Yönetici ve İdareci Peygamber Olarak Hz. Muhammed (sav)
Hz. Muhammed (sav)’in peygamberlik misyonu, ferdî ve manevî hayatın olduğu kadar sosyal ve maddi hayatın da mükemmellik ölçüsünü ortaya koymayı, her iki alanda da insanlara kılavuzluk yapmayı kapsamaktadır. Müslümanlar inançları gereği Hz. Peygamber'in her iki alandaki kılavuzluk ve otoritesini kabul etmekle birlikte, İslâm dünyasında onu tanıma ve anlama konusunda genellikle yeni bir sosyal düzenin kurucusu olarak gösterdiği faaliyetlerden çok ferdî ve manevî hayata kılavuzluğuna alaka duyulmuş, hayatıyla ilgili literatür de daha çok bu istikâmette gelişme göstermiştir. Esasen tarih boyunca Müslüman toplumlarda sosyal hayatın Kur'ân ve Sünnet'te belirlenen temel esaslar çerçevesinde şekillenmiş bulunması da insanların bu yönelişlerinde