İnsanların peygamberlere ihtiyaçları var mıdır?

Tarih: 25.11.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Cevap 1:

İnsanlar, akıllarıyla Allah’ın varlığını ve birliğini anlayabilseler bile, O’na mahsus isim ve sıfatları kavrayamazlar, ne şekilde ibadet edeceklerini bilemezler. Âhiret işlerini, âhiretteki sorumluluğu idrak edemezler. Bütün bu konuları Allah’ın kendilerine bildirip öğretmesine muhtaçtırlar.

İşte Allah, insanların bu ihtiyaçlarını karşılamak üzere peygamberler göndermiştir. İnsanlık “hiçbir şeyi bilmez” durumda iken; her şeyi, her san’atı ve her hüneri peygamberlerden öğrenmişlerdir. Dünya ve âhirette mutlu olmanın ve huzurlu yaşamanın yollarını, birbirleriyle hoş geçinmenin düsturlarını, ahlâk ve görgü kurallarını insanlara öğreten, yine peygamberler olmuştur.

İmam-ı Gazali bu hususta şöyle der:

“İnsan aklı, öldürücü zehirle faydalı ilaçları birbirinden ayırmaya yetmediği ve mutlaka bir doktora veya eczacıya ihtiyaç duyduğu gibi, dünya ve âhirette kendisini kurtuluşa erdirecek inanç ve amelleri de kendi başına bilip bulamaz. Kendisini felâkete ve şekavete düşürecek işlerden, saadete ulaştıracak işleri açık olarak ayıramaz. Mutlaka bir mürşide ihtiyaç vardır. O mürşid de peygamberlerdir.(Gazali, İhya ter., I/291)

Bediüzzaman da bu sırra işareten:

“Karıncayı emirsiz, arıyı ya’supsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette beşeri nebisiz bırakmaz,” (Sözler, 792) demiştir.

Gerçekten de şu kâinatta, bilhassa canlılar âleminde hiçbir şey; gayesiz, vazifesiz, sistemsiz, hattâ rehbersiz bırakılmamıştır. Bunu parça parça ve bütün halinde görmek mümkündür. Ne arılar beysizdir, ne de karıncalar melikesiz..

Diğer bütün canlılarda rehberlik hiçbir şekilde ihmal edilmediğine göre, din ve fennin beraberce üstünlük ve yüceliğini kabul ettiği insanlar acaba, yaratılıştan bu yana asli rehberler olan nebilerden ve resullerden ve onların hidayetlerinden ayrı kalmış olabilir mi? Yani insanlık âlemini, peygambersiz ve kitapsız düşünmek mümkün müdür?

Elbette ki hayır...

Peygamberlere olan lüzumu başlıca şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Toplumda Düzen ve Adaletin Sağlanması:

Toplumda düzen ve asayişin sağlanması, fertlerde huzur ve mutluluğun te’mini, zulüm ve haksızlıkların önlenmesi, Peygamberlik müessesesinin varlığına bağlıdır. Çünkü:

İnsan, acip, latîf bir mizaçla bütün canlılardan farklı bir şekilde mümtaz ve müstesna olarak yaratıldı. Bu mizaç onda seçme, en güzeline tâlip olma, zinet ve zerafet meyillerini ve insanlığa layık bir hayat ve kemâl ile yaşamaya fıtrî bir meyelanı netice verdi.

Sonra, bu meyillerden dolayı insan, yeme, giyme ve mesken gibi ihtiyaçlarını güzel bir şekilde yapabilmek için pek çok sanatlara muhtaç oldu. Ama bunları tek başına yapamadığından yardımlaşmak ve çalışmalarının neticelerini birbirleriyle mübadele etmek için diğer insanlarla teşrik-i mesaiye ihtiyaç duydu.

Lakin, kuvveleri bir had altına alınan diğer canlılara muhalif olarak, Sani-i Hakîm cüz'i iradelerinin zembereğiyle terakkilerini temin için insanın şehvet, gadap ve akıl kuvvelerini, fıtrî bir had altına almadığından, bir kısım kötü alışkanlıklar ve haddi tecavüzler meydana geldi.

Bu sebeple meydana gelen bu kötü alışkanlıklar ve tecavüzlerden dolayı, insan toplulukları çalışmalarının meyvelerini mübadelede adalete ihtiyaç duyar.

Sonra, her insanın aklı adaleti anlamada yeterli olmadığından, insanlar herkesin aklının istifade edeceği küllî bir akla muhtaçtır. Böyle bir akıl ise ancak küllî bir kanun şeklinde olur. Bu ise ancak şeriattır.

Sonra, bu şeriatın tesirini muhafaza ve icrası için bir kanun koyucu, bir sahip, bir tebliğci, bir merci gerekir. Bu ise ancak peygamberdir.

Sonra peygamber, hâkimiyetini zahir ve batında, akıllarda ve tabiatlarda devam ettirmek için manen ve maddeten, sîreten ve sureten, hilkaten ve ahlaken imtiyaz ve üstünlüğe ihtiyaç duyar.

Keza, kendisiyle mülkün maliki, âlemin sahibi arasında kuvvetli bir münasebete, bir delile ihtiyacı olur. Bu ise, ancak mu’cizelerdir. (bk. Nursi, İşâratü’l-İ’câz, 92-93)

2.  İnsana Yaratılış Gayesinin Öğretilmesi ve Dinî Hükümlerin Bildirilmesi:

Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edildiğine göre, insanların yaratılıp bu dünyaya gönderilmesinin gaye ve hikmeti; kâinatın yaratıcısını tanıması ve O’na iman edip ibadet etmesidir. (ez-Zâriyat, 56;  ayrıca bk: Nursi, Âyetü’l-Kübrâ, 8)

Akıl, insanın bu yaratılış gayesini tek başına kavramaktan acizdir. Bazı Kelâm âlimlerinin dediği gibi, insanın aklıyla Cenâb-ı Hakk’ın varlığını anlayabileceğini kabul etsek bile, ona nasıl ibadet yapacağını, rızasını nasıl kazanabileceğini, akıl yalnız başına idrak edemez. İşte peygamberlere bu cihetle büyük ihtiyaç vardır.

Cenâb-ı Hak, insanlar arasından seçtiği bu mümtaz kullarına bütün emir ve yasaklarını bildirmiştir. Onlar da, Cenâb-ı Hak’tan vahiy yoluyla aldıkları bu hükümleri, önce herkesten ziyade kendileri yerine getirmişler; sonra da diğer insanlara duyurmuşlar, kâinatın yaratıcısını onlara tanıtmışlardır. (Geniş bilgi için bk: Sözler, 56)

3.  İnsanların Allah’a İtiraz Yollarının Kapatılması:

Kur’ân-ı Kerim’de her kavme ve millete, mutlaka onları rahmetle müjdeleyici ve azabla korkutucu bir Peygamber gönderildiği belirtilmektedir.

Her ümmete bu şekilde Peygamber gönderilmesinin bir hikmeti de yine Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:

(Ey Resulüm! Eğer Kureyş kavmine) yaptıkları inkâr ve isyan yüzünden (kıyamet günü) başlarına bir azab geldiği zaman ‘Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber göndereydin de ayetlerine uyan müminlerden olsaydık ya.’ diyecek olmasalardı, seni peygamber olarak göndermezdik. (Biz ancak onların bu bahanesini kesmek için seni gönderdik).” (Kasas, 28/47)

Bu âyet-i kerîmelerden peygamberlik müessesesinin mühim bir varlık sebebi anlaşılmaktadır.

Cevap 2:

İnsan, irade sahibi bir mahluk... Dilediği şeyi konuşabiliyor; birkaç heceye mahkum değil. İstediği yöne gidebiliyor; belli bir mekâna hapsedilmemiş. Ve insan, toplum hayatı süren bir varlık; diğer insanlarla çok yönlü münasebet hâlinde.

İşte insan, bu irade ve hürriyet nimetiyle birlikte büyük bir imtihana tabi tutulmuş. Cennet ve cehenneme o aday kılınmış.

Yol kavşağına o oturtulmuş. Öte yandan insan, canlısıyla ve cansızıyla, âlemdeki birçok varlığın karakterlerini âdeta bünyesinde toplamış. Taş gibi sert de olabiliyor, pamuk gibi yumuşak da. Kurnazlıkta tilkileri, merhametsizlikte canavarları çok geri bırakabiliyor. Öyle ise, her yöne gidebilen, dilediğini yapabilen, doğru ve yanlış hareket edebilen ve çok farklı ve hatta birbirine zıt şeyler söyleyebilen bu varlık için bir rehber gerekiyor.

Bu yol gösterici, “akıl” olamaz. Çünkü akıl, şu varlık âlemini kimin yarattığını, insandan neler istediğini, hangi işlerden razı olduğunu, ölüm ötesinin hangi beldeye çıktığını ve böyle daha nice soruları cevaplandıracak güçte değil. İşte insan aklının metafizik sahadaki bu acizliği, insana yol gösterecek bir başka rehberi gerekli kılar. Bu rehber ise peygamberlerdir.

Peygamber, Cenâb-ı Hakk'ın razı olduğu insan modelidir. Taklit edilmesiyle hakikate ve hidayete kavuşulan örnek şahsiyettir. Ve peygamber, ismet sıfatına sahiptir. Yani, ondan, Allah'ın razı olmayacağı hiçbir söz, fiil ve hareket sâdır olmaz. O, bu noktada ilâhî bir murakabe ve rabbanî bir sigorta altındadır. Hem sözleri, hem işleri, hem de hâlleri insanlar için birer hidayet meşalesidir. “Resul” sıfatıyla insanlara sadece hakkı, doğruyu, güzeli emreder ve bunlara “abd / kul” sıfatıyla, en ileri seviyede, kendisi uyar.

Peygamberlik, üstün bir pâyedir. O, insanın öz yüceliğinin Hak'dan halka eğilmiş bir dalı ve tabiat içinde, tabiatın verâsını yaşayan varlığın gönlü ve dilidir. Onda hem bir seçilme ve yükseltilme, hem de gönderilip vazîfeli kılınma vardır. Dâhilerde olduğu gibi, nebî, sadece yüce bir dimağ, eşya ve hâdiselere nüfuz eden bir istidât değildir. O, bütün melekeleriyle faâl, ceyyid, devamlı dalgalanan ve her dalgalanışta yeni bir arşiye çizen gökler ötesine yükselen mes'elelerine ilâhî esintilerden tahlil bekleyen, eşyanın ötelerle birleşme noktası sayılan ufuk insandır.

Onda, cisim rûha, akıl kalbe tâbi; nazar, isimler ve sıfâtlar âleminde; kadem, nazarın ulaşabildiği her yerde ve onunla beraberdir... Nebî de duygular en son tomurcuğuna kadar inkişaf etmiş; görme, duyma ve bilme tabiî sınırların çok ötelerine yükselmiştir.

Onların görmelerini çeşitli dalga boylarıyla izah etme imkânı olmadığı gibi, duyup işitmelerini ses dalgalarıyla izah etmek de mümkün değildir. Hele bizim tahlil ve terkib ölçülerimiz içinde onların tabiat cidarlarını zorlayan ilimlerine erişmek asla kimseye müyesser olmayacaktır. İnsanlık, onlar vasıtasıyla varlığa nüfûz edip eşyâyı keşfedebilir.

Onların irşad ve tâlim dairelerinin dışında ne eşya ve hâdiselere mükemmel bir nüfûz ne de tabiata isabetli bir müdahale asla mümkün olmamıştır ve olamazda... Tabiatın esrârı ve ondaki ilâhî kanunları beşere hediye etmek, onların birinci dersidir ve bu ders mübtedîlere has bir dersdir. Bunun ötesinde ise varlık âlemini, varlığına şahid gösteren Yüce Yaratıcı'nın isim ve sıfatlarını bildirme; idrak edilmez Zât'ı hakkında ölçü ve incelerden ince temkin... Eğer bütün bu âlemleri elinde tutan; zerrelerden nebülozlara kadar hükmünü ve sözünü geçiren, onları tesbih dâneleri gibi evirip çeviren, hâlden hâle ve şekilden şekile sokan bir Muhteşem Kudret ve İrâde Sahibiyle, ona verilecek ünvanlar ve isnâd edilecek hususlar hakkında, nebîlerin apaydın beyanları olmasaydı, ne O'nun hakkında doğru bir söz söylemek, ne de doğru düşünmek mümkün olmayacaktı.

Demek ki nebî, eşyâ ve hâdiselerin içine girip bütün bir hayatı bize ders verdiği gibi her şey ve her hâdisenin en birinci dersi olan, Muhteşem Yaratıcı'yı, Muhteşem Kudret ve İrâde Sahibini isim ve sıfatlarıyla, Zât-ı Ulûhiyeti arasındaki ince muvâzene ve sırlı münâsebete riâyet ederek anlatan da yine O'dur.

Öyle ise, zeminin hiç bir kıtasının ve zamanın hiçbir parçasının onların feyiz ve nurundan mahrum kaldığına ihtimâl verilmemelidir. Nasıl verilir ki; onların irşâd dairelerinin dışında, varlık âlemine dâir, şimdiye kadar ne duru bir hüküm verilebilmiş, ne de felsefenin şübhe, tereddüd ve tenâkuz dolu sisli atmosferinin üstüne çıkılabilmiştir.

Esâsen, her kıt'a, her devrin, bir peygamberin vesâyâsı altında bulunmasını akıl, hikmet ve Kur'ân müştereken te'yid etmektedirler. Hem de aksine ihtimâl verilemeyecek şekilde... En küçük bir müzede ve en basit bir fuarda dahi, teşrifatçılara ve tarifçilere ihtiyaç duyulduğu ve bir yol göstericinin rehberliği ile gezilip görüldüğü ve böyle bir rehber ve yol gösteren olmayınca, gelmenin de, gezmenin de bir mânâsı olmayacağı katiyyen gösterir ki, şu muhteşem kâinat sarayını, onu temâşâya gelen seyircilere anlatacak, ondaki ince noktalara dikkati çekecek ve bu âlemin sırlarını açıklayacak dellâl ve teşrifatçılara da ihtiyaç vardır.

Ayrıca, kurduğu bu düzen ve nizâmı, bu meşher ve sanatlar resm-i geçidini, bir fuar mâhiyetinde en mükemmel şekilde sergileyen ve bütün iş ve eseriyle kendini seyircilere tanıtmak isteyen Zât hiç mümkün mü ki, bu meşherleri açsın eserlerini göstersin, seyircilerin dikkatini çeksin de, sonra intihab edeceği bir kısım müstesna kimselerle Zât, sıfat ve isimlerini, müştâk seyircilere tanıtıp bildirmesin; hikmet dolu işlerini -hâşâ- abes kılsın!

Baş döndürücü icraâtını mânâsızlıkla ittiham ettirsin! Her şeyi, bir dil ve nağme hâline getirip, onunla bizlere hikmet ve maslahatlarını anlatan Yüce Varlık, her türlü abesden münezzeh ve mukaddesdir! Kaldı ki, O Zât'ın kendi beyânı olan Kur'ân, zeminin her tarafından yer yer zuhûr etmiş peygamberlerden bahisler açmaktadır:

"Celâlim hakkı için biz her millete 'Allah'a kullukda bulunun ve putlara ibadetden kaçının.' diye bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36)

"...İçinde peygamber olmayan hiçbir millet yoktur." (Fâtır, 35/24)

diyerek, âlemşümûl bir hüküm vermektedir. Ne var ki biz, cihânın her tarafında zuhûr etmiş olan ve bir beyâna göre sayıları 124.000'e bâliğ bulunan nebîlerden ancak yirmi sekiz tanesini bilmekteyiz. Kaldı ki, bunların içinde de, pek çoğunun ne zaman ve nerede yaşadıklarına dair her hangi bir ma'lûmata sahip bulunmamaktayız. Esâsen, gelmiş-geçmiş bütün peygamberleri bilme mükellefiyeti diye birşey de yoktur. Kur'ân:

"...Onların bir kısmını sana hikâye edip anlattık, bir kısmını anlatmadık..." (Gâfir/Mümin, 40/78)

diyerek, anlatılmayanların üzerinde durulmamasını da ihtar etmektedir. Şu kadar var ki, bugün dinler tarihi, felsefe ve antropoloji tetkik edildiğinde, birbirinden çok uzak topluluklarda dahi, bir hayli müşterek noktalar bulunduğu göze çarpmaktadır.

Ezcümle, hepsinde "çok"dan "tek"e doğru gidiş; tahammül - fersâ musibetler karşısında her şeyi bir tarafa bırakarak, bir yüce dergâha el açış ve elleri yukarılara doğru kaldırış; fizik ötesi hâdiselerle münâsebete geçişte, müşterek tavır ve davranış; hep menbâ ve muâllim birliğine işaret etmektedir. Kanarya Adalarındaki yerlilerden, Mayalara kadar; Kızılderililer'den Yamyamlar'a kadar, âyin ve dinî ilâhilerinde hep aynı renk ve dekor görülür, hep aynı nağme ve cümbüş hissedilir...

Prof.Dr. Mahmud Mustafa'nın, çok vahşi iki kabîle hakkındaki mütalâaları bu hususu te'yid etmektedir. Doktor'un ifâdesine göre Mavmavlar Mucay isminde bir ilâha inanırlar. Bu ilâh, Zât'ında ve icraatında birdir. Birini doğurmuş ve biri tarafından doğurulmuş da değildir. Eşi, menendi de yoktur. O, görünmez, bilinmez; ancak eserleriyle tanınır. Neyamneyam Kabilesi için de, Mavmavların kanaatına benzer şeyler nakletmektedir: Onlar da her şeye sözü geçen, ormandaki her şeyi kendi iradesi ile hareket ettiren ve şerli kimselere yıldırım şerareleri gönderen bir ilâh vardır ki, işte O Ma'bud-u Mutlak'dır, diye düşünmektedirler.

Görülüyor ki, bunlardaki ilâh telâkkisi ile Kur'ân'daki Zât-ı Ulûhiyet düşüncesi arasında, hemen hemen fark yok gibidir. Hattâ, Mavmavlar, "Aynı İhlâs sûresinin muhtevasını söylüyorlar" desek yerinde olur. Medeniyetden bu kadar uzak ve bildiğimiz peygamberlerin te'sir sahasının dışındaki bu ibtidaî kavimler, henüz hayatın en basit kanunlarını dahi bilmemelerine rağmen, bu en derin ve en duru Allah telâkkisini nereden bilecekler! Demek:

"Her milletin bir Resûlü vardır ve Resûlleri geldiği vakit aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez." (Yunus, 10/47)

beyânı, ilâhî ve âlem-şümûl bir hakikattir ve hiçbir kıt'a bu hakikatin şümûl sahası haricinde değildir.

Dr. Mahmud Mustafa'nın naklettiği şeylere benzer aynı hususları 1968 yılında kendisiyle tanışma fırsatını bulduğum Kerkük'lü Matematik Profesörü Dr. Adil Bey de hikâye etmişlerdi. Doktorasını Amerika'da yaptığı yıllarda, sık sık yerli halkla da görüşen Doktor, kendini hayrete sevk edecek durumları şöyle naklediyordu:

"Yerliler, kendi aralarında tevhid akidesine uygun âyinler yapıyor ve Allah'ın, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez olduğuna inandıklarını ilân ediyor; hatta kâinatta cereyan eden her şeyin onun iradesine râm olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı. Ve daha bir sürü selbî ve vücûdî sıfatlardan bahsediyorlar ki; düşüncelerindeki bu yüceliği, yaşayışlarındaki vahşet ve bedevilikle te'lif etmek katiyyen mümkün değildi..."

Demek ki, doğu-batı, dünyanın en ücrâ yerlerinde, bu akîde ve telâkki birliği ancak kâinatın sahibi tarafından oralara gönderilmiş elçilerle izâh edilebilir. Zira en büyük filozofların dahi kavrayamadığı bu türlü muvazeneli tevhîd akîdesini, vahşet içinde yüzen Mavmavlara, Neyamneyamlara veya Mayalara vermek asla mümkün değildir.

Demek, arı ve karıncayı anasız bırakmayan Rahmeti Sonsuz beşer nev'ini de peygambersiz bırakmamış, zaman ve mekânlara, onlar vasıtasıyla nurlar serpmiş ve cihanları aydınlatmış...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun