Kişinin ilmiyle dalalete düşmesi nasıl olur?

Tarih: 14.02.2017 - 02:02 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Bilim, ilim ve nimet, kulu Allah'a daha da çok yaklaştırıp şükrü artıracakken, neden kulların çoğu hidayetten daha da uzaklaşıyorlar?
- İlim Marifetullah'ı artıracak bir vasıta değil midir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Sağır, kör, elsiz, gözsüz, akılsız, cansız ve ilimsiz olan topraktan; gayet süslü, sanatlı, hikmetli nazenin çiçeklerin bize tebessüm etmeleri şeksiz ve şüphesiz onu, o haliyle yaratan nihayetsiz kudret, ilim ve hikmet sahibi bir Zat-ı Zülcelâl’in varlık ve birliğine delil olurken, bazıları için ise bu bir tabiat eseri olarak gayet sıradan ve basit bir hadisedir.

- İlim adamı olup da “Kainatın Sahibi’ni bilen adam” olamamak nasıl olur?

- Sanat ve nizamı görüp, Sâni ve Nâzım’ı ilmen görememek nasıl olur?

Kâinatın her tarafında olan nizam, intizam, sanat, hikmet gibi daha pek çok hakîkatler, inceden inceye fen ilimlerinin dürbünleriyle müşahede edildiği halde, nasıl oluyor da bu müşahedeyi yapan ve o fende mütehassıs olan bir kısım etiketli insanlar, Kâinatın Yaratıcısını inkâr edebiliyorlar? Ve nasıl oluyor da kâinattan insana duyu organları ve aklıyla gelen mana ve hikmet yüklü malûmatlar (bilgiler), bir kısım insanları ibrete, hayrete, muhabbete sevkedip imanlarını artırırken, aynı bilgi, başka bir kısım insanlara gayet abes, manasız ve hikmetsiz görülebiliyor? Yani, insanların bir kısmı nasıl oluyor da ilimleriyle dalâlete düşüyorlar?

Hiç tat alma duyusu olmayan bir insana, elmanın tadını tarif etmek mümkün olmadığı gibi, elmanın tadının nasıl olduğunu bilmesi de imkânsızdır.

Yine, koku alma duyusu olmayan bir insana da gülün kokusunu tarif etmek mümkün olmadığı gibi, gül kokusunun nasıl bir koku olduğunu bilmesi de imkân haricindedir.

Hayatında hiç diş ağrısı çekmemiş birisinin, karşısında diş ağrısından kıvranan bir insanın halini, psikolojisini ve çektiği acıyı anlaması mümkün değildir.

Kısacası “tatmayan bilmez” darb-ı meseli bir hakîkatin ifadesidir.

“Ene” ne demektir?

Risâle-i Nûr’un Otuzuncu Söz’ünden aldığımız dersle biliyoruz ki Cenab-ı Hak, Kur’an’ın ifadesiyle insana, semâvât ve arz ve dağların bile taşımaktan çekindikleri ve korktukları ‘ene’ (benlik) isminde öyle bir emanet vermiştir ki, o ‘ene’ ile insan, Cenâb-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarını bir derece tanıyıp bilebiliyor. Çünkü Rabb’imiz ‘ene’ye kendi mukaddes isim ve sıfatlarının hakîkatlerini bir derece bildirecek ve tanıttıracak numuneler, işaretler ve ölçücükler yerleştirmiş.

İşte insan, bu ‘ene’sindeki numuneler, işaretler ve ölçücükler ile Rabb’inin nihayetsiz isim ve sıfatlarını yavaş yavaş anlamaya başlar. Nasıl ki, insan termometre, barometre, metre gibi ölçü birimleriyle sıcaklığı, basıncı ve mesafeleri ölçüp bilebiliyorsa, ‘ene’deki ölçücükler, işaretler ve numuneler ile de Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını bir derece ölçüp tartıp anlayabiliyor.

