1
Sırat-ı müstakim ne demektir?
Sırat-ı müstakim, istikamet yolu demektir.
İstikamet için, “her türlü aşırılıktan uzak olan orta yol”, “dosdoğru yol”, “pürüzsüz yol”, “adalet” gibi tarifler getirilmiş. Bu yolu Kur’an-ı Kerim,
“Göklerde ve yerde olan her şeyin kendisine ait olduğu Allah’ın yolu” (Şura, 42/53) ve
“Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolu” (Nisa, 4/69)
olarak izah eder.
Mümin, namazlarının bütün rekâtlarında Fatiha Sûresi'ni okur ve Allah’tan sırat-ı müstakime hidayet talebinde bulunur. Biz Rabbimizden sırat-ı müstakime hidayetimizi dilemekle, bu dünyada ömrümüzü istikamet çizgisinde geçirmeyi, yâni kıldan ince, kılıçtan keskin olan sırat köprüsünü bu dünyada geçmeyi istemiş oluyoruz. Gerçekten de bu dünyada bütün işlerimizi, sözlerimizi, hallerimizi istikamet çizgisinde tutabilmemiz oldukça zor. Ama bu ince ve keskin yolu aşırılıklara sapmadan tamamlamadıkça da âhirette sıratı geçmemiz mümkün değil.
Sırat, cehennem üzerinde kurulmuş. Bizim bütün işlerimizin de önü cennet, altı cehennem gibidir. Hangi işimizi Allah’ın rıza çizgisinden saparak işlesek, günaha girmiş, isyana düşmüş oluruz. Bunlar ise dünyada cehennem habercileridir.
Dünyada mesut olmanın yolu da istikametten geçer. Bedenimiz bütün organlarıyla, kalbimiz bütün his dünyasıyla hep istikamet üzere bulunmadıkça saadete ermemiz mümkün olmaz. Gözümüz ne miyop olacak, ne hipermetrop. Tansiyonumuz ne yüksek olacak ne düşük... Beynimizi çalıştıran mekanizmanın elektrik akımı ne düşük olacak ne yüksek. Kalp atışlarımız belli sınırlar arasında gerçekleşecek. Vücut ısımız da öyle...
İstikametin bir tanımı da ahlâkın bütün şubelerinde aşırılıklarından uzak olan orta yolu tutmak.
Sahavet, yâni cömertlik güzel ahlâkın bir şubesi. Ne savurgan ne de cimri olmayan insan bu ahlâka sahip demektir. Adalet bir başka güzel ahlâk. İnsan ne başkasına zulmedecek, ne de hakkını korumaktan âciz kalarak muhatabının zâlim olmasına sebep olacaktır.
Güzel ahlâkın başta gelen bir şubesi de tevekkül. Sebeplere teşebbüs eden ve neticeye razı olan insan, tevekkülün sırrına ermiştir ve istikamet üzeredir.
Bir mü’min, “Bizi istikamet yoluna hidayet buyur.” diye dua etmekle, Rabbinden istikameti bütün yönleriyle yaşama talebinde bulunmuş olur. Ve bu duasına bütün mü’minleri de dahil eder...
2
Hidayet nasip işi midir; iman etmek insanın elinde midir?
Hidayet (iman), kulun iradesini kullanmasından sonra, Allah'ın o kulun kalbine koyduğu bir nurdur.
Hayır ve şerrin Allah’tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak Odur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakk'ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “Hidayet Allah’tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler.
Önce şunu belirtelim. Cenab-ı Hakk'ın dilediğine hidayet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak o dur. Lakin yüce Rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüzi iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı Hak onu o yola sevk etmez. Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere başvurduktan sonra neticeyi Allah’tan bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak Odur.
İnsan, sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle, rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah’ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak Odur.
Allah’ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer.
Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergah-ı ilahiye ye iltica etmesi ve o'na yalvarması hikmetine binaendir. Bu misal ile izah ettiğimiz hakikat, hidayet meselesi için de söz konusudur.
- Hidayet Allah’ın elinde ise, dalalete gidenlerin suçu ne?
Hidayet: “Doğru yolu göstermek. İrşat etmek. Rehberlik yapmak, hakkı hak, bâtılı bâtıl görüp doğru yola girmek, bâtıldan ve dalâletten uzaklaşmak.”
Geçenlerde yanıma iki genç geldi. Arkadaşlarıyla yaptıkları bir münakaşadan söz ederek bana bir soru sordular. Soru kadere dairdi. Yine aynı dar düşünce ve yine aynı kısır çekişme... Zihin bulandırmayı meslek edinen ve bulanık suda balık avlamak isteyenler, yine cehalet postuna bürünmüşler, yine kasıtlarını gizlemeyi ustaca başarmışlar ve işte bu iki gencin kafalarını iyice karıştırmışlardı. Nereden duymuşlar, kimden öğrenmişlerse, Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın dilediğini hidayete (doğru yola) erdirip, dilediğini dalalete (sapıklığa) düşürdüğüne dair âyetler bulunduğundan söz etmişler ve insan iradesini inkâra kalkışmışlardı.
Tuhaf bir tablo ile karşı karşıyaydım. Şöyle ki;
Bu adamlar şu gençlerin zihinlerini bulandırmak, fikirlerini çelmek için uygun bir zemin aramışlar, sözü dolaştırıp kader bahsine getirmişler, bütün bunları iradeleri ile bir plân dahilinde sinsice gerçekleştirmişler ve sonunda utanmadan ve sıkılmadan insan iradesini inkâra kalkışmış, günah ve isyanlarda insanın bir suçu olmadığını iddiaya cüret edebilmişlerdi.
Ben, kendi dediğine kendisi dahi inanmayan bu kişileri bir tarafa bırakıp, konuyu bir ilmî atmosferde incelemek istiyorum. Sorunun tahlilini biraz geciktirerek, önce bu ve benzeri sorular karşısında mü’mine düşen göreve kısaca temas edeceğim.
Elinize Kur’an-ı Kerim’i alınız. “Allah’ın hidayeti ve dalâleti dilediği kimseye verdiğine” dair bütün âyetleri birer birer bulunuz. Her âyetin geçtiği sûrenin baş tarafına doğru yaprakları çeviriniz. Sûrenin başına vardığınızda karşınıza her defasında “besmele”nin çıktığını göreceksiniz. Bildiğiniz gibi “besmele”de üç ilâhî isim zikredilmiş: Allah, rahman ve rahim. Birçok âlimlerimiz Allah isminin ism-i âzam olduğunu ifade buyurmuşlar. Allah, ism-i âzam... Yâni bütün isimler bu isim içinde dahil... Şöyle ki, Allah rahmandır, rahimdir, kadirdir, kahhardır, rezzaktır ve hakeza... Şu noktaya dikkatinizi çekmek isterim: acaba niçin Allah isminden sonra kahhar, cebbar, aziz gibi celâl ve kibriya ifade eden isimler değil de, Rahman ve Rahîm isimleri zikredilmiş? Bu soru ile birlikte zihninizde hemen bir kutsi hadis şimşek gibi çakar: “rahmetim gazabımı geçti.”
Bir Müslüman, Kur’an’ın hangi sûresini okursa okusun, bu hakikati unutmayacak, o sûrede ilâhî lütuflardan bahsediliyorsa, Rahman ve Rahîm olan Allah’a hamd edecek. Şayet müşriklerin, kâfirlerin, münafıkların acı âkıbetleri anlatılıyorsa, onların bu âkıbete kendi iradeleri ile düştüklerini, rahman ve rahîm olan Allah’ın onlara zulmetmekten -haşa- münezzeh olduğunu hatırından çıkarmayacaktır.
Bizleri bu vadide irşat eden şu âyet mealini birlikte okuyalım:
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah Gafur'dur, Rahîm’dir.” (Fetih, 48/14)
Allah, göklerin ve yerin yegâne yaratıcısı, sahibi ve mâliki... Onun bağışladığına kimse azap veremez; azap verdiğini de kimse bağışlayamaz. Mutlak iradesine karşı koyacak bir başka iradenin mevcudiyeti muhaldir.
Ve âyet-i kerime “Allah Gafur’dur, Rahim’dir” diye son bulmakla mü’mine şu mesajı veriyor:
Gafur ve Rahîm olan Allah, lütfuyle yarattığı, gökleri ve yeri hizmetine verdiği bir kuluna azap ederse, bu azap mutlaka o kulun küfür ve isyanındandır.
Bu kısa hatırlatmadan sonra, meselenin önce “tevhid” yönü üzerinde durmak isterim. Kur’an’ın insanlara verdiği en büyük ders tevhiddir. Tevhid, yâni Allah’ın birliği... Ne zâtında, ne sıfatlarında, ne mülkünde ne icraatında ortağı bulunmaması. Kur’an’ın bu dersini dinleyenler, putları bırakmış Allah’a dönmüş, teslisi (üç ilâh safsatasını) atıp tevhide ermişlerdir.
Fâtiha’nın ilk âyetinde “Allah’ın bütün âlemlerin rabbi” olduğu haber verilir. Sema ve arz birer âlem olduğu gibi, dünya ve âhiret, gece ve gündüz, canlılar ve cansızlar da ayrı birer âlem... Kezâ, her bir insan, hayvan ve bitki de birer küçük âlem. Bütün bu âlemlerin başlangıçlarını, ilk tohumlarını yaratan ve onları rahmet ve hikmetiyle, irade ve kudretiyle safha safha terakki ettirerek son ve mükemmel şekline erdiren Allah’tır. Bütün bu âlemler o’nun mülkü olduğu gibi, onlarda cereyan eden her türlü hâdiseyi, ister hayır ister şer olsun, yaratan da o’dur.
Zeminin yüzünde gece ve gündüzü o yarattığı gibi, gözlerde, uykuyu ve uyanıklığı ve nihayet insan kalbinde dalâlet ve hidayeti yaratan da o’dur. Zira, o’ndan başka yaratıcı yoktur.
Basar, yâni gözün görmesi gibi, basiret de Allah’ın büyük bir ihsanı. Birincisi ile insanın maddî gözü açılıyor ve insan dağlarla, ovalarla, yıldızlarla münasebet kuruyor. Diğeri ile de insanın kalp gözü açılıyor. Maddî olmayan o göz ile, maddeden münezzeh olan Allah’ın varlığı görülüyor ve o’na iman ediliyor. Ve kalp kâinatı çok gerilerde bırakacak bir vüsate, bir genişliğe kavuşuyor. İşte gözde görmeyi yaratmak Allah’a mahsus olduğu gibi, kalpte imanı ve hidayeti yaratmak da yine o’na mahsus.
O halde Allah’ın dilediğine hidayet vereceğine dair âyetleri okurken, öncelikle meselenin tevhid yönünü dikkate alacak, her hayır gibi hidayetin de o’nun elinde olduğuna iman edeceğiz.
“... doğrusu, lütuf muhakkak Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir. Ve Allah Vâsi’dir, Âlîm’dir.” (Âl-i İmrân, 3/73)
âetin sonunda Vâsi’ ve Âlîm isimlerinin zikredilmesi ne kadar mânâlıdır. Evet Allah vâsi’... Yâni o’nun rahmeti, ilmi, inayeti insan idrakinin kavrayamayacağı kadar geniş ve her şeyi kaplamış... Ve o her şeyi hakkıyla bilen mutlak Âlîm. Öyle ise lütfu, ihsanı, keremi ve hidayeti kime vereceğini o bilir. Bu veriş rast gele değil, bir ilim ve hikmet iledir.
Bu hakikati ders veren bir diğer âyet:
“Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve hidayete erecekleri en iyi o bilir.” (Kasas, 28/56)
Evet, bizim başka varlıklar hakkındaki bilgimiz çok sınırlı... Canlı ve cansız her şey bütün faaliyetlerini Allah’ın ilim ve murakabesi altında sürdürüyor.
Şu uçan kuşu seyredelim. Kim bilir yuvasından nasıl bir his ile ayrılmıştı... Şimdi havada süzülürken nasıl bir zevk ve huzur duyuyor? Uçuşan diğer kuşları hangi gözle seyrediyor? Yerdeki binaları, insanları, arabaları nasıl değerlendiriyor? Acaba karnı ne derece tok yahut aç?
Akşam yaklaşınca, yuvasına doğru yol alırken hangi hislerle dolu olacak? Yuva yaptığı çatıyı gördüğünde içinden neler geçecek? O günkü mesaisini bitirmiş diğer kuşlarla havada son birkaç tur daha atarken, o küçük ve temiz kalbi nasıl bir hazla dolacak? Bunlar ve benzeri nice hâller o kuşun ruhunu sarmış durumda. O, kendi iç âleminin bütün incelikleri ile ancak ve ancak Mevlâsının nazarı, himayesi, rahmeti ve murakabesi altında...
Bir ceylan, bir kelebek, bir karınca bu kuştan farklı mı? Her biri kendi âleminde ayrı bir ömür sürmekte... Bedeni, kâinatla irtibat kurarken, ruhu ve hissiyatı, bilemeyeceğimiz bir keyfiyetle, Allah’a teveccüh ve tevekkül etmekte...
Bir de şu taksi şoförünü düşünelim. Kim bilir nereye gidiyor!.. Hangi derdin sahibi? Hangi hedef için yanıp tutuşuyor? İleride neler almayı plânlıyor? Yoksa sürdüğü arabanın taksitlerinin çilesini mi çekmede!..
Beden sıhhati nasıl? Ruh huzuru ne âlemde? Düşkünlere karşı kalbi katı mı, yumuşak mı? Rabbine teveccühü ne derece? Nefsine ne ölçüde güveniyor? İnsan durmadan düşündüğüne göre, geçmiş günlerde neler düşündü ve şu anda ne düşünüyor?
İşte meçhulümüz olan böyle sayısız meseleler onun hususî dünyasını meydana getirir. Biz o dünyanın cahiliyiz, Allah ise maliki ve âlimi.
İşte kullarını böyle her halleri ile bilen Allah, sevgili Habibine (a.s.m.) hidayete erecekleri de en iyi kendisinin bileceğini yukarıdaki âyetle haber veriyor.
Hidayet ve dalâletle ilgili âyet-i kerimeler bir yönüyle de mü’minin ruh terbiyesi ile ilgili... Bilindiği gibi mü’minin ruhu havf ve reca sınırları arasında terakkisini sürdürür. Bu sınırları tecavüz ettiğinde zarara düşer yahut mahvolur.. Havf, Allah’tan korkma, o’nun azabından kendini katiyen emin bilmeme hâli... Reca ise, Allah’ın rahmetinden daima ümit var olma, günahlarının o’nun affını hiçbir zaman aşamayacağını düşünerek yeise, ümitsizliğe düşmeme hâleti.
Kur’an-ı Kerim, “Allah’ın dilediğini dalalete götürebileceğini” beyan etmekle mü’mine, yaptığı iyi amellerle övünmemesini ve onlara güvenmemesini öğüt verir. Diğer taraftan, kötü halleri ve günahları için de yeise düşmemesini, “Allah’ın dilediğini doğru yola sevk edebileceğini” hatırlatır.
Konunun bir de kader yönü var. Ona da kısaca temas edelim: Bir âyet meali:
“Bir de müşrikler (Allah’a eş koşanlar) dediler ki: Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız ondan başka hiçbir şeye tapmazdık. Ve onsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Buna karşı peygamberin vazifesi ancak açık bir tebliğ değil mi?” (Nahl, 16/35)
Bu âyet-i kerimeden, şu anda karşımıza yeni bir soru gibi getirilen meselenin, aslında bir gericilik belgesi olduğunu, bu şeytanî sorunun tâ Asr-ı saadette, hatta ondan önceki devrelerde ortaya atıldığını anlıyoruz. Bu soruyu soranlar, kaderi, cebir mânâsında gösterip, insanın cüz’î iradesini görmezlikten geliyorlar ve ilâhî adalet konusunda muhataplarının zihinlerini bulandırmaya çabalıyorlar. “Madem ki hidayet ve dalâlete gidecekleri Allah diliyor, öyleyse kulun iradesinin ne hükmü var?” demek istiyorlar.
“Her şeyin kader ile takdir edildiği” bir hakikat. Ama, bu takdir edilenlerden birisi de insana cüz’î irade verilmesi ve onun emir ve yasakları işlemekte serbest bırakılması... Bu da bir takdir... Buna göre, insan ister ibadet etsin, ister isyan yolunu tutsun, her iki hâlde de kader dairesi içinde... Bu incelik, çoğu zaman gözden kaçıyor, yahut yeterince anlaşılmıyor.
Cenâb-ı Hak, taşların cansız, bitkilerin yarı canlı olmalarını dilemiş; hayvanlar âlemini ise his dünyasına kavuşturmuş. Bunların hepsi kader dairesinde... İnsana gelince, onu mahlûkatı içinde en güzel şekilde yaratmış... Ona akıl, kalp, vicdan gibi nice ihsanlarda bulunmuş ve onu bir imtihana tâbi tutmuş... Kendisine birtakım emirlerde bulunmuş ve önüne bir takım yasaklar koymuş. İnsanı bu emir ve yasaklara uyup uymamakta serbest bırakmış. Dilemiş ki, bu hürriyet içinde, gaflete dalmayan ve Rabbini unutmayan kullarına, meleklerden daha üstün dereceler versin ve onları ebedî saadetlendirsin. Nefis ve şeytana tâbi olarak Rabbini unutanları ise azabına uğratsın.. İşte bu da bir takdirdir. Bu takdire karışmak kula yaraşmaz.
“Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi?..” sorusunu başka sorular da takip eder. Meselâ;
- Allah dileseydi bütün cansızları yarı canlı yapabilirdi.
- Allah dileseydi bütün ağaçlara görme, işitme verebilirdi.
- Allah dileseydi bütün hayvanları akıllı yaratabilirdi, gibi...
Elbette, Allah, dileseydi bütün bunları yapabilirdi. Ama, dilememiş... İnsan nevini, hepsi itaat üzere olan meleklerden ayrı bir mahiyette yaratmayı dilemiş ve öyle yaratmış.
Müşriklerin iddiasının zikredildiği aynı sûrede şu âyet-i kerime de yer alıyor:
“Allah dileseydi elbette hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat, o dilediğine dalâlet, dilediğine hidayet verir ve muhakkak sûrette hepiniz bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.” (Nahl, 16/93)
Bu âyet-i kerimede birçok ders bir arada veriliyor:
– Allah, insanları melekler gibi bir tek ümmet olarak yaratmayı dilememiş.
– Allah’ın iradesi mutlak...
– Ve insan bütün yaptıklarından sorumlu...
İnsan, Allah’ın takdir sahasında ileri geri konuşarak haddini tecavüz edeceğine, kendi iradesine bırakılan işleri, istikamet üzere yapmaya çalışmalı... Zira, o ancak bunlardan sorumlu...
“... Şüphesiz Allah dilediğini saptırır. Dilediğini de hidayete eriştirir. (Ey resulüm) artık onlara üzülerek kendini harab etme. Allah onların yaptıklarını şüphesiz bilir." (Fâtır, 35/8)
Hidayete erecekleri de dalâlete düşecekleri de en iyi Allah bilir... “Hâdî”, Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi. “hidayeti yaratan, doğru yolu gösteren ve insanı o yolda muvaffak kılan” manasına geliyor... Her isim gibi, bu ismin tecellisi de bir ilim ve hikmet iledir.
Taşlara göz takmayan Allah, katı kalplerde de hidayet yaratmıyor.
“... Kalpleri, Allah’ı anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte bunlar apaçık dalâlettedirler (sapıklıktadırlar).” (Zümer, 39/22)
Kulun kendi cüz’î iradesini hayra yahut şerre yöneltmesi ile kalbinde hidayet yahut dalâlet yaratılıyor. Bu hakikati, hiçbir vesveseye fırsat vermeyecek kadar açıkça ders veren bir âyet-i kerime:
“Muhakkak ki, Allah, bir kavime verdiğini, onlar nefislerindekini bozmadıkça, değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
Bir başka âyet :
“Onlar öyle kimselerdir ki, hidayet karşılığında dalâleti (sapıklığı) satın almışlardır. Ticaretleri kendilerine bir kazanç sağlamadığı gibi, doğru yolu da bulamamışlardır.” (Bakara, 2/16)
Bu âyet-i kerimeden kulun, dalâlete kendi iradesiyle müşteri olduğunu açıkça anlıyoruz. Hidayet ve dalâletle ilgili âyetlerin her birinde bu hakikati görebiliriz. Bunlardan bir kısmını takdim edeyim:
“... Allah zâlimler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Bakara, 2/258)
“... Allah kâfirler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Bakara, 2/264)
“... Allah fâsıklar topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Tevbe, 9/24)
Bu üç âyet-i kerimeden kalpte dalâlet yaratılmasının üç sebebini öğreniyoruz. Hepsi de insanın kendi iradesiyle ilgili: zulüm, inkâr ve fısk.
Bir diğer âyet-i kerime :
“... İnkâr edenler ise, 'Allah bu misâlle neyi murat etti?' derler. O, bu misâlle birçoğunu saptırır, birçoğunu da doğru yola getirir. Onunla saptırdığı ancak fâsıklardır ki, onlar Allah’a olan ahitlerini kabulden sonra bozarlar; Allah’ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar.” (Bakara, 2/26-27)
Bu âyet-i kerimelerden de dalâlete düşen fâsıkların üç sıfatını öğrenmiş bulunuyoruz.
Hidayete gelince o, Allah’ın büyük bir ihsanı olmakla beraber, buna mazhar olmak da bazı şartlara bağlı. Bu şartların birincisi:
“Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara doğru yolu gösteren (hidayet kaynağı) bir kitaptır.” (Bakara, 2/2)
Âyet-i kerimesiyle “ittika” yâni “Allah’a karşı gelmekten sakınma” olarak beyan ediliyor.
“De ki, hakikaten Allah dilediğini şaşırtıyor, kendisine gönül verene de hidayet buyuruyor.” (Ra’d, 13/27)
âyetinde de hidayet için kulun Hakk’a gönül vermesi, cüz’î iradesini hayra sarf etmesi şart koşuluyor.
Hidayet ve dalâlete dair bütün âyetler Allah’ın Rahman ve Rahîm olduğu, Kur’an-ı Kerim’in muttakilere hidayet olmak üzere inzal edildiği ve Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'in âlemlere rahmet olarak gönderildiği göz önüne alınarak mütalâa edildiğinde, meselenin hiç de itiraza veya istismara elverişli olmadığı açıkça görülecektir.
3
Mürted olup İslam dininden çıkan bir kimse, tekrar Müslüman olursa, eski amelinin durumu nedir?
"Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır." (Bakara, 2/217).
Önce Müslüman olup sonra İslâm'ı inkâr ederek başka bir dine geçen veya dinsizliği seçen kimselere mürted denilmektedir. Hak dine aykırı olan inancının belirgin özelliği şirk; yani "Allah'a ortak koşmak, O'na mahsus olan sıfat ve fiillere başkaları da ortak etmek." olan kimselere müşrik denir. İçi kâfir dışı Müslüman olanlar münafıklardır. Kâfir terimi ise bu üç terimden daha geniş bir anlam ihtiva etmekte olup, hak dine aykırı olan ve kişiyi hak dinin dışına çıkaran bütün inançların sahiplerini ifade etmektedir.
Birçok âyete göre kâfirlerin (müşrik, münafık, mürted) bu inançları, dünyada yaptıkları iyi işlerin dinî sonuçlarını iptal etmekte, onlardan -sevap, ecir, âhiret azığı ve sermayesi olarak- fayda görmelerini engellemektedir. (Mâide 5/5; En'âm 6/88; Tevbe 9/17,69) Kâfirler dünya hayatında "kardeşlik, velayet (birbirinin velileri olmak), vârislik, ganimet payı, evlenmenin caiz olması" gibi Müslümanlara mahsus bulunan haklardan ve ilişkilerden mahrum kaldıkları gibi, âhirette de cehenneme girmekte ve orada devamlı kalmaktadırlar.
- Hak dinden dönen kimse yeniden İslâm'a gelirse, ilk İslâmî hayatında yaptığı sevaplarla ibadetler defterine yazılır, yeniden değer kazanır mı, yoksa araya giren inkâr sebebiyle defterden silinmiş olduğu için boşa mı gitmiş olur?
Başta mealini verdiğimiz âyete göre mürted bu hali üzere ölürse ameli boşa gitmektedir, inkârından cayar ve yeniden İslâm'a dönerse amelleri boşa gitmeyecektir. Konuyla ilgili başka âyetlerde ise "hak dinden dönmenin amelleri boşa gidermesi", bu hal üzere ölme şartına bağlanmamıştır. (Mâide, 5/5; En'âm, 6/88; Zümer, 39/65)
Bu âyetleri bir arada değerlendiren ve farklı yorumlayan müctehid ve tefsirciler farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik'e göre hak dinden dönen kimsenin amelleri boşa gider, daha önceden adak adamış ise yerine getirmesi gerekmez, haccetmiş ise yeniden hacca gitmesi gerekir. Bu âyetteki şartı ve kaydı dikkate alarak diğer âyetleri de buna göre anlayan İmam Şafiî 'ye göre mürted hak dine yeniden dönünce amelleri de onunla beraber döner ve boşa gitmez.
Her iki görüşün delilleri şöyledir:
Hanefiler ve Malikilere göre mürted İslâmı terk ettiği anda bütün amelleri boşa gider. Mürtedin Müslüman iken tuttuğu oruç, kıldığı namaz, yapmış olduğu hac, vermiş olduğu zekât gibi ibadetleri tekrar İslama döndükten sonra yeniden yapması gerekir. (Bedaiu’s-Sanai, 1/292; El-Bahru’r-Raik 5/137; El-Huraşi, 8/68) Çünkü, Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Kim imandan sonra küfrederse ameli boşa gider." (Maide, 5/5)
"Eğer sen şirk koşsaydın mutlaka amelin boşa giderdi." (Zümer, 39/65)
"Eğer şirk koşarlarsa amelleri boşa gider." (Enam, 6/88)
- Şafiiler ve Hanbelilere göre bir kimsenin, mürtet olarak ölmeyince, Müslüman iken işlediği ameller boşa gitmez. (Nevevi, el-Mecmu’ Şerh-ul Muhezzeb 3/5-6; el-İnsaf 1/392)
"Sizden kim dinini terk eder ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünyada ve ahirette amelleri mahvolur. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedi kalırlar." (Bakara, 2/217)
Eğer Müslüman iken işlediği ameller mücerred bir irtidatla mahvolmuş olsaydı, ayette "kâfir olarak ölürse" ibaresinin bir manası olmazdı. Buna göre ancak mürtet olarak ölürse bütün işlediği ameller mahvolur. Ölmeden önce İslama dönerse ne ameli mahvolur ne de cehennemde sonsuza kadar kalır.
Dinden çıkan kimsenin tekrar Müslüman olması durumunda, daha önce yaptığı ibadetleri tekrar yapması gerekmez. Ancak zengin ise hac ibadetini yeniden yapması gerekir. Yine dinden çıkmadan önceki sevapları, dinden çıktıktan sonra tekrar Müslüman olması durumunda, alimlerin çoğuna göre bu sevaplar boşa gitmez ve tekrar döner.
Ayrıca dinden çıkanlar, hem Allah hakkı hem de kul hakkı ile sorumludurlar. Bir mürtedin, Müslüman iken terk ettiği namaz, oruç gibi dinî vazifelerini, tekrar Müslüman olduktan sonra onları kaza etmesi gerekir. Çünkü bu vazifeleri terk etmek bir günahtır. Günah ise dinden çıktıktan sonra da devam eder. Bu nedenle önceki günahlarından kurtulmaya çalışması gerekir. (bk. Ö. Nasuhi Bilmen, Hukûkî İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, VI/5-30)
İlave bilgi için tıklayınız:
- MÜRTED.
4
Allah Lut kavmini eş cinsel yarattığı halde neden cezalandırdı?
1) Allah Lut kavmini doğuştan eş cinsel olarak yaratmamıştır. Bunun böyle olduğunu gösteren ne bir ayet ne de bir hadis söz konusu değildir. Bilakis, Allah’ın bu kavmi de diğer insanlar gibi kadınlarla evlenecek şekilde bir donanıma sahip olarak yarattığını gösteren ayetler vardır. Örneğin,
“Esasen kötü işler yapagelen halkı, kötü niyetle koşa koşa Lût’a geldiler. Lût: 'Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır (onlarla evlenin); sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu!' dedi."(Hud, 11/78)
mealindeki ayette -dolaylı da olsa- bu gerçeğe de işaret edilmiştir.
Aklen de insanların eş cinselliğe zorlanmış olarak yaratılmış olmaları düşünülemez. Zira, sonsuz adalet ve merhamet sahibi olan Allah böyle bir komplo kurmaktan münezzehtir.
Başta Hz. Yahya, Hz. İsa ve Hz. Meryem olmak üzere, tarih boyunca ve bugün de bazı Hristiyan ve Müslümanların özgür iradeleriyle evlenmemeyi tercih etmeleri, insanların şehevi duygularını frenleyebileceklerinin canlı göstergesidir.
Hırsızlık yapanların, içki içenlerin, zina edenlerin, uyuşturucu kullananların bu tavırlarını, onların genetik olarak buna zorlandıklarına delil olarak göstermek ne kadar yanlış ise, Lutiliğin yapılmasını da yaratılıştan var olan bir zorlama olarak yorumlamak da o kadar yanlıştır.
2) Şeytana verilen mühlet, Tufan hadisesiyle inkıtaa uğramamış ve arkası kesilmemiştir. Çünkü, Gemide hayatta kalan insanlar yine var olmaya devam etmiş ve şeytanın görevi de buna paralel olarak sürmüştür. Ayrıca Nuh Tufan'ı ile bütün insanlık değil, o bölge halkının helak olduğu da belirtilmektedir.
Kaldı ki, Kur’an’da verildiği belirtilen “mühlet”, şeytanın hayatta kalmasıyla alakalıdır.
“İblis: 'Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver.' dedi. Allah: 'Haydi, sen mühlet verilenlerdensin.', buyurdu.”(A'raf, 7/13-14)
mealindeki ayette bunu görmekteyiz. Şeytanın ölmemesi, bu mühletin devam ettiğini göstermektedir.
5
Şirk-i hafî / gizli şirk ne demektir?
Şirk, Allah’a ortak koşmak demektir. Bunun bir zâhiri, yâni “açığı” var; bir de “hafîsi”, yâni gizlisi. Zâhir olanı, bildiğimiz şirktir. Üç ilaha inanmak, yahut putları Allah katında şefaatçi kabul etmek bu guruba girer.
Hafî şirke gelince, bu ana hatlarıyla ikiye ayrılır. Birisi, Allah’ın rızasını unutup insanlara riya ve gösterişte bulunmak, yahut nefsin arzularını tatmine özen göstermek. Diğeri de eşyanın yaratılmasında birer sebep olarak vazife gören mahlukata olduğundan fazla önem vermek; onları tesir gücüne sahip zannetmek.
Bir de bu hafî şirkin bir derece daha perdelisi var ki, fiil âleminde değil, his âleminde, kalp âleminde cereyan eder. İnsanlar mânen terakki ettikçe şirk de gittikçe perdelenir...
Sebeplere olduğundan fazla önem vermek de gizli şirk. Bir işin tahakkukunda sebebin hakkı bir iken, ona yüz kat fazla değer biçilirse doksan dokuzu gizli şirk hesabına geçer... İnsanın kendi nefsine fazlaca güvenmesi, bütün lâtifelerini onun (nefsin) emrine vermesi de gizli şirk.
Buna sadece bir tek misal: Cebbar ve Mütekebbir ancak Allah’tır. İnsan, Allah’ın kendisine bahşettiği varlığı, kuvveti, ilmi, onun huzurunda onun kullarını ezmekte kullanırsa, Cebbar ve Mütekebbir olmaya özenmiş ve gizli şirke girmiş olur.
Resulûllah (asm.) Efendimiz, “Felak” için,
“Cehennemden bir zindandır, onda cebbarlar, mütekebbirler hapis olunur ve cehennem ondan Allah’a sığınır.” (Deylemi, 3/217; Kenzu’l-Ummal, h.no:2954; Rivayetin zayıf olduğu söylenmiştir. bk. Şevkani, 5/640-641)
buyurmuştur. Ama gel gör ki cehennemin ürküp kaçtığına, nefsimiz can atıyor. Sadece bu bile, nefsin cehennemden çok daha tehlikeli olduğunu bildirmeye kâfi. Fakat bunu da yine o nefis yüzünden anlamaya yanaşmıyoruz...
Bir başka Hadis-i Şerif:
“İslâm dinini kabul etmiş birisi, herhangi bir şahsa zenginliği için saygı gösterirse, dininin üçte ikisi gider.” (Ancak rivayet zayıftır. bk. Beyhaki, Şuab, 12/373)
İslâm’da Allah için sevmek esastır. Zekâtını veren, hayırlı işler gören bir zengini sevmek Allah namınadır ve bu hadisin şümulüne girmez. Burada yasaklanan sevgi Allah’tan gafil olarak, kula zillet gösterme tarzındaki sevgidir.
İslâm, tevhit dinidir. Bu kâinatın sahibi ve mâliki birdir. Her hayır, ancak Onun hazinesindedir. İslâm, ne ışık için Güneş'e, ne tahıl için tarlaya, ne de serveti için zengine aşırı ölçüde minnettar olunmamasını ders verir. Herkes ve her şey, sadece birer sebep, birer vesiledir. Bütün nimetler, arz ve semanın Rabb'inden geliyor.
Bu dersi alan fakir bir mü’min, bir zengine rızkını o veriyormuşçasına zillet gösterirse, tevhit inancı, yâni Allah’ı bir bilme itikadı zedelenebilir. Zengin olsun, fakir olsun her insan, ancak iman, ahlâk, fazilet, ilim, irfan, dürüstlük gibi sıfatları için sevilir. Zenginlik, tek başına bir sevgi vesilesi değildir.
Bir zengin de bu hadis-i şerifi okuduğu zaman, kimseyi minnet altında bırakmaz. Yaptığı iyiliklere, ettiği ihsanlara karşı, aşırı bir hürmet beklemez. Aksi takdirde, karşı tarafın şeref ve haysiyeti yanında, diniyle de oynamış olacağını bilir.
6
Elfaz-ı küfür söyleyen kişi kâfir olur mu?
Âhir zaman fitnesinin, inşallah, zevâle meylinin başladığı son devrini yaşıyoruz. Bazı çevrelerde günahtan kaçınmak âdeta ayıp addediliyor. Namus, iffet, hayâ mefhumları kalabalık ana caddelerden süratle dar sokaklara, kenar mahallelere, kuytu evlere doğru koşuşuyorlar. Kendilerini bir evden içeri atıyorlar. Tam rahat bir nefes alacaklarken, karşılarındaki akıl almaz makine, dünyanın tâ öte ucundan görüntüler sergilemeye ve ışınlarla mermi yağdırmaya başlıyor. Ne yapacaklarını şaşırıyor ve ümitsizlik içinde sadece “âhir zaman” demekle yetiniyorlar.
Ötede birçok hanede Hz. İbrahim (as)’in mûcizesi yeniden yaşanıyor. Bu ateşin ortasında bahçeler, bağlar, bülbüller, güller... Bu kavganın sonu merak ediliyor. Ateş mi suyu yutacak, yoksa su mu ateşi söndürecek? Bir beldede kışın en şiddetli devresinde bir tane olsun hurma yetiştirebilmişseniz, bunun mânâsı şudur: bu yerde hurma olur... Mesele bizim gayretimize kalmıştır. Gece gündüz soğuk aleyhtarı gösteriler yapmak, bağırmak, çağırmak, soğukla kavga etmek meseleyi halledecek değildir. O bir hurmayı, bin yapmanın, milyonlar yapmanın yolunu aramak gerek...
Gözümüzün önünden hiç ayrılmayan günümüz fitnesi, bazı Müslümanları gayrete getirirken, bazılarını da ümitsizliğe düşürüyor. Bunlar, içlerindeki feverana yön veremediklerinden, teselliyi, günahkârlara sövmede, âsilere çatmada, onları kâfirlikle itham etmede buluyorlar. Şeytan, bu gibi Müslümanları büyük bir tehlikenin, dehşetli bir uçurumun kenarına itiyor.
Peygamber Efendimizi (a.s.m.) dinleyelim:
“Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.” (Buhârî, Edeb, 73; Müslim, Îmân, 26)
İşte yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın en acı tablosu... Nefis durmadan zorluyor, şeytan aralıksız teşvik ediyor: şuna söv! Bunu döv! Şuna kâfir, buna münafık de!. Bu, büyük bir yaramızdır. Üzerinde ne kadar durulsa yeridir.
Karşımızda günah işleyen, tanımadığımız biri. İç âlemimizde bir kavga: kötüye yormakla (suizan), iyiye yormak (hüsnüzan) arasında kalıyoruz. Nefis diyor ki, bu adam kâfir olmasa bu büyük günahı işlemez... Kalp ve vicdan ise, “Büyük günah işlemek kişiyi kâfir etmez, belki bu günahı küfründen değil de nefsine hâkim olamadığından yahut cehaletinden işlemektedir; günahkârdır, fâsıkdır, ama kâfir olduğunu hemen iddia etmemek gerekir.” diyerek tedbir yolunu tutuyorlar.
“Günah-ı kebâir (büyük günahlar) işleyen kâfir midir?” tartışması Ehl-i sünnet âlimleri ile Haricîler ve Mûtezile arasında asırlarca sürdü. Haricîler büyük olsun küçük olsun her günah işleyenin kâfir olup ebediyen cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mûtezile büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mü’min olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savundu. Böylece her iki grup da hakikatten uzaklaşarak “dalâlete” düştüler.
Bu kavganın sonunda galibiyet Ehl-i sünnetin oldu. Bu galibiyet bayrakları sayılacak gibi değil. Biz sadece ikisini nakletmekle yetineceğiz:
Yahya bin Muaz buyuruyor: “Bir anlık iman, yetmiş yıllık küfrü mahveder, yok eder. Nasıl oluyor ki yetmiş yıllık iman, bir anlık günahla yok oluyor.”
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.” (Maide, 5/44)
âyet-i kerimesini yanlış tefsir ederek, “Allah’a isyan eden, günah işleyen herkes kâfirdir” diyen Haricîlere karşı, Ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerini bir kimyager gibi tahlil eden Fahreddin-i Râzi Hazretleri bu hususta en isabetli görüşün Hz. İkrime’ye (r.a.) ait olduğunu ifade buyurur.
İkrime Hazretlerinin zafer bayrağımız olan şu ifadelerini hep birlikte okuyalım:
“Hak teâlânın ‘Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse...’ ifadesi, hem kalbi hem de lisaniyle inkâr edenleri içine almaktadır. Kalbiyle onun Allah’ın hükmü olduğunu bilip sonra da lisanıyle onun Allah’ın hükmü olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiş, ama onu bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh, böyle bir kimsenin bu âyetin hükmüne dahil olması gerekmez...” (Tefsir-i Kebir, IX/86)
Yakın tarihimizde bir fetret devri yaşadık. Hurafeler hortladı; bozuk fikirler yeniden canlandı... Yine tekfir moda oldu. Ama bu defa Haricîler tarafından değil. İşin tuhaf tarafı bu işi yapanlar Haricîlik nedir, Mûtezile nedir, hatta elfâz-ı küfür nedir pek bilmiyorlardı. Ezberledikleri bazı sloganları soğuk damga yaptırmış, önlerine gelenin alnına basıyorlardı. Bunlar Resûlûllah Efendimizin (asm.) tekfirle ilgili uyarı hadisinin de gâfiliydiler...
Tekfir meselesine küfrün tarifinden başlayalım. Küfür nedir?.. Lügat mânâsıyla küfür, nimete karşı nankörlük etmek, nimeti gizlemek, küfran etmek manasına geliyor. Şer’î ıstılahta ise, küfür, “hiçbir zorlama olmaksızın kendi irade ve isteğiyle iman hakikatlerini inkâr ve tekzip etmek, yahut tasdik etmemek, iman edilmesi gereken mukaddesatı tahkir etmek, onlarla alay etmek, haramı helâl, helâli haram kabul etmek” manasında.
İman, nasıl kalbin tasdiki ve lisanın ikrarıyla sabit oluyorsa, küfür de aynı yolla sabit olur. Bu noktada karşımıza “elfaz-ı küfür” bahsi çıkıyor, yâni küfür olan sözler. Bu sözleri söylediğini işittiğimiz bir kimseye hemen kâfir diyebilir miyiz? Burada âlimlerimiz bize şu soruyu yöneltiyorlar: onun kalbi hakkında bilgin var mı? O sözü cehaletinden mi söylüyor, yoksa mukaddesata düşmanlık namına yahut onunla alay etmek niyetiyle mi? Bu nokta çok mühimdir. Ve bu incelik, fiiller için ameller için de geçerli...
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, “Tekzib-i fiil ile adem-i fiil arasında büyük fark vardır.” diyerek bu noktaya dikkatimizi çekiyor. Tekzib-i fiil, bir işin, bir hareketin, bir vazifenin inkâr edilmesi, “öyle bir şey yoktur” denmesi. Adem-i fiil ise, o işin, o fiilin, varlığı kabul edilmekle birlikte, yapılmaması, yerine getirilmemesi. Namazı inkâr etmek başka, namaz kılmamak daha başkadır. Birincisi tekzib, ikincisi ise adem-i fiildir.
Buna göre, bir insan Kur’an-ı Kerim’in namaz emrini inkâr ederse küfre girer; ama, bu emri kabul ettiği halde namaz kılmazsa kesinlikle kâfir olmaz. Haramları işlemek de böyledir. Faiz alıp vermeyi Kur’an’ın yasak ettiğini, bunun ilâhî bir yasak olduğunu kabul eden bir insanın, nefsine mağlûp olarak bu haramı işlemesi hâlinde kâfir olmayacağı açıktır.
Bir de Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretlerini dinleyelim:
“Bir kimsenin sarf ettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yönüyle küfürden kurtarıyorsa, müftünün onu tercih etmesi gerekir. Zira Müslümanlar hakkında hüsnüzan esastır. Şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse Müslümandır, fakat niyeti küfür ise müftünün fetvası onu kurtarmaz.” (Ehl-i Sünnet İtikadı, s. 68)
Bu ilim ve irfan saçan ifadelerde iki yaramızı birden seyrediyoruz. Birisi, “suizan”, yâni kötüye yormak, olumsuz değerlendirmek. Diğeri de, müftünün görevini herkesin yüklenmesi. Fetvanın câhiller eline düşmesi...
Tekfir konusunda Risale-i Nur Külliyatı'ndan “Sünuhat” adlı eserde yer alan şu öz, doyurucu ve harika ifadeleri, bu asrın insanı kelime kelime ezberlemeli, harf harf yaşamalı. Yoksa hem kendisi büyük günaha girer, hem de bilmeyerek karşısındakini islâm’dan uzaklaştırır:
“Meselâ, demiş 'Bu şey küfürdür.' Yâni, o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!..” (bk. Sünuhat, s.20)
Demek ki, bir mü’minde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahatten yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlara “kâfire” tabir ediliyor. Yine o mü’minin, imanından kaynaklanan birçok da mâsum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zâta kâfir dememize mâni. Onun dilinden küfrü icap eden bir söz çıkmışsa, yahut o mü’min, imandan kaynaklanmayan ve ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yâni o adamın küfür niyetiyle, islâm’ı inkâr kasdıyla bunları yaptığını kesinlikle bilmedikçe onu tekfir edemeyiz; kendisine kâfir diyemeyiz. “Sıfatın delâletinde şek var.” cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor. Yâni o yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın, onun kâfir olduğuna delil olması şüpheli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kat’i olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mü’min olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak, "Ben mü’minim, Müslümanım." diyecektir. Buna göre imanın delâletinde yakîn var, kesinlik var, kat’iyet var. Ama küfrün varlığında şek, yâni şüphe var, zan var, tahmin var. Biz yakîni, şek ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.
El-Ezherî’nin “Kur’an’a mahlûk diyen kimseye kâfir denilebilir mi?” sorusuna verdiği şu cevap çok harikadır:
– Söylediği şey küfürdür!..
Soru kendisine üç defa tekrar edilir. Hep aynı cevabı verir ve sonunda şöyle buyurur:
– Bazen Müslümanın ağzından küfür çıkabilir.
Yine Nur Külliyatı'ndan “Münazarat”ın teşhis ve tedavi ettiği bir yaramıza da bu vesileyle parmak basalım.
Dış siyaset konusunda Müslümanlar arasında görüş ayrılığı olabiliyor. Bu gayet normaldir. Fikir hürriyeti içerisinde anlayışla karşılanmalıdır. Ama bazen, bu tip tartışmalarda ölçü kaçıyor. Adam, fikren mağlûp düştüğünü hisseder etmez, muhatabını hemen tekfire yelteniyor. “Sen bu görüşünle Hristiyanları desteklemiş oldun ve küfre girdin.” diyebiliyor. Bu yanlışını düzeltmeye kalktığınızda sesinin tonunu iyiden iyiye yükseltiyor ve emin bir eda ile Kur’an-ı Kerim’de, “Yahudileri ve Nasranîleri dost edinmeyin.” buyurulmuyor mu? Diye size çıkışıyor. Bu büyük yanlışın, bu dehşetli hastalığın ve mesuliyeti çok büyük ithamın reçetesi şu birkaç cümlede mevcut:
“Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam, zâtı için sevilmez. Belki muhabbet sıfat ve san’atı içindir.”
Demek ki âyet-i kerime Yahudiliğe ve Hristiyanlığa muhabbet etmeyi yasaklıyor. Meselâ, Hristiyan bir devleti Hristiyanlığı sebebiyle sevmek, bu âyetin yasağına giriyor. O devletin sanatını, teknolojisini beğenmek, takdir etmek bu yasağın dışında.
Yukarıda naklettiğimiz ifadeler şöyle son buluyor: “Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.” Yani, bir Müslüman’ın Ehl-i kitaptan, meselâ Hristiyan bir hanımı olsa, onu hanımı olduğu için sevecek, ama onun Hristiyanlığına muhabbet etmeyecektir. İşte bu ince ölçüden mahrumiyet bize çok pahalıya mal oluyor...
Yeri gelmişken yanlış değerlendirilen bir hadis-i şeriften de söz etmek isterim. Resûlûllah Efendimizin (asm.) bir hadis-i şerifinde münafığın alâmetlerini şöyle sıralar:
“Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünü tutmaz. Kendine itimat edilince ihanet eder.”
Bu hadis-i şerifte büyük bir terbiye metodu saklı. Bu hadisi yanlış değerlendirenler de dahil olmak üzere, her Müslüman çok iyi bilir ki, “yalan söylemek”, “sözünde durmamak”, “emanete hıyanet etmek” insanı kâfir etmez. Yine hepimiz biliriz ki, münafık kâfirden daha alçaktır. Çünkü, münafık gerçekte kâfir olduğu halde, küfrünü gizleyen, Müslüman görünen kimsedir. Bu adam İslâm’ın gizli düşmanıdır ve açık düşmandan daha tehlikelidir. Sizi ne zaman ve nasıl vuracağı bilinmez.
Şimdi, yalan söyleyen bir Müslüman’ın böyle hâin bir kâfirden daha aşağı olduğunu söylemek mümkün mü? Elbette ki hayır! O halde hadis-i şerifteki inceliği şöyle anlayacağız. Resûlûllah Efendimiz (asm) bu sözüyle müminlere ihtar ediyor:
“Sakın şu günahlara yaklaşmayınız! Çünkü onlar kâfirden daha alçak olan münafığın sıfatlarıdır.”
Bu fevkalâde tesirli bir ikaz, bir sakındırma metodu. Bu inceliği sezmeyerek, söz konusu günahları işleyen bir mü’mini nifaka girmekle itham etmek, tekfir gibi büyük bir cinayet, büyük bir vebal, büyük bir cehalet ve dehşetli bir suizan...
Çocukluğumuzda çok dinlediğimiz bir fıkra var. Mü’minleri tekfir etmeye can atanların psikolojisini çok güzel ifade eder:
"Bir adama lâkap takmışlar “ördek” diye. İsmini vermez, onu böylece çağırırlarmış. Bir gün birisi, lâf arasında “Bugün hava bulutlu.” demiş. Adam “Sen bana niçin ördek dedin, bunu nasıl yaparsın.” diye başlamış hakaretler yağdırmaya. Beriki neye uğradığını şaşırmış ve nâzikane sormuş, “Kardeşim ben sana ne zaman ‘ördek’ dedim?” Aldığı cevap şu olmuş: “Hava bulutlu oldu mu yağmur yağar; yağmur yağdı mı su göllenir; gölde de ördekler yüzer.”
Maalesef bugün, günahkâr müminlerin her sözünü ve her hareketini bin bir bahane ile küfre yoran insanlara çokça rastlıyoruz. Âlimlerimiz, âriflerimiz, önderlerimiz böyle mi yapıyorlardı!?.. İşte size lâfızları bile birbirine çok benzeyen iki ifade; belli ki aynı çeşmeden içmiş, aynı terbiyeden geçmişler:
“Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de yine te’vile çalışır. Onu tekfir etmez.” (Bediüzzaman)
“Bir Müslümanın sözünü, zayıf bir rivayet dahi olsa mümkün olduğu kadar iyiye yormak gerekir.” (Gümüşhanevî)
Bugün top yekûn islâm âlemi, bilgili, fâzıl, mütevazı, herkesin derdine derman olmaya koşan, günahkârlara bir şefkatli baba gibi üzülen gayretli Müslüman tipine son derece muhtaç...
Câhil, çığırtkan, ıslah nedir bilmeyen, hastaya sövmeyi tedavi sanan, sevimsiz, muhakemesiz, şefkatsiz, hırçın ve eline fırsat geçse güya hak namına nice zulümler işlemeye hazır, slogan makinesi, anarşist tipler İslâm’ı temsil edemezler...
Bizim vazifemiz, evvelâ nefsimizi birinci gruba sokmağa çabalamak, başkalarının da böyle olmalarına gayret göstermek; diğer gruba bilmeyerek düşen kardeşlerimizin de kurtuluşlarına dua etmektir. Bu noktada şu hadis-i şerif bütün mü’minler için ne büyük bir irşaddır!..
Ebu hureyre (r.a.) anlatıyor. Rasûlullah’a (a.s.m.),
– Ey Allah’ın Resûlü! Müşriklere beddua et, onları lânetle, denilmişti. Şu cevabı verdi:
– Ben rahmet olarak gönderildim, lânetleyici olarak değil!..
İlave bilgi için tıklayınız:
- ELFÂZ-I KÜFÜR.
7
Hangi nedenlerle dinden çıkmış oluruz? Dinden çıkan bir kişinin geri dönüşü yok mudur?
Âhir zaman fitnesinin, -inşallah- zevâle meylinin başladığı son devrini yaşıyoruz. Bazı çevrelerde günahtan kaçınmak âdetâ ayıp addediliyor. Namus, iffet, hayâ mefhumları kalabalık ana caddelerden süratle dar sokaklara, kenar mahallelere, kuytu evlere doğru koşuşuyorlar. Kendilerini bir evden içeri atıyorlar. Tam rahat bir nefes alacaklarken, karşılarındaki akıl almaz makine, dünyanın tâ öte ucundan görüntüler sergilemeye ve ışınlarla mermi yağdırmaya başlıyor. Ne yapacaklarını şaşırıyor ve ümitsizlik içinde sadece “âhir zaman” demekle yetiniyorlar.
Ötede birçok hanede Hz. İbrahim’in (a.s.) mûcizesi yeniden yaşanıyor. Bu ateşin ortasında bahçeler, bağlar, bülbüller, güller... Bu kavganın sonu merak ediliyor. Ateş mi suyu yutacak, yoksa su mu ateşi söndürecek? Bir beldede kışın en şiddetli devresinde bir tane olsun hurma yetiştirebilmişseniz, bunun mânâsı şudur: bu yerde hurma olur... Mesele bizim gayretimize kalmıştır. Gece gündüz soğuk aleyhtarı gösteriler yapmak, bağırmak, çağırmak, soğukla kavga etmek meseleyi halledecek değildir. O bir hurmayı, bin yapmanın, milyonlar yapmanın yolunu aramak gerek...
Gözümüzün önünden hiç ayrılmayan günümüz fitnesi, bazı Müslümanları gayrete getirirken, bazılarını da ümitsizliğe düşürüyor. Bunlar, içlerindeki feverana yön veremediklerinden, teselliyi, günahkârlara sövmede, âsilere çatmada, onları kâfirlikle itham etmede buluyorlar. Şeytan, bu gibi Müslümanları büyük bir tehlikenin, dehşetli bir uçurumun kenarına itiyor.
Peygamber Efendimizi (a.s.m.) dinleyelim:
“Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.”
İşte yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın en acı tablosu... Nefis durmadan zorluyor, şeytan aralıksız teşvik ediyor: "Şuna söv! Bunu döv! Şuna kâfir, buna münafık de!.." Bu, büyük bir yaramızdır. Üzerinde ne kadar durulsa yeridir.
Karşımızda günah işleyen, tanımadığımız biri. İç âlemimizde bir kavga: kötüye yormakla (suizan), iyiye yormak (hüsnüzan) arasında kalıyoruz. Nefis diyor ki, bu adam kâfir olmasa bu büyük günahı işlemez... Kalp ve vicdan ise, “Büyük günah işlemek kişiyi kâfir etmez, belki bu günahı küfründen değil de nefsine hâkim olamadığından, yahut cehaletinden işlemektedir; günahkârdır, fâsıkdır, ama kâfir olduğunu hemen iddia etmemek gerekir.” diyerek tedbir yolunu tutuyorlar.
“Günah-ı kebâir (büyük günahlar) işleyen kâfir midir?” tartışması Ehl-i sünnet âlimleri ile Haricîler ve Mûtezile arasında asırlarca sürdü. Haricîler büyük olsun küçük olsun her günah işleyenin kâfir olup ebediyen cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mûtezile büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mü’min olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savundu. Böylece her iki grup da hakikatten uzaklaşarak “dalâlete” düştüler.
Bu kavganın sonunda galibiyet Ehl-i sünnetin oldu. Bu galibiyet bayrakları sayılacak gibi değil. Biz sadece ikisini nakletmekle yetineceğiz: Yahya bin muaz buyuruyor:
“Bir anlık iman, yetmiş yıllık küfrü mahveder, yok eder. Nasıl oluyor ki yetmiş yıllık iman, bir anlık günahla yok oluyor.”
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.”(Maide, 5/44)
âyet-i kerimesini yanlış tefsir ederek, “Allah’a isyan eden, günah işleyen herkes kâfirdir.” diyen haricîlere karşı, Ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerini bir kimyager gibi tahlil eden Fahreddin-i Râzi Hazretleri bu hususta en isabetli görüşün Hz. İkrime’ye (r.a.) ait olduğunu ifade buyurur.
İkrime Hazretlerinin zafer bayrağımız olan şu ifadelerini hep birlikte okuyalım:
“Hak teâlânın ‘Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse...’ ifadesi, hem kalbi hem de lisaniyle inkâr edenleri içine almaktadır. Kalbiyle onun Allah’ın hükmü olduğunu bilip sonra da lisanıyle onun Allah’ın hükmü olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiş, ama onu bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh, böyle bir kimsenin bu âyetin hükmüne dahil olması gerekmez...” (Tefsir-i Kebir, 9/86)
Yakın tarihimizde bir fetret devri yaşadık. Hurafeler hortladı; bozuk fikirler yeniden canlandı... Yine tekfir moda oldu. Ama bu defa Haricîler tarafından değil. İşin tuhaf tarafı bu işi yapanlar Haricîlik nedir, Mûtezile nedir, hatta elfâz-ı küfür nedir pek bilmiyorlardı. Ezberledikleri bazı sloganları soğuk damga yaptırmış, önlerine gelenin alnına basıyorlardı. Bunlar Resûlûllah Efendimizin (a.s.m.) tekfirle ilgili uyarı hadisinin de gâfiliydiler...
Tekfir meselesine küfrün tarifinden başlayalım. Küfür nedir?.. Lügat mânâsıyla küfür, nimete karşı nankörlük etmek, nimeti gizlemek, küfran etmek mânâsına geliyor. Şer’î ıstılahta ise, küfür, “hiçbir zorlama olmaksızın kendi irade ve isteğiyle iman hakikatlerini inkâr ve tekzip etmek, yahut tasdik etmemek, iman edilmesi gereken mukaddesatı tahkir etmek, onlarla alay etmek, haramı helâl, helâli haram kabul etmek” mânâsında.
İman, nasıl kalbin tasdiki ve lisanın ikrarıyla sabit oluyorsa, küfür de aynı yolla sabit olur. Bu noktada karşımıza “elfaz-ı küfür” bahsi çıkıyor, yâni küfür olan sözler.
Bu sözleri söylediğini işittiğimiz bir kimseye hemen kâfir diyebilir miyiz? Burada âlimlerimiz bize şu soruyu yöneltiyorlar: "Onun kalbi hakkında bilgin var mı? O sözü cehaletinden mi söylüyor, yoksa mukaddesata düşmanlık namına yahut onunla alay etmek niyetiyle mi?" Bu nokta çok mühimdir. Ve bu incelik, fiiller için ameller için de geçerli...
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, “Tekzib-i fiil ile adem-i fiil arasında büyük fark vardır.” diyerek bu noktaya dikkatimizi çekiyor. Tekzib-i fiil, bir işin, bir hareketin, bir vazifenin inkâr edilmesi, “öyle bir şey yoktur” denmesi. Adem-i fiil ise, o işin, o fiilin, varlığı kabul edilmekle birlikte, yapılmaması, yerine getirilmemesi. Namazı inkâr etmek başka, namaz kılmamak daha başkadır. Birincisi tekzib, ikincisi ise adem-i fiildir.
Buna göre, bir insan Kur’an-ı Kerim’in namaz emrini inkâr ederse küfre girer; ama, bu emri kabul ettiği halde namaz kılmazsa kesinlikle kâfir olmaz. Haramları işlemek de böyledir. Faiz alıp vermeyi Kur’an’ın yasak ettiğini, bunun ilâhî bir yasak olduğunu kabul eden bir insanın nefsine mağlûp olarak bu haramı işlemesi hâlinde kâfir olmayacağı açıktır.
Bir de Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretlerini dinleyelim:
“Bir kimsenin sarf ettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yönüyle küfürden kurtarıyorsa, müftünün onu tercih etmesi gerekir. Zira Müslümanlar hakkında hüsn-ü zan esastır.”
Bu ilim ve irfan saçan ifadelerde iki yaramızı birden seyrediyoruz. Birisi, “suizan”, yâni kötüye yormak, olumsuz değerlendirmek. Diğeri de, müftünün görevini herkesin yüklenmesi. Fetvanın câhiller eline düşmesi...
Gümüşhanevî Hazretleri devamla şöyle buyuruyor:
“Şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse Müslümandır, fakat niyeti küfür ise müftünün fetvası onu kurtarmaz.” (Ehl-i Sünnet İtikadı, s.68)
Tekfir konusunda Risale-i Nur Külliyatı'ndan “Sünuhat” adlı eserde yer alan şu öz, doyurucu ve harika ifadeleri, bu asrın insanı kelime kelime ezberlemeli, harf harf yaşamalı. Yoksa hem kendisi büyük günaha girer, hem de bilmeyerek karşısındakini İslâm’dan uzaklaştırır...
“Meselâ: demiş bu şey küfürdür. Yâni, o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!...” (Sünuhat, s.20)
Demek ki, bir mü’minde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahatten yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlara “kâfire” tabir ediliyor. Yine o mü’minin, imanından kaynaklanan birçok da mâsum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zâta kâfir dememize mâni. Onun dilinden küfrü icap eden bir söz çıkmışsa, yahut o mü’min, imandan kaynaklanmayan ve ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yâni o adamın küfür niyetiyle, İslâm’ı inkâr kasdıyla bunları yaptığını kesinlikle bilmedikçe onu tekfir edemeyiz; kendisine kâfir diyemeyiz. “sıfatın delâletinde şek var” cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor. Yâni o yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın, onun kâfir olduğuna delil olması şüpheli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kat’i olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mü’min olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak, ben mü’minim, Müslümanım diyecektir. Buna göre imanın delâletinde yakîn var, kesinlik var, kat’iyet var. Ama küfrün varlığında şek, yâni şüphe var, zan var, tahmin var. Biz yakîni, şek ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.
El-Ezherî’nin “Kur’an’a mahlûk diyen kimseye kâfir denilebilir mi?” sorusuna verdiği şu cevap çok harikadır:
– Söylediği şey küfürdür!..
Soru kendisine üç defa tekrar edilir. Hep aynı cevabı verir ve sonunda şöyle buyurur:
– Bazen Müslümanın ağzından küfür çıkabilir.
Yine Nur Külliyatı'ndan “Münazarat”ın teşhis ve tedavi ettiği bir yaramıza da bu vesileyle parmak basalım.
Dış siyaset konusunda Müslümanlar arasında görüş ayrılığı olabiliyor. Bu gayet normaldir. Fikir hürriyeti içerisinde anlayışla karşılanmalıdır. Ama bazen, bu tip tartışmalarda ölçü kaçıyor. Adam, fikren mağlûp düştüğünü hisseder etmez, muhatabını hemen tekfire yelteniyor.
“Sen bu görüşünle Hristiyanları desteklemiş oldun ve küfre girdin.” diyebiliyor. Bu yanlışını düzeltmeye kalktığınızda sesinin tonunu iyiden iyiye yükseltiyor ve emin bir eda ile "Kur’an-ı Kerim’de, “Yahudileri ve Nasranîleri dost edinmeyin.” buyurulmuyor mu?"
diye size çıkışıyor. Bu büyük yanlışın, bu dehşetli hastalığın ve mesuliyeti çok büyük ithamın reçetesi şu birkaç cümlede mevcut:
“Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile, Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam, zâtı için sevilmez. Belki muhabbet sıfat ve san’atı içindir.”
Demek ki âyet-i kerime Yahudiliğe ve Hristiyanlığa muhabbet etmeyi yasaklıyor. Meselâ, Hristiyan bir devleti Hristiyanlığı sebebiyle sevmek, bu âyetin yasağına giriyor. O devletin sanatını, teknolojisini beğenmek, takdir etmek bu yasağın dışında.
Yukarıda naklettiğimiz ifadeler şöyle son buluyor:
“Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.”
Yâni, bir Müslüman’ın Ehl-i kitaptan, meselâ Hristiyan bir hanımı olsa, onu hanımı olduğu için sevecek, ama onun Hristiyanlığına muhabbet etmeyecektir. İşte bu ince ölçüden mahrumiyet bize çok pahalıya mâl oluyor...
Yeri gelmişken yanlış değerlendirilen bir hadis-i şeriften de söz etmek isterim. Resûlûllah Efendimizin (a.s.m.) bir hadis-i şerifinde münafığın alâmetlerini şöyle sıralar:
“Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünü tutmaz. Kendine itimat edilince ihanet eder.”
Bu hadis-i şerifte büyük bir terbiye metodu saklı. Bu hadisi yanlış değerlendirenler de dahil olmak üzere, her Müslüman çok iyi bilir ki, “yalan söylemek”, “sözünde durmamak”, “emanete hıyanet etmek” insanı kafir etmez. Yine hepimiz biliriz ki, münafık kâfirden daha alçaktır. Çünkü, münafık gerçekte kâfir olduğu halde, küfrünü gizleyen, Müslüman görünen kimsedir. Bu adam İslâm’ın gizli düşmanıdır ve açık düşmandan daha tehlikelidir. Sizi ne zaman ve nasıl vuracağı bilinmez.
Şimdi, yalan söyleyen bir Müslüman’ın böyle hâin bir kâfirden daha aşağı olduğunu söylemek mümkün mü? Elbette ki hayır! O halde hadis-i şerifteki inceliği şöyle anlayacağız. Resûlûllah Efendimiz (a.s.m) bu sözüyle müminlere ihtar ediyor: “Sakın şu günahlara yaklaşmayınız! Çünkü onlar kâfirden daha alçak olan münafığın sıfatlarıdır.” Bu fevkalâde tesirli bir ikaz, bir sakındırma metodu. Bu inceliği sezmeyerek, söz konusu günahları işleyen bir mü’mini nifaka girmekle itham etmek, tekfir gibi büyük bir cinayet, büyük bir vebal, büyük bir cehalet ve dehşetli bir suizan...
Çocukluğumuzda çok dinlediğimiz bir fıkra var. Mü’minleri tekfir etmeye can atanların psikolojisini çok güzel ifade eder: bir adama lâkap takmışlar “ördek” diye. İsmini vermez, onu böylece çağırırlarmış. Bir gün birisi, lâf arasında “bugün hava bulutlu” demiş. Adam “sen bana niçin ördek dedin, bunu nasıl yaparsın” diye başlamış hakaretler yağdırmaya. Beriki neye uğradığını şaşırmış ve nâzikane sormuş, “kardeşim ben sana ne zaman ‘ördek’ dedim?” Aldığı cevap şu olmuş: “hava bulutlu oldu mu yağmur yağar; yağmur yağdı mı su göllenir; gölde de ördekler yüzer.”
Maalesef bugün, günahkâr müminlerin her sözünü ve her hareketini bin bir bahane ile küfre yoran insanlara çokça rastlıyoruz. Âlimlerimiz, âriflerimiz, önderlerimiz böyle mi yapıyorlardı!?.. İşte size lâfızları bile birbirine çok benzeyen iki ifade: belli ki aynı çeşmeden içmiş, aynı terbiyeden geçmişler:
“Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır. Onu tekfir etmez.” (Bediüzzaman)
“Bir Müslümanın sözünü, zayıf bir rivayet dahi olsa mümkün olduğu kadar iyiye yormak gerekir.” (Gümüşhanevî)
Bugün top yekûn İslâm âlemi, bilgili, fâzıl, mütevazı, herkesin derdine derman olmaya koşan, günahkârlara bir şefkatli baba gibi üzülen gayretli Müslüman tipine son derece muhtaç...
Câhil, çığırtkan, ıslah nedir bilmeyen, hastaya sövmeyi tedavi sanan, sevimsiz, muhakemesiz, şefkatsiz, hırçın ve eline fırsat geçse güya hak namına nice zulümler işlemeye hazır, slogan makinesi, anarşist tipler islâm’ı temsil edemezler...
Bizim vazifemiz, evvelâ nefsimizi birinci gruba sokmağa çabalamak, başkalarının da böyle olmalarına gayret göstermek, diğer gruba bilmeyerek düşen kardeşlerimizin de kurtuluşlarına dua etmektir. Bu noktada şu hadis-i şerif bütün mü’minler için ne büyük bir irşaddır!.. Ebu hureyre (r.a.) anlatıyor. Rasûlullah’a (a.s.m.),
"Ey Allah’ın Resûlü! Müşriklere beddua et, onları lânetle!" denilmişti. Şu cevabı verdi:
"Ben rahmet olarak gönderildim, lânetleyici olarak değil!.."
İlave bilgi için tıklayınız:
ELFÂZ-I KÜFÜR...
Günah işleyen kişi tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi?
8
Gayba iman ne demektir?
Gayb, “gizli olan, görünmeyen” demektir. Kur’an-ı Kerim muttakilerden, yâni takva sahibi müminlerden bahsederken, onların en büyük özelliği olarak “gayba imanlarını” gösterir.
“Onlar -o muttakiler- gayba iman ederler.”(Bakara, 2/3)
mealindeki âyet-i kerimeyi tefsir eden âlimlerimiz, gayba imana iki şekilde mânâ verirler. Birincisi, “Onlar görmedikleri hâlde, aklî ve naklî delillere dayanarak iman ederler.” Diğeri ise, “Onlar gıyaben dahi iman ederler.” Yâni münafıklar gibi sadece müminler arasında değil, gıyaben de Allah’a ve Resulüne (asm.) iman ederler.
Gayb iki ayrı mânâya gelir: Birincisi, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz, yalnız Allah’ın malûmu olan hâller, hâdiseler, âlemlerdir ki, bunlar imana konu değildirler. İman, bu gayb için değil, ancak Kur’an'ın haber verdiği ve Peygamber Efendimizin (asm.), hakkında açıklamalarda bulunduğu gayb için söz konusudur.
“Bizce gayb, görülemeyen değil, görülmeyen demektir. Biz delilsiz olan gayba değil, delili olan gayb-ı mâkule iman ediyoruz.” (bk. Hak Dini Kur’an Dili)
“Gayba iman” denilince akla ilk gelen, Allah’a ve diğer iman rükünlerine imandır. Bunlar hep gaybdır.
İnanmada ilk adım kalben tasdiktir. Bu tasdikin başlangıcı da anlamak. Beş duyu anlamaya, anlama da inanmaya yardımcı olur. Sadece beş duyunun sınırları içinde dolaşan, onları aşamayan insanlar, hükmen hayvanlıktan kurtulmuş değillerdir.
His ile bilme, hayvanların sahası; hissini akla hizmet ettirip anlama, kavrama ve nihayet inanma ise insanın vazifesidir.
İnsan bir meyve ağacına bakmakta hayvanla müşterektir. O ağacın içinde harika bir fabrikanın çalıştığını, yapraklarında fotosentez olayının cereyan ettiğini, o meyvelerin bütün bir ağaçtan, hatta kâinattan, süzülerek meydana geldiğini ise ancak o insan kavrayabilir.
Onun için, mutlak mânâda “insan” denilince, gayba iman eden “mü’min” hatıra gelmelidir.
İşte, o gayba inananlardır ki, nimette boğulmaz, mün’imi, yâni o nimeti ihsan edeni tanırlar. Esere saplanıp kalmaz, o eseri yapan Hâlik’ı tanır ve bilirler.
Gayba inanmayanlar ise, sofranın tabakları, kitabın yaprakları, yahut fabrikanın bölmeleri arasında dolaşıp duran bir böcek gibi, bu âlem ve içindekilerden, hakiki mânâda, istifade edemez, hayatlarını zâyi eder giderler.
9
Büyük günahları işleyen kişi (livata) kafir olur mu ve ebedi cehennemde mi kalır?
Kişi, gerek İslam devletinde yaşasın gerekse gayri müslim bir ülkede yaşasın, zina ve livata gibi bir fiilde bulunması haramdır.
Livata fiilini işleyen kişi büyük günah işlemiş olur. Bu günahın cezasını Allah dilerse cehennemle cezalandırır, dilerse cezalandırmaz. Bunu ancak Allah bilir. Yani "Büyük günahları işleyen kişi kesin cehenneme gidecektir." gibi bir ifade doğru değildir.
Kişi işlediği günahtan dolayı tövbe ederse ve Allah tövbesini kabul ederse, inşallah kurtulur. Ancak tövbe etmeyen kişi de bu günahının cezasını çekecektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Büyük günah işleyeni tekfir etmek caiz mi? Namaz kılmayan kafir olur mu?
- LİVATA.
10
Şüphe nedir ve bir kısım kimselerin endişe ettiği kadar korkulacak bir şey midir?
Şüphe, insanı sinsi sinsi kemiren ve yavaş yavaş ölüme götüren, korkunç bir hastalıkdır. İnsan; bir kere inanç, düşünce ve tasavvurlarıyla kendini bu hastalığa kaptırdı mı, artık hayatî bütün fonksiyonlarıyla, rûhî bütün melekeleriyle felç olmuş demekdir.
Şüphe ve şüpheciliğin iki esasa dayandırılması mümkündür:
1. İrâdî olarak benimsenen, eskilerin reybîlik dedikleri şüphecilik;
2. İç idrak ve dış müşâhede muvâzenesizliğinden; niyet ve nazar inhirâfından; bilgide, terkib kabiliyetine sahip bulunamayışından doğan diğer bir şüphecilik...
İkinci şık şüphecilik, hemen hemen her yerde üzerinde durduğumuz bir mevzûdur ve kanâatimce izâlesi de mümkündür. Birinci şık şüphecilik ise; o, bir mizâc hastalığıdır. Bu kabil şüpheciler için Spinoza; "Hakîkî reybî (şüpheci)nin vazifesi, susup oturmakdır." demişti. Keşke bu nasihatı dinlemiş olsalardı. Hiç olmazsa zararları başkalarına dokunmaz; nefislerine münhasır kalırdı.
Vâkıa şüphenin, bir de ilmî maksad ile şartlandırılmış ve muvakkat olanı vardır ki, o türlü şübheye kimsenin diyeceği bir şey yoktur. Ne var ki, bizim burada hastalık dediğimiz şüphe, Dr. Paul Sollierin de ifade ettiği gibi "Hâlledilmesi imkânsız ve çözülmeyecek gibi olan şüphedir." Böyle bir şüphe, sürekli olarak şuurumuzu baskı altına alır ve devam eder. Sonra bütün ahvâl-i rûhiyemizi ve bütün zihnî faaliyetlerimizi felce uğratır. Bu hâle gelmiş bir insan ruhu, binbir tereddüdün odak noktası olduğu gibi, binbir kararsızlığın, iç içe kesişip durduğu karmaşık ve içinden çıkılmaz yollara benzer.
Şüphelerini aşamamış ve onlara söz dinletememiş bir insan için; bedenî iktidarsızlık, zihnî ve ahlâkî teşevvüş ve inhiraflar önüne geçilmez cebrî hâdiselerdendir.
Şüphe, insanın tavırlarında katılık, ruhunda sıkıntı ve beceriksizlik hasıl eder. Binaenaleyh şüpheci kimseler, bedene mütevakkıf işlerde hep kaçmak arzusu; yorgunluk getiren şeylere karşı da nefret izhar ederler. Hiçbir iş görmeden yorulmuş bu türlü tiplere, psikiyatrinin koyacağı teşhisler ne kadar iddialı olursa olsun, bunlar hakkında, iç yetmezliğin fonksiyonunu inkâr etmek kabil olmayacaktır.
Şüphenin zihin üzerindeki tesirine gelince; bu maraza mübtelâ olanlar devamlı ve ciddî zihnî faaliyet gösteremezler. Az çok dimağı uzun süre şübhe dalgalarıyla sarsılmış bir insanın. sâlim düşünebilmesi bir hayli müşküldür. Böylelerin en bariz yanları, dikkatlerinin zaafa uğraması, zihinlerinin cevvâliyetini kaybetmesi ve hafızalarının sıkıntıya düşmesi gibi hâllerdir. Artık, bu tipler için, her şey gitgide gayri mümkün bir şekle girer ve önlerine "olmazlardan" aşılmayan tepeler dikilir. Onların önünde birtek açık kapı ve yürünebilir bir tek yol vardır; o da başkalarını tenkit yolu. Bununla yaşar ve bununla varlıklarını sürdürürler.
Bir de şüphenin, ahlâkı baskı altında tutması bahis mevzûudur ki, bana göre en tehlikelisi de budur. Arzu ve isteklerin; ihtiras ve temâyüllerin; hülâsa şahsiyetin en bâtınî ve samimî esasını teşkil eden şeylerin maruz kaldıkları sarsıntılar ve zıd dalgalanmalar, şübheli insanların zihinlerinde meydana getirdikleri neticelerin bir aynını da ahlâkî sahada meydana getirirler.
Hele, ileri safhadaki büyük şüphecilerde, bazen hiçbir şeyden müteessir olmama gibi bir sertlik, katılık ve cansızlık hükmettiği gibi, bazen de, tamamen yıkılmış manevî şahsiyetleri itibariyle, toplum insanı olma vasfını bütün bütün kaybederler.
Şüphe, ictimâî neticeleri itibariyle de çok tehlikeli bir hastalıktır. Çevresinden ve çevresinde olup biten şeylerden şüpheye düşmüş bir kimse, göz göre göre kendisini bin bir endişe içine atar, hem kendini hem de çevresini rahatsız eder. Ve hele, mütereddid ve şübhelere mübtelâ olanların, mesûliyet endişesiyle, hareket etmenin gerekli olduğu yerde geri çekilmeleri veyahut hareket vaktini kaçırma gibi durumları o kadar tehlikelidir ki; bazen bir cemaatin bütün bütün mahvolmasına sebebiyet verebilir. Bilhassa ehemmiyetli ve büyük işlerde, siyaset ve harblerde, başı tutanların tereddüd ve şüpheleri milletleri ve orduları batırmaya yeter ve artar.
Aslında, kendinden şüphe edenin başkaları için bir istinatgâh olması da düşünülemez; zîrâ, kendinden şübhe edenin, nasıl hareket edeceği belli olmadığından, arkasında bir kaç defa yanılmaya maruz kalmış yığın var. Bunlar onun, en mâsum ve makûl davranışlarını da hep kuşkuyla karşılarlar.
Mamâfih, şübhecilerin büyük bir kısmının "olduğu gibi" kalma meylinde olmalarına karşılık, az bir kısmının da, ileri gitme, hamle yapma gayretleri küçümsenmeyecek nispettedir.
Hasılı, şüphecilerin ne düşüncelerinde ne de iş ve davranışlarında itidâl ve muvazene yoktur. Onlar içinde, mevkilerini, mesleklerini, memuriyetlerini mesuliyet korkusuyla terk eden o kadar çok kimse vardır ki (maâzallah) böyleleri kritik bir dönemde bir millet ve bir devleti felç edebilir. Bunların atılganlıkları bir mâcera olduğu gibi, vehim uzantısı tedbirleri de bir sönüp gitme ve donukluktur. Bazılarına göre bu hâl bir iradesizlikden kaynaklanıyor gibi görünse bile, aslında hiç de öyle değildir. Aslında bu hâl isâbetli ve seri karar verememeden, hayatla alâkalı umum ahvâl ve hâdiselerin bize ifâde ettiği çeşitli çözüm yollarından birini tercih edememekden kaynaklanmaktadır.
11
Bir insan yanlış, sapık düşüncelerinden kurtulmak için ne yapmalıdır?
Bir mütefennin demiş:
“Elimde yeteri kadar bir kaldıraç kuvveti olsa, yerküresini yerinden oynatırım.”
Kanaatimizce her mütedeyyin kişi de şunu diyebilmelidir:
“Kalbimde yeteri kadar iman bulsam, yerküresi kadar büyük sıkıntıları yerinden oynatırım.”
Bu konuda sözü fazla felsefî boyutlarıyla uzatmadan, birkaç madde halinde bazı kaldıraçları göstermekte fayda görüyoruz:
- Her şeyden önce “sapık düşünceyi” iyi teşhis etmek gerekir. Bu, gerçekten akıl ve beynimizden çıkan bir sorun mu? Yoksa zihnimizden gelip geçen hayal ve tasavvurlar mıdır? Bilindiği gibi, dile dökülmeden içten tasavvur edilen bir sövgü, gerçek sövmeyi ifade etmediği gibi, küfrün tasavvuru da küfür değildir. Bir cam vazo içerisindeki bir yılanın -elimiz vazoya dokunsa bile- ısırması söz konusu olmadığı gibi, hayal ve tasavvur akranında beliren küfür ve sapıklık yılanı da sahibini ısıramaz.
- Şayet söz konusu sapık düşüncenin bir tasavvur değil, gerçek bir hastalık olduğuna karar verirsek, bu takdirde bunun kaynağını bulmamız gerekir ki, ona göre tedavi edebilelim.
- Denilebilir ki, bu gibi şüphelerin, sapık düşünce akımlarının kaynağı cehalettir. Öyleyse, bunu tedavi etmek gerekir. İman konusunda ve bu gibi şüpheleri izale etme hususunda, asrımızda birinci kaynak Risale-i Nur Külliyatı olduğunu, onu okuyan binlerce ilim adamı tasdik etmektedir.
Bir nezleden ötürü doktora baş vurmayı gerekli gören bu asrın insanının, ebedî hayatını mahvına çalışan pozitivist ve materyalist felsefe akımlarının meydana getirdiği değişik dalalet / sapıklık hastalığından ötürü bilge-doktora müracaat etmemek büyük bir gaflettir. Bu doktor kitaplar olduğu gibi, bizzat bilgisine güvendiğimiz kişiler de olabilir.
- Bir yandan ilgili manevî hekimlere baş vururken, diğer taraftan da bu şüphelerden kurtarması için Allah’a yalvarmak lazımdır. Allah, insanların herhangi bir konuda samimiyetini ölçmek için, onun o konudaki ısrarını, ciddiyetini test eder. Bu sebeple “Yakarışlarıma, yalvarışlarıma bir karşılık göremedim.” deyip acele etmemek gerekir.
- Şayet bu sapkınlık, inançla ilgili değil de günahlarla ilgili bir sorun ise, bunun ilacı, imanı güçlendirmek, dünyanın bir dakikalık haram bir zevkinin neticesi yıllarca vicdan azabı duymak olduğunu bilmek, ölüm gerçeğini, dünyanın faniliğini, ahiretin hesabını sık sık hatırlamaktır. Kötü çevreyi iyi çevreyle değiştirmek, tövbe edip Allah’tan bağışlanmayı dilemek, özellikle beş vakit namazı vaktinde -mümkünse cemaatle- kılmak, yanlıştan doğruya götüren bir kavşak olarak düşünülebilir.
İlave bilgiler için tıklayınız:
- Evham ve vesvese hakkında geniş bilgi verir misiniz?
- Vesveseden nasıl kurtulabilirim?
- Günah işlemek, tövbe etmek ve tövbe ederken yapılması gerekenler...
- Harama girmemek için nefsimize nasıl mani olmalıyız?
12
Dalalet ne demektir, çeşitleri nelerdir?
Dalalet; “sapma, sapıklık, yanlış yolda gitme” gibi manalara geliyor. Bu yolda gidenlere ise “ehl- i dalalet” deniliyor. Fatiha Suresi'nin sonunda,
“Bizi gazabına uğramış olanların (mağdub) ve dalalete düşünlerin (dallîn) yoluna değil, sırat-ı müstakime hidayet et.”
diye bir dua cümlesi vardır. Tefsir alimleri, dallîn güruhuna Hristiyanları, mağdub gurubuna ise Yahudileri misal verirler. Bunlar sadece birer misaldirler; yoksa, bu fırkalar sadece bu iki zümreye mahsus değildir.
Yahudiler, Tevratı tahrif ettikleri ve peygamberlerini öldürdükleri için, Allah'ın gazabına layık olmuşlardır. Hristiyanlar ise, üç ilâh safsatasını kabul etmekle hakikatten sapmış, tevhit inancından ayrılmış ve dalalete düşmüşlerdir.
Bununla birlikte, söz konusu iki gurubu kesin hatlarla birbirinden ayırmak çok zor. Ama birincisinde, yani mağdub gurubunda sefahat, rezalet ve azgınlık ön plana çıkıyor; dallîn güruhunda ise yanlış fikirler ve batıl inançlar. Yoksa, kelime manasıyla bakıldığında, yanlış yola giren dallînler de mağdupturlar, yani Allah'ın gazabına uğrayan zümredendirler.
Aynı şekilde, ahlâkî yönden dejenere olmuş azgın kavimler de dalalet üzeredirler ve Allah'ın gazabına uğrayacaklardır. Her ikisinin ortak özelliği, istikametten sapmaları, Allah'ın kahrına layık kimseler olmalarıdır. Ama, birinci gurupta azgınlık daha hâkimdir, ikincisinde ise sapkınlık.
İstikamet, “peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin” yoludur. Bu yola giren insan, her türlü edep dışı hâllerden uzak kaldığı gibi, yanlış inanç, sapık düşünce ve batıl felsefelerin de hiçbirini ruhuna yanaştırmaz; kalbinden uzak tutar.
Şöyle düşünebiliriz: hidayet, Allah'ın gösterdiği ve razı olduğu yoldur. Bu yol cennete çıkar. O saadet yurduna ve o rıza beldesine ancak Allah elçilerinin izinden gitmekle varılabilir.
Nur Külliyatı'nda, küfür ve dalalet iki kısma ayrılır; birinci kısım için, “Amelî ve ferî olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalalet kolaydır.” şeklinde bir açıklama getirilir. İkinci kısım için ise, “amelî ve ferî olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür” denilir. (Lem'alar)
Birinci guruba girenler, kul olduklarını hiç düşünmeden, ahireti hesaba katmadan, dünyanın gayrimeşru zevklerinden azamî ölçüde faydalanmak isteyen sefih ve ahlâksız kimselerdir. Bu gün Batı gençliğinin yüzde doksanından fazlası ateisttir, ama bunların da yüzde yüze yakın kısmı bu birinci guruba girerler. İmansızlığı “itikadî ve fikrî bir hüküm” olarak benimseyen ve bunu dava edinerek başkalarına benimsetmeğe çalışanlar ise çok azdır. Birinci grup “mağdup” ikinciler ise “dallîn” sınıfına girerler.
Hidayete ulaştıran yollar gibi, dalalete sürükleyen sebepler de çok çeşitlidir. İman en büyük hidayettir; bunun zıddı ise küfürdür. O hâlde, dalalet denilince öncelikle küfür anlaşılacaktır. Küfür, iman yolundan sapma demektir.
“Kim imanla küfrü değiştirirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.” (Bakara, 2/108)
Tevhit, yani Allah'ı bir bilmek de başlı başına bir hidayettir. Öyle ise şirk yolu da dalalettir. Şu âyet-i kerimede dalâlet, şirke düşmek mânâsında kullanılmıştır:
“Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa, 4/116)
Ahlâk kavramını çiğneyip, hayvan gibi sadece şehvet peşinde koşmak da doğru yoldan bir sapmadır. Ahlâk, hidayet yoludur; edepsizliğin her türü ise dalalettir.
Şu âyet-i kerimede dalâletin bu çeşidi nazara veriliyor:
“Onlar hayvan gibidirler, hatta, yolca (tuttukları yol itibariyle), daha da sapıktırlar.” (Furkan , 25/44)
Başta, materyalizm, tabiatçılık, evrimcilik olmak üzere, İslam'a zıt her türlü felsefî akım da birer dalalet yoludur ve bunlara tabi olanlar da dalalet ehlidir.
Tarih boyunca nice batıl düşünce akımları çıkmış, fakat günümüzde çoğunun mensubu kalmamıştır.
İnsanın kul olduğunu, bu âlemde misafir bulunduğunu ve ahirete yolcu olduğunu unutan kimselerde, kulluğun yerini enaniyet ve kibir alır. Kendi ruh dünyasını kendi aklıyla şekillendirmeye kalkışan ve sadece nefsinin razı olacağı bir ahlâk anlayışını benimseyen bu gibi insanlar, hak ve hakikatten sapmış ve dalalet yoluna girmişlerdir.
Müminlerin yaptıkları her türlü yanlışlık da doğru yoldan sapma demektir. Ama bu hataları işleyen kimseler, kelime manasıyla, dalalete düşmüş olsalar bile dinî terim olarak onlara ehl-i dalalet denmez. Nitekim, miras taksimiyle ilgili bir âyet-i kerime şöyle son bulur:
“Şaşırıyorsunuz diye Allah size açıklıyor. Allah her şeyi bilendir.” (Nisa, 4/176)
Ayette, dalalete düşmekten söz edilmiş, ama tercümesinde “dalalet” yerine “şaşkınlık” kelimesi kullanılmıştır.
Şu ayet-i kerime, dalaletin çok önemli bir kaynağına dikkatimizi çekiyor:
“Kâfirler, 'Allah bu misâlle neyi murat etmiş?' derler. Allah onun ile çoklarını dalalete atar (saptırır) ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat ancak fâsıkları dalalete atar.” (Bakara, 2/26)
Demek oluyor ki, insan fısk ve günah vadisinde ilerledikçe bu menhus yolculuğa alışır; ona bağımlı hâle gelir. Bu gibi insanlar, kendilerini aldatmak ve nefislerini tatmin etmek için, yanlış bir fikre yahut batıl bir inanca yapışmaya adeta can atarlar.
13
Ümmet ne demektir?
Ümmet kelimesi "e-m-m" kökünden bir isim olup asıl anlamı, sınıf ve cemaat demektir. Bu kelime Türkçe'de; bir peygambere inananlar ve semâvi dinlere mensup kavimler topluluğu; Kur'ân'da ise genel olarak din, müddet, zaman, (Hûd, 11/8), önder (İbrahim Peygamber) (Nahl,16/120) ve topluluk anlamlarında kullanılmıştır.
Hak dine de (Enbiyâ, 21/92), batıl dine de (Zuhruf, 43/22) ümmet denilmiştir. İnsanlar başlangıçta bir tek ümmet idi, yani tevhit dini üzere idiler. Sonradan şirk ve küfür zuhur etti (Yûnus, 10/19). Allah, isteseydi insanlar tek ümmet, yani tek din, tevhit dini İslâm üzere olurlar, ihtilaf etmezlerdi. (Hûd, 11/118).
Kur'ân'da tekil ve çoğul olarak altmış dört defa geçen "ümmet" kelimesi, daha çok toplum/cemaat anlamında kullanılmıştır. Cemaat olma canlılara özgü bir özelliktir. Bu itibarla hem insanlara hem de diğer canlılara "ümmet" denilmiştir.
Kendilerine peygamber gönderilme, belli bir amaçla bir mekânda bulunma, belli niteliklere sahip olma, îmân, şirk, küfür ve nifak gibi insanları ümmet yapan unsurlar vardır.
Kur'ân'da kendilerine peygamber gönderilen toplumlara "ümmet" denilmiştir. (Enâm, 6/42; Ra'd, 13/30) Bu manada "ümmet" kelimesi, mümin kâfir bütün insanları ifade etmektedir. Kendilerine peygamber gönderilen ümmetlerden îmân edenler de etmeyenler de olmuştur. Îmân edenlere ümmet-i icabe (peygamberin davetini kabul eden ümmet/toplum), îmân etmeyenlere de ümmet-i dave (îmâna davet edilen ümmet/toplum) denir.
Hem hak dine îmân eden bütün insanlara hem de müminler içinde belli niteliklere sahip olan bir gruba, meselâ insanları hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden belli bir mümin grubuna da ümmet denilmiştir. (A'râf, 7/181, Âl-i İmrân, 3/104, 110; Bakara, 2/143). Bu manada insanları ümmet yapan ortak değer îmân ve İslâm'dır. Yüce Allah; Müslüman ümmeti (Bakara, 2/128), Allah'a ve ahiret gününe îmân eden (Bakara, 2/143), doğru ve adil (kaime) (Âl-i İmrân, 3/113), mu'tedil (mukteside) (Mâide, 5/66), îmân edip iyilik yapan, iyi davranan ve Allah'ı görüyormuş gibi ibadet eden (muhsin) (Saffât, 37/113), insanları hakka ileten ve hakla hükmeden (A'râf, 7/181), iyiliği emredip kötülüğü nehyeden ve hayırda yarışan (Âl-i İmrân, 3/104, 110, 113) vb vasıflarla nitelendirmiştir.
Diğer peygamberlere îmân edenlere (Âl-i İmrân, 3/113-114), kâfir toplumlara (A'râf, 7/38), az veya çok herhangi bir topluluğa da (Kasas, 28/23) ümmet denilmiştir.
"Ümmet" kelimesi toplum, cemaat anlamıyla; taife, fırka (Tevbe, 9/122), ferîk (Enfal, 8/5), kavim (Hucurât, 49/6), hizb (Fâtır, 35/6), fevc (Neml, 27/83), karn (İsrâ, 17/17), fie / kalabalık (Enfal, 8/45), zümer (Zümer, 39/71), mele' (A'râf, 7/103) ve reht (Neml, 27/48) kelimelerinin sinonimidir.
İnsanlar gibi diğer canlılar da renkleri biçimleri, yapıları, görünüşleri... ile farklı gruplara, sınıflara ve toplumlara (ümmetlere) ayrılmıştır (En'âm, 6/38). Diğer canlılar da yaratılışta, ölümde, yeniden dirilişte ve rızkta insanlar gibidir. Ecelleri ve rızkları takdir edilmiştir. Her cins hayvan birer ümmettir, ayrı birer sınıftır. Farklı isimleri vardır ve isimlerini bilirler. Allah'ı hamd ile tespih ederler (İsrâ, 17/44). Her biri kendi duasını, ibadetini ve tespihini bilir (Nûr, 24/41), Allah'ın varlığını ve birliğini tanır, birbirleriyle ünsiyet eder ve anlaşır. Doğar, yer, içer, yaşar ve ölürler. Kıyamet kopunca dirilirler. Aralarında hesaplaşma yapılır.
"Kıyamet günü bütün haklar sahiplerine verilir. Hatta boynuzsuz koyunun hakkı, boynuzlu koyundan alınır." (Müslim, Birr, 60).
Peygamberimiz (a.s.) karıncaların ve köpeklerin de diğer ümmetler gibi birer ümmet olduklarını bildirmiştir. (Ebû Dâvûd, Edahi, 22; Müslim, Selam, 148).
Hadis-i şeriflerde ümmet kelimesi; cemaat, bir peygambere uyan insanlar, İslâm toplumu, kendilerine peygamber gönderilen insanlar manalarında kullanılmıştır. "Muhammed ümmeti" ifadesi bazen sadece müminleri bazen de mümin kâfir bütün insanları ifade eder. (Ebû Dâvûd, Sünne, 1; İbn Mace, Mukaddime, 15, Zühd; bk. İsmail Karagöz, Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları)
İlave bilgi için tıklayınız:
- ÜMMET.
14
Niçin tam manasıyla ibadet edemiyorum, Allah'a halis bir kul olamıyorum?
Çok ilim sahibi olmak demek, çok iman sahibi olmak anlamına gelmez. Namaz, kılına kılına alışkanlık haline getirilir, namaz hakkında çok kitap okuyarak değil. Okur yazar olmayan ninelerimiz hiç teheccüt namazını kaçırmaz, ama namaz konusunda her türlü kitabı okumuş olan bizler nedense bir türlü teheccüt namazı kılamayız. Bu durumda ısrarla pratik yapmak çok önemlidir.
İnsan hayatının en ön sırasına dini koymalıdır. Dinimizi dünyaya değil, dünyayı dinimize uydurmalıyız. Bunu başardığımız zaman daha kolay kendimizi muhafaza edebiliriz.
Dikkat edeceğimiz çok önemli hususlardan birisi, günahlardır. İnsan günaha girdikçe namazdan ibadetlerden sıkılır, ibadet etmek onu sıkmaya başlar. Bir insan ibadetlerini tam olarak yerine getiremiyorsa, demek ki onu ibadetten mahrum bırakan bir günah vardır. Günahlar iman zafiyetine sebeb olur; takva ile (günahlardan kaçınmakla) iman kuvvet bulur. Her şeyden önce hayatıımızı gözden geçirip nerelerde hata yapıyoruz, bizi ibadetlerden alıkoyacak ne tür günahlarımız var, bunları tespit edip tövbe istiğfarla izalesine çalışmalıyız.
Diğer bir husus, çevremizdir. İnsan çevresini dini hayatını otokontrol altına alacak şekilde oluşturmalıdır. Etrafında maneviyatı yüksek insanların çokluğu ona kuvve-i maneviyye olacaktır. Maneviyattan uzak insanların çokluğu ise onu zamanla ibadetlerden soğutacaktır. Bu konu çok önemlidir. Takva sahibi insanlar insanın imanına kuvvet verirken, günahkar insanlar da insanın imanını zayıflaştırır. Bu gizli bir telkin gibidir.
Bir diğer husus ise, ibadetlerin yanında tebliği unutmamaktır. İnsanın vazifesi iki yönlüdür. Birisi velayete diğeri risalete bakar. Velayet insanın ibadetleri ve takvasıdır. Risalet ise tebliğe bakar. Birinden birinin olmaması diğerini de geri bıraktırır. Hem Allah'a kul olmalı hem de insanları şuurlu kulluğa davet etmelidir. Böylece başkalarını kurtarmaya çalışırken kendimizi de kurtarmış olacağız.
En önemli husus ise, iman kuvvetinin arttırılması. Her türlü eksikliğin kaynağı iman zafiyetidir. Zamanımızın en büyük hastalığı iman zafiyetidir. Maalesef etrafımızda alenen işlenen günahlar, manevi dünyamız üzerinde çok büyük etki yapmaktadır. Farkında olmadan imansızlık telkinine maruz kalmaktayız.
"Her işlenen günahta küfre giden bir yol vardır." Günah işleyen insana Allah'ın ve meleklerin kendisini görüyor olması ağır gelir. Muvakkaten de olsa Allah'ın varlığını meleklerin varlığını yok sayar. Bu hal devam ettikçe küfür tohumu yeşillenir, kök salar. Bu durum çok tehlikelidir, tövbe ile çabuk izale edilmezse, insanı küfre götürünceye kadar kalbini karartır.
Açıktan günah işleyen insan kendisine zarar verdiği gibi çevresine de zarar verir. Serbest ve sıkılmadan işlenen günahlarla etrafına imansızlık telkini yapar. İnsanlar bu telkine gün boyunca çokça maruz kalmaktadırlar. Bu telkinin zararlarından kurtulmak için aynı şekilde iman telkini ile karşılık vermek gerekir. İmanı kuvvetlendiren eserleri bolca okumak ve etrafımızdaki insanlara tebliğ yapmakla kendimizi, çevrenin zararlı telkinlerinden korumakla beraber etrafımıza iman telkini yapmış oluruz.
Allah cümlemize takva üzerine sabır kuvveti nasip etsin.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Nefisle cihad nasıl olmalı ve cinsel baskıdan kurtulma çaresi nedir?..
15
Mekke'de doğan bir çocukla, dünyanın herhangi bir yerinde doğan İslam'dan habersiz bir çocuk, manevi mesuliyet yönünden bir tutulabilir mi?
Evvelâ, şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz:
Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak Allahü Azimüşşân'ın hakkıdır, mahlûkatın O'na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.
Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allahü Azimüşşân'dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak'ın bütün tasarrufatı hakîmane, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O'nun mahlûkatına O'ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz.
Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allahü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.
Kader ve adaletle ilgili mes'elelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı meseleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu ilâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi'nde de beyân buyurulduğu gibi, zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada görülecektir.
Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mesuliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.
Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hatta bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.
Bir kısım insanların, Kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, ilâhî adaletin kulların imtihan şartlanndaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız, elbette imkânsızdır.
Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, ilâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan mes'elelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nevi ibâdettir.
Mesela tıb ilmi, Hakîm-i Ezelî'nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, her bir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o azanın faydasızlığına delil olamaz.
Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah'ın adaletine iman eden bir kimse de, her hadisede ilâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.
Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerîm'inde,
“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder...” (Bakara, 2/286)
buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir.
Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:
- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.
- Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı tehire kalır.
- Ramazan'da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.
- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mesul olmaz.
- Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.
Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.
Allahü Teâlâ -mutlak adaletiyle- kullarının mesuliyetlerini bedenî ve malî durumlarıyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hak, kullarının akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir.
Şu hakikati de bilmek icab eder:
İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O'na karşı ibadetini yapar.
Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kadar akıl ihsan etmiş, akıl hastalan ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.
Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim:
Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adaletin nasıl izah edilebileceği idi.
Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî'ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mesul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş'arî'ye göre ise, böyle bir kimse Allah'a iman etmese de ehl-i necattır.
Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını önce kendi ifadelerinden, daha sonra sadeleştirerek takdim edelim:
"Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan kimseler dahi Allahü Teâlâ Hazretlerine imân ile mükelleftirler. Çünkü, kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide, marifetullaha sâiktir. Lâkin, bunlar şer'î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira, bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzam tarafından tebliğ olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz."
"Fetret, inkıta manasınadır. Bi'set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i İlâhî'nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretlerinin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehl-i fetret tesmiye olunur. Bi'set-i Nebeviyye'den sonra dünyaya geldikleri halde şâhik-i cebelde veya arzın meçhul bir kıtasında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir."
"Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gibi şerî ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allahü Teâlâ'ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'arîye'ye göre mücerred akıl ve nazar marifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allahü Teâlâ'ya imanın vücûbu şer'i şerif ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim, 'Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz.' (İsrâ, 17/15) nass-ı Kur'anîsi de bunu nâtıktır. Fakat Mâtüridiyye Eimmesi derler ki: Allah Teâlâ'ya imân etmek fıtrat muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri'nin hüsnünü idrâk edebilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken bunların azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlal edememesi tecviz olunamaz... Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer'iyyenin adem-i icrası haline aittir. Yoksa, aklen tahsili mümkün olan marifetullahın terkine şâmil değildir. Binaenaleyh marifetullah hususunda hiçbir âkil mazur olamaz. Bazı ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır: Birincisi, zaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl ve nazarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir, bunlar ehl-i Cennettir. İkincisi, Cenâb-ı Allah'a şerik ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır. Üçüncüsü, gaflet üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."
Yukarıdaki ifâdelerin sadeleştirilmiş şekli:
"Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah'ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mesul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, peygamberler taralından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz."
"Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, ilâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir."
"Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm'ın sesi ulaşmayan şahıslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir."
"Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem'e konulmazlar. Nitekim, 'Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz.', âyeti de bunu ifâde etmektedir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk'a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ın bir olduğunu anlayabilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve sanatla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması caiz görülemez... Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bilmenin terki mânâsına gelmez."
"Bundan dolayı, Allah'ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah'ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkincisi, Cenâb-ı Allah'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."
Ehl-i fetret hakkında Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
"Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arî'ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrür eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz." (B. Said Nursî, Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Sekizinci Risale, s. 385)
Bu ifâdeleri sadeleştirerek izah etmeye çalışalım:
"Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'ari'ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan dahi mesul olmazlar. Çünkü, mesuliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mesuliyet bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdları, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeblerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler."
Burada bir sual akla gelebilir:
- Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?
Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretlerinin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:
"İnancıma göre, inşallah Allahü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:"
"a. Hazret-i Muhammed'in (S.A.V.) ismini hiç duymamış olanlar."
"b. Hz. Peygamber'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir."
"c. Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber (asm)'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber'i tâ küçüklüklerinden beri 'İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur.' şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın 'Adı el-Mukaffa' olan yalancının biri Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur.' sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber (asm)'in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez."(İmam-ı Gazali, İslâm'da Müsamaha, Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 60-61.)
Bugün gerek Hristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde, İmam-ı Gazali Hazretlerinin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk'ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartlan ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip (orantılı) olacaktır.
Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mesuliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.
Bu mevzu ile alâkalı olarak mazlum Hristiyanlar hakkında Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz:
"Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi'ye (S.A.V.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve madem âhir zamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensup Hristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev'i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım... Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî (ahirete ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir." (bk. Kastamonu Lahikası, s. 103.)
Yukarıdaki ifâdeler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu husustaki görüşlerinin hülâsası mahiyetindedir. Bu sebeble yukarıda takdim edilen açıklamaları kâfi bularak diğer kaynaklardan nakiller yapmadık. Konu ile ilgili geniş bilgi isteyenler diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman Cezerî'nin "Mezâhib-i Erbaa" adlı eseriyle, Aliyyü'l-Karî'nin "Şerhu'l-Emâli" ve "Şerh Alel-Fıkhi'l-Ekber" adlı eserlerine bakabilirler.
Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım:
İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı saâdet'te Hazret-i Resulüllah (asm)'ın kapı komşusu olan Yahudiler Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resulüllah (asm)'ın devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mekke'de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil'in, Hazret-i Resulüllah (asm)'ın öz amcası Ebû Leheb'in de Müslüman olması icab ederdi.
Bilindiği gibi, Hz. İbrahim'in babası Nemrud'un putçusuydu ve inkârcılardandı. Lût Aleyhisselâm'ın karısı, Nuh Aleyhisselâm'ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan. Firavun, Allah'ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musa (as) onun sarayında, hatta onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı da Allah'a inanan bir kimseydi.
Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nuruna kavuşur. Eğer bir kul hakka karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felaketten kurtaramaz. Bugün de İslam memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslamî örf ve âdetler, hatta mezar taşları İslam'ı telkin ederken, anlatırken, hâlâ İslam'dan uzak ve Allah'tan gafil nice insanlar yok mudur?
16
Hz. Nuh (as)'ın oğlu niçin iman etmedi?
Cenab-ı Hak insana, hidayet ve dalalet olmak üzere iki yol göstermiştir.
İnsanlar bizzat kendi iradelerini kullanarak imana talip olmadıkça, Cenab-ı Hak kimsenin kalbine imanı zorla koymaz. Allah’ın insana imanı nasip etmesi, yine insanın bu hususta göstereceği gayrete bağlıdır.
Nitekim İmam-ı Sadeddin Teftazani, imanı,
“Kulun irade-i cüz’iyesini (cüz’i iradesini) sarfettikten sonra, onun kalbine Cenab-ı Hak tarafından ilka edilen (konulan) bir nurdur.” (1)
diye tarif ederek bu hakikate işaret etmiştir.
İman gibi, küfür de böyledir. Kul kendi iradesini kullanarak küfür ve dalalet yolunda gider, hâl ve hareketleriyle bunu açıkça gösterirse, Cenab-ı Hak ona iman nurunu nasip etmez, gitmekte olduğu küfür yolunda bırakır.
İşte Hz. Nuh (as)’ın hanımının ve oğlunun; Hz. Lut (as)’ın hanımının, Peygamber Efendimiz (asm)'in amcası Ebû Talib’in iman etmeyişlerinin sebeplerini bu bilgiler ışığında değerlendirmek gerekir. Bunlar bir peygamber hanımı, peygamber oğlu, peygamber amcası olmakla birlikte, kendi iradelerini yerinde kullanamamışlardır. İnatlarında ısrar ederek peygamberlerin davetlerine kulak tıkamışlardır. Böylece de iman nimetinden mahrum kalmışlardır.
Demek ki, bir insanın gerçek kurtuluşa ve saadete erebilmesi, bizzat kendi iradesini iyiye kullanarak hidayet yolunu tercih etmesine bağlıdır. Aksi takdirde peygamber oğlu olsa dahi bunun kendisine hiçbir faydası olamaz.
Diğer taraftan, Hz. Nuh (a.s.) kendi vazifesinin sadece tebliğ etmek olduğunu biliyordu. Netice ise Allah’a aitti. Bunun için gerek babalık, gerekse peygamberlik şefkatiyle son ana kadar oğlu Kenan’ı imana ve hakka davet etmekten geri durmadı. Belki imana gelir düşüncesiyle son anda ona şöyle seslendi:
“Ey oğulcağızım! Gel bizimle gemiye bin ve imana gel. Kafirlerle beraber olma! İşte görüyorsun sular yükselmeye başladı.”
Fakat bütün telkinlere rağmen, Kenan inadında ısrar etti. Babasını dinlemedi. Kendi gücüyle kurtulacağını sanıyordu. Şöyle dedi:
“Hayır, binmem! Senin gemine bineceğime bir dağa iltica ederim. O dağ beni boğulmaktan kurtarır.”
Hz. Nuh (as), oğlunun kâfir olarak ölmesine razı olamıyordu. Oğluna son sözleri şu oldu:
“Oğlum! Bugün iman ve itaatlarıyla Allah’ın rahmet ve merhametine mazhar olanlardan başkası için kurtuluş yoktur. İnat etmenin manası yok. Bak, işte sular etrafımızı sardı bile.”(2)
Hz. Nuh (as) daha sözlerini bitirmeden oğlu ile kendisinin arasına büyükçe bir dalga girdi ve Kenan’ı alıp götürdü. Böylece nefis ve şeytana uyarak, inat ve inançsızlığının cezasını peşin olarak bu dünyada da görmüş oldu.
Kaynaklar:
1. Işaratü'l-İ'caz, s. 44.
2. Hud, 11/42-43.
17
Mehdi diye bir kimse var mıdır; varsa gelmiş midir veya gelecek midir?
Mehdî meselesi, deccal meselesi gibi halkın dilinde çok dolaşan ve münakaşa edilen bir konudur. Kimileri, Mehdî gelmiştir, kimileri gelmemiştir, fakat gelecektir, kimileri de Mehdî diye bir şey yoktur, kimileriyse Mehdi'yi inkâr eden kâfirdir, demektedir. Bunun için meseleyi ele alıp, Peygamber (sav)'in hadîslerine ve Ehl-i sünnet ve'l Cemaat'ın cumhurunun görüşlerine dayanarak gerçeği açıklamaya gayret edelim. Şöyle ki:
Tarih boyunca Müslümanlar arasında Mehdî inancı pek yaygın bir şekilde süregelmiştir. Bu inanca göre ahir zamanda Ehl-i beyit'ten bir zat ortaya çıkacak, Müslümanlar kendisine biat edip, etrafında toplanacak ve bütün İslâm memleketlerini birleştirip hakimiyetini sağlayacaktır. Bu inanç gerçekten doğrudur. Çünkü; her ne kadar Buhari ile Müslim Mehdî hakkındaki hadîslere yer vermemiş iseler de Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mace, el-Bezzar, Hakîm ve Taberanî gibi büyük muhaddisler onları tesbit etmişlerdir.
Bu hadîslerin bir kısmı zayıf ise de bir kısmı sahih ve diğer bir kısmı da hasendir. Şevkanî gibi bazı âlimlerin dediklerine göre Mehdi hakkındaki hadîsler mütevâtirdir. Yani Mehdî hakkındaki Peygamber (sav)'in sözü kesindir ve sabittir. İbn-i Haldun gibi bazı kimseler Mehdî hakkındaki hadîslerin tümünü zayıf olarak görmüşlerse de bu doğru değildir.
Mehdî hakkındaki hadîslerin bir kısmı şunlardır:
Dünyanın bitimine tek bir gün bile kalmış olsa Allah o günü uzatıp o adamı gönderecektir. (1)
Mehdî, Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin’in soyundan gelen Ehl-i Beyt ailesinden olacaktır. (2)
Mehdî, geniş alınlı yüksek burunludur. (3)
Mehdî’yi Allah bir gecede ıslah edecektir (feyiz ve hikmetlerle donatacaktır). (4)
Doğudan bazı insanlar çıkıp Mehdî’ye ortam hazırlayacaklardır. (5)
Ehl-i Beyt Hz. Peygamber’den sonra belaya, sürgüne ve kovulmaya duçar olacaktır. Çünkü yüce Allah, Ehl-i Beyt için dünyaya karşılık ahireti seçmiştir. Sonunda doğu tarafından yanlarında siyah bayraklar olan bir kavim hayra talip olacak, istekleri verilmeyince vermeyenlerle savaşacaklardır. Hiçbir kavmin sizleri öldürmedikleri bir şekilde öldüreceklerdir. Aldıkları yardımla istedikleri verilince onlar da bunu kabul etmeyip Ehl-i Beyt’ten birine (Mehdî’ye) iktidarı vereceklerdir. (6)
Mehdî, zulümle dolu dünyayı adaletle dolduracak, yedi yıl hüküm sürecektir. (7)
Mehdî ilahi emirleri hayata geçirecek, sünneti ihya edecek ve bidatleri ortadan kaldıracaktır. Tevrat ve İncilin aslını bulup Ehl-i Kitab’ın Müslüman olmasını sağlayacaktır. (8)
Mehdî, barış ortamını tesis edip, bütün düşmanlıkları ortadan kaldıracak ve herkesin zenginleşmesini sağlayacaktır. (9)
Mehdî meleklerden oluşacak ordusuyla (Cebrail, Mikail) dünyaya hâkim olacaktır. Bütün Müslümanları hâkimiyeti altına alacak ve Araplara hâkim olacaktır. (10)
Mehdî hakkındaki hadîslerin bir kısmını numune olarak aktardık.
Bütün Müslümanların inancı, fakihlerin görüşü ve ahad da olsalar bu kadar hadîs, Mehdî'nin varlığını kabul etmek için yeterlidir. Ancak -yukarıdan da anlaşıldığı gibi- Mehdî hakkındaki hadîslerin bazıları zahiren birbiriyle çatışmaktadır. Çoğu hadisler, Mehdî'nin Fatıma'nın zürriyetinden olacağını belirtiyor. Bazısı Mekke ve Medine'den söz ederken, bazılarıysa Horasan'dan bahsediyor. Bunun için Mehdî ile ilgili hadîsleri okuyan tereddüde düşebiliyor.
Deccal hakkındaki hadîsler arasındaki zahiri/görünüşteki çelişki, Deccal'ın bir değil bir kaç kişi olduğu biçiminde yorumlanarak hadîslerin yol açtığı tereddütlere cevap verilmiştir.
Mehdî hakkındaki hadîsler arasındaki çelişkinin de Mehdî'nin bir değil, bir kaç kişi olduğu biçiminde yorumlanarak ortadan kaldırılmasına bir engel yoktur. Yani Mehdî bir değil, bir kaç kişidir. Bütün hadîslerin bir tek Mehdî'ye hamledilmemesi gerekir. Özetle, İbn-i Hacer gibi alimlerin açıkladığına göre, bir çok Mehdî vardır. Her zamanda bir iki Mehdî bulunabilir. Yalnız ahir zamanda gelecek olan büyük Mehdî birdir.
Hadîslerin açıkladığı gibi, "Muhammed b. Abdullah" ismini alan bir zatın ahir zamanda çıkıp beşeriyeti ıslah etmesi, yeryüzünü adaletle doldurması ve bütün İslâm âlemini birleştirip Allah'ın hakimiyetini yayması mümkün olduğuna göre, onu uzak görmek ve Peygamber (sav)'in hadîslerini -Ahad da olsalar- reddetmek anlamsızdır.
Ahad hadîslerin Peygamber (sav)'in sözü olup olmadığı şüphelidir. Bir veya birkaç kişi tarafından Peygamber (sav)'den nakledilmiştir. Bu nedenle, yüzde yüz Peygamber (sav)'in sözüdür denilemez. Ama bu şuna benzer: Nasıl ki Kur'ân âyetleri Allah (c.c.)'ın sözü olduğu gibi Buhârî ve Müslim'in ittifak ettikleri hadîsler de o derecede kesin olarak Peygamber'in sözüdür denilemezse, hadîs-i ahad ile sabit olan bir hüküm de mütevâtir veya meşhur hadîslerle aynı seviyededir, yüzde yüz Peygamber (sav)'in sözüdür, inkâr eden kâfir olur, denilemez. Ancak onu, âyete ters düşmediği ve ferdin düşünce ve hissine göre değil de akla ve nakle aykırı olmadığı takdirde reddetmek de anlamsızdır.
Hatta Ahad hadîsin Peygamber (sav)in sözü olması kuvvetle muhtemel olduğundan delilsiz olarak onu inkâr eden kimse fasık olur.
Yalnız, tahmini olarak her gün bir Mehdî namzeti gösterip yaygara yapmak ve Allah'ın Mehdi olarak kabul etmediği bir kimsenin Mehdiliğini ilan etmek Allah'ın hukukuna tecavüz ve ölçüsüzlükten doğan bir cüretkârlıktır.
Yukarıda her ne kadar Şevkanî ve benzerlerinin "Mehdi ile ilgili hadîsler mütevâtirdir, onları inkâr etmek küfürdür." gibi sözlerini aktardıysak da ahad hadîslerle ilgili buraya kadar anlattıklarımızın ışığında şunu diyebiliriz:
Mehdî hakkında varit olan hadîsler ahad hadîslerdir. Mütevâtir değildirler. Bu sebeple onları inkâr etmek de küfür değildir. Ancak demin dediğimiz gibi delilsiz olarak inkâr etmek bid'attır.
Mehdî, dünyadan haberi olmayan ve meczup birkaç kişiyi etrafında toplayan bir kişi olmadığı gibi, sarhoş, ayyaş ve şehvet peşinde koşan bir kimse de değildir. O, ciddî olarak İslâm'ın bütün hükümlerine sarılan ve zamanın ahval ve şeraitine göre yetişip gelişen cesur ve mü'min bir liderdir. (11)
Buna göre, Mehdi'yi inkâr eden kimse, fasık olsa bile kafir olmadığı gibi, arkasında kılınan namaz da geçerlidir.
İlave bilgiler için tıklayınız:
- Mehdi kimdir? Mehdiyi nasıl bileceğiz? Gelecek ise ne yapacak? Mehdinin kim olduğunu nerden bileceğiz?
- Mehdi'nin Özellikleri Nelerdir?
- Hz. Mehdî ne zaman çıkacak?..
- Hz. Mehdî neler yapacak?..
- Hz. Mehdi’nin geleceğine inanmamak insanı kafir eder mi?
- Deccal, Mehdî ve İsâ Aleyhisselâmı herkes tanıyabilecek midir?
Dipnot:
1) Ebu Davud, Mehdi, 1.
2) Ebu Davud, Sünen, 35; İmâdü’d-din Ebü’l-Fida İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Mısır 1358, c. I, s. 31.
3) İbn Hanbel, Müsned, c. II, s. 291.
4) İbn Mace, Sünen, 18.
5) Ebu Davud, Sünen, 35.
6) İbn Mace Fiten, 34. Bk. Heytemi, el-Kavlu’l Muhtasar fi Alameti’l Mehdiyyi’l Muntazar, No. 35.
7) Ebu Davud, Sünen, 35; Şehristani, Ebü’l-Feth Tacu’d-din Muhammed bin Abdülkerim b. Ahmed Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, çev. Muharrem Tan, Çağlayan Matbaası, İzmir 2006, s. 159.
8) İbn Hacer, Fethul Bari, c. VI, s. 91.
9) Hâkim, Müsdetrek, c. IV, ss. 557-558.
10) Tirmizi, Sünen, Bab. 52.
11) bk. Halil Günenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar.
18
Hidayet Nedir? Kimler Hidayettedir?
Hidayette olup olmadığımız, Kur’an ve sünnet çizgisinde olup olmadığımızla ilgilidir. İslam’ın bu iki temel kaynağına uygun bir çizgide olanlar hidayette, bu çizginin dışında olanlar ise dalalettedir. Hidayetin iman ve amel olmak üzere iki boyutu vardır.
Yoldan çıkmak, yoldan sapmak, yanlış yola sapmak manasına gelen dalalet İslam literatüründe farklılık arz eder. İslam’ın bu iki temel kaynağının öngördüğü iman boyutundan mahrum olanın dalaleti küfür, amel boyutu olmayanın dalaleti ise fasıklık olarak adlandırılır.
Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakıyla iman ve amel çizgisinin manevî pusulası olan HİDAYET de, doğru yol rotasını şaşırmak anlamına gelen DALALET de Allah’ın yaratmasıyla meydana gelir.
“(Resulum!) Onları hidayete / hak yola getirmek senin görevin değil, lâkin Allah dilediğini hidayete / doğru yola getirir.” (Bakara, 2/272),
“Bu müminler hâlâ öğrenmediler mi ki Allah dileseydi bütün insanları hidâyet eder, doğru yola koyardı.” (Rad, 13/31);
“Hiç kötü işleri kendisine güzel görünen kimse, iyilik edip dürüst işler işleyen kimse gibi olur mu? Allah dilediğini dalalete / sapıklığa, dilediğini hidayete / doğru yola iletir. O halde o insanlardan ötürü üzülüp kendini mahvetme! Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını bilir.” (Fatır, 35/8)
mealindeki ayetler gibi, daha pek çok ayette hidayet ve dalaletin varlığı, Allah’ın yaratmasına bağlı olduğu vurgulanmıştır.
Hidayetin iman boyutunun özellikle vurgulandığı şu ayetler de bize konumuzla ilgili açık bir mesaj vermektedir:
“Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. (Ama bunu irade etmedi). Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadıkça hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus, 10/99-100),
“(Resulüm!) Sen dilediğin kimseyi hidayete / doğru yola eriştiremezsin, lâkin ancak Allah dilediğini hidayete / doğruya ulaştırır.” (Kasas, 28/56).
Bu ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki, HİDAYET Allah tarafından insanlara verilen, yani dışarıdan telkin edilip yaratılan bir ilahî nimettir.
İnsanın hidayet ve dalalette bir kesbi, bir vesilelik boyutunun olduğu, yine Ehl-i sünnet alimlerinin kabul ettiği bir gerçektir.
“De ki: 'İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.'” (Kehf, 18/29)
mealindeki ayet ve benzeri bir çok ayette, insanın özgür iradesinin -kesb, vesilelik bakımından- rolüne işaret edilmiştir.
Şunu açık olarak belirtelim ki, hidayetin yalnız Allah’ın elinde olması, onun yegâne yaratıcı olmasının bir gereği olduğu gibi, kesb / vesilelik cihetiyle insanın özgür iradesinin söz konusu olması da ilahî adaletin olmazsa olmaz şartıdır. Ehl-i sünnet alimlerinin -hidayetin öncelikli boyutu olan- iman tanımları da bu yöndedir.
Bediüzzaman Hazretlerinin şu tanımı -insan kesbini de içine alan- çok açıklayıcı, efradını cami, ağyarını mani bir kapsama sahiptir:
“Şu kelime-i şahadetteki cevher-i iman bir nurdur, Allah (onu) istediğinin kalbine atar / bırakır. Keyyumu (imanı kalpte tutan) Hidayet-i ilahiyedir. Burhanı ise bir mücahittir (ki), düşmanını tart eder, bir süpürgecidir ki, evhamdan tezhip eder.” (Asar- ı Bediiye, Nokta, s. 21).
“İman, Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre; 'Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.' denilmiştir.” (İşaratu’l-İ’caz, s.42).
Demek ki iman ve hidayetin iki yönü vardır. Bir tarafı vesilelik cihetidir ki, insanın vicdan hürriyetine bakar, diğeri ilahî hükümranlığın istiklali cihetidir ki Allah’ın birliği ve tevhit cihetine bakar. Kulun kesp / özgür irade tarafı yüzde bir ise, Allah’ın müdahalesi yüzde doksan dokuzdur.
Şeytanın görevi insanları hidayete çağırmak değil, hidayete girmelerini engellemek, onları hidayetten uzaklaştırmaktır.
“(Şeytan) Öyle ise” dedi, “Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları gözetlemek üzere senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, sen de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.” (Araf, 7/16-17)
mealindeki ayet ve benzerlerinde bu husus açıkça ifade edilmiştir.
Bu kısa açıklamadan sonra konuyla ilgili ileri bazı ayetleri bahane ederek hidayet konusunda ileri sürülen iddialara cevap vermeye çalışacağız:
İddia:
“Kur'ân'daki hidayet" insan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasıdır. Bugün İslâm âleminin önündeki en büyük tuzaklardan biri, "Ruh insana hayat verir. Ruh vücuttan çıkarsa kişi ölür." anlayışıdır. Bu anlayış, dînimize sonradan sokulmuş, Kur'ân-ı Kerim'e tamamen aykırı bir bid'attir. Öyle ki bu korkunç bid'at sebebiyle Kur'ân'daki hidayetin üzeri örtülmüş, insanlar Allah Tealâ'nın teslim emirlerinden bîhaber bırakılmışlardır.
Cevap:
“Kur'ân'daki hidayet" insan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasıdır.” sözünden maksat, insanın ölmeden evvel Allah’ı tanıması, ona kul olması, ona teslim olması ise, bu doğrudur. Eğer bundan maksat, ruhun gerçek anlamda Allah ile bir şekilde buluşmak, onun yanına varmak, Allah’ın la-mekân ve la-zaman olan ezelî nezdine gitmek ise bu açık bir küfürdür.
"Ruh insana hayat verir. Ruh vücuttan çıkarsa kişi ölür." anlayışının Kur’an’a aykırılığını iddia etmek bütün Ehl-i sünnet alimlerinin görüşlerini reddetmek anlamına gelir. Tabii ki bu ifadelerden ne kastedildiği pek açık değildir. Eğer bundan maksat ruhun bedenden çıkmasıyla kişinin bedeni yine de ölmez ise, bu gözle görülen realiteye aykırıdır. Eğer maksat ölümden sonra da yine ruhun baki olduğunu vurgulamak ise bu doğrudur. Fakat bu muğlak ifade -bilerek- bir demagojinin yapılmasına yöneliktir.
İslam alimlerine göre, Ruh, başına şuur takılmış, -bağımsız bir varlık olarak- vücud-u haricî giydirilmiş, hem alem-i emir hem irade vasfından gelen bir kanun-u emrîdir. (bk. Sözler, Lemaat, s.702),
“Ruh; zîhayat, zîşuur, nurânî, vücud-u haricî giydirilmiş, cami, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdır” (bk. Sözler, s. 516-517).
İddia:
Bugünkü İslâmî tatbikatta hidayeti bilerek veya farkına varmaksızın gizleyenlerin Kur'ân-ı Kerim'e aykırı olmasına rağmen dayandığı iki tez vardır.
1. bid'at: Ruh insana hayat verir, ruh vücuttan ayrılırsa kişi ölür.
2. bid'at: 1400 yıl boyunca İslâm'da ruhun Allah'a ulaşması yer almamıştır.
Bu iki kavram da ne yazık ki dîne sonradan dahil edilmiş hurafelerdir; İslâm âleminin önüne çekilmiş iki karanlık settir. İşte bu iki karanlık setin Kur'ân âyetleri ışığında bir an evvel yok edilmesi gerekmektedir. Bid'atlerle örülmüş bir dîn tatbikatının insanlığı kurtuluşa erdirmesi asla mümkün değildir. Asrın insanı, Allah'ın dînini yegâne Furkan olan Kur'ân-ı Kerim'den öğrenmeli ve bir an evvel hayatına geçirmelidir.
Cevap:
Herkesin hidayeti doğrudan Kur’an’dan öğrenmeyi öngörüne yukarıdaki son cümle, Kur’an dili olan Arapçayı ve bu dilde yazılmış milyonlarca tefsiri ve diğer kaynakları öğrenme ümitlerini kaybetmelerinden kaynaklanan bir şaşkınlık içerisinde kalanların -bozuk plak gibi- sık sık tekrarladıkları bir cehalet ürünüdür.
Dünya ve ahiret alemiyle ilgili ilimleri ihtiva eden Kur’an gibi bir semavî kitabı, sadece mealine bakarak öğrenmek mümkün müdür? Değişik ilim dallarına ait milyonlarca eserlere kaynaklık eden Kur’an’ı -başka eserlere ihtiyaç duymadan- tek başına anlayacağını iddia eden kimsenin halet-i ruhiyesi gerçekten büyük önem arz eder.
İddia:
"Ruh vücuttan ayrılırsa kişi ölür." anlayışı, dînimize sonradan girmiş bir büyük hurafedir, iblisin insanlığa bir büyük tuzağıdır. Allah Tealâ Kur'ân-ı Kerim'inde "Hayatı veren de öldüren de biziz." buyurmaktadır (Hicr, 15/23; Mülk, 67/2). Ruhun insana hayat verdiğine dair tek bir âyet-i kerime mevcut değildir. Kaldı ki, ruh insanda Allah'ın bir emanetidir. Allah Tealâ'nın insanı eşref-i mahlûkat kılması da, sadece ve sadece Allah'ın ona üfürdüğü ruh sebebiyledir. İnsandan başka hiç bir varlık, Allah'ın ruhunu bünyesinde taşıma yetkisinin sahibi değildir. (Secde, 32/9).
Cevap.
Aşağıda da arz edeceğimiz üzere, “Allah’ın ruhu” ifadesi İslam inancına aykırıdır. Çünkü, ruhun varlığı başka bir vücudu gerektirir. İnsan ve diğer bütün canlılarda ruh-cesed ikilisi vardır. Ruh sahibi cin taifesinin “ateş”ten, melek taifesinin “nur”dan yaratıldığı Kur’an’la sabittir. Demek onlarda da ruhun dışında başka bir madde vardır. Allah’a ruh isnat edersek -ki ne bir ayette ne de sahih bir hadiste böyle bir şey söz konusu değildir- o takdirde Allah’a parçaları atfetmiş oluruz ki, bu özellik tamamen yaratılmışların özelliğidir.
Bu konuyu bir sonraki konuda daha detaylı ele alcağız.
İddia:
"Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem'î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz." (Secde, 32/9)
Cevap:
Anlaşılan bu ifadelerin sahibi, insanların ruhunu Allah’ın ruhunun bir parçası kabul etmektedir. Delil olarak da Secde suresinin 9. ayetinde geçen “fîhi min rûhihî = ruhundan üfledi” ayetini göstermektedir.
Evvela şunu söyleyelim ki, bu ayette ruhun Allah’a izafe edilmesi, teşrif / şereflendirmek içindir. Bu sebeple -mealen- “ruhumdan” ifadesi, “özel yarattığı o güzel insanî / sultanî ruh” demektir. Nasıl ki, bir insana verdiğimiz bir kalemi güzel ve özel bir hediye olduğunu göstermek için “Şu kalemi size veriyorum.” yerine “Şu kalemimi size hediye ediyorum.” demeyi tercih ederiz. Bunun gibi Allah da insana verdiği değeri belirtmek için “Ona /Adem’e ruh üfledim” yerine “Ruhumdan üfledim” ifadesini tercih buyurmuştur. “Kalemim” dediğim zaman onun benim bir parçam olduğu anlamına gelmediği gibi, ayetteki “ruhum” ifadesinden de ruhun -hâşa- “Allah’ın bir parçası” olduğunu da anlamamak gerekir.
Eğer insandaki ruhu Allah’ın ruhundan alınmış olduğunu savunursak, bu takdirde “Onun hiç bir benzeri yoktur.” (Şura, 42/11) mealindeki ayete ters bir yola girmiş oluruz. Çünkü, bu takdirde insanda olan ruh, Allah’ın ruhunun bir parçası olduğuna göre, onun ruhu ile insan ruhu -sadece benzer değil- birbirinin aynısı olmuş olur.
Kaldı ki, “(Meryem) onlarla (ailesi ile) kendi arasına bir perde çekmişti. Ona ruhumuzu (Cebrail’i) gönderdik. O da ona düzgün bir insan şeklinde göründü.” (Meryem, 19/17) mealindeki ayette de Hz. Cebrail “ruh” olarak değil, “ruhumuz” şeklinde ifade edilmiştir. Hangi akıl sahibi, Hz. Cebrail’in Allah’ın bir parçası olduğunu söyleyebilir!? Gerçek şudur ki, burada da Cebrail’e şeref bahşeden bir üslup kullanılmıştır.
Kur’an’da “Beyt” kelimesi “Beytî / Benim evim” (Bakara, 2/125; Hac, 22/26) ve “naket” kelimesi Naketellahi / Allah’ın devesi, (Şems, 91/13) kelimeleri de Allah’a izafe edilmiştir. Bunlar da yalnız teşrif içindir. (bk. Alusî, Secde, 9. ayetin tefsiri) Yoksa “ev” ve “deve”nin Allah’ın bir parçası olduğunu iddia etmek gibi en büyük bidat bataklığına düşülür.
İbnu’l-Cevzî, Beydavî ve Şevkanî de bu izafenin teşrif ve tekrim / şereflendirmek, onurlandırmak ve değer vermek için olduğunu belirtmiştir. [Zadu’l-mesîr,( Hicr, 15/29); Beydavî, Fethu’l-kadîr, Secde suresi, ilgili ayetin tefsiri]
Ebu Hayan’a göre, Ruh’un Allah’a izafe edilmesi, mülkün malike, muhlukun Halık’a izafesidir. (el-Bahru’l-muhît, ilgili ayetin tefsiri)
Özetle, daha onlarca kaynak verebiliriz ki, hiç birinde “ruhumuz” ifadesini Allah’ın ruhu manasına anlamamıştır. Hepsi de bir şekilde “onun teşrifi, acip bir yaratık olduğuna” işaret etmek için Allah’a izafe edildiğini belirtmişlerdir. (bk. Nesefî, Maverdî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)
İddia:
Ruhumuz Allah'tan gelmiştir ve mutlaka Allah'a geri dönecektir. Allah Tealâ bizlere emanet olarak verdiği ruhu, insandan başka hiç bir yaratılmışın üstlenmediğini de Kur'ân-ı Kerim'inde açıkça ifade etmektedir.
"İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân(insânu), innehu kâne zalûmen cehûlâ(cehûlen)."
"Muhakkak ki biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik (sunduk). Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o (nefs), çok zalimdir, çok cahildir." (Ahzab, 33/72)
Cevap:
İnsanın bu emaneti (Allah’ı tanıma emaneti) yüklenmesi sadece ruhtan dolayı değil, aynı zamanda nebatî ve hayvanî yanlarıyla birlikte bir kompozisyon oluşturduğu içindir. Yoksa, meleklerde de ruh vardır, cinlerde de ruh vardır. Fakat bu kompleks fıtratları olmadığı için bir vahid-i kıyasî olamamışlardır.
Kaldı ki, bu emaneti yüklenme özelliği sadece ruha ait olsa bile, bu ruhun Allah’ın ruhundan geldiği anlamına gelmez. Kur’an’da Allah’ın hayatından bahsedilir, fakat ruhundan hiçbir yerde bahsedilmemiştir. Eğer olsaydı, Hay ismi gibi ruhu ifade eden bir ismi de olurdu.
İddia:
Allah Tealâ emanet olarak verdiği ruhunu, biz bu dünya hayatını yaşarken geri istemektedir.
"İnnallâhe ye'murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli), innallâhe niımmâ yeızukum bih(bihî), innallâhe kâne semîan basîrâ(basîran)."
"Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi ve insanlar arasında hakemlik yaptığınız zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki Allah, onunla (bununla) size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten ve en iyi görendir." (Nisa, 4/58).
Kur'ân-ı Kerim'e göre bütün insanlık "İrciî" emrinin muhatabıdır.
Cevap:
Nisa suresinin 58. ayetinin meali şöyledir:
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah semî ve basîrdir (sözlerinizi de hükümlerinizi de hakkıyla işitir, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görür).”
Ayette geçen “Allah size emanetleri ehline vermenizi… emreder” mealindeki ifadesinden “Allah Tealâ emanet olarak verdiği ruhunu biz bu dünya hayatını yaşarken geri istemektedir.” yargısına varmak gerçekten akla ziyandır.
İddia:
"İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten)."
"Rabbine dön (Allah'tan) razı olarak ve Allah'ın rızasını kazanmış olarak!" (Fecr, 89/28)
Fecr Suresinin 28. âyet-i kerimesinde Allah Tealâ ruha seslenerek, "İrciî ilâ rabbiki; Rabbine geri dön." emrini vermektedir. Ölüm halinde ruhu Allah'a ulaştıracak olan vazifeli ölüm melekleri vardır. Kur'ân'ı Kerim intiharı yasak kıldığı cihetle, Allah Tealâ'nın insana "öl" emri vermesi de mümkün değildir. Her kim kendi eliyle hayatına son verirse onun gideceği yer cehennemdir. Buradaki "İrciî" emri ruhun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasını ihtiva etmektedir. Ruhun Allah'a geri dönüşü, kişinin Allah'a ulaşmayı dileyerek Allah'ın vazifeli kıldığı hidayetçiye tâbiiyetiyle başlayan ve yedi tane gök katı aşarak Allah'ın Zat'ına ulaşması ile gerçekleşen bir vetiredir.
Cevap:
İbn Abbas, İbn Mesud, Zeyd b. Harise ve Ubey b. Kâb gibi büyük sahabelere göre, ayette yer alan “Ey nefs-i mutmaine, rabbine dön” emri yeniden dirilişten sonra, ruhların cesetlerin içine girmeleri için yapılan bir çağrıdır.” (bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).
İmam Maverdî, “Nefs-i mutmainne!” kavramı hakkında yedi görüş beyan edildiğini ifade etmiştir. İbn Abbas’a gör, bundan maksat “mümin nefis”, Mücahid’de göre “icabet eden nefis”; Katade’ye göre “Allah’ın vaadine hakkıyla inanan nefis”; Ubey b. Kâb’a göre, “Emin olan nefis”; Mukatil’e göre, “Razı olan nefis”, bazı işaret ehline göre, “dünya ile tatmin olan nefis”, Hasan-ı Basri’ye göre, “Allah ile itminana kavuşan nefis” demektir. (Maverdî, ilgili ayetin tefsiri).
“Rrabbine dön” çağrısı da üç şekilde yorumlanmıştır. İbn Abbas’a göre bu çağrı, “Kıyamet günü ruhların cesetlerin içine girmeleri için yapılan bir çağrıdır.”. Ebu Salih’e göre bu çağrı, “Ey nefs-i mutmainne, dünyadaki ölüm anında Rabbine dön.” manasına gelir. Diğer bazı alimlere göre bu çağrı, “Ey nefs-i mutmainne, artık Rabbinin senin için hazırladığı ahiretteki mükâfata dön.” manasına gelir.(a.g.e,).
İddia:
Dînin yegâne kaynağı Kur'ân-ı Kerim'e göre dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'a ulaşması farzdır. Peygamber Efendimiz (asm) de; "Ölmeden evvel ölünüz." hadîs-i şerifiyle ruhun Allah'a ulaşmasının farziyetini dile getirmiştir. 14 asır evvel bütün sahâbe bu emri yerine getirerek hidayete ulaşmışlardır (Zumer, 39/17,18).
Cevap:
Bir önceki açıklamada belirtildiği üzere, tefsir kaynaklarında “Rabbine dön!” çağrısını “dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'a ulaşması...” manasında değerlendiren hiçbir tefsirci yoktur. Zaten bunu aklen anlamak da mümkün değildir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, eğer bundan maksat Allah’ı tanıma şerefine nail olmak ise, bu hususu zaten her mümin için -derecesine göre- söz konusudur. Eğer bundan maksat yaşarken Allah’ın katına çıkmak ise, bu takdirde her müminin her gün gerçek bir miraç yaşaması gerekir. İslam inancına göre, Hz. Muhammed (a.s.m)’den başka böyle bir miraca çıkan kimse olmamıştır.
Bir de diyelim ki, soruda söz konusu olan makale sahibi böyle bir miraca çıksın. Kur’an’da farz olduğu iddia edilen böyle yükselme, bir yücelme -Hz. Peygamber (asm)'den başka- sadece bir kişiye mi mahsus kalmış? Bu takdirde Hz. Ebu Bekir (r.a)’den tutun ta bu güne kadar gelmiş, geçmiş bütün alimler, veliler, şehitler ve diğer salihlerin hepsi de günahların deryasında yüzmüşlerdir. Çünkü, bunlardan hiçbiri “Dînin yegâne kaynağı Kur'ân-ı Kerim'e göre dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'a ulaşması farzdır.” demediği gibi, kendisinin böyle bir yüce mertebeye ulaştığını da söylememiştir.
Bundan da anlaşılıyor ki, bu iddia tamamen indî bir vesvesenin ürünüdür. Bunu iddia eden kişinin bilerek yalan uydurduğunu söylemiyoruz, hüsnüzan ediyoruz. Dediğimiz şudur ki; bu kişi böyle bir vesveseye maruz kalmış, bu telkinî doğru sanmış ve bu sebeple de bu kuruntunun esiri olmuştur.
İddia:
"Vellezînectenebût tâgûte en ya'budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi)."
"Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah'a yöneldiler (Allah'a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!"
"Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi)."
"Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah'ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl'elbabtır (daimî zikrin sahipleri)." (Zümer, 39/17, 18)
Cevap:
İlgili ayetlerin doğru mealleri şöyledir:
“Tağuta ibadet etmekten kaçınıp gönülden Allah’a yönelenlere müjdeler var! O halde sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik eden kullarımı müjdele! İşte onlardır Allah’ın hidâyetine mazhar olanlar ve işte onlardır akl-ı selim sahibi olanlar.i” (Zümer, 39/17-18).
Görüldüğü gibi, bu ayetlerde var olduğu iddia edilen “Allah’a ulaşmak” diye bir şey söz konusu değildir. Ayette bu konudaki anahtar kelime “ENABÛ ” fiilidir. İddia sahibinin de meal verirken bu kelimeye “Allah’a yöneldiler” mealini vermesi doğru bir tespittir. Ancak kendi düşüncesini dayatmak için “parantez içerisinde gösterdiği “Allah’a ulaşmayı istediler” ilavesi indî ve keyfî bir yorumdur. Çünkü, ayette yer alan “ENABÛ” fiilî “NEVB” kökünden geliyor ve “bir yere tekrar, tekrar dönmek, yönelmek manasına geliyor. “Enabe ilellah” ise, -tövbe etmek ve halis amel yapmak suretiyle Allah’a dönmek, O’na yönelmek” manasına gelir.(bk. Rağıb, “N-V-B” maddesi).
Demek ki, inabe, yaşarken -hâşâ- bir şekilde bizzat Allah’a ulaşmak değil, amel yaparak, tövbe ederek, Allah’ın emirlerine boyun eğerek samimî kul olmak manasına gelir.
Nitekim ayette hidayete ermiş olanlar -maddî bir ulaşım yolu bulanlar olarak değil-, “sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik eden kullar” olarak vasıflandırılmıştır. Demek ki, hidayet tamamen manevî bir kavramdır, sırat-ı müstakîmi ifade eder. Sırat-ı müstakîm ise, Allah’ın kendilerine iman, istikamet nimetini verdiği nebîler, sıddîkler, şehitler ve salihlerin yolu olduğu Nisa suresinin 68-69. ayetlerinde açıkça ifade edilmiştir.
Bu büyüklerden hiç kimse, Allah’a kavuşmak için “kulluk etme” dışında bir ulaşım yolunu bulduğunu iddia etmemiştir.
İddia:
Bütün bu âyet-i kerimelerden de anlaşılıyor ki; "İrciî" emri bir ölüm emri değildir.
Cevap:
Daha önce detaylı bir şekilde açıklandığı gibi, bu ayet-i kerimelerden hiçbirinde "irciî" emrinin bir ölüm emri olmadığı anlaşılmıştır. Yaşarken bir yolunu bulup Allah’a kavuşma emri olduğuna delalet eden en ufak bir sözcük bile söz konusu değildir.
İddia:
Ne yazık ki Peygamber Efendimiz (S.A.V)'den on dört asır sonra bugün İslâm katledilmiş, ruhun Allah'a ulaşma farziyeti yok edilmiştir. Sevgili kardeşlerimiz! Dünya hayatında ruhun Allah'a ulaşması yoktur, iddiası, dînimize sonradan girmiş bir büyük hurafedir. İblisin insanlığa bir büyük tuzağıdır.
Cevap:
Daha önce de ifade edildiği gibi, eğer bu ifadelerle “ruh’un Allah’ı tanıyarak, ona kulluk ederek, onu sevip sayarak, manevî ubudiyet irtibatıyla irtibat kurmak” kastediliyorsa, bu gerçek on dört asırdan beri Müslümanların anladığı ve kabul ettiği bir hakikattir.
Yok eğer maksat, bunları dışında ruhun ulaşımından söz ediliyorsa, bu yeni çıkma hurafe ne bu gün ne de on dört asır önce İslam düşüncesinde yer almıştır.
İddia:
Allahû Tealâ'nın Şûrâ suresinin 13., R'ad suresinin 21., Bakara suresinin 120. ve Al-i İmran suresinin 73. âyet-i kerimelerinde Allah Tealâ'nın ne dediğine dikkatlice bakalım!
"... Allah dilediğini kendisine seçer. Ve seçtiklerinden kim Allah'a ulaşmayı dilerse, onları kendisine ulaştırır."
Cevap:
İlgili ayetin meali şöyledir:
“O, ‘Dini doğru anlayıp hükümlerini uygulayın ve o hususta tefrikaya düşmeyin!’ diye, din esasları olarak Nuh’a emrettiğini, hem sana vahyettiğimizi, keza İbrâhim’e, Mûsâ’ya, Îsâ’ya emrettiğimizi sizin için de din kıldı. Senin insanları dâvet ettiğin esaslar, müşriklere çok ağır gelmektedir. Halbuki Allah dilediği kullarını bu din için seçer ve gönülden Kendine yöneleni hidayete erdirir / doğru yola iletir.” (Şura, 42/13).
Ayetin tamamının mealine bakınca konunun, “Dini doğru anlayıp hükümlerini uygulamanın” ifade edildiği anlaşılacaktır.
İddia:
"... Onlar, Allah'ın Kendisine ulaştırmasını istedikleri şeyi, O'na ulaştırırlar." (Rad, 13/21)
Cevap:
Bu ayetin meali şöyledir:
“Allah’ın ulaştırılmasını / gözetilmesini emrettiği şeyleri ulaştırırlar / gözetirler. Rab’lerinden çekinir ve pek çetin bir hesaptan endişe ederler.” (Rad, 13/21).
Bu ayette “gözetilmesi” olarak tercüme edilen kelime “Vesale” fiilinin müzari kalıbıdır; vuslat, ulaşmak manasına gelir. Meallerdeki “gözetilme” ifadesi bu kelimenin Türkçe’de iyi anlaşılmasını sağladığı için tercih edilmiştir. Çünkü, buradaki “ulaştırılması" emredilen şeyden maksat, ilahî emrin konusu olan şeyin yerine getirilmesidir ve o emrin hakkının gözetilmesidir.
İddiacının ilave olarak eklediği (Allah’ın) “kendisine” (ulaştırmasını...) sözcüğü ayette yoktur. İlgili fiil meçhul kalıbıdır: “en-Yûsale” şeklinde gelmiştir. Ayetteki konumu itibariyle “yerine ulaştırılması istenen şey” demektir ki Allah ile bir ilgisi yoktur.
İddia:
2/Bakara-120: ...Muhakkak ki Allah'a ulaşmak (Allah'ın kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir...
Cevap:
Bakar suresinin 120. ayetinde "Allah’a ulaşmak..." diye bir şey söz konusu değildir. İlgili ayetin meali şöyledir:
“Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine tâbi olmadıkça asla senden razı olmazlar. Sen de ki: “Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, hidayet/doğru yolun ta kendisidir.”
İddia:
3/Ali İmran-73: ... Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah'a ulaşmasıdır.)...
Cevap:
Bu ayette de dikkatlerini çeken cümle “Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, hidayet / doğru yolun ta kendisidir.” mealindeki cümledir.
Bu her iki ayette de yer alan anahtar kelime “Huda”dır ki, hidayet, rehberlik, yol gösterici gibi manalarına gelir. Söz konusu cümle “Asıl hüda Allah’ın hüdasıdır / asıl hidayet Allah’ın hidayetidir / asıl rehberlik Allah’ın rehberliğidir / asıl doğru yol Allah’ın gösterdiği yoldur.” manasına gelir.
Şayet hidayeti "ulaşma" olarak tercüme etsek bile, yine de iddiacının nereye varacağı belli olmayan meçhul bir manaya yorumladığı gibi değildir. Bilakis şöyle tercüme edilebilir:
“Muhakkak ki hidayet /doğru yol Allah’ın yoludur / Allah’ın rızasına ulaştıran yoldur.”
İddia:
Acaba Allah'ın Kendisine ulaştırılmasını istediği şey nedir? O Allah ki, en sevgili mahlûkunu sadece ve sadece Kendi Zat'ına davet etmektedir. Ve O Allah ki Kur'ân-ı Kerim'inde "Her şey aslına rücû eder." buyurmaktadır.
Cevap:
Allah ile kulları arasında “Yaratan-yaratılan, Mabud-âbid, Rezzak-rızıklanan” gibi bağlardır. Yoksa “ASIL-FER” ilişkisi değildir. İhlas suresi baştan sona Allah’ı bir şeyin aslı, herhangi bir mahluku O’nun bir parçası gibi görenlerin bu görüşlerini reddetmeyi öngörmektedir. Bu sebeple, “Her şey aslına rücû eder." ifadesini, insanların Allah’ın bir parçası olduğuna delil getirmek çirkin bir saçmalıktır.
İddia:
Ne buyuruyordu 13. asrın müceddidi Said-i Nursi Hazretleri? Toplatılan ve gizlenen Tılsımlar mecmuası adlı eserinde buyuruyordu ki:
"Fâniyim fâni olanı istemem,
Acizim aciz olanı istemem,
Ruhumu Rahmân'a teslim eyledim,
Gayrısını istemem." (bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz, s. 474)
Cevap:
İslam teslimiyeti gerektirir. Allah’a iman eden ona güvenir, ona güvenen tevekkül eder, ona tevekkül eden kendisine teslim olur. Bu teslimiyet, beden veya ruh cevherinin bir şekilde yolunu bulup kendini Allah’ın katına çıkarıp ona bizzat telsim olmak manasına asla gelmez.
Bu teslimiyet, tahkîkî imanın, takvalı İslam’ın, samimî kulluğun manevî bir tezahürüdür.
Bu ifadelerin sahibi olan Bediüzzaman'ın eserlerine şöyle bir göz gezdiren kimse, şu sözleri bulacaktır:
"Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı İmân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz." (bk. Sözler, On Üçüncü Söz)
"Ve o tâlim ve tâlimât ise (başta namaz) ibâdettir. O iki nefer ise, biri ferâiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücâhede eden müttakî Müslümandır. Diğeri, Rezzâk-ı Hakikiyi ittiham etmek derecesinde derd-i maîşete dalıp, ferâizi terk ve maîşet yolunda rast gelen günahları işleyen fâsık-ı hasîrdir. Ve o harb ise; nefis ve hevâ, cin ve ins şeytanlarına karşı mücâhede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezîleden, kalb ve ruhunu, helâket-i ebediyeden kurtarmaktır." (bk. Sözler, Beşinciz Söz)
"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." (Al-i İmrân, 3/31) âyet-i azîmesi, ittibâ-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat'î bir surette ilân ediyor. Evet, şu âyet-i kerime, kıyâsât-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnâî kısmının en kuvvetli ve kat'î bir kıyasıdır. Şöyle ki:"
"Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnâî misali olarak deniliyor: 'Eğer güneş çıksa gündüz olacak.' Müsbet netice için denilir: 'Güneş çıktı. Öyleyse netice veriyor ki, şimdi gündüzdür.' Menfi netice için deniliyor: 'Gündüz yok. Öyleyse netice veriyor ki, güneş çıkmamış.' Mantıkça, bu müsbet ve menfi iki netice katîdirler."
"Aynen böyle de, şu âyet-i kerime der ki: Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah'a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder."
"Evet, Cenâb-ı Hakka İmân eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur." (bk. Lem'alar, On Birinci Lem'a)
Ayrıca, bu ifadeler iddia edildiği gibi saklı değildir. Sözler isimli kitabın, On Yedinci Söz'ünde ve Yirmi Altıncı Söz'ün Hatime'sinde de geçmketedir.
İddia:
Öyleyse sizlere sormaz mıyız ki; Ruh hayat veriyor olsaydı eğer; "Beddiüzzaman, ölmeden evvel ruhunu Rahmân'a teslim edebilir miydi?" sevgili kardeşlerimiz? Peki ya; Zübdetül Hakayık kitabında, Aynül Küzâti Hemadanî'nin, "Eğer mezhebi bir kişiyi Hakk'a ulaştırmıyorsa, o kişi Müslüman değildir. Ben beni Hakk'a götürmeyen mezhebi ateşe verir yakarım. Benim arzum ne dîndir, ne de mezheb, ben senin yolunu, seni istiyorum." sözleri size bir şeyler söylemiyor mu?
Cevap:
Bunu söyleyen kimse şunu kastediyor: Din, Allah’a götüren bir yol olduğu için önemlidir. Allah’ın marifetine ulaşmak, onun rızasını tahsil etmek için din ve mezhep önemlidir. Şayet insanı Allah’a ulaştırmayan bir din söz konusu ise, ben öyle bir dinde yokum, demek istiyor.
Yoksa, eğer din olmadan da bir şekilde insanı Allah’a ulaştıran, yani onun rızasını kazandıran bir yol olduğu düşünen kimsenin imanını yenilemesi gerekir.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki bu din asla ondan kabul edilmeyecek Ve o âhirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Al-i İman, 3/85)
mealindeki ayetin ifadesi bu konuda çok açıktır.
İddia:
Peki ya Lâ mekâna kavm olan Yunus? Yunus nasıl teslim etti ruhunu Allah'a; ne diyorsunuz?
Cevap:
“Peki ya Lâ mekâna kavm olan Yunus” tan kastedilen Allah’ın kavmi ise yanlıştır. Eğer maksat Yunus’ın kavmi ise, yine yanlıştır. Çünkü onların mekânı NİNOVA’dır.
Kur’an bize Yunus kavminin bir yolunu bulup kendisine ulaştığını söylemiyor; iman ettikleri için azaptan kurtulduklarını bildiriyor. (Yunus,10/98).
Yunus, bütün sebeplerin bir şeye yaramadığını görüp hakikî tevhit inancının bir gereği olarak vahidiyet içinde sırr-ı ahadiyeti hakka’l-yakîn derecede gördüğü için duası bir anda kabul olup o ölümcül tehlikeden kurtarılmıştır. Bunun yeni bir icat ile bidatkâr bir kavram olan “ruhun cevheri ile Allah’a ulaşmak” la ne alakası vardır?
Öyle anlaşılıyor ki, bu iddialar sahibi, Mehdiliğe soyunmuş olduğundan Kur’an’da yer alan “Hidayet” kavramını da kendisiyle ilgili olduğunu savunmaktadır. Kendisini mehdi olarak tanımayanları “hidayet”i inkâr etmekle suçlama talisizliğine düşmektedir. Çünkü, gerçek anlamda hidayeti gizleyen veya inkâr eden kimse yoktur. Hidayet Kur’an yoludur. Müslüman bir ilim adamının hidayeti gizlemesi söz konusu olabilir mi? Demek ki bu iddiaları seslendiren kişi, hidayeti gizlemelerinden değil, güya kendi mehdiyetini gizlemelerinden ötürü hocaları şikayet etmektedir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Bakara Suresi 2. ayeti neden "Huden li'l-muttekîn" "Takva sahipleri için tarifsiz bir hidayettir." diye biter? Muttakiler için hidayet sözünün anlamı nedir?
- Allah her an her yerde hazırdır ve bize şah damarımızdan daha yakındır. O halde Kur’an’da “Allaha döndürüleceksiniz” gibi ayetlerde geçen “rücu”, yani “Allah’a dönme” ne demektir?
- "Ölmeden önce ölünüz!" hadis-i şerifi nasıl anlaşılmalıdır?
- “Ruhumuzu Allah’a ulaştırmayı dilemeyen, ölümü isteyip de bir an önce ahirete gitmek istemeyen cennete giremez” sözü doğru mudur?
- Hidayet Allah'tandır, sözü nasıl anlaşılmalıdır?
19
"Hidayet Allah'tandır." sözü nasıl anlaşılmalıdır?
Hayır ve şerrin Allah’tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak Odur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakk'ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler,
“Hidayet Allah’tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.”
diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler.
Önce şunu belirtelim: Cenab-ı Hakk'ın dilediğine hidayet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak o dur. Lakin yüce Rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüzi iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı Hak onu o yola sevk etmez. Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere başvurduktan sonra neticeyi Allah’tan bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak Odur.
İnsan, sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle, rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah’ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak Odur.
Allah’ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer.
20
Müslüman olarak seçilmek ve fetret ehli hakkında bilgi verir misiniz?
Evvela şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz. Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak Allahü Azimüşşân'ın hakkıdır; mahlûkatın O'na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.
Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allahü Azimüşşân'dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak'ın bütün tasarrufat-ı hakîmane, rahîmâne ve âdilanedir. Hiç kimse O'nun mahlûkatına O'ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz. Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allahü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.
Kader ve adaletle ilgili meselelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı meseleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl Sûresi'nde de beyân buyurulduğu gibi, zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada görülecektir.
Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mesuliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.
Haşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hatta bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.
Bir kısım insanların, kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, İlâhî adaletin kulların imtihan şartlanndaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız, elbette imkânsızdır.
Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan meselelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev'i ibâdettir. Mesela tıb ilmi, Hakîm-i Ezelî'nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, her bir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilan etmiş olur. Onun anlamaması o azanın faydasızlığına delil olamaz.
Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah'ın adaletine iman eden bir kimse de, her hâdisede İlâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.
Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'inde:
“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder...” (Bakara, 2/286.)
buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir. Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:
- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.
- Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te'hire kalır.
- Ramazan'da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.
- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mesul olmaz.
- Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.
Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.
Allah Teâlâ mutlak adaletiyle kullarının mesuliyetlerini bedenî ve malî durumlanyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hak, kullarının akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir.
Şu hakikati de bilmek icab eder:
İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O'na karşı ibâdetini yapar.
Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kadar akıl ihsan etmiş, akıl hastaları ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.
Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim:
Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlanndaki adaletin nasıl izah edilebileceği idi.
Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî'ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mesul değildir.
Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş'arî'ye göre ise, böyle bir kimse Allah'a iman etmese de ehl-i necattır. Fakat, ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir.
Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını önce kendi ifadelerinden, daha sonra sadeleştirerek takdim edelim:
"Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan kimseler dahi Allahü Teâlâ Hazretleri'ne imân ile mükelleftirler. Çünkü, kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide, ma'rifetullaha sâiktir. Lâkin, bunlar şer'î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira, bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzam tarafından tebliğ olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz."
"Fetret, inkıta manasınadır. Bi'set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i İlâhî'nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri'nin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehl-i fetret tesmiye olunur. Bi'set-i Nebeviyye'den sonra dünyaya geldikleri halde, şâhik-i cebelde veya arzın meçhul bir kıtasında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir."
"Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gibj şer'i ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allah Teâlâ'ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'arîye'ye göre mücerred akıl ve nazar ma'rifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allah Teâlâ'ya imanın vücûbu şer'i şerif ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim, "...Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz." (İsrâ, 17/15) nass-ı Kur'anîsi de bunu nâtıktır."
"Fakat Mâtüridiyye Eimmesi derler ki: Allah Teâlâ'ya imân etmek fıtrat muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri'nin hüsnünü idrâk edebilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken, bunların azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlal edememesi tecviz olunamaz... Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer'iyyenin adem-i icrası haline aittir. Yoksa, aklen tahsili mümkün olan ma'rifetullahın terkine şâmil değildir. Binaenaleyh ma'rifetullah hususunda hiçbir âkil mazur olamaz."
"Bazı ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır: Birincisi, zaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl ve nazarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir, bunlar ehl-i cennettir. İkincisi, Cenâb-ı Allah'a şerik ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır. Üçüncüsü, gaflet üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."
Yukarıdaki ifâdelerin sadeleştirilmiş şekli:
"Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akıllan, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah'ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat, bunlar diğer dinî hükümlerden mes'ul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, peygamberler tarafından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz."
"Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa (as) ile son Peygamber Hz. Muhammed (sav) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir."
"Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm'ın sesi ulaşmayan Huluslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir."
"Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı cehenneme konulmazlar. Nitekim, "...Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz." (İsrâ, 17/15) âyeti de bunu ifâde etmektedir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk'a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ın bir olduğunu anlayabilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve san'atla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması caiz görülemez... Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bilmenin terki mânâsına gelmez."
"Bundan dolayı, Allah'ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah'ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar cennetliktir. İkincisi, Cenâb-ı Allah'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."
Ehl-i fetret hakkında Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
"Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hattatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arî'ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrür eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz." (Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 385)
Bu ifâdeleri sadeleştirerek izah etmeye çalışalım:
"Ehl-i fetretin, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'ari'ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse, ondan dahi mes'ul olmazlar. Çünkü, mes'uliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakkuk eder. Ayrıca peygamber gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mes'uliyet bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdlan, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeblerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bunlara vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler."
Burada bir sual akla gelebilir:
"Peygamber (sav)'in ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?"
Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tasnifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:
"İnancıma göre, inşâallah Allah Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümulüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:
a. Hazret-i Muhammed'in (sav) ismini hiç duymamış olanlar.
b. Hz. Peygamber (sav)'in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.
c. Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber (sav)'in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygambe (sav)r'i tâ küçüklüklerinden beri "İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur." şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın Adı el-Mukaffa' olan yalancının biri Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubda olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber (asv)'in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez."[İmam-ı Gazali, İslâm'da Müsamaha (Tercüme: Süleyman Uludağ), s. 60-61.]
Bugün gerek Hristiyan âleminde ve gerekse demir perde ülkelerinde İmam-ı Gazali Hazretleri'nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk'ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartlan ve imkânları ile din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip (orantılı) olacaktır.
Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mes'uliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.
Bu mevzu ile alâkalı olarak mazlum Hristiyanlar hakkında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz:
"Âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi'ye (asm) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve madem âhir zamanda Hazret-i İsa'nın (as) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (as) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev'i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım... Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî (ahirete ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir." (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 103.)
Yukarıdaki ifâdeler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu husustaki görüşlerinin hülâsası mahiyetindedir. Bu sebeble yukarıda takdim edilen açıklamaları kâfi bularak diğer kaynaklardan nakiller yapmadık. Konu ile ilgili geniş bilgi isteyenler diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman Cezerî'nin "Mezâhib-i Erbaa" adlı eseriyle, Aliyyü'l-Karî'nin "Şerhu'l-Emâli ve Şerh alel-Fıkhi'l-Ekber" adlı eserlerine bakabilirler.
Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım:
İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saâdet'te Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) kapı komşusu olan Yahudiler Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resulüllah'ın (S.A.V.) devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mekke'de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil'in, Hazret-i Resulüllah'ın (S.A.V.) öz amcası Ebû Leheb'in de Müslüman olması icab ederdi.
Bilindiği gibi, Hz. İbrahim (A.S)'in babası Nemrud'un putçusuydu ve inkarcılardandı. Lût Aleyhisselâm'ın karısı, Nuh Aleyhisselâm'ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan. Firavun, Allah'ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musa (A.S.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı da Allah'a inanan bir kimseydi.
Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nuruna kavuşur. Eğer bir kul hakka karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşları İslâm'ı telkin ederken, anlatırken hâlâ İslâm'dan uzak ve Allah'tan gafil nice insanlar yok mudur?
(bk. Mehmet KIRKINCI, Kader Nedir?)
21
Günahlara karşı ne yapmak gerekir? Şirk günahı affedilir mi?
22
Firavunun hasta olmaması, sıkıntı çekmemesi doğru mudur?
Bu konuda Hz. Peygamber (asm)’den rivayet edilen sahih bir bilgiye rastlayamadık. Bu tür bilgiler daha çok bazı alimlerin -kuvvetli ihtimalle İsrailiyat kaynaklı- aktarımlarına dayanmaktadır. Bu cümleden olarak Ebu’ş- Şeyh’in bildirdiğine göre, İbrahim b. Muksim el-Huzelî şöyle demiştir:
“Firavun dört yüz yıl boyunca asla baş ağrısını görmemişti." (Suyutî, ed-Dürrü’l-mensur, Araf, 7/103. ayetin tefsiri)
Yine İbn Ebî Hatim ve Ebu’ş-Şeyh’in bildirdiklerine göre, Muhammed b. el-Mükendir şöyle demiştir:
“Firavun üç yüz sene yaşadı. İki yüz yirmi yıl boyunca gözünde çapak bile oluşmamıştır.” (bk. a.g.e).
Bununla beraber, hiç kimse sağlığını veya hastalığını bahane ederek Allah’a karşı isyanını savunamaz. Sağlık şükrü, hastalık sabrı gerektirir. Kulluk imtihanı zaten bu iki soruya dayalı olarak cereyan etmektedir.
Adaleti, hikmeti, ilmi, kudreti kâinatın şahadetiyle sonsuz olan Allah’a karşı, kişilerin kendilerini haklı çıkarma çabalarının olamayacağı veya sonuç veremeyeceği açıktır.
23
Günümüzde şeriat kuralları geçerli mi?
Bazı insanlar, bu asırda İslami hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslam hükümleriyle hükmetmeyen herkesi, niyetlerine bakmaksızın, hemen küfürle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır diğeri, tefritte. Yani ikisi de aşırı, ikisi de istikametten sapmış...
Önce birinci yanılmadan söz etmek isterim. Meşhur bir kaide vardır. "Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur." El, dendi mi parmaklar onun lazımıdır. Eli, parmaksız düşünemezsiniz. Ve böyle bir elden istifade edemezsiniz. Yüz dendi mi, göz ondan ayrılamaz. Gözsüz bir yüzün önemli bir yanı eksik demektir. Gözün de akı karasından ayrılamaz. Parmak elin, göz yüzün, göz bebeği de gözün lazımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak düşünürseniz bir fayda elde edemezsiniz. İslami hükümler de böyledir. Bir bütün olarak düşünülmelidir. Ve ancak o zaman, ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura, saadete kavuşturur.
İslam'ın temel şartlarının ihmale uğradığı, ferdi ve ailevi hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece muamelat ve ceza hükümlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin, böyle bir cemiyete tatbiki mümkün olmayabilir. Olsa bile, birçok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka düşer. Müslüman görünür, ama bir İslam düşmanı olarak yaşar.
Bu durumda, İslami hükümlerin insanları ıslah edemediği iddia edilemez. Noksanlık hükümde değil bünyededir; toplumun yapısındadır.
Gelelim, istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette, İslam'ı tam tatbik etmeyen, hükmünü ona göre vermeyen veya veremeyen bir insana hemen kafir damgası vurmak da insaf değildir. Zira, iman küfre zıttır. Bir insan İslam'a zıt bir hüküm veriyor, bir icraat yapıyorsa, bunu İslam'ı reddederek yapacaktır ki küfre girsin. Aksi halde onun küfründen değil günahından, isyanından söz edilebilir. İman gibi küfürde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak, "İslam'ın şu husustaki hükmü şöyle ama, ben onu kabul etmiyor ve şöyle hareket ediyorum." derse küfre girer, böyle bir niyeti ve iradesi yoksa, işlediği hata, verdiği yanlış hüküm tamamen cehlinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa, yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa bu adama kafir demek Ehl-i sünnet itikadınca mümkün değildir. Bunu ancak, büyük günah işleyenin kafir olduğuna hükmeden "Hariciler", yahut böyle bir kimsenin imanla küfür arasında kalacağını savunan "Mutezile" iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalalet olduklarında bütün Ehl-i sünnet alimleri müttefik...
Çok dikkatli olmak gerek, İslamı savunuyorum derken, bilmeden dalalet ehli olma tehlikesi de mevcut...
İlave bilgi için tıklayınız:
- "Kahrolsun Şeriat !!!" ifadesini kullanmak doğru mudur?
24
Elfaz-ı küfrü / küfür sözleri kullanan bir kimsenin imanı ve nikâhı gider mi?
Küfür ve iman kalbe ait şeylerdir. Elfaz-ı küfürden bir söz kullanan kimse, kalben imanı terk etmemişse, sırf bu sözü kullanmaktan dolayı imanı gitmiş olmaz. İmanı gitmeyince bu kişinin nikâhına da bir zarar gelmez. Nikâh tazelemek şart değildir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Elfaz-ı küfür söyleyen kişi kafir olur mu? Bir kimsenin bazı sözlerinden dolayı ona kafir demek, tekfir etmek doğru mudur? Dinden çıkmak nasıl olur?..
25
Bu dünyada kendilerine peygamber gönderilmeyenler, kıyamet günü imtihan olacak mıdır?
Ünlü alimlerden İbn Abdu’l-Ber, “kıyamette imtihan”ın olacağını belirten rivayetlerin, peygamber göndermeden kimseye azap verilemeyeceğini ifade eden ayetin ve benzeri ayetlerin açık ifadeleri karşısında bir değer ifade etmeyeceğini belirtmiştir. Buna mukabil, İbn Kesir, ilgili hadis rivayetlerinin bazısı zayıf olsa da bazısının hasen, bazısının sahih olduğunu bunları da dikkate almanın gerektiğini ifade etmiştir.(bk. İbn Kesir, Şankîtî, İsra, 17/15. ayetin tefsiri).
Eş’arî ekolüne bağlı kelamcılar, usulcüler ve Şafiî fakihlerin cumhuruna göre, Fetret ehli olanlar ceza görmekten muaftır. Fetret ehlinden bazılarının ceza gördüklerine dair bazı ahad hadis rivayetleri, bu kesin hükmü ortadan kaldıramaz. Olsa olsa -Hz. Hızırın öldürdüğü çocuğa kâfir hükmünü vermesi gibi- bazı hususî şahısların hususî suçlarından ötürü bir ceza söz konusu olabilir. Çünkü, peygamberler gelmeden kimseye ceza verilmeyeceğine dair bilgiye (ayetin hükmüne) göre de fetret devrinde yaşayanların ceza görmemesi gerekir. Zira, her iki durumda da ilgili insanların ilâhî mesajlar hakkında bilgi sahibi olmamaları söz konusudur.(Alusî, İsra, 17/15. ayetin tefsiri).
“Biz elçi / peygamber göndermeden kimseye azap edecek değiliz.” (İsra, 17/15) mealindeki ayetin anlamı şudur:
Peygamberleri gönderip bahanelerini ortadan kaldırmadan, ayetlerimizle onlara karşı hüccetlerimizi göstermeden hiç kimseye ceza vermeyiz, azap etmeyiz. Nitekim Katade de bu ayeti yorumlarken şunları söylemiştir: Daha önce -elçiler vasıtasıyla- Allah’tan bir haber almadan, O’ndan kendilerine -uyarıcı veya müjdeleyici- bir açıklama gelmeden hiç kimseye azap etmez. Çünkü o, ancak suçları sebebiyle insanları cezalandırır (peygamberler gelmeden bir emir ve yasak söz konusu değil ki, ona muhalefet etmekten bir suç söz konusu olsun). (Taberî, 17/15. ayetin tefsiri).
İlave bilgi için tıklayınız:
- İslamdan haberi olmayanların sorumluluğu var mıdır?
- İmam ı Gazali'ye göre Fetret Devrindekilere Benzerlerinin Durumları
- “Fetret” ne demektir, İslam alimlerine göre dinden haberi olmayanların durumu ne olacaktır?
26
İnsan, yaptığı işlerinde "yarattım veya yarattık" ifadelerini kullanması doğru mudur?
İnsan, dünyadan malzeme alır ve yeni bir eser inşa eder. Her ne kadar ona “benim eserim” derse de bu sahiplenme bir mecazdan öteye gidemez. Kâinat galerisindeki güzel eserlere bir yenisi eklenmiştir ve onun da hakiki sanatkârı yine Allah’tır.
Toprağın bitkiyi, ağacın meyveyi, arının da balı yaratamayacağını anlamak zor değil. Çünkü bunlar bilgisiz, şuursuz ve iradesiz varlıklar. İnsan ise, üstün kabiliyetleri olan bir varlık. Onun şuurlu eliyle ortaya çıkıveren eserlere bakarak Allah’ı hatırlamak her zaman mümkün olmayabiliyor.
Oysa, dikkatle düşününce, insanın da bir vasıta olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Çünkü insan, eserini bir düzen dahilinde kurarken hiçbir malzemeyi yoktan var etmez, ancak yaratılanı terkip ve tertip eder. Bunu yaparken, kendisine ihsan edilen cihazları ve duyguları kullanır. Akıl, kalp, hafıza, göz, kulak ve eli veren Allah’tır. Onun mülkünde, Onun verdiği aletler ve Onun yarattığı malzemelerle çalışan sanatçı, eserinin hakiki sahibi ve yaratıcısı olamaz.
İnsanın rolü “dilemek”tir, iradesini hayır için kullanmaktır. Ağaç vasıtasıyla meyveyi yaratan Allah, insan eliyle de beşeri sanat eserlerini halk etmektedir. Şu hâlde insan, “Şu eseri ben yarattım.” diyemez, ancak, “Bu eser benim vasıtamla yaratıldı.” diye düşünerek “Bu eseri ben yaptım.” diyebilir.
Bilim adamları ve sanatkârlar, kâinattaki ilâhî kanunları keşfederken, çeşitli alet ve makineler yaparken Rablerinin kendilerine bahşettiği kabiliyetleri kullanırlar. “Bu kanunu ben buldum, şu makineyi ben yaptım.” demeleri, onların bir kanun koyucu ve bir yaratıcı olmalarını gerektirmez.
Kalbimiz çalışır, kanımız temizlenir, hücrelerimiz yenilenir, vücudumuzda milyarlarca olay cereyan eder, fakat bunların çoğundan bizim haberimiz bile olmaz. Organlarının nerede olduğunu, ne iş yaptığını ve nasıl çalıştığını bilen kaç kişi var? Saçlarımız dökülür, yüzümüz kırışır, belimiz bükülür, dişlerimiz dökülür, nihayet üstüne titrediğimiz hayatımız elimizden alınır; fakat biz, olup bitenlere seyirci kalmaktan başka bir şey yapamayız.
Organlarının ve duygularının bile gerçek sahibi olmayan insan, nasıl kendi eliyle yaratılan eserlerin hakiki sahibi olur ve "Onları ben yarattım." diyebilir!?..
27
Bir Hristiyan ya da Yahudi, Peygamberimize inanıp da kendi dininde kalmak, kendi dininin vecibelerini yerine getirmek isterse durumu ne olur?
Bu konuyu bir kaç yönden incelemek gerekir:
1. Böyle düşünenler bu düşüncelerinin karşılığını alacaklardır. Elbette Peygamber Efendimize (asm) ve İslamiyete düşman olanlara göre çok farklı değerlendirilmeleri gerekir. Ancak böyle birisine tam bir mümin ve tam bir Müslüman denilemez.
Nitekim, bugün her Müslüman "Ben Hz. İsa (as)'nın peygamber olduğuna iman ediyorum. İnci'in orjinalinin de Allah kelamı olduğuna inanıyorum." demektedir. Nitekim bütün müslümanlar bu inanca sahiptirler. Böyle diyen bir kimseye Hıritiyan denilebilir mi?
Öyleyse hem Peygamberimize (asm) iman eden hem de kendi dininde kalıp onun esaslarıyla amel eden bir kimseye nasıl mümin ve Müslüman denilebilir. Ayrıca İslamiyet'ten başka bütün dinlerde İslamiyete aykırı inanç ve yaşam biçimleri vardır. Bunları da kabul etmemesi ve inancını düzeltmesi gerekir. Bu açıdan hem İslamiyeti kabul edip hem de önceki dininde olanları kabul etmesi ve yaşaması diye bir durum söz konusu olamaz. Bu birbirine zıt şeylerdir.
Bununla beraber kalbini bilemeyiz. Gerçekten mümin ve Müslim de olabilir. Ancak bizler dış görünüşe ve kendi ifadelerine göre karar vermek durumundayız.
Böyle kimselere daha yakın olmalı ve İslam dininin iman ve ibadet esaslarını daha yakından görmesi için yardımcı olmalıyız.
2. İmansız İslâmiyet, İslamiyetsiz îman ne demektir?
İslâm, teslim olmak, iz'an ve itaatle boyun eğmek, imtisal etmek mânâlarına geldiği gibi, görünen ve görünmeyen her türlü ayıp ve şaibeden salim, temiz ve hâlis olmak mânâsına da kullanılır.
İslâm'ın dinî mânâsı ise şöyle ifade edilmektedir:
Resûl-i Ekremin (a.s.m.) haber verdiği ahkâm ve emirleri, dinin icaplarını kabul edip, ona bütün varlığıyla teslim olmak, itaat etmek ve boyun eğmektir. Bu durumda İslâmın getirdiklerini kabul eden kimseye Müslim-Müslüman denir.
îman ise, lügat mânâsı itibariyle; bir şeye hiç tereddüt etmeden kesin olarak inanmak, bir hükmü tasdik etmektir. Verilen haberin kendisinde ve haberi verenin doğruluğunda şüpheye düşmemektir.
Dinî manâsıyla da îman, Allah'ın varlık ve birliğine, Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) Onun peygamberi olduğuna ve peygamber olarak insanlara duyurduğu şeylerin hak ve doğru olduğuna tereddütsüz inanmak, tasdik etmek ve kabul etmektir.
Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre îman, "Cenab-ı Hakk'ın istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra koymuş olduğu bir nurdur."
Bediüzzaman'a göre ise îman,
"Şems-i Ezelîden (Cenab-ı Hakk'tan) ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saâdet-i ebediyeden de bir parıltıdır." 1
Hz. Cebrail (as)'in suali üzerine ise Peygamberimiz (a.s.m.) îmanı, "Âmentü"de ifade edilen altı îman şartını beyan ederek cevaplar. Bu açıklamaya göre ise îman esaslarına ve inanılması icap eden şeylere iman eden kimseye mü'min denmektedir.
İslâm dininin kabul ettiği inançlı bir Müslüman, İslâm ve îman tariflerinde yer alan bütün esas ve prensipleri kabul edip inanan, îman ve İslâmı birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak bilip ona göre hayatını sürdüren insandır. Çünkü, bu iki mefhum ruh ve beden gibi birbirinden ayrılmayan, ayrıldığı takdirde bir mânâ ifade etmeyen şeylerdir.
