EHL-İ SÜNNET VE`L-CEMAAT KİMDİR EHL-İ SÜNNET VE`L- CEMAAT OLMAYAN BİR KİMSE MÜSLÜMAN SAYILIR MI?

Asr-ı saadette herhangi bir problem ortaya çıktığı zaman ihtilafa yol açmadan kolayca halledilirdi. Çünkü Peygamber (sav) en az günde beş defa müslümanlarla bir araya gelip onlarla birlikte karşılaştıkları problemleri gözden geçiriyordu. Peygamberi aşan bir mesele ortaya çıktığı zaman hakkında vahy-i ilahi nazıl olup onu açıklıyordu. Peygamber (sav), şrtşhal ettiğinde tabii olarak Kur`an-ı Kerim ile Peygamber (sav)`in sünneti her şeyi açıkça belirtmediğinden, birçok meselelerde ihtilaf başgösterdi. Bu sebeple ibadet ve hukuk alanında mezhepler oluştuğu gibi inanç sahasında da fırkalar meydana geldi. İnanç sahasındaki fırkalar; Mu`tezile, Şia, Havarıç, Neccariye, Müşebbihe, Mürcie, Cebriye ve Ehl-i Sünnet olmak üzere sekiz sınıfa ayrılmıştır.

Ehl-i kıble tekfir edilemez yani kafir denilemez.

Bir Müslümana küfür isnadında bulunmak kelam kitaplarımızda “tekfir” başlığı altında işlenmektedir. Tekfir, bir kimseyi küfürle suçlamak, onun İslâmın dışında olduğu kanaatine varmaktır.

İmam Gazali bu hükmü şöyle ifade eder: “Bir kimseyi tekfir etmenin mânâsı, o kimsenin öldürülmesinin mübah olmasına ve âhirette ebedî olarak Cehennemde kalacağına hükmedilmesi demektir.”1

Bir başka ifadesinde, “Tekfir edilenin malının alınması, kanının dökülmesi, Cehennemde ebedî kalmasına hükmedilmesi demek olup, hukukî neticeleri doğuran dinî bir hükümdür. Diğer dinî hükümler gibi, bu da bazan kesin, bazan zan ile bilinir. Bir insanın küfre girmesinde tereddüt varsa, küfürle itham etmeyip sükût etmek gerekir.”2

Bir önceki makalede söz edildiği gibi, bu hususta İslâmın ve Kur’ân’ın büyük caddesinden ayrılan ve dalâlete sapan Haricîler, büyük günahları işleyenlerin kâfir olacaklarını söylerler.

Bu âyeti ilk defa Haricîlerin delil olarak getirdiklerini de biliyoruz. Oysa buradaki “hükmetmemek” “tasdik etmemek” mânâsındadır. Bütün müfessirler bu hususta görüş birliği içindedir.

Yine sapık bir cereyan olan Mu’tezile de bu görüşü desteklemiş ve Ehl-i Sünnetten ayrılmışlardır. Halbuki Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat imamları bu hususta Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflere dayanmakta ve bilhassa tekfirden sakınmayı prensip kabul etmektedir. Ehl-i Sünnetin delillerinin bir kısmı şöyledir:

Cenâb-ı Hak, “Size selâm verenlere sen Müslüman değilsin demeyin”3 buyurarak bir İslâm âdeti olan selâmı dahi verenlerin tekfirine kalkışmamayı emrederken, Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) imanın esasından üç şeyi sayarken “Lâilâhe illallah diyenleri küfürle itham etmemek” şeklinde buyurarak Kelime-i Şehadeti getirenlerin tekfir edilmemesi hususunda ümmetini ikaz etmektedir.

Taberanî’nin rivâyetinde ise Peygamberimiz (a.s.m.) “Lâilahe illallah diyen kimseleri tekfir etmeyin. Böyle bir kimseyi tekfir edenler bilsinler ki onlar, küfre itham edilenden daha yakındır”4 buyurmaktadır.

Abdullah bin Cabir’e (r.a.) “Ehl-i kıble tekfir edilir mi?” diye sorulduğunda, “Ehl-i kıbleyi [müminleri> tekfir etmekten Allah’a sığınırım” demiştir.5

Bunun için mü’min tekfirden Allah’a sığınmalıdır. Çünkü küfürle itham başka bir şeye benzemez. Ya itham edilen veya söyleyen mutlaka bu sıfatı alır.

