksa, insanların çoğunda az-çok var olan enaniyet, benlik, -bilinen- gurur anlamında değildir. Nitekim, Müslim’de geçen bir hadiste, konuyu Abdullah b. Mesud şöyle anlatıyor:

Hz. Peygamber (a.s.m) “Kalbinde  zerre miskal kibir bulunan cennete girmez.” buyurduğunda, oradaki adamlardan biri, “Şüphesiz, kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını ister.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah Cemîl’dir cemali sever (Allah -isim ve sıfatlarıyla- güzeldir güzelliği sever), kibir ise, hak ve hakikati kabul etmeye tenezzül etmemek ve insanları hor ve hakir görmektir.” (Müslim, İman, 147-149).

Bu hadisi açıklarken alimler şu noktaya dikkat çekmişlerdir. Bir insan, kâfir olmadığı sürece/imanla kabre girdikten sonra, geç de olsa cennete girecektir. Kibir, küfür olmadığına göre, bu hadiste geçen “cennete girmez” ifadesini “Şayet Allah affetmezse, cehenneme girmeden cennete giremez. Veya ilk cennete girenlerle beraber giremez.” şeklinde  anlamak gerekir.(bk. Nevevî, ilgili hadisin şerhi).

- Kibir ile vakar / ağırbaşlılık, zahiren birbirine benzer, birbirine karıştırılabilir. Oysa, kibir kötü, vakar güzel bir karakterdir. Bu iki haslet, yerine göre yer değiştirebilirler. Mesela, bir insanın kendi iş yerinde, kendi makamında, masasının başında gösterdiği ağırbaşlılık, bir vakardır, güzel bir haslettir. Aynı tavrı, evde çoluk-çocuğa karşı göstermek kibirdir, kötü bir haslettir.

Bunun gibi, tevazu ile zillet / alçaklık da zahiren birbirine benzer fakat gerçekte çok farklıdırlar. Bunlar da yerine göre farklı olarak değerlendirilir. Örneğin, masası başında olan bir amirin, bir memurun gelen herkesin önünde kalkması, tevazu değil zillettir. Aynı tavrı evinde göstermesi tevazudur. Bunları fark etmek, farklı görmek önemli bir husustur.

- Diğer önemli bir sorun, tahdis-i nimet ile kibir unsuru arasında söz konusudur. Tahdis-i nimet / Allah’ın nimetini seslendirmek, Allah’ın bir emridir.(bk. Duha, 93/11). Kibirlenmemek de Allah’ın emridir. Kibirlenenler kötülenmiştir.(bk. Mümin, 40/56).

Öyleyse, bir Müslüman hem Allah’ın nimetini üzerinde göstermek, onu seslendirmek hem de kibirlenmemek için şu yolu takip etmelidir. Kendisinde bulunan güzellikleri -bir şükran vesilesi olarak- itiraf etmek, fakat onun Allah’ın vergisi olduğuna iman etmektir.

Mesela, üzerinizdeki -hediye edilmiş- güzel bir gömlek hakkında “Ne güzel gömleğiniz var...” diyenlere karşı, tevazu adına “gömleğin hiç de güzel olmadığını” söylemek, yapılan iyiliği inkâr, gömleği hediye eden kimseye karşı bir saygısızlık ve çirkin bir nankörlük olduğu gibi, “Tabii ki, güzeldir, ben zaten güzel biriyim, benim gibi güzel nerede bulunur!..” türünden bir cevap da şımarıkça bir kibir olur. Bu iki aşırı uçtan kurtulmak için, gömleğin güzelliğini itiraf etmek, fakat o güzelliğin kendine ait değil, gömleğe ve gömleği hediye eden kimseye ait olduğunu belirtmektir.

Buna göre, bütün güzellikleri, iyilikleri, Allah’ın birer nimeti olarak itiraf etmek, fakat onların kendine ait olmayıp, Allah’a ait olduğunun idrakinde olmak gerekir.

- Kibirden kurtulmanın en kısa yolu, yukarıda arz edilen bilgiler ışığında “Ey insan! Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise kendi nefsindendir.” (Nisa, 4/79) mealindeki ayette vurgulanan gerçeği hatırlamak, onu kulağa küpe yapmaktır.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Enaniyyet, Gurur, Tekebbür, İftihar Nedir?

62 Haksızlığa uğrayan kişi, haksızlık edenin (işini yapmayanın, borcunu ödemeyenin) gıybetini yapması caiz mi?

İslamiyet'in ruhuna ters düşen her türlü hareket ve sözlerde bulunmak caiz değildir. Şaka yolla dahi olsa bunlardan uzak durulmalıdır.

İslam dini her türlü kötülük ve incitmeye karşıdır. Çünkü, İslam insanı insan etmeye gayret ediyor. Hakiki insaniyet mertebesine ulaştırır. Bu nedenle İslam, insanı her türlü kemalat ve güzelliğe ulaştıracak emirleri verdiği gibi, her türlü rezillikten ve çirkinlikten uzaklaştıracak fiilleri de yasaklamıştır.

Bu külli kaidelerden hareketle diyebiliriz ki, küfür ve sövme dediğimiz karşıdaki insanları rencide ve rahatsız eden her türlü fiil günahtır ve haramdır. Çünkü Müslümanları rencide etmek haramdır ve insanı günahkar eder. Hatta kafir bile masum ve hatasız olsa, onu rahatsız etmek İslam dininde yasaktır. Çünkü, Peygamberimiz ( a.s.m)

“Kim bir zımmiye eziyet etse, şüphesiz ben onun hasmıyım / düşmanıyım." (el-Hindî, Kenzu'l-Ummal, IV / 618; el-Camiu's-Sağîr, I / 1210) diye buyurmuştur.

Haksızlığa maruz kalan kişi meşru yollardan hakkını aramalıdır. Buna rağmen bir netice alamazsa sabretmelidir. Haksızlığa uğrasa dahi küfür içeren sözler kullanması ve gıybet etmesi caiz değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Günahı açıktan işleyenin gıybetini yapmak caiz mi?..

63 Güzel ahlâkın önemi... Bir hadiste, "Kıyamet günü mizana ilk konulacak şey güzel ahlaktır." buyuruluyor. Mizana bir amelin önce veya sonra konulması ne anlam ifade ediyor?..

Hadis-i şerifte güzel ahlakın önemi belirtilmek için bu şekilde tabir edilmiştir. Güzel ahlak diğer ibadetlere de vesiledir. Necis olan bir kaba ne kadar temiz yiyecek konsa necis olacağı gibi, güzel ahlaktan mahrum bir insan da ne kadar ibadet ederse etsin kötü ahlakından dolayı yaptığı ibadetleri boşa çıkarabilir. Bu sebebten güzel ahlak müminin en önemli vasfı olmalıdır.

Güzel ahlak ile ilgili bir çok hadis bulunmaktadır:

(1675)- Hz. Ebu'd-Derdâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kıyâmet günü, mü'minin mizanında güzel ahlâktan daha ağır basan bir şey yoktur. Allah Teâla Hazretleri, çirkin düşük söz (ve davranış) sahiplerine buğzeder." [Tirmizî, Birr 62, (2003, 2004); Ebu Dâvud, Edeb 8, (4799); Tirmizî'nin bir rivayetinde şöyle denmiştir:

"Güzel ahlâk sahibi, ahlâkı sayesinde, namaz ve oruç sahibinin dereceisine ulaşır."]

AÇIKLAMA:

1. Bu iki hadis de güzel ahlâkın dindeki ehemmiyetini belirtmektedir. Mü'minin en kıymetli varlığı olan iman, kemâlini ancak güzel ahlâkla bulabilmektedir. Öyle ise ebedî kurtuluşun yegâne vesilesi olan imanda daha yüksek bir mertebe elde etmek, mükemmele yaklaşmak isteyen, ahlâkını güzelleştirmek için gayret gösterecektir.

2. Bu iki hadis gösteriyor ki, din insanlarla olan münâsebetlerimize ehemmiyet vermektedir. İman esaslarını dilimizle ikrar etmemiz, gerçek bir mü'min olmak için yeterli olmuyor. İmanın, insanlara karşı iyi olmak şeklinde tezâhür eden güzel ahlâklılıkla takviyesi şarttır.

3. İyi davranma hususunda en çok en yakınımıza karşı hassas olacağız: Ailemize. Çünkü hem onların hukuku üzerimizde fazladır, hem de devamlı onlarla karşılaşmaktayız. Her an karşılaştığımız insanlara güler yüz, sabır, müsamaha, tatlı söz gibi iyi davranışlarda bulunmaya dikkat eder, kendimizi iradî olarak buna zorlarsak, bu bir alışkanlık ve meleke hâline gelir. Böylece diğer insanlara da aynı davranışı devam ettirebiliriz. Her an karşılaştığı ailesine karşı kötü davranmayı alışkanlık haline getiren kimsenin davranışları kötülük üzerine otomatlaşmış demektir. Böyle birinin çeşitli durumlarda başkalarına karşı, kendiliğinden hasıl olacak tabii ve otomat reaksiyonu kötülüktür, irâdî olarak iyi davransa bile bu samimi ve tabiî olmaz ve her zaman olamaz.

Ailenin bir terbiye yuvası olduğu, en iyi terbiyenin huzurlu, karşılıklı sevgi ve saygının hakim olduğu bir ortamda verildiği, iyi muamele gören kimselerin hayatta başkalarına iyi davranacağı gibi hususlar gözönüne alındıkça, aileye karşı iyi olmanın ehemmiyeti daha çok anlaşılır. Şu halde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "En hayırlınız âilesine hayırlı olandır" sözü, fıtrî bir hakikatı dile getirmiş olmaktadır.

4. Kezâ kıyamet günü, mizanda güzel ahlâkın "en ağır amel"i teşkil etmesi de tabii bir durumu, mühim bir hakikatı ifade etmektedir. Çünkü güzel ahlâk mü'minin imanını tamamlar, mükemmelleştirir. Kemâl mertebesindeki iman, kişinin her ameline müessir olur ve yönlendirir. Böyle bir kimse, her işini Allah rızası için ve sünnete uygun olarak yapmaya gayret eder.

4. (1676) Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki::

"Bana en sevgili olanınız, kıyamet günü de bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlakça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır."

(Cemaatte bulunan bazıları): "Ey Allah'ın Resulü! Yüksekten atanlar kimlerdir?" diye sordular.

"Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!" cevabını verdi. [Râvi: Cabir, Tirmizi, Birr 77, (2019)]

AÇIKLAMA:

1. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), pek çok irşadlarında mü'minleri diline sâhib olmaya çağırır: "Dudakları ile bacakları arasındaki hususunda garanti verene cenneti garanti ederim" "Allah'a ve âhirete inanan ya hayır konuşsun ya sükut etsin" gibi.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu ısrarlı uyarılarda hiçbir mübâlağaya yer vermemiştir. Zîra, Kur'ân'ın mükerrer âyetleriyle sabittir ki, âhirette kişi her ânından, her fiilinden ve dolayısıyla her bir kelâmından hesaba çekilecektir. O gün, kişinin dünyada iken ağzından çıkmış olan her söz, lehine değilse, aleyhine olacaktır.

Sadedinde olduğumuz hadis de çok konuşanlara uyarıda bulunmaktadır. Sersârun, müteşeddikûn ve mütefeyhikûn, hep ihtiyatsızca, gelişi güzel çok konuşanları ifade eden tâbirlerdir. Dilimizde de geveze, boşboğaz, laf ebesi, dedikoducu, dilli düdük, pasaf, atıptutan, yüksekten atan gibi, bir kısmı edebî, bir kısmı mahallî pek çok tâbir vardır, hepsi de çok konuşanları ifade eder.

Çok konuşan, çok konuşmayı alışkanlık haline getiren kimse, her seferinde hayır konuşamıyacağına göre boş söz, gıybet, dedikodu, yalan, kaba ve müstehcen sözler, pespaye fıkralar vs. araya girecektir. Bunların hepsi de kıyamet günü günah kefesinde yer alacaktır. Çok konuşmaktan men hususunda hadisin mutlak gelmesi de mânidardır.

Kısacası bu hadisler, güzel âhlak deyince öncelikle dile hâkim olmak meselesinin anlaşılması gerektiğini ders vermektedir.

2. Bazı âlimler, mezkur kelimeler arasındaki nüansı, yani küçük de olsa taşıdıkları mâna farklılıklarını nazar-ı dikkate alarak, konuşma tarzlarında yasaklanmış olanlara dikkat çekmişlerdir. Bu cümleden olarak sersârun'la lüzumundan fazla konuşan gevezelerin kastedildiği, müteşeddikûn ile zoraki bir fesahat izhârı ile kendini satmaya, lügat parçalamaya, konuşma tarzı ile başkalarından ayrılmaya çalışanların ve hatta başkalarıyla istihzâ edenlerin kastedildiğini belirtirler. Nitekim şıdk, avurt olduğuna göre müteşeddik, avurdunu doldurarak tekellüflü konuşan demektir.

Mütefeyhikûn da ağızlarını genişleterek, normalden fazla açarak, ağzını doldurarak konuşan demektir, müteşeddik'e yakın bir mâna taşır. Bu davranışın da kibirden, başkasını küçük görmekten ileri geldiği belirtilmiştir.

Şu halde ister umumiyetle dikkat çekilen çok konuşmaya ve isterse, ekseriyetten ayrılmaya yönelik tarzlara hamledilsin hadis, konuşma meselesine dikkat çekmekte, mü'minin birinci derecede ehemmiyet vermesi gereken bir probleminin bu olduğunu söylemektedir.

Resulullah (sav) buyurdular ki:

"Mü'minler arasında imanca en kamil olanı, ahlakça en güzel olanıdır. En hayırlınız da ailesine hayırlı olandır." [Râvi: Ebu Hüreyre, Tirmizi, Rada 11, (1162); Ebu Davud, Sünnet 16, (4682)]

Hulk (veya huluk), Nihâye'de din, tab' ve seciyye olarak açıklanır. Dilimizdeki "huy"un karşılığıdır. Bazen tabiat kelimesini de bu mânada kullanırız.

Hulk ile, bir bakıma insanın nefsi olan bâtınî sûreti ve evsâfı ifade edilir. Tıpkı zâhirî sûret ve evsâfına da halk dendiği gibi. Nefsin iyi ve kötü vasıfları vardır. Sevab ve ikab, zâhirî sûretin evsafından çok, bâtınî sûretin evsafına taalluk etmektedir.

Hulk şu hadise göre fıtrîdir ve yaratılıştan gelen bir vasıftır:

"Allah aranızda rızkınızı taksim ettiği gibi ahlâkınızı da taksim etmiştir."

Huyun yaratılıştan geldiğini ifade eden bir diğer hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın el-Eşecc (radıyallâhu anh)'e söylediği şu sözdür:

"Sende iki haslet var ki Allah onları sever: Hilm ve hayâ." Eşecc sormuştur:

"Ey Allah'ın Resûlü, bunlar bende eskiden beri mi var, (yoksa Müslüman olduktan sonra) yenilerde mi hasıl oldu?"

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mevzumuz açısından ayrı bir ehemmiyet taşıyan cevabı şu:

"Eskiden beri var!" Bunun üzerine Abdü'l-Kays kabilesinden olan Eşecc'in Allah'a ifade ettiği şükran cümlesi de mevzumuzu aydınlatır:

"Beni, sevdiği iki hasletle mecbul kılan Allah'a hamd olsun."

Hadiste Eşecc'in, o iki hasletin eski mi, yeni mi olduğunu sorması ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın eskiden beri mevcudiyetini beyan etmesi, huyu meydana getiren bir kısım hasletlerin yaratılıştan mevcut olduğunu ifade eder.

Ancak bâzı hasletlerin sonradan kazanıldığı, irade ve gayretle iyi hasletlere sahip olunabileceği de inkâr edilemez. Gerçi ahlâkçılar, dünyanın her tarafında, huyun fıtrî mi, iktisabî mi olduğunu tarih boyunca münâkaşa etmiştir.

Bu münâkaşaya sadece Doğulu hükemâ değil, Batılı feylesoflar da katılmıştır. Her iki görüşü destekleyen müşâhedeler ve dogmaya ve nassa dayalı deliller mevcuttur. Aristo, Lock, Rousseau, Erasme gibi feylesof ve terbiyeciler insan ruhunu her bilgiyi, her ahlâkı almaya kabil boş bir levhaya, bal mumuna, ekime hazır verimli boş bir tarlaya benzetirken, Goethe, Schopenhauer gibi diğer bir kısımları da karakterin doğuşta sâbit şekilde tesbit edildiğini, sonradan verilecek terbiye ile hiçbir şeyin değişmeyeceğini söylemişlerdir.

"Ey iman edenler, kendinizi ve âile halkınızı yakıtı taş ve insanlar olan ateşten koruyun..." (Tahrim,66/6).

"Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiş, ihmal edip örten de ziyana uğramıştır." (Şems, 91/9, 10)

gibi âyetlerden,

"Ben bir muallim olarak gönderildim.",

"Hayır bir alışkanlıktır.",

"Çocuklarınıza ikrâm edin, terbiyelerini güzel yapın."

gibi terbiyevî faaliyete dikkat çeken, teşvik eden pek çok nass, insanı kurtuluşa erdirecek güzel hasletlerin terbiye yoluyla kazanılacağını beyan ederler. Bu inanç esas olmasaydı, peygamberlik müessesesinin, kitapların, dâvetin, irşadın ne mânası olurdu?

Meseleyi her iki yönüyle de değerlendiren İslâm âlimleri, yaratılıştan gelen iyi hasletlerin irâdî gayretle desteklenerek meleke haline getirilmesine, kötü huyların da baskı altında tutularak sindirilmesine hükmederler. Söz gelimi Hz. Ömer (radıyallâhu anh):

"İnsanda on (fıtrî) ahlâk vardır, bunlardan dokuzu iyidir, birisi kötü. Bu kötü (serbest kalırsa) diğerlerini de bozar..." demiştir.

İbnu'l-Arabî de şunu söyler:

"... Güzel ahlâk ile mecbul olanlar cidden azdır. Kötü ahlâk üzere mecbul olanlar ise, insanların çoğunluğunu teşkil eder. Zîra insan tabiatına galebe çalan, şerdir. Bu sebeple eğer insan, fikrini, temyiz gücünü, hayâ duygusunu, korunma melekesini kullanmaksızın kendisini tabiatının akışına bırakıverecek olsa, ona hayvanî huylar galebe çalar. Zîra insan fikir ve temyiz vasıflarıyla hayvanlardan ayrılır. Bunları kullanamazsa âdetlerinde onlara iştirak eder, kuvve-i şeheviye her çeşidi ile onu istila eder, hayâ uzaklaşır, yok olur..."

Aynı görüşü paylaşan Mâverdî, akıl vs.'ye güvenmeyip her daim nefsin te'dibiyle uğraşmanın gereğine dikkat çektikten sonra şunu söyler:

"Zîra edeb tecrübe ile kazanılır!.."

ـ1 1673)- Hz. Muâz İbnu Cebel (radıyallâhu anh) anlatıyor:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:

"Ey Muâz, insanlara karşı iyi ahlâklı ol!.." dedi." [Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 1.]

AÇIKLAMA:

1. Hadisin aslında Hz. Muâz, bu nasihatı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kendisini Yemen'e gönderirken son söylediği söz olarak tanıtır. Hadisin Tirmizî'de gelen vechi meâlen şöyledir: "Ey Allah'ın Resûlü, bana faydalı olacak şeyi öğret!" dedim de şu nasihatta bulundu: "Nerede olursan ol, Allah'tan sakın. Kötülüğe karşı iyilik yap ki, kökünü kesesin. İnsanlara karşı da iyi ahlâkla muamele et!"

2. Hz. Muâz'ı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Yemen'e kadı, tebliğci, tahsildar, muallim gibi birçok yetki ve vazifelerle me'mur olarak göndermişti. Bu tavzif sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, Hz. Muâz'a söylediği diğer sözler ve verdiği başkaca talimatlar da var. Şu hâlde, halka karşı iyi davranması hususunda, yukarıda kaydedilen tenbih en son söz ve talimat olmaktadır.

3. Şârihler, halka karşı iyi ahlâkla muamele etmekten, yanına gelenlere ve oturma arkadaşlarına güler yüz, hilm, merhamet, öğretim sırasında sabır, büyük küçük -layık olan herkese- sevgi izhâr etmeyi anlarlar. Layık olan diyoruz çünkü, cemiyette küfr ehli, kebâir işlemekte ısrarlı, başkalarına zulmetmekte devamlı olan kimseler vardır. Onlar iyi davranıştan anlayarak ıslah-ı hâl etmeyebilirler ve hatta iyi davranma onların daha da azmasına sebep olabilir. Böylelerine karşı da adaletli ve otoriter olmak gerekir.

Hadiste kötülüğü yok etme çaresi olarak "iyilikle mukâbele"nin gösterilmesi İslâm ahlâk anlayışının hatırdan çıkarılmaması gereken bir prensibidir.

(Prof. Dr. İbrahim CANAN, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)

64 Yapılan bir iyilikten dolayı insanlara teşekkür etmekle ilgili hadisleri açıklar mısınız?

Teşekkür, bir bakıma, yapılan iyiliğin idraki içinde olduğumuzu iyilik yapana izhar etmek, memnuniyetimizi ifâde etmektir. Dilimizde, insanlardan gelen iyiliğe karşı izhâr edilen şükrü, teşekkür kelimesiyle ifade ederiz. "Şükr" kelimesini ise, aynen "hamd" gibi Allah için kullanırız.

Dinimiz, sâdece Allah'tan gelen nimetlerin şükrünün edasına kıymet vermez, insanların yaptığı iyiliklere karşı teşekkür etmeyi de bir borç kılar, buna da öbürü  kadar kıymet verir. Hamd, kulluk borcu ise, teşekkür de insanlık borcudur. İslâm dini, mensuplarına, Allah'a hamd etmeyi emrettiği gibi, iyilik yapan insanlara da teşekkür etmeyi emretmektedir.

Üsâme İbnu Zeyd (radıyalahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kim, kendisine yapılan bir iyliğe karşı, bunu yapana: 'Cezâkellâhu hayran (Allah sana hayırlı mükâfaat versin!)' derse teşekkürü en mükemmel şekilde yapmış olur."[Tirmizî, Birr 86, (2036)]

Senâ, övme demektir. Ancak,  yapılan iyiliğe karşı izhâr edilecek minnet duygumuzu  teşekkür olarak ifâde ediyoruz. Aslında iyiliğe iyilikle, aynı cinsten amelle mukabele esastır. Fakat her iyiliğe anında aynı cinsten amelle mukabele etmek mümkün olmaz, bu noktada insanoğlu acizdir. Öyle ise teşekkürümüzü sözle ifâde etmemiz gerekir. Bazıları: "Mükâfaat vermekten elin kısa kalırsa, dua ve teşekkürde dilini uzun tut." demiştir.

Sadedinde olduğumuz hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yapılan iyiliğe karşı, anında yapılacak en mükemmel sözlü mukâbelenin, iyilik yapana: "Senin bu iyiliğin, benim nazarımda o kadar kıymetlidir ki, karşılığını bizzat vermekten acizim, onu ancak Allah verebilir, dünyada veya âhirette, bana bedel O, sizi mükâfaatlandırsın." mânasında olmak üzere "cezâkellahu hayran" demek olduğunu belirtiyor.

Hz.Câbir (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Kim bir ihsana mazhar olursa, bulduğu takdirde karşılığını hemen versin, bulamazsa, verene senâda bulunsun. Zira onu övmekle, teşekkürünü yerine getirmiş olur. Ketmeden (karşılık vermeyen) nankörlük etmiş olur." dedi.

Tirmizî'nin rivayetinde şu ziyâde var: "... Kim de kendisine verilmeyenle süslenirse, iki yalan elbisesi giyen gibi olur." [Tirmizî, Birr 86, (2035); Ebu Dâvud, Edeb 12, (4813, 4814).]

Bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yapılan  iyiliğe, aynı cins bir iyilikle mukabelenin esas olduğunu belirtiyor. Zira "ihsan" diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı atâ'dır, maddî  bağış demektir. Dilimizde atiyye de denir. İyiliğe iyilikle ânında mukabele edilemiyorsa, senâ edilmelidir, yani sözle, memnuniyetimizi ifade edici, iyilik yapanı memnun edici bir ifadede bulunulmalıdır. Bu ona teşekkür etmek veya dua etmek suretiyle gerçekleşir. Hadis: "Senâ eden teşekkürünü yerine getirmiş olur." buyurmaktadır.

Ketmetmek, susmak'tır. Burada, nimete mazhar olduğunu ilan etmeyen demektir. Yani "Maddî karşılık vermediği gibi, senâda da bulunmayan, ne fiille ne de sözle mukabele etmeyen nankörlük etmiş olur." Hadisin aslında nankör kelimesinin yerine "küfretmiş olur" diye tercüme edilebilecek "kefere" tâbirini kullanır. Dilimizde, yapılan iyiliğin görülmemesine nankörlük veya küfrân-ı nimet diyoruz.

Tirmizî'nin rivayetindeki ziyadeye gelince, bu verilmeyenlerle süsleneni iki yalan elbisesi giyene benzetmektedir. Bu ne demektir?

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu, bir kadına söylemiştir. Zikri geçen kadın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gelerek sorar:

"Ey Allah'ın Resûlü! Benim bir ortağım (kuma) var. Kocamın bana vermediği bir şeyi sanki vermiş gibi davransam bundan bana bir günah gelir mi?"

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yukarıdaki cevapla bu davranışı, "çifte yalan" olarak tavsif buyurur. Burada birinci yalan: "Kocam bana verdi." demesidir. İkinci yalan da: "Kocam beni kumamdan daha çok seviyor."  görünümünü ortaya koymasıdır.

Hattâbî şu açıklamayı kaydeder:

"Vaktiyle Araplar arasında bir adam, kendisini halka iyi ve muhterem bir adam olarak gösterebilmek için eşraf tarafından giyilen bir takım giyermiş. Böylece halkın güvenini kazanmak istermiş, çünkü eşraftan olan yalan söylemezmiş. Halk da onu bu kıyafetle görünce sözlerine itimad eder, yalan şehadetlerine inanırmış. Adam bu takımı ile kendisini sâdıklara (doğru söyleyenler) benzetebildiği ve dolayısıyla yalanının sebebi giydiği takımı olduğu için, halk, bu takıma "sevbeyu zûr" (iki yalan elbisesi, yalan takımı) adını vermiştir."

Şu halde, Resûlullah (asm), gösteriş için yalana dayanan sahte davranışları, halk arasında darb-ı mesel olarak yaygınca kullanılan bir tâbirden istifade ederek "yalan takımı giyme"ye benzetivermiştir. 

Ebu Saîd (radıyalahu anh)'den gelen bir rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:

"Halka teşekkürde bulunmayan Allah'a da şükretmez." [Tirmizî, Birr 35, 1955); Ebu Dâvud, Edeb 12, (4811).]

İslâm'ın insanlara olan teşekkür borcunun ödenmesine verdiği ehemmiyeti gösterecek bundan daha veciz ifâde olamaz. Zira burada, insana teşekkür etmek, Allah'a hamdetmeye denk tutulmaktadır.

Kadı İyaz, hadise iki vecihten açıklama getirir:

1. Resûlullah'ın böyle hükmetmesinin sebebi şudur: Kul, Allah'a olan şükrünü, Allah'a itaat ve emirlerini ifa ile eksiksiz olarak yerine getirebilir. Allah'ın emirlerinden biri de Allah'ın nimetlerinin kendine ulaşmasında vasıtalar durumunda olan insanlara teşekkür etmek olunca, bu emre uymayan, Allah'ın kendisine olan nimetlerinin şükrünü ödememiş olur.

2. Tabiatında, insanlardan gelen iyiliklere karşı nankörlük ve teşekkür etmeye kıymet vermemek bulunan bir kimse, nimetleri sebebiyle Allah'a küfran-ı nimette bulunup şükrü terketmeyi de âdet edinir. Öyleyse teşekkürle yakından bağlı bulunan şükrü, Cenab-ı Hak, tek başına kabul etmeyecektir.

Hz. Enes (radıyalahu anh) anlatıyor: "Muharcirler hicretle Medine'ye gelip (Ensar'ın yardımlarını gördükleri) vakit şöyle dediler:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Biz, çok maldan böylesine cömertce veren, az maldan da yardımı böylesne güzel yapan aralarına inmiş bulunduğumuz şu Medinelilerden başka bir kavmi hiç görmedik! Bize bedel işlerimizi yaptılar, hayatımızı düzene koymada yardımcı oldular. Biz (hicret ve ibadetlerimizle kazandığımız) sevapların hepsini onlar alacak diye korkuyoruz!"

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara şu cevabı verdi: 

"Hayır! Onlar sizin dua ve teşekkürlerinizden hâsıl olan sevabı alacaklar." [Tirmizî, Kıyâmet 45, (2489); Ebu Davud, Edeb 12, (4812).]

1. Rivâyetin bir vechinde hadis şöyle başlar: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hicretle Medine'ye gelince (daha önceden hicret etmiş bulunan) Muhacirler, kendisine gelerek şöyle dediler..."

2. Burada dikkat çeken mühim bir husus, Ensâr'ın yardımlarından Muhacirîn'in ne kadar memnun kalmış olduğudur. Zengin olandan da fakir olandan da imkânlarının âzamî ölçüsünde yardım gördükleri ifade edilmektedir. Ev, hurmalık, tarla temini gibi hususlarda Ensar'ın yardımı meşhurdur. Her biri mevcut mallarının yarısını muhacir kardeşine vermiş idi. Ziraat işleri ortak yapılır, elde edilen meyve ve diğer mahsulât paylaşılıyordu. Arada teessüs eden kardeşlik, imandan gelen, Allah'ın rızasına bakan bir kardeşlik olduğu için sözden ibâret değildi, gerçek bir kardeşlikti. Hatta tatbikata  bakılınca kan kardeşliğinden daha ileri bir kardeşlikti. Verâset hakkı da işin içine girince, bu dinî hukukî kalbî bir mahiyet kazanmıştı. İkinci hanımını boşayıp muhacir kardeşine  nikahlama derecesine ulaşan bir  kardeşliği bugün görüp bildiğimiz herhangi bir kardeşliğe benzetebilmemiz mümkün değildir.

İşte beşer hafsalasının almıyacağı, hayal bile edemiyeceği böyle bir yardım karşısında Muhacirler endişeye düşmeye başlarlar: Bizim Allah yolunda hicret ederek, namaz, oruç, sabır, cihad... gibi çeşitli ibadetler yaparak kazandığımız ve kazanacağımız sevaplar hep bunlara gitmesin? Sevaplarımızdan mahrum kalmayalım? Endişelerini Resûlullah'a açarlar.

Bu mürâcaat ve mürâcaatta ifade edilen endişe Ensâr'dan duydukları memnuniyeti dile getirmede en beliğ bir üslubtur, daha eblağını düşünmek mümkün değildir.

3. Teşekkür bahsini ilgilendiren ve teşekkürün ehemmiyetini  belirten husus, hadisin son kısmı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, endişeye düşen Muhacirleri teselli etmek için beyan ettiği hakikattır:

"Size yardım eden Ensar'ın o büyük yardımlarına, sizin teşekkür ve dualarınızdan hasıl olan sevap yetecektir. Diğer hayırlı işlerinizin, ibadetlerinizin sevabı size kalacaktır."

Bu cevapla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mazhar olunan iyilikler mukabilinde, yapılan dua ve teşekkürlerin ehemmiyetini de belirtmiş olmaktadır.

Şârih Tîbî merhum, bu müracat ve sevabı bir başka şekilde yorumlamıştır. Der ki: "Muhacirler, şunu demek istemişlerdir: "Ensar, kendilerini meşakkat ve yorgunluğa atıp rahat ve imkanlara bizi ortak etmekle zaten sevab kazanıyorlar, biz onlara nasıl karşılıkta bulunalım?"

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu görüşe katılmayıp şöyle demiştir:

"Hayır, mesele zannettiğiniz gibi değildir. Siz onlara, yaptıklarına karşılık dua ve teşekkürü ifa ettikçe onların mükâfaatlanmasına sebep olursunuz."

(bk. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi, Teşekkür bahsi)

65 Suizanna, yani töhmet altında kalmaya neden olacak şeyleri yapmak günah mıdır?

“Bir şeye -bilerek- sebep olmak, onu yapmış gibi olur.” kaidesi gereğince, iyi veya kötü bir şeye sebep olmak o işe bir şekilde ortak olmak manasına gelir.

Fakat çoğu zaman insanın kastı, dahli olmadan bir suizanna sebebiyet verebilir. Böyle bir durumdan dolayı o suizancıların vebaline ortak olmaması gerekir.

Hz. Ömer (ra)’in şu sözü de konumuza ışık tutmaktadır:

“Kim kendini töhmet altında kalacak bir konuma sokarsa, kendisine suizanda bulunanları kınamaya hakkı yoktur.” (Kenzu’l-Ummal, h. No. 8815).

Bu demek değildir ki, kişi kendini töhmet altında bırakacak şekle sokması durumunda suizan edenin hiç günahı yoktur. Çünkü, bu töhmet altında bırakmanın çok farklı dereceleri vardır. İslam alimlerinin belirttiğine göre, bir kişinin aleyhine olabilecek emareler %99 olsa ve bir tek ihtimal kişinin lehine olsa, bu durumda suizannetmek günahtır.

Nitekim  “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin.” (Hucurat, 49/12) mealindeki ayette de “zanların bir kısmının günah” olabileceğinden hareketle bütün suizanlara kapı kapatılmıştır. Bu husus, İslam’daki -kötülüğün önünü almak manasına gelen- “sedd-i zerayi” prensibine de uygun düşmektedir.

Hz. Peygamber (a.s.m)’in “Bu benim hanımımdır” diyerek gösterdiği davranış, onun nasıl titiz davrandığını göstermesi yanında, ümmetinin fertlerine de ihtiyatı elden bırakmamalarına dair fiilî bir derstir. Yoksa, töhmete kapı aralayan bir davranışın karşı tarafa suizan yapmasına cevaz verecek bir davranış değildir.(bk. Taberî, İbn Kesir, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Özetlersek; “Suizan” terkibindeki “Zan” kavramı kesin olmayan şey anlamına gelir. Bu sebeple bir konudaki bilgimiz, yüzde yüz olmadığı sürece o konuda suizanda bulunmak hatalı bir zandır. Karşı taraf  yüzde seksen-doksan nispetinde bulunduğu konumuyla buna sebebiyet verse bile, onun hakkında suizannı helal kılmaz.

Son olarak şu hadis-i şerifi de hatırlamakta fayda vardır: Harise b. Nu’man’dan yapılan rivayete göre Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Ümmetim üç şeyden kopamaz; bir şeyi uğursuz saymak, haset etmek ve suizanda bulunmak.”,

Bunun üzerine bir kişi “Yâ Resulellah! Bu durumlarla karşılaşan kimse, bunları nasıl bertaraf edebilir?” diye sordu, O da:

Haset ettiğinde (içinde haset duygusu belirdiğinde), Allah’tan bağışlanmanı iste / tövbe istiğfar et. Bir kimse hakkında suizanda bulunduğunda (suizan duygusuyla karşılaştığında), onu tahakkuk ettirme / zannın doğruymuş gibi bir çizgi takip etme / kişiyi bununla gerçekten mahkum etme. Bir şeyden uğursuzluk çıkarma hissine kapıldığında, hiç oralı olma / o duyguyu göz ardır et ve işine bak.” (İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).

Not: Bu açıklamalara bakıldığında, her ikinizin de -bir açıdan- haklı olduğu ortaya çıkar.

66 Bir kişiye iftira atmak kul hakkı mıdır?

İftira atmak, hem çirkin bir günah hem de kul hakkıdır.

İlave bilgi için tıklayınız:

İFTİRA.

67 Banyo yaparken konuşmak mekruh mudur?

Görebildiğimiz kadarıyla fıkıh ve hadis kaynaklarında, banyo yaparken konuşmamakla ilgili herhangi bir bilgi söz konusu değildir.

Yalnız cenaze arkasında ve helâda konuşmanın mekruh olduğu bilgisi vardır.

Ancak banyoda konuşmanın mekruh olduğu ile igili bilgi bulamadık. Bununla beraber banyo yaparken konuşmamak banyo adabından sayılmıştır.

İLave bilgi için tıklayınız:

Banyo yapma adabı hakkında bilgi verir misiniz?

68 Yapılan yemekleri beğenmemek ve yemek seçmek günah mıdır?

Bazı yemekleri diğerlerinden daha çok sevmek veya bazı yemekleri yememek günah değildir. Ancak yemeği kötülemek doğru değildir.

Peygamberimiz (asm) topluluk içinde beğenmediği yemeği kötülememiş ve kötülenmesini de yasaklamıştır. "Hoşlanmadığını bırak, onu başkasına haram etme.” diyerek başkalarının arzularına saygılı olmak gerektiğini vurgulayıp, yiyeceklerin ziyan olmasını engellemiştir.

Rasûlullah Efendimiz (asm)'in yemekte aradığı başlıca özellik, onların helâl ve temiz oluşu, vücuda yarayışlı olup olmayışıdır. Yemek seçme ve yemeğe kusur bulma âdetleri ise kesinlikle yoktur.

Ebû Hureyre (r.a) der ki:

"Peygamber Efendimiz (asm), hiçbir yemeği katiyyen seçmezlerdi. Önüne konan yemeği, eğer iştahı varsa yer, yoksa yemezlerdi. Özellikle misafir oldukları sırada, kendilerine takdim edilen yemeklerden dolayı, ev sahibinin gönlünü hoş tutmuşlar ve ikram edilen yemekleri son derece sevdiklerini ifâde etmişlerdir."

69 Müslüman'ın Müslüman'a, küfretmesi, sövmesi, lanet etmesi caiz midir?

Cevap 1:

İslam dini her türlü kötülük ve incitmeye karşıdır. Çünkü İslam insanı insan etmeye gayret ediyor. Hakiki insaniyet mertebesine ulaştırır. Bu nedenle İslam, insanı her türlü kemalat ve güzelliğe ulaştıracak emirleri verdiği gibi, her türlü rezillikten ve çirkinlikten uzaklaştıracak fiilleri de yasaklamıştır.

Bu külli kaidelerden hareketle diyebiliriz ki, karşıdaki insanları rencide ve rahatsız eden her türlü fiil günahtır ve haramdır. Çünkü Müslümanları rencide etmek haramdır ve insanı günahkar eder. Hatta kafir bile masum ve hatasız olsa, onu rahatsız etmek İslam dininde yasaktır. Çünkü, Peygamberimiz
(a.s.m) şöyle buyurmuştur:

“Kim bir zımmiye eziyet etse, şüphesiz ben onun hasmıyım / düşmanıyım." (el-Hindî, Kenzu’l-Ummal, IV / 618; el-Camiu’s-Sağîr, I / 1210).

Cevap 2:

Müslümana sövme yasağı ile ilgili hadisler:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak küfürdür." (Buhârî, Îmân 36; Müslim, Îmân 116)

"Hiç kimse, bir başkasına fâsık veya kâfir demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz onu söyleyene döner." (Buhârî, Edeb 44)

Sebbetmek, sövüp saymak, karşısındakini rencide edecek şekilde konuşmak, şerefine, namusuna, dinine, imanına, hasılı insanlık ve Müslümanlık değerlerine söz etmek, saldırıda bulunmak demektir.

Birinci hadiste, iki fiil, iki ayrı terimle değerlendirilmektedir. "Müslümana sövmek (sibab) fâsıklıktır; Müslümanla savaşmak (kıtâl), küfürdür." buyurulmaktadır. Fâsıklık (fısk), hak yoldan sapmaktır. "...Şeytan, rabbinin emrinden çıktı..." (Kehf, 18/50) âyetinde bu mâna açıkça görülmektedir. Binaenaleyh her haktan sapma ve çizgiden çıkma olayı fısk kelimesiyle ifade edilir. Haksız yere Müslümana sövüp saymak işte bu mânada bir fısktır. Fâsık da yoldan çıkmış günahkâr kimse demektir. Müslümanla savaşa (kıtâle) tutuşmak, onu öldürmeye teşebbüs etmek ve mümin olduğu için öldürmek küfürdür.

Hadisi, "Müslüman ile sövüşmek fâsıkların, Müslüman ile kıtâle tutuşmak da kâfirlerin işidir, onlara yakışır. Binaenaleyh böyle bir yola sapanların fısk ve küfür bataklığına düşmelerinden korkulur." şeklinde anlamak ve yorumlamak da mümkündür.

İkinci hadis, başkalarına fısk ve küfür ithamında bulunmanın, "fâsık" ve "kâfir" demenin tehlikesine dikkat çekmektedir. Bu çok kötü ithama maruz kalan kimsede bu haller varsa mesele yoktur. İthamda bulunan doğru söylemiş olduğu için sorumlu olmaz. Fakat itham edilen kişide o haller yoksa, işte o zaman itham, ithamı yapana döner. Yani durup dururken bir Müslümana fâsık veya kâfir diyenin kendisi fâsık veya kâfir durumuna düşer.

Her iki hadis de haksız yere, dini ve imanı konusunda Müslümana laf etmenin, ithamda bulunmanın ve böylece onu rahatsız etmeye kalkışmanın büyük bir vebâl olduğunu çok açık olarak ortaya koymakta, Müslümanları böyle tehlikeli ve günahı çok ağır bir işe girişmekten uzak durmaya çağırmaktadır. Buna göre:

1. Müslümana sövüp saymak, onu öldürmeye kalkışmak fâsık ve kâfirlerin işidir. Böyle bir yola giren Müslümanın da onların durumuna düşmesinden korkulur.

2. Fısk ve küfür ithamında bulunmak, insanı sonuçta aynı ithama maruz bırakabilir.

3. Müslümanları sözle veya fiille veya herhangi bir şekilde haksız yere incitmek ve üzmek haramdır.

4. Müslümanların hadîs-i şerîflerin tesbit ve uyarılarına imkân ölçüsünde uymaları, kendi menfaatleri gereğidir.

Cevap 3:

- Müslümana lanet etmenin hükmü nedir?

Başta, ayetin hükmüyle, "Mü'minler sadece kardeştirler..." (Hucurât, 49/10) Kardeş olan Müslümanların birbirlerine sövmesi şöyle dursun, üç günden fazla küs durmaları, gıybette bulunmaları, birbirleriyle alay etmeleri, kötü lâkap takmaları, hatta birbirlerine sûizan beslemeleri bile ayet ve Hadisi Şeriflerin hükmüyle haram kılınmıştır. (Hucurât Suresi'nin meal ve tefsirine bakılabilir.)

Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurur:

"Birbirinize, Allah'ın laneti, Allah'ın gadabı ve cehennem temennisiyle bedduada bulunmayın." [Ebu Dâvud, Edeb 53, (4906); Tirmizî, Birr 48, (1977)]

"Mü'min ne ta'n edici, ne lanet edici, ne kaba ve çirkin sözlü, ne de hayasızdır." (Tirmizî, Birr 48)

"Lâneti çok yapanlar Kıyamet günü şefaatçi olamazlar, şehid de olamazlar." [Müslim, Birr 85, (2598); Ebu Dâvud, Edeb 53, (4907)]

Lanet edilen o lanete layık değilse, lanet lanet edene döner. Peygamber Efendimize kulak verelim:

"Şunu bilin ki, kim bir şeye haksızlıkla lanet ederse, lanet kendisine döner." [Ebu Dâvud, Edeb 53, (4908); Tirmizî, Birr 48, (1979)]

Sövmenin, lanet etmenin ne kadar çirkin bir şey olduğunu; Müslümanların birbirlerini korumaları, zulüm içinde bırakmamaları, birbirlerinin kusurlarını örtmeleri hakkındaki, Peygamberimiz (asm)'in şu mübarek sözlerinden de çıkarabiliriz:

"Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, rekâbet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah'ın kulları, Allah'ın emrettiği şekilde kardeş olun…"

"Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez (hor görmez)…"

"Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeter…" [Buhari, Nikah 45, Edeb 57, 58, Feraiz 2; Müslim, Birr 28-34, (2563 - 2564); Ebu Dâvud, Edeb 40, 56, (4882, 4917); Tirmizi, Birr 18, (1928)].

Lanet etmek, sövmek, Peygamberimiz (asm)'in dilinde bu kadar tehlikeli bir unsur olarak bildirildiğine göre lanetin ötesindeki şeyler, daha bir tehlike arz etmekte ve o oranda da Allah'ın azabını çekmektedir:

Bir mü'min, hidayetten başka bir şey dilemez

Değil bir Müslümana lanet etmek, bir müşrike bile Peygamber Efendimiz (asm) ciddi bir sebep yokken lanet etmemiş, sövmemiştir.

Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a:

"Ey Allah'ın Resulü! Müşriklere beddua etsen, onları lânetlesen!" denilmişti. Allah Resulü şu cevabı verdi: 

"Ben rahmet olarak gönderildim, lanetleyici olarak değil!" [Müslim, Birr 87, (2597)]

Cevap 4:

Sövenlere, hakaret edenler karşı tavrımız ne olmalıdır?

Her şeyi mahşer adına yaşadığımız ne kadar da kendini gösteriyor, mahşere ne çok malzeme çıkarıyoruz. İnsanlar arası ağız bozukluğundan el bozukluğuna, hakaretten haksızlıklara, nezaketten saygıya her şey, ama her şey mahşer için bulunmaz malzemeler teşkil ediyor.

Müslüman’ın Müslüman’a sövmesi haramdır. İster ilk saldırı niteliğinde, ister cevap niteliğinde, fark etmez, her ikisi de haramdır. Eğer ilk saldırı niteliğinde olursa günahı “kebâir” derecesine çıkar. Peygamber Efendimiz (asm) Müslümanlığı şöyle tanımlıyor:

“Müslüman, Müslüman’ın elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Buhârî, Îman 4, 5, Rikak 26; Müslim, Îman 64-65)

Peygamber Efendimizin (asm) verdiği bir haberde, beşerî ilişkileri bozuk olan ve fakat mahşer gününe namazıyla, orucuyla ve zekâtıyla gelen bir Müslüman’ın orada kaybına sebep olan ve kendisini hayırlı amel bakımından iflâs durumuna getiren sosyal hataları arasında “Müslüman’a sövmesi” de vardır. (Riyâzu’s-Sâlihîn, 218)

Konuyla ilgili olarak Allah Resûlü (asm) şöyle konuşuyor:

* “Biri sana dil uzatır ve sende olmayan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onu sahip olduğu kusurla dahi ayıplama. Onu, günahı kendine, sevabı sana olduğu halde terk et. Kimseye asla sövme.” (Câmiü’s-Sağîr, 1/66)

* “Allah’ın mü’min kulu kızdığında zulmetmez. Sevdiği kişi için günaha girmez. Kendisine emanet edilen şeyi zayi etmez. Haset etmez. Başkasının şerefini lekelemez. Etrafına sövüp saymaz. Şahidi bulunmasa da üzerindeki hakkı itiraf eder. Başkasına kötü lâkap takmaz.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/1375)

* “Dikkat ediniz! Mü’mini öldürmek kâfirlerin vasfıdır. Mü’mine sövmek fâsıkların vasfıdır. Bir mü’minin, kardeşini üç günden fazla konuşmayarak terk etmesi helâl değildir.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/1435)

* “Müslüman’ı öldürmek kâfire yakışır. Müslüman’a sövmek günahtır." (Câmiü’s-Sağîr, 3/2912)

* “Bir kişinin Müslüman’ın şerefine dil uzatması büyük günahlardandır. Bir sövmeye iki sövme ile karşılık vermek büyük günahlardandır.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/3491)

* “Birbiriyle sövüşen iki kimsenin söyledikleri şeylerin günahı, kendisine sövülen haddi aşmadığı sürece ilk sövmeye başlayan kimse üzerinedir.” (Müslim, Birr, 68)

Demek haddi aşmak yok. Öyleyse;

1. Sövmeyi başlatan taraf olmamalıyız.

2. Karşı taraf sövmeyi başlatan taraf olursa, mümkünse sabretmeli ve onun aşağılık seviyesine inmemeli. Allah’a havale etmeli. Allah’ın adaletinin hak olduğunu unutmamalı.

3. Karşılık vermediğimizde, karşı tarafın pişman olacağı ve özür dileyeceği hesaba katılmalı. Bu durumda onun işi bizim elimizde olacaktır. Eğer onu affedersek, mahşerde karşımıza çıkmaktan onu kurtarmış oluruz. Eğer hakkımızı helâl etmez isek, özür dilemiş olsa bile hakkımızı bir gün muhakkak alırız. Veya biz bilmesek de, Allah (cc) bizim hakkımızı ondan alır. Bize de barışı bozmamak için başardığımız istikametten ve vakardan dolayı sevap ve rızasını lütfeder.

4. Eğer kendimize hâkim olamamış isek, bu defa bir fazlasıyla değil -çünkü bu zulme girer- aynıyla iade etmekten öteye geçmemeli.

5. Tam bu esnada şeytanın çok şiddetli telkinleri kulaklarımızda yankılanır. Şeytan gözümüzü döndürür. Zulmetmekten Allah’a sığınmalıyız.

6. Halkın tahrikleri ile şeytanın telkinleri ne acıdır ki, bu noktada birleşmektedir. Asla, asla, asla kulak vermemeliyiz.

Eğer kötü sözü veya dil belâsını başlatan taraf karşı tarafsa, aynıyla iâde hakkımız var. Fakat bu durumda da bu meseleden mahşere bir hak kalmadığını, çünkü kötü sözünü kendisine aynıyla iade etmek sûretiyle hakkımızı aldığımızı unutmamalıyız.

70 Ezan okunurken müziğin sesini kısmamak günah mıdır?

Ezan okunurken ona saygı göstermek gerekir. Bu bakımdan ezan okunurken bilerek müziğin sesini kapatmamak ezana saygısızlık olacağından caiz değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Ezan okunurken sohbet yapmak veya Kuran okumak caiz mi?

71 Eşcinsellere karşı yaklaşımımız nasıl olmalı? Onları toplumdan dışlamalı mıyız, yoksa herkese nasıl davranıyorsak onlara da öyle mi davranmalıyız?

Bu meyilden dolayı günah işlenmiş olmaz. Ancak bu meylin fiile dönüştürülmemesi gerekir. Psikolojik tedaviyle veya evlilik yaparak bunun önüne geçilebilir.

Ünlü bir şarkıcımızın ‘şüpheli’ fotoğraflarının medyada yayınlanması ve cinsel tercihinin tartışılmaya başlanması, geçen ayın en flaş olaylarından biriydi. Bu durumda, bir psikiyatrist olarak eşcinsellik (homoseksüellik) üzerine yazmak, sanırım şart oldu.

Her fırsatta "Erkek milletiz" diye övünürüz ama, bu problem aslında ülkemizde öteden beri gizliden gizliye yaşanan, sargıların altında kanayan bir yaradır; bilen bilir. İşte bu yara ‘star,’ ‘ilah(!)’ vs. diye tanıtılan bir şarkıcı vesilesiyle açığa çıkınca, toplum olarak birden irkildik tabiî. Oysa biz sadece hakemleri öyle sanırdık; bir de, elin gavurunu... Bizi tatlı gaflet uykumuzdan uyandırmanın ne âlemi vardı ki?

Böylesi yazılara problemin tarihçesi ile başlamak adettir esasında. Ne var ki, Kur’ân sayesinde, bu problemin Lût kavminden beri var olduğunu hepimiz zaten biliyoruz. Bu noktada dikkat çekici olan, çoğumuzun üzerinde konuşmayı bile ayıp saydığı bu konuda Kur’ân’da o derece çok ve açık ifadelerin bulunmasıdır. Meraklıları Hûd, Hicr, Şuarâ, Neml ve Ankebût sûrelerine havale ediyorum. Kur’ân, Lût kavmi örneğinde kendisine temas ettiğine göre, demek ki, bu problem ‘Lût kavmi kadar eski, yok farz edilmeyecek kadar önemli, zinadan bile çirkin, ama herhangi bir insanî yanılgı kadar da konuşulabilir’ imiş.

Problemin yaygınlığı konusunda rivayetler muhtelif. Bu konuda araştırma yapmaya sadece Batı ülkelerinde cesaret edilmiş. Orada çıkan yüzdeler bile hayli çelişkili. Erkeklerde yüzde bir yaygınlıktadır diyen yayınlar da var, oranı yüzde beş olarak bulanlar da. Anlaşılan, o ‘özgür ve hoşgörülü’ ülkelerde bile bu yönelim rahat, doğru ve tutarlı biçimde ifade edilmiyor. Araştırmadan araştırmaya bu denli rakam oynamaları başka nasıl açıklanır ki? Demek ki, yapılana ‘özgürlük’ adına alkış tutanların zıddına, oralarda bile ‘yapanlar’ın çoğu yaptıklarından utanıyor aslında. Anlamlı, değil mi?

Peki, neden böyle birşey oluyor? Böylesi bir cinsel sapma neden ve nasıl yaşanıyor?

İlave bilgi için tıklayınız:

Eşcinsellik, erkeğin erkeğe ilgi duyması durumunda, alınması gereken tedbirler nelerdir? Eşcinsellikle ilgili dini hüküm nedir?

72 Haset nedir, zararları nelerdir?

Fudayl bin İyaz’ın, 

“Mü’min gıpta eder, münafık haset eder.” 

buyurur. Bu söz bizim için hem güzel bir ölçü hem de büyük bir tehdit içerir. Bir insan, bir başkasının nâil olduğu maddî veya manevî bir ihsana kendisinin de erişmesini arzu edebilir. Bu haset değil gıptadır. Hasette ise, haset edilen şahıstan o ihsanın mutlaka geri alınması arzu edilir. Yani, zengin komşusuna haset eden adamın temel hedefi, kendisinin zengin olması değil, komşusunun fakir olmasıdır. Bu ise, ancak münafıklara yakışacak kadar aşağı ve bayağı bir düşüncedir.

Bununla beraber, bu güzel sözü yanlış yorumlayarak, haset edenlere hemen münafık damgası vurmak elbette doğru değil.

Çünkü münafığın tarifi açık: Münafık, gerçekte iman etmediği hâlde iman etmiş gözüken kimsedir. Haset eden bir mü’mine, bu mânâda, münafık demek mümkün değildir. O hâlde bu sözü, “Sakın haset etmeyiniz, zira bu ancak münafıklara yakışan alçak bir sıfattır.” şeklinde anlamamız gerekir.

Haset hastalığına tutularak, kendi kaybına değil de başkalarının kazancına üzülen bir insan, ticaret bilmezliğin en ileri örneğini sergiler.

Hasetten kurtuluş için Bediüzzaman Hazretleri’nin bir tavsiyesi var: 

“Hasit adam haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattir.”(Mektûbat)

Haset hastalığının temelinde, haset edilen kimseyi ve onun elindeki dünya nimetlerini ebedî zannetme gafleti yatar. Akıl planında, gerçeğin böyle olmadığını herkes bilir; ama, hissiyat hükmünü icra etti mi, zavallı akla kıvranmaktan öte bir şey kalmaz.

Bir asır sonra bütün haset edenler ve edilenler gibi, hasede konu olan mevki ve makamlar, servet ve devletler de başka insanların eline geçecekler; bir süre de onları oyalayacak ve hiçbirine gerçek yâr olmadan, bir başka gruba intikal edecekler.

Hasedin bir de kadere itiraz yönü var.

“Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?” (Nisa, 4/54)

Âyet-i kerimede, “Allah’ın lütfundan verdiği” şeklinde çok hikmetli bir kayıt var. Bu kayıttan hareketle müfessirlerimiz, meşru olmayan kazançlara haset edilebileceğini belirtmişler ve “Vurguncunun elindeki malın gitmesini temenni etmek haset değil, gayrettir, adalettir.” demişler.

Buna göre bir adam hırsızlık ederek zengin olsa, o malın ondan alınmasını arzu etmek haset değildir. Haset; “Allah’ın lütfuyla verdiği” meşru servet, makam yahut fazileti çekememektir. Bunların, bir müminden alınmasını arzu etmek ise, kaderi tenkit ve rahmete itiraz mânâsı taşır.

Bir insan düşünelim: Belli bir nimete ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiş, meşru dairede çalışmış, fiilî ve kavlî duasını yaptıktan sonra Rabbinin rahmetini, inayetini gözlemeye başlamıştır. Bu insana yapılan İlâhî lütuf karşısında mü’mine düşen vazife, o nimete kendisi nâil olmuş gibi sevinmektir. Kadere iman da İslâm kardeşliği de bunu gerektirir.

73 Misafir on kısmetle gelir, birini yer dokuzunu bırakır, anlamına gelen bir hadis var mıdır?

Bu söz, bir atasözüdür. Fakat buna yakın bir mana ifade eden bazı hadis rivayetlerinden istifade edilerek söylenmiş olduğunu düşünüyoruz.

Nitekim bir hadis-i şerifte, şu ifadelere yer verilmiştir:

“Misafir, rızkıyla gelir, ev sahiplerinin günahlarının affedilmesine vesile olarak çıkıp gider.” (Aclûnî, 1/88,  2/36).

Sehavî, Deylemî’nin rivayet ettiği bu hadis senedinin zayıf olduğunu, ancak (şevahid denilen) diğer bazı rivayetlerle desteklendiğini ifade ederek, sahih olabileceğine işaret etmiştir.(el-Makasidu’l-hasene-şamile-1/21).

"Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin!" (Buhârî, Edeb, 85; Müslim, Îmân, 74)

buyuran Peygamberimiz (asm), ayrıca misafire ikramda bulunan bir ev halkına hayır ve bereketin çok hızlı bir şekilde ulaştığını bildirmiştir. (İbn-i Mâce, Eti'me, 55)

İmkanı bulunduğu halde bu işten içtinap edenleri ise:

"Misafir ağırlamak istemeyen kimsede hayır yoktur." (İbn-i Hanbel, IV, 155)

meâlindeki hadisleriyle uyarmıştır.

Bir hadis-i şerifte de yolcunun (misafirin) duası, kabul edilmesi kesin olan dualar arasında zikredilmektedir. (Ebû Dâvûd, Vitr, 29; Tirmizî, Deavât, 47)

Bir Müslüman her konuda,

"...Onlar ihtiyaç içinde kıvransalar dahi mü'min kardeşlerini kendilerine tercih ederler..." [(Haşr 59/9; Buhârî, Tefsîr, (59), 6]

ayetinde işaret edilen özelliğe sahip olmaya çalışmalıdır.

Gerek Efendimiz (asm)'in sözlü beyanlarından, gerekse uygulamalarından anlıyoruz ki, Müslümanlar için misafire izzet ve ikram çok önemli bir ahlâkî prensiptir. Halkımız arasında yaygın olan "Tanrı misafiri" sözü, aziz milletimizin Resûl-i Ekrem (asm)'in sünnetine ittibaen misafire verdiği değeri, ona gösterdiği itibarı ortaya koymaktadır.

74 Kötü alışkanlıklar nedir?

Dinimizce günah sayılan haller, kötü alışkanlıklar olarak değerlendirilebilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Büyük günahlar, yedi kebair nelerdir?

75 Günah işleyenleri veya gayri müslimleri küçümsemek ve aşağılayıcı hitaplarda bulunmak caiz midir?

Bu soruyu cevaplarken, işlediği günahlarla övünen ve bunlardan pişmanlık duymayanların konumuz dışında olduğunu hemen belirtelim. Asıl mevzumuz, inandığı halde bu tür günahlara düşen ve onlardan pişmanlık duyanlardır.

Ehl-i sünnetin dışında kalan Mutezile mezhebi ve haricilerin bir kısmı, “büyük günah işleyenlerin kâfir olacağını veya imanla küfür ortasında kalacağını” söyler ve bunu şöyle izah etmeye çalışırlar:

“Büyük günahlardan birini işleyen bir müminin imanı gider. Çünkü Cenab-ı Hakk'a inanan ve cehennemi tasdik eden birinin büyük günah işlemesi mümkün değildir. Dünyada hapse düşme korkusuyla kendini kanun dışı yollardan koruyan birinin, ebedi bir cehennem azabını ve Cenab-ı Hakk'ın gadabını düşünmeyerek büyük günahları işlemesi, elbette onun imansızlığına delalet eder.”

İlk bakışta doğru gibi görünen bu hüküm, insanın yaradılışını bilmeyen sakat bir düşüncenin mahsulüdür. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu sorunun cevabını Lem'alar adlı eserinde şu şekilde vermektedir:

“... İnsanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı (el altında bulunan hazır bir lezzeti), ileride gayet büyük bir mükafata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azab-ı müecceleden (sonradan gelecek, tehir edilmiş bir azaptan) ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor. Belki, inkar ediyorlar. Nefs dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlup oluyorlar."

"Şu halde; kebairi (büyük günahları) işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle, akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.” (Lem'alar, On Üçüncü Lem'a)

Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi, insanın yaradılışında cennetin akıl almaz lezzetlerini çok ötelerde görmesi ve bu yüzden onları ikinci plana atıp, hemen eli altındaki günah lezzetlerine meyletmesi gibi bir özellik vardır. Çok acıktığı için kendisini en yakın lokantaya atan bir adamın, ısmarladığı iki porsiyonluk döner 10-15 dakika gecikeceği için hemen eli altında bulunan kuru ekmeği kemirmeye başlaması ve midesinin yarısını onunla doldurması, bu sırdandır.

Yine Bediüzzaman'ın dediği gibi, insan bir ay sonra gireceği bir hücre hapsinden çok, hemen yemek üzere olduğu bir tokattan korkar. Yani bu hissiyata göre cehennem azabı, onun için çok uzaktır ve Allah da zaten affedicidir.

İşte insan, bu mülahazalarla 'imanlı olmasına rağmen, günahlara meyleder ve nefsinin de desteklemesiyle içine düşebilir. Evet büyük günahları işlemek, imansızlıktan gelmez. Fakat o günahlar, tövbe ile hemen imha edilmezse, insanı imansızlığa götürebilir. Bu konuda yine Bediüzzaman'ı dinleyelim:

“Günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra, ta nur-u imanı (iman nurunu) çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre (Allah'ı inkara) gidecek bir yol var. O günah, istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor...” (Lem'alar, İkinci Lem'a.)

Demek ki büyük günah işleyen müminler kâfir olmayacağı için, onlara kâfir damgasını vurmak veya onları aşağılayıcı sözler sarfetmek doğru değildir. Mümin elmas gibidir. Kirlenen elması hemen temizleyerek eski haline getirmeye gayret etmemiz gerekir. Yani günaha bulaşan bir mümini dışlama yerine ona destek olup bu günahından temizlenmesine yardımcı olmak gerekir.

Kâfirlerin ise kâfirlik özelliklerini sevmeyebiliriz. Ancak onlarda insan olması hasebiyle onları alaya almak doğru bir davranış değildir. Küfrünü sevmeyeceğiz. Anncak insanlık yönünü sevmemiz gerekir.

İslam dini her türlü kötülük ve incitmeye karşıdır. Çünkü, İslam insanı insan etmeye gayret ediyor. Hakiki insaniyet mertebesine ulaştırır. Bu nedenle İslam, insanı her türlü kemalat ve güzelliğe ulaştıracak emirleri verdiği gibi, her türlü rezillikten ve çirkinlikten uzaklaştıracak fiilleri de yasaklamıştır.

Bu külli kaidelerden hareketle diyebiliriz ki, küfür ve sövme dediğimiz karşıdaki insanları rencide ve rahatsız eden her türlü fiil günahtır ve haramdır. Çünkü Müslümanları rencide etmek haramdır ve insanı günahkâr eder. Hatta kâfir bile masum ve hatasız olsa, onu rahatsız etmek İslam dininde yasaktır. Çünkü, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: 

"Kim bir zımmiye eziyet etse, şüphesiz ben onun hasmıyım / düşmanıyım."(el-Hindî, Kenzu’l-Ummal, IV / 618; el-Camiu’s-Sağîr, I / 1210)

76 İnternetten kitap indirmek caiz midir?

Sorunuzun cevabı için tıklayınız:

Korsan cd veya kitapları almak kul hakkına giriyor mu?

77 "Şahsınıza yapılan kötülüğü affedin, milletinize yapılanı affetmeyin." sözünü nasıl anlamlı?

İnsanın kendi şahsına karşı yapılan haksızlığın boyutu ne olursa olsun, affetmek güzel bir davranıştır ve büyük sevabı vardır. Hz. Ali (ra), millet kelimesiyle hem Müslümanları, hem de İslam dinini kastetmiş olabilir. Buna göre, dince kutsal sayılan şeylere saldıranları hoş görmek, aynı zamanda dini hafife almak gibi bir sakıncayı beraberinde getirir.

- Kişinin ırzına, namusuna karşı yapılan saldırıların İslam’daki cezası belli olduğundan, bunun hükmünü âdil yargıçların adaletine bırakmak gerekir. Bu konuda da niyet çok önemlidir. Korkaklığından sesini çıkarmamak ile Allah rızasını gözetmek için sesini çıkarmamak arasında dağlar kadar fark vardır.

Hissiyatımızı, dinî hükümlerin önüne çıkartmazsak, dinî olan ve olmayan kötülüklerin ayırmakta zorluk çekmeyeceğimizi düşünüyoruz.

78 Hz Ali'nin, “Haksızlığın önünde eğilmeyin." sözü ile Hz. Muhammed’in, “Haklı bile olsa münakaşayı terk eden kimseye cennetin kenarında bir köşkü garanti ediyorum.” ifadesinden maksat nedir?

Haksızlığın önünde eğilmek, kişinin korkaklığından, âcizliğinden ötürü hakkı savunmaktan geri durması, susması manasına gelir. Bu ise şu hadisin emrine aykırıdır:

“Sizden bir kimse, münkeri / kötülüğü gördüğü zaman, onu eliyle defetsin. Buna güçü yetmezse diliyle onu defetmeye çalışsın. Buna da gücü yetmezse kalbiyle ona / o çirkin işe buğz etsin. İmanın en zayıf mertebesi budur.” (Müslim, İman, 78).

İşte Hz. Ali (ra) böyle bir duruma düşmenin yanlışlığına dikkat çekmiştir. Şüphesiz hadiste yer alan “kötülüğü defetme” emri de mutlak değil kayıtlıdır, şartlara bağlıdır. Bir haksızlığı ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek, daha büyük bir haksızlığın yapılmasına imkân verecekse, böyle bir haksızlığı ortadan kaldırmak vacip olmaktan çıkar haram olmaya başlar. Bu konuda “Her söylediğin doğru olmalı, ama her doğruyu söylemek doğru değildir.” prensibi önem arz etmektedir.

Hadiste ise, cedelleşmeye, münakaşaya dayalı bir ortamın hakka hizmet etmeyeceğine, hakkın ortaya çıkmasına katkı sağlamayacağına dikkat çekilmiştir. İlgili hadis için (bk. Zevaid, 1/157; Kenzu’l-Ummal, 3/644).

İlmî münazaradaki fikir alışverişinden hakikat doğar. Ancak, hissî münakaşadan, cedelleşmeden hakikat değil, benlik ve enaniyet ateşinin kıvılcımları ortalığı kavurmaya başlar. Münakaşada taraflar hakkın hatırını saymak yerine kendi egolarının hatırlarını üstün tutarlar. Karşı tarafta elmas bulunsa onun gözünde kömür olur. Bütün maksat karşı tarafı yenmek olur. Hakka, hakikate taraftar olmak yerine, kömür de olsa kendi sözlerinin elmas kabul edilmesine gayret eder. Allah’ın rızası yerine nefsin rızası esas alınır. Hadiste -dolaylı olarak- bu gerçeğin altı çizilmiştir.

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, hadis ile Hz. Ali (ra)’in sözleri arasında bir çelişki yoktur. Hedefleri ayrı, makamları farklı hakikatlerdir. Çünkü, “Her makamın bir makalı vardır = Her yerin kendine yakışan bir söz hakkı vardır.”

Hadisin hedefinde insanları kibirden, büyüklük taslamaktan, egoyu tatmin etmekten, karşı tarafa demagoji, cerbeze ile haksızlık yapmaktan men etmek vardır.

Hz. Ali (ra)’in hedefinde ise, kişileri zillete düşmekten, alçaklığa razı olmaktan, zulme boyun eğmekten, karşı tarafın kibir ve gururuna karşı tezellül ve alçaklık konuma düşmekten  uzaklaştırmak vardır.

79 İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak ve onlara iyilik yapmanın önemi nedir?

Bir Müslümanın başkalarına zarar vermemesi, herkese iyilik yapması en önemli ahlâkî görevlerindendir. Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kişidir." (Buhârî İmân, 3-4; Müslim, İman, 64-66).

"Allah katında dostların en iyisi arkadaşına, komşuların en iyisi de komşusuna en iyi davrananıdır." (Buhârî, İman, 31; Tirmizî, Birr, 28)

 Mümin, devamlı iyilik yapma fırsatlarını kollayan, böyle bir fırsat ele geçince de hiç vakit kaybetmeden iyilikte bulunan, kendisini iyilik yapma düşüncesine adamış insan demektir. Hatta ona göre iyilik sadece insana değil, hayvana veya bitkiye de yapılabilir. Bu anlamda acıkan bir hayvana yiyecek vermek, kurumaya yüz tutmuş bir ağacı sulamak da birer iyiliktir.

 Peygamber Efendimiz (s.a.s.) hayvanlara yapılan iyilik ve kötülüğe şu iki örneği vermektedir:

“Allah (c.c.) bir köpek yüzünden, ahlâksız bir kadını affedip cennetine aldı. Köpek bir kuyunun başında, susuzluktan dili sarkmış bir vaziyette soluyup duruyordu. Tam o esnada oradan geçmekte olan bu kadın, köpeğin hâlini görünce dayanamadı. Hemen belinden kemerini çıkarıp ayakkabısına bağladı, bununla kuyudan su çıkarıp köpeğe içirdi, böylece köpek ölümden kurtuldu. İşte bu kadının bir köpeğe karşı bu davranışı onun affına vesile oldu ve Allah (c.c.), onu cennetine koydu." (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm, 153-155)

 Aksi kutupta ikinci örneği de Allah Rasûlü şöyle anlatıyor:

"Bir kadın bir kedi yüzünden cehenneme girdi. Ne o kediye yedirdi içirdi ne de salıverdi ki dışarıda avlansın. Ve kedi açlıktan öldü. O kadın da bu yüzden cehenneme girdi." (Buhârî, Müsâkât, 9; Müslim, Selâm, 151-152)

 Eşref-i mahlûkat olan insana yapılan iyilik ise, diğer varlıklara karşı yapılan iyiliklerle kıyaslanamayacak kadar kıymetli ve üstündür. Bir ayette iyilik yapılacak kişiler önem derecesine göre şöyle sıralanmaktadır:

"Allah’a kulluk edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere, düşkünlere, yakın ve uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve size hizmet eden kimselere iyilik edin. Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez." (Nisa, 4/36)

Ayete dikkatle bakıldığında, Allah’a inanmak ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayıp samimiyet ile ibadet etmek nazara verildikten sonra, toplumun tamamını kapsayacak şekilde geniş bir daireye iyilik yapmamız emrediliyor. Önce anne-babaya iyilikle muamele etmek, akrabalara ihsanda bulunmak, yetimleri ve yoksulları görüp gözetmek sıralanıyor. Sonra, evi yakın olan veya akrabadan olan yakın komşuya iyilik ve evi uzak olan veya akrabadan olmayan ya da Müslüman olmayan uzak komşuya iyilik zikrediliyor.

Merhum Elmalılı, bu ayeti tefsir ederken komşuyla ilgili bölümünde şu hadis-i şerifi hatırlatır:

"Komşu üç kısma ayrılır. Birincisi, komşu akraba ve Müslüman ise üç hakkı vardır; komşuluk hakkı, akrabalık hakkı ve İslâmiyet hakkı. İkincisi, akraba değilse iki hakkı vardır; komşuluk hakkı ve İslâmiyet hakkı. Üçüncüsünün ise bir hakkı vardır; komşuluk hakkı ki, bu Hıristiyan, Yahudi ve müşrik komşudur."

Demek ki, komşu başka dinden veya dinsiz de olsa, ona iyilik yapmak bir komşuluk hakkıdır. Dünyanın her yerinde ve her ortamda geçerliliği olan en güzel iyilik ise, müminin sahip olduğu güzellikleri hakkıyla ve kendisine yakışır şekilde temsil etmesi, bu iyilik ve güzellikleri şahsî hayatında, ailevî hayatında ve toplumsal hayatta göstermesidir. Ayette daha sonra dost ve arkadaşlara iyilik emrediliyor ki, en yakın dost ve arkadaşımız eşimizdir. Nitekim ona hayat arkadaşı denilmiştir. Eşimizden sonra diğer dostlarımız ve arkadaşlarımız gelmektedir.

 Bilindiği gibi akrabalar arasındaki her türlü iyilik, 'sıla-i rahim' tabiriyle ifade edilmiştir. Sıla-i rahim, tatlı sözlü, güler yüzlü olmaktan selâmlaşmaya, hâl-hatır sormaktan insanlar hakkında iyi dileklerde bulunmaya, ziyaretlerine gitmekten ihtiyaçlarını görmeye, dertlerini paylaşmaktan malî yardımda bulunmaya kadar pek çok iyilik ve ihsanı ihtiva eder. Hususiyle günümüzde bu iyilik ve ihsan yolları neredeyse unutulmuş ve akrabalık bağları bütün bütün koparılmıştır.

Maalesef, artık anne-babalar, nine ve dedeler biraz yaşlanıp elden ayaktan düşünce, kendilerini düşkünler evinde buluyorlar. Buralara "Huzur evi" adı verilmektedir. Ancak insan, çocuklarının olmadığı, torunlarının bulunmadığı, ne ihtimamla büyüttüğü yavrularını sevemediği, onlara bakıp bakıp "Ben de bir anneyim, bir babayım!" diyemediği, kendine sevgi ve hürmetle bakan yakınlarını göremediği, onun için sofraya bir tabağın konmadığı ve çoğu zaman aranıp sorulmadığı bir yerde ne kadar huzurlu olur ki! Biz kendi kafamızda mevhum bir huzur tasarlamışız; orada huzur var demiş âdeta diretmişiz. Onları da bizim var olduğunu sandığımız huzuru duymaları için zorlayıp durmaktayız. "Ne güzel yiyip içip yatıyorlar, daha ne olacaktı ki?" der gibi bir hâlimiz var. Oysa insan, yiyip içen, yan gelip yatan ve bu şekilde huzuru yakalayabilen bir mahlûk değildir. İnsan, çevresine alâka duyan, tabiata açık bir fıtratı bulunan, evlât ve torunlarıyla, hatta torunlarının torunlarıyla bile münasebeti olan bir varlıktır. Fakat maalesef, biz bugün onu, yeme, içme ve uyumaya hapsetmiş durumdayız.

Bu kurumlar elbette içimizden bazıları için bir ihtiyaçtır, gerekliliktir. Kendilerini evinde ocağında tutacak bir bağı kalmayanlar için huzur evidir. Ama yaşlılarını evden uzaklaştıranlar bu durumun onlar için gerçekten huzur olup olmadığını tekrar düşünmelidirler.

Yukarıda verdiğimiz ayetin sonunda, iyilik yapacağımız diğer bir grup olarak yolda kalmış kişiler nazara verilmektedir. Ayetin Arapça'sında geçen 'ibn sebil' kelimesi, hem yolda kalmışları hem de evimize misafir olarak gelen kişileri kapsar. Ayet son olarak kölelere iyilik yapmayı emrediyor. Ancak Allah'a şükür ki, bu gün kölelik bulunmamaktadır.

Kısacası, ayete etraflı bir bakış açısıyla anlam verdiğimizde, dini, dili, ırkı ve kültürü ne olursa olsun, âdeta bütün insanlara iyilik yapmamız gerektiğini söylememiz mümkündür. Aslında bizler, kendisine düşmanlık edenlere bile iyilik yapma fırsatı kollayan, böylece onu yaptığı kötülüğe karşılık cezalandırmak yerine, yaptığını düşünmeye ve pişman olup iyilik yoluna dönmeye sevk eden anlayışı, bu ve benzeri ayetlerden almışız.

İyiliğin Ruhu: Allah Rızası

Allah, her insanın içine iyilik yapma hissini yerleştirmiştir. Bu itibarla da her ferdin içinde iyilik yapma hissi potansiyel olarak vardır. Bu insan fıtratının bir gereğidir. Ancak Allah’ın herkesin içine yerleştirdiği iyilik yapma hissinden kaynaklanan bir iyilik ile Cenâb-ı Hakk’ı tefekkür etme mülâhazasıyla yapılan bir iyilik arasında fazilet açısından önemli bir fark vardır. Nasıl, severken veya kızarken Allah için yapmak gerekiyor; öyle de iyiliği Allah için yapmak mümine daha fazla sevap kazandıracak ve aynı zamanda bu niyet ile iyilik yapmak, amellere ayrı bir derinlik de katacaktır.

Meseleyi bir misal ile müşahhaslaştıralım: Mümin, zor durumda kalmış bir karıncayı, özünde potansiyel olarak mevcut olan iyilik yapmak düşüncesiyle, içinde bulunduğu o zor durumdan kurtarabilir. Bunun sevap olmadığını söylemek mümkün değildir. Ancak bu işi, "benim içimde böyle bir iyilik yapma düşüncesi var. Ama Allah’ım, bunu sırf Senin rızanı kazanmak için yapıyorum." duygu ve düşüncesi ile yapmak, iyilik yapmaya ayrı bir derinlik kazandırır. Öyle ise yapılacak iyilikte taşıdığımız niyet, o iyiliğin ruhudur; nitekim diğer bütün ibadetlerimiz için de bu böyledir. Bu duruma ihlâs adı da verilmiştir.

Sözlerimizi, Allah'ın geniş rahmetini ve iyi niyeti dile getiren bir hadisle bitirelim:

"Şüphesiz ki, Allah iyilikleri ve kötülükleri yazmış sonra onları beyan etmiştir. İmdi kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa, Allah onu kendi katında tam bir hasene olarak yazar. O hayırlı işi yapmaya niyet eder de yaparsa, Allah (c.c.) onu on kattan yedi yüz kata ve daha pek çok katlayarak hasenat yazar. Şayet bir kötülük yapmak ister de yapmazsa, Allah onu nezd-i ulûhiyetinde tam bir hasene olarak yazar. O kötülüğü yapmak ister de yaparsa, Allah onu bir tek seyyie olarak yazar." (Buhârî, Rikak, 31; Müslim, İman, 207)

Not: Bu yazı, Diyanet Avrupa Aylık Dergi 2008 Haziran sayısından alınmıştır.
Doç. Dr. Mustafa Ünver, 19 Mayıs Üniv. İlahiyat Fak.

80 Tul-i emel nedir?

Günlük hayatımızı şöyle bir gözden geçirelim:

- Neler hayatımızda önemli?
- Hangi değerler için yaşıyoruz?
- Neyin peşinde koşuyoruz?

Aslında bu soruların "Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?" şeklinde ifade edilen en temel sorularla birlikte düşünülmesi gerekiyor.

İnsanın kendini tanımlaması gerçekten çok önemlidir. "Kendi" tanımı aslında hayatın ve varlığın tanımıdır. Çünkü, her insan kendi aleminin merkezi ve direğidir. Varlık, onda yansıyor ve onun ayinesine göre anlamlanıp renkleniyor. İnsanın ruh hali, mizacı, hatta psikolojisindeki günlük değişimler bile varlığa bakışını, eşyayı algılayışını etkiliyor. Üzüntülü insan bütün varlıkları matem halinde algılarken, neşeli insan çevresini ve bütün varlıkları bir şenlik ortamında algılıyor. "Depresyon"daki bir insan için hayat ve içindekiler büyük bir karamsarlık ortamındayken, "mani"deki (aşırı ve taşkın bir halde olan) insan için her şey canlı ve heyecanlı, varlık büyük bir neşe içindedir.

Menfaatleri takip için kuvve-i şeheviye, tehlikelerden korunmak için kuvve-i gadabiye ve iyi-kötü ayırımını yapabilmek için kuvve-i akliyenin dayanaklığı ile ayakta kalabilen benliğin iç alemimizde tanımı ve bize yansıttıkları, aslında varlığı tanımladığımız değer yargılarını oluşturuyor. Bu kuvvelerin vasatında yani iffet, şecaat ve hikmetten geçen yolda insan dengeli bir benlik ve varlık tanımına ulaşabiliyor. Bu tanımda "ben"in ve "varlık"ın Yaratan ile bağlantısının kurulduğu nispette değer yargıları ölçülü ve dengeli oluşuyor.

Evet, hayatımızda neler önemli? Kazanmak istediğimiz ve istikbalimizi üzerine inşa edebileceğimizi düşündüğümüz okul mu? Almayı düşündüğümüz yeni model araba mı? Milyarlarca lira masraf edip, ustalarla uğraşmaktan bıktığımız, bir türlü istediğimiz şekilde adam edemediğimiz ev mi? Yağacağımız yeni yatırım mı? Ekonomik kriz mi? Ozon tabakasının delinmesi mi? Ya da kendi dar dünyamızın dışına çıkamayan varlıklar arası bağlantıdan kaynaklanan başka bir problem mi?

Yalnızca bu tür problemler için mi yaşıyoruz? Eğer öyle ise bütün bu şeyleri elde etmiş, ama ölüm ile hepsi elinden çıkmış ve elde ettiği hiçbir dünyevi değerin kendisine faydası olmayan bir zenginin, hayatının anlamı neydi? Yoksa sık sık söylendiği gibi "Hayat boş!" muydu?

Peşinde koştuğumuz değerler madde ve dünyanın ötesine geçmiyorsa, evet hayat boş! Çünkü varlığın ve hayatın içini ancak Yaratan, Rahmanurrahim doldurabilir. Onun olmadığı her yer, her şey en azından bizim alemimizde boş ve anlamsızdır. Hayatın devamı süresince belki oyalayıcı bir anlam ifade edebiliyor, ama ölümle o da elden gidiyor. Peşinde koştuğumuz heveslerin, arzuların, sonu gelmeyen isteklerin hiçbir anlamı kalmıyor. Zaten o bitmez isteklerin bittiği nokta genellikle kabir olmaktadır. O yüzden tamamıyla dünya eksenli bir hayatın, mal ve mülk hevesinin ve neticesi riya olan şöhret hırsının temelini oluşturan tûl-i emel hastalığına çare rabıta-i mevttir.

Sonu gelmez arzuların, ölümü, ahireti düşünmeden hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmanın bir hastalık olduğunu öncelikle kabullenmek lazımdır. Bu yüzden alemimizde lezzet, mutluluk, refah gibi kavramlar yeniden tanımlanmalıdır. Rabbini unutmakla yaşanılan lezzet aslında en büyük acı, yalnızca kulların takdirini kazanmak ve gıpta edilen biri olmak arzusu ile peşinden koşulan şöhret riyanın ta kendisidir. Yaratanla alakası kopuk, zenginlik ve şöhret ile temin edilen suri ve geçici mutlulukların neticesi, dünya ve ahirette azaptır. Yalnızca kendini düşünüp çevresinden, diğer insanlardan bihaber, başkalarını ezmekle temin edilmiş refah, en boğucu, huzursuzluk verici cehennemi bir halin zeminidir. Bütün bu hallerin numunelerini mahallemizde, gazetelerde, radyo ve televizyonlarda her gün görebilmek mümkündür.

Yaratıcıdan bağımsız, yalnızca ibadetler esnasında onun hatırlanmaya çalışıldığı hayatlarımızda tûl-i emel, ruhi boyutumuzu yiyip bitiren bir kanser hastalığı gibi yer etmiştir. Günlük olayları Yaratandan bağımsız yaşayan, varlığı yalnızca eşyanın kendi iç işleyişi ile algılayan ruhların ibadetlerde de çok keskin bir dönüşle kendilerini Rabb-i Rahim'n huzurunda hissetmeleri beklenmemelidir. Çünkü insanın yapısında ahlak, tabiat, yaratılış gibi kavramlarla ifade edilen, hep onunla meşgul olduğu, önem verdiği, peşinde koştuğu şeylere meyyaliyet vardır. Kalbini bağladığı şey hayat tarzı olur ya da onu temelden etkiler. Kalpte ise bağlılıklar hızla, anlık olarak değişmez, genellikle kalıcı ve uzun sürelidir. Kalbi dünyaya bağlı bir insan namazda kalbini Rabbine çevirebilmekte büyük sıkıntılar yaşamaktadır. Tûl-i emel ve dünyevi arzular ibadette bile kalp ve ruhu boğup zorlamaktadır.

Bu noktada, özellikle İslam'ı bir hayat tarzı haline getirmek arzusundaki insanlarda bir ikilem yaşanmaktadır. Tasavvufta tul-i emelin ilacı olarak geliştirilen rabıta-i mevtin bir tür ifadesi olan "ölmeden önce ölmek" gerçeği yaşanırken, ölümü ruhen ve kalben yaşamak yerine hareket eden ölülere meyyit-i müteharriklere dönmek neticesi doğmaktadır. Yani dünyayı terk etmek; yememek, içmemek, çalışmamak dünyanın kurallarına uymamak gibi bir yaşantı şekline dönüşmektedir. Bu sefer Rahman'ın sofrasındaki nimetlerden mahrumiyet ve muvaffakiyetsizlik tokadı yenmekte ve bunu ümitsizlik takip etmektedir. Yani kuvveler vasatta olmayınca ya dünyaya dört elle sarılıp Rahim unutulmakta ya da dünya tamamıyla terk edilip Rahman unutulmaktadır. Oysa kesben dünyaya dört elle sarılmalı, kalben terk edilmelidir. Çünkü dünya şeriat-ı fıtriyenin, sünnetullah ve adetullahın ifadesi olan bir kitaptır ve onun anlattıklarına itaat etmemek şeriat-ı fıtriyeye isyandır ve Rahman'ın muvaffakiyetsizlik tokadına müstehak eder.

Ancak ayine-i Samed olan kalbin bağlanabileceği hiçbir özellik, hiçbir güzellik o dünyada olamaz ve bulunamaz. Kalp dünya ile tatmin olmaz. O zaman ona bağlanmamalıdır. Yalnızca Yaratıcı hesabına bakıldığında, onun namına mana-i harfi ile sevildiğinde gerçek mutluluk, gerçek lezzet ve gerçek refahın zemini olabilir. Oysa, Yaratan'ı düşünmeden dünya ve içindekilere, mal ve mülke, şan ve şöhrete müptela olan insan, oyuna dalmış bir çocuğun veya sarhoş olmuş bir serserinin halini yaşamaktadır. Arkasında bir aslan pençesini kaldırmış tepesine indirmek üzere iken, önündeki baklavalara uzanan bir insanın ahmaklığını hayatında sergilemektedir. Bu insan hep uzanacaktır. Yarına, gelecek seneye, on yıl sonrasına, yüzyıl sonrasına. Halbuki ecel dakikalar, saniyeler içinde gizlidir.

81 Bir hadiste, "Yeryüzündekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin." denilmektedir. Bu ifade, Allah için bir mekân belirleme söz konusu olmaz mı?

1. İlgili Hadis’in tamamı şöyledir:

"Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahmân'dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar, kim de koparırsa, Allah da ondan (rahmet bağını) koparır." (Ebû Dâvûd, Edeb 58; Tirmizî, Birr 16)

Hadis, merhametin ehemmiyetini anlatmak açısından çok önemlidir. Merhametli olanlar derken ifâdenin mutlak bırakılmış olması dikkat çekicidir. Yani "insanlara" veya "mü'minlere" veya "sâlihlere" veya "fakirlere" diye bir kayıt yoktur. Öyleyse bütün mahlûkâta karşı merhametli olmak söz konusudur.  Yani yeryüzünde bulunan sâlih-fâcir bütün insanlara, ehlî-vahşî bütün hayvanlara karşı gösterilecek merhamet, Rahmân'ı yâni rahmetine nihayet olmayan Allah'ı memnun edecek bir davranıştır.

Allah'ın merhametli olanlara rahmet etmesi, onlara ihsanını bol kılması, ziyâde ikramda bulunmasıdır, mağfiret etmesidir.

Ancak şunun bilinmesi lâzımdır. Rahmet, Kitap ve Sünnet'e uygun olmalıdır. Sünnete uymayan, Cenâb-ı Hakk'ın rızasına ters düşecek olan merhamet ve acımaklıklar, burada övülen, teşvik edilen merhamet değildir. Sözgelimi Allah'ın hududuna giren yasakları işleyenlere merhamet ederek cezalarını vermemek, Allah'ın istediği merhamet değildir.

2. Hadiste yer alan “göktekiler de size merhamet etsin” cümlesindeki “göktekiler” den maksadın kimler olduğu hususunda iki görüş vardır:

Birinci görüşe göre burada kastedilen Allah’tır. Hadisin başında yer alan “Merhamet edenlere Rahman da merhamet eder” ifadesi bu manayı desteklemektedir. Ehl-i  sünnet alimlerine göre, Allah mekân ve zamandan münezzehtir. Tabii ki, gökte olmaktan da münezzehtir. Bu gibi ifadeler insanın aklını, düşünce yapısını okşamaya yöneliktir. Çünkü, insanlar genel olarak yeryüzünü aşağıda, gökleri ise yukarıda tasavvur etmektedir. Yukarı taraf yüceliğe, büyüklüğe, azamete yakışır. Allah’ın manevî makamının haşmetini seslendirirken, gökleri nazara vermek arzu edilen maksadı daha iyi anlatacaktır. Nitekim, dua ederken de ellerimizi göğe doğru kaldırıyoruz. Namaz kılarken, Allah’a yönelmek için -zihinlerde haşmeti tahakkuk eden- kâbeye doğru yöneldiğimiz gibi, dua ederken, -buradaki hadiste geçtiği üzere- yüksek bir lütfü ifade eden Allah’ın merhametini tasavvur ederken- zihinlerde haşmeti ve yüksek mevkii tahakkuk eden göklere yönelmek, gökleri merkeze oturtmak -mecazî de olsa- insanın cüzi fikrini okşamak anlamına gelir. Evet rahmet, şefkat, merhamet, yardım -layık makamı itibariyle- yukarıdan iner. Nitekim bir hadiste “Yukarıdaki el, aşağıdaki elden üstündür” şeklinde ifade edilmiştir. Yukarıdaki elden maksat, merhamet edip yardım eden/veren el demektir. Aşağıdaki el ise, yardımı alan eldir.

İkinci görüşe göre, hadiste yer alan “göktekiler” den maksat, göklerdeki meleklerdir. Nitekim bir rivayet “Yer halkına merhamet edin ki, gök halkı da size merhamet etsin.” şeklindedir. (bk. Tuhfetu’l-Ahvezî, ilgili hadisin şerhi). Bu rivayette açıkça meleklerden söz edilmiştir. Ayrıca;

 “Arşı taşıyanlar ve onun etrafında bulunan melekler, hamd ile Rablerini tesbih edip O’na iman ederler. Ve müminlerin bağışlanmasını (şöyle) isterler: “Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde, tövbe edenleri ve yoluna uyanların günahlarını bağışla ve onları cehennem azabından koru!” (Gafir Suresi, 40/7)

mealindeki ayette de meleklerin müminlere merhamet ettikleri, bağışlanmaları için dua ettiklerini görmekteyiz. Bu da bu ikinci görüşün de doğruluğunun bir kanıtıdır.

82 Kötülüğe karşı iyilik yapmak suistimal ediliyorsa ne yapmak gerekir? İyilik yaptıklarım pişman olacakları yerde, benim hakkımda sanki enayiymişim gibi düşünüyorlar...

İslamı yaşamaya çalışan insanların maruz olduğu imtihanlardan birisi de budur. Allah için yaptıkları iyiliği ve iyi niyeti diğer insanların suistimal etmesi...

Dinden uzak, ahirete imanı zayıf olan insanların, iyilik yapmayı veya iyi niyeti saflık olarak değerlendirmesi normaldir. Çünkü inanç zayıf olduğu için dünyada karşılığını görmediği bir iyiliği yapmamakta ve yapanların da neden yaptıklarını anlamamaktadır.

İnançlı bir insan ise, bir insanın yüzüne tebessüm etmenin bile onun hesabına sevap yazılacağına ve bunun bir sadaka olduğuna, yaptığı en küçük bir iyilikle Allah'ın rızasına kavuşacağına inandığı için mecbur kalmadıkça insanlara en ufak bir zarar vermek istememekte, her zaman kendi menfaatinden fedakarlık yapmaktadır.

Bu durumda davranışları tuhaf karşılanan dindar bir insan, Allah'ın rızasını esas tutup yine iyilik yapmaya ve iyi niyetini muhafaza etmeye çalışmalıdır. Ama bu iyi niyetini bilerek kötüye kullanan insanlara karşı da uyanık olmalı, gerektiğinde hakkını ve menfaatini arayabileceğini hissetirmelidir.

"Her kötülük yapana iyilikle mukabele edeceksiniz" diye bir kayıt yoktur. Kötülüğe karşı iyilikle mukabele etmek faziletli bir davranıştır. Ancak bunun suistimal edilmesine göz yummamak gerekir. Aç canavara karşı tahabbüb yani sevgi göstermek, onun merhametini değil iştihasını açar. İnsanlığını kaybetmiş aç canavarlara karşı iyilik fayda vermiyorsa onların kötülüklerine karşı tedbir almak gerekir.

83 Zararı dokunan kişiden küsmek ve ona beddu etmek caiz mi? Yaptığı kötülüğün aklımdan çıkması için ne yapmam gerekir?

Müslümanın Müslümana üç günden fazla küs durması doğru değildir. Ayrıca insan kendine zararı dokunan kişinin ıslah olması için dua etmesi gerekir. Ona dua etmeniz, sizin kalbinizden ona olan kin duygusunu silecek ve ona karşı sevgi hissi beslemesine vesile olacaktır.

Zulme uğrayan bir insanın beddua etmesi günah değildir. Ancak sebepsiz beddua etmek doğru değildir.

Rasûlüllah Efendimiz şöyle buyuruyor:

"Ben lânetçi olarak gönderilmedim." (Müslim, birr 87)

Bir mü'mine lânet (beddua) etmenin, onu öldürmek gibi olduğunu bildirir. (Buhârî, edep 44)

Yapılan bir lânetin (bedduanın) yerine vardığında haksız yere yapıldıgını görünce sahibine döneceğini haber verir. (Tirmizî, birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45)

Haklı bile olsanız beddua etmenizi tavsiye etmeyiz.

84 Haram bir ilişki yaşadıktan sonra, o kimseyle evlenmek haramlık derecesini azaltır mı? Evlendikten sonra tövbe edilirse günahlar affollur mu?

Öncelikle bir günah işlerken "Nasıl olsa Allah affeder!.." yaklaşımı yanlıştır. Bu yaklaşımla günahı planlamak çok büyük bir yanlış olur. Allah sinelerin özünü bilir. Ona karşı samimi olunmalıdır. Ama nefsine uyarak haram işlemiş, gerçekten pişman olmuş bir kul ise Allah'ın affını umabilir.

Harama giren bir kimsenin, haram ilişki yaşadığı kimseyle evlenmesi, günahının affı için yeterli değildir. Ayrıca tövbe etmesi kul hakkı varsa helalleşmesi gerekir. Günah bir defa işlenir, bunun günahlığı da bir defadır. Eğer bu günah affedilmemişse günah olarak yazılmıştır.

Tövbe edilse dahi bir günahın affedilip edilmediğini yalnızca Allah bilir. Haram bir ilişki yaşadıktan sonra o kimseyle evlenmek haramlık derecesini azaltmaz.

İlave bilgi için tıklayınız:

Günaha Karşı Tövbe...

Kadın erkek birlikteliğinde dikkat edilmesi gereken konular nelerdir? Kız arkadaşlarla konuşmanın bir sakıncası var mıdır? Bu konuşma teke tek değil de bir toplumun içinde, sokakta veya birkaç kişinin yanında olursa bir mahzuru var mıdır? 

85 Dinimizde kapı dinlemenin günahı nedir?

Evinde herhangi bir günahı gizlice işleyen ve kapısını kapalı tutan bir kimsenin masiyetini öğrenmek için gizlice gözetlemek, tecessüs etmek ve baskın yapmak caiz olmadığı gibi, başkalarının günahlarını anlatmak da caiz değildir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Ey iman edenler, zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir bölümü (yani başkasını kötü zannetme) günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz de kiminizin arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tiksindiniz değil mi? Allah'tan korkun. Çünkü Allah tövbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir." (Hucurât, 49/12).

Hz. Ömer (ra), devlet başkanlığı sırasında, bir evden gelen sesler üzerine, duvara tırmanıp içeri bakmış ve ev sahibini kötü bir durumda görmüştü. Onu bu kötülükten menetmek isteyince ev sahibi şöyle dedi:

"Ey müminlerin emiri! Eğer ben bir yönden Allah'a isyan etmişsem, sen üç yönden Allah'a isyan etmiş bulunuyorsun." Hz. Ömer (ra) onlar nelerdir, diye sorunca şu cevabı verir:

Allah Teâlâ, "Tecessüs etmeyin." (Hucurât, 49/12) buyurmuştur. Halbuki sen tecessüs ettin. Allah Teâlâ "İyilik evlere arkalarından girmek değildir." (Bakara, 2/189) buyurmuşken, sen duvardan girdin. Yine Cenab-ı Hak, "Ey iman edenler! Kendi ev ve odalarınızdan başka evlere, sahipleriyle alışkanlık sağlayıp izin almadan ve selam vermeden girmeyin." (Nûr, 24/27) buyuruyor.

Bu savunma karşısında Hz. Ömer (ra), ceza uygulamamış, ancak tövbe etmeyi şart koşmuştur. Bu yüzden Hz. Ömer (ra) minberde hutbe okurken ashab-ı kiramla istişare amacıyla, devlet başkanı veya hâkimin münkeri bizzat görmesi hâlinde, şahit aramaksızın ceza uygulayıp uygulayamayacağını sormuş, Hz. Ali (ra), böyle bir durumda da iki âdil şahidin gerekli olduğuna işaret etmiştir. (İmam Gazâlî, İhyâû Ulümi'd-Dîn, Terc. Ali Arslan, İstanbul 1972, V, 390, 391).

Nur Suresi yirmi yedi-otuz üç arası ayetler, müminlerin ev ziyaretlerinde uyacakları âdâb ve kuralları, kadınların giyinme (tesettür) esaslarını bildirir. İslâm dini herkesin mal, can, namus, mesken ve iş yerini tecavüzden korumuştur. Bunun için selâm vermeden, izin almadan, ev sahibiyle bir alışkanlık sağlamadan, başkasının evine girmeyi yasaklamıştır. Diğer yandan başkasının kapı ve penceresinden içerisini gözetlemeyi günah saymıştır. Ancak içinde oturulmayan, terkedilmiş evlere girmekte bir yarar varsa, izinsiz girilebileceğine işaret edilmiştir:

"Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, izin almadan ve sakinlerine selâm vermeden girmeyin. Düşünseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilmedikçe içeriye girmeyin. Eğer size 'Geri dönün.' denilirse, hemen dönün. Bu davranış sizin için daha temizdir. Allah yaptıklarınızı çok iyi bilir. İçinde eşyanız bulunan boş binalara izinsiz girmenizde bir sakınca yoktur. Allah, sizin açığa vurduğunuzu da bilir, gizlediğinizi de." (Nur, 24/7-29).

İlave bilgi için tıklayınız:

TECESSÜS.

86 "İhlasa riya kapısından girilir." sözü ne demektir?

“İhlasa riya kapısından girilir." sözünün manası, onu kullanan kişinin o andaki hissiyatına ve tasavvuruna bağlı olarak anlaşılır. Dolayısıyla, buna kesin standart bir anlam yüklemek zordur.

Bununla beraber, bunu şöyle açıklamak mümkündür: İhlas ile riya birbirine zıt iki yoldur. “Her şey ancak zıddıyla bilinir” kuralı gereğince, “riya kapısı ihlas kapısıyla, ihlas kapısı da riya kapısıyla keşfedilir, bilinir” denilebilir. Geceyi tanımayan kimseye gündüzü, gündüzü bilmeyen kişiye de geceyi tanıtmak çok zordur.

Buna göre, ihlasın gerçek anlamda ne olduğunu bilmek için, mutlaka riyayı iyice bilmek gerekir. Riyakârlığın ne anlama geldiğini bilen kimse, ondan uzak durmaya çalışarak ihlas yoluna girer. Yani “riya kapısını” görüp tanıyan kişi o kapıdan girmemekle, otomatikman “ihlas kapısına” girmiş olacaktır. Çünkü iki yoldan başka yol yoktur. Ya ihlas veya riya yolundan girme zorunluluğu vardır.

Özetle söylersek, “riya kapısından girme” yi, bir süre riyakâr olmak anlamından çok, bu kapıyı yakından tanımak olarak değerlendirilmesi daha uygundur.

Ancak bazen hayırlı bir işi yapıp yapmama konusunda ihlaslı olup olmadığımızdan emin olamayınca, onu terk etmek yolunu tercih edebiliyoruz. Bu da bazen dini vazifelerimizin aksamasına neden olabiliyor. Nefsimiz, “madem ihalaslı yapmıyorsun, öyleyse yapmasan daha iyi olur” gibi bir düşünce verebiliyor. Bu türlü hallerde "ihlasa riya kapısından girilir" sözünü işletmek mümkün olabilir. Çünkü farz ibadetler riya korkusundan dolayı da olsa asla terk edilemez. Müslümanın yapması gerekenleri yerine getirme ve yapmaması gerekenleri terk etme görevi ve sorumluluğu vardır. Riya olur düşüncesiyle bunları ihmal edemez.

Bu açıdan, insan, ihlasa ve hakiki tevhide ulaşana kadar "izafî riya" diyebileceğimiz tekellüflü hallerden yakasını kurtaramayabilir. Fakat, şayet ihlas arayışında samimi ve ısrarlı olunursa, dinin emir ve yasaklarını insan tabiatının bir derinliği haline gelmesi sürecinde başlangıçta görülen bazı tekellüflerin ve yapmacıkların zamanla silinip kaybolmasına benzer şekilde, o izafî riyalar da birer birer silinip gidecektir.

Riyaya girmiş olduğundan endişe eden bir insan hemen Cenâb-ı Hakk'a teveccüh etmeli ve Rasûl-ü Ekrem aleyhissalatü vesselamın öğrettiği şu dua ile Allah'a sığınmalıdır:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ أَنْ أُشْرِكَ بِكَ شَيْئاً وَأَنَا أَعْلَمُ وَأَسْتَغْفِرُكَ مِمَّا لاَ أَعْلَمُ، إِنَّكَ أَنْتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ

"Allah'ım, bilerek ya da bilmeyerek şirke düşmekten sana sığınırım. Şirk kokusu veren duygu, düşünce, söz ve tavırlarımdan dolayı beni bağışlamanı dilerim. Şüphesiz sen gaybı bilensin (benim gönlümden geçenleri de sen bilirsin)."

87 Nişanlıların birlikte olması caiz mi?

Nikah yapmadan kız arkadaşınızla, nişanlınızla, sevişmeniz, öpüşmeniz günahtır.

Mahrem olmayan kadına dokunmak veya tokalaşmak mutlaka haramdır. Peygamber'e (sav) biat eden kadınlar dediler ki:

"Ey Allah'ın Resulü, biat ederken elimizi tutmadınız." Peygamber (sav)

"(Ben) kadınların elini tutup tokalaşmam." buyurdu (Neseî, Bîyat, 18; İbni Mâce, Cihad: 43).

Hazreti Aişe (ra) biat ile ilgili şöyle buyuruyor:

"Allah'a yemin ederim ki Resûlüllah'ın eli bir kadının eline dokunmadı. Sadece sözle onlardan biat aldı." (Buharî, Ahkâm, 49; İbni Mâce, Cihad, 43).

Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor:

"Sizden biriniz, başına iğne ile dürtülmesi kendisi için helâl olmayan bir kadına dokunmaktan daha hayırlıdır." (Taberani rivayet etmiştir. bk. Mecmau’z-Zevaid, 4/326, h. no: 7718)

İslâm dini, kadınla tokalaşmayı yasaklamakla kadını tezyif etmiyor. Bilakis şerefini kurtarıyor. Kötü niyetli kimselerin şehvetle el uzatmasına engel oluyor.

Hepimizin bildiği gibi bir kızla evlenmeyi düşünmek ve nişanlanmak evlenmek mânâsında değildir. Bunun için kişinin nişanlısıyla gezip dolaşması ve onunla yalnız kalması kesinlikle haram ve büyük bir vebaldir. Peygamber (sav):

"Herhangi bir kimse, bir kadınla yalnız kaldığı takdirde mutlaka onların üçüncüsü şeytandır." (Tirmizi, Rada' 16)

buyurmuşlardır. Bir çok nişanlılar, tenha yerde yalnız kaldıklarında istenmeyen ve meşru olmayan bir takım menfî neticeler meydana gelmekte ve sonunda herhangi bir nedenle nişan da bozulmaktadır. Geride kalan şey vebal ve iffetsizliktir. Bunun için dinini, dünyasını ve şerefini düşünen kimseler meşru olmayan bu gibi şeylere dikkat etmeleri gerekir.

88 "Hüsnüzan, adem-i itimat" dengesini örneklerle açıklar mısınız?

Hüsnüzan; güzel düşünme, niyeti temiz tutmaktır. Yani insanlar hakkında güzel düşünme, onların hatalarını güzele yormak esastır. Adem-i itimat ise, itimat etmemektir.

Hayat risklerle doludur. Her işin bir rizikosu olduğu gibi, ticaretin de riskli yanları var şüphesiz. Müşteri kılığında gelen kişi, alacağı mallar için seçim yaparken, hatta göz boyamak için bir kısmını alırken, aynı zamanda bir hırsızlığın eylem planını yapıyor da olabilir. Pişkince yapıyorsa, bizim gözümüzden de kaçabilir. Fakat biz, her müşteriyi böyle töhmet altında bırakamayız. Çünkü dükkanımıza genelde hırsızlar girip çıkmıyor; çoğunlukla müşteriler girip çıkıyorlar. Muhatabın içinden geçeni bilen hiçbir meslek yoktur. Her müşteri hakkında kötü tahmin yürütmekle haksızlık yapılmış olacağı şüphesizdir.

Herkes hakkında hüsnüzan edelim; ama adem-i itimadı da elden bırakmayalım. Yani, `Hüsnüzan, ama adem-i itimat` eksenini muhafaza etmekte fayda var. Hüsnüzan ve adem-i itimad, ne haksız yere suçlamayı ve ithamı ihtiva eder, ne şüpheye ve tereddüde meydan verir, ne de art niyetli birisine imkan sağlar!

Yani gerek müşteri-satıcı ilişkilerinde, gerek esnaf-bayi ilişkilerinde, gerekse her türlü ticari işlemlerimizde hüsnüzannı esas tutalım; bizimle alışveriş yapanın başka türlü bir art niyet taşımadığını var sayalım. Fakat bu varsayımımız, onunla ilgili gerekli tedbirleri almayacağımız manasına da gelmesin; yani adem-i itimadı esas alalım.

Mesela, dükkanı veya kasayı ona güvenip bırakıp gitmeyelim, satış reyonlarında kendi başına kalmasına izin vermeyelim, ortada kıymetli eşya bırakmayalım, müşteri olmadığı izlenimini uyandıran davranışlarını gördüğümüzde nazikçe uyarıp dükkanın kapısını gösterelim. Veya malları sardırdıktan sonra, `Parasını az sonra getireyim.` diyen birisini eğer tanımıyorsak, bırakmayalım, önce parayı getirmesini nazikçe isteyelim. Bu ve buna benzer tedbirler suizanna girmez. Nezaketi elden bırakmamak kaydıyla, tedbir her müşteri için alınabilir. Hatta davranışları şüphe uyandıran müşteriler için `gözüm tutmadı` denebilir ve davranışları hakkında yorum yapılabilir. Bunlar tedbir sınıfına girer.

Dükkanımızdan veya ortalık yerden bir şey kaybolduğunda iki ihtimal gündeme gelir: Ya biz onu başka bir yere almışızdır ve unutmuşuzdur. Ya da birisi almıştır. Birisi almışsa, dostluğumuza güvenip, kullanıp geri getirmek niyetiyle almış olma ihtimalini de düşünmek lazım. Yani başlangıçta mümkünse suçlamasız bir seçenek aramalı, suçun bir kısmını kendi üzerimize de almalıyız. Nezaketi elden bırakmayalım; ama müşteri kırılacak veya gücenecek diye tedbir almamazlık da yapmayalım.

89 Bulunduğumuz ortamı terk edemiyor ve gıybet dinlemek zorunda kalıyorsak ne yapmalıyız?

Gıybeti engelleme konusunda sözlerinizin etkisiz kaldığını gördüğünüzde,

"Allahummağfirli ve limen iğtebnahü"

"Allah'ım, bizi ve gıybetini ettiğimiz zâtı mağfiret et.” (Suyûtî, el-Fethu’l-Kebîr, I/87)

diye dua edip, mümkünse o meclisten ayrılınız. Şayet bulunduğunuz yeri terkedemiyorsanız, istemeden kulağınıza gelen gıybet ifadelerinden dolayı mesul olmazsınız.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Gıybet nedir, hangi konularda gıybet haram olmaz?

90 Hayırhahlık ne demektir; nasıl kazanılır?

- “Hayırhah” kelimesi, farsça olup, “hayır isteyen, iyilik isteyen, hayırsever” manasına gelir. Terim olarak da “başkası için iyilik isteyen” kimse anlamına gelir. Kelimenin bu anlamına bakıldığı zaman, “hayırhah” olmak, İslam’ın çok değer verdiği bir haslet olduğu kendiliğinden anlaşılır.

- Bildiğimiz kadarıyla, İslam tarihinde “hayırhah” adıyla anılan resmi  bir müessese yoktur. Çünkü, bu iş zaten müslümanların her zaman yerine getirmeleri gereken imanî-İslamî bir görevdir. Bu konuda bazı ayet ve hadisleri takdim etmekte fayda vardır:

“Allah yoluna çağıran, makbul ve güzel işler işleyen ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel söz söyleyen kim olabilir? İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş! Ama kötülüğe karşı iyilik hasleti, ancak sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır.” (Fussilet, 41/33-35)

“Müminin mümine karşı durumu, birbirine destek çıkan, birbirine yardım edip kuvvet veren bir binanın taşları gibidir.” (Buhari, Mezalim, 5)

Hz. Enes anlatıyor: Ressulullah (asm) şöyle buyurdu:

“Birinize küsmeyin, birbirinize haset etmeyin,  birbirinize sırt dönmeyin, Allah’ın kardeş kulları olun. Ve bir Müslümanın kardeşine üç geceden fazla küs durması caiz değildir.” (Buhari, Edeb, 62)

Bu konuda Bediüzzaman da şöyle der:

“Evet mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadîs ile 'Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp kat'-ı mükâleme etmeyecek / konuşmamazlık yapmayacaktır.'" (Nursi, Mektubat, s. 263)

Hz. Enes anlatıyor: Resulullah (asm) şöyle buyurdu:

“Sizden biriniz kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe -gerçekte tam olarak- iman etmiş olamaz.” (Buhari, İman, 7; Müslim, İman, 71, 72)

Son olarak İmam Şafi’nin dostluğa verdiği ehemmiyeti anlattığı bir şiirinin tercümesini yaklaşık bir manayla verelim:

“Dostum hastalandı da onu sormaya gittim,
Ona olan sevgimden ben de hasta oluverdim.
Sonra ben hastalandım dostum beni sormaya geldi,
Yüzüne baktım iyileşiverdim.”

91 Evlenmeyi düşündüğüm arkadaşla öpüşebilir miyiz?

İleride evliliği düşünmek yapılan şeyleri meşru kılmaz.

Nişan, nikah değildir. Nişanlılar birbirine yabancı iki insandır. Nikahlı olanların yaptığını yapamaz. Yalnız kalamaz, el ele tutuşamazlar; bunlar haramdır.

Resmi nikah yapılmadan imam nikahı yapılmasını tavsiye etmiyoruz. Bu konuda sitemizdeki bilgileri incelemeniz faydalı olur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Aileden gizli olarak kıyılan nikah geçerli midir?

Kadın erkek birlikteliğinde dikkat edilmesi gereken konular nelerdir?