Ancak, bununla birlikte insanlar inanç ve dinî yaşayış bakımından farklılık arz etmekte, İslâm’ın istediği ve arzu ettiği bir îman tarzı, tasdik ve kabul tarzı herkeste görülmemektedir. Meselâ Allah'a, peygambere ve âhiret gününe iman ettikleri halde, muamelat dediğimiz İslâm’ın ticaret, hukuk, ceza gibi sosyal hayata bakan cihetlerini kabul etmeyen kimseler çıkıyor. Buna karşılık îmanı olmadığı halde, dinin sosyal hayatı düzenleyen prensiplerine taraftar olduğunu açıkça söyleyen kimselere rastlıyoruz.
Bu çeşit kimselerin inanç durumu nasıldır? Kur'ân'ın bütün esaslarını benimsemeyen kimseye Müslüman denebilir mi? Aynı şekilde, Müslüman olmadığı halde İslâm muamelatla ilgili olarak getirdiği esasları müdafaa eden insanları ne şekilde değerlendireceğiz?
Bir mefhum olarak İslâmı ve îmanı Bediüzzaman şöyle tarif eder:
"İslâmiyet iltizamdır, îman iz'andır. Tâbir-i diğerle İslâmiyet hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyattır, îman ise hakkı kabul ve tasdiktir." 2
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, samimi olarak hakka taraftar olup, boyun eğerek kabul ve tasdik eden bir kimse mü'min ve Müslümandır. Fakat sadece taraftar olan veya sadece tasdik eden kimse tek taraflı inanca sahip olduğundan bunların durumu bir öncekilere göre farklıdır. Her iki vasfı bir arada bulundurmadıklarından itikatları değişiktir.
Sadece mü'min ve sadece Müslim olarak kabul edilen kimselerin durumunu aydınlatmak için önce âyet ve hadisten birer misal vermek yerinde olacaktır.
Benî Esed kabilesinden bir cemaat, bir kıtlık yılında Peygamberimize (asm) geldiler. Gerçekten îman etmedikleri halde ganimetten hisse alabilmek için Kelime-i Şehâdet getirip kendilerinin de mü'min olduklarını söylediler. Peygamberimiz (asm) tereddüt içinde iken şu mealdeki âyet-i kerime nazil oldu:
"Bedevilerden bazıları 'îman ettik' derler. Onlara de ki: Hayır, îman etmediniz. Siz 'Müslüman olduk' deyin; çünkü îman henüz kalbinize girmiş değildir. "3
Bir defasında Peygamber Efendimiz (a.s.m.), kalblerini İslama ısındırmak maksadıyla birkaç kişiye ganimetten hisseler dağıtıyordu. Yalnız içlerinden birisini bıraktı, ona bir şey vermedi. Bu durumu fark eden Sa'd bin Ebî Vakkas, meselenin hikmet cihetini Peygamberimiz (asm)'den öğrenmek istedi ve sordu:
"Yâ Resûlallah, falan adamı niçin bıraktınız. Vallahi, ben onu çok iyi bir mü'min biliyorum." dedi.
Peygamberimiz (asm), "Yahut Müslim" buyurdu.
Hz. Sa'd biraz sonra tekrar sordu: "Yâ Resûlallah, falanı niçin bıraktınız? Vallahi ben onu iyi bir mü'min biliyordum."
Peygamberimiz (asm) yine "Yahut Müslim" dedi.
Hz. Sa'd'in üçüncü defa sorusuna Peygamberimiz (asm) yine aynı cevabı verdi.4
Hadisin şerhinde Peygamberimizin (asm) şu şekilde bir ders vermek istediği bildirilmektedir:
"Falan mü'mindir, diye kestirip atmayın. Çünkü, kalben inanıp inanmadığını bilmezsin. Mü'min diyeceğinize Müslim deyin; zira Müslim teslim olan mânâsına gelir."
Bediüzzaman Said Nursî ise bu meseleyi izah ederken şöyle demektedir:
"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamiyle İslâmiyete mazhardı. 'Dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; gayr-ı müslim bir mü'min tabirine mazhar oluyorlar."5
Bir başka eserinde bu mesele ile ilgili bir misal vererek konuyu iyice akla yaklaştırmaktadır. Bu hususu özetleyerek verelim:
"Gayr-ı mü'min Müslim ile gayr-ı müslüm mü'minin mânâsı şudur: Hürriyetin başlangıcında, İkinci Meşrutiyet yıllarında İttihatçıların içine girmiş olan dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet’in ve şeriatın içtimai hayata ve bilhassa Osmanlının siyasetine çok faydalı ve kıymetli, yüksek düsturları içinde bulundurduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriata taraftar idiler. O noktada Müslüman, yâni hakkı iltizam ettikleri ve taraftar oldukları halde mü'min değildiler. Demek gayr-ı mü'min bir Müslüm vasfını hak ediyorlardı. Şimdi ise Frenk usûlünün ve medeniyet nâmı altında bid'atçı ve dine zarar veren cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah'a, âhirete, Peygambere îmanı da taşıyor ve kendini mü'min biliyor. Madem hak ve hakikat olan "şeriat-ı Ahmediyenin" kanunlarını iltizam etmiyor ve hakiki taraftarlık göstermiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor."6
Bu misalde de açıkça görüleceği üzere, zamanımızda bu çeşit insanlar yok değildir. Böyle kimseler îmanları olduğu halde insanlar için bir refah ve saadet kaynağı olan dinin bazı hükümlerini kabul etmeyip, başka sapık ideoloji ve cereyanların ortaya attığı mukabil hükümleri kabul edip onun tatbikini isteyen, kendisini mü'min saydığı halde İslâmın esaslarına taraftar olmayan kimseler Gayr-ı müslim bir mü'min sınıfına girerler. Böyle kimseler her ne kadar Allah'a ve diğer îman esaslarına olan inançlarını muhafaza ediyorlarsa da, İslâmın fert ve cemiyet hayatına getirdiği ve on dört asırdır tatbik edilegelen, Kur'ân lisanıyla da ifade edilen bazı İlâhî hükümlerin, günümüzde geçerliliğini korumadığı iddiasında bulundukları için, "Müslüman" sıfatını taşımamakla beraber, "mü'min" sıfatını muhafaza etmiş oluyorlardır. Fakat îmansız İslâmiyet kurtuluşa yetmediği gibi, İslamiyetsiz îman da kurtuluş vesilesi olmaz. Böylece ebedî saadeti kaybetme tehlikesiyle her zaman yüzyüzedirler.
Yine îman esaslarına tam olarak inandığı halde İslâmı bir bütün olarak kabul etmeyen diğer dinlere mensup kimselere de "gayri müslim bir mü'min" denebilir, îmanı mevcut olsa da, "ehl-i necat" sayılmazlar.
Dipnotlar:
1. İşaratü'l-îcâz, s. 44.
2. Mektubat, s. 31.
3. Hucurât Sûresi, 14.
4. Müslim, îman: 237.
5. Mehtûbat, 31.
6. Barla Lahikası, s. 191.
İlave bilgi için tıklayınız:
İMAN
28
Allah'ın bir kula hidayet etmesi için, kulun ne yapması lazımdır?
Hidayet, kulun iradesini kullanmasından sonra, Allah'ın o kulun kalbine koyduğu bir nurdur.
Hayır ve şerrin Allah'tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak o'dur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakk’ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “Hidayet Allah'tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler.
Önce şunu belirtelim: Cenab-ı Hakk’ın dilediğine hidayet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak o dur. Lakin Yüce Rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüz'i iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı Hak onu o yola sevk etmez. Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah'tan bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak o'dur. Sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah'ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, hadi (hidayete erdirici) ancak o'dur. Allah'ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer.
Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir: Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergah-ı ilahiye ye iltica etmesi ve o'na yalvarması hikmetine binaendir. Bu misal ile izah ettiğimiz hakikat, hidayet meselesi için de söz konusudur.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Hidayet nasip işi midir; iman etmek insanın elinde midir?..
29
Kâfirler ve müşrikler cehennemde Allah'ı bilecekler mi?
Cehennemde küfür yoktur, zira oraya girenler artık bütün iman hakikatlerine inanmışlardır. Kabri görmüşler, orada azap meleklerini tanımışlar, dirilmeyi yaşamışlar, mahşerde Rablerinin huzurunda hesap vermişler ve işte şimdi bu hesaptan müflis olarak ayrıldıktan sonra, azap diyarına girmişlerdir. Cehennemde şirk de yanmış, kavrulmuş ve yerini tevhide bırakmıştır. Artık cehennemin her ferdi çok iyi bilmektedir ki, Allah’tan başka Mabud, ondan başka Hâlık ve Mâlik yoktur. Kur’an-ı Kerim'de, cehennem yakıtının “insanlar ile taşlar” olduğu haber verilir. (Tahrim, 66/6; Bakara, 2/24)
Bu taşları, tefsir âlimlerimiz “putlar” diye açıklıyorlar. Orada insanlarla taptıkları putlar, birlikte yanacaklar. Taşın azap çekmeyeceği açıktır; ama müşriklerle putların birlikte yanmaları da tevhit namına, hoş bir manzaradır.
Cehennem, müminlerin günah ve isyanlarını da kavurmuş, sahibini bunlardan temiz hâle getirmiştir. O dehşetli azapla günahlardan temizlenen müminler, daha sonra cennete varacaklardır. Ama küfür üzere ölenler için bu kapı ebediyen kapalıdır.
Bu vesileyle, konumuzun daha da aydınlanmasına yardımcı olacağı kanaatiyle, Hazreti Mavlana”nın şu harika tespitini takdim edelim: “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” mealindeki âyet hakkında şöyle buyururlar:
“Kâfirler, müşrikler ve asiler cehennemde yanarken, durmadan Allah’ı zikir edecekler ve böylece ibadet için yaratılmış olan bu insanlar, kısa süren bir dünya fasılasından sonra, ibadetlerini böylece sürdüreceklerdir.”
Konuya şöyle bir misâl de verir:
“Hani sıhhatli iken gaflet üzere bulunan bir insan, hastalanıp da yatağa düşünce durmadan inler ve her nefeste ‘Aman ya Rabb’i, sen bilirsin ya Rabb’i’ der ya! İşte cehenneme giren bir insan da böylece ebediyen zikirle meşgûl olacaktır.”
30
İnsanda bulunan nifak, kibir, haset gibi rahatsızlıklar tam olarak nasıl tedavi edilir?
Bu duyguların da imtihan vesilesi olarak verildiği doğrudur. Ancak, bunların engellenmesi karşı gücün varlığıyla mümkündür. Fizik kanunlarında direngen güçlere karşı, indirgen güçlerin varlığı gibi, kötü huylara karşı iyi huyların harekete geçirilmesi büyük önem arz etmektedir.
Bilindiği gibi, bir hastalığa teşhis koymak tedavinin yarısı kabul edilir. Eğer bir insan kendisinde bulunan bir kibrin bulunduğunu idrak edebiliyorsa, hastalığın teşhisi doğru konulmuş ve iyileşme yolunda yolun yarısına varılmış demektir. Boynunda bir akrebin olduğunu fark eden bir kimsenin, en büyük maksadı bu zehirli varlıktan kurtulmaktır. Boynumuzu değil, kalbimizi ısıran kibir akrebini gördükten sonra, elbette bütün gayretimizi bu yolda harcamak durumunda olduğumuz bir gerçektir. Şimdi sorudaki kavramları ve tedavilerini özet halde arz etmeye çalışalım:
- NİFAK, iki manada kullanılır.
Birincisi: İçinde inkâr olduğu hâlde, dışa iman görüntüsünü vermek suretiyle iki yüzlülük yapmaktır. Bunun tedavisi, küfrün zıddı olan iman esaslarına samimi olarak inanmaktır.
İnanmak için, bilgiye ihtiyaç vardır. Bu asırda, iman esaslarıyla ilgili en güçlü bilgi kaynaklarından birinin Risale-i Nur Külliyatı olduğunu söyleyebiliriz. Bu eserleri okumanın, bilenlerle sohbet etmenin çok kısa zamanda bu hastalığı tedavi edeceğini söyleyebiliriz.
İkincisi: Sosyal hayatta olması gereken doğruluktan uzaklaşmak, farklı yerlerde farklı yüzü göstermek, sözlü veya fiili olarak yalancılık etmektir. Bundan kurtulmak için şu konuları iyi düşünmek gerekir:
a. Yalan söyleyen, iki yüzlülük eden kimsenin bu hâli karşı taraftan mutlaka bugün veya yarın bilinecektir. “Yalancının mumu yatsıya kadardır.” atasözümüz, büyük bir hakikatin ifadesidir.
b. Kur’an’da geçen,
“Allah’a şirk koşmaktan, bir de yalan söylemekten kaçının!” (Hac, 22/30)
mealindeki ifadeyle yalanın Allah’ın nezdindeki çirkinliğinin boyutuna vurgu yapılmıştır. Bir mümin, Allah’ın bu kadar çirkin gördüğü bir vasfın değer kazanmasına izin verir mi? Demek ki, er geç Allah iki yüzlü yalıncıların yüzlerini kara çıkarır ve el âleme rezil eder.
c. Şunu iyi bilmeliyiz ki, insanların iki yüzlülüğümüzü yüzümüze vurmamaları, onların bunun farkında olmadıkları anlamına gelmez. Özellikle ikiyüzlülüğü meslek hâline getiren yalancıların maskesi bir şekilde düşer. Allah’ın hem ilmine hem kudretine bir iftira olan yalancılık, özellikle devam ettiği takdirde onun kukusunu, emarelerini karşı tarafa sezdirmek ilahî adaletin bir yansımasıdır.
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, bu manadaki nifak dahi insan onurunu zedeleyen, imanla bağdaşmayan, insanlık dışı bir davranıştır. Bunları iyi düşündüğümüz zaman, İslamî ve insanî şerefimizi kurtarma adına ondan vazgeçmemiz çok kolay olur.
- KİBİR de iki manaya gelir:
Birincisi: İnkârı ve inançsızlığı barındıran kibir... Bir ism-i celili Hak olan Allah’tan, hak olarak gelen vahiyle tespit edilen hak ve hakikati kabul etmeyi gururuna yedirmemektir. Başta iman esasları olarak İslam dinini kabul etmemek, namaz kılmaya, secde ile başını yere koymaya tenezzül etmemek...
Şekli ne olursa olsun, işine gelmeyen hakkı kabul etmekten imtina etmektir. İnsan gibi âciz, zavallı bir mahlukun Evrenin Yaratıcısı'na karşı baş kaldırması, isyan etmesi ne derece ahmakçasına bir davranış olduğu malumdur. Şairin dediği gibi,
“Kibriya ve azamet Hakka yarar.
Kul olanda bu sıfatlar ne arar?"
İkincisi: Zulmü netice veren kibir. Herhangi bir hakkı, hakikati, gerçeği kabul etmemek ya başkasına karşı bir haksızlıktır yahut da kişinin kendi nefsine karşı bir zulümdür.
a. Başkasına kuş bakışı bakan kimse, kendisi ile o hor gördüğü kimse arasında şu iki önemli noktada hiçbir fark olmadığını görmekle kibir ve gurur hastalığından kurtulabilir:
Birinci nokta şudur ki; hiçbir insan, rububiyet makamına çıkamaz, başkası tarafından mabut gibi kabul edilmesi gereken bir ilahlık makamına sahip olamaz ve başkasına rab olamaz.
İkinci nokta şudur ki; hiç kimse kendisini kulluk dairesinden, Allah tarafından yaratılmış bir kul olma özelliğinden kendini kurtaramaz. Buna göre, ister şah, ister geda olsun, herkes aynı şekilde yaratılmış bir kuldur, herkes aynı seviyede Allah’a muhtaçtır, herkes aynı şekilde Allah’a kul olmak durumundadır. Fiziki olarak insanların organları birbirine benzediği gibi, manevî olarak da hepsi Allah’a karşı aynı ihtiyaç içindedir; hiç kimse kendisini ölümden kurtaramaz. Öldükten sonra kendisini diriltemez ve ha keza...
b. Kibir, insanı kendi kapasitesinin üzerinde bir konuma yakıştırmak olduğu için, daima sahibini yapmacık tutum ve davranışlara sürükler. Yapmacık davranışlar ise, insandan samimiyeti, ciddiyeti gideren, riyakârlık, gösteriş şovmenliğine düşüren pek komik bir özelliktir.
c. Tevazu, büyüklüğün kriteri olduğu gibi, kibir de küçüklüğün ölçüsüdür. Şunu asla unutmayalım ki, “kibir” vasfıyla kendimizi ne kadar pahalıya satarsak, aklı başında insanların nazarında o kadar değersiz oluruz. Hadis-i şerifte
“Tevazu göstereni Allah yükseltir, kibir göstereni ise alçaltır.” (Mecmau’z-zevaid, 8/82-83)
diye ifade edilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, Allah tevazu gösteren kullarını sever, onların bu alçak gönüllü olmalarından dolayı da onları insanların nazarında vakarlı, ağırbaşlı bir insan hâline getirir. Buna mukabil sevmediği kibirli insanı ise, insanların gözünde haddini bilmez, yapmacık tavırlı, küçük bir insan olarak gösterir.
- HASED kavramı da iki manada kullanılır:
Birincisi: kıskançlık anlamıdır ki, başka insanlarda var olan, Allah’ın maddî-manevî nimetlerine karşı tahammülsüzlük göstermek, haset edilen kişiye karşı kin ve nefret beslemeye, ondan iğrenmeye kadar götüren iğrenç bir hastalıktır.
Asıl manası bu olan hased, çok tehlikeli bir hastalıktır. Çünkü bunun ucu iman esaslarına da dokunur. Zira, her nimet Allah tarafından takdir edilmiştir. Bu nimetlerin varlığına tahammülsüzlük göstermek, kadere karşı itiraz etmek, Allah’ın taksimatını beğenmemek gibi çok riskli bir ruh haletini yansıtır. İşin bu yönünü düşünüp tartmakla insan bu hastalığından kurtulabilir.
Ayrıca, düşmanımız da olsa kendisinde var olan, ister makam-mevki gibi manevî nimetler olsun, ister mal-mülk gibi maddî nimetler olsun, bunların hepsinin kısa zaman sonra yok olacağı, sahibi olan kimsenin ölüme mahkum olacağını, bütün nimetlerini -ölümle- birkaç yıl içerisinde tamamen kaybedeceğini düşünerek; dünyanın fani ve geçici bir hayat zemini olduğunu tefekkür ederek bu haset hastalığından kurtulabiliriz.
Hasedin ikinci anlamı; gıpta etmek, imrenmektir. Burada kişi, başkasının elindeki nimetten rahatsızlık duymak değil, onda var olan nimetlerin kendisinde de olmasını ister. Bu manaya gelen hased kavramını Peygamberimizin şu hadis-i şerifinde görmekteyiz
“Hased (Gıpta) ancak şu iki kişiye karşı düşünülebilir; birisi, Allah’ın kendisine ikram ettiği Kur’an’ı gece, gündüz okuyan, onunla amel eden kimsedir. Diğeri ise, Allah’ın kendisine verdiği malını Allah yolunda harcayan kimsedir.” (Mecmauz’-zevaid, 2/256-57).
Prensip olarak şunu belirtelim: Allah’a ve ahirete iman eden ve bu iman şuuruyla hareket eden kimsenin şunu bilmesi gerekir ki, dünyada pek rağbet gören çok şey var ki, ahirette hiç de bir geçer akçe değildir, Allah katında hiç de bir değer ifade etmez. Bu sebeple, dünyalık namına ne olursa olsun, hiçbir nesnenin aktif bir iman şuuruna sahip kimseyi hasede sevk etmemesi gerekir. Böyle bir kimsenin kibre kapılmaması, nifakın semtine bile uğramaması lazımdır...
31
"Hz. Muhammed’in mucizeleri var da bizim mi haberimiz yok." diyerek mucizeleri inkar edenlere ne dersiniz?
Soru:
Ehl-i sünnetten bazı arkadaşlar Hz. Muhammed’in mucizeleri vardı diye tutturuyorlar da tutturuyorlar. Hz. Muhammed’in mucizeleri var da bizim mi haberimiz yok? Bu mucizelere acaba neden Kur'an’da yer verilmedi? Peki Hz. Muhammed’in mucizeleri olayına, bakalım ALLAH ne diyor:
Cevabımız:
Bu soruda yer alan değişik ayetlerin doğru mana ve hedeflerini göstermek için her ayetin altında cevabı vermekte yarar vardır. Onun için soru-cevap şeklindeki açıklamalarımızı bu sitilde yapmayaca çalışacağız.
Soru:
Enam 35: "Eğer yüz çevirip gitmeleri sana ağır geldiyse, haydi gücün yetiyorsa, yerin içinde bir delik yahut gökte bir merdiven ara da onlara bir mucize getir. Allah dileseydi onları doğru ve güzelde birleştirirdi. Artık cahillerden olma."
(Allah, cahil olma diyor Hz.Muhammed’e. Ben sana mucize vermiyorum, gücün yetiyorsa sen kendi kendine mucize yarat bakalım yaratabiliyorsan diyor.)
Cevabımız:
- Bu ayette -özet olarak- bir peygamberin istediği zaman kendi başına Allah’tan bağımsız olarak bir mucize göstermesinin mümkün olmadığı hususuna vurgu yapılmıştır. Bundan daha doğal, daha makul, daha doğru bir hakikat ola bilir mi? Bu ifadeyle Hz. Peygambere mucize verilmeyeceğine dair en ufak bir delil yoktur. Bu makamda, iki de bir Hz. Peygamber'den alaylı bir şekilde, olmadık şeyler isteyen kendini bilmez inkârcı cahillerin bu eziyetlerine karşı bir teselli verilmiştir. Onların sözlerinden dolayı üzülmemesi istenmiştir. “Allah dileseydi onların hepsini doğru yolda/hidayette birleştirirdi.” ifadesiyle bu teselli mesajı taçlandırılmıştır. (Taberî, İbn Cüzey, ilgili ayetin tefsiri).
Bu ayette -meal olarak- yer alan “cahillerden olma!” ifadesi, sabır edilmesi gereken bu gibi durumlarda cahiller gibi sabırsızlık gösterme, demektir. (bk. Taberî, Maverdî, ilgili ayetin tefsiri)
Bu ayetin bağlantılı olduğu bir önceki ayette -meal olarak- yer alan,
“Senden önce de nice peygamberler yalancı sayıldılar da tekzip olunmaya ve her türlü eziyete uğratılmaya karşı sabrettiler.”
ifadesi bunun en açık kanıtıdır. Allah bu ayetle buyuruyor ki; “Diğer peygamberler gibi kendi başına mucize göstermek senin de elinden gelen bir şey değildir. Sen bundan dolayı sorumlu değilsin... Bu bir imtihandır. İmtihanda akla kapı açılır fakat özgür iradesi elinden alınmaz. Taki herkes kendi özgür iradesi ve özgür aklıyla tercihini yapsın.. Ohalde kendini boş yere üzme!..“
Bunun mucize istemekle hiç bir alakası yoktur. Çünkü bir peygamberin mucize istemesi en doğal hakkıdır ve peygamberliğin olmazsa olmaz şartıdır. Dolayısıyla, mucize isteyen bir peygamberin cahillikle vasıflanması ne dinen ne aklen mümkün değildir.
Soru:
Enam 37. Dediler ki: “Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” De ki: “Kuşkusuz, Allah bir mucize indirmeye Kaadir’dir. Fakat çokları bilmiyorlar.”
(Enam 37.ayetten de anlaşılacağı gibi Hz. Muhammed hiçbir mucize getirememiş. O nedenle kafirler “Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” diyorlar.)
Cevabımız:
Bilindiği üzere, genellikle ayetlerin anlaşılmasında -varsa- onların nüzul sebeplerinin bilinmesi büyük önem arz etmektedir. Bu ayet de nüzul sebebi bilinen ayetlerdendir. Alimlerin bildirdiğine göre, bu ayette yer alan “Dediler ki: Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” mealindeki ifade, Furkan suresinde yer alan:
“'Ne oluyor bu Peygambere, böyle peygamber mi olur: Yemek yiyor, çarşı pazarda dolaşıyor! Bari yanında heybetli bir melek olsaydı da etrafındaki insanları korkutup uyarıda bulunsaydı! Yahut kendine bir hazine verilse, yahut kendisinin içinden yiyeceği bir bahçesi olsaydı!' Hasılı o zalimler: 'Doğrusu siz, sadece büyülenmiş bir adamın peşine düşmüşsünüz.' dediler.”(Furkan, 25/7-8)
mealindeki ayetlere atıfta bulunmakta, o alaycı isteklerine işaret etmekte ve “De ki: 'Kuşkusuz, Allah bir mucize indirmeye Kaadir’dir.'” mealindeki ifadeyle onlara cevap verilmiş olmaktadır. (Taberî, ilgili ayetin tefsiri)
Demek ki, onların istekleri Allah tarafından makul görülmediği, onların alaycı ve de şımarık tavırlarına karşı bir mucizeyle onların ödüllendirilmesi ilahî hikmetçe uygun bulunmadığı için istekleri yerine getirilmemiştir. Yoksa bu ayette Hz. Peygambere hiç bir mucize verilmeyeceğine dair herhangi bir ifade söz konusu değildir. Nitekim, ayetin sonunda yer alan “Fakat çokları bilmiyorlar...” mealindeki ifadede onların bu gibi hikmetleri bilmediklerine işaret edilmiştir.
Soru:
Yunus 20. "Şöyle derler: 'Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!' De ki: 'Gayb, Allah’ın tekelinde. Hadi bekleyin; sizinle birlikte ben de bekleyenlerdenim.'”
Cevabımız:
Bu ayette, inkârcıların inatlarına karşı verilen bir cevap söz konusudur. Zemahşerî gibi alimlerin de ifade ettiği gibi, Hz. Muhammed’de verilen mucizeler daha önceki peygamberlere verilenlerden çok daha fazladır. Mekke halkının “inşikak-ı kamer” denilen ayın ikiye ayrılması mucizesini görmelerine rağmen yeni bir öneride bulunmaları, özellikle Kur’an gibi onlara meydan okumuş ve onları âciz bırakmış bir mucize ortada olduğu halde, onların önerdikleri bir mucizenin geitirilmesinde ısrar etmeleri, bu konudaki samimiyetsizliklerini, şımarık inatlarını ve iman etmeye niyetlerinin olmadığını göstermektedir. Onların bu samimiyetsiz ve gayr-ı ciddi tutumlarını çok iyi bilen Allah, yine de hakkettikleri sert bir cevap yerine, onların ümitlerini tamamen kırmayacak, hem de elçisini zora sokmayacak bir şekilde bu işin gaybî bir mesele olup Allah’ın elinde olduğunu, dilediği zaman getirebileceğini ifade etmiştir. (krş. Zemahşerî,İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri)
Burada Hz. Peygambere bir mucizenin verilmeyeceğine dair herhangi bir ifade söz konusu değildir. Bilakis mucizelerin verilebileceğine dair işaret vardır. Beklemeyi tavsiye etmesi bunun delilidir.
Soru:
Rad 7. "Küfre sapmış olanlar şöyle derler: 'Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!' Sen sadece bir uyarıcısın ve her topluluk için doğruyu ve iyiyi gösteren bir önder vardır."
Cevabımız:
Yukarıdaki ayetlerde olduğu gibi bu ayette de alaycı bir tavır, inatçı bir küfür, şımarık bir cahilane ısrara işaret eden ifadeler söz konusudur. Evet,
“Kâfirler diyorlar ki: 'Ona Rabbinden bir mûcize indirilmeli değil miydi?' Sen, ey Resulüm, sadece bir uyarıcısın. Her millete bir yol gösteren vardır.”
mealindeki bu ayette, Hz. Peygambere başka mucizelerin verilmeyeceğine dair hiç bir ifade söz konusu değildir. Burada, Hz. Peygamberden “safa tepesini altına çevirmesi” ve
“Ya Rabbî, eğer bu Kur’ân senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise hemen üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azap ver!”(Enfal, 8/32)
mealindeki ayette yer alan ve inattan başka bir şey ifade etmeyen bu gayr-ı ciddi önerilerine karşı, onu teselli mahiyetinde şu hususlara vurgu yapılıyor:
“Sen sadece bir uyarıcısın, insanları zorla veya mucizelerin zoruyla imana getirecek değilsin. İnsanları hidayete erdirmek senin görevlerin arasında değildir. Bu iş Allah’a attir. Onun için inkârcılıkta ısrar eden bu samimiyetsiz inkârcıların bu tavırlarından ötürü üzülme. Bu konuda senin hiç bir sorumluluğun yoktur.” (krş İbn Kesir, Kurtubî, ilgili ayetin tefsiri)
Soru:
Rad 27. "Küfre sapanlar derler ki: 'Rabbinden ona bir mucize indirilseydi ya!' De ki: 'Allah dilediğini/dileyeni saptırır. Doğruya yöneleni de kendisine iletir.'”
Cevabımız:
Bu da diğerleri gibi inatçı kâfirlerin gayr-ı ciddi önerilerindendir. İmam Ahmed. b. Hanbel’in İbn Abbas’tan rivayet ettiğine göre, Mekke müşlrikleri; “bize safa tepesini altın yap, bize güzel ırmaklar akıt, etrafımızdaki dağları yürüt, yerlerine inci ve mercan bahçelerini yap..” demişlerdi. Bunun üzerine Allah peygamberine “istersen istediklerini vereyim, fakat buna rağmen iman etmezlerse onların kökünü kazıyayım; isterse dediklerini yapmayıp kendilerine rahmet ve tevbe kapısını açık bırakayım” diye huyurmuş; Hz. Peygamer de tevbe ve rahmet kapısının açık bırakılmasına yönelik arzusunu seslendirmiştir”(İbn Hnabel, 1/242; İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).
Bunun bir sonucu olarak da Allah onların istediklerini vermemiş fakat onlara rahmet ve tevbe kapısını açık bırakmıştır. Ve bir müddet sonra -özellikle Mekke fethinden sonra-hemen hemen müşriklerin hepsi imana gelmiş ve yok olmaktan kurtulmuşlardır.
Demek ki bu gibi ayetlerde belli bir kesimin inat olarak alaycı bir tarzda önerdikleri şeyler söz konusu edilmekte, hezeyan-ı küfri derecesinde saçmalıkları barındıran önerileri reddedilmekte ve gereken cevap verilmektedir. Yoksa, Hz. Peygambere mucize verilmeyeceğine dair herhangi bir ifade söz konusu değildir.
Soru:
Enbiya 5. "Şöyle de dediler: 'Saçma sapan rüyalar bunlar! Belki de uydurduğu bir yalandır. Belki de bir şairdir o. Hadi bir mucize getirsin bize, öncekilere gönderildiği gibi…'”
Cevabımız:
Bu ayette de inkârcıların inatçı ve küfürde akılsızca sürdürdükleri ısrarlarına dikkat çekilmiştir. Örneğin Kur’an gibi mucizeler hazinesi bir kitap için -cehaletlerini gösteren- farklı farklı yargılarda bulunuyorlar. “Bazen bu bir sihirdir, bazen bu bir şairin sözüdür, bazen bu bir kâhinin sözüdür, bazen bu uydurulmuş bir masaldır” diyorlar. Bu kararsızlıkları Kur’an’a ve Hz. Peygambere yakıştırdıkları çirkin şeylere kendilerinin dahi inanmadıklarını ve belli bir konuda kararlı bir tavır sergilemekten uzak olduklarını göstermektedir.
Onların bu tutarsız hezeyanlarına; Kur’an’da
“Bak Resulüm, seni nelere kıyas ettiler (gâh şair, gâh büyücü, gâh kâhin, gâh mecnûn dediler) de nasıl dalâlete düştüler? Hem öyle sersemleştiler ki artık yol bulacak halleri kalmadı.”(İsra, 17/48);
Yine: “'Ne oluyor bu Peygambere, böyle peygamber mi olur: Yemek yiyor, çarşı pazarda dolaşıyor! Bari yanında heybetli bir melek olsaydı da etrafındaki insanları korkutup uyarıda bulunsaydı! Yahut kendine bir hazine verilse, yahut kendisinin içinden yiyeceği bir bahçesi olsaydı!' Hasılı o zalimler: 'Doğrusu siz, sadece büyülenmiş bir adamın peşine düşmüşsünüz.' dediler. İşte bak senin hakkında nasıl tutarsız misaller getiriyorlar. Doğrusu onlar saptılar, artık asla yol bulamazlar!”(Furkan, 25/7-9)
mealindeki ifadelerle işaret edilmiştir(krş.İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri)
Bu saçma sapan ifadeleriyle Kur’an gibi mucizeli bir kitaba karşı bu kadar inatçı ve ön yargılı bakan bu insanlara, önerileri doğrultusunda mucizelerin gösterilmesinin ne anlamı olabilir ki!.. Gözleri önünde bulunan bir çok yönden mucize olan Kur’an’ı kabul etmeyenlerin, gösterilecek başka mucizeleri kabul etmeleri de pek mümkün görülmemektedir. Burada iki şık kalır; Ya bu mucizele gösterilir ve onlar inanmadıkları zaman eski kavimlerde geçerli olan Allah’ın prensibi gereğince kökten helak edilecekler.. Bu ayetin ardından gelen
“Kendilerinden önce imha ettiğimiz hiçbir şehir halkı iman etmedi, şimdi bunlar mı iman edecekler?”(Enbiya, 21/6)
mealindeki ayette bu sahnenin durumu açıkça ortaya konmuştur. Yahut da, önerileri kabul edilmeyerek -Hz. Peygamberin hürmetine- onlara tevbe ve rahmet kapısı açık bırakılacak ve imana gelmelerine fırsat tanınacaktır. Allah sonsuz rahmetiyle bu ikinci şıkkı tercih etmiş ve takdir buyurmuştur(krş.İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).
Soru:
Rad 38. "Hiçbir resul, Allah’ın izni olmadıkça herhangi bir mucize getiremez."
(Ayetler gayet açık… )
Cevabımız:
Bu ayetin manası gerçekten açıktır. O da şudur: Hiçbir peygamber Allah’ın izni olmadan bir mucize gösteremez. Bu mananın kapalı bir tarafı yoktur. Fakat bu ayetten Hz. Muhammed’e mucize verilmediğine dair bir yargıya varmak asla gün yüzüne çıkamayan bir karanlıktır.
Soru:
Ankebut 50. "Dediler ki: 'Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!' De ki: 'Mucizeler Allah katındadır. Bana gelince, ben açıkça uyaran biriyim. Hepsi bu.'”
(Bakın, Hz. Muhammed kendisinden mucize bekleyenlere nasıl cevap veriyor? Ağzından daha hiç Ehl-i sünnetin iddia ettiği gibi, "En iyi peygamber benim, işte bunlar da benim mucizelerim!" diye bir laf çıkmadı.)
Cevabımız:
Bu ayette söz konusu edilen ayetler/mucizelerden maksat ya -daha önce geçtiği üzere- safa tepesinin altın olması ve benzeri saçmalıklarıdır; ya da eski peygamberlerin gösterdiği Asa-yı Musa gibi hissi mucizelerdir. (Maverdi, ilgili ayetin tefsiri)
Bu ayetteki ifadeler de daha önceki benzer ayetlerde geçtiği üzere, mucizelerin Allah’ın yaratmasıyla olabileceği, hiçbir peygamberin Allah’ın izni olmadan bir mucize getiremeyeceği gerçeğine işaret edilmiştir.
“Bana gelince, ben ancak açıkça uyaran biriyim.” mealindeki ifadeden hiçbir zaman “bana mucizeler verilmez” manası çıkmaz. Bilakis bunun manası şudur:
“Benim elimde mucizeler yaratmak Allah’a aittir. O benim işim değil ve ben ondan sorumlu da değilim ve öyle bir yetkim de yoktur. Sorumlu olduğum tek şey var; o da benim Allah’ın kitabını tebliğ etmek ve elçisine iman etmeyenleri açıkça uyarmaktır.. Bu uyarı işi için zaten Kur’an yeterlidir. Kur’an gibi gözle görülen bir mucizevî kitaba iman etmeyen bir kimse, başka mucizelere nasıl inanır ki...”
Bununla beraber, Enam suresinin şu ayetlerinde uyrıcılık vasfı bütün peygamberlerin ortak özelliği olduğu vurgulanmıştır:
“Biz peygamberleri sadece müjdeci ve uyarıcı olarak gönderiyoruz. O halde kim iman eder, kendisini ve işlerini düzeltirse onlara asla korku yoktur. Onlar hiçbir üzüntüye de mâruz kalmayacaklardır. Âyetlerimizi yalan sayanlar ise isyan edip yoldan çıkmalarından ötürü azaba uğratılacaklardır.”(Enam, 6/48-49).
Keza, Ankebut suresinin 50-51. ayetlerine birden bakan kimse bu söylediklerimizin hak ve hakikat olduğunu bilecektir.
“Onlar diyorlar ki: 'Ona Rabbinden ayetler (mûcizeler) indirilseydi ya!' De ki: 'Ayetler sadece Allah’ın nezdindedir. Sizin keyfinize göre değil, kendi hikmeti gerektirdiğinde Peygamberine verir. Ben ancak gerçek durumu bildiren, uyaran bir elçiyim.' Hem kendilerine okunan bu kitabı indirmemiz onlara kâfi gelmiyor mu? Elbette bunda iman edecek kimseler için bir rahmet ve yeterli bir ders vardır.” (Ankebut, 29/50-51)
Soru:
Hz.Muhammed’in kendisinden mucize isteyenlere nasıl cevap verdiğine bakmayı sürdürelim:
"De ki: Size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da (algılanamayanı da) bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben bana vahyedilenden başkasına uymam.” (Enam, 6/50)
Cevabımız
“De ki: 'Ben, size Allah’ın hazîneleri benim yanımdadır.' demiyorum. Yok, 'Ben gaybı bilirim.' Yok, 'Ben meleğim.' de demiyorum. Bana ne vahyediliyorsa, ben ancak ona tabi olurum. De ki: 'Kör, görenle bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?'”(Enam, 6/50)
mealindeki ayette bir insan olan peygamberin beşeri vasıflarını seslendirmesi kadar tabii bir şey olur mu? Bu cümlelerden hangisinde -Allah aşkına!- Hz. Peygambere herhangi bir mucize verilmeyeceğine dair bir işaret vardır? Haşa yüzbin defa haşa.. Asla ve kella.. Öyle bir şey yok..
Soru:
Başka peygamberlerin mucizelerine yer veren Kur'an, Hz. Muhammed’in mucizeleri varsa eğer onlara neden yer vermedi acaba? Bırakın mucizeyi, Hz. Muhammed, HİÇBİR MUCİZESİ OLMADIĞI İÇİN KENDİSİNİ ÇARESİZ GÖRMEKTEDİR. Israrla Hz. Muhammed’in en yüce, en üstün, mucizelerle lütuflandırılmış bir peygamber olduğunu iddia eden arkadaşların, öncelikle yukarıda saydığım ve onlar gibi birçok ayeti daha inkar etmeleri, ondan sonra Hz. Muhammed’i en yüce peygamber ilan etmeleri gerekmektedir.
Cevabımız:
Hz. Muhammed için bu gibi çirkin ve yakışıksız ifadeler kullanan kimsenin, karşı tarafı “Ehl-i sünnet” olarak ifade etmekle kendisinin de ehl-i iman içerisinde fırak-ı dalleden biri olduğunu söylemek istemektedir. Fakat son yakışıksız ifadeleri, hiçbir müminin kullanacağı ifadeler değildir.
Özetlersek;
- Dikkatle bakılırsa görülecek ki, yukarıda söz konusu edilen ayetlerde genellikle işi yokuşa sürmek isteyen inkârcıların alaycı tavırlarla önerdikleri önerilere karşı cevap verilmektedir. Daha önce bazı inkârcıların istedikleri mucizeler gösterildiği halde, yine de iman etmedikleri hatırlatılmakta ve tarihte tecrübe edilen aynı şeylerin tekrarlanmasının hikmete uygun olmadığına işaret edilmektedir.
- Tarih ve siyer kitapları Hz. Muhammaed (a.s.m)’in binden fazla mucizesine şahitlik yapmaktadır.
- Kur’an, kâinat kitabının mucizeliğini nazara veren bir kitap olarak, diğer peygamberlerin gösterdiği, mahalli, mevkii, maddî ve de hissî mucizelerinden ziyade, manevî, aklî ve evrensel ontolojik mucizeleri ön plana çıkarmıştır. Çünkü, Hz. İsa’nın, Hz. Musa’nın hissi mucizeleri, geçici, spesifik, zamanla -mucize görerek iman etmek isteyen kimse için- aynı mucizeyi görme imkanı kalmamış türdendir. Sözgelişi, bir kimsenin iman etmesi için Hz. Musa’nın değneğini veya Hz. İsa’nın ölüyü diriltmesi olayını görme imkânı artık yoktur. Oysa kıyamete kadar geçerli ve en son kitap olan Kur’an’ın mesajlarının etkin olabilmesi için, her zaman tazeliğini koruyan ilmî ve aklî mucizelere ihtiyaç vardır.
Bu konu çok derin altyapıya ihtiyaç duyan bir konu olduğundan bu kadarıyla yetinip, Hz. Peygamber (a.s.m)’in Kur’an’da geçen hissî mucizelerine birkaç örnek göstereceğiz:
a. Sahih hadis kaynakları, tarih ve siyer kitaplarının ittifakla belirttiği gibi, Hz. Peygamber (a.s.m) Bedir savaşında, eline aldığı bir avuç çakılı “Yüzler kara olsun.” diyerek düşmana doğru atmış ve o az bir avuç toprak/çakıl bütün düşman askerlerinin gözlerine girmiş, onları kaçırmış ve hezimetlerine vesile olmuştur.
“Resulüm! Sen (o çakılları) attığın vakit -gerçekte- sen atmadın, lâkin Allah attı.”(Enfal, 8/17)
mealindeki ayette bu gerçeğe işaret edilmektedir.
b. Hz. Peygamber (asm) hanımlarından birine gizli bir şey söylemiş ve kimseye açmamasını tembih etmişti. Ancak, o Efendimizin diğer bir hanımına söylemişti. Vahiy ile bundan haberdar olan Hz. Peygamber (asm) söz konusu hanımına kendi sırrını başkasına açtığını söyeleyerek sitemde bulunmuştu. Hanımı, bundan nasıl haberdar olduğunu sorunca da Hz. Peygamber (asm) “Bunu bana her şeyden haberdar olan Allah bildirdi.” diye cevap verdi.
“Hani peygamber zevcelerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, (o sözü) başkalarına haber verip Allah da bunu peygambere açıklayınca, peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince hanımı: 'Bunu sana kim haber verdi?' dedi. Peygamber de: ‘Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi’." (Tahrim, 66/3)
c. Ayı ikiye bölmesi hadisesi, hem hadislerde, hem tarih kaynaklarında geçtiği gibi, Kur’an ile de sabittir.
“Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı. Kâfirler bir mucize görünce yüz çevirirler ve: ‘Bu devam ede gelen bir büyüdür.’ derler.” (Kamer, 54/1-2)
mealindeki ayetlerde Ayın yarıldığı ve kâfirlerin bunu inkâr edemedikleri, yalnız bunu bir büyü olarak değerlendirdiklerine vurgu yapılmaktadır.
d. İsra suresinin birinci ayetinde, Hz. Peygamber (asm)’in gecenin çok küçük bir zaman diliminde Mekke’den Kudüs’e gidip, Mescid-i Akasa’yı ziyaret ettiği vurgulanmıştır. Hadis ve siyer kaynaklarında, olayın detayları da anlatılmış, aynı gecede onun tekrar Mekke’ye döndüğü ve yattığı yatağının ısısının hala devam ettiği anlatılmaktadır.
Daha önce, Kudüs’e hiç gitmediği bilinen biri olarak, Mescid-i Aksa hakkında kendisine sorulan sorulara doğru cevaplar vermek ve daha başka bilgiler vermek suretiyle bu olayın doğruluğunu ispat etmiştir.
e. Kur’an’da, -fetihten iki sene önce inmiş olan- Fetih suresinde, çok açık bir ifadeyle Mekke’nin fethedileceği haber verilmiş ve Hz. Peygamber (asm)’in bu hususta gördüğü rüyasının tasdik edildiği vurgulanmıştır. İki yıl sonra gerçekten Mekke fethedilmiştir.
- Kur’an’da zikredilen bu olayların hepsi önce Hz. Peygamber (asm) tarafından -hissi veya gaybî haberler şeklinde- ortaya konmuş mucizelerdir. Kur’an’da da o mucizelere işaret edilmiştir...
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamberimiz Hz. Muhammed'e ihsan edilen mucizelerden örnekler...
32
Ehl-i Dünya kimdir / kimlerdir, vasıfları nelerdir?
Önce şunu belirtelim ki “ehl-i dünya” dünyada yaşayanlar için, “ehli âhiret” ahirete göçenler için kullanılır. Bu mana bizim konumuzun dışındadır, bunun üzerinde durmuyoruz.
Aslında aklî ihtimallere göre, dünya ve ahiret yurtlarıyla ilgili olarak insanları dört gruba ayırmak mümkündür;
a. Sadece dünyayı esas alanlar,
b. Sadece ahireti esas alanlar,
c. Her ikisini de esas alanlar,
d. Hiçbirini esas almayanlar.
Kur’an’da yalnız a) ve c) şıkları söz konusu edilmiştir. Çünkü gerçekte diğer şıklar muhaldir. Sadece ahireti esas alan en zahit kimselerin bile yine dünya ile bir bağları vardır. Yemek, içmek, uyumak gibi hususlar dünyevî gerçeklerdir. Hiçbirini esas almayanlar deli olanlar için, çocuklar için bir açıdan doğru olsa bile, gerçekte onların da dünya ile bağları vardır.
Bu sebeple Kur’an’da insanlar iki gruba ayrılmıştır;
a) Yalnız dünyayı esas alanlar;
b) Her ikisini de esas alanlar.
İlgili ayetlerin meali şöyledir:
“Bazı kimseler: 'Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!' derler. Bunların âhirette nasipleri yoktur."
"Bazıları da 'Ey bizim (Yüce) Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver. Ve bizi cehennem ateşinden koru!' derler."
"İşte bunlar kazandıkları şeylerin hayır ve bereketlerini fazlasıyla görürler. Allah hesabı çok çabuk görür.” (Bakara, 2/200-202).
Bu ayetlerin ışığında diyebiliriz ki, “ehl-i dünya” kavramı, bütün hayatı sadece dünya hayatından ibaret olduğunu düşünen, ahirete inanmayan kimseler için kullanılmaktadır. “Ehl-i din” veya “Ehl-i âhiret” kavramı ise, dünyayı ahiretin mezrası olarak gören, bu sebeple de hem dünyaya hem de âhirete yönelik çalışmalarda bulunan kimseler için kullanılır.
Hadis-i şerifte -meal olarak- yer alan “Dünya âhiretin mezrası / tarlasıdır.” (Aclûnî, Keşfu’l- Hafa, I, 412) ifadesi, yukarıdaki ilgili ayette vurgulanan gerçekle tamamen örtüşmektedir. Buna göre, âhirete endeksli bir dünyayı göz önünde bulunduran ve ona göre hayatını düzenleyenler “ehl-i dünya” sayılmaz. Zira Bediüzzaman’ın vurguladığı gibi, -İslam’a göre- din ile dünyayı birbirinden ayıranlar sebeb-i helaket ve felakettir.
Bediüzzaman Hazretlerinin “dünya taksimatı” bu açıdan da önem arz etmektedir: Buna göre; “Dünyanın iç yüzünün üç yüzü vardır.” Birinci yüzü itibariyle Allah’ın sıfat ve esmasını gösteren bir Rabbanî mektuptur. İkinci yüzü itibariyle ahiretin tarlasıdır. Üçüncü yüzü itibariyle aldatan geçici bir oyun ve eğlenceden ibarettir. İlk iki yüzünü esas alanlar “ehl-i âhiret” sayılır, üçüncü yüzüne meftun olanlar ise “ehl-i dünya” damgasını yer. (bk. Sözler, Otuz İkinci Söz)
Şunu da açmakta yarar vardır ki; hakikat-ı zatiye itibariyle “ehl-i dünya” kavramı kâfirler için, “ehl-i din / ehl-i âhiret” kavramı ise müminler için kullanılır. Fakat dünya ve ahirete bağlılık, takva noktasındaki dereceler dikkate alındığında ortaya birçok izafî gerçekler çıkar. Buna göre, “hakikat-ı izafiye” itibariyle, dünya ağırlıklı mümin için “ehl-i dünya” tabiri kullanılabildiği gibi, ahiret ağırlıklı müminler için ise “ehl-i âhiret” denilebilir.
Bu son kullanımlar bir nevi mecazî ifadeler olarak görülmelidir.
Müminler için kullanıldığında “ehl-i dünya” kavramı, dünya zevklerini ön planda tutan ahirete ikinci, üçüncü sırada yer veren kimseler kastedilir. Nitekim “Ahirete iman ettikleri halde dünyayı âhirete tercih ederler.” (İbrahim, 14/3) mealindeki ayette hem hakikî hem de mecazî manayı anlamak mümkündür. Yani hem ahirete inandığı halde dünyayı bile bile -inadî bir şekilde- dine tercih edenler için, hem de bilerek olmasa da nefsinin heva ve hevesine takıldığı için “dünya ağırlıklı” hareket edenler için geçerlidir.
Aşağıdaki ayette vurgulandığı üzere, bazen ölümden korkmak bile kişiyi ehl-i dünya yapmaya yetiyor:
“Baksana o kimselere ki, savaş zamanı değilken kendilerine: 'Savaşa sebebiyet vermeyin, namazı hakkıyla ifa edin, zekâtı verin!' denilmişti. Sonra onlara savaşma farz kılınınca, onlardan bir kısmı insanlardan, Allah’tan korkarcasına, hatta daha fazla korkup şöyle diyorlar: 'Ya Rabbenâ, niçin bize harbi farz kıldın? Bize biraz daha mühlet verseydin ya!' Onlara de ki: 'Dünya zevki pek azdır, âhiret ise günahlardan sakınanlar için sırf hayırdır ve size kıl kadar olsun haksızlık yapılmaz.'.” (Nisa, 4/77).
Mal-mülk, makam-mevki, maddî-manevî duygulara hitap eden nefsanî bütün hazlar dünyevî sayılır. Fakat niyet, eşyanın mahiyetini değiştiren bir iksir olarak, bu dünyevî lezzetleri de uhrevî yapabilir. Yemek için yaşayan ile yaşamak için yemek yiyen kimse arasında dağlar kadar fark vardır. Egosunu tatmin etmek için bir makama çıkmak isteyen ile Allah’ın dinine, hakka-hakikate, insanlığa hizmet maksadıyla bir makamı arzulayan kimse arasında yerden göğe fark vardır.
Diğer taraftan, rastgele kimselere “ehl-i dünya” diyenlerin kendilerini “ehl-i âhiret” kimseler olarak görme tehlikesi de vardır. Bu bazen gurura, gaflete sebep olabilir.
Tövbe kapısı herkese açıktır; küfür ve şirk dahil, her sınıftan olan insanlar tövbe ederek İslam safına girebilirler.
Bize düşen, kişinin içinde bulunduğu yanlış yolunu tespit edip ondan uzaklaşmak değil, teşhisi koyduktan sonra sorumlu bir tabip gibi hastalığı tedavî etmektir. Bu da yakınlık göstermek, diyalog kurmakla ve İslam’ı halimizle yaşayarak örnek olmakla mümkündür.
33
Dinden çıktığını söyleyen erkek kardeşimin yanında başımı kapatmam gerekir mi?
1. Dinden çıkmak soydan gelen fıtrî bağları ortadan kaldırmaz. Bu sebeple onun yanında başınızı açmanızda bir sakınca yoktur.
2. Din farkı -mirasta olduğu gibi- bazı konularda bir yabancılık oluştursa da, genellikle soydan gelen cibillî duyguları ortadan kaldırmaz. Bu sebeple halvette baş başa kalmanızda da bir sakınca olmadığını düşünüyoruz.
3. Birbirinizden miras almama konusunda yabancı sayılırsınız. İman kardeşliğiniz sona erdiği için, İman ve İslam’la ilgili bir yakınlığınız artık yoktur. Fakat soydan gelen kardeşliğiniz devam eder. Bu sebeple -örneğin- onunla evlenemezsiniz. Uzun yolda birlikte gitmekte bir sakınca olmayabilir.
4. "Eğer onlar (anne-baban) seni, hakkında senin hiçbir bilginin olmadığı şeyleri ortak koşmaya zorlarlarsa sakın onlara itaat etme. Ama o durumda da, kendileriyle iyi geçin, makul bir tarzda onlara sahip çık. Bana yönelen olgun insanların yolunu tut. Sonunda hepinizin dönüşü bana olacak. Ve ben işlediklerinizi tek tek size bildirip karşılığını vereceğim." (Lokman, 31/15).
Bu ayetten de anlaşıldığı üzere, Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olmayacak şekilde dinsiz de olsa; akrabaya insanî ilişkiler çerçevesinde muamele etmek esastır. Yani, evlat da olsa, anne-baba da olsa kardeş de olsa; dinsizliğini tasvip etmemekle beraber, gereken insanî ilişkileri askıya almamak, onlarla insanî, fıtri ilişkileri doğal bir biçimde sürdürmek gerekir.
5. Annen için de durum aynıdır.
6. Ona karşı tavrınız olumlu olmalıdır. Yani ona karşı sevgi dolu, şefkat dolu olduğunuzu hissettirmenizde fayda vardır. Çünkü, maksat bağcıyı dövmek değil, üzümü yemektir. Onu ailesinden bütün bütün uzaklaştıracak, yabancılık hissini verecek davranışlarda bulunmak çok yanlış olur. Bu sebeple, bir yandan onun bu durumundan rahatsız olduğunuzu üzüntülü hallerinizle gösterirken, hala da onu bir evlat, bir kardeş kabul ettiğinizi hissettirecek söz ve davranışlar sergilemekte fayda vardır.
Bunun yanında, bir yandan bütün namazlardan sonra bir kardeş, bir anne şefkatiyle düzelmesi için Allah’a yalvarıp dua ederken, bir yandan da fiilî bir dua olan -ilmî ve aklî metotlarla- onu ikna etmeye çalışmayı sürdürmek gerekir. Bu işi çok iyi bilen bir arkadaşıyla yaptırmak önem arz etmektedir. Çünkü bilmeyen biri “kaş yaparken göz çıkarabilir”.
Özellikle onun samimiyetine güvendiği kimselerle arkadaşlık kurmasını sağlamak ve o yolla ikna yoluna gitmek gerekir.
İki de bir “dinsizlik” yaftasını kullanarak onun damgalamak son derece yanlıştır.
Tahsil durumunu göz önünde bulundurarak ona bir arkadaş, bir çevre bulmak gerekir.
En güzel tebliğ, İslama uygun bir hayat sürmektir. Eğer biz İslam ahlakı ve imanın gerçeklerini hal ve hareketlerimizle göstersek, diğer dinlere uyanlar da topluluklar halinde İslamiyete gireceklerdir.
Öyleyse kendi nefsimize dönüp muhasebe yapalım:
“Acaba İslamı nasıl anlıyor, nasıl yorumluyor ve hayata nasıl geçiriyoruz?
Halimiz nasıl? Etvarımız nasıl? Biz nasılız?
Hal ve hareketimizle İslam güneşini parlatmak yerine perde mi çekiyoruz? İman bahçelerinin güllerini ihtiyaç sahiplerine sunacağımıza hoyrat bir el mi oluyoruz?
İnsanları Kur’an sofrasına davet edecekken; o sofradan kovup uzaklaştırıyor muyuz?
Bütün bu sorulara cevap verelim. Hep suçu ötekilerde aramayalım.
Nerede ne yanlış yapıyoruz? Niçin insanları İslam'dan ve Müslümanlıktan korkutup ürkütüyoruz?..
Gerçekten çevremize güzel örnek olabiliyor muyuz.? “İşte Müslüman dediğin böyle “ olmalı dedirebiliyor muyuz?
Yoksa bizim Müslümanlık anlayışımız sadece baş örtüp, namaz kılıp, oruç tutmaktan mı ibaret?
Komşularımızla ilişkilerimiz nasıl?
Onlara iyi bir örnek miyiz? Ya da onların atalarından dolayı yüzümüzü mü çeviriyoruz? İslam dininde sadaka olan tebessümü onlardan esirgiyor muyuz? Sonra da arkamızdan, “Ne olacak canım işte gerici ve yobaz” mı dediriyoruz?
Bizler Müslümanlar olarak dünyaya açılmalıyız. Kur’anın manasını anlayarak hayatımıza geçirmeliyiz. Rahmet peygamberi olarak gönderilen Peygamber (asm)'in sünnetine uymalıyız. Hem fen ilimlerini, hem de din ilimlerini öğrenmeliyiz. Kulaktan duyma sözlerle yaşanan İslamiyet sadece taassuptur.
Manevi cihadı, dilimizle, halimizle fiillerimizle ve yaşayışımızla çevremize güzel örnek olarak yapılmaktadır. Ötekilere tek bir tebessüm, tek bir güzel söz vermek ve iyi bir davranışta bulunmak. İşte budur cihat..
“Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başiyle küçük bir millettir.”
“Kim bir insanın imanını kurtarırsa sahralar dolusu kırmızı altından hayırlıdır.”
Allah kardeşinizi ve bu işlere bulaşmış bütün insanları kurtarsın, küfrün karanlığından imanın aydınlığına eriştirsin inşallah!
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamberimizin tebliğ ve nasihat metodu nasıldı?
- İslam’ın yayılması ve yerleşmesinde en etkili yöntem savaş mıdır, tebliğ midir?
- Hz. Peygamber’in (s.a.s) Tebliğinde Göze Çarpan Hususlar
34
Hidayet ve dalalet sadece inanç esaslarında mı olur?
İman en büyük hidayet... Bunun zıddı ise küfür... O hâlde, dalâlet denilince öncelikle küfür anlaşılacaktır. Küfür, iman yolundan sapma demektir.
“Kim imanla küfrü değiştirirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.” (Bakara, 2/108)
Tevhit yani Allah'ı bir bilmek de başlı başına bir hidayettir. Öyle ise şirk yolu da dalâlettir.
Şu âyet-i kerimede dalâlet, şirke düşmek mânâsında kullanılmıştır:
“Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa, 4/116)
Ahlâk kavramını çiğneyip, hayvan gibi sadece şehvet peşinde koşmak da doğru yoldan bir sapmadır. Ahlâk, hidayet yoludur; edepsizliğin her nevi ise dalâlettir.
Şu âyet-i kerimede dalâletin bu çeşidi nazara veriliyor:
“Onlar hayvan gibidirler, hatta, yolca (tuttukları yol itibariyle), daha da sapıktırlar.” (Furkan, 25/44)
Başta materyalizm, tabiatçılık, evrimcilik olmak üzere, İslâma zıt her türlü felsefî akım da birer dalâlet yoludur ve bunlara tabi olanlar da ehl-i dalâlettirler. Tarih boyunca nice bâtıl düşünce akımları çıkmış, fakat günümüzde çoğunun mensubu kalmamıştır.
İnsanın kul olduğunu, bu âlemde misafir bulunduğunu ve ahirete yolcu olduğunu unutan kimselerde, kulluğun yerini enaniyet ve kibir alır. Kendi ruh dünyasını kendi aklıyla şekillendirmeye kalkışan ve sadece nefsinin razı olacağı bir ahlâk anlayışını benimseyen bu gibi insanlar, hak ve hakikatten sapmış ve dalâlet yoluna girmişlerdir.
Müminlerin yaptıkları her türlü yanlışlık da doğru yoldan sapma demektir. Ama bu hataları işleyen kimseler, kelime mânâsıyla, dalâlete düşmüş olsalar bile, ıstılahî mânâda onlara ehl-i dalâlet denmez. Nitekim, miras taksimiyle ilgili bir âyet-i kerime şöyle son bulur:
“Şaşırıyorsunuz diye Allah size açıklıyor. Allah her şeyi bilendir.” (Nisa, 4/176)
Âyette, dalâlete düşmekten söz edilmiş, ama tercümesinde “dalâlet” yerine “şaşkınlık” kelimesi kullanılmıştır.
35
“Din yok, bilim var.” diye hareket eden İlluminati örgütüne karşı ne yapılmalıdır?..
Bu konuda birkaç ilkeyi arz etmekte fayda olduğunu düşünüyoruz:
İslam inancına aykırı yüzlerce, İllimunati gibi binlerce doktrin ve düşünce vardır. Bütün bunlara cevap yetiştirmeye çalışmak, ciddi bir zaman israfı olur. İmam Sekkakî’nin manzum olarak ifade ettiği gibi,
“Eğer her ürüyen köpeğe bir taş atmaya kalkarsan, yeryüzünde taş kalmaz.”
Bir davada tez sahibi olmak, antitez sahibi olmaktan çok daha iyidir. Antitez sahipleri her zaman tez sahiplerinin değirmenine su taşımak zorunda kalır. Çünkü antitezle konuya yaklaştığımız zaman, önce tezi ortaya koymamız gerekir. Bu ise, karşı tezin varsa, güçlü noktaları bazı saf gönüller üzerinde olumsuz etki bırakır.
“Batılı tasvir, safi zihinleri idlaldır.”
şeklindeki Bediâne vecize, bu gerçeği altını çizmiştir.
Bir dane-i hakikat batmanlarca hayalleri bir anda yıkabilir. O hâlde, hakikat erbabına düşen görev, başkasının kötü ve yanlış taraflarını değil, kendi sabitelerini/davalarının hakikate dayalı ölçülerini ortaya koymaktır. “Müspet hareket etmek, menfi hareket etmemek.” düsturunun bir anlamı da budur.
Sorunun cevabı olarak diyoruz ki,
“Evet, İslam’a karşı olan fikirlerle Müslümanların mücadele etmesi farzdır...”
Fakat bunun yegâne metodu, silahı iyi kullanmaktır. Düşmanın silahının çürük olduğunu, bir işe yaramadığını, tutukluluk yaptığını söylemek ve yüzlerce sene bunu dünya-aleme ilan etmekle meşgul olmak, değerli zamanı heba etmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü zafer düşmanın silahından çok, bizim silahı iyi kullanıp kullanmadığımıza bağlıdır.
Bu asırdaki cihad, manevîdir; fikir ve bilgi silahıyla yapılmaktadır. Eğer biz dinimizi gereği gibi bilmiyor, onun gerçeklerini ortaya koyacak donanıma sahip olmuyor, asrın silahıyla silahlanmıyorsak insanlık adına zafer kazanmamız mümkün değildir.
Evet, bu gibi cahil ve saldırgan İllimunati tarikati gibi dinsiz akımlara karşı cihad edeceğiz, mücadele edeceğiz... Ancak, metodunu iyi kullanacağız. Fiilen güzel ahlakımızla, ağırbaşlı duruşumuzla yapacağız. Sözlü olarak da güzel bir edebiyatımızla, meramı ifade den güzel fesahatimizle, konuyu aydınlatan güzel bilgilerimizle donanmış olacağız.
Özetle, bütün yönlerimizle Allah’ın dinini, Kur’an’ın güzelliğini, İslam’ın evrensel ahlakını göstermiş olacağız.
“Karanlığa sövmek yerine bir ışık yakacağız...”
İşte bütün gücümüzle yakacağımız bir ışığa sahip olmaya çalışacağız.
Deccalizme hizmet eden her kişi veya gurup Deccal olarak nitelendirilmektedir. Dolayısıyla bu kuruluşun (İllimunati)da hedefi İslam'ın nurunu söndürmek isteyen Deccalizme hizmet etmek olduğunu söyleyebiliriz.
Dünyada Yahudilerin kurduğu ve dünyaya hükmetme emellerini gerçekleştirmek isteyen kuruluşlar vardır. Nitekim ikiz kulelerin yıkımının planlı olduğu hususunda medyada birçok açıklamalar yer edinmiştir.
Küçük çaplı depremlerin olması mümkün olsa da bu şiddetteki depremin onlar tarafından yapıldığını iddia etmek pek de makul olmaz.
Japonya da sık sık depremler olan bir ülkedir. Dolayısıyla depremle ilgili kartların olması gaybı bilmek anlamına gelmez.
Daha önce birçok senaryolar dillendirilmiş ancak İslamiyete darbe vuramamışlardır. Onların planları varsa, Allah'ın da planı vardır. Allah'ın iradesi olmadan hiç kimse bir şey yapamaz. İnşallah 2012 yılı İslamiyet'in daha büyük inkişafına vesile olacaktır.
Bunlar içinde kâfir cinlerle irtibata geçen kısımları da olabilir. Bu mümkündür. Ancak kâfir cinler gaybı bilemezler. Bazı tahminleri tutsa da bu binde bir ölçüdedir.
Siyonistlerin bu senaryolarını gözümüzde büyütmemek gerekir. Ancak onların emellerini boşa çıkarmak için de her Müslümanın maddi ve manevi yönden terakki etmesi lazımdır.
36
Tanıdığımız ve tanımadığımız insanları, hatalarından ve günahlarından dolayı uyarmak zorunda mıyız? Eğer ikaz etmezsek bu kişilerin nasıl bir yükümlülüğü vardır?..
Kişinin tebliğ sorumluluğu, imkanları ölçüsünde ölünceye kadar devam eder. Ayrıca insanları hakka davet ederken bu davetin bir sınırı yoktur. O kişi hak yola ulaşıncaya kadar dine davet edilir.
İrşâda muhatab olan, yani irşâd edilecek kimseler hem gayri müslimler ve hem de Müslümanlardır. Müslüman olmayanları irşâd; onları iman ve İslâm'a davet etmek demektir. Müslümanları irşâd ise; onlara imanın gereği olan salih amel ve güzel ahlâkı telkin etmektir. İrşâdı yapacak kimseler ise peygamberlerden sonra, salih müminler ve din bilginleridir.
İrşâd, dini bir emir olup Müslümanlar üzerine farz-ı kifayedir. Müslümanların içlerinden bir grup bu görevi yapınca diğerlerinin üzerinden düşer.
İnsanları irşâd edecek mürşidleri, din bilginlerini yetiştirmek Müslümanlar üzerine farzdır. Kur'an-ı Kerîm'de:
"Sizden, insanları hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk olsun." (Âl-i İmrân, 3/104)buyurulur.
Ümmet; grup, sınıf anlamınadır. "İçinizden irşâd görevini yapacak bir grup bulunsun" veya "sizden, emr-i bi'l ma'ruf ve nehy-i ani'l münker yapacak bir topluluk oluşsun" demektir.
Üniversite ortamında olsun başka ortamda olsun, irşadda bulunamamaktan dolayı ahirette birilerinin sizden hak taleb etmesi diye bir durum yoktur. İrşad farz-ı kifaye olduğu için toplumda ehil bir kişinin bu görevi yapması yeterlidir. Ama yine de her Müslümanın irşadda bulunmaya gayret etmesi çok faziletlidir.
İnsanları işlediği hatalardan dolayı uyarırken çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü her insan hatasını kabul etmeyebilir. Bu da ters tepkiye sebep olur. Tavsiyelerimizi dinleyeceğinden emin olduğumuz kişileri uyarabiliriz. Çevremizdeki insanlara İslamiyeti anlatmanın en güzel yolu, onu hakkıyla yaşamaktır. En güzel tebliğ de budur.
İlave bilgi için tıklayınız:
Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır? İslami değerleri küçümseyen insanlara nasıl tebliğde bulunmalıyım?..
37
Bir insanın Allaha küfür etmeden inkar etmesiyle, Allaha küfür ederek inkar etmesi bir midir?
İmanın derecesi olduğu gibi inkarın da derecesi vardır. Bu bakımdan kafirlerin derecesi bir değildir. Elbetteki küfürde ileri gidip mukaddesata hakaret eden bir insanla diğerinin küfrü bir olmaz.
Kişinin küfür derecesi ne olursa olsun tevbe ederse inşallah tevbesi kabul olur.
Geniş bilgi için tıklayınız
38
Allah insanı, O'na kulluk etmesi, kendi sanatını ona göstermesi için yaratmıştır. Bu ifade mantığa pek uymamaktadır. Başka bir açıklaması yok mudur?
Bu soruya defalarca sitemizde cevap verdik. Öyle anlaşılıyor ki, siz de onları okumuşsunuz ve tatmin olmamışsınız. Bu durumda bizim yapacağımız fazla bir şey yoktur.
Her şeye “mantık dışı” diyorsunuz; fakat sizin "mantık dışı" dediğiniz argümanlar, bizim gibi milyonlarca insanın mantığını tatmin eden cevaplardır. Acaba burada bir şeytan hilesi falan olmasın mı? Yani İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbanî, Bediüzzaman Said Nursi gibi insanlık camiasının akıl güneşleri olan insanların mantıklarının kabul ettiği ve tatmin oldukları argümanların, gerçekten “sizin mantığınızı tatmin etmemesi” sizce de düşündürücü değil mi? Çok amiyane bir ifadeyle, “...İslam aleminde ve bu dünyada sadece siz mi akıllısınız?”
Not: Yanlış anlamayınız, bu hitaplar sizin şahsınıza değil, bu tuzağa düşmüş olan ve bu konuda kendilerini akıl havarisi ilan eden mantık fukaralarınadır.
Yukarıda tatmin olmadığınızı söylediğiniz bazı argümanlara bakalım:
İnsanları yaratan Allah’ın kendisi,
“Ben cinleri ve insanları sırf beni tanıyıp yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)
buyurmuştur. Yüce Yaratıcı'nın bu sözünden sonra “Ben tatmin olmadım!..” demenin arakasında tek bir gerçek var; o da aklımızı bu konuda hakkıyla kullanmayışımız ve bu ayeti anlaması için gereken düşünce zeminine çekmeyişimizdir. Zira Allah’ın yanlış söylemesi mümkün değildir.
Şunu unutmayalım ki, bu ayette insanların kulluktan başka dünyada yapacakları başka bir işlerinin olmadığı, yaratılışlarında başka bir hikmetin olmadığı anlamına gelmez. Ayetten anlaşılması gereken şey, insanın -en önemli ve asli- görevi Allah’ı tanımak, onun emir ve yasaklarından ibaret olan ve rızasının dairesini çizen İslam dininin ön gördüğü bir hayat tarzını benimsemektir.
Nitekim, Kur’an’da “Güneş'in, Ay'ın, yeryüzünün, denizlerin insanların emrine verildiği" ifade edilir. Fakat bu ifadeyle söz konusu varlıkların insana hizmetten başka bir görevleri olmadığı anlamına gelmez. Fakat hikmetle konuşan Allah, kâinattaki sanat harikalarının insanları ilgilendiren yönlerine de dikkat çeker ve insanları buna karşı şükretmeye davet eder. Gerçekten, her fert “Güneş, Ay, deniz, toprak, hava bana hizmet ediyor, onlar benimdir, benim için yaratılmıştır.” diyebilir ve bu söz yanlış olmaz.
Şimdi, insanlara 124.000 peygamberi, yüz dört kitabı ve sahifeleri gönderen Allah’ın, bununla insanlara hoşnutluğunu belirtmesi, isyan edenlere ceza ve itaat edenlere mükâfatın olacağını bildirmesi, insanların, yukarıdaki ayette geçtiği üzere bir görevinin olmaması mümkün müdür?
Allah’ın bizim ibadetimize ihtiyacı yok, bizim Allah’a ibadet etmeye ihtiyacımız var!.. Çünkü Allah bu dünyada sonsuz ilim ve hikmeti doğrultusunda bir imtihan açmış ve bu imtihanı kazanmanın birinci ve olmazsa olmaz şartının, insanların kendisini tanımaları ve onun indirdiği vahye göre bir hayat çizgisine sahip olmaları olduğunu bildirmiştir.
Onlarca mucize nişanlarıyla donatılmış peygamberlerin herkesten çok -ayette geçen- bu kulluk görevini hakkıyla yerine getirmeleri, bu kulluğa sarılarak birçok insanın keramet ve velayet sahibi olmaları, bu ayetin verdiği hükmü fiilen tasdik etmektedir. Bunu görmezlikten gelmek hiç de akıllıca bir tavır değildir.
Bununla beraber, insanların kulluk görevi sadece bildiğimiz namaz, oruç gibi ibadetler değildir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi;
“Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet bu kâinatın Sâni'-i Hayy-u Kayyum'u bu kadar hadsiz enva'-ı nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kıymetdar san'atlarına mukabil medh ü sena etmelerini ve evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele edilmelerini ister.” (bk. Lem'alar, Otuzuncu Lem'a, Beşinci Nükte, s. 332)
- Soruda ”Allah dünyayı niçin yarattı? kendi sanatını göstermek için cevabı nihayetinde mantığa yatkın gelmemekte...” denilmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri gibi bu asrın müceddidi, dost-düşman vicdan sahibi herkesin aklına, ilmine, irfanına, samimiyetine hayran kaldığı bir kimsenin mantığı bunu kabul ediyor. Şöyle ki:
“Her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir fuar açsın, içinde sergiler dizsin, ta insanlara ve diğer şuurlu varlıklara saltanatının haşmetini, servetinin şaşaasını, sanatının harikalarını, kendi maharetini göstersin. Ta ki, manevî cemal ve kemâlini iki vecihle müşahede etsin: Bir vechi, bizzat kendi kuşatıcı ilmiyle ve bakışıyla görsün. Diğeri, diğer şuurlu varlıkların nazarıyla baksın.”(bk. Sözler, On Birinci Söz, s.120)
Şunu da belirtelim ki, her arzu bir ihtiyaçtan kaynaklanmayabilir. Örneğin, iyiliksever, büyük makam ve mevkiye sahip bir kimse, başkasından -kendi konumuna uygun- bir saygı ve sevgi bekleyebilir ve bu beklenti asla bir ihtiyaçtan kaynaklanmayabilir. Çünkü, her kemal ve cemal sahibi fıtraten cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister. Ve bu arzusu ve isteği bir ihtiyaçtan kaynaklanmaz. Bilakis, cemal ve kemal / güzellik ve mükemmellik, birer vasıf olarak -ihtiyaçları için değil- yapılarının bir özelliği olarak görünmek, -deyim yerindeyse- alkışlanmak isterler. Bütün varlıklara karşı müstağni / ihtiyaçsız olduğu bilinen Allah’ın, eşsiz cemal ve kemal sıfatları ve isimleri de şuurlu varlıklar tarafından tanınmak ve saygı görmek isterler. Her şeyi kendi ihtiyacı ve arzusu için yapan insanların bunu anlayamamış olması, bu hikmetleri yok saymaz. Nitekim bunu anlayan kulları da vardır.
Allah’ın ibadete, tanınmaya ihtiyacı yoktur. Fakat Allah, bunların olmasını istiyor. Çünkü, insanoğlunun aklı ve şuuruna çarpan öyle harika bir varlık düzeni, öyle eşsiz bir kâinat modeli, öyle yokuş-yukarı olaylar var ki, hayret etmemek, şaşkınlık göstermemek mümkün değildir. İşte insanoğlu, aklının sınırlarını zorlayan ve duygularını sarsan dehşet verici olaylar karşısında kâinatın işleyişindeki kaderin hikmetli elini görüp çözümleyemediği için, tüm bu durumların sahibini hatırlar ve ancak onun aşkın hikmetini medh-u sena ederek ve tespih ederek, ona sığınmak suretiyle ruhen teneffüs eder. Yerküresini sarsıntıdan koruyan, zeminin kalbinden çıkan dağlar ve dağların volkanik teneffüsleri olduğu gibi, insanın psikolojik zeminini sarsmaktan koruyan da onun kalbinin zemininden çıkan ve ağız bacasından nefes almasına imkân veren tespih ve tekbir ile tahmiddir.
Son olarak şunu da belirtmeliyiz ki;
Kâinatın ve insanların yaratılmasındaki hikmetlerin yüzde doksan dokuzu Allah’a bakar. Allah isim ve sıfatlarının tecellilerini görmek ve göstermek istediği için bu kâinatı yaratmıştır. Tabir caizse, kendi sonsuz maharetini uygulamaya koymak için canlı, yarı canlı, cansız, melek, cin, ruhanî ve insanoğlu gibi milyarlarca varlık türlerini, ilim, kudret, merhamet, hikmet gibi yüzlerce isim ve sıfatlarının değişik tecellilerini, farklı tezahürlerini bu harika sanat estetiklerine yansıtmıştır.
Bu tecellilerin önemli bir kısmı ise, hâkimiyet-i mutlaka mertebesindeki rububiyetiyle alakalıdır. Hâkimiyet; infirad, istiklal ve men-i müşarekeyi / ortaklığı kabul etmemeyi esas alır. Görmek ve göstermek istediği en önemli husus, bu vahdaniyet ve birliğin görülmesidir.
Bunun Allah’ın nezd-i uluhiyetinde ne kadar önemli olduğunu,
“Şu muhakkak ki Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, ama bunun altındaki diğer günahları dilediği kimse hakkında affeder. Kim Allah’a ortak icad ederse müthiş bir iftira etmiş, çok büyük bir günah işlemiştir.” (Nisa, 4/48)
mealindeki ayetten de açıkça anlamak mümkündür.
Rububiyetin en açık iki özelliği vardır; bunlardan biri, hâkimiyeti kabul edip itaat edenlere mükâfat vermek, bu hâkimiyeti kabul etmeyip isyan edenlere ceza vermek... Böylece hâkimiyetin inayet ve merhamet cenahını -itaat edenlere- mükâfatla, haysiyet ve izzet cenahını da isyan eden terbiyesiz eşkıyaları cezalandırmakla gösterir. Fatiha suresinde, “Rabbi’l-âlemîn” sıfatından sonra, Rezzak manasına gelen “Rahman” isminin zikredilmesi, rububiyetin inayet, merhamet, ihsan, ikram kısmını, "Ğaffar" manasına gelen “Rahîm” isminin zikredilmesi ise, zarardan korumak, cezadan affetmek kısmını ifade etmek içindir. Yani Allah’ın kullarına menfaat sağlaması ve onları zararlardan koruması, onun mutlak hâkimiyetinin bir gereği ve mutlak rububiyetinin bir lazımıdır. Madem Allah, kullarını kötülükten korumak ister, buna rağmen kötülüğe kalkışan, Ona isyan edenlere bu koruma zırhını kaldırması ve gereken cezayı vermesi bu hakimiyet ve rububiyetin haysiyetini, izzet ve azametinin bir gereğidir ve mutlak adaletinin bir yansımasıdır. Bu iki vasıftan sonra gelen “Maliki yevmiddin = Din / ceza ve mükâfat günün sahibi / hâkimi, yegâne yetkilisi” isminin zikredilmesi, Rahman ve Rahîm sıfatlarının bir nevi açıklanmış özeti gibidir.
Ayrıca kâinatta en mükemmel, en güzel kıvamda, yeryüzü halifesi olarak yarattığı, maddî-manevî pek çok donanımlarla donattığı insan oğlunun fıtratındaki kabiliyet ve istidatlarının inkişaf etmesi için imtihan ateşiyle teste tabi tutmuştur. Bir madene ateş verilip içindeki elmas ile kömür, altın ile bakır ayrıştırıldığı gibi, Allah da insanlık madenindeki farklı cevherlerin, meziyet ve kabiliyetlerin ortaya çıkması için imtihan ateşine tabi tutmuştur. Hz. Muhammed ile Ebu Cehlin, Müseleme-i kezzab ile Ebu Bekir Sıddıkın, Hz. Ömer ile As b.Vail’in, Hz. Ali ile Velid b. Muğire’nin aynı muameleye tabi tutulmasına hangi vicdan razı olur, hangi adalet ölçüsüne sığar? Allah’ın böyle bir şeye izin vermesi ne adaletinin ne merhametinin ne kereminin ne de inayetinin şanına yakışır...
Allah bize, hepimize, Allah’ı hakkıyla tanıyan bir irfan, onu hakkıyla seven-sayan bir gönül, hikmetlerini hakkıyla kavrayan bir akıl, düzgün çalışan bir mantık, onun iradesine boyun eğen bir vicdan, evrenin üzerinde parlayan yaratıcının tevhid mührünü okuyan bir iman nasip eylesin, Âmin!..
39
Neden Ebu Talib Hz. Hamza gibi iman etmemiştir? “Hidayet Allah’tandır.” sözü nasıl anlaşılmalıdır?
Ebû Tâlib'in îmânı meselesinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Şiâ âlimleri îmânlı gittiğine kâildirler. Ehl-i Sünnet âlimlerinin ekserisi ise, îmân etmediğini söylemektedirler. Bununla birlikte, Peygamber Efendimiz (asm) ile iftihar ettiği ve onun peygamberliğini kalben tasdik ettiğine dâir bazı emareler şiirlerinden anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de bu hususla ilgili olarak şöyle der:
"Ehl-i Teşeyyu (Şialar), îmânına kâil; Ehl-i sünnetin ekserisi ise, îmânına kâil değildir. Fakat, benim kalbime gelen budur ki: Ebû Tâlib, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Risâletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddi severdi. Onun -o gayet ciddi- o şahsî şefkatı ve muhabbeti, elbette zâyie gitmeyecektir. Evet, ciddi bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himâye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebû Tâlib'in; inkâra ve inâda değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiyye gibi hissiyata binâen makbul bir îmân getirmemesi üzerine Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cenneti, onun hasenâtına mükâfaten halkedebilir. Kışta bâzı yerde baharı halkettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bâzı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennemi, hususî bir nevi Cennete çevirebilir..." (Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat s. 398-399)
İlave bilgi için tıklayınız:
“Hidayet Allah’tandır” sözü nasıl anlaşılmalıdır?
Ebu Talip ve ailesi hakında bilgi verir misiniz?
40
Mürted (irtidad eden / dinden çıkan) tövbe etse de öldürülür mü?
Bu gibi konularda bağlı olunan mezhebin tercih edilen görüşüne göre hareket edilebilir. Mezhep müctehitleri bir konudaki rivayetlerin tamamını göz önünde bulundurarak bir sonuç çıkarmaktadırlar.
Dinden çıkan bir Müslüman hemen öldürülmez. Eğer tövbe etmişse, Müslüman olarak yaşamaya devam eder.
Zamanın fetret olup olmaması kişinin içinde bulunduğu şartlara göre müftünün veya din adamalrından müteşekkil bir heyetin bu konuda nasıl bir uygulamada bulunacağına karar vermesi gerekir.
İlave bilgi için tıklayınız:
MÜRTED / İRTİDAT...
41
Ebu Leheb'in cehenneme gideceğinin belirtilmesi ve bazı sahabelerin cennetle müjdelenmesi imtihan sırrı ile nasıl telif edilir?
Evet, cennetle müjdelenlerin olduğunu bildiren rivayetler sahihtir ve pek çoktur. Sahabe döneminden beri bütün Müslümanlar buna inanırlar. Aşağıda konuyla ilgili detaylı bilgi aktaracağız.
Ayrıca cennetle müjdelenmek aslında Allah'ın razı olduğunun bilinmesidir. Bu açıdan Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın sahabelerden razı olduğunu bildiren bütün ayetler, aynı zamanda onların birer cennetlik olduğunun da göstergesidir. Bunlardan biri şöyledir:
"Gerçekten Allah, (Hudeybiye'de) o ağacın altında sana biat ettikleri zaman, müminlerden razı oldu. Onların kalplerindeki ihlası bildiği için üzerlerine sekîne, huzur ve güven indirdi. Onları hemen yakında gerçekleşen bir zaferle ve alacakları birçok ganimetle mükafatlandırdı. Allah azîz ve hakîmdir." (Fetih, 48/18-19)
Allah Teâla bu ağacın altında biat eden 1400 kadar sahabîden razı olduğunu açıkça bildirmektedir. Bunların imanı o derece kuvvetli ve savaş hazırlığından o kadar uzak idiler ki, hallerine bakan kimse, umre için giydikleri ihramı kefen olarak giydiklerine hükmederdi. Onlardan râzı olduğunu bildiren Allah, elbette onların istikballerini de bilerek böyle buyurmuştu. Bu nedenle Allah'ın önce razı olup sonradan bundan vazgeçmesi diye bir durum söz konusu olmaz. Allah her şeyi, bütün zamanları bilendir. Ona göre haber verir.
Ayrıca, Allah cennetlik veya cehennemlik olduğunu bildirdiği kimselerin gelecekte neler yapacaklarını da biliyor. Onların hayatları sonsuza kadar kalsa neyi nasıl yapacaklarını, şu anda yaptıklarından vazgeçip geçmeyeceklerini de bilmektedir. Bu açıdan onların imtihanına bir zararı olmayacağı için böyle yapmıştır.
Diğer taraftan cennetle müjdelenenler bunu ibadetlerde ihmalkarlık sebebi olarak değerlendirmemişler ve cenneti de bir garanti olarak görmemişlerdir. Bu nedenle imtihan sırrına aykırı olamaz.
Çünkü Onlar, cennet sevdasıyla ya da cehennem korkusuyla değil, Allah'ın emri olduğu için ibadet ediyor, günahlardan sakınıyorlardı. Beklentileri de yalnız Allah'ın rızasıydı. Bu nedenle bin kere cennetle müjdelenselerdi yine bir değişiklik olmaz, belki ibadet ve takvaları artardı.
Cehenenme gideceği haber verilenler de ise tam aksi bir durum söz konusudur. Allah onların kalplerinin mühürlendiğini haber verir.
Kalbin mühürlenmesi hadisesinin sebebi insandır. Çünkü, Allah her insana şeffaf ve parlak bir kalp vermiştir ki, bu kalp marifetullahın ve muhabbetullahın kaynağıdır. Fakat insan itikatsızlık, imansızlık ve günahlar vasıtasıyla bu güzelim kalbi köreltir. Bu köreltme sonucu, insan kalbinin mühürlenmesine vesile olur, Allah'ta mühürler.
Nasıl ki, çürüyen bir çekirdek binler sene toprak altında kalsa, yine ağaç olamaz. Bunun gibi çürüyen ve imanı kabul etme özelliğini kaybeden bir kalp de, binler sene dünyada kalsa yine imanı kabul etmeyecektir. Allah bunları bilir ve haber verir. Ebu Leheb de bunlardan biridir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kur'an'da pekçok ayette geçen "kalplerin mühürlenmesi" ne demektir? Kalbi mühürlenen bir insan, iman etmemekten nasıl sorumlu tutulabilir?..
- Cennetle müjdelenen shabeler kimlerdir?
42
Tebliğ metodu nasıl olmalıdır?
Müslümanların bir vazifesi de tebliğdir. Her Müslüman bilgisi nisbetinde hak din olan İslamı anlatmalıdır. Anlatacağı kişi bir papaz da olabilir, bir devlet başkanı veya bir işçi de olabilir. Bu konuda bir sınırlama yoktur.
Tebliğ vazifemizi yaparken, karşıdaki insanın bilgi seviyesini değerlendirip, hazırlıklı ve bir şekilde gitmek gerekir. Eksik yönlerimizi tamalayacak kişileri de yanımıza alarak gitmemiz daha isabetli olur. Çünkü insan her konuda bilgi sahibi olmayabilir.
Şunu da unutmamalıyız ki, bizim vazifemiz sadece tebliğdir. Bir insanı hidayete getirecek olan Allah'tır. Biz kendi vazifemizi yapacağız. Karşıdaki kişi imana gelse de gelmese de biz vazifemizi yapmış sayılırız.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Tebliğ ve Peygamberimizin tebliğ metodu hakkında bilgi verir misiniz?
43
Hastalanınca doktora giden, hukukî konularda avukata başvuran kimse, dinî problemlerle karşı karşıya kaldığında ne yapmalıdır?
Günümüz insanı, ilmî ve fennî konularda –haklı olarak– konusunda uzman kişilere baş vurmaktadır. Bu hassasiyeti, dinî konularda fazlasıyla göstermesi gerekirken, böyle yapmayıp ya kendi aklı ile yetinmekte, yahut bu sahada, yetkin ve yetkili olmayan kişilerin sözlerine itibar etmektedir. Hâlbuki dini konuda uzman olmayan bir kişi, diğer konularda söz sahibi de olsa, onun sözüne dini konularda itibar edilmez.
Malumdur ki, bir ilim dalında bilgili olan bir kişi, diğer bir dalda cahil olabilir. Şu hâlde kişinin yetkili olmadığı bir sahada fikir yürütmesi, yargıya varması doğru değildir. Mesela, bir doktor tıp branşında ne kadar yükselirse yükselsin, mimarlık konusunda onun sözüne itibar edilmez. Kaldı ki bugün tıp bilimi bile, bir çok alt dala bölünmüş olup, dahiliye uzmanı bir doktor hatta profesör bile olsa, intaniye ile ilgili bir konuda o anabilim dalına müracaat etmektedir.
Problemleri doğru değerlendirebilme ölçüsü bu bilimsel yaklaşım olduğundan dolayı, sırf akıl ile kavranılması mümkün olmayan, imanî, Kur’anî ve dinî hakikatlerde insan ne kendi aklına güvenebilir ve ne de bu sahada yetkin olmayan kimselerin sözüyle hareket edebilir.
Bu konuda yapılası gereken, din konusunda yetkili kimselere bizzat başvurmak, yahut onların yazdığı eserleri okumaktır. Bunu yapmayanlar çok defa kendi arzularını ve hayallerini gerçek ve fikirle karıştırmakta, aldanmakta ve hakikatten uzaklaşmaktadırlar...
44
Dini bilmeyen ancak son derece önyargılı ve bu konuda cahil insanlarla iletişimimizde nasıl davranmalıyız? Bu insanlarla iletişimimizde ne yapmalıyız? Tartışmalı mıyız, susup onları kendi hallerine mi bırakmalıyız? Suskun kalmak günah mıdır?..
"Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir." (Müslim, İman, 78; Tirmizî Fiten. 1I- Nesaî iman 17 İbn Mâce, Fiten, 20).
Bu durumda sert davranmadan, kırıcı ifadelerde bulunmadan uyarılabilir. Önemli olan o insanların düşmanlığını kırıp en azından dost bakmalarını sağlamak gerekir. Peygamberimiz aleyhisselamın hadisinde de ifade ettiği üzere, el ile düzeltemediğimizi dil ile ona da güç yetiremiyorsak kalben buğz etmekle yetinmek gerekir. Yani suskun kalmakla, kalben onlara taraftar olmamakla, davranışlarına kalben buğz etmekle de yetinebilirsiniz.
Suskun kalmak günah değildir. Ancak ilim sahibi konulara hakim durumda olanların dil ile hataları düzeltmeleri gerekir. Fakat yeterli ilme sahip olmayarak onlara cevap vermeye çalışıp cevap verememe durumunda onların kendilerini haklı zannetmeleri de arzu edilen netice değildir.
Emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker: İyiliği emretme, kötülükten alıkoyma.
Maruf, şerîatın emrettiği; münker, şerîatın yasakladığı şey demektir. Başka bir deyimle Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye maruf; Allah'ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de münker denilir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s.505; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2357-2358; V, 3118).
Yani marufu emretmek iman ve itaata çağırmak; münkerden nehyetmek de küfür ve Allah'a başkaldırmaya karşı durmaktır. (Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzil, 2/232).
Kur'an-ı Kerîm'de,
''Sizden hayra çağıran, marufu emreden, münkerden vazgeçirmeye çalışan bir ümmet bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Al-i İmrân, 3/104)
buyurulmaktadır. Bu ayetle marufun emredilmesi ve münkerden menedilmesi işi bütün İslâm ümmetine farz kılınmıştır. İslâm uleması bu görevi ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını, ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün Müslümanların sorumlu ve günahkâr olacağını söylemiştir (Yazır, a.g.e., II / 1155).
Başka bir ayet-i kerimede yüce Allah Söyle buyurmaktadır:
"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Marufu emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız; çünkü Allah'a inanıyorsunuz...'' (Al-i İmrân, 3/110).
Müminler, dünyadaki en hayırlı toplumdur ve iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en güzel ahlâkla yetişmiş bir toplumdur. Bu toplumun korunması için bu ayetlerle dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe, çağırmak emredilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir." (Müslim, İman, 78; Tirmizî Fiten. 1; Nesaî, iman 17; İbn Mâce, Fiten, 20).
Marufu emretmek, münkerden alıkoymak sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğu ortaya koymaktadır:
"Bana hayat bahşeden Allah'a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez." (Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388).
Şu âyet de ibretle düşünmeyi gerektirmektedir:
"...onlar, (İsrailoğulları) birbirlerine hiçbir münkeri yasaklamadılar. Yemin ederiz ki yapmakta oldukları şey çok kötü idi..." (Mâide, 5/78-79).
Yine başkâ âyetlerde müşriklerden başka, müminlerin karşısında münkeri emreden, marufu yasaklayan, böylelikle Allah'ın emir ve yasaklarına karşı çıkarak, emredilenin tam tersini yapan münâfıklar da zikredilir. (bk. Tevbe, 9/67, 81).
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in çeşitli buyruklarında Müslümanların her birinin birer çoban olduğu, elleri altındakilerden sorumlu bulunduğu, mü'minler arasında canlı ve sürekli bir toplumsal birliktelik ve beraberliğin olması, dâima zayıfın hakkının güçlüden alınmasından yana tavır takınılması, cihadın en faziletlisinin zâlim bir devlet başkanına karşı hak bir söz söylemek olduğu belirtilmektedir.
Bir toplumda ma'rûfu emreden, kötülükten menedenler olmazsa giderek münker olan işler bírer kural haline, bir yaşama biçimi haline gelirler. Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar; insanlara Allah'ı unuttururlar. Böyle bir toplumda Müslümanın tavrını yine âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğunda bulmak mümkündür:
"Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşın düşkünlük. Siz iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken, içinizde dünya sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda cihadı bırakırsınız. O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm'a ilk giren kimseler gibidirler.'' (Bezzâr, Mecmau'z Zevâid, VII / 271);
"İyileriniz zâlimlerinize yardakçılık eder; fıkıh kötülerinizin, saltanat da küçüklerinizin eline geçer. İşte o zaman fitnenin hücumuna uğrar ve birbirinize düşersiniz." (a.g.e., 286);
''(Bu durumda ise) açık günahlar herkese zarar verir, kötüler iyilere musallat olur, iyilerin de kalbi mühürlenir, lânetlenirler. Fitne günlerinde ise sabırlı olmak ateşi kor halinde elde tutmak gibidir." (Kenzü'l-Ummâl, II / 68-78).
Marufun emredilmediği, münkerden alıkonulmayan toplumların nasıl helâk edildiği, nasıl Allah'ın azâbının onları kuşattığı Kur'an-ı Kerîm'de hemen her sûrede zikredilmektedir (A ' râf, 7/163 vd).
İslâm bilginleri, bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamanın âdeta o kötülüğü kabul etmek ve ona katılmak anlamına geldiğini; asıl korkunun Allah'tan korkmak olduğunu; iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek görevinin eceli yaklaştırmadığını ve rızkı kesmediğini; ancak göz göre göre tâkat dışı belâya direnmenin de câiz olmadığını söylemişlerdir (Kenzü'l Ummâl, II, 141 vd).
İnsanlar için en hayırlı topluluk olan İslâm ümmetinin bireyleri birbirlerinin bütün dertleriyle ilgilenen kişilerden meydana gelir. Halbuki diğer bütün dinlerde iyilik ve kötülük her ferdin kendi sorunudur. Meselâ Tevrat'ta, "Rab, Kabil'e sordu: 'Kardeşin nerede?' O da, 'Bilmem, ben kardeşimin bekçisi miyim?" gibi bir ifade vardır (Tevrat, Tekvin, 4/9).
Marufu emretmek, münkerden alıkoymak görevini İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere bırakılmaz. Çünkü câhiller her şeyi altüst ederler, kavram ve değer kargaşasına yolaçarlar. Görevin yerine getirilmesinde ana ilke her Müslümanın ahirette hesap vereceğini bilmesi bilincidir. Toplumlar genelde ikiye ayrılırlar: Maruf toplumlar, münker toplumlar. Münker toplumlar oluşmuş veya oluşmaktâ iken, Müslümanların ma'siyete, münkere, tâğuta itaatten kaçınmaları farzdır (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 144). Yani Müslümanların her münker toplumunu maruf toplum, İslam hükümlerinin yaşandığı toplum haline getirmeleri fârz kılınmıştır.
Çağdaş demokrâtik-laik toplumlar dini sadece Allah'la kul arasında bir mesele olarak görürler ve İslâm'ın maruf münker ilkesinin sadece ahlâkı bir mesele olduğunu vâzederler. Halbuki hayatın bütün yönlerini Allah ve Resulunün emir ve yasakları doğrultusunda yaşamak ve münker toplumları İslâmî toplum haline dönüştürmekle görevli olan Müslümanların bu durumuyla demokratik ilkeler birbirine hem karşıt, hem de çelişiktir. Bu sebeple Müslümanların her zaman marufu emretmeleri, münkerden sakındırmaları mümkün olmaz; karşılarına münker toplumun emir ve yasakları çıkarılır. İşte bu noktada Müslümanlar için şu buyruk geçerlidir:
"Ey iman edenler siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtanlar size zarar veremezler." (Mâide, 5/105).
Çağdâş toplumla Müslümanın çelişkisi onun, ancak Allah'a ve Resulune itaat edeceği gerçeğinden dolayı İslâmî bir devleti gerçekleştirmesini zorunlu kılar. Bir yandan bu yolda çalışırken öte yandan münkerlerle mücâdele kesintiye uğramaz, marufun emredilmesinden geri kalınmaz. Bu nokta şunun için önemlidir: Maruf, ne salt ahlakçılık demektir, ne de İslâm'ın ana ilkelerinin yerine insan haklarının geçirilmesidir. Maruf, tek kelimeyle İslâm'ın kendisidir. Münker de, aslı itibariyle veya ahlâkı açıdan sadece kötü şeyler değil, tam anlamıyla İslâm'ın yasakladığı her şeydir. Yeryüzünün değişik yerlerinde, değişik rejimlerde ve şartlarda yasayan Müslümanlar için değişmeyen ölçü budur. Bunun tek yöntemi de Rasûlullah'ın sünnetidir.
"Size peygamber neyi verdiyse onu benimseyiniz..." (Haşr, 59/7).
Gerçek maruf-münker görevi, en başta insanın kendisinden başlayarak yapılır (bk. Bakara, 2/44). Bazı insanlar her devirde, Resule itaati söylerler, kendileri itaat etmezler; sadakayı emrederler, kendileri vermezler. İşte şu ayet-i kerimede onlar uyarılmaktadır:
"Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz? Düşünmez misiniz?.." (Bakara, 2/44).
İyiliği emredip kendileri yapmayanlar için hesap gününde dudaklarının ateşten makaslarla kesileceği haberi verilmiştir (İbn Kesir, 1, 8).
İkincisi, Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağırmak, insanlarla en güzel şekilde tartışmak, azgınlara bile yumuşak söz söylemektir (Nahl, 1 6/ 1 25; Tâhâ, 20/43).
Sonuçta marufun emredilmesi, münkerin yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil; aile, hukuk, siyaset ve ekonominin her zaman içiçe geçmiş bir şekilde şerîatın gerekleri doğrultusunda savunulması ve yaşanması demektir. Bu, sistemli bir davet çalışmasını gerektirir. İslâm'ın ilk yayılışı da böyle olmuştur. İslâm'ın hâkim olmadığı düzenlerde, Ehl-i kitab'a karşı veya müşriklere ve diğer gayri İslâmî zümrelere karşı tek geçerli davet metodu Resulullah'ın sünnetidir. Bunu ancak Resulullah'ın sünnetiyle açıklayabiliriz. Yoksa basit bir ahlâkçı, bir vâiz, hattâ bir muhtesib gibi davranarak değil. "Dirilerin ölüsü" olarak kalmak isteyen, yani eliyle, diliyle ve kalbiyle toplumdaki münkeri kötülemeyen kimse ne kötüdür... Tevrat'ta: "Kişi iyiliği emr, kötülüğü yasakladığı takdirde kavminin nezdinde derecesi kötüleşir" denilerek İslâmî hâreket ve ahlâk saptırılmış, dinin esası tahrif edilmiştir. O sebeple Allah katında din olarak yalnız İslâm geçerlidir.
Öte yandan, İslâm toplumlarında ise marufun emredilmesi, münkerin yasaklanmasında ictihada giren konularda uyarıcılık yapılmaz. Meselâ Hanefiler, unutularak besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen bir Şâfiîye, "Bu yediklerin haramdır" şeklinde bir uyarıda bulunamaz; zira bunlar Şâfiî'ye göre helâldir. İşte emri bi'l-mâ'rûf nehyi ani'l-münkeri herkesin yapamamasından kasıt budur. Ancak, herkesin bildiği büyük-küçük günahlar, dinin kesin yasaklamaları hakkında herkes bu görevi yerine getirir (İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi'd-Din, Emri Bi'l-Mâ'ruf ve Nehyi Ani'l-Münker bölümü). Fakat Şâfiîler, besmelesiz kesilen hayvanların etini yemek isteyen Hanefilere ikazda bulunabilir. Gerek Allah hakları, gerekse kul hakları olsun bütün ma'rûf ve münkerlerde önce sözlü, sonra fiilî uygulama esastır. Mutezile ise kul hakkıyla ilgili olmayan meselelerde sözle veya fiille uyarıcılığı kabul ederken; bunu da ancak imamın yapabileceğini, fertlerin karışamayacağını savunmuştur.
Enes b. Mâlik'ten rivâyet edilen bir hadiste şöyle bir hüküm bulunmaktadır:
"Biz Allah'ın Resulune 'Ey Allah'ın Rasûlü, biz iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça menedemez miyiz?' diye sorduk. Resulullah şöyle buyurdu:
"Siz iyiliğin tamamını işlemezseniz dahi iyiliği emrediniz. Siz kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız." (Taberânî).
Hz. Lokman'ın oğluna öğüdü her zaman ve mekanda uyarıcının hâlini beyan eder:
"Yavrum, namazı gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenâlıktan alıkoy. Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan. Çünkü bunlar kesin olarak farz kılınan işlerdir." (Lokman, 31/17).
O halde emr-i maruf yapan, ilmi ile amil olmalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
"İsra gecesinde, ateşten makaslarla dudakları kesilen insanlar gördüm. Kim olduklarını sordum. Onlar da "İyilikle emreder kendimiz yapmazdık. Kötülükten nehyeder; fakat kendimiz sakınmazdık." diye cevap verdiler." (İbni Hibban)
"Emr-i maruf ve nehy-i münkeri, rıfk ve hilm sahibi fakihler yapar." (İ.Gazali)
Emr-i maruf çok mühim olduğu için, insan, kendisi her iyiliği yapamazsa ve her kötülükten kaçamazsa da, gücü yetiyorsa, emr-i marufta bulunması gerekir.
Hz. Enes, "Ya Resulallah, tamamen yapamadığımız bir şeyi emretmeyelim mi? Kendimiz tamamen sakınamadığımız bir şeyi nehy etmeyelim mi?" diye sual edince, Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
"Her ne kadar iyiliğin hepsini yapamasanız ve her ne kadar kötülükten sakınamazsanız da, emr-i maruf ve nehy-i münker yapınız!" (İ. Gazali)
Abdülgani Nablusi hazretleri buyuruyor ki:
"Söz ve yazı ile emr-i maruf âlimlerin vazifesidir. Kalb ile, dua ederek günah işleyene mani olmaya çalışmak da her müminin vazifesidir. El ile müdahale ise devletin vazifesidir." (Hadika)
Faydası olmayacağı ve zarar geleceği bilindiği halde, her günah işleyene emr-i maruf yapmaya kalkmak doğru değildir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"Allah Teâlâ, kıyamet günü, bir kuluna, günah işleyeni gördüğü zaman niçin engel olmadığını soracak, o kimse de, 'Onun zararından, düşmanlığından korktum, senin af ve mağfiretine güvendim.' diyecek (ve mazur görülecektir.) (İbni Mace)
İlave bilgi için tıklayınız:
Tebliğ Metodu Nasıl Olmalı?..
Emr-i bil-maruf nehy-i ani'l-münker nedir, kimlere ve nasıl yapılmalıdır?
45
“Ümmetim asla yanlış bir hüküm üzerinde ittifak etmeyecektir.” şeklinde bir hadis var mıdır?
Bu konuda değişik hadis rivayetleri vardır. Alimlerin değerlendirmeleri rivayette yer alan ifadelerin tümüne yönelik olduğu için, bazen “zayıf”, bazen “sahih” bazen “garip” sözcüğüyle belirtilmiştir. Ancak “Ümmetin dalalette birleşemeyeceği”ne dair ifadenin sahih olduğu anlaşılmaktadır.
Bu hususu belirtikten sonra, ilgili bazı rivayetleri olduğu gibi aktarmakta fayda vardır:
1) “Allah bu ümmeti (veya Muhammed’in ümmetini) dalalette birleştirmez. Allah’ın eli cemaatin üzerinedir. Cemaatten ayrılan ateşe ayrılmış olur.” (bk. Tirmizi, Fiten,7)
Tirmizi, bu rivayetin “garib” olduğunu belirterek onun zayıf olduğunu bildirmiştir. (Tirmizi, a.y)
Tirmizi’ye göre, “Allah’ın eli cemaatin üzerinedir.” manasına gelen hadisin ifadesinde geçen “cemaat”ten maksat, İslam alimleri, fakih ve muhaddislerdir. (a.y)
2) “Ümmetim dalalet üzerine birleşmez. Öyleyse bir konuda ihtilaf olduğunu gördüğünüzde sevad-ı azama (büyük çoğunluğa) tâbi olun.” (İbn Mace, Fiten, 8)
Suyuti’ye göre, hadiste yer alan “sevad-ı azam”dan maksat, “sultana (devlete) itaat eden ve dosdoğru yolu takip eden kimselerdir. Ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf arasındaki ihtilaf gerçekte ihtilaf sayılmaz. Gerçek ihtilaf İslam’ın ruhuna aykırı fikirler ihtiva eden ehl-i dalalet olan fırkaların ihtilafıdır.” (Suyutî, Şerhu Süneni İbn Mace, 1/283)
İbn Mace’nin bu rivayetinde yer alan “Ebu Halef el-Ama” adlı ravi alimler tarafından zayıf kabul edilmiştir. (bk. Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 1/62) Bu sebeple bu rivayet zayıftır.
3) Bir rivayete göre, Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:
“Ben Rabbimden dört şey istedim; üçünü bana verdi, bir tanesini vermedi; Allah’tan ümmetimi dalalette birleştirmemesini istedim, bana (bunu söz) verdi. Allah’tan, daha önceki ümmetleri helak ettiği gibi, onları (ümmetimi) kıtlıkla helak etmemesini istedim, bunu da bana verdi. Allah’tan, düşmanlarının onlara (sürekli galip olacak şekilde) üstün getirmemesini istedim, onu da bana (söz) verdi. Sonra Allah’tan onların arasına tefrika vermemesini, onların kendi aralarında birbirlerine -iç çatışmalarla- acı vermemelerin istedim, bunu benden esirgedi." (Ahmed b. Hanbel, 45/200; Taberanî, h. no:2171)
- Hafız Heysemi, bu rivayette bir meçhul ravi bulunduğundan bunun zayıf olduğunu belirtmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no: 11966)
- Bununla beraber, Heysemi, Taberanî’nin “ümmetin dalalette birleşmeyecekleri”ne dair diğer bir rivayetinin (Taberani, Kebir, h.no: 3440) sahih olduğunu belirtmiştir. (bk. Heysemi, Zevaid, 5/218/ h.no:9100)
- Hâkim’in aynı konuda yaptığı rivayetin senedinde ravilerin hepsi sağlamdır. İçlerinde az bilinen İbrahim b. Meymun el-Adeni, Abdurrazzak ve İbn Main tarafından tevsik edilmiştir. Hakim’in verdiği bu bilgi Zehebi tarafından da desteklenmiştir. (bk. Müstedrek, Tehlis, 1/202)
- Özetle, “İslam ümmetinin dalalette birleşmeyecekleri”ne dair hadis rivayetinin değişik varyantlarına bakıldığı zaman bunların en az “hasen” derecesinde olduğu görülür. (bk. Elbanî, Sisiletu’l-ahadis’i-sahiha, h. no: 1332)
- İslam’a bağlı olmakla beraber, çok farklı yönleri bulunan kesimler açısından bakıldığında, genel olarak farklı iki ayrı zihniyet söz konusudur. Bunlardan birincisi. Ehl-i sünnet ve cemaat, ikincisi: Ehl-i bid’a olanlardır.
Ehl-i sünnet ve cemaat, hadis-i şerifte Hz. Peygamber (asm) tarafından “Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu çizgiyi takip edenler” olarak tanımlanmıştır. (Mecmauz’-zevaid,1/189)
Dolayısıyla bu itikada bağlı olmayanlar bidat ehli sayılır. Bunlar yetmiş iki fırkadır. Mutezile, Cehmiye, Kaderiye, Şia ve benzerleri bu kısma dahildir.
Ehl-i sünnet ve cemaatin kendi arasında iki ayrı itikadî mezhepleri vardır: Eşarî ve Maturidî. Bunların temel esaslara ait hususlarda pek bir farkları yoktur. Detaylarda bazı nüansları vardır. Bu sebeple ikisi de aynı kesimi temsil etmektedir.
Kur’an ve Sünnet çizgisi üzerinde olduğumuzun belgesi ise, Ehl-i sünnet ve’l-cemaat denilen dört mezhep alimlerinin takip ettiği yoldur. Bilindiği üzere, her biri parlak bir yıldız gibi parlayan alimleri barındıran bu büyük cemaat, daha önce on iki mezhepten oluşuyordu. Sonra dörtte karar kıldı. Bu kadar büyük âlimlerden oluşan bir cemaatin yanlış yapma ihtimali elbette çok azdır.
46
İnsanlar için "yaratıcı" veya "yaratmak" kelimelerini kullanmak uygun mudur?
Öncelikle "yaratma" sıfatının insanlara mecazen de olsa atfedilmesini uygun bulmadığımızı ifade edelim.
İnsanın yaratmasıyla Allah’ın yaratması arasında (yok)la (var) arasındaki kadar fark vardır. Bu büyük farkın farkına varmayanlar, "yarattım" diyenlerin küfre düşeceğini düşünüyorlar. Halbuki, Allah’ın yaratmasıyla kulun yaratması arasında fark vardır. Allah’ın yaratması yoktan var etmesi demektir. Kulun yaratması da var olana şekil vermesi demektir...
Bu sebeple hiçbir kul, yoktan var ederek yaratamaz. Yaratıkların hepsinin de önce bir çekirdeği, özü ve aslı mevcuttur. Bu çekirdek, öz ve asıldan üretmiş, şekillendirmiş, geliştirmiş olur insan. Bu manada kullara "yarattı" denebilir. Ama "yoktan var etti" manasında yarattı denemez.
Bir mobilyacı ağaç yaratamaz. Ama yaratılmış ağaçlardan güzel mobilya yapabilir. Buna yarattım derse, yoktan yaratmış olmaz. Belki var olan ağaçtan güzel şekiller yapmış, kendi ifadesiyle yaratmış olur...
Kopyalama olayı da böyledir. Yoktan yaratma değil, var olan geni geliştirme olayıdır. Nitekim bu konuda Prof. Dr. Hayreddin KARAMAN Hocaefendi "Hayatımızdaki İslam" kitabında, kopyalamayı soran okuyucuya verdiği cevabında şöyle demektedir:
“Kopyalama yaratma değildir! Yaratma, yoktan var etmedir. Allah canlı ve cansız bütün varlıkları yoktan ve önceden mevcut bir örneğe bakmadan, ondan yararlanmadan yaratmıştır. Genetik kopyalama ise mevcut yaratılmış genler üzerinde işlemler yaparak gerçekleştirilmektedir. Bunun yaratma ile bir ilgisi olmadığına göre ortada bir “ikinci yaratıcı” da yoktur.”
“Genetik kopyalama insanlara uygulanamaz. Hayvan ve bitkiler için ise, insanlara faydalı olmak, hiçbir şeye ve kimseye zarar vermemek kaydıyla uygulanabilir.”
Hemen hatırlatalım ki, yaratma kelimesini kullananların niyetleri mühimdir. İmanına delil bulunan kimsenin “yarattım” demesiyle küfrüne hüküm verilemez. Ağız alışkanlığı yahut da kelimenin manasının nereye kadar uzandığını bilememesi olarak yorumlanır. Çünkü imanına delil vardır.
Nitekim camiye çocuğuyla birlikte namaza gelmiş olan bir babanın, namazdan çıkışta cami avlusunda çiçekleri koparan çocuğuna söylediği, “Yavrum, çiçekleri koparma. Allah (baba–gökte) seni çarpar sonra!” sözünde küfür kelimeleri vardır.
Çocuğunu terbiye maksadıyla söylenen bu sözlerin içindeki iki kelime küfür manasına gelmektedir. Biri Allah’a "baba" demesi. Allah’ın Hristiyanlar gibi babalık sıfatının olduğunu söylemiş olması. İkincisi de "gökte" demekle Allah’a mekan göstermiş olması... İkisi de kelam ilminde küfürden başkası değildir.
Şayet bu kelimelere bakarak bu babanın kâfir olduğunu söyleyecek olursak sorarlar:
– Kâfirin camide hem de çocuğuyla işi ne? Adam namaz kılıp çıkmıştır cami avlusuna...
Namaz kılışı imanına delildir. Öyle ise sarf ettiği "Allah baba, Allah gökte" sözlerine bakarak küfrüne hükmedilemez..
İşte burada konuyu aydınlatan Bediüzzaman Hazretleri, meşhur ikazını şöyle yapıyor:
"Bazen kelam küfür görünür, ama sahibi kâfir olmaz!.."
Bana öyle geliyor ki, bu tek cümlelik açıklama, sanki koskoca bir kitap kadar tatmin edici olmakta, imanlı insanları küfür ithamından kurtarmaktadır.
Yoksa aynı safta namaz kıldığımız insanı, avluda çocuğuna söylediği sözleri yüzünden küfürle ithamdan çekinmeyecektik. Çünkü açıkça, “Allah baba” diyor, gökte olduğunu da söylüyor.
Evet, bu cümle tekrar edilerek ezberlenmeli:
"Bazen kelam küfür görünür; ama sahibi kâfir olmaz!.."
Bununla beraber yanlış anlaşılacak küfür kelimelerini kullanmamalı, suizanna sebep olmamalıdır. Onda tartışma yoktur zaten...
47
Muhyiddin-i Arabi'yi nasıl tanımalıyız? Vahdet-i vücud inancı hakkında bilgi verir misiniz?
Muhyiddin-i Arabî, büyük bir İslâm âlimi ve mutasavvıfıdır. Bedüzzaman’ın ifadesiyle “ulûm-i İslâmiyenin bir mucizesi”dir.
Muhyiddin-i Arabî’nin şahsiyeti ve eserleri hakkında Üstad Bediüzzaman’ın Lem’alar isimli eserinde yaptığı değerlendirmeyi özetleyerek verirsek, mesele büyük ölçüde anlaşılacaktır.
"Muhyiddin-i Arabî’nin kendisi hâdî ve makbuldür. Doğru yoldadır, imanı makbul bir insandır. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Her kitabında gerçeğe ulaştırıcı ve hakikatı gösterici değildir. İslâmî ve imanî hakikatlerde çok zaman ölçüsüz gittiğinden Ehl-i Sünnet ve Cemaatin kaidelerine muhalif hareket ediyor. Bazı sözleri de zahirî mânâsıyla dalâleti, küfrü ifade ediyor. Fakat kendisi dalâlet ve küfürden uzaktır, mü’mindir, muvahhiddir."
“Çünkü bazan söz küfür olarak görünür, fakat sahibi kâfir olamaz.”
Daha sonra Said Nursî, Muhyiddin-i Arabî’nin eserleri ve onların okunması hususunda bir sözünü naklederek nasıl hareket edilmesini açıklar. Muhyiddin-i Arabî’nin sözü şöyle:
“Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın; zarar görür. Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meseleleri okumak zararlıdır." (Lem'alar, s. 261-262)
Bu ifadelerden açıkça anlaşılan mânâ şudur:
Muhyiddin-i Arabî’nin kendisi mü’mindir ve imanı tamdır. Fakat bazı sözleri zahirî mânâsıyla küfrü gerektirebilir; ancak te’vile muhtaç olduğundan gerçek mânâsını anlamak güçtür. Bunun için kitaplarının okunmaması daha doğrudur. Çünkü bugün dahi her kitabın, her ilmin, her sahanın belli bir okuyucu kitlesi, bir uzmanı vardır. O ilimden ancak o sahada belli bir birikimi ve malûmatı olan kimseler istifade eder. Herkesin ondan faydalanması düşünülemez, zaten bu mümkün de değildir.
Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin kitaplarını da bu açıdan değerlendirmek lâzımdır. Hattâ okuyanlara zararı dokunduğu içindir ki, İbn-i Âbidin’in ifadesine göre bazı Osmanlı padişahları tarafından Muhyiddin-i Arabî’nin kitaplarının okunması yasaklanmıştır. Bu arada merhum İbni Âbidin şu fıkhî hükmü de zikreder:
“Onun Füsusu‘l-Hikem isimli kitabını yaymak, neşretmek haramdır. Çünkü bu kitap küfrü gerektiren birçok mesele ihtiva etmektedir. İslâm'ın nurunu söndürmek için çalışan Yahudiler tarafından bu kitaba pekçok ilaveler yapılmıştır.” (İbn Abidin, 3/294)
Gariptir ki, "Füsusu‘l-Hikem" 1950 öncesinin materyalist Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından tercüme edilerek yayınlanmıştır. Bu arada Şark Klasikleri adı altında bazı kaynaklar tercüme edilmiş, tercümeler esnasında pekçok yanlış yoruma müsait ifadeler kullanılmış, Müslüman halk bu kanalla da inanç ve yaşayış hususunda şüphe ve tereddütlere düşmüştür.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Vahdeti vücudu savunanalar kimlerdir ve onların İslam ve Allah anlayışları nasıldır?.,
- Vahdet-i vücut hakkında biraz bilgi verir misiniz?..
48
Serbest iradeye rağmen kul neden Allah'a asi olmaktadır?
a. Sorudaki kurgular yanlıştır.
“Allah, sonsuz adaleti gereği kulunu gafil olmayan bir kalb ile imtihan eder.” ifadesi bir çok ayet ve hadislere aykırıdır.
“Allah kalplerini mühürlemiştir.” (Bakara, 2/7),
“Onların / münafıkların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını daha da artırdı.” (Bakara, 2/10),
“Buna / kıyametin geleceğine yalan diyenler, ancak zalimler, azgınlar, günaha dadananlardır. Kendilerine ayetlerimiz okunduğunda; ‘Bunlar, eski devirlerde yaşamış insanların masalları.’ diyenlerdir. Hayır! Gerçek öyle değil! Asıl onlardır ki, yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalplerini paslandırdı. Ondan ahireti inkâr ediyorlar." (Mutaffifîn, 83/12-14).
Kalbin gafletten mahfuz olduğu iddiası, bu ve benzeri birçok ayetin muhtevasına ters düşmektedir.
b. Şuurlu varlıklar arasında melekler imtihana tabi tutulmamışlar, çünkü onların negatif yönleri, nefisleri yoktur. Havyalar da imtihandan muaf tutulmuştur; çünkü onların akılları yoktur. İnsanlarda ise, akıl ve şuur gibi pozitif yönleri yanında nefis gibi, hayvan ve bitki tarafları olduğu içindir ki, imtihana tabi tutulmuşlardır.
c. İmtihanın gizli olması gerekir. Herkese fırsat eşitliğini tanımak için, imtihan konularının değişik tarafa çekilebilir yönlerinin olması gerekir. Böylece özgür iradesi elinden alınmış, kendisine zorunlu istikamet gösterilmiş bir akıl ve kalp değil, çok seçmeliler arasında istediğini işaretleyip tercih edebilen bir iradeye sahip bir akıl ve kalpten söz edilebilmektedir.
d. İnsanda öyle duygular, düşünce mekanizmaları var ki... Genel olarak kötülüğü işletmeye sevk eden mekanizmaya nefis, iyiliğe sevk eden mekanizmaya da vicdan denir. Kalp, her iki tarafa da meyillidir. Çünkü, sağında kuvve-i melekiye, solunda ise, lümme-i şeytaniye bulunmaktadır.
e. Her şeyin başı -Allah’ın lütuf ve inayetinden sonra-, sağlam eğitimdir; akıl ve kalbi vahyin ışığı altında eğitmektir.
f. Negatif unsurlar arasında en büyükleri: Nefis, şeytan, dünya ve kötü arkadaş / kötü çevredir.
Bize düşen “Allah’ım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymaya muvaffak kıl, bâtılı bâtıl olarak göster ve ondan uzaklaşmayı bizlere müyesser eyle.” duasını okuyarak rahmeti sonsuz Rabbimize yalvarıp yakarmaktır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- İnsanlar gerçekleri gördükleri halde neden hala inanmıyorlar?
- İnsanlar imani konularda nasıl aldanıyorlar?
- İnanmak veya İnanmamak Üzerine Bir Sohbet.
49
Gelecekte işlenecek bir günah, daha gerçekleşmeden, geçmişte veya günümüzde bir takım değişikliklere sebep olur mu?
Asla unutmamamız gereken bir husus şudur ki; Allah’ın sıfatlarından biri adaletli olmaktır. Kur’an’ın bir çok ayetinde Allah’ın bu adaleti vurgulanmaktadır. Misal olarak aşağıda meallerini verdiğimiz şu ayetler -Allah’ın âdil olduğunu gösteren- birer örnek olabilir:
“İşte bu, sizin ellerinizle işlediğiniz günahların karşılığıdır. Çünkü Allah kullarına haksızlık edecek değildir.” (Al-i İmran, 3/182)
“Allah insanlara asla zulmetmez. Lâkin insanlar kendi kendilerine zulmederler.” (Yunus,10/44).
“Kim doğru yolu seçerse, kendisi için seçmiş olur; kim de doğru yoldan saparsa, kendi aleyhinde sapmış olur. Hiçbir kimse başkasının günah yükünü taşımaz. Biz peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız...” (İsra,17/15).
“Kim makbul ve güzel işler yaparsa kendi lehine, kim kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına asla zulmetmez.” (Fussilet, 41/46)
“Biz hiç, Allah’a itaat ve teslimiyet gösterenleri suçlu kâfirlerle bir tutar mıyız?” (Kalem, 68/35).
Bu ve benzeri bir çok ayetin ısrarla vurguladığı Allah’ın adaletinde şüphe yoktur. Bu şüphesiz adaletin tecelli etmesi için, yapılan dinî imtihanlarda insanın özgür bir iradeye sahip olması şarttır. Özgür iradesi olmayan kimsenin bir robottan farkı yoktur. İnsanı böyle bir konuma sokarak onu imtihan etmek açık bir zulümdür. Bu ise, Allah’ın adaletiyle asla bağdaşmaz.
O halde, Allah’ın bir kimsenin daha sonra yapacağı günahları göz önünde bulundurarak onun önünü kesmesi, imtihanda başarılı olmasına mani olması gibi varsayımın hiçbir ilmî ve dinî değeri yoktur.
Konuya iman şuuruyla bakanlar, böyle bir şeyin imkânsız olduğunu kolaylıkla anlar.
50
Tebliğ etmek adına harama girmek caiz mi?
Kişinin tebliğ sorumluluğu, imkanları ölçüsünde ölünceye kadar devam eder. Ayrıca insanları hakka davet ederken bu davetin bir sınırı yoktur. O kişi hak yola ulaşıncaya kadar dine davet edilir.
İrşâdda muhatab olan, yani irşâd edilecek kimseler hem gayri müslimler ve hem de Müslümanlardır. Müslüman olmayanları irşâd; onları iman ve İslâm'a davet etmek demektir. Müslümanları irşâd ise; onlara imanın gereği olan salih amel ve güzel ahlâkı telkin etmektir. İrşâdı yapacak kimseler ise peygamberlerden sonra, salih müminler ve din bilginleridir.
İrşâd, dini bir emir olup Müslümanlar üzerine farz-ı kifayedir. Müslümanların içlerinden bir grup bu görevi yapınca diğerlerinin üzerinden düşer. İnsanları irşâd edecek mürşidleri, din bilginlerini yetiştirmek Müslümanlar üzerine farzdır. Kur'an-ı Kerîm'de:
"Sizden, insanları hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk olsun." (Âl-i İmrân, 3/104)
buyurulur. Ümmet; grup, sınıf anlamınadır. "İçinizden irşâd görevini yapacak bir grup bulunsun" veya "sizden, emr-i bi'l ma'ruf ve nehy-i ani'l münker yapacak bir topluluk oluşsun" demektir.
İrşad farz-ı kifaye olduğu için, toplumda ehil bir kişinin bu görevi yapması yeterlidir. Ama yine de her Müslümanın irşadda bulunmaya gayret etmesi çok faziletlidir.
Bayanların irşadı yine bayanlar tarafından yapılması en uygun olanıdır. Harama girmeme durumu olursa, bir erkek de bir bayana İslamın bir emrini tebliğ edebilir. Ancak harama girme şüphesi varsa bu görevi ehil olan bayanların yapması daha uygundur.
Tebliğ etmek adına harama girmek doğru değildir.
51
Peygamberimize hakaret içeren çizimler yapan karikatürcülere ve film yapan yönetmenlere karşı tavrımız nasıl olmalıdır?
Son hakaret krizi hakkında yazarından politikacısına kadar herkes, yaralanan kalbinin ızdırabını bir türlü dile getirdi ve haklı tepkisini gösterdi. Yazılanların hepsi doğru, söylenenlerin hepsi güzeldi. Ama aynı şeyi sokak nümayişleri için söylemek mümkün değildi. Çünkü iş fikirden eyleme döküldüğünde söz sokağın eline geçiyor ve çoğu zaman, söven kişilerle dövülen kişiler farklı oluyordu. Her ne ise... Olan olmuştu. Hisler galeyana gelmiş, akıl için bir köşede büzülüp beklemeden başka yapılacak bir şey kalmamıştı.
Ben konuya bir başka yönüyle bakmak istiyorum:
Bu krizin mimarlarına cevap vermek öncelikle papazlara ve Garbın şarkiyatçı öğretim üyelerine düşerdi. Çünkü onlar Peygamber Efendimizi (asm) çok iyi tanıyorlardı. Onun nurlu meyvelerinden bir kısmını da olsa incelemişlerdi. Gazali’yi çok iyi tanıyorlar, Geylani’ye hayranlık duyuyorlar, Mevlana’yı ciddi seviyorlardı. Bilim alanında bugün ulaştıkları seviyede İslam medeniyetinin Avrupa uzantısı olan Endülüs Emevi Devletinin büyük payı olduğunu inkâr edemiyorlardı.
Onlar şunu da hayretle görüyor ve çerçevelerinden özenle saklıyorlardı: İslam dininde Hz İsa’nın (as.) peygamberliğini kabul etmeyen kişi dinden çıkıyor, küfre düşüyordu. Öyleyse bu din semavi olmalıydı. Aksi düşünülemezdi. Kim kendi taraftarlarına rakibini kötüleme yasağı getirebilirdi.
Bütün peygamberler aynı davanın davetçileriydiler ve Müslümanlar o hak elçilerinin hepsine imanla ve hürmetle mükelleftiler. İslam dünyasında Hz İsa (as) hakkında hakaret içeren bir karikatür veya film yapılsaydı, buna en büyük tepkiyi İslam alimleri gösterirlerdi. Aynı hassasiyeti Batının din adamları da sergileselerdi, İslam aleminde her gün biraz daha tırmanışa geçen Hristiyan düşmanlığı yönünü değiştirecek, “ateizm düşmanlığına” dönüşecekti.
- Bu hakaret neyin nesiydi?
- Onu yapanın inanç alemi nasıl bir görünüm arz ediyordu?
- Bunu başkaları namına ücretle mi yapmıştı?
- Yoksa kendi sapık ruhunun bir isteğini mi ortaya koymuştu?
Bana göre olay ideolojik değil ekonomik ağırlıklı olmalıydı. Çünkü dünyanın bu günkü gündeminde ağırlık ekonomideydi.
Bu olayla İslam’ın Avrupa’da her gün biraz da gelişmesine perde çekilmek de istenmiş olabilirdi.
Öte yandan Türkiye’nin Avrupa birliğine girmesini engellemenin hedef alınmış olması da ihtimalden uzak değildi.
Bu ve benzeri tüm art niyetler bizim için karanlık bir dehlizdi
İkinci ihtimale gelince, bu noktada şöyle bir soru hatıra geliyor: Bu adam mutaassıp bir Hristiyan mıydı, yoksa dine düşman bir ateist mi? Ben bu ikinciye daha fazla ihtimal veriyorum. Çünkü Batı aleminde çoğu insanın artık teslise inanmadıklarını, papazların günah affetme hurafelerini gülünç bulduklarını ve bu yüzden ateizmi tercih ettiklerini biliyorum.
Bu adam belki de Peygamber Efendimizin (asm) verdiği bir haberden çok rahatsız olmuştu. Ahir zamanda Müslümanlar, Hristiyanların dindar ruhanileriyle ittifak edip müşterek düşmanları olan dinsizliğe karşı mücadele edeceklerdi. Yoksa bu adam o haber verilen düşmanların safında mıydı?
Bu adam bir uyuşturucu müptelası da olabilirdi. Çünkü yaptığının akılla uyuşur yanı yoktu. İhtimaller çoğaltılabilir.
Şu var ki ben bunları sıralarken bir şeyi unutuyordum: Bu çirkin fiilin, şöyle veya böyle, bir fikir mahsulü olduğunu düşünüyor, ona izah getirmeye çalışıyordum. Halbuki ortada bir fikir yoktu. Bu “peygamber düşmanlığı” bir makale içinde sergilenseydi, o yanlış düşüncelere karşı cevap verilir, iddiaların delillerle çürütülmesi yoluna gidilirdi. Ama ortada fikir değil kin, haset, ahlaksızlık ve inanca hürmetsizlik vardı. Bunlara ise ilmen cevap vermenin anlamı olmazdı. O halde ne yapmak lazımdı? İşte ben bu “lâzımı” düşünürken birden içimde garip bir his hakim oldu. Hiç düşünmediğim ve heveslenmediğim halde ”keşke” dedim kendi kendime “iyi bir yapımcı olsaydım ve bu adama bir görselle cevap verseydim”. Bu isteğimi şu hayali görüntü takip etti:
“Yan yana dört tane sahne,
- Birincisinde: İnsan bedeni giymiş bir canavar, güneşe öfkelenmiş, ona karşı var gücüyle bağırıyor, hakaretler yağdırıyor.
- İkincisinde: Öğle vakti başlayan bu bağırtı akşama kadar aralıksız sürüyor.
- Üçüncüsünde; Güneş batmak üzere, o ise öfke ile karışık bir sevinçle iğrenç görevini yine sürdürüyor.
- Dördüncüsünde; Güneş batmış, o ise aksi istikamete doğru neşeyle yürüyor ve kendi kendine şöyle söyleniyor:
“Batırdım onu!..”
Gerçekte güneş batmış değildi. Kendisine sırt çevirenleri karanlıkla baş başa bırakmış, başka beldeleri aydınlatmaya başlamıştı.
52
Ateist birine dinimizi nasıl sevdirip tanıtabilirim?
Önce siz dürüstlük, samimiyet, diğerkâmlık, halim-selim olmak, bilgili, ferasetli, muhakeme-i akliyenizi iyi kullanarak lisanıhâl ile İslam’ın güzelliğini göstermelisiniz.
Sonra, çelişkili ifadelerden sakınmak için doğru kaynaklardan doğru bilgiyi arkadaş edinmelisiniz. Çünkü, karşı taraf sizin çelişkilerinizi gördüğü zaman size itimadı kalmaz.
Sonra, Allah’ın kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olduğunu, misallerle anlatmalısınız.
Sonra, karşı tarafın sorularına ikna edici, doğru cevap vermek için mutlaka İslami konularda kendinizi yetiştireceksiniz. Aksi takdirde, kendi dinini bilmeyen birinin başkasına verecek bir şeyi olmaz.
Sonra onun yanlışlarını düzeltirken, damarına basmayacaksınız; onu cahillikle suçlamayacaksınız; yumuşak, sevecen tutum ve davranışınızla ona karşı iyi duygular beslendiğinizi göstereceksiniz.
Bu konularda kısa bir zamanda mesafe almak için -bizim kanaatimize göre- Rissale-i Nur Külliyatı'nın ilgili konularını mutlaka okumalısınız. Bilenlerden yardım almalısınız. Çünkü aceleniz / acelemiz var...
Öyle zannediyoruz ki, bu kısa ifadelerle anlatmak isteyip de anlatamadığımızı de ferasetinizle anlamış olacaksınız. Samimi iseniz başarırsınız. Allah yâr ve yardımcınız olsun...
İlave bilgi için tıklayınız:
- Yaratılış Delilleri...
53
Allah neden kendini ve Resulünü bizlere gayb kıldı; ayrıca böyle söylemek doğru mudur?
Cevap 1:
Kur'an ve hadislerde müminlerin gayba iman etmeleri gerektiği açıkça belirtilir:
"Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar." (Bakara, 2/2-3)
Gayb, sözlükte görme duyusuyla algılanamayan şey demektir. Kelime gayb, “duyuların kapsamına girmeyen gizli her şey” anlamında kullanılır.
Bir şeyin “gayb” oluşu, Allah’a göre değil insanlara göredir. Zira Allah’ın ilminin dışında kalan hiçbir şey yoktur. Allah’a, meleklere, ahiret gününe, cennet ve cehenneme, kadere inanmak “gaybe iman” konuları arasındadır.
Diğer taraftan Peygamber Efendimize (asm), Kur'an-ı Kerim'e inanmak da gaybidir. Bunları insanlar görse bile onların Allah'ın elçisi ve Allah'ın Kelamı olmasını kabul etmek yine gaybidir. Nitekim Peygamber Efendimizi (asm) ve Kur'an'ın ayetlerini o günün kafirleri görmesine rağmen iman etmemişlerdir. Çünkü Onun Allah tarafından görevlendirilmiş olması ve bu sözlerin Allah'a ait olması gaybidir. Bu açıdan iman esaslarına inanmak gaybidir.
İnandığı bu esaslar hakkında şeytan bazı vesveseler verse de imanına zarar vermez.
O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler ki Hakk olan gayba inanırlar. Yahut gıyâben (görmeden) de iman ederler. Diğer bir tabirle onlar, gözle değil, kalp ile iman ederler, onlar bütün şüphelerden uzak oldukları gibi, iman etmek için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bugünkü ve şu andaki görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar, his ötesini, kalbi ve kalp ile ilgili şeyleri tanırlar. İşlerin başı görülende değil ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekana bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır. Onların sağduyuları, saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları, sıhhatli görüşleri, sözün kısası anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden silkinebilecek anlayışlı hisleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri vardır. Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni ayırt ederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler; varlık ve yokluk içinde gaybden görünürlüğe, görünürlükten gaybe gelip, geçip giden ve hissedilen hadiselerin satırları altındaki gayba ait mânâları sezerler.
Hakikatte varlıklar, görülen ve görülmeyen, diğer bir tabirle "meşhût" ve "gayr-i meşhût" olmak üzere ikiye ayrılır. Ve birçok bilgin hakikati, görülmeyen ve hatta görülemiyen kısmında kabul ederler ve buna "mânâ âlemi", "gerçek âlem", "akıl âlemi", "ruh âlemi" veya "gayb âlemi" derler ve felsefenin konusu olarak da bunu tanırlar. Gerçekten şimdiki Batı felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen veya dışta müşahede edilen şeyler bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her birinin de bir âmili (sebebi) var: Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk. Biz, bizzat bunları his ve müşahede ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer şeyleri. Bilimler ve özellikle müsbet ilimler (fen bilimleri) gösteriyor ki, bunların her biri bir tecelliden, bir gösteriden, bize bir görünüşten, bir hadiseden ibarettir. Mesela ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut değildir.
Çünkü dışta ışık bilimin ortaya koyduğuna göre, bir titreşimden ibaretir. Görünmeyen, madde atomlarının veya esirin titreşimleridir. Parıltı, ışık o titreşimin bizim gözümüzle ilişkisi, temas etmesi sırasında vâki olan ani bir görüntüdür. Bu meseleyi İmam Gazali "İhyâ"sında şöyle tesbit etmiştir:
"Güneşin ışığı, halkın zannettiği gibi, güneşten çıkıp bize kadar gelen haricî bir nesne değildir. Belki gözümüzün güneşle karşı karşıya gelme anında bizzat İlâhi kudret ile yaratılan bir hadisedir. Bu gerçek, keşf ehline görünmüştür."
Ses de aynen böyle. Biz biliyoruz ki ses, hâriçte havanın özel bir dalgalanmasından ibârettir. Kulağımızdaki gürültü mânâsına gelen ses, o dalgalanmanın kulağımıza dokunduğu anda hâsıl olan (oluşan) bir tecellidir. Isı ve soğuk dediğimiz şey de, esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir titreşimdir. Bunun içindir ki, ısı ışığa, ışık ısıya dönüşür. Aralarında bir mertebe (derece) farkı vardır. Bunu elektrikten anlıyoruz. Kısacası koku ve tat da esasında birer titreşim olup, bizim koku alma ve tadma duyularımıza dokunmasında koku ve tad olarak ortaya çıkarlar.
Demek görme ve dış görünüşte vasıta olan bu beş âmil (etken)in hepsi gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi hareketin bize özel birer görünümüdür. Biz bu hareketleri görmüyoruz. Acaba kütlelerde gördüğümüz hareket nedir? O da görünmeyen gerçeğin bir tecellisi değil midir? O halde bu vasıta (araç)larla gördüğümüz önümüzdeki âlem hep birer hayalden, birer tecelliden başka birşey değildir. Bunların hedef ve gayesi olan gerçek ise görülmez.
Genel göçler, memleketlerin kuruluşu, haberleşmeler... gibi tarihî olayların illet ve gayeleri de insanların tasavvurları, duyguları, iradeleri... gibi görünmeyen sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek, görünmeyendir ve görülmesi mümkün değildir. Görülebilen ise onun tecellîleri, hayali, gölgesi ve yansımalarıdır...
Bu ifade bize âlemi pek güzel açıklıyor. Bu açıklamaya göre bütün hakikat gaybdır. Tabiat, görülen âlem bir hayaldir, hem de hareket tecellisinin bir hayalidir. Hakikat, sonuç olarak akıl ile, basiret ile, kalp gözüyle görülebilir, dış görünüşü ile değil. Bu noktada yürüyen ve Allah Teâlâ'nın ve meleklerinin gözle görülmesinin mümkün olmadığını söyleyen âlimler ve İslâm feylesofları da vardır. Fakat bizim Ehl-i Sünnet'in sahih telakki ettiği ve imanımıza göre ilahî hakikat "mutlak gayb" değildir; O, gözle görülmeyen ve görülenin (kaynağı) merciidir, her şeyi (kapsayan) ihata edendir. Bunun için O'na özel ismiyle "gayb" denmez, Allah'ın güzel isimleri (esmâ-i hüsnâ) içinde de bu isim (görülmemiş) vârid olmamıştır. O, ahirette, cihetlerden, mekandan münezzeh olarak görülebilir. Fakat tam anlaşılamaz, anlaşılamayacağı için tamamen görülmüş de olamaz, ona doyulmaz.
Biz, ilahî vecih (yüz)de bir görünme duygusu olduğunu söylüyoruz. Fakat gayb duygusunun daha fazla olduğuna da inanırız. Bunun için O'na, özel isim vermemek kaydıyle "gayb" da denilir. Allah'ın melekleri de bize gaybdır, yani görünmezler, ahireti de öyle, fakat onların da görülmesi mümkündür. Mesela genellikle "kuvvet görünemez" deriz. Halbuki görünen de kuvvetten ibarettir.
Gelecek zaman bugün görünmez, yarın görünür. Hâsılı bizce "gayb", görülemiyen demek değil, görülmeyen demektir. Bugünün akla uygun olanı, yarının hissedileni olabilir. Biz delilsiz olan gaybe değil, delili olan makûl (akla uygun) gaybe iman ediyoruz. Her delil ise, delalet ettiği şeyin bir yanına haiz olduğu (içerdiği) için delildir. Delilimiz, aklımız, nefsimiz, kalbimiz, âlem ve Allah'ın kitabı.
Şu halde gaybin hakikatine iman ederken, görünenin gerçeğini inkar etmeyiz. Kalpleri olanlar görürler ki, tabiat denilen hissedilen olaylar, kısa bir bakış halinin zahiri görünümüdür. Bunun arkasında karanlıklara karışmış bir geçmiş silsilesi, önünde de henüz doğmamış bir gelecek silsilesi ve hepsinin ötesinde bir kalp ve hepsinin üstünde bir "tek hakim" vardır. Ve "dünya" adını alan şimdiki durum, görünenden gayb (görünmeyen)e intikal etmiş bulunan o geçmiş ile gaybdan görünürlüğe doğacak olan o gelecek zincirleri arasında yegâne göze batan bir zahiri halka, beşerin varlığı sanki sonsuz iki deniz arasında ince bir berzah (kıstak), beşerin kalbi de onun ağırlık merkezine tutunmuş bir gözetici, bir ucu bir denize, bir ucu da diğer denize atılmış olan tabiat zinciri devamlı bir hareketle o kıstağın üzerinden kır kır geçip akıyor, bir denizden çıkıyor, diğerine batıyor. Bütün ağırlığı, kıstağın karanlığına basarken o gözetleyici her anında geçen bir olaylar halkası görüyor. Yalnız ve yalnız onu müşahede ediyor. Görme duygusu ne denizlere erişiyor ve ne diplerindeki zincire. O, ancak kıstaktan geçen halkaya bakıyor ve ancak onu görüyor ve görürken zincirin bütün ağırlığını çeken kıstağın gıcırtısını da içinden -devamlı surette- dinliyor ve inliyor. O hareketten ve bu gıcırtıdan artık o kadar kuvvetle ve yakından biliyor ki, şimdiki halde görünen ve hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş ve gelecek, başlangıç ve sonuç denilen birer gayb âlemi var.
Dünya âlemi, hissedilen tabiat, imkan deliliyle varsa; gayb âlemi, hissedilmeyen tabiat öncelikle ve zorunlu olarak var. Bundan başka o görünüp hissedilenin iki yönünden başka, onun bir batını, bir içyüzü, diğer tabirle o gözeticinin tutunduğu ve iliştiği bir fizikötesi veya tabiat üstü de vardır. İş o zincirde değil, onu salıp hareket ettirenle, o kıstağı kuran, o gözeticiyi tutan, o denizleri birbirine karıştırmayan gözetici ile gözetileni birleştirerek bilgi meydana getiren, gayb ve görülen âlemin hepsini ihata eden (kapsayan), mutlak kefili olan yüksek kudrettedir. Şu halde kendini korumak isteyenler, görülenleri ve hissedilenleri seyrederken, daha önce onların arkasındaki gaybe ve gayb ile görülenlerin hepsinin merciine (kaynağına) mutlak kefiline, âlemlerin Rabbine, merhamet eden ve esirgeyene, ahiret gününün sahibine
"Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/4)
diye iman ederler. Ve bu iman başlıca üç esası içine alır: Başlangıca iman, ahiret (son)e iman, başlangıç ve son arasındaki gizli vasıtalara iman ki, bunların dördüncüsü de açık vasıtalar olan görülen âlemi bilmektir. Ve bu şekilde görünmeyen (gayb) ile görülen birleşince iman ve bilgi birliğini bulur.
"O, evveldir, sondur, zâhirdir ve bâtındır." (Hadid, 57/4)
Gayb (kelimesi), "gaybet" ve "gıyâb" (göz önünde bulunmama) anlamında masdar veya gâib (göz önünde olmayan) mânâsında isim ve sıfat olur ki, bu da "adl" kelimesi gibi masdar diye isimlendirilmişdir veya "meyyit" ve "meyt" kelimeleri gibi "gayyib" kelimesinin hafifletilmişidir. Buna göre dilimizdeki "kaybettim", "kayboldu" tabirleri gerçektirler. Bazılarının zannettiği gibi "bunu kayıp ettim" şeklinde yazmaya lüzum yoktur. "Gayb" ve "gâib" ise başlangıçta duyguyu anlamada veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer deyişle ilk nazarda anlaşılmayan demektir ki, bunun bir kısmı delilden geçen bir anlayışla idrak olunabilir. Mesela evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız, bu ses sizin için anlaşılmış, hazır ve şahittir. Bundan anlarsınız ki, kapıyı çalan vardır. O henüz sizin için ortada yoktur. Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla bilemezsiniz, fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zorunlu bir şekilde, anlayışlı olarak tasdik edersiniz. Bu, bir iman veya şuurlu bir bilme olur. Sonra henüz kapınızı çalmayan ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler bulunduğunu da genel olarak tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı gerçekten yok olabilirler. "Gayb" ile "gaib" arasında fark vardır. "Gâib" (ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır. "Gayb" ise görülmez, fakat görür olandır.
Şu halde iki türlü gayb vardır: Bir kısmı hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir ki bunları ancak "Allâmu'l-ğuyûb" (gaybları bilen) Allah bilir.
"Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez" (En'am, 6/59)
âyetindeki gaybden maksat bunlardır, deniliyor ki; sırası gelince açıklanacaktır. Diğer kısmı da delili bulunan gâiblerdir ki "onlar gaybe inanırlar." (Bakara, 2/3) âyetindeki gaybden kastedilen de bu kısımdır. (...) kelimesinin elif lâmı ahd içindir. Yani Allah'tan hakkıyla korkanların inandıkları, tanıdıkları gayb, delili bulunan hak gaybdır ki, bu da Hak Teâlâ ve sıfatı, ahiret ve halleri, melekler, peygamberlerin nübüvveti, kitapları indirme... gibi imânâ ait temel unsurlardır. Ve bu iman, bazılarında tahminî ve keşfî bir geçişle, bazılarında da fikrî ve delilli bir intikal ile oluşur.
Sonra "gaybe iman" ile "gıyaben iman" arasında küçük bir anlayış farkı vardır. Zira birincisinde gaybın kendisine inanılan şey olduğu açıklanmış, ikincide ise inanılan şey hazfedilmiştir (gizli tutulmuştur). Bunun için bazı tefsir bilginleri arada büyük bir fark gözetmiş ve: "Sizin gerek arkanızdan ve gerekse huzurunuzda iman ederler" diye açıklama yapmış; yani inanılan şeyin gayb olduğuna sataşmayıp, münafıklardan sakınma olduğunu göstermişlerdir. Fakat açıkça anlaşılan gıyabın da inanılana ait olmasıdır. Şu halde gayba iman ile, gıyaben iman arasında mânâ bakımından fark yoktur. Ve her iki değerlendirme ile imanın kıymet ve faydası, gayb ile ilgisi veya gayba ait oluşu bakımından dikkati çekmektedir. Çünkü korunmak ona bağlıdır. Peygamber'i görüp iman eden sahabîlerin de en büyük meziyetleri onu, gayba ait verdiği haberlerde tasdik edişlerindedir. Ve burada Peygamber'i görmeden tasdik edenlerin de öğüldüğüne işaret vardır. Nitekim İbnü Mes'ud hazretleri
"Kendisinden başka ilah olmayan (Allah)a yemin ederim ki, hiçbir kimse, gayba imandan daha faziletli bir şeye inanmamıştır."
buyurmuş ve bu ayeti okumuştur. Diğer bir açıklama ile de burada gayb, göz karşıtı olan kalp ve kalbin sırrıdır ki, kalbin ve kalbin sırrının kaynağının "görmek" olduğunu bilmek; hakkı ve peygamberliğin delillerini gözden daha çok kalp ile görüp, şirkten, maddeciliğin pisliğinden kurtaran bir imânâ ermek mânâsını ifade eder ki, bunda derin bir iman yoluna işaret vardır. Yani kalbi bilen, Allah'ı bilir.
"İman", asıl lügatta "emn" ve "emân" kökünden türemiş "if'al" vezninde bir kelimedir. Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak) ve bazan sayrûret (olmak, hal değiştirmek) anlamlarında kullanılır. Geçişli olduğuna göre "güven vermek", "emin kılmak" demektir ki, Allah'ın isimlerinden olan "Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır. Sayrûret (olmak) mânâsına olduğuna göre de "emin olmak" demek olur. Ve "sağlam" ve "güvenilir" olmak, itimat etmek mânâsını ifade eder ki, dilimizde inanmak denilir. Dil geleneğinde ise mutlaka tasdik etmek anlamındadır. Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalandan emin olmuş olur. İman bu mânâlarda "ona inandı" gibi bizzat geçişli olur. Bununla beraber veya gibi "bâ" veya "lâm" harfleri ile de geçişli olur. "Bâ" harfi ile geçişli olduğu zaman "itiraf" mânâsını, "lâm" harfi ile geçişli olduğunda da iz'an ve kabul anlamını içine alır. Bunun için gaybi tasdik ve itiraf ederler, yahut "Tasdik ettiklerini huzurda da, gıyaben de tasdik ve itiraf ederler." demek olur.
Bir şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde çeşitli şekillerde cereyan eder. Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır. Bununla beraber tasdikin esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır. Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir. Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir. Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya aklî bedâheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi. Bizzat değil de hazır olan bir delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir. Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde özetli veya etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur ifade eder.
Olay görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bilgi değil, sınırsız bir salt inanma olur ki, genellikle iman denince bu anlaşılır. Bu iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki sağlıklı biliş, ilme ait bilişten yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tasavvura bağlı sınırlama delil olarak alınmayıp da, istenilen bizzat olarak alındığı zaman birer kesin bilgi engeli olabilir ve bildiğinin ötesini inkar eden cahil kalır. Fakat böyle bir sınırsız imânâ layık olan ancak Allah Teâlâ'dır. Allah'a iman, bu şekilde, görünenden görünmeyene sonsuz olarak uzanır gider.
Genel olarak lügatta "tasdik", ya sözlü veya fiilî olur. Sözlü tasdik de, biri kalbe, diğeri dile ait olmak üzere iki türlüdür. Buna göre lügat geleneği bakımından tasdikin üç derecesi vardır: Birincisi, kalbe ait tasdiktir. Bir kimse herhangi bir hükmün veya bir sözün veya söyleyeninin doğruluğunu yalnız gönlünde itiraf, teslim ve bunu kendi kendine ifade ettiği ve onun doğruluğuna kalben emin olduğu zaman, o hükmü veya sözü veya söyleyeni tasdik etmiş olur. İkincisi dil ile tasdiktir. Bu da, kendisinden başka birine dahi bildirecek ve duyurabilecek bir tarzda; "bu böyledir" diye, bir sözü dili ile söylemektir ki, ya gerçek veya görünürde olur. Birisinde bu dil ile tasdik, kalbî tasdik ile birleşir, söyleyen kendisince de doğru olur. Diğerinde dil başka, kalp başka olur. Yani dili ile diğerini tasdik ederken, kalbi ile kendini bile yalanlar. Üçüncüsü fiil ile tasdiktir ki, bir sözün gereğini fiilen yerine getirmekle olur. Bu da kalp ile veya dil ile tasdikten birine veya her ikisine yakın olup olmadığına göre birkaç dereceye ayrılır. Fiil ile tasdik, kalp ile tasdike uygun düşmezse gösteriş veya zorlama ile yapılmış olur.
Acaba din lisanında iman bunların hangisidir? Yani İslam dininde bunların hangisini yapan mü'min sayılır? Lügattaki iman ile dindeki imanın farkı var mıdır? Bunu Kur'ân'dan ağır ağır öğreneceğiz ve bu âyetten itibaren başlıyoruz.
Dindeki imanın, lügattaki imandan iki yönden özelliği bahis konusudur. Birincisi, iman edilecek olan ilgili (yani kendisine inanılacak şey) bakımından şer'î iman özeldir. Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.v.)'in Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen şeylere kısaca ve gerektiğinde genişçe inanmaktır. Bunun en özetli olanı Allah'a ve ondan gelene inanmak, diğer deyişle (Allah'tan başka ilâh yoktur; Muhammed Allah'ın Resulüdür.) kelime-i tevhidine inanmaktır. Bir derece tafsîl (açıklama) ile, Allah'a, Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine, ahirete inanmaktır. İkinci bir tafsîl (açıklama) ile Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye, sevap ve cezaya inanmaktır. Üçüncü bir tafsîl de Kitap (Kur'ân) ve Sünnet ile Muhammed (s.a.v.)'in bildirdiği kesin bir şekilde sabit olan haberlerin ve hükümlerin tümüne ve her birine Allah'ın ve Allah'ın peygamberinin istediği şekilde inanmaktır ki, burada "Onlar gayba inanırlar; ve onlar sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana inanırlar; ve onlar ahirete kesin olarak inanırlar." ifadesi bütün bunları iki derecede açıklamıştır. Diğer açıklamalar da ilerde gelecektir.
Ve bu derecelerden her biri, güç yetme derecesi ile birlikte bulunur. Bütün dini bilmek demek olan tafsîl, havass (saygın kişiler)ın özelliği olabileceğinden, halk ve çoğunluk için birinci farz, özet olarak inanmak ve en son da tafsîlin ikinci derecesine imandır. Ve işte Bakara Sûresi'nin başı bu iki değeri göstermiştir. Halbuki lügat anlamındaki imanın ilgi sahası bundan daha geniştir. O, gerçeği ve yanlışı, doğruyu ve eğriyi içine aldığı gibi, gereksiz sayılacak ayrıntıları da içine alır. Lügat bakımından iman denebilecek birçok tasdikler vardır ki, onlar din açısından tam küfürdürler. Mesela şirke inanmak; şeytanın sözüne, doğruluğuna inanmak; küfrün, zulmün hayır olduğuna inanmak; zinanın, fuhşun, hırsızlığın, haksız yere adam öldürmenin, Allah'ın kullarına saldırmanın doğruluğuna inanmak... lügat itibariyle birer iman, fakat İslâm dininde birer küfürdürler. Lügat anlamında imanın diğer bazı kısımları daha vardır ki, dinî açıdan küfür olmamakla beraber birer inanma görevi teşkil etmezler. Bir kısmı mübah, bir kısmı mendub, bir kısmı da kötülük ve günah olabilir ve bunların açıklaması fıkıh ilmine aittir.
Özetle lügat anlamında imanın bir kısmı hak ve hayır, bir kısmı şer ve batıl, bir kısmı da zevk, saçma ve lüzumsuz şeyler olabilir. Hak ve hayır olanlar şer'î imanın aynı veya onun kapsamı içinde ayrıntısıdırlar. Çünkü asıl şer'î iman, şimdiki halin arkasında veya bâtın (kapalılığın)da kaybolan hak ve hayrın anahtar ve ölçüsünü veren ve bir tek yol takip eden prensiplerin tümüdür. Gerçekte bütün iş, hak ve hayırdan önce, bunların prensip ve ölçülerindedir. Ve İslâm dininin esas apaçık gerçekliği olan imânâ dair prensipleri de bu anahtarı ve ölçüyü verir. Hidayet (doğruluk)de onu takip edenleredir. Geleceğin kayıp anahtarı, şimdiki görmede; şimdiki görmenin anahtarı, onun gizli gaybı ile geçmişteki gaybında ve hepsinin anahtarı ise Allah katındadır.
"Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez." (En'âm, 6/59).
Şu halde insan; anahtarı, doğruyu ve hayrı kendi istek ve arzusunda aramamalı, doğrudan doğruya veya bir aracı ile Allah Teâlâ'dan almalıdır. Aracıları inkâr etmemeli, fakat kulluğu ancak Allah'a yapmalıdır. Çünkü
"O'nun izni olmadan onun katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 2/255)
âyeti, onun izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirmektedir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Evham vesvese konusunda geniş bilgi verir misiniz, nasıl kutulabilirim?
Cevap 2:
Fetret ehlinin, yani İslam'dan haberi olmayanların sorumluluğu var mıdır?..
54
Yaptığı hatadan dolayı "bilmiyordum" demek mazeret olur mu? İnsan bilmediğinden sorumlu olur mu? Her şeyi bileceksin, sanatı, sporu, siyaseti, ticareti ve teknolojiyi kullanacaksın, ama dine gelince "Bilmiyordum!.." diyeceksin?..
1. Kişinin kendini ilgilendiren dünya ve ahiretini kurtaracak kadar ilim bilmesi farzdır. Bu açıdan ilim öğrenmemek bir farzı terk etmek anlamına gelir. Öyleyse "ben bilmiyordum" demek mazeret olamaz.
2. Bazıları "öğrenirsem sorumluluğum artar" diyerek, cahilliği tercih ediyor. "Zengin olursam zekat vermem gerekecek, öyleyse fakir kalayım." demek ne kadar yanlış ise, "İlim öğrenirsem onunla amel etmem gerekecek." diyerek ilmi terk etmek de o kadar yanlıştır.
3. Kanunu bilmemek nasıl özür olmazsa, Allah'ın kanunları demek olan ilmi öğrenmemek de özür sayılamaz. Bu açıdan ilim öğrenmemek bizi sorumluluktan kurtarmaz.
4. Alim ve ilmin ne kadar önemli olduğunu gösteren bir çok ayet ve hadis vardır. Bu açıdan ilimle yapılan bir amel ilimsiz yapılan binler amellerden daha değerlidir.
5. Her çocuğa dini ve dünyevi vazifelerini öğretmek gerekir. Çocukken bilmediklerinden sorumlu değillerse de akıl - baliğ olduktan sonra öğrenmek ve yaşamakla sorumludurlar.
55
Dinimizde mürted olana neden hayat hakkı tanınmaz?
- Önce şunu belirtelim ki, tövbe kapısı herkes için her zaman açıktır. Bu husus irtidad için de geçerlidir. Bir kimse defalarca aynı suçu işler ve ardından sağlam tövbe ederse, tövbesi kabul olur.
İşin Allah katındaki durumunu, tövbenin kabul olup olmadığını bilmeyebiliriz. Fakat, şeriatin zahiri bunu gerektirir. Günahtan dönmek ile küfürden dönmek arasında fark yoktur.
Nitekim, Şafii mezhebi alimlerinin büyük çoğunluğuna göre, bir kimse mürtet olduktan sonra tekrar tövbe eder Müslüman olursa tövbesi kabul olur. Hatta bu gel-gitlerini yüz defa tekrarlasa da yine tövbesi makbuldur. (bk. Maverdi, el-Havi, 13/449)
- Mürteddin öldürüleceğine dair hükmün önemli bir kaynağı şu hadis-i şeriftir:
“Müslüman bir kimsenin kanının dökülmesi ancak şu üç şeyle helal olur: Evli olup zina eden, haksız yere bir kimseyi öldüren ve dinini terk edip cemaatten (İslam camiasından) ayrılan kimse.” (Müslim, Kasame, 25,26 ; Tirmizi, Hudud,15; Ebu Davud, Hudud,1; Nesaî, Kasame,5,14)
İslam alimleri bu hadis ile Buhari dışında bütün kütübü sittede yer alan,
“Dinini değiştiren kimseyi öldürün.” (Neylu’l-Evtar, 7/190)
manasındaki hadise dayanarak mürteddin öldürüleceği konusunda ittifak halindedir. (bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’-İslamî, 6/186)
- Hanefi mezhebine göre kadın mürted olursa öldürülmez. Fakat tövbe edinceye kadar konulacağı hapiste kalır. Diğer üç mezhebe göre mürted olan kadın da öldürülür. (Zuhayli, a.y)
- Buna mukabil, Hanefi mezhebine göre, mürted olan bir erkeğe tövbe etme fırsatını vermek ve tövbe etmesini talep etmek müstehaptır. Diğer üç mezhebe / cumhura göre, mürtedin tövbe etmesini talep etmek ve ona bu fırsatı tanımak ve (en az üç gün hapiste / gözetim altında tutarak) bunu tahakkuk ettirmeye çalışmak vaciptir. (Zuhayli, 6/187-188)
- Önemli bir nokta da şudur ki: Mürtedin cezasını -fertler değil- ancak devlet başkanı veya naibi (bu gün için söylemek gerekirse, resmi devlet mahkemeleri) tespit edip infaz ederler.
Ve devlet de ona her türlü düşünme payını verdikten ve yanlışlarını düzeltmeye yönelik bilimsel yardımları sunduktan sonra -yine de olumsuz cevap aldığı takdirde- bunu gerçekleştirebilir.
- Mürtedin öldürülmesiyle ilgili bu kısa bilgiyi verdikten sonra, bunun hikmetini şöyle açıklayabiliriz:
a) Mürtet dininden ve mensubu olduğu İslam ümmetinden çıktığı için, masumiyetini yitirmiş ve hain statüsüne girmiştir. Hainin cezası ise ölümdür.
b) Dinini terk eden, dinine karşı hainlik yapmış olur. Dinine karşı hainlik yapan, İslam dininin yürürlükte olduğu vatanına karşı da hainlik yapmış olur. Bu sebeple, mürtedin işlediği suç bir nevi “hıyanet-i vataniye”dir. Bunun cezası ise ölümdür.
c) Mürted olan kimse, asli kâfirlerle kıyaslanamaz. Çünkü, İslam dini gibi, hem akla hem kalbe hem ulvi duygulara hitap eden bir dinden dönen kimsenin, artık insanlık erdemine dair bir meziyeti kalmamış olur. Bu açıdan bakıldığında, mürted olan kimse İslam’dan çıkmakla İnsanlıktan da çıkmış olur. İnsanlık yönünü kaybeden bir kimse kelimenin tam anlamıyla anarşist olur. Başka hiçbir dine veya doktrine samimi olarak bağlı kalması düşünülemez. Aklı olduğu için, masum bir hayvan değil, yırtıcı bir canavar olduğundan hayat hakkını kaybeder.
d) Uluslararası veya bir arada barış içinde yaşamaları mümkün olmayan gruplar arasındaki dengeler itibariyle, din değiştirmek demek, bir anlamda "karşı tarafa geçmek ve Müslümanlara savaş açmak" demektir. Veya Müslüman topluma yönelik propagandalar yaparak zehir kusan, özellikle gençleri zehirleyen bir yılan, bir akrep demektir. Bu sebeple, bir kimse dinini değiştirdiği için değil, buna ek olarak Müslümanlara savaş açtığı, onları manen zehirlemeye çalıştığı için öldürülür.
e) “Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman İslâmiyet'ten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı Hakk'ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şey'i tanımaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa musalaha etse, dâhilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünki vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi' bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk'ı bir cihette tasdik edebilir.” (Mektubat, s. 438)
İlave bilgi için tıklayınız:
- "Dinini değiştireni öldürün." hadisine göre, mürted olan öldürülür mü?
56
Şeair-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar kimlerdir?
- Bildiğimiz kadarıyla, bu tarihler, “on iki sene sonra en müthişi dünyayı terkettiği gibi” (bk. Emirdağ Lahikası-I, s. 208) ifadesinin gösterdiği 1938 tarihi dışında; II. dünya savaşının olduğu yıllara bakıyor. Aşağıdaki ifadeler bunu gösteriyor:
“Kardeşlerim! Sizin hatırınız ve askerliğiniz endişesi için hâdisat-ı zamana baktım; kalbime böyle geldi: Menfî esasata bina edilen ve Karun gibi اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ deyip, ihsan-ı Rabbanî olduğunu bilmeyip şükretmeyen ve maddiyyun fikriyle şirke düşen ve seyyiatı hasenatına galib gelen şu medeniyet-i Avrupaiye öyle bir semavî tokat yedi ki; yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrib edip yangına verdi.”
“Avrupa zalim hükûmetleri zulümleriyle ve Sevr muahedesiyle Âlem-i İslâm'a ve merkez-i hilafete ettikleri ihanete mukabil öyle bir mağlubiyet tokadını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar, azabda çırpınıyorlar. Evet bu mağlubiyet, aynen zelzele gibi, ihanetin cezasıdır.” (bk. Kastamonu Lahikası, s. 16-17)
- 1938 tarihinden 12 senen evvelki tarih: “1926-1927”dir. Üstad Bediüzzaman’ın sürgün edildiği ve risale nurların yazılmaya başlandığı tarihtir.
- Şu ifadeler de 12 sene sonraki tarih olan 1938 ve ardından (13-14-16 sene sonra vuku bulan II. Dünya Savaş yılları olan) 1939, 1940 ve 1942. yıllarına işaret edilmiştir:
“O ikinci harb-i umumî ve o dehşetli şahsın dünyadan gitmesiyle ve şimdi de onun mesleği geri çekilmesi ve bir kısmı o mesleğin aksine din lehinde resmen çalışması ve ehl-i imanın istibdad-ı mutlakadan bir derece kurtulması ve az bir tevil ile o risaleciğin verdikleri haber aynı tarihlerde vuku' bulması, o surenin bir lem'a-i i'cazıdır. Fakat heyecanlı tevillerim perde çekmişti, hakikat gizlenmiş.” (bk. Emirdağ Lahikası -I, s. 209)
- Bildiğimiz kadarıyla ifadelerde 15 ifadesinin kullanılmaması, “İnnâ A’taynâ” suresinde işari tevilleri yapılan ayetlerdeki sayısal tevafukların gösterdiği tabloya göredir.
Nitekim bu surenin kelimelerinin sayısı, 16’dır. Hz. Peygambere düşman olanların helakinden bahseden son ayetin ilk kelimesi olan “İNNE” tahkik edatı, 12. sıradadır.
Hz. Peygambere (asm) kin besleyen düşman manasına gelen “ŞÂNİ” kelimesi 13. sıradadır.
Düşmanlığın Hz. Peygambere (asm) karşı yapıldığını gösteren “K” zamiri 14. sıradadır.
Asıl düşmana işaret eden “HUVE” zamiri 15. sıradadır.
Helak olmayı haber veren “el-Ebter” 16. sıradadır. Keza, bu helaki haber veren son ayetin harflerinin sayısı da -Şedde sahil- 16’dır.
- Burada işaret dışında bırakılan 15 rakamına tevafuk eden kelime “huve”dir. Niçin bu sayının atlandığını bilemiyoruz. Yalnız bu cümlenin -şedde dahil- ebced değeri 1118 olup: 86X13’tür.
- Kanaatimizce, Üstad'ın çok açık olan ve daha önce vuku bulan hadiseler için kullandığı bu ifadelerini şimdiki olaylara uygulamaya çalışmak “tekellüflü bir tevil”den öteye geçmez.
57
Açılıp saçılmayı moderncilik, dindarlığı gericilik olarak görenlere nasıl cevap vermeliyiz?
Cevap 1:
Asıl mesele, bir şeyin mahiyeti ve hakikati itibariyle ortaya koyduğu değerdir. Bu sebeple, eğer gericilik iyi, moderncilik kötü bir şey ise o zaman gerici olmak aklın gereğidir. Yok eğer gerçek bunun tersi ise, değer yargısı da bunun tersi olmak durumundadır. Çünkü, bir konunun iyi ve kötü olması, insanlar tarafından ona verilen / veya yakıştırılan isimle ilgili değildir.
O halde bu iki kavrama bakmak gerekir. Moderncilik şayet, bu çağda içki içmek, zina etmek, kadını her türlü aşağılık nesnelere reklam malzemesi yapmak ise, böyle bir anlayışa taraftar olmak her vicdan sahibinin kalbini zedeler.
Buna mukabil, şayet gericilik Asr-ı saadete geri gitmek, İslam’ın asli safvetiyle / ilk duruş haliyle algılayıp yaşamak ise, bu gericilik cennete kadar götürecek bir ilericiliktir.
Eğer modernlik, akılcı, bilimsel, teknolojik ve idarî etkinliğin ürünlerinin yaygınlaştırılması anlamında kullanılıyorsa, bir kadının başının açık olması veya olmaması buna herhangi bir katkı sağlamaz.
Şunu da unutmayalım ki, her eski kötü olmadığı gibi, her yeni de güzel değildir. Kadını bir anne olarak gören ve cenneti onun ayakları altına koyan, saygın konumuna bir halel gelmemesi için onu kemgözlerden sakındıran bir zihniyet gerçek anlamda hiç bir zaman eskimez.
Buna mukabil, kadını bisiklet ve ciklet reklamı olarak kullanan yeni çıkma, bir algı her zaman eskimeye mahkumdur.
Aslında bu konuda, çağdaş insanın aldığı ölçü, Avrupa medeniyetidir. Avrupanın nefse, heva ve hevese hitap eden zihniyeti modernlik olarak kabul eden ve bu ölçüyü de artık bir insanlık kodu olarak ön gören bir yargı vardır.
Buna karşılık, İslam medeniyetini kendi heva ve hevesine hitap etmediğini düşünerek onu GERİCİLİK damgasıyla mahkum etmek isteyen oldukça gafil bir Müslüman kitlesi de var. Bunlar, sadece Avrupa uygarlığından geldiğini hayal ettikleri ve insanlığın yararına olan teknik ve teknoloji ile ilgilenmezler. Çünkü bunlar çaba gerektiren işlerdir. Ve üstelik bunlar da nefsani arzularına fazla hitap etmez. Buna karşılık, ne kadar pespayelik, aşağılık, insanlık için manevi bozulma olan bayağı işler varsa, hepsine modernlik damgasını vurarak reklamını yaparlar.
Özetlersek; Allah’ın hayvanları tabii bir post ile yaratması, insanları ise, elbise giymeye muhtaç bir şekilde yaratması, insanların soğuktan ve sıcaktan korunması gibi, yeryüzü halifesi olmanın bir gereği olarak da elbise giymesinin gereğine ve bunun bir hilafet payesi olduğuna açık bir referanstır. Ayrıca insanların medeni bir varlık olarak yerini almaları için, hayvanlardan farklı olarak örtünmelerinin gereğine bir işarettir.
İlginçtir erkekler, uygar dünyanın her yerinde belli elbiselere bürünmekte ve bunu bir şeref şiarı olarak değerlendirmektedir. Sıra kadınlara gelince onları açılıp saçılmaya teşvik etmekte ve kadının ağırbaşlılığını zedeleyen ve alçak bazı erkeklerin göz banyosu hatırına o büyük annelik hatıralarını buharlaştıran bir yaklaşımla, MODERNLİK-ÇAĞDAŞLIK-UYGARLIK gibi sahte unvanlar altında kadınları fıtrata aykırı olan bir yanlış yola sürüklemektedir.
Bugün dünyanın birçok ülkesinde kadına reva görülen açık-saçıklık pozisyonu, bir erkek için söz konusu olsa, erkeler asla bunu kabul etmez ve böyle bir şeyi insanlık dışı bir konum olarak kabul ederler.
Sonuç olarak, açık saçıklık, İslam öncesi cahiliye devrine geri gitmek olduğu için gerçek bir gericiliktir. Tesettür ise, İslam medeniyetinin zirvesi ve gerçek istikbali kabul edilen Asr-ı saadete uzandığı için hakiki ilericiliktir.
Kanaatimizce, bu konuda tesettürün ne kadar fıtri ve güzel olduğu, açık-saçıklığın ne kadar fıtrata aykırı ve kötü olduğunu görmek için Bediüzzaman Hazretlerinin TESETTÜR Risalesini dikkatle okumak yeterlidir.
Cevap 2:
Her dinin kendisine has bir medeniyeti ve onu diğerlerinden ayıran farklı nitelikleri vardır. Ancak bu vasıflarla başka dinler arasında varlığını muhafaza eder. Bir toplumun -özellikle- diğer milletlerle ilişkilerinde kendi kimliğinin unsurları, âidiyeti açıkça belli olur. İslâm da Müslüman olan kimseye en mükemmel şekliyle kimlik ve âidiyet vermektedir. Dolayısıyla Müslüman kimliğinden ve aidiyetinden İslâm unsurunu çıkarmak ve onu, dini devreye sokmadan tanımlamak mümkün değildir. Çünkü bu hem eşyanın tabiatına, hem de dinin talimatına aykırıdır. Eşyanın tabiatına aykırıdır; çünkü Müslüman, bu vasfını, bu nitelikle varoluşunu İslâm’dan almaktadır. Fert hem Müslüman olsun, hem İslâmsız tanıtılsın, cemiyet hem Müslüman olsun, hem de İslâm’ı devreden çıkararak kimlik ve âidiyet arasın, bu mümkün değildir ve varoluş şartlarına aykırıdır.
Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem), yeni Müslüman olan bir kimseye yapması gerekenleri öğretmesi (Abdurrezzak, Musannef X, 317, 318; Ebû Dâvûd, Tahâret 129) ve bunların içinde şekle ait tarafların da olması, İslâm’ın her bakımdan farklı olmayı gerektirdiğini göstermektedir.
İslâm, kimlik kazandırmaya önem verdiği gibi kimliği korumaya da önem vermiştir.
“Hangi kavme benzerseniz ondansınız.” (Ahmed b. Hanbel II, 50; Ebû Dâvûd, Libas 4)
“Bizden başkasına benzeyen bizden değildir. Yahudi ve Hristiyanlara benzemeyin.” (Tirmizî, Isti’zân 7)
hadisleri kimliğin korunması gerektiğini belirtir.
Taklit, bir özümsemedir. Dolayısıyla başka dinden olanlara benzemek dine zarar verir. Taklit krizine giren bir toplumun kendi benliğini yitirerek taklit ettiği kitlenin bir parçası durumuna düşmüş olur. Başka âdetleri ve hayat tarzım taklit etmek, git gide onların eşyaya bakış noktasını da almaya mecbur bırakır. Dış görünüşü taklit etmek, yavaş yavaş ona uygun olan fikrî meyli de kabullenmeye götürür.
Hz. Peygamber (asm)’in Ehl-i kitaba benzemenin karış karış başlayıp sonra artacağını haber vermesi, taklidin bir yerde kalmayıp azdan çoğa doğru giderek arttığını ve bir sınırı olmadığım göstermektedir.
“And olsun ki siz, kendinizden önceki milletlerin sünnetlerine (yoluna) kulacı kulacına, arşını arşınına ve karışı karışına muhakkak uyacaksınız. Hatta onlar (daracık) bir keler deliğine girseler, siz de o deliğe gireceksiniz.”(Ahmed b. Hanbel II, 325; Buhârî, İ’tisâm 14)
Yabancı kültürlere karşı gösterilen bu hassasiyetin haklılığını ve önemini, kültür emparyalizminin, modanın mahvedici etkileri altında olan günümüz Müslümanları daha çok hissetmektedirler. Bazı kesimlerce İslam'dan uzaklaşmanın, açık giyinmenin modern olma ile özdeş kabul edilmesi Müslümanları kendi kimliğinden uzaklaştırmayı hedefleyen sinsi bir planın sloganı haline gelmiştir. Bazı Müslümanlar da bilmeden bu sinsi planın söylemcisi olmuştur. Bu taklit maalesef Kur'an ve sünnetten uzak bir hayatın insana ve topluma verdiği yıkımın boyutlarını bizlere göstermektedir.
Bir zamanlar modernizme uyarak hızla açılan Amerika gibi ülkeler, şimdi tesettürün çarelerini arıyorlar. Amerikalılar bir zaman çıplaklıkta sınır tanımayarak çıplaklar kampı bile kurdu. Sonra baktılar ki soyunmak felaket getiriyor, hiç faydası yok, babasız çocukların sayısı her geçen gün artıyor; şimdi de müstehcenlikle mücadeleye başladılar. Müslümanların uyanışı için daha ne kadar dini, ahlaki ve kültürel yıkım olmalıdır. (bk. Dr. Aynur Uraler, Sünnete Uymanın Önündeki Engeller)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamberimizin doğduğu sosyal çevre ile kendi yaşadığımız sosyal çevre ile kendi yaşadığımız sosyal çevre arasında ne gibi fark ve benzerlikler vardır?
58
Küfür ve şirkin küçüğü büyüğü olur mu? “Büyük küfür, şirk veya inkârdır; küçük küfür ise günahlardır.” şeklinde bir anlayış doğru mudur?
İslam kaynaklarında “büyük şirk, küçük şirk(riyakârlık)" kavramları vardır; "büyük küfür-küçük küfür" kavramları yoktur. "Küçük küfür" kavramı son zamanlarda bazıları tarafından ortaya atılmıştır. Arap ve Türk internet sitelerinde kopyalama usulüyle oldukça yaygın bir yer almıştır.
"Küçük küfür" diye soruda ifade edilen hususlar, daha çok “nankörlük” manasında kullanılmıştır. İrşad üslubu açısından yapılan uyarıların daha etkin olması için bu sözcük tercih edilmiştir.
Bizim bildiğimiz kadarıyla; İslam kaynaklarındaki bilgilere göre; “itikadî küfür, amelî küfür” kavramları doğrudur. Ancak, itikadî olan küfre “büyük küfür”; amelî olan küfre “küçük küfür” demek doğru değildir.
Bu iddia sahiplerine göre, “İtikadî küfür, sahibini İslam dininden çıkaran küfürdür. Amelî küfür ise, sahibi İslam dininden çıkarmayan küfürdür." Böyle bir kategorî, Ehl-i sünnetten ziyade “Mürciye” ekolünün hortlatılmış görüşlerini çağrıştırmaktadır.
Çünkü, İslam alimleri “amelî“ olan küfre de (küçük kaydı koymaksızın) küfür diyorlar. Mesela; Din ile alay etmek; Mushaf’ı pis bir yere atmak, Hz. Peygamber’e sövmek bu tür amelî bir küfürdür. Yani itikadında Kur’an Allah’ın kelamı; Hz. Muhammed Allah’ın resulü olduğunu kabul etse bile, kişi, bu amelî küfürden dolayı kâfir olur.
Buna karşılık itikadî sayılan, niyete bağlı olarak kalpten çıkan riyakârlık, “küçük şirk” olarak kabul edilmektedir.
İşin aslı şu olmak gerektir: İman da imansızlık da kalbe ait unsurlardır. Ameller ise, kalpteki itikadın veya itikatsızlığın/iman veya küfrün dış boyutuyla görülmesini sağlayan hususlardır. Mesela, namaz kılan bir kimsenin kalbinde iman olduğuna hükmedilir. Puta tapan bir kimsenin kalbinde ise küfür, şirk olduğuna hükmedilir.
Bir kimsenin mürted olması için itikadî, amelî veya kavlî/sözlü olarak küfrü gerektiren bir tutum sergilemesi yeterlidir. Küfürle ilgili ortaya konan söz veya fiil, ister inadî, ister istihzaî, ister itikadî olsun sahibi mürtet, kâfir olur. İçkiyi helal sayan, namazı farz kabul etmeyen; Allah’a, peygamberlere, meleklere küfrden kimsenin durumu da böyledir.(bk. el-Fıkhu’l-İslamî, 6/183-184).
İslam, zahire göre hükmeder. Yani bir kişinin inanç kimliği ancak ifade ve tavırlarından tespit edilebilir. İnsanın iç ve kalp dünyasındaki hedef ve niyeti ancak Allah ile kul arasındadır. Bu sebeple bir insanın zahir ifade ve tavırlarında küfrü gerektiren bir hâl varsa, zahiren ve hukuki açıdan bu kişi küfürde kabul edilir. Belki iç dünyasında ve niyetinde öyle bir hal yoktur. Yani iç dünyasında Müslüman, dış dünyasında küfür içinde olabilir. İç dünyası bize gaybi ve meçhul olmasından dolayı biz onunla mesul olmayız, o Allah ile kul arasında olan bir durumdur. Günümüzde niyet ve kalp noktasından Müslüman iken, zahiri hal ve ifade noktasından küfürde olan çok insanlar vardır. Bu da cehaletten ileri geliyor.
"Küfür kalbe ait bir özelliktir. Bu durumda zünnar bağlamak veya ona kıyas edilen şapka, nasıl küfür olur?” şeklindeki soruya cevap veren Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri de konumuza ışık tutacak mahiyettedir (mealen):
"Şeriat gizli şeylere emarelerle itibar eder. Hatta bu sırdan, zahiri sebepleri illet makamına koymuştur. İşte, bazı türü rükuya mani olan papaz kuşağı giymekte ve secdeye engel olan şapkayı takmakta, ubudiyetten istiğna alâmeti vardır."
"Keza, onların gidişat ve dinlerini beğenmeyi ima eden kendini onlara benzetmek vardır. Gizli olan küfür özelliğinin yokluğuna kati hükmedilemediğinden, zâhir olanla hüküm verilir." (bk. İşaratu’l-İ’caz, Bakara 6. ayetin tefsiri)
59
Mümini tekfir edene nasıl tepki göstermeliyiz?
Bu konuda bu kişilerin uyarılması ve hakkında kesin bilgi olmadan hiçbir Müslümanın tekfir edilemeyeceği belirtilmelidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Elfaz-ı küfür söyleyen kişi kâfir olur mu?
60
Hidayete vesile olmanın mükafatı nedir?
"Allah’a yemin ederim ki, senin sayende Allah’ın bir tek kişiye hidayet vermesi senin için, kırmızı develerin olmasından daha hayırlıdır.” (Buhari 7/3468, Müslim 2406/34)
Yüce Allah, kulun mübaşereti ve sebeplere sarılması neticesinde hidayete giden yolda muvaffakiyet lütfedecektir. Bu hususta kula düşen, sebepleri araştırmak, vesilelere sarılmaktır. Kur’ân-ı Kerim, hakka ve hakikate götürecek vesileler aranması konusunda şu teşvikte bulunur:
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun. (Kur’ân ve kâinat kitabını mütalâa ile tanımaya çalıştığınız) Rabbinize karşı saygılı olun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın!” (Mâide, 5/35)
Efendimiz (s.a.s.) de son nefeslerine kadar hidayet yolunda ashabına ve ümmetine rehberlik etmiştir. Sonraki devirlerde Nebî’nin (s.a.s.) varisleri olan Allah dostları, erenler ve âlimler farklı yollardan, değişik usullerle Rab’lerine yürümüşler, hakka ve hidayete giden yolda insanlara vesilelik ve kılavuzluk etmişlerdir.
Allah Resûlü, bir hayra vesile olan ve hidayete çağrıda bulunanı Allah katında büyük bir mükafatın beklediğini müjdelemektedir:
“Kim hidayete çağrıda bulunursa, kendisine tabi olanların sevapları kadar ona sevap verilecek ve tabi olanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmeyecektir. Kim de dalalete davet ederse, kendisine tabi olanların günahları kadar günah ona verilecek ve tabi olanların günahlarından da hiçbir şey eksilmeyecektir.” (İbn Mâce, Sünnet 14)
Yani hayra vesile olan bir müesseseye öncülük etmiş, katkıda bulunmuş veya gelecek nesillerin yetiştirilmesi için eğitim seferberliğine iştirak etmiş bir kimse, bütün bu sa’y u gayretinin neticesini bir gün mutlaka karşısında görecek ve amel defteri hiç kapanmayacaktır.
İnsanların hidayetine vesile olanlar da aynı şekilde dünyevî ve uhrevî mükafata nail olacaklar ve kazandıkları bu yüce vesilelik payesi onlar için tükenmeyen bir sermaye olacaktır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), Hayber’de muharebenin en kritik anlarında Hz. Ali’yi yanına çağırarak ona sancağı vermiş ve sonrasında çok önemli bir tavsiyede bulunmuştur:
“Ey Ali, sen şimdi Hayberlilere iyice yaklaşıncaya kadar sükûnetle ilerle. Sonra onları İslâm’a davet et ve üzerlerine vâcip olan İslâmî esâsları onlara haber ver. Allah’a yemin ederim ki, senin irşadınla Allah’ın bir tek kişiye hidâyet vermesi, senin kırmızı develere sahip olmandan” (Buhari, Megâzî 39) -bir başka vesileyle ifade buyurdukları gibi- “üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır!” (Hudarî, Nûru’l-Yakîn, s. 255)
Bu da gösteriyor ki, Efendimiz (s.a.s.)’in işaret buyurduğu gibi, gönlünü Allah’ın rızasını kazanma ufkuna yöneltmiş bir mü’min sadece kendi kurtuluşu değil, adanmış bir ruhla bütün bir insanlığın kurtuluşu için çalışmayı kendisine vazgeçilmez büyük bir fazilet ve mesûliyet bilecektir. Öyle ki, ashabın bu husustaki fedakarlık ve gayretleri dillere destandır.
Netice-i kelâm, Yüce Mevlâ hidayeti her halükarda kendi izni ve dilemesine bağlamıştır. O (c.c.) dilemeden ve rıza göstermeden hiç kimsenin hidayet vermesi mümkün değildir. Ancak O’nun lütfu ve inayetiyle hidayete ermek mümkündür. Bununla birlikte Allah (c.c.) rahmeti ve lütfu gereği, gönderdiği peygamberleri, ilahî vahiyleri, Din’in mukaddeslerini ve sevdiği kullarını hidayetine birer vesile olarak kabul edeceği müjdesini vermiştir. Bu münasebetle Allah Resûlü (s.a.s.) de ömrü boyunca insanların hidayeti için olağanüstü bir gayret ve çaba göstermiştir; göstermiştir çünkü, bir insanın ebedî mutluluk veya azabı bu vazifeyi ifa ve liyakat keyfiyetine bağlı kılınmıştır.
Efendimiz (s.a.s.) insanların hidayete ermesi konusunda o kadar harîs davranmıştır ki, O’nun bu iştiyakı Allah tarafından, “İnanmıyorlar diye nerdeyse kendini harap edeceksin.” diye tadil ve takdir edilmiştir. Zira hidayete erdirmek, Peygamber’in (s.a.s.) salahiyetinde değil, ancak Allah’ın (c.c.) mutlak iradesine bağlı ilahî bir lütuf ve tasarruftur. Resûlüllah’ın nazarında, bir insanın hidayetine vesile olmak, yeryüzündeki en değerli varlıktan daha kıymetli bir hadisedir. Allah Resûlü ashabını böylesine bir adanmışlık ruhu ve vazife şuuruyla terbiye etmiş ve onlara, yeryüzünde hakkı ve hidayeti (Din-i Mübin-i İslâm’ı) herkese ulaştırmaları ufkunu en yüce hedef olarak göstermiştir.
(Prof. Dr. Osman Güner, Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi)
61
Tebliğ metodu nasıl olmalıdır? Tebliğde nelere dikkat etmek gerekir? Hidayet Allah'dan; evet bu konuda ayet var. Peki ben bunu nasıl anlamalıyım? Birisine anlata anlata bir şeyleri kabullendirmeye çalışıyorum...
Sizin kendinizi eksik görmeniz ve bu eksiklerinizi tamamlamanız için çalışmanız güzeldir. Ancak unutulmamalıdır ki tebliğ bizden, hidayet Allah'tandır.
"Habîbim! İnsanları Rabb-i Teâlâ'nın yoluna hikmetle (açık delillerle ve güzel vaazlarla) dâvet et. Ve onlarla muhkem ve güzel mukaddimelerle, mülâyim ve tatlı sözlerle mücadele et (ki dâvetin hüsn-i tesir hâsıl etsin)." (Nahl, 16/125)
Peygamberimiz (asm) bu ve benzeri ayetleri örnek alarak müminleri ilim ve hikmetle irşat eder, bu irşadını delillere dayandırırdı.
İrşadında ve ikazında hiddet ve şiddet göstermezdi. Muhataplarını samimî bir hava içerisinde karşılar, onlara şefkat ve merhametle nasihatte bulunurdu. Doğruyu ve gerçeği anlatmakta daima tatlı dili, güzel sözü tercih ederdi. Zihinlerde meydana gelen şüphe ve tereddütleri büyük bir sabır ve anlayışla giderirdi. Muhataplarına itibar eder ve onları ikna etmek için fesahat ve belâgatla tane tane konuşurdu. Sorulan sualler yersiz de olsa tebessümle karşılar, ciddiye alırdı. Vaaz ve nasihatlerindeki tesirin en büyük bir sebebi de insanların kusurlarını bağışlayıp, onları affetmesiydi. Hattâ en çok sevdiği amcasını ve daha birçok akraba ve sahabelerini şehit eden ve ettirenleri Mekke'nin fethi sırasında affetmişti. Hâlbuki, o gün bütün güç ve kuvvet elindeydi. Onları dilediği gibi cezalandırabilirdi.
İşte böyle büyük ve yüksek seciyelerle etrafındaki insanların ruhlarına tesir etti ve onların nüve halindeki kabiliyet ve yeteneklerini uyandırdı, inkişaf ettirdi. Onları insanlık semâsının birer yıldızı haline getirdi. O asrı perdeleyen cehalet sislerini kaldırdı. Âlemin şeklini değiştirdi. İnsanlar arasında adalet, muhabbet, yardımlaşma gibi yüksek seciyeleri hayata geçirdi. Kişisel ve sosyal hayatı tehdit eden bütün hastalıklara karşı şifalı ilâçlar getirdi ve Allahın izniyle insanlık âlemini tedavi etti.
Tebliğ mesleğinin yolu, “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yoludur. Bu dâvâ, iman kurtarma dâvâsı. İnsanları âhir zamanın dehşetli fitnelerinden sıyırıp, ulvî gayelere yönlendirme dâvâsı. Beşeriyeti, nefsin, şeytanın ve akıl almaz derecede bozulmuş içtimaî havanın tesirinden kurtarıp, ona kulluğun zevkini tattırma dâvâsı. Bir insan bu yüksek ideali, bir İlâhî lütuf olarak yakalayabildiği takdirde, ilk yapacağı şey, bu zor işi başarmaktaki aczini ve fakrını itiraf ile Rabbinin kudretine ve rahmetine istinat etmek olacaktır.
Acz ve fakr, kulun iki zâtî hassası; insanın en bâriz özellikleri. Nitekim Fâtiha Sûresini okurken, mealen, “Yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.” diyerek âlemlerin Rabbi olan Rabbimize sığınır, dünyevî olsun, uhrevî olsun her işimizde O’ndan medet bekleriz. İşte iman ve Kur’an hizmetinin erleri de insanların kalplerinde hidayetin sümbüllenmesi için bütün güçleriyle çalışmakla birlikte, bu büyük neticeyi kendi kuvvet ve kudretleriyle elde edemeyeceklerini bilerek acz ve fakr ile Allah’ın dergâhına iltica ederler.
Üçüncü adım, kendilerini cehenneme hazırlayan âsi ve günahkâr insanlara acımak ve yardımlarına bir doktor hassasiyeti ve bir anne şefkatiyle koşmak.
Ve dördüncü adım, bu işi hikmet dairesinde yürütmek.
Millî şairimiz, Merhum Mehmet Âkifimizin,
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı. / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
beytiyle ortaya koyduğu büyük ideal, Risale-i Nur Külliyatında kemâliyle tahakkuk etmiştir. Neden ve niçinlerle dolu bu asrın çarşısında, ancak hem akla, hem de kalbe hitab eden, dâvâsını hem sevdiren, hem de ispat eden bir külliyat revaç bulabilirdi ve buldu da.
Bu tespitlerden birincisi İslâm’ı gerek kendi vatandaşlarımıza, gerekse bütün bir insanlık âlemine ulaştırabilmemiz için en büyük şartın, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu ders verir. Diğeri ise, iman ve Kur’an hakikatlerini muhtaçlara ulaştırabilmek için iktisadî yönden kalkınmak gerektiğini tespit eder.
Bu iki yaramızı tam kabul ile tedavisine çalışmamız gerek. Bundan gaflet ederek, geçici ve kararsız siyasî formüllere bel bağladığımız sürece, sürünmeye devam edecek ve bununla da kalmayıp, İslâm’ın muhtaç gönüllere ulaşmasına perde ve engel olmanın mesuliyetini de çekeceğiz.
Her Müslüman üzerine düşen görevi yapmakla sorumludur. Bir insanın toplumda bulunduğu konum ona bazı sorumluluklar yükler. Her Müslüman da o konumuna göre sorumlu olur. Bu konuya bir hadisi şerifle bakabiliriz:
“Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalben buğz ediniz.” buyuruluyor.
Herkes her durumda bu hadisi kendine göre yorumlayamaz. Mesela, yolda bir kötülük görsek, onu elimizle düzeltmeye kalksak ve o kişiye zarar versek, o adam da davacı olsa, bu durumda bize de ceza tatbik edilir. Öyleyse hadisi şerifin manasını nasıl anlamalıyız?
El ile düzeltmek vazifeli insanların, yani devletin ve emniyetin görevi; dil ile düzeltmek alimlerin vazifesi; kalben buğz etmek ise diğerlerinindir.
Bu nedenle bir Müslüman önce İslamı hakkıyla yaşamalıdır. Sonra, eğer zarar vermeyecekse uygun ve tatlı bir dille anlatmalıdır. Bundan sonrasını da Allah'a bırakmalıdır.
Nasıl ki ağaç yetiştirmek isteyen bir kimse şu konulara dikkat eder: Tohum ıslah edilmiş, tarla ekime elverişli, mevsim ekim zamanı ve ekenin de sahasında uzman olması şarttır. Bu açıdan bozuk bir tohumu, sert ve elverişsiz bir tarlaya, uygun olmayan bir mevsimde, hiç ekimden anlamayan bir kimsenin yapması her şeyin boşa gitmesine neden olacaktır. Bu özeliklere sahip olan bir bahçıvan görevini yaptıktan sonra, tarladan çiçeklerin ve güllerin çıkması için tarlanın içine girmeye ve onu ağaç yapmaya kalkışmaz. Üzerine düşeni yapar ve sonucu Allah’a bırakır.
Aynen bunun gibi, doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu yaşamak ve anlatmak gerekir. İslama uygun olmayan düşünce ve fikirleri İslam diye anlatmak hem İslama, hem anlatana hem de anlatılana zarar verecektir.
İslam ve iman tohumlarının atıldığı muhtaç gönüllerin de ona hazır olması gerekir. Henüz bunlara hazır olmayanlara anlatmak bazen zarar bile verebilmektedir.
Ayrıca tebliğin mevsimi de çok önemlidir. Ortam, şahsın halet-i ruhiyesi, beklentileri gibi durumlar da önemlidir. Mevsiminde ekilmeyen her tohum zayi olabilir.
Diğer taraftan İslamı tebliğ eden kimsenin de onu nasıl anlatacağını, kırmadan dökmeden uygun bir ifade tarzıyla akıl, kalp ve gönüllere nasıl serpileceğini bilecek donanıma sahip olmalıdır. Uzaman bir doktor gibi ehil olmalıdır.
Bu özelliklere sahip olan bir Müslüman, üzerine düşenleri yaptıktan sonra o gönüllerde iman ve İslam güllerinin açılmasını Allah’a bırakır, Allah’ın vazifesine karışmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır? İslami değerleri küçümseyen insanlara nasıl tebliğde bulunmalıyım?..
62
Ateistler neden insanları dinsizleştirmekte bu kadar ısrarlılar, ne çıkarları olabilir?
Ateistlerin kendi davalarını bu kadar savunmalarının altında yatan sebepleri bizzat ateistlerden sormak gerekir. Çünkü, herkesin duyguları, menfaatleri aynı değildir.
Bununla beraber, insanların yapısı gereği duygusal yönleri vardır. Bu yönleri itibariyle küfürde ısrar etmelerinin sebebi şöyle tahmin edilebilir:
a) İnsanlar bir şeye kızdıkları zaman, onun tersi olan bir şeyi akılsızca savunabilir. Örneğin, “Bazı Rafizilerin Hz. Ali’yi fazla sevmeleri, Hz. Ömer’e olan kinlerindendir.” denilmiştir. Bunun gibi, bazı sebeplerden ötürü bazı kimselerin İslam’a ve Müslümanlara karşı beslediği kin, onları ateizme bağlılık şeklinde devam edebilir.
b) İnsanlar, haksız olduğunu bilse de her zaman karşıdaki hakkı kabul etmeyebilir. Karşıdaki hakkı kabul etmediği zaman, kendi haksızlığını savunmaya devam edebilir. Çünkü başka alternatifi yok. Bir kısım ateistler bile bile bu batıl davalarını hak dini kabul etmemeye bina etmiş olabilirler.
c) Allah’a ve ahirete inanmayan kimselerde ciddi bir psikolojik saplantı meydana gelir. Bu açıdan bakıldığı zaman, ateizm, ruhi çöküntünün diğer bir adıdır. Böyle bir ruhi bulanım içerisine giren ateistler, ateizmi bir can simidi olarak kabul etmiş olabilirler.
d) İnsanın vicdanı, Allah’a ve ahiret gününe iman etmekle ancak “fıtrat-ı asliyesi”ni, yaratılıştan kendisinde var olan yapısını koruyabilir. Allah’a ve ahirete imanı olmayan bir ateistin vicdanı tamamen bozulmuştur. Vicdanı bozulmuş olan bir insanın değer ölçüleri de kaybedilmiş olur. Bir ateist vicdanındaki bu fıtri değer ölçülerini kaybettiği için, en değersiz bir şeye pekala fazla değer biçebilir. Çünkü ölçüsüz hareket etmek ateistin karakteri olmuştur.
e) Bazı kimseler, kendi davasını savunmaktan ziyade başkasının davasını çürütmekle meşgul olur. Bir kısım ateistler, dini inançları çürütmekle meşguldür. Kendi davasının doğruluğu onun umurunda bile değil; onun için önemli olan -hasım kabul ettiği- dinin inançlarını çürütmektir. Bu uğurda çalışırken ister istemez bir ateist grupta da yer almaktadır.
f) Vicdanı tefessüh eden / bozulan insanların değer ölçülerini kaybettiklerini yukarıda arz ettik.
İşte bu şekilde vicdani ve insani değerleri kaybeden bir ateist, yılan gibi zehirlemekten hoşlanmaya başlar. Bazen SERİ katillerin durduk yere bir yığın masum insanları katlettikleri gibi, bu gibi ateistler de SERİ halde insanları dinsizlik virüsüyle zehirlemekten zevk alırlar. Onları bu konuda fazlaca çalışmaya sevk eden bu zevkleridir.
g) Bazı ateistler, bu fikirlerinden ötürü dünya menfaatini, makam ve mevki kazandıkları da bir gerçektir. Hesap gününe inanmayan ve dolayısıyla dünyayı yegâne cennet olarak gören bir ateistin bir menfaat yüzünden -en az görünürde- bir davayı savunmaya çalıyor olması, bu menfaatlerin kaçmaması için zorunludur. Çünkü bu gibi insanlar “Hasis / değersiz / çok az bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir.” (Lem'alar, s. 118)
h) Kendine ateist diyen ve bunu savunan birçoğunun, gerçeklerden tam anlamıyla haberdar olmadıkları da söylenebilir. Buna göre, biz Müslümanlara düşen görev, onlara doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu anlatma görevimiz vardır. Suçu onlara değil, kendimize almamız daha uygun olacaktır.
ı) Müslümanların İslamca bir hayat sürmediği için, dine düşman olanlar da bulunabilir. Bu açıdan, önce kendimizi hesaba çekmek, hangi hatalarımızla buna neden olduğumuzu düşünmek ve tedbir almak zorundayız. Bizim hatalarımız yüzünden başkalarının hak yoldan çıkmalarına neden olmayalım. Güzel örnekler, rol modeller sergileseydik, onlar bu duruma düşmezlerdi, diye düşünmek ve ona göre yaklaşmak daha isabetli olacaktır.
j) İslamiyet ve imanla ilgili her soruya sabırla, akli ve mantıki delillerle cevap vermek ve sonucu onun iradesine bırakmak gerekir. Bizim görevimiz tebliğdir, ikna ve irşaddır. Kabul edip etmemek onun iradesine aittir. İradeye müdahale edilmez. Akla kapıyı aşarız, o kapıdan girip girmemeyi ona bırakırız.
k) İnsan imansız olarak ölmediği sürece, her an iman edebilir. Bu ihtimale göre hareket etmek, her Müslüman için bir görevdir. Nitekim, iman edenlerin de bu imandan dönme ihtimali vardır. İmanla öleceği kesin ve garanti değildir. Bu nedenle, ateist bile olsa, hatta bunu dava edip birçok kişinin dinden çıkmasına neden olacak işler de yapsa, mademki henüz ölmemiştir ve imana gelme ihtimali vardır. Öyleyse, biz buna talip olmalıyız. Hedef ve gayemizi buna göre belirlemeliyiz.
l) Her konuda olduğu gibi, bu konuda da empati yaparak, onun yerine kendimizi koymamız ve bize nasıl yaklaşılmasını istersek ona da öyle yaklaşmaya çalışmamız gerekir.
Sonuç olarak, iman nurdur, nur göstermek gerekir. Bir gün gözlerini açacaklarını ve güneşi göreceklerini; imana kapattıkları inkar perdelerini aralayacaklarını ümitle beklemeli ve imanlarına dua etmeliyiz. Ana baba bir kardeşimiz olan o insanların da cennete gitmeleri için elimizden gelen her türlü meşru hizmeti ve yolu esirgemelim…
63
"Test edilemeyen bir şeyin adını tanrı koyamazsınız. Kurda, kuşa, suya, ona buna bakarak, 'Bunların bir yaratıcısı olmalı!..' demek, tamamen insanın tanrıyı yarattığını gösterir." Bu savlara ilmi bir cevap nasıl veririz?
Bu soruyu soran, ilmî çalışmanın ne olduğunu bilmiyor. Dinsizliği savunmayı, bir yaratıcının olmadığını kabul etmeyi, kendi aklınca bilimsel bir düşünce zannediyor.
Mantığın kaidelerindendir ki, bir eser varsa mutlaka bir ustası olacaktır. Sizin, sobanın ustasını görmediğiniz için, o ustayı inkârınız, ustanın olmadığına değil, sizin cehaletinize delildir.
Dayalı döşeli bir evin içinde bulunduğunuzu kabul edin. Bu odanın kendisi de dâhil, içerideki eşyalar arasında, bir tane ustası olamayan bir nesne gösterebilir misiniz? Mesela, halının mı ustası yoktur? Perde mi ustasızdır? Yoksa tavandaki elektrik malzemeleri, ya da duvarlar ve tavan mı ustasız ortaya çıkmıştır?
İşte bir oda neyse kâinat da odur. Nasıl ki bir odanın içerisinde hiçbir eşya ustasız değilse, kâinattaki her bir varlığın da mutlaka bir ustası, yani yaratanı vardır. Hem de sonsuz ilim, irade, kudret ve kuvvet sahibidir. Bütün kâinattaki eserlerin benzer yapı ve şeklide olması, hepsinin bir ustanın eseri olduğunu göstermektedir. Mesela bütün canlılar ortak hücre yapısına sahiptir. Hücrelerin bölünmesi, gelişmesi, farklılaşma bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda aynıdır. Hepsi de havayı teneffüs eder. Solum, sindirim ve boşaltım sistemlerinde cereyan eden kanunlar hepsinde aynıdır.
Amerika’daki tavuklar nasıl yumurta yapıyorsa, Türkiye’deki tavuklar da aynı şekilde yumurta yapmakta, Avusturalya’daki koyunlar nasıl süt veriyorsa, Fransa’daki koyunlar da aynı şekilde süt vermektedir. İşte kâinattaki bütün bu varlıkların benzer yapı ve şekilde olması, ustalarının bir olduğunu ve her şeye gücü yettiğini göstermektedir.
Kâinatı yaratan sonsuz kudret, sonsuz ilim ve sonsuz irade sahibini test etmek isteyen, kendi yaratışını testle işe başlayabilir. O kendisi, mesela elli sene önce yoktu. Onu yokluk âleminden alıp anne karnında bir hücre haline getiren, o bir hücreden çok hücreye dönüştüren, o hücrelerden mide, barsak, akıl ve göz halk eden, bu dünyaya insan olarak getiren ve her an onun hücrelerini yenileyerek hayatiyetini devam ettiren kimdir?
O inkârcıyı bu dünyaya getiren ve halen hayatiyetini devam ettiren şu dört ihtimalden birisi olmalıdır:
1. Ya kendi kendine teşekkül etmiştir.
2. Ya tabiat yapmıştır.
3. Ya tesadüfen olmuştur.
4. Ya da sonsuz ilim, kudret ve irade sahibi birisinin eseridir.
1. Kendi kendine nasıl olacak? Kendisi daha anne karnında mevcut değilken, kendisini nasıl yapacak? Bırakın yok olan kendisinin kendini yapmasını, hayatta mevcut olan annesi ve babası bile onun yaratılışında hiçbir söz sahibi değildir. Sadece onun dünyaya gelmesinde birer sebeptirler, hepsi o kadar. Ne onun hücrelerinin teşekkülünde, ne hücrelerin görev taksiminde, ne hayatının verilmesinde, ne kalbinin çalışmasında anne ve babasının hiçbir müdahalesi yoktur.
2. O inkârcının mesela gözünü, bataklıktaki kurbağa mı yapmıştır? Yoksa gökteki güneş veya havadaki bulut mu ya da yerdeki toprak mı onun gözünü takmıştır? Tabiat denen şeyler bunlar değil midir?
3. Tesadüfen ve gelişi güzel esen rüzgâr mı onun kalbini göğsüne, kulağını kafasına, dişlerini ağzına takmıştır? Tesadüfen çorba bile meydana gelmezken, şuursuz, ilimsiz ve hayatsız elementlerden tesadüfen kendisinin meydana geldiğini nasıl kabul ve izah edecek?
4. Bir insanın ve dolayısıyla bütün insanların ve diğer bütün varlıkların; bu üç yolun herhangi birisi ile meydana gelmesi ve hayatlarını devam ettirmesinin muhal ve imkânsız olduğunu, aklen, kalben, vicdanen ve ilmen biliyoruz. Demek ki o zaman, kâinattaki bütün varlıkların, dördüncü yol olan, sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi bir yaratıcının eseri olduğu açıkça anlaşılıyor.
Bir yaratıcıyı görmediği için inkâr edenler, her şeyin gözle görüleceği gibi yanlış bir beklenti içerisine giriyorlar. Aslında gözün görmediğini inkâra kalkışmak, bilimselliğin değil, cahilliğin göstergesidir. Gözün görmesi ayrı, kulağın görmesi ayrı, dilin görmesi ayrı, burnun görmesi ayrı olduğu gibi, aklın görmesi de ayrıdır. Gözle görülen ışık, mevcut ışık dalga boyunun sadece %3.5’u kadardır. %96.5’unu göz görmüyor. Ama onun varlığı akılla anlaşılıyor. İşte bu akılla anlama da bilimsel bir yoldur. Peki, gözle göremiyoruz diye, şimdi bu ışığın varlığını inkâr mı edeceksiniz? O zaman, röntgen ışığını, radyasyon dalgalarını, radyo ve televizyon dalgalarının olmadığını kabul etmeniz gerekir. Bu da sizin cahilliğinizi gösterir. Kâinattaki varlıklara bakarak Allah’ı anlama da bu röntgen ışığının varlığını anlama gibidir. Gözle radyo ve televizyon dalgalarının kendisi değil, eseri görülür. Kendisinin varlığı akılla bilinir. İşte Allah’ın mevcudiyeti de, eserlerinin varlığıyla anlaşılır.
Kâinattaki varlıklara bakıp da Allah’ın varlığını inkâr edenler, şeytanları da geçtiler. Çünkü, şeytan Allah’ı inkar etmiyordu. O sadece Allah’ın emirlerine itaat etmemişti. Allah’la muhatap olmuş, kendisine kıyamete kadar süre verilmesini istemişti.
Sonuç olarak, Allah’ın varlığını inkâr, bilimselliğin değil, cahilliğin eseridir. Çünkü, her bir varlık, kendine bir işaret ediyorsa, yaratıcısına binler dil ile şahadet etmektedir.
64
Din akılla (beyinle) yaşanılır mı? Yani ben aklımla dinimi / İslamı yaşayabilir miyim, yoksa bana İslamı nasıl yaşayacağımı biri (peygamber, hoca) mi anlatmalı?
İslamı nasıl yaşayacağınızı İslami kitaplardan (ilmihal, fıkh, tefsir...) öğrenebilirsiniz. Anlayamadığınız hususları veya uygulamaları öğrenmede daha iyi bilenlerden istifade edebilirsiniz.
Diğer taraftan akıl mahluktur ve Allah'ı, onun isteklerini tek başına bilemez. Bunu bize bildirecek olan Allah'tır. Bu nedenle vahiy ve peygamberler gerekir.
Akıl, Vahiy ve Peygamber İlişkisi
Nebi, “Allah Teala’dan aldığı vahyi halka tebliğ için gönderilen insandır.” Resul ise, “Hükümlerini tebliğ için Allah Teala tarafından halka gönderilen insandır.” Genellikle Resullerin yeni bir şeriat ve yeni bir ilahi kitap getirdikleri, nebilere ise zamanlarında geçerli olan şeriatın çerçevesi içinde Allah Teala’dan vahiy aldıkları kabul edilir. (bk. Et-Teftazani, Şerhu’l-Makasıd, İst. 1305. II/173; S. Şerif Cürcani, et-Tarifat, Kahire, 1938, s. 98, 214; er-Ragib, el-Müfredat, Kahire, 1961, s. 53, 195, 482)
Kur’an-ı Kerim’de, peygamberlik kavramı ile ilgili nübüvvet, bi’set, risalet ve irsal; peygamber de nebi, meb’us, resul, mürsel (çoğulları enbiya, meb’usûn, rusul, murselun) terimleri kullanılmıştır. Peygamberliğe sefaret, peygambere sefir (çoğulu: sufera) dendiği de olur. Peygamber kelimesi peygam, peyam (=haber) ve ber (=getiren) kelimelerinden oluşmuş birleşik bir isim sıfat veya isim olup Farsça’dır. Türkçe’si yalvaçtır.
Nebi ve peygamber haber getiren; resul, mürsel ve mebus ise elçi anlamına gelir. Şu halde peygamber Allah tarafından gönderilen elçi ve haberci demektir. Görevleri Allah Teala’dan aldıkları bilgileri, haberleri, emir ve yasakları (hükümleri) insanlara tebliğ etmekten ibarettir.
“Resulün görevi tebliğden ibarettir.” (Maide, 5/92, 99)
Bu tebliğin her türlü tereddüdü ortadan kaldıran apaçık bir durum da olması (Belağ-ı Mübin, Nahl, 16:35,82) lazımdır. Ancak peygamber herhangi bir haberci, alelade bir elçi değildir, hele bir postacı hiç değildir. Peygamberlerin, Allah’tan aldıkları vahyi halka anlatımcı ve açıklama görevleri de vardır. Nitekim Kur’an’da:
“Size açıklamalar yapan Resulümüz gelmiştir.” (Maide, 5/15, 19, 89)
buyrulmuştur. Aslında Kur’an’ın kendisi de bir açıklamadır. (Tibyan, Beyyine, Beyan, bk. Nahl, 16:89; En’am, 6/157; Al-i İmran, 3/138) Peygamberin yaptığı açıklama, kutsal metni ve ilahi açıklamayı çeşitli kişi ve zümrelere anlayabilecekleri bir dille ve daha ayrıntılı bir şekilde anlatmayı esas alan bir beyandır.
Peygamberin en önemli görevlerinden biri de insanları hakka davet ve bu uğurda mücadele etmektir.
“Allah’ın yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (Nahl, 16/125; Hac, 22/167; Kasas, 28/87; Şura, 42:15)
Daha evvelki peygamberler gibi Muhammed (a.s.m.) da halkı Allah Teala’nın yoluna davet etmiş ve bu uğurda çeşitli sıkıntılara ve baskılara maruz kalmış, türlü türlü zorluklarla karşılaşmıştır. Şu halde Kur’an’ı açıklama ve bu yolda çetin bir mücadele yürütme de tebliğin bir parçasıdır.
Bir anlamda Kur’an (vahiy) ile peygamberin görevi, amacı ve işleri birebir aynıdır. Vahyi peygambersiz, peygamberi vahiysiz düşünmek mümkün değildir. Vahyi peygamberden ayırma ve soyutlama gayretleri abestir. Vahiy nebinin kişiliğiyle bütünleşmiştir.
Yüce Allah Kur’an’a Mübîn, Nur, Hidayet (Huda), Rahmet, Meriza, Şifa, Mübarek, Hikmet, Hakîm, Sırat-ı Müstakim, Nezir, Beşir, Basiret, Beyan, Hak, Hâdi, Tezkire, Zikir, Münadi, Aziz, Belağ gibi isimler ve sıfatlar vermiştir. (bk. İtkan, Kahire, 1951, I/50) Yani Kur’an bir açıklama, bir bildiri, bir duyuru, bir ışık, bir kılavuz, bir rahmet, bir öğüt, bir şifa, bir mübarek çağrı, bir hikmet, bir dosdoğru yol, bir uyarı, bir müjde, bir ufuk açan görüş, bir doğru, bir gerçek, bir hatırlatma, bir çağrı, bir aziz davettir. Burada sıralanan kavramlar, nitelemeler ve isimler aynen Muhammed (a.s.m.) hakkında da bahis konusudur. Yani Hz. Peygamber de bir Mübin (açıklayıcı), bir ışık, bir rehber, bir uyarıcı, bir müjdeleyici, bir rahmet.... ilh’dir.
Muhammed (a.s.m.) ve Onun mübarek hal, hareket ve sözlerini Kur’an’dan soyutlamak mümkün olmadığından ulema Kur’an’a “Vahy-i Metluvv”, hadislere ve sünnete de “Vahy-i gayr-i Metluvv” adını vermiş, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) hal, hareket ve sözlerini bir tür vahiy saymış,
“O, havadan konuşmaz, söyledikleri kendisine vahyolunandan ibarettir.” (Necm, 53/4)
mealindeki ayetle de bu görüşünü desteklemiştir. Elbette ki Hz. Peygamber (asm), bir beşerdir, bizim gibi bir insandır. O, insanüstü bir varlık da değildir. Bundan dolayı dünya işleriyle ilgili hal, hareket ve sözleri vahiy değildir; yemek yemesi, su içmesi, uyuması, elbise giymesi, gezmesi ve evlenmesi gibi dünyevi davranışları bizim için önemlidir, ama bağlayıcı yanı yoktur. Hz. Peygamber (a.s.m.):
“Ben de sizin gibi bir insanım, sizin gibi ben de bazı şeyleri unuturum, unuttuğum bir şey olursa bana hatırlatınız.” (Buhari, Salat, 31; Müslim, Mesacid, 90)
buyurmuştur. Bununla beraber Onun beşer tarafı da önemli ve saygıdeğerdir.
Hz. Peygamber (a.s.m.) hâdidir, mürşiddir, rehberdir, yolu bilen ve yol gösterendir. Gerçek anlamda ve en yüksek seviyede hâdi, yani hidayete erdiren ve yol gösteren Hak Teala’dır, ama peygamberler de birer önemli hidayet vasıtalarıdırlar. Nitekim:
“Her kavmin bir hidayetçisi vardır.” (Rad, 13/7) buyrulmuştur.
“İman eden zat dedi ki: Ey kavmim, bana uyun, sizi doğru yola ileteyim." (Gafir, 40/29)
Peygamberler hem Allah Teala’dan aldığı vahyi tebliğ ederek, hem de hal, hareket ve davranışlarıyla örnek olarak ve beyanlarda bulunarak insanlara doğru yolu gösterir, onları Hakk'ın yoluna iletirler. Kur’an’da sebilullah ve sırat-ı müstakim gibi isimler verilen bu yol Allah’a, yaratılandan Yaratan’a ve kuldan Mevlasına giden manevi bir yoldur. Bir kulluk, ibadet ve ahlak yoludur. Bir kurtuluş yolu olduğu kadar da kemale erme ve faziletle donanma yoludur. Daha önemlisi bu yol ahiret yoludur, Hakka dönme ve Ona erme yoludur, ebedi mutluluk yoludur. İşte bu yolu en iyi bilen peygamberler ve onların gerçek varisleri ve ehliyetli temsilcilerdir. Bunlara da bu yolu Hak Teala öğretmiştir.
Bahis konusu edilen yol, bir yerden diğer bir yere giden maddi bir yol olmadığı gibi, dünyevi işlerle ilgili olarak tutulan bir yol (meslek) de değildir. Hz. Peygamber (asm)’in, hicret esnasında Mekke’den Medine’ye gelirken, kendisini takip eden Kureyş müşriklerine yakalanmadan sağ salim Medine’ye ulaşmak için bu yolu iyi bilen bir rehbere ihtiyacı vardı. Onun için Abdullah b. Erkat isminde yol bilen bir kişiyi delil (kılavuz) edinmişti. (İbn Hişam, es-Sirl, Kahire, 1963, I, 337) Üstelik bu zat o zaman Müslüman da değildi. Görülüyor ki İlahi, uhrevi ve manevi alanda bütün cihan halkına yol gösteren Muhammed (a.s.m.)’a, maddi ve dünyevi bir konuda bir putperest kılavuzluk yapmakta ve yol göstermektedir. İşte dünyevi-uhrevi ayrımı yapmanın temeli budur.
Yüce Allah, vahye mazhar kıldığı Resul-i Ekrem’e:
“İş konusunda onlara danış.” (Al-i İmran, 3/159),
yani dünyevi işlerde onlarla istişare et, çevrendekilerin görüş ve deneyimlerinden yararlan, onlarla fikir alış-verişinde bulun, karar alırken onların bilgilerinden faydalan, diyor. Buna uyan Hz. Peygamber (asm) devlet ve toplumla ilgili işlerde sahabesiyle müşaverelerde bulunurdu.
Akıl ve Vahiy
Allah Teala, insana akıl ve fikir vererek, onun yaratıkları arasında seçkin ve ayrıcalıklı bir konumda bulunmasını temin etmiştir. İnsan hayrı şerden, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan, güzeli çirkinden, hakkı batıldan ayırt eder. Aklın tanımlarından biri: “İyiyi kötüden ayırt eden bir meleke”, diğeri: “İnsanı öbür canlılardan ayırt eden ve teorik bilgileri edinmeye elverişli bir durumda olmasını sağlayan özellik.” şeklindedir. Aklı: “Doğuştan insan zihninde var olan zorunlu bilgiler.” şeklinde tanımlayanlar da vardır. (bk. Gazali, İhya, Kahire, 1938, I/90)
Burada şu soruyu sormak öteden beri âdet olmuştur:
- Madem ki Yüce Allah insana hayrı, faydalıyı ve hakkı şerden, zararlıdan ve batıldan ayırt etmeye yarayan bir akıl vermiştir, peygamber göndermeye ve kitap indirmeye ne lüzum vardır?
- İnsanlar akıllarıyla dünyada hayatlarını düzenleyip mutlu bir şekilde ve huzurlu olarak yaşayamazlar mı?
Ateistler, deistler ve vahye dayalı olmayan Brahmanizm ve Hinduizm gibi beşeri dinler, dünyada mutlu bir hayat yaşamak için insana aklın yeterli olduğunu savuna gelmişlerdir. İslam alimleri ise, çok önemli bir bilgi edinme aracı olmakla beraber aklın yeterli olmadığını, vahiy ile desteklenmesi ve tamamlanması gerektiğini ispat etmeye çalışmışlar, bu maksatla bu konuda çeşitli deliller ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bazıları kısaca şöyledir:
Vahiy gelmemiş olsaydı bile dinde emredilen şeylerin güzel, yasaklanan şeylerin çirkin ve kötü olduğunu akıl bilebilirdi, ama bunların tümünü bilemezdi. Mesela, Allah Teala’yı bilirdi, fakat Onun sıfat, fiil ve isimlerini tam olarak bilemez, bu konuda herkes aklına göre farklı bir şey söyler, doğru ve gerçek olan bilinmezdi. İnsan Allah Teala’nın varlığını akılla bulur; ama Ona ibadet edip etmeyeceğini, ibadet edecekse hangi şekilde ibadet edeceğini kestiremez, herkes kendi aklına göre değişik bir ibadet şekli ortaya koyar, bu da çekişmelere ve karışıklıklara yol açardı. (bk. F. Razi, el Muhassal, Kahire, 1323. s. 156.) Razi, peygamber göndermenin vahiy ile bildirilmemiş olsaydı, insanlar ölümden sonra yeni bir hayatın bulunduğunu tam ve kesin bir şekilde akılla bilemezlerdi. Nelerin ahirette ecir ve sevap almaya, nelerin ceza görmeye ve azab çekmeye vesile olduğunu akıl ve fikirle kavrayamazlardı.
Özellikle Allah ve ahiret konularında akıl yetersizdir. Vahiyle aklın aydınlanması şarttır. Gazali’nin de dediği gibi akıl temel, vahiy bu temel üzerine inşa edilen bina gibidir. Akıl göz, vahiy ışıktır. Ya da akıl lamba, vahiy onun yağıdır. Hak Teala “Nur üstüne nur.” (Nur, 24/35) derken akıl ve vahiy nurlarına işaret ediyor. Akıl insanın içindeki şeriat, şeriat ise insanın dışındaki akıldır. Kur’an’da (bk. Rum, 30/30) akla din ismi verilmiştir. Fıtrat sağlam bir dindir. (bk. Gazali, Mearicu’l-Kuds, Kahire, 46)
Akılla aydınlanmayan bir din hurafelere boğulur, taassup ve batıl inançlara saplanır. Vahiy ile desteklenmeyen akıl ise sapıtır, azgınlaşır, kudurur, sefahet ve ahlaksızlık bataklığına yuvarlanır, tanrılık iddia eder. Şu halde akli ve fikri hayatın vahiyle desteklenmesi bir zorunluluktur. Her toplum için dinin zorunlu olmasının sebebi budur. Cehenneme atılacak olanlar diyecekler ki:
“Eğer vahye kulak verseydik veya aklımızı kullansaydık, cehennemlik olmayacaktık.” (Mülk, 67/10)
Vahiy de akıl da rehberdir. Kısacası akıl-vahiy ilişkisi şöyle ifade edilir:
a) Aklı aşan ve akılla bilinemeyen ibadet ve ahiret konularında, vahiy insana sağlıklı ve güvenilir bilgiler verir, ebedi mutluluğa giden yolu gösterir.
b) Akılla bilinen ziraat, sanat, ticaret, iktisat, siyaset, hukuk ve ahlak konularında, vahiy akla yardımcı olur, onu destekler ve tamamlar.
c) Sırf akılla bilinebilen aritmetik, geometri, fizik, kimya, mantık, astronomi, tıp gibi akli ve tecrübi ilimleri, vahiy tavsiye ve teşvik eder. Daha önemlisi bu ilimlerin insanlığa zararlı olacak şekilde kullanılmasını önler.
Bu üç alan nübüvvet bakımından önemlidir. Birinci alanda akıl vahye tabidir. İkinci alanda geniş ölçüde akıl hür ve serbest, üçüncü alanda ise tamamıyla hür ve serbesttir. Bu hiyerarşinin korunması halinde ne kadar hür ve serbest olursa olsun akıldan ve onun ürünü olan ilimlerden fertlere ve topluma zarar gelmez.
- Her topluma bir peygamber gönderilmiş midir?
Vahiy-akıl ilişkisi ister istemez bütün kavimlere ve toplumlara peygamber gönderilmesi gereğini düşündürür. Çünkü eğer vahiy ve peygamber toplum için çok faydalı ve hayati öneme sahip bir husus ise, Hekim-i Müteal dediğimiz Hak Teala’nın hiçbir kavmi ve toplumu bundan mahrum bırakmaması, vahiy ve peygamber göndermeyi sadece İbranilere ve Araplara tahsis etmemesi gerekir. Eğer bir kavme ve bir topluma peygamber gönderilmiş, diğer birine gönderilmemişse, sonra bu iki toplumun ahlaki ve dini yaşayışları arasında önemli sayılacak bir fark yoksa, peygamber göndermenin faydalarından bahsetmek anlamlı ve ikna edici olmaz. Mesela, Yahudi kavmi ve ırkı ahlak ve karakter bakımından öbürlerinden daha iyi durumda değildir. Üstelik Yahudiler dünyanın her tarafında pis, çıkarcı, yalancı ve sömürücü olarak görülmüşler, aşağılanmışlar, zaman zaman sürgün edilmişler, hatta jenoside uğramışlardır. Antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) bu kavmin karakterinden kaynaklanmaktadır. Eğer peygamberler bir kavmi edep, terbiye, ahlak, medeniyet ve insaniyet bakımından daha iyi bir duruma getireceklerse, İbranilerde bu hal gözlenmemektedir. Bu noktada Müslüman alimler iki farklı görüş ileri sürerler:
Yüce Allah her topluma ve her kavme bir resul, bir nebi göndermiştir. Nitekim Kur’an’da:
“Biz her topluma bir resul gönderdik.”(Nahl, 16/36)
“Her kavmin bir rehberi (hâdi) vardır.” (Ra’d, 13/7)
buyrulmuştur. Hak Teala her kavme ve topluma bir nebi ve bir resul göndermiş, belli bir kavmi öbürlerine karşı kayırmamış, bir ayrıcalık tanımamış ve özel bir muamele yapmamıştır. Kur’an’da bahis konusu edilen peygamberlerin çoğunun Yahudi soyundan olmaları başka toplumlara ve kavimlere peygamber gönderilmediği anlamına gelmez. Nitekim Allah Teala bazı peygamberlerden Kur’an’da bahs ettiğini, diğer bazılarından ise bahs etmediğini bildirir. (bk. Gafir, 40/78; Nisa, 4/163) Kur’an’da bahs edilen peygamber sayısı otuzu bulmaz, halbuki ulema 24.000 veya 124.000 peygamberin gönderilmiş olduğundan bahs eder. Bazen bu sayı 224.000 bin olarak da verilir. Ama bu rakamlar bir kesinlik ifade etmez.
Bildiğimize göre peygamber ve peygamberlik (prophet, prophercy) sadece semavi dinler dediğimiz Musevilik'te, Hristiyanlıkta ve İslam’da var. Bu üç din mensupları da peygamberlerin nitelik, kişilik, görev, ahlaki ve dini durumlarını birbirinden farklı şekilde algılanmıştır. Diğer dünya dinlerinde ise böyle bir peygamberlik kavramı yoktur. Tarih ve bugünkü sosyolojik araştırmalar pek çok toplumun ve kavmin peygamberlik kurumundan habersiz olarak yaşadığını ve yaşamakta olduğunu göstermektedir. Şu halde her kavme ve topluma peygamber gönderilmediği ifade eden ayetleri tahsis etmek, yani bunu belli kavimlere ve toplumlara hasr etmek gerekmektedir. Ya da Rehber (Hâdi) sözünü vahiy olmasa bile ilham alan veli (evliya), alim, kurtarıcı ve yol gösterici şahsiyet olarak anlamak gerekmektedir. Bu durumda müşkülat kalmaz. Zira her toplumda ve kavimde yol gösterici ve kurtarıcı olarak kabul edilen bilgili, aydın, dürüst, fedakar ve inançlı rehber ve örnek zevat vardır. Bunlar her zaman olmuştur. Şu dönemde de vardır, bundan sonra da var olacaktır. Ama İslam inancına göre bunlar peygamber değildir. Derece itibariyle peygamberliğin altında, ama ona yakın konumda bulunan salihler, takva sahipleri, sıddıklar, bilginler, bilgeler ve velilerdir. Her yüzyılın başında gelen ve din yenileyen müceddid de bunlardan biridir.
Vahiy ve ilham yoluyla Hak Teala’dan insanlara bilgi akışı, ilk insandan beri kesintisiz olarak sürmektedir. Bu akışın yeni bir din tesis etme şeklinde olan Hz. Peygamber (asm)’in vefatıyla son bulmuşsa da diğer şekilleri devam etmektedir. Mutlak Hakim olan Allah:
“Peygamber göndermeden bir kavmi cezalandırmam.” (bk. İsra, 17/15; Kasas, 28/59)
buyuruyor. Bu ve benzeri ayetlerden her kavme ve topluma peygamber gönderilmediği, bu sebeple de bu kavimlerin sadece vahiy ile bilinebilen hususlardan sorumlu olmadıkları, ama akılla bilinen hususlardan sorumlu oldukları anlamı çıkarılmaktadır. Buna göre Allah Teala bütün toplumlara eşit muamele etmiş ve adil davranmıştır, sorumluluğu ve cezayı bilgiyle sınırlandırmıştır.
Peygamberlikten bahsederken, bunun evrensel boyutunu daima göz önünde bulundurmak gerekir. Hak Teala, alemlerin Rabbidir, adildir, hiçbir kuluna zulmetmez, rahmet ve merhamet sahibidir, herkese ihsanda ve lütufta bulunur, ayrım yapmaz, peygamberlik meselesini bu çerçevede görmek gerekmektedir.
Peygamber göndermenin Allah açısından gerekliliği tartışma konusu olmuştur. Mutezileye göre peygamberin insanlığa faydası çoktur. Onun için peygamber göndermek Allah üzerine vacib (gerekli)dir. Meseleye sosyal hayat ve sosyal düzen açısından bakan İslam filozofları da peygamber göndermenin zorunlu olduğu görüşünü savunmuşlardır. Eşa’ri kelam bilginlerine göre peygamber göndermek ne vacib (gerekli) ne de zorunlu (zaruri)dir, sadece caizdir, yani Allah peygamber gönderse de göndermese de olur. Maturidiler ise bunu İlahi bir lütuf olarak görürler.
Müslüman filozoflar vahyi ve nübüvvet meselesini akıl teorileri çerçevesinde ve kuvve-i kudsiye ile açıklamışlardır. Aristo biri pasif, diğeri aktif iki türlü akıldan bahseder. Pasif (münfail veya hayvani) akıl boş bir levha gibidir, kuvve halinde akıldır. Kendi kendine şekilleri maddeden soyutlayamaz. Aktif (faal) akıl ona şekilleri maddeden soyutlama imkanını verir. Pasif akıl maddi değildir, bedene bağlı olarak vardır ve fanidir. Aktif akıl ise, fiilen makulleri kendisinde bulunduran bedenden önce vardır, bedenden sonra da varlığı devam eder. Aktif akıl pasif aklı etkileyerek bilgi edinmesini sağlar.
Farabi’de akıl kuvve halindeki nefistir veya nefsin bir kuvvetidir. Fiil halindeki akıl ise kuvve halindeki aklın faal hale geçmesidir, müstefad akıl ise formları maddeden soyutlama niteliğine sahip keşf ve ilhama açık yüksek seviyede teorik bir akıldır. Göz ışık sayesinde nesneleri gördüğü gibi insan aklı da faal aklın aydınlatması sayesinde bilgi edinir. İnsanın faal akılla ilişkiye girmesine ittisal denir. Bazı insanlar faal akılla yüksek düzeyde ve güçlü bir şekilde irtibat kurarlar. Bunlar nebiler, veliler ve hakimlerdir. Peygamberin faal akılla ilişki kurmasına vahiy, velilerin ilişki kurmasına ise ilham adı verilir. Farabi faal aklı da Cebrail olarak açıklar. Peygamberlerin faal akılla yüksek seviyede ve güçlü bir şekilde ilişki kurma yeteneğine Farabi kuvve-i kutsiye (kutsal yeti) adını vermektedir.
İslam filozoflarının çoğu vahyi ve peygamberliği bu şekilde açıklar. Bazı mutasavvıflar ve kelam alimleri de az çok bu görüşlerden etkilenmişlerdir. Gazalinin çeşitli eserlerinde filozoflara ait bahis konusu görüşlerin izlerini görmek mümkündür. Gazali peygamberlik konusundan şöyle der:
“Peygamberlik, insanlık mertebesinin üstünde bir mertebedir. Hayvanlar insanların mertebesini anlayamadıkları gibi insanlar da peygamberlerin mertebesinin (vahyi) anlayamazlar. Nübüvvetin mahiyetini nebiden başkası bilmez.” (İhya, III/8)
İnsan için insanlık rütbesine sahip olmak Hak vergisidir, kesbi değildir. Peygamber için peygamberlik rütbesi de böyledir. Fakat peygamberler tefekkür ve çile ile vahiy almaya müsait hale gelirler. Nitekim insanlar da insanlığın gereklerini yapa yapa kamil ve faziletli kişiler olurlar.
İnsan, nefs-i natıka (akıl) ile hayvandan temayüz ettiği gibi, peygamber de doğru yolu isabetle bulan ve bunu başkalarına gösteren (mehdi-hâdi) bir akılla diğer insanlardan seçkinleşir. Bu akıl, diğer insan akıllarının üstünde bir akıldır. Peygamber fatındır, yani zeki ve basiret sahibidir.
İnsanların davranışları hayvanlara göre mu’cize olduğu gibi sair insanlara göre de peygamberlerin bazı özel sözleri, fiilleri ve tavırları mu’cizedir.
Peygamber, müfarek akıllara benzeyen bir akılla sair insanlardan seçkinleştiği gibi semavi nefislere benzeyen bir nefis (ruh) ile de insanlardan seçkinleşir. Böyle bir akla ve nefse sahip olduğundan tabiat ve mizaç itibariyle de diğer insanlardan temayüz eder. Nizam-ı alem için peygamber lüzumludur. Peygamber Allah’ın sefiri olmaya hazır, vahiy ile desteklenen ve ruhanilerden yardım gören bir akla sahiptir.
Peygamberlerde güçlü bir muhayyile, ameli nazarî akıl, hads (sezgi) ve özel bir nefs önemlidir. (bk. Gazali, Mearicu’l- Kads, Kahire, s. 107-108)
Fahreddin Râzi aynı konuda şunları söyler: Peygamberlerin özellikleri şunlardır. a) Güçlü bir düşünme ve akıl yürütme kuvvetine sahiptir, hızla sonuca gider. b) Kuvvetli bir muhayyilesi vardır, uyanıkken melekleri görür, Allah’ın kelamını işitir, gaybtan haber verir. c) Nefisleri madde ve cisimler aleminde tasarruf eder, etkili olur.
İnsan bilgi ve davranış bakımından kamil (olgun, ergin) bir durumda bulunabilir. İnsanın nazarî kuvveti (düşünme gücü) o kadar mükemmel olabilir ki şeylerin suret ve mahiyetlerini hatasız olarak ve net bir şekilde görebilirler. Ameli kuvvet (davranışları) o kadar mükemmel olur ki iyi, güzel, doğru ve faydalı işleri kolaylıkla yapabilir ve bu tür işleri yapma onda bir meleke haline gelebilir. İşte peygamberler bu özelliklere sahip insanlardır.
Yukarıda bahis konusu edilen durumlar itibariyle insanlar üç kısımdır:
1. Bazıları doğru bilgi ve isabetli davranış hususunda eksiktir. Halk böyledir.
2. Bazıları söz konusu hususlarda mükemmel bir durumdadırlar; ama başkalarını mükemmel hale getirme imkanına sahip değillerdir, başkalarını tedavi edemezler. Evliya böyledir.
3. Bazıları hem kamildirler, hem de başkalarındaki eksikliği tedaviye ve gidermeye kadirdirler. Nebiler ve resuller böyledir.
Halk, evliya ve peygamberler de kendi aralarında çeşitli tabakalar oluştururlar, birbirinden farklı mertebeler meydana getirirler. Halkın en yüksek derecede olanı evliyanın en aşağı mertebede olanı ile ittisal ve irtibat halindedir. Velilerin en yüksek derecede olanı ile en alt seviyede olan nebi arasında da bir ittisal (contact) vardır. Resul ile melek arasında da böyle bir ilişki ve temas bulunuyor. Alt düzeydeki birinin erişemediği bir bilgiye, bir hakikate ve bir sırra bir üst düzeydeki erişebilir. Bir üst düzeydekinin davranışı, bir alttaki düzeyde bulunandan daha doğru ve daha isabetli olabilir.
Peygamberlerin görevi halkı Hakk'a davet etmek, bu amaca ulaşmayı engelleyecek şekilde Haktan gayri olanla meşgul olmamaları konusunda onları uyarmaktır. Amaçları insanları dünyaya değil, ahirete yönlendirmektir. (bk. F. Razi, el-Metabu’l-Âliyye, VIII/104, 115, Beyrut, 1987; F. Razi , el-Mebahisu’l-Meşrikiyye, II/555, Beyrut, 1990)
Genellikle büyük kelamcıların ve Müslüman filozofların nübüvvet meselesine yaklaşımları rasyonel, psikolojik ve teoriktir, meselenin pratik yönü de vardır ama o da aklî temele dayanır.
Ünlü Hintli alim Şah Veliyyullah ed-Dihlerî (ö. 1176-1762) meseleyi hem din, hem de toplum ve tarih açısından ele alır. Dihleri önce mufhemûn (Anlatılanlar, Hakkın kendilerine anlattığı hakikatleri ve bilgileri anlamış olanlar) adını verdiği bir insan sınıfından bahseder. Ona göre bunlar, çeşitli tabakalardan oluşan toplumun en yüksek tabakasını oluşturur. Bunlar iyi hal sahibidirler, doğru düşünür, iyilik isterler. Bu bakımdan meleklere oldukça yakındırlar. Samimi bir şekilde toplum hayatında iyi, adil, dürüst ve güvenli bir düzen kurmak isterler. Bunların üzerlerine Mele-i A’la’dan, melekler âleminden bilgiler ve güzel haller serpiştirilir. Mizaçları mutedil, huy ve beden, siret ve suret itibariyle düzgündürler. Ruh-beden, küllî-cüz’î dengesini kurarlar. Akıllı, zeki ve anlayışlı olup kesinlikle bön, aptal ya da kurnaz değildirler, yerleşik ve doğru geleneklerden ayrılmazlar. İbadet hayatları güzel, insanlara karşı davranışları dürüstçedir. Kamu yararını ve toplum düzenini korumak öncelikli hedefleridir. Genel bir fayda ve haklı bir sebep olmadıkça kimseye işkence edilmesini istemez, kimseyi incitmez ve kırmazlar. Gayb âlemine karşı özellikle eğilimlidirler, hep oraya yönelirler. Böyle oldukları bütün hallerinden bellidir. Başkalarına açılmayan o alemin kapıları (kurb, sekinet, Hakka yakın ve itminan hali içinde olma) onlara açılır.
Bunların çeşitleri şunlardır:
a) Kamiller, b) Hakimler, c) Halifeler, d) Ruhu’l-kuds’un teyidine mazhar olanlar, e) Hâdi-müzekkiler, f) İmamlar, g) Münzirler/uyarıcılar, h) Nebiler.
Kamiller ibadet ederek nefislerin nasıl düzeltileceğine ilişkin bilgiyi Hakk'tan alırlar.
Hakimler faziletli ahlaka, aile ve toplum idaresine ilişkin bilgiyi Haktan alırlar.
Halifeler daha ziyade toplumda adaleti gerçekleştirmeyi ve haksızlıkları önlemeyi temin eden küllî siyaseti Hakk'tan alırlar. Bunlarda mele-i a’la ile temas kurmak ondan talim görmek, onun hilafına mazhar olmak ve onu temaşa etmek gibi türlü kerametler zuhur eder ve bunlara “Ruhu’l-kuds ile desteklenenler” adı verilir. Yine bunlardan diline, kalbine nur konulan sohbet ve öğütleriyle halka faydalı olan; nuru ve huzuru yakınlarına ve çevresindekilere sirayet edip onları kemal mertebesine erdiren ve onların doğru yolda olmalarını canı gönülden isteyenlere “Hâdî-Müzekki” (Rehber ve kötülüklerden arındıran) adı verilir. Daha çok dinin kuralları ve çıkarları hakkında bilgi sahibi olup bunlardan yıkılanları yeniden inşa etmeye arzulu olana imam denir.
Dünyada mukadder olan felaketleri insanlara haber vermesi için kalbine ilham gelen, Hakk'ın bir toplumu lanetlediğini sezip bunu onlara haber veren veya bazı vakitlerde nefsinden soyutlanıp kabirde ve mahşerde olacak planı anlayıp bunu halka bildirene münzir/uyarıcı denir.
Nebiler de mufhemlerdendir. İnsanları karanlıktan aydınlığa çıkarmak için gönderilmişlerdir. Nebilere itaat farzdır, onlara muhalefet edenler lanetlidirler. En büyük nebi Hz. Muhammed’dir (a.s.m.), en hayırlı ümmet de Onun ümmetidir. Onun gönderilmesi ve vücuda getirmesi “Başka bir göndermeyi ve vücuda getirmeyi.”de kapsar. İlk ba’s (gönderme):
"Ümmilerin içinde onlardan Resul gönderen Odur...” (Cuma, 62/2),
yani Hak önce Muhammed’i (a.s.m.), peygamber olarak göndermiştir. İkinci gönderme:
“İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyi olanı emreder, kötü olanı yasaklarsınız.” (Al-i İmran, 3/110),
yani yüce Allah önce Muhammed’i (a.s.m.), peygamber olarak göndermiş, sonra Onun ümmetine her zaman İslam dini çerçevesinde iyi olanı emir kötü olanı men eden bir grup, alim ve kamil kişilerden oluşan bir özel sınıf göndermiştir. Ve de hâlâ göndermektedir, kıyamete kadar da gönderecektir. Evrensel risalet ve nübüvvet de budur.
Dihleri’ye göre insanların pek çok hakları ve görevleri vardır. Onlar, peygamber aracılığı olmadan bunları tam olarak öğrenemezler. Bazılarının zayıf olan yeteneklerini peygamberler güçlendirir, yaptırıma başvurmadan ortadan kalkmayan kötülükler de peygamberler sayesinde ortadan kalkar. Bu sebeple ilahi inayet ve lütuf bir toplumun zeki / temiz olanını onlara peygamber olarak göndermeyi gerekli görmüştür. Bir efendi düşünün kulları/köleleri hasta, yakın bir adamına “isteseler de, istemeseler de onlara ilaç içir” diye emir veriyor, o da onlara zorla ilaç içiriyor. Haklıdır ama daha doğru olan önce onlara hasta olduklarını söyleyip ilaç kullanmalarının faydalı olacağına onları ikna etmektir. Bu konuda inanılır ve güvenilir bir kişi olduğunu ispatlamak için de harikalar gösterirse de inandırıcı olur. Bu durumda hastalar bilinçli olarak içer ve acısına da katlanırlar. Peygamber ve gösterdiği mu’cizenin misali budur.
Peygamberlerin mu’cize göstermeleri ve yaptıkları duaların kabul edilmesi peygamberi dıştan destekleyen hususlar olup nübüvvet için gereklidir.
Nebilerin günahsız (masum) olmaları kötü ve aşağı arzulardan arınmış bulunmaları başarı imkanını artırır.
Peygamberler insanlara, anlayabilecekleri bir dille hitap eder, her insanda doğuştan var olan anlama ve kavrama seviyesini tebliğe esas alır, insanları Allah’ın tecellilerini temaşaya ve Onun nimetleri üzerinde düşünmeye davet ederler. Astronomi, meteoroloji, botanik ve zooloji gibi ilimlerle uğraşmazlar; ama gökteki cisimlere, bitki ve hayvanların yaratılışlarına bakıp yüce Yaratıcının inayetini, hikmetini ve nimetini düşünmeyi, kıssadan hisse almayı muhataplarından isterler. (Dihleri, el-Hüccetü’l-Baliğa, Kahire, 1966, s. 176-81)
Görülüyor ki Dihleri’nin mufhemun dediği zümreler kamiller, hakimler, halifeler, kutsal ruha müeyyed olanlar, hâdiler-müzekkiler, imamlar, münzirler, nebilerdir. Yani ona göre zeki, dürüst, erdemli, topluma hizmet için hevesli ve fedakâr insan zümreleri Hak Teala’dan aldıkları güç ve bilgiyle toplumu düzeltmek, ahlak kurallarına bağlı kalmayı, Allah’a kulluk ve ibadet etmeyi sağlamak için çalışır. Hak ve hukuku, adalet ve nasafatı esas alan bir siyasi, idâri, iktisadî ve sosyal düzen kurmak için gayret ederler.
Muhammed’in (a.s.m.), daveti ve tebliği genel ve evrensel olup bu davet ve tebliği küçük çaplı pek çok davet ve tebliğ hareketlerini kapsar. Akıllı, zeki, bilgili, dürüst ve inançlı olmaları şartıyla devlet ve siyaset adamlarının, ilim ve fikir adamlarının, bilge kişilerin, sanatkarların, şairlerin, ediplerin, yazarların, velilerin davet ve tebliğ hareketleri hep o evrensel davet ve tebliğin kısımları, farklı mekan ve zamanlarında ihtiyaçlara göre ortaya çıkan şekilleridir. Muhammed’in (a.s.m.), alemlere rahmet olmasının (Enbiya, 21/107,) herkese gönderilişinin (Sebe, 24/28), son peygamber oluşunun (Ahzap, 33/40) anlamı budur.
İslam’daki ferdî, mevziî, içtimaî, siyasî, ahlakî, dinî, resmî veya gayrî resmî ihya ve ıslah, davet ve tebliğ hareketleri bir yenileşme ve yeniden çeki-düzen verme (tecdid-ıslah), bir kendine gelme, bir kan tazeleme, bir özeleştiri, bir derlenip toparlanma, bir dinamizm ve yeni bir ivme kazanma hareketleridir. Ancak bunların hepsi aynı derecede seviyeli ve gerçekçi değildir. Bunların içinde irticaî mahiyette tahripkar olanları da vardır.
Son Peygamber Muhammed’den (a.s.m.) sonra bazı sahte ve yalancı peygamberler (mütenebbiler) ortaya çıktığı gibi Onun getirdiği dine, şeriata ve Kur’an’a bağlı olduklarını söyledikleri halde, Kur’an ve hadislerin ruhu ve özü ile bağdaşmayan, hatta o ruhu ve özü zedeleyen ve bozan bir takım yorumlar (te’viller) ile ortaya çıkan hareketler de vardır. Batıniler, Karmatiler, Yezidiler, Dürziler v.s gibi. Bundan başka Kur’an’ı esas alıp Hz. Peygamber (asm)'in söz, hal, tavır ve uygulamalarını (Hadis ve sünneti) görmezlikten gelen veya buna fazla değer vermeyen veya sınırlı bir şekilde buna başvuran bir çok hareketler daha vardır...
Önce şunu belirtelim, Muhammed (a.s.m.), itikad, ibadet, ahlak ve ahiret gibi dinin özüne ilişkin sözleri ve beyanları ile Kur’an’daki aynı konular hakkındaki hükümler ve ifadeler arasında bağlayıcı olmaları açısından hiçbir fark yoktur. Yeter ki hadisler bize tevatür veya sahih, bir rivayetle gelmiş olsun. Kur’an metluv vahiy, sahih hadisler ise gayr-i metluv vahiydir. Hz. Peygamber (asm) ahiret konusunda bir şey söylemiş ise, bu bilgiye akılla ulaşamadığına göre vahiyle ulaşmış kabul edilir. Allah, sıfatları, fiilleri ve isimleri konusunda da durum böyledir. Onun için ayetler gibi sahih ve mevsuk hadisler de delildir. Ehl-i sünnetin görüşü budur. Hak Teala buyurur:
“Resulün getirdiğini alınız, bir şeyi yasaklarsa onu da terk ediniz.” (Haşir, 59/7)
“De ki: Allah’a ve Resule itaat ediniz.” (Al-i İmran, 3/32, 132; Enfal, 8/1, 20, 46; Nur, 24/54, 56; Mücadele, 58/12, Teğabün, 64/12)
“İhtilaf ettiğiniz konularda Allah’a ve Resulüne başvurunuz.”(Nisa, 4/59)
“Rabbine and olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda hakemliğine başvurup verdiğin kararı içlerinde bir tereddüt kalmayacak şekilde canı gönülden benimsemedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 4:65)
“Şüphesiz ki Allah Resulünde sizler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzap, 33/21)
Hadisleri kabul etmenin şekli ve sınırı: Demek Kur’an gibi hadis de delildir; hadislerin delil olduğunu söyleyen de Kur’an’dır. Kur’an’ı delil kabul etmeleri zorunludur, aksini söylemek ve iddia etmek ise çelişkilidir.
Bu açıklamalar da gösteriyor ki, her insan vahye, onun vasıtasıyla Peygemberin getirdiği dine uymak zorundadır. Kur'an ve sünnetten gerekli bilgileri çıkarmaya gücü yetiyorsa, yani müctehit ise kendi anladıklarıyla amel edebilir. Ancak müctehit değilse bir hak mezhebe uyması gerekir.
65
Her gün ve gecem nasıl kandil gün ve geceleri gibi olabilir? Mübarek kandil günü ve gecelerinde elimden geldiği kadarıyla diğer gün ve gecelere kıyasla daha fazla ibadet ve okuma yapıyor, ruhen hafiflediğimi ve mutlu olduğumu hissedebiliyorum...
Kendini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Ancak, az da olsa tecrübe ettiğimiz birkaç konuyu size arzedeceğiz:
a. Ameller niyetlere göredir. Bütün işlerimizde ihlası, samimiyeti, Allah'ın rızasını kazanma noktasındaki arzularımızı hep ön planda tutmalıyız.
b. Tefekkürü meslek haline getirmeliyiz. Allah'ın her an bizi görmekte olduğu, her bir sanatın sanatkârını gösterdiği, ölümün her an gelebileceği, ahireti kazanmanın ancak dünyada mümkün olduğu, varlığımız dahil bütün nimetlerin Allah tarafından bize verildiği vs. hususlarda tefekkür etmek önemlidir.
c. Kalabalıklara uyarak kendimizi unutmamalıyız. Kendimizi unutmak, Allah'ı unutmak demektir. Çünkü huzuruna çıkıp hesap vereceğimiz Allah'a karşı ödevlerimizi unutup, vurdum duymaz bir hale girmemiz bile, bizim Allah'ı unuttuğumuzu ve bunun bir cezası olarak da Allah'ın bizi kendimize unutturduğunu gösterir.
d. Kibir, gurur, enaniyet, kendimizi beğenmek gibi bir komplekse girmemeliyiz. Çünkü köleye kölelik yakışır. Biz de Allah'ın kulları yani köleleriyiz.
"Kibriya-u azamet Hakka yarar. / Kul olanda bu sıfatlar ne arar."
e. Bütün dünyamızı ahirete endeksli olarak kurmaya çalışmalıyız.
f. İnsanlara - canlılara şefkat, ihtiyaç sahiplerine merhamet, din konusunda hamiyet, Allah'a kul olmaktan başka, her şeye karşı ilan edilen bir hürriyet, nefis ile mücadelede hâkimiyet, Allah'a karşı idrak edilen bir acziyet gösterdiğimiz gün, manevî virüslere karşı afiyet kazanacağımız kesindir.
g. Bu asırda, ilimle aklımızı, kullukla da gönlümüzü fethetmeliyiz ki, mutlu olabilelim.
h. Bütün bunları yapabilmenin kaynağı ve sebebi ise Peygamber Efendimizin (asm) hayatını hayatımıza hayat yapmaktır.
İlave bilgiler için tıklayınız:
Nefse mani olma, nefisle cihad hakkında bilgi verir misiniz?..
Bir Müslüman'ın 24 saati nasıl olmalıdır?
66
İslam'ın bazı hükümlerini inkâr etmek, bazılarını kabul etmek kurtuluşa sebep olabilir mi? Haramı haram olarak kabul etmeyip de helal diyen kişinin durumu nedir?
İman, Allah'ın (cc) Kur'an-ı Kerim'de ve Peygamberimiz (asm) vasıtasıyla emrettiği hükümlere inanmakla olur. Bunlardan bazılarını kabul edip bazılarını etmemekle kişi gerçek imana kavuşamaz. Bu bakımdan oruç gibi bir emri inkâr etmek doğru değildir. İnandığı halde yapmasa günahkar olsa da imanı vardır. Ancak inkâr etmek tehlikelidir.
Âhir zaman fitnesinin, inşallah, zevâle meylinin başladığı son devrini yaşıyoruz. Bazı çevrelerde günahtan kaçınmak âdetâ ayıp addediliyor. Namus, iffet, hayâ mefhumları kalabalık ana caddelerden süratle dar sokaklara, kenar mahallelere, kuytu evlere doğru koşuşuyorlar. Kendilerini bir evden içeri atıyorlar. Tam rahat bir nefes alacaklarken, karşılarındaki akıl almaz makine, dünyanın tâ öte ucundan görüntüler sergilemeye ve ışınlarla mermi yağdırmaya başlıyor. Ne yapacaklarını şaşırıyor ve ümitsizlik içinde sadece “âhir zaman” demekle yetiniyorlar.
Ötede birçok hanede Hz. İbrahim (as)’in mûcizesi yeniden yaşanıyor. Bu ateşin ortasında bahçeler, bağlar, bülbüller, güller... Bu kavganın sonu merak ediliyor. Ateş mi suyu yutacak, yoksa su mu ateşi söndürecek?
Bir beldede kışın en şiddetli devresinde bir tane olsun hurma yetiştirebilmişseniz, bunun mânâsı şudur: Bu yerde hurma olur... Mesele bizim gayretimize kalmıştır. Gece gündüz soğuk aleyhtarı gösteriler yapmak, bağırmak, çağırmak, soğukla kavga etmek meseleyi halledecek değildir. O bir hurmayı, bin yapmanın, milyonlar yapmanın yolunu aramak gerek...
Gözümüzün önünden hiç ayrılmayan günümüz fitnesi, bazı Müslümanları gayrete getirirken, bazılarını da ümitsizliğe düşürüyor. Bunlar, içlerindeki feverana yön veremediklerinden, teselliyi, günahkârlara sövmede, âsilere çatmada, onları kâfirlikle itham etmede buluyorlar. Şeytan, bu gibi Müslümanları büyük bir tehlikenin, dehşetli bir uçurumun kenarına itiyor.
Peygamber Efendimizi (asm) dinleyelim:
“Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.”(Buhari, Edep, 73; Müslim, İman, 111)
İşte yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın en acı tablosu... Nefis durmadan zorluyor, şeytan aralıksız teşvik ediyor: Şuna söv! Bunu döv! Şuna kâfir, buna münafık de!.. Bu, büyük bir yaramızdır. Üzerinde ne kadar durulsa yeridir.
Karşımızda günah işleyen, tanımadığımız biri. İç âlemimizde bir kavga: kötüye yormakla (suizan), iyiye yormak (hüsnüzan) arasında kalıyoruz. Nefis diyor ki, bu adam kâfir olmasa bu büyük günahı işlemez... Kalp ve vicdan ise, “Büyük günah işlemek kişiyi kâfir etmez, belki bu günahı küfründen değil de nefsine hâkim olamadığından, yahut cehaletinden işlemektedir; günahkârdır, fâsıkdır, ama kâfir olduğunu hemen iddia etmemek gerekir.” diyerek tedbir yolunu tutuyorlar.
“Günah-ı kebâir (büyük günahlar) işleyen kâfir midir?” tartışması Ehl-i sünnet âlimleri ile Haricîler ve Mûtezile arasında asırlarca sürdü. Haricîler büyük olsun küçük olsun her günah işleyenin kâfir olup ebediyen cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mûtezile büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mü’min olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savundu. Böylece her iki grup da hakikatten uzaklaşarak “dalâlete” düştüler.
Bu kavganın sonunda galibiyet Ehl-i sünnetin oldu. Bu galibiyet bayrakları sayılacak gibi değil. Biz sadece ikisini nakletmekle yetineceğiz:
Yahya bin muaz buyuruyor:
“Bir anlık iman, yetmiş yıllık küfrü mahveder, yok eder. Nasıl oluyor ki yetmiş yıllık iman, bir anlık günahla yok oluyor.”
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.” (Maide, 5/44)
âyet-i kerimesini yanlış tefsir ederek, “Allah’a isyan eden, günah işleyen herkes kâfirdir” diyen Haricîlere karşı, Ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerini bir kimyager gibi tahlil eden Fahreddin-i Râzi Hazretleri bu hususta en isabetli görüşün Hz. İkrime’ye (r.a.) ait olduğunu ifade buyurur.
İkrime Hazretlerinin zafer bayrağımız olan şu ifadelerini hep birlikte okuyalım:
“Hak teâlânın ‘Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse...’ ifadesi, hem kalbi hem de lisaniyle inkâr edenleri içine almaktadır. Kalbiyle onun Allah’ın hükmü olduğunu bilip sonra da lisanıyle onun Allah’ın hükmü olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiş, ama onu bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh, böyle bir kimsenin bu âyetin hükmüne dahil olması gerekmez...” (Tefsir-i Kebir, IX/86)
Yakın tarihimizde bir fetret devri yaşadık. Hurafeler hortladı; bozuk fikirler yeniden canlandı... Yine tekfir moda oldu. Ama bu defa Haricîler tarafından değil. İşin tuhaf tarafı bu işi yapanlar Haricîlik nedir, Mûtezile nedir, hatta elfâz-ı küfür nedir pek bilmiyorlardı. Ezberledikleri bazı sloganları soğuk damga yaptırmış, önlerine gelenin alnına basıyorlardı. Bunlar Resûlûllah Efendimizin (asm.) tekfirle ilgili uyarı hadisinin de gâfiliydiler...
Tekfir meselesine küfrün tarifinden başlayalım. Küfür nedir?.. Lügat mânâsıyla küfür, nimete karşı nankörlük etmek, nimeti gizlemek, küfran etmek mânâsına geliyor. Şer’î ıstılahta ise, küfür, “hiçbir zorlama olmaksızın kendi irade ve isteğiyle iman hakikatlerini inkâr ve tekzip etmek, yahut tasdik etmemek, iman edilmesi gereken mukaddesatı tahkir etmek, onlarla alay etmek, haramı helâl, helâli haram kabul etmek” mânâsında.
İman, nasıl kalbin tasdiki ve lisanın ikrarıyla sabit oluyorsa, küfür de aynı yolla sabit olur. Bu noktada karşımıza “elfaz-ı küfür” bahsi çıkıyor, yâni küfür olan sözler. Bu sözleri söylediğini işittiğimiz bir kimseye hemen kâfir diyebilir miyiz? Burada âlimlerimiz bize şu soruyu yöneltiyorlar: onun kalbi hakkında bilgin var mı? O sözü cehaletinden mi söylüyor, yoksa mukaddesata düşmanlık namına yahut onunla alay etmek niyetiyle mi? Bu nokta çok mühimdir. Ve bu incelik, fiiller için ameller için de geçerli...
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, “Tekzib-i fiil ile adem-i fiil arasında büyük fark vardır.” diyerek bu noktaya dikkatimizi çekiyor. Tekzib-i fiil, bir işin, bir hareketin, bir vazifenin inkâr edilmesi, “öyle bir şey yoktur” denmesi. Adem-i fiil ise, o işin, o fiilin, varlığı kabul edilmekle birlikte, yapılmaması, yerine getirilmemesi. Namazı inkâr etmek başka, namaz kılmamak daha başkadır. Birincisi tekzib, ikincisi ise adem-i fiildir.
Buna göre, bir insan Kur’an-ı Kerim’in namaz emrini inkâr ederse küfre girer; ama, bu emri kabul ettiği halde namaz kılmazsa kesinlikle kâfir olmaz. Haramları işlemek de böyledir. Faiz alıp vermeyi Kur’an’ın yasak ettiğini, bunun ilâhî bir yasak olduğunu kabul eden bir insanın, nefsine mağlûp olarak bu haramı işlemesi hâlinde kâfir olmayacağı açıktır.
Bir de Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretlerini dinleyelim:
“Bir kimsenin sarf ettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yönüyle küfürden kurtarıyorsa, müftünün onu tercih etmesi gerekir. Zira Müslümanlar hakkında hüsnüzan esastır. Şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse Müslümandır, fakat niyeti küfür ise müftünün fetvası onu kurtarmaz.” (Ehl-i Sünnet İtikadı, s.68)
Bu ilim ve irfan saçan ifadelerde iki yaramızı birden seyrediyoruz. Birisi, “suizan”, yâni kötüye yormak, olumsuz değerlendirmek. Diğeri de, müftünün görevini herkesin yüklenmesi. Fetvanın câhiller eline düşmesi...
Tekfir konusunda Risale-i Nur Külliyatı'ndan “Sünuhat” adlı eserde yer alan şu öz, doyurucu ve harika ifadeleri, bu asrın insanı kelime kelime ezberlemeli, harf harf yaşamalı. Yoksa hem kendisi büyük günaha girer, hem de bilmeyerek karşısındakini islâm’dan uzaklaştırır:
“Meselâ: demiş bu şey küfürdür. Yâni, o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!...” (Sünuhat, s.20)
Demek ki, bir mü’minde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahatten yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlara “kâfire” tabir ediliyor. Yine o mü’minin, imanından kaynaklanan birçok da mâsum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zâta kâfir dememize mâni. Onun dilinden küfrü icap eden bir söz çıkmışsa, yahut o mü’min, imandan kaynaklanmayan ve ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yâni o adamın küfür niyetiyle, islâm’ı inkâr kasdıyla bunları yaptığını kesinlikle bilmedikçe onu tekfir edemeyiz; kendisine kâfir diyemeyiz. “Sıfatın delâletinde şek var.” cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor. Yâni o yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın, onun kâfir olduğuna delil olması şüpheli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kat’i olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mü’min olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak, "ben mü’minim, Müslümanım" diyecektir. Buna göre imanın delâletinde yakîn var, kesinlik var, kat’iyet var. Ama küfrün varlığında şek, yâni şüphe var, zan var, tahmin var. Biz yakîni, şek ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.
El-Ezherî’nin “Kur’an’a mahlûk diyen kimseye kâfir denilebilir mi?” sorusuna verdiği şu cevap çok harikadır:
– Söylediği şey küfürdür!..
Soru kendisine üç defa tekrar edilir. Hep aynı cevabı verir ve sonunda şöyle buyurur:
– Bazen Müslümanın ağzından küfür çıkabilir.
Yine Nur Külliyatı'ndan “Münazarat”ın teşhis ve tedavi ettiği bir yaramıza da bu vesileyle parmak basalım.
Dış siyaset konusunda Müslümanlar arasında görüş ayrılığı olabiliyor. Bu gayet normaldir. Fikir hürriyeti içerisinde anlayışla karşılanmalıdır. Ama bazen, bu tip tartışmalarda ölçü kaçıyor. Adam, fikren mağlûp düştüğünü hisseder etmez, muhatabını hemen tekfire yelteniyor. “Sen bu görüşünle Hristiyanları desteklemiş oldun ve küfre girdin.” diyebiliyor. Bu yanlışını düzeltmeye kalktığınızda sesinin tonunu iyiden iyiye yükseltiyor ve emin bir eda ile Kur’an-ı Kerim’de, “Yahudileri ve Nasranîleri dost edinmeyin.” buyurulmuyor mu? Diye size çıkışıyor. Bu büyük yanlışın, bu dehşetli hastalığın ve mesuliyeti çok büyük ithamın reçetesi şu birkaç cümlede mevcut:
“Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile, Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam, zâtı için sevilmez. Belki muhabbet sıfat ve san’atı içindir.”
Demek ki âyet-i kerime Yahudiliğe ve Hristiyanlığa muhabbet etmeyi yasaklıyor. Meselâ, Hristiyan bir devleti Hristiyanlığı sebebiyle sevmek, bu âyetin yasağına giriyor. O devletin sanatını, teknolojisini beğenmek, takdir etmek bu yasağın dışında.
Yukarıda naklettiğimiz ifadeler şöyle son buluyor: “Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.” Yâni, bir Müslüman’ın Ehl-i kitaptan, meselâ Hristiyan bir hanımı olsa, onu hanımı olduğu için sevecek, ama onun Hristiyanlığına muhabbet etmeyecektir. İşte bu ince ölçüden mahrumiyet bize çok pahalıya mâl oluyor...
Yeri gelmişken yanlış değerlendirilen bir hadis-i şeriften de söz etmek isterim. Resûlûllah Efendimizin (asm.) bir hadis-i şerifinde münafığın alâmetlerini şöyle sıralar:
“Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünü tutmaz. Kendine itimat edilince ihanet eder.”
Bu hadis-i şerifte büyük bir terbiye metodu saklı. Bu hadisi yanlış değerlendirenler de dahil olmak üzere, her Müslüman çok iyi bilir ki, “yalan söylemek”, “sözünde durmamak”, “emanete hıyanet etmek” insanı kâfir etmez. Yine hepimiz biliriz ki, münafık kâfirden daha alçaktır. Çünkü, münafık gerçekte kâfir olduğu halde, küfrünü gizleyen, Müslüman görünen kimsedir. Bu adam İslâm’ın gizli düşmanıdır ve açık düşmandan daha tehlikelidir. Sizi ne zaman ve nasıl vuracağı bilinmez.
Şimdi, yalan söyleyen bir Müslüman’ın böyle hâin bir kâfirden daha aşağı olduğunu söylemek mümkün mü? Elbette ki hayır! O halde hadis-i şerifteki inceliği şöyle anlayacağız. Resûlûllah Efendimiz (asm) bu sözüyle müminlere ihtar ediyor: “Sakın şu günahlara yaklaşmayınız! Çünkü onlar kâfirden daha alçak olan münafığın sıfatlarıdır.” Bu fevkalâde tesirli bir ikaz, bir sakındırma metodu. Bu inceliği sezmeyerek, söz konusu günahları işleyen bir mü’mini nifaka girmekle itham etmek, tekfir gibi büyük bir cinayet, büyük bir vebal, büyük bir cehalet ve dehşetli bir suizan...
Çocukluğumuzda çok dinlediğimiz bir fıkra var. Mü’minleri tekfir etmeye can atanların psikolojisini çok güzel ifade eder:
"Bir adama lâkap takmışlar “ördek” diye. İsmini vermez, onu böylece çağırırlarmış. Bir gün birisi, lâf arasında “Bugün hava bulutlu.” demiş. Adam “Sen bana niçin ördek dedin, bunu nasıl yaparsın.” diye başlamış hakaretler yağdırmaya. Beriki neye uğradığını şaşırmış ve nâzikane sormuş, “Kardeşim ben sana ne zaman ‘ördek’ dedim?” Aldığı cevap şu olmuş: “Hava bulutlu oldu mu yağmur yağar; yağmur yağdı mı su göllenir; gölde de ördekler yüzer.”
Maalesef bugün, günahkâr müminlerin her sözünü ve her hareketini bin bir bahane ile küfre yoran insanlara çokça rastlıyoruz. Âlimlerimiz, âriflerimiz, önderlerimiz böyle mi yapıyorlardı!?.. İşte size lâfızları bile birbirine çok benzeyen iki ifade; belli ki aynı çeşmeden içmiş, aynı terbiyeden geçmişler:
“Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır. Onu tekfir etmez.” (Bediüzzaman)
“Bir Müslümanın sözünü, zayıf bir rivayet dahi olsa mümkün olduğu kadar iyiye yormak gerekir.” (Gümüşhanevî)
Bugün top yekûn islâm âlemi, bilgili, fâzıl, mütevazı, herkesin derdine derman olmaya koşan, günahkârlara bir şefkatli baba gibi üzülen gayretli Müslüman tipine son derece muhtaç...
Câhil, çığırtkan, ıslah nedir bilmeyen, hastaya sövmeyi tedavi sanan, sevimsiz, muhakemesiz, şefkatsiz, hırçın ve eline fırsat geçse güya hak namına nice zulümler işlemeye hazır, slogan makinesi, anarşist tipler İslâm’ı temsil edemezler...
Bizim vazifemiz, evvelâ nefsimizi birinci gruba sokmağa çabalamak, başkalarının da böyle olmalarına gayret göstermek; diğer gruba bilmeyerek düşen kardeşlerimizin de kurtuluşlarına dua etmektir. Bu noktada şu hadis-i şerif bütün mü’minler için ne büyük bir irşaddır!..
Ebu hureyre (r.a.) anlatıyor. Rasûlullah’a (a.s.m.),
– Ey Allah’ın Resûlü! Müşriklere beddua et, onları lânetle, denilmişti. Şu cevabı verdi:
– Ben rahmet olarak gönderildim, lânetleyici olarak değil!..
67
DNA kopyalanırken hatalar oluşur ve enzimlerce düzeltilir. Eğer düzeltilecekse, Allah hata yapmasına neden izin veriyor?
Allah canlı sistemleri yaratırken, ölebilir, hastalanabilir bir mekanizmayı öngörmüştür. Bunun pek çok hikmetleri vardır. Bu hastalıkların olması için canlılarda bozulabilir bir sistemi öngörmüştür. Bozulabilen bir sistemin tamiri için de düzeltme mekanizmalarını devreye sokmuştur. Kainat baştan başa hareket ve sakinliği ile değişken ve değişmez prensipleriyle, karanlık ve aydınlığıyla, gece ve gündüzüyle, mevsimleriyle bir yazar- bozar tahtası gibi işlemler görmektedir. DNA sistemi de bunlardan farklı değildir.
Allah, kâinatı hareketli, değişken, tahrip ve tamire maruz bir biçimde yaratmakla, kendi varlığını, isim ve sıfatlarını nazara vermek, sonsuz ilim ve kudretinin her an devrede olduğunu göstermek istemiştir. Akan bir ırmağın güneş karşısına gelen damlacıklarının parlaması, güneşin varlığına delalet ettiği gibi, ışığın hizasından çıkanların sönmesi de güneşin varlığını gösterir. Bu manzarayı bir yazar-bozar tahtası gibi düşündüğümüzde, yazılması da bozulması güneşin varlığının göstergesi olduğunu görürüz. Çünkü, eğer bu akan su damlalarının gösterdiği parıltının kaynağı güneş olduğu kabul edilmezse, bu takdirde her damla suda gerçek bir güneşin bulunduğunu kabul etmekle gerekir ki, bu bir safsatadır.
İşte bunun gibi, bu kâinatı yaratmakla kendini tanıtmak isteyen yaratıcı, özellikle canlılarda tahrip ve tamir mekanizmalarını yaratarak işin arka planındaki sonsuz ilim, hikmet ve kudretini göstermek istemiştir. Örneğin, bir insan hayat kazanmakla Allah’ın Muhyi ismine, ölmekle de onun Mümit ismine şahitlik eder. Bir DNA’nın tahribinden sonra tamir edilmesi, onun sonsuz ilim, hikmet ve kudreti yanında Şafi ismine de şahadet etmektedir.
Hülasa mevcut mekanizmalar, hikmet açısından birer perdedir; asıl iş yapan ilahi kudrettir. Binbir çeşidiyle canlıların bünyelerini tamir eden gıdaların varlığı, kâinatı yaratan ile canlıların bünyesini yaratan aynı kudret olduğunu gösterir. Demek ki her şey lisanıhâliyle Allah diyor, onu hamd ile tesbih ediyor.
İnsanların bir tek Âdem ve Havva’dan yartılması, bir yandan birliğiyle Allah’ın vahdaniyetine işaret eder, bir yandan da insanlık camiasını sosyal çalkantılardan korumaya yönelik bir tedbir olabilir. Çünkü, fiilin birliği failin birliğini gösterir. İnsanlık ailesinin birliği ise, sosyal hayatta pek çok ırkçılığa dayalı çalkantıları önlemiştir. Bugün aynı Âdem ve Havva’dan gelmiş olmalarına rağmen, insanlar kabilecilik, bölgecilik, dilcilik üzerinde ırkçılık yapabiliyorlar. Şayet ayrı Âdemlerin çocukları olsalardı, insanlar canavar gibi birbirini yerdi.
Hülasa: İlahi hikmet, insanlık ailesinin birlikteliği gibi bazı sebeplerden dolayı, tek bir anne-babadan gelmeyi tercih etmiş olduğu için, ilk zamanlarda kardeşlerin evlenmesine izin verilmiştir. Kaldı ki, daha sonra kardeşlerin evliliğini Allah yasakladığı için çirkin görülmüştür. Yasaklanmadan önce böyle bir çirkinlik algısı da yoktu. Nitekim, bazı şeriatlarda yasak olan bazı şeyler diğer bazılarında yasak değidlir. Örneğin Yahudi şeriatında SEBT gününde avlanmak yasaktır ve bu onlarca pek çirkin bir algıyı da beraberinde getirmiştir. Hristiyan ve İslam şariatında böyle bir yasak olmadığı için, bu din mensupları için böyle çirkin bir algı da yoktur.
Son söz olarak şunu kaydedelim ki, sorunumuz Allah’ı gereği gibi tanımamaktan kaynaklanıyor. Gözümüz önünde olan bu harika evreni yaratan Allah’ın sonsuz bir ilim, hikmet ve kudret sahibi olduğu gün gibi ortadadır. Buna rağmen, kendi cehaletimizi Allah’ın sonsuz ilmiyle yarıştırmaya kalkışmak ayrı bir cehaletin göstergesidir. Evet, bazı şeylerin hikmetini öğrenmeye çalışmak insan olarak hakkımızdır. Ancak, hikmetini bilmediğimiz hususları Allah’ın aleyhine fatura etmeye kalkmak, telafisi mümkün olmayan zararlara davetiye çıkarmak anlamına gelir. Bu iki şey arasında farkı fark edelim inşaallah!..
68
Teveccüh-ü nâs denilen gösteriş hastalığından nasıl kurtulabiliriz; çizgiyi nasıl koruyabiliriz?
Teveccüh-ü nas: İnsanlardan şahsa gelen iltifatlar, tebrikler ve yönelişlerdir. Bu anlamdaki teveccüh her ne şekilde olursa olsun doğru değildir. Hem kişinin manevi hayatına hem de yapacağı hizmete zarardır. Şöhret denen zehirli balı netice veren bir tuzaktır.
Teveccüh-ü nâs, kulların sevgisine, alkışına, takdirine kapılıp, dünyaya geliş gayesinden sapma hastalığıdır. Bu hastalığı tutulanlar kendileri gibi zavallı bir başka insandan medet bekleme gafletine düşerler.
Teveccüh-ü nâs, riyanın davetçisi, rızaya giden yolun da en büyük engelidir; toplumun esiri olmak, onların ayıplamasını günahtan önde tutmak, onların beğenmesini meleklerin teveccühüne tercih etmektir.
Herkesin kendi derdini tek olarak çektiği kabir âlemini, kimsenin kimseye dönüp bakamayacağı mahşer meydanını ve Allah’ın izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceği hesap gününü hatırlayan insanlar, bu hastalığa yakalanmazlar.
“Allah, müminlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabili satın aldı.” (Tevbe, 9/111)
ayetine kulak verir ve kendilerini insanların teveccühüne değil “İnsanların Rabbi”nin rızasına adarlar; nefis ve mallarını Allah’a satarlar.
Şu var ki, “Allah için sevmek” gibi, “Allah için sevilmek” de meşru ve güzeldir. Her mümin ister ki, Allah’ın mümin kulları onu sevsinler. Bu arzu nefsanî değil rahmanîdir ve teveccüh-ü nâs hastalığına girmez.
Diğer taraftan, insanların ilgi ve alakası istenilmez; ancak Allah tarafından verilebilir. Allah tarafından verilse de bununla övünülmez, yani bak herkes bana ilgi ve alaka duyuyor, diye övünç ve kibir yapılmaz. Şayet Allah tarafından verilen bu ilgi ve alaka, kişiyi şımartıp övünmeye sevk ediyor ise, bu kişide samimiyet ve ihlas kayboluyor demektir, yani şımarmaya başlıyor anlamına gelir.
Bu anlamda insanların ilgi ve alaka göstermesi; bir ödül ya da mükafat değil, tam aksine bir ceza ve mücazattır. Zira günahlar içinde en büyük günah gösteriş ve kişinin kendi ile kibirlenip övünmesidir. Bu da insan için hayır değil şer getirir. Allah, gösteriş ve kibir ehlini sevmediği gibi, cehennemle de cezalandırır. Öyle ise insanların Allah için olmayan ilgi ve alaka göstermesine sevinmekten ziyade üzülmek gerekir.
Günümüzdeki birçok insanı yoldan çıkarıp şöhretin kölesi haline getiren şey, Allah için olmayan bu ilgi ve alakalardır. Bazılarının hayatı tamamen gösteriş ve riya üstüne bina olmuştur. Bu gibi zavallılar hiçbir zaman doğal ve samimi olamazlar. Her hal ve tavırları yapmacık ve gösteriş içindedir. Adeta yürüyen mücessem bir riya gibidirler. Allah bizleri ve tüm inananları bu gibi hallerden korusun.
Halbuki ihlas ile Allah’ın bir lema teveccühünü kazansak, bu bize ahiret hayatının her aşamasında faydalı ve menfaatli olacaktır.
Esasen, kainata sanatkarı adına baktığımızda, her bir varlık çok cihetlerle Allah'tan bahsediyor. Selimiye Camiine bakan nasıl ki Mimar Sinan'ı hatırlıyor ve onu düşünüyor. Mahlukata tahkiki bir nazarla bakan her mümin de doğrudan doğruya Allah'ın varlığına birliğine intikal eder. Sonsuz ilmini, iradesini, kudretini her masnuatında müşahede eder.
Allah'ı her yerde hazır nazır görür. Her an ve her yerde Allah'ın hazır olduğunu idrak eden bir kimse elbette her durumda ona sığınır ve ondan medet ister. O varken ve yanındayken başkasına bakmak ve meded istemek bir padişahın huzurundayken hizmetçisinden yardım istemek gibi saygısızlık olur. İlmen bunu anlamak kolay gibi görünse de, hayatın bir parçası haline getirip yaşamak elbette kolay değildir.
Bununla beraber, Allah’ın insanlar üstünde sayısız nimetleri vardır. Bu nimetleri insan kendinden bilirse gurur ve kibir olur; eğer bu nimetleri inkar edip gizlerse, bu da Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük olur ki, her iki durum da manevi bir hastalıktır. Yani insanın, üstünde görünen nimetleri kendinden bilmesi nasıl caiz değilse, aynı şekilde o nimetleri yok sayıp inkar etmesi de caiz değildir.
Bu yüzden tahdis-i nimet dediğimiz, nimeti Allah’tan bilip, bu nimeti üzerinde göstermek ve ilan etmek yolunu takip etmeliyiz. Tevazuyu bu çerçevede anlamak gerekir. Tevazu aslında nimeti haktan bilmek ve bu nimetleri Allah’ın ihsanı olarak anlatmaktır:
“Ve Rabbinin nimetine gelince, artık (onu şükranla) anlat!” (Duha, 93/11)
69
İslam dinine ve Kur'an-ı Kerim'e, -gerçekten hak din olup olmadığını anlamak için- tarafsız gözle bakmakta bir sakınca var mıdır?
Bitarafane muhakeme; kelime olarak bir şeyi tarafsız bir açıdan düşünmek ve değerlenmek, anlamındadır. Şeytan, "Kur’an’ı Allah kelamı olarak değil de tarafsız olmak için; ne beşer kelamı olarak ne de Allah kelamı olarak değerlendir ve öyle bak, o zaman Kur’an'da var dediğin o yüksek meziyetler ve üstün beyan gücü kalacak mı?" diyerek insanları dalalete sürüklüyor.
Bediüzzaman Said Nursi,
"Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin (şeytanın), hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir."(bk. Sözler, On Beşinci Söz'ün Zeyli)
diyerek, şeytanın bu ince hilesine karşı, Kur’an’a tarafsız bir açıdan bakılamayacağını, tarafsız bakışın zımni olarak karşı görüşü kabul manasına geldiğini ifade etmekle, şeytanın bu ince hilesini deşifre ediyor.
Kur’an; ancak Allah tarafından, yani O'nun kelamı nazarı ile bakılırsa, meziyet ve harikaları görünür. Yoksa tarafsız ya da beşer kelamı nazarı ile bakmak o harika nurları söndürür ve uçurur. O zaman objektiflik ve tarafsızlık yapıyorum diyen adam, dinsizliğe sürüklenir ve karanlık içinde boğulur, gider. Çokları bu tarafsız bakış aldatmacası ile imanlarını kaybediyor.
Öncelikle Bediüzzamanın şu tespitini nazara almamız gerekiyor: Bu konuda “bîtarâfâne muhakeme ise; taraf-ı muhalifi iltizâmdır, bîtaraflık değildir.”
Böyle bir muhakeme, tarafsızlık adına da olsa, Kur’ana bir an için beşer kelamı olarak bakmak demektir ki, yine Üstadın ifadesiyle “Muvakkat bir dinsizliktir.”
Kur’an Allah kelamıdır. Önce bunun kabul edilmesi, ona böylece iman edilmesi, daha sonra Kur’an hakkındaki sorulara ve ortaya atılan iddialara Kur’an cephesinde durarak cevap verilmesi gerekir.
Tarafsız muhakeme adına, cepheyi terk ederek, Kur’an'a beşer kelamı diyenlerin safına geçmek ve Kur’an'a oradan bakmak ondaki ulvî hakikatlerin gizlenmesini netice verir.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Kur'an'ın mucizelik yönleri kırk tanedir deniliyor; bunu nasıl anlamak gerekir?
70
İçki içen, ailesine kötü muamele eden ve namaz kılan bir kocaya karşı nasıl davranmak gerekir?
Bu durumda sabredip kocanızın ıslahına çalışmanız faziletli olanıdır. Ancak mahkemeye baş vurup boşanma talep etmeniz de günah değildir. Sabretmek her zaman daha hayırlıdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Aile içerisindeki tartışmalarda kadın ve erkek nasıl davranmalıdır?
- Kadının aile içerisindeki sorumlulukları ve kocasına karşı görevleri nelerdir?
- Kadının Dövülmesi
71
İmam Suyuti, Ebu Talib’in iman ettiği konusunda kitap yazmış mıdır?
- Soruda işaret edilen ve internette de yer verilen ilgili kaynaklara ulaşamadık.
- Ancak, Suyutî, “el-Havî lil-Fetavî” adlı eserinde bildirdiğine göre, onun -soruda söz konusu edilen- kitabı Ebu Talib ile ilgili değil, Hz. Peygamber (asm)'in anne-babasıyla alakalıdır. Nitekim kendisi “el-Havi”de, Ebu Talib’in cehennemde olduğuna dair hadisler doğrultusunda görüş beyan ettiği görülmektedir. (bk. el-Havi, 2/245-255)
Hz. Peygamber (asm)'in anne-babasıyla ilgili bazı hadislerden söz ettikten sonra “bu konuda özel bir eser yazdım” (el-Havi, 2/278) demesi de bu söylediklerimizi desteklemektedir.
- Kurtubî, et-Tezkire (s.17)’de “Ebu Talib’in ölümünden sonra diriltilip iman ettiğini duydum.” demiştir.
- İbn Kesir, Kurtubî’nin bu sözlerine yer verir, ancak “şayet bu bilgiler sahih ise...” demek suretiyle, rivayetlerin sıhhati konusunda tereddüdünü belirtir. (bk. İbn Kesir, Tevbe:113-114. ayetlerin tefsiri, 4/223)
- Kurtubî’nin bu ifadesi normal bir hadis rivayetinin taşıması gereken şartları taşımamaktadır. Önce zikredilen bir senet yoktur. Sonra “Ben duydum.” demek, “Bu konuda duyumlarım var.” demektir. Bu tür hakikatler, böyle duyumlara havale edilmez.
- Bu konuda yapılan tahlillerde bu gibi rivayetlerin sahih olmadığı ve hiçbir sahih kaynakta bulunmadığı belirtilmiştir. Özellikle bunlar sahih hadis kaynaklarında yer alan rivayetlere tamamen terstir.
Nitekim, Hz. Abbas’ın Resulullah’a: “Amcan (Ebu Talib) için ne yaptın? Vallahi o seni hep koruyor ve senin için (halkına) kızıyordu.” şeklinde bir soru sorduğu ve cevap olarak da Hz. Peygamber (asm)'in şöyle buyurduğu nakledilir:
“O (şu anda) ateşin topuklarına kadar geldiği bir yerde bulunuyor. Eğer benden olmasaydı, ateşin / cehennemin en aşağı derekesinde olurdu.” (Buhari, Menakıbu’l-Ensar, 40; Müslim, İman, 358)
- Bu konudaki Ehl-i sünnetin görüşü, Ebu Talib’in iman etmeden kafir olarak öldüğü yönündedir. Şia ise onun iman ettiğini kabul ediyorlar.
Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadelerinde de bu iki grubun görüşlerine işaret edilmiştir:
“Diyorsunuz ki: Amcası Ebu Talib'in imanı hakkında esahh nedir?
"Elcevab: Ehl-i Teşeyyu' / Şia, imanına kail (onun imanla öldüğünü söylerler); Ehl-i Sünnet'in ekserisi, imanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki:
"Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaletini değil; şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir."
"Evet ciddî bir surette Cenab-ı Hakk'ın Habib-i Ekrem'ini sevmiş ve himaye etmiş ve tarafdarlık göstermiş olan Ebu Talib'in; inkâra ve inada değil, belki hicab(utanmak; bu “Kureyş kadınları: “Ebu Talib ölüm korkusndan iman etti demelerinden çekinmeseydim/utanmasaydım, iman ederdim” şeklindeki rivayetlere işarettir) ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makbul bir iman getirmemesi üzerine Cehennem'e gitse de; yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet'i, onun hasenatına mükâfaten halkedebilir. Kışta bazı yerde baharı halkettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennem'i, hususî bir nevi Cennet'e çevirebilir…” (Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, s. 387)
72
İlham, insan iradesini yok eder mi?
Prensip olarak aklımız ve kalbimizi özgür irademizle kullanarak gerçeklere ulaşırız. Bir şeyi idrak etme mekanizması olan akıl, zeka, feraset gibi kabiliyetler, Allah tarafından insanlara lütfedilmiş ki, onların rehberliğinde hakikatin rotasından ayrılmasın.
Ancak, bu yapımızdaki var olan rehberlerimiz her şeyi hakkıyla kavrama imkânına sahip olmadıkları için, bunları eğiten ilahi vahiyler devreye sokulmuştur. Bizim rehberimiz olan akıl, vahyin rehberliğinde tahsil ve talim gördüğü zaman, sırat-ı müstakim denilen dosdoğru yolu takip edebilir. İşte ilham da “akla vahyin hakikatlerini hatırlatan bir kuvvet" olarak insanın yardımına gönderilir ki, pusulayı şaşırmadan yol alabilsin.
Bundan anlaşılıyor ki, ilham insanın iradesini devreden çıkarmaz, sadece o iradeye lojistik yardım sağlar. Ayrıca, insan her zaman ilhamla hareket eder, diye bir kural yoktur. Çünkü hareket etmesi için akıl, düşünce mekanizması zaten bir rehber olarak verilmiştir.
İlhamların dereceleri çok farklıdır. En küçüğü, en basiti, hayvanların ilhamıdır. Sonra, genel halk kesiminin ilhamı gelir. Sonra, genel olarak meleklerin ilhamı gelir. Sonra, evliyanın ilhamı, sonra, büyük meleklerin ilhamı gelir. (bk. Nursi, Sözler, s. 134)
İnsanların yararına olan bal yapma sanatı arıya ilham edildiği gibi, teknoloji sanatı da insanlara yararlı olsun diye bazılarına ilham edilmiştir.
Bize düşen, iyi bir işte muvaffak olduğumuz zaman, bunun Allah tarafından lütfedildiğini, ilham edildiğini düşünüp şükretmek ve aklımızı ön plana çıkarıp da şımarmamaktır. Yoksa biz, “ilham geldi mi, gelmedi mi” deyip bekleyerek bir yere varamayız. Yani görevimiz, iman şuuruyla eğitilmiş aklımızın rehberliğinde, özgür irademizi kullanarak rotamızı tayin etmeye gayret etmek ve bu konuda muvaffakiyeti de Allah’tan beklemektir. Yoksa biz, neyin ilham neyin ilham olmadığını bilmekle yükümlü değiliz.
73
Bazı insanlar neden zor olan dalalet yolunu seçer?
- Hidayet yolu akla, vicdana kolaydır, fakat nefs-i emmareye, kör hissiyata, kuvve-i şeheviye ve gazabiyeye çok ağırdır.
Aklını, kalbini ve vicdanını danışman olarak kabul edenler, onların dalaletteki tahammül edilemez ağır acılarını, mantık çelişkilerini, idam olup yok olma düşüncesinin ne kadar ağır bir hezeyan olduğunu görüp tiksinirler. Ayrıca iman şuuruyla uhrevi ceza ve mükâfatı da buna ekledikleri zaman, her türlü zahmetli kulluk görevini ifa etmekten büyük bir haz duymaya başlarlar.
- Dalalet yolu ise, akla, vidana ve kalbe çok ağırdır fakat, nefs-i emmareye, kör hissiyata, kuvve-i şeheviye ve gazabiyeye çok kolaydır.
Nefs-i emmarenin esiri olmuş insanların dalalet yolunu tercih etmelerinin sebebi budur. Yani peşin lezzete müptela olan nefs-i emmareye hizmetkarlık etmek, nefsin hoşuna gider, lezzet alır. Bu nefsin sahibi de bu Leyla’nın arkasına takıldığı için Mecnun gibi en ağır bir yol olan dalaletten bile zevk almaya başlar.
- Demek ki, dalalet yolu insanın fıtratına ters olduğu için gerçek manada tahammülü çok zor bir yoldur. Hidayet yolu ise, insanın fıtratına uygun ve barışık bir yol olduğundan bu yolda en ağır işler dahi kolaydır.
- Bediüzzaman Hazretlerinin şu açıklamaları konuya netlik kazandırmaktadır:
“Sual: Sâbık işaretlerde isbat ettiniz ki: Dalalet yolu, kolay ve tahrib ve tecavüz olduğu için, çoklar o yola sülûk ediyorlar. Halbuki sair risalelerde kat'î deliller ile isbat etmişsiniz ki: Küfür ve dalalet yolu o kadar müşkilâtlı ve suubetlidir ki, hiç kimse ona girmemek gerekti ve kabil-i sülûk değil. Ve iman ve hidayet yolu o kadar kolay ve zahirdir ki, herkes ona girmeli idi?.."
"ELCEVAB: Küfür ve dalalet iki kısımdır. Bir kısmı amelî ve fer'î olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalalet kolaydır. Hakkı kabul etmemektir, bir terktir, bir ademdir, bir adem-i kabuldür. İşte bu kısımdır ki, risalelerde kolay gösterilmiş."
"İkinci kısım ise, amelî ve fer'î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür. Yalnız imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise, bâtılı kabuldür, hakkın aksini isbattır. Bu kısım, imanın yalnız nefyi ve nakîzi değil, imanın zıddıdır. Adem-i kabul değil ki kolay olsun, belki kabul-ü ademdir. Ve o ademi isbat etmekle kabul edilebilir. اَلْعَدَمُ لاَ يُثْبَتُ (Yokluk ispat edilemez) kaidesiyle: Ademin isbatı elbette kolay değildir. İşte sair risalelerde imtina derecesinde suubetli ve müşkilâtlı gösterilen küfür ve dalalet bu kısımdır ki, zerre mikdar şuuru bulunan, bu yola sâlik olmamak lâzımdır. Hem bu yol, risalelerde kat'î isbat edildiği gibi o kadar dehşetli elemleri var ve boğucu karanlıkları var ki; zerre mikdar aklı bulunan, o yola talib olmaz.” (bk. Lem'alar, s. 78)
74
İnanmayan biri için, dinini kastetmeden, "iyi" bir insan diyebilir miyiz?
Küfür kelimesi günlük dilimizde "sövmek" manasında kullanılıyor. Sorudaki "küfür" kelimesi ise bir dinî terim olarak "dinden çıkmak, kafir olmak" anlamında.
Bir kimse şuurlu olarak dinden çıkmaya, kafir olmaya karar verirse "buna delalet eden bir sözü söylesin söylemesin" dinden çıkmış olur.
Zihin ve kalp olarak imanında sebat ettiği, dinine bağlı olduğu halde meşru bir sebeple "normal durumlarda kişinin dinden çıktığını ifade eden" bir söz söylemekle kafir olunmaz. Böyle bir mazeret olmadığı (zaruret bulunmadığı) halde küfrü gerektiren bir söz söyleyen de -imanı sağlam olmak şartıyla- dinden çıkmaz, ama büyük bir günah işlemiş olur.
Soruların kısa cevaplarına gelelim:
Soru 1: İnanmayan biri için, dinini kastetmeden, "iyi bir insan" diyebilir miyiz?
Cevap: İnanmayan kimselerde de dine ve evrensel değerlere göre iyi olan vasıflar, davranışlar bulunabilir ve bunlara iyi demek gerekir.
Soru 2: Kadınların tek başına seyahat etmesi haram olduğu halde, böyle tatil yapmış bir kadının tatiline iyi diyebilir miyiz?
Cevap: Kadınlar, yolda ve yolculukta can, mal, namus... güvenliği bulunduğu takdirde gerekli yolculukları, yanlarında mahremleri bulunmadan da yapabilirler. Ancak bir kadının veya kızın tek başına, yabancılar arasında tatil yapması bizim dinimize, kültürümüze ve geleneğimize sığmaz.
Soru 3: Bilhassa kıyaslamalarda sorun oluyor. Haram bir şeyi helal bir şeyle kıyaslarken, "Helal olanı yaparsan iyi olur." demek küfür olur mu; çünkü böyle deyince haram olanı iyi kabul etmiş oluyoruz?
Cevap: Bu sözü, haram olana iyi demeden, böyle bir anlayışa yol açmadan da söylemek mümkündür.
Bir Müslüman, "aksi halde beni sevmiyorlar" diye; yani inanmayanlar tarafından sevilmek için dine ve ahlaka aykırı söz söyleyemez; sevilme arzusu mazeret/zaruret değildir.
İnsanlıktan ve medeniyetten nasibi olanlar, inancı farklı olanlara saygı gösterirler...