Nitekim Resulullah Efendimiz, Ebu Zerr’in rivâ-yet ettiği bir hadis-i şerifte, “Kimse kimseyi fasıklıkla itham etmesin. Buna hakkı yoktur. Aynı şekilde küfürle de itham etmesin. Şayet küfür ithamında bulunur da, itham edilen böyle bir sıfatın sahibi değilse, bu sıfat muhakkak itham eden kimseye döner”6 buyurmaktadır.

Bu sebeple bazı müçtehidler tekfir edenlerin, yani başkasını küfürle itham edenlerin İslâmın dışında olduklarına bu hadis ve âyet-i kerimelere dayanarak hükmetmişlerdir. Fakat Ehl-i Sünnet imam ve müçtehidlerinin ekserisi kendilerinden başka Müslümanları te’villi yollarla dilleri ile tekfir ederek, tekfir ettiği kimsenin küfrüne kalben kani değilse, o itham eden kimseyi tekfir etmemişlerdir. “Günahkârdır” demişlerdir. 7

Başkasını küfürle itham etmeye çabuk cür’et edilmemesine dikkati çeken Bediüzzaman, birisini lânetle-menin ve tekfir etmenin salih amellerden sayılmayacağını belirtmektedir: “Madem zemmetmemek (kötülememek) ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-i şer’î var. Zem ve tekfir eğer haksız olsa büyük zararı var. Eğer haklı ise hiç hayır ve sevab yok. Çünkü zemme ve tekfire müstahak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-i şer’î yok.”8

Hayatında o kadar zulüm ve işkencelere maruz bırakıldığı halde belli şahıslara küfür isnat etme hususunda titiz davranan; bunun yerine İslâmın aleyhinde çalışan komitelere “zındık, dinsiz” kelimelerini kullanan Bediüzzaman, bu nâzik meseleyi dört madde halinde şöyle ifade etmektedir.

“Evvelen: Ben fıtratımda, ziyade şefkat itibariyle, eskiden beri sair âlimlere nisbeten mümkün olduğu kadar tekfirden çekindiğimi beni tanıyan bilir.

“Saniyen: Mezheb-i Hanefide çok maddelere küfür denildiği halde, Mezheb-i Şafiîde, o günahlara küfür denmez. Günah-ı kebire denilir. Eğer sarih küfrü görse, o vakit hüküm eder. Ben Şafiî iken, yine te’vili mümkün olsa hüküm etmekten çekinirim. Çünkü, tekfir, bana çok ağır geliyor.

“Salisen: Benim sarfettiğim ‘zındık’ ve ‘dinsiz’ kelimelerini gizli ve şahsen tanımadığım ve kırk seneden beri, bu millete, iman ve İslâmiyet aleyhinde çalışmalarını bildiğim, kökü Avrupa'da bir komite efradına diyorum. Bana zulüm edenlerin çoğunu, masumların hatırı için hakkımı onlara helâl ediyorum. Yalnız bazan hiddet ettiğim vakit, ‘ehl-i da-lâlet’ derim. Yani herakâtında dalâlet ve zulme ve fıska düşer, yoksa küfre düşer, demek değildir.

“Rabian: Gayr-i muayyen (tanınmayan) şahısları ve isimleri zikredilmeyen insanlara dair, bazı fena sıfatlar için, ‘böyle yapan münafıktır veya dinsizliğe yardım eder veya kâfir olur’ denilse, hattâ gıybet dahi sayılmaz. Ve Kur’ân-ı Hakimde böyle müphem şahıslar hakkındaki şiddetli tabirat gibi bir tabir olduğu halde, savcı o tabiratı kendine ve muayyen şahıslara alsa, kendi kendini tekfir eder. Bana ilişmesi bütün bütün kanunsuzdur.”9

İlahî emir ve ikazları çok iyi bilen mü’minler dâimâ ihtiyatlı davranırlar. Böylesi hassas konularda tekfirden bilhassa sakınırlar.
Kendisini tekfir eden Haricîlerin kâfir olup olmadıklarını soranlara Hz. Ali’nin “Tekfirden sakınınız” şeklinde cevap vermesi güzel bir örnektir.

1.İslamda müsamaha,16.
2.A.g.e.,46.
3. Nisa Suresi, 94.
4.İsarü-l Hak, 434-35
5. A.g.e,
6.Buhari Edep:44
7.İsarü-l Hak, 448
8.Emirdağ lahikası,1 : 201
9. Necmeddin Şahiner Son Şahitler Bediüzzamanı Anlatıyor.

Ehl-i kıble kimdir?

Ehl-i Sünnet yahut ehl-i bid'atten olup kıbleye yönelerek namaz kılan bütün müslümanlara ehl-i kıble denilir. Ehl-i bid'at mezheplerinden bazısının diğer müslümanları tekfir etmesine rağmen, ehl-i sünnet'e, göre kim olursa olsun ehl-i kıbleden hiç kimse tekfir edilmez; onların arkasında namaz kılmamazlık edilmez; büyük günâh da işleseler onların cenaze namazı kılınır ve hayır dua edilir (İbn Mâce, Cenâiz, 31; Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, II, 32).

Kerrâmiye'de ehl-i kıble tâbiri ile, kelime-i şehâdet getiren herkes kastedilir. Ehl-i sünnet uleması ehl-i kıbleyi, "Kâbe'ye yönelerek namaz kılmanın farziyetini kabul edenler" diye târif etmiştir. Ali el-Kâfi (1014/1606) bunun için daha geniş bir tanım yaparak şöyle der: Ehl-i kıble zarûrât-ı diniye üzerinde ittifak eden kimselerdir" (Ali el-Karı, Şerhu'l-Fıkhı'l Ekber, 139). Ehl-i kıbleyi, ehl-i sünnet ve ehl-i bid'at şeklinde ikiye ayıran âlimler Mutezile, Şia, Kerrâmiye, Mücessime, Müşebbihe, Mürcie gibi bid'at mezheplerini de ehli kıbleden saymışlar; fakat açıkça İslâm'ın temel nasslarını değiştiren, bozan, reddeden Batınîlik, Gulât-ı Şia, Hâriciye, Cehmiye, Bahâiye, Kadıyânilik, Ahmedîlik, Nusayrilik, Dürzilik gibi fırka ve mezhepleri ehl-i dalâletten saymışlardır. Çünkü bunlar arasında meselâ Hâricî* Ezârika mezhebi gibi müslümanın kanını, malını, canını helâl sayarak birçok müslümanı katletmiş olanlar bulunmaktadır. İslâm da tekfiri, ayrılığı, bölük bölük fırkalara ayrılmayı, cedeli, te'vili, inanç esaslarının tartışılmasını ehl-i bid'at mezhepleri ortaya atmışlardır. Bunların içinde de, dalâlet ehli olanlar, hevâlarına uyanlar İslâm için en tehlikeli olanlardır.

Ehl-i Sünnet, namaz kılanların kim olursa olsunlar lânetlenmesini yasaklamıştır (Buhâri, Edep, 44). Ancak fâiz yiyenler, tefecilik yapanlar böyle değildir (Buhâri, Libas, 86; Müslim, müsâkat, 19). Ayrıca ashâbı kesinlikle hayırla yâd etmek hakkında icmâ vardır; ancak Hz. Hüseyin'i Kerbelâ'da feci bir şekilde aile efrâdıyla birlikte şehid eden Yezid'e lânet etmek bunun dışında tutulmuştur (Ahmed b. Hanbel, V, 54, 57; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 33). İslâm'da "Ben müslümanlardanım " diyen her samimi insanın dokunulmazlığı vardır. Hiç kimse hakkında kötü zan beslenmez; "af ta hata cezâ da hatadan hayırlıdır" ilkesi esastır. Açıkça kelime-i şehâdet getiren ve kıbleye dönüp namaz kılan her müslüman, cemâattendir; bir insanın diliyle söylediğinin aksini yapana kadar ona inanılır; Hz. Peygamber'in bu konuda "Kalbini yarıp da baktın mı?" buyruğu esastır (Buhâri, Zekât, 1, Müslim, İman, 8).

Bu açıklamalara göre imanın esaslarından birini kalben inkar etmedikçe hiç bir müslümana kafir denilemez. Ehl-i bida da günahlarının cezasını çektikten sonra cennete girecektir.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun