Her vicdanın kabul edeceği gerçekler var mı?
- Her vicdanda bir yaratıcıya götürecek bir özellik var mı?
- Vicdan hangi gerçekleri kabul eder?
Değerli kardeşimiz,
Her insan, gözünden güneşe, ciğerinden havaya, ayaklarından yer küresine kadar hadsiz eşyaya muhtaç olarak yaratılmıştır ve bunların hiçbirini de yapacak güçte değildir. Onun için bir nokta-i istinad ve nokta-i istimdat aramak mecburiyetindedir.
İşte, beşer takatini çok aşan bu ihtiyaçların en güzel şekilde görülmesi, her vicdanı Allah’a teveccüh ettirir.
Vicdanın bu özelliğini, Bediüzzaman Hazretleri şöyle dile getir:
“ … Her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdat cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm’in bârigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.” (bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere)
Her vicdanın kabul ettiği bir dizi hakikat var; bunlardan birkaçını sıralayalım:
- Bu alem beni bilmez ve tanımaz. Ben her şeye muhtaç olarak yaratılmışım ve her şey benim imdadımı koşuyor. Yine, ben sonsuz acizim, ama her şey bana yardım ediyor.
- Bu varlık âleminde her mahluka birtakım görevler yüklenmiş, onun dışında bir şey bilmezler ve yapamazlar.
- Beni annem ve babam yapmış değiller; onlar da benim gibi yapılmış, yaratılmışlar.
- Organlarımı en ince teferruatına kadar, ruh dünyamı da yine en ince hissiyatına kadar tanzim eden biri var.
- Bu varlık âleminde hiçbir şey görevsiz değil, faydasız değil, manasız değil. Benim vücudum da bu kaideye dahil. Öyle ise benim de bir görevim olmalı.
- Bu alemde kimse kendi görevini kendisi tayin etmiş değil, öyle ise ben de bir insan olarak Rabbime karşı neler yapmam gerektiğine, Ona nasıl ibadet edeceğime, nimetlerine nasıl şükredeceğime kendim karar veremem.
İşte her vicdanın kabul edeceği bu gibi gerçekler insana şu hakikatleri haykırarak ders verirler:
- Sen Allah’ın kulusun.
- Sen Rabbü'l-alemin'in terbiyesinden geçmiş bir varlıksın.
- Sen yaratıcını tanımak ve Onun razı olacağı bir ömür geçirmek mecburiyetindesin.
- Senin yaratılış hamuruna “Cemale karşı muhabbet, kemale karşı meftuniyet, ihsana karşı perestiş” konulmuştur. Sen bu fıtrata zıt düşemezsin.
- Alemde her şey güzel ve sen bu güzellikler âleminin en güzel meyvesisin. Kendini sevdiğin gibi, sana hizmet eden varlıkları da seversin. Bu sevilenlere bu güzellikleri vereni sevmek, senin insanlığının en önemli bir gereğidir.
- Yine sen, her mükemmel eseri sever takdir edersin. Lambayı yapanı sevip güneşi yaratandan gaflet etmek sana yakışmaz. Taştan heykeller yapanları alkışlayıp, bir damla sudan seni yaratan kudret ve hikmet sahibini görmezlikten, bilmezlikten gelemezsin.
- Ve sen, en küçük bir iyiliğe karşı teşekkür etmeyi vicdani bir borç bilirsin. Sana bir çift ayakkabı hediye edene yüz teşekkür edip, ayaklarını yaratana şükür etmemek bilmem nasıl olur? Gözlükçüye teşekkür edip gözünü yapana karşı nasıl lakayt kalabilirsin? Ya aklın, ya hafızan, ya bütün bunları taşıyan ruhun ve kalbin şükre değmeyen basit şeyler mi? Bunun böyle olmadığını ve olamayacağını hem aklın, hem de kalbin ve vicdanın tasdik ederler, Öyle ise sen kendi aklına ters düşemez, kendi vicdanının sesine kulak tıkayamazsın.
“Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” gerçeğini düşünerek, başına imtihan yollu gelen bela ve musibetlerde şekva yoluna girmeyip, rıza yolunda yürümek de ubudiyetin önemli bir gereğidir.
Kadere rıza konusunda müfessirlerin şu tespiti de çok harikadır:
“İbadet Allah’ın razı olduğu şeyi yapmak, ubudiyet ise Allah’ın yaptığına razı olmaktır.”
İşte bu gibi gerçekleri bilen, bilmekten de öte hayatına mal eden insan, kulluğun sırrına erer ve kul olma şerefini taşır ve bütün ömrünü bu şuurla geçirir.
Bunların zıddını iddia etmek ancak firavunlukla izah edilebilir. Nil nehrinin sahibi olduğunu iddia eden Firavun bile denizlere, okyanuslara, ormanlara, yıldızlara sahip olduğunu iddia edememiştir. Öyle ise bunları sahipsiz sanmak, yahut tabiatın eseri bilmek, tesadüfen olmuş addetmek ayrı bir firavunluk örneğidir.
Bütün batıl düşünceler, aslında, bir noktada birleşirler:
“İnsan hür ve sorumsuz bir varlıktır, kul değildir, emir altında hareket etmesi gerekmez, dilediği gibi bir hayat sürebilir. İnsan kendine maliktir, bir başkasının eseri değildir.”
Halbuki insan, Cenab-ı Hakk’ın bu kainata koyduğu bütün kanunlara hassasiyetle uyar:
“Ben hür değil miyim? Havasız yaşamak istiyorum?” diyemez.
“Neden yere bağlı kalayım? Göklerde gezmek istiyorum.” diyemez.
“Daima genç kalmak istiyorum, ihtiyarlanmayacağım.” diyemez.
Ve nihayet, “Ben bu âlemi çok sevdim, buradan gitmek istemiyorum da.” diyemez.
Her organını yaratılış gayesinde kullanmakta azami hassasiyet gösterir. Bu noktada hürriyetten söz ettiği olmaz.
Kısacası kainattaki kanunlara harfiyen uyan, bedenindeki nizama eksiksiz tebaiyet eden bu insan, kendini ve kainatı yaratan Allah’ın emirlerine uyup uymama konusunda kendisini nasıl hür ve serbest bilebilir!?.
Bu haliyle Firavun, Deccal, Nemrut gibi adamlara özenirken onların akıbetini hiç mi düşünmez!?.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- Allah'ın güzel isimlerine insan nasıl ayna olabilir?
- İnanma duygusu ile din ve yaratıcı mı icat ettik?
- Tatmin Olmayan Kalpler ve Sefahat
- Hümanizm üzerine 2: VİCDAN NE DİYOR?
- MİSAK
- Kalû belâ ve misak hakkında bilgi verir misiniz?
- KALU BELÂ NE DEMEKTİR?
- Bakara Suresi 19. ayette geçen gökteki karanlıklar ne demektir?
- KALU BELÂ
- İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım, sözü hadis mi?