Nasıl ki koku alamayan birisinin gülün kokusunu anlaması ve bilmesi mümkün değildir, öyle de eğer insanda ‘ene’ olmasa idi Cenâb-ı Hakk’ın ‘gizli hazineler’i olan isim ve sıfatlarını anlaması, bilmesi ve zevk etmesi mümkün olmayacaktı. Yani insan, Rabb’ini tanıyıp iman etmek için yaratılmışken, O’nu tanıyıp bilemeyecekti, yaratılış hikmetini ifa edemeyecekti. Yani, tatmadığından bilemeyecekti.

Meselâ insan, "ene"sindeki, yani benliğindeki kendi küçücük evine olan “sahiplik” duygusunun ölçüsüyle, Allah’ın kâinat çapındaki mâlikiyetini bir derece anlar ve bilir ve der ki:

“Ben nasıl bu hanenin sahibi isem, şu muhteşem kâinatın da bir sahibi var. Fakat benim, haneme olan sahipliğim, hakiki ve daimî bir sahiplik değil. Benim ömrümle sınırlı, geçici bir nöbettarlık. Demek ki bendeki şu farazî ve vehmî, belki de hayalî olan sahiplik duygusu, aslında Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ve ebedî olan mâlikiyetini anlamam ve bilmem için bana verilmiş bir işaret ve numuneden ibarettir. O halde mülk umumen O’nundur, ben de onun mülküyüm ve kuluyum, ve O mülkünde istediği gibi tasarruf eder.”

Böylece Cenâb-ı Hakk’ın “Mâlik” ismini bir derece bilmiş ve anlamış olur.

Meselâ insan, "ene"sindeki cüz’î “hâkimiyet” ölçüsüyle, Rabb’inin bütün âlemlerdeki mutlak hâkimiyetini bir derece anlar, bilir ve der ki:

“Ailenin reisi evde, muhtar köyde, kaymakam ilçede, vali şehirde, padişah memlekette bir hâkimiyet hisseder. Başkasının müdahalesini reddeder. Hâkimiyet alanında kendisine itaat edilmesinden razı olup, isyan edilmesi halinde ise hiddetlenir ve ceza verir."

"Öyle de bütün âlemlerin ve o âlemlerdeki bütün mevcudâtın mutlak hâkimi O Zat-ı Zülcelâl’dir."

"Fakat benim kendi alanımdaki hâkimiyetim farazî ve vehmîdir, hakiki değil. Çünki ben fâniyim ve benden sonra başkaları hâkim olacak. Bendeki şu hâkimiyet duygusu, Allah’ın mutlak hâkimiyetini ve ulûhiyetini anlamam ve bilmem için bana verilmiş bir ölçücük, bir kıyas âletidir. O halde, mutlak hâkim ve âmir ancak O’dur. Hüküm ve emr etme O’na aittir. İtaat O’na yapılacaktır. Ve eğer itaat olmazsa bir cezayı muhakkak verecektir.”

Böylece, Cenâb-ı Hakk’ın “Rab, Sultan ve Hâkim” gibi isimlerini bir derece anlar ve bilir.

- Malumat nasıl hikmete dönüşür?

İnsan, daha bunun gibi pek çok İlâhî isim ve sıfatlara dair hakîkatleri kendi ‘ene’siyle kıyas ederek, ‘ene’sini bir ölçü âleti olarak kullanarak bir derece anlar ve bilir.

Demek ki "ene", kendisinin değil, tıpkı âyine gibi başkasının manâsını gösteren bir kıyas âletidir.

İnsan, ne zaman "ene"sini bu tarzda yaratılış hikmetine muvafık olarak kullansa Rabb’inin bütün isim ve sıfatlarını bir derece anlar ve bilir. Kendisine ayine nazarıyla baktığından, kendinde müşahede ettiği ilâhî isimlerin eserlerini ve işaretlerini kendine mal etmeden tam bir kulluk cihetine gider. Büyüklük davasından ve gururdan beri olarak tamamen Cenâb-ı Hakk’a yönelir. Duyu organları ve fikirleri, alemden ilim, marifet ve bilgi nurlarını toplayıp getirdiği zaman enesinde bir tasdik edici bulur. Ve o gelen bilgiler de ruhunda nur ve hikmet ve feyz olarak kalır, imanına kuvvet verir.

Eğer ene;
- Kendine âyine nazarıyla bakmasa, yaratılış hikmetini unutsa,
- Rabb’inin isim ve sıfatlarını bir derece tanıyıp bilmek için verilen numune ve ölçücüklere sahip çıksa, kendi malı gibi görse
insanın yaradılışında ince bir tel hükmünde olan o ene kalınlaşır.

Artık o insan, bütün his ve duygularıyla adeta bir ene olur. O ölçülerle kendini beğenmeye ve kendini övüp yüceltmeye başlar.

Nihayet “Hevâsını (nefsanî arzularını) kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü?” (Furkan, 25/43) ayetinde tarif edildiği üzere nefis ve hevasına âdetâ tapmaya başladığından Allah’ı tanıyıp anlayacak bir kabiliyeti benliğinde bulamaz.

Böyle bir insana, duyguları ve fikirleri, kâinattan Allah’ın varlık ve birliğine delil olan marifet nurlarını (bilgileri) getirse, ‘ene’de onları tasdik edecek bir öz olmadığından sanki karadelik gibi bütün onları yutar.

Gelen malumat, mutlak hikmet ve ibret iken o insan için abes, manasız bir bilgi olarak zayi olur gider.

Onun bu hali tam bir cehalet halidir. Ve o kişi cahilliğinin farkında bile olmayan bir echeldir (en cahildir). Ne kadar akedemik kariyer ve ünvanlara sahip olsa da, bildiği ilimler onu bu cehalet halinden kurtaramaz. Çünkü kâinata dair bütün ilimler o kâiatın ustasını bize gayet yüksek bir sesle ilan ederken o, bunları okuyup işitemeyen bir cehalet içerisinde kalarak kâinatı sahibsiz, tesadüf oyuncağı, bir karanlık âlem olarak görür.

Hakîkatle taban tabana zıt bu bilgi elbette ilim değil cehldir. Kendini, ayine gibi mazhar değil, memba gibi kaynak olarak gördüğünden her şeyi kendi nefsine mal eder. Cenâb-ı Hakk’ın rububiyetini kabul etmez. “Ben kendi kendime mâlikim.” der. Her şeyi de kendi nefsine kıyas eder. Nefsindeki renkler ile boyar ve “Her şey kendi kendine mâliktir.” diyerek Allah’ın mülkünü aciz ve âdi sebeplere taksim eder.

Demek ki, kendi “ene”sine bir ayine nazarıyla bakan ve “ene”sini yaratılış hikmetine muvafık olarak kullanan bir kul için, bütün hadiseler, ilimler, nimetler ve her şey Allah’ın varlık ve birliğine delil olup imanına ve marifetine kuvvet verir.

Fakat kendini, kendine mâlik olarak gören ve “ene”sindeki işaret ve numuneleri bizzat kendinden olduğunu vehm eden birisi ise bu hadiseleri de kendi nefsine kıyas ederek, bir tabiat olayı olarak bakar ve kendi kendine olan hadiseler nazariyle bakar.

Birinci insanın imanını arttığı ve ibret aldığı hadise, ikinci insan için hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan bir tarzda görünür.

Birincisi için o bakış bir ilim ve marifet olurken; ikincisine hiçbir şey kazandırmayan belki de ebedî bir saadeti kaybettiren bir echeliyettir.

İşte ilim ile dalâlete düşmek, işte bakıp görmemek, işte cahilliğini ilim zannetmek. (bk. Mustafa EMEK, İlim ile Dalâlete Düşmek, İrfan Mektebi Degisi, Mart, 2007, 04. Sayı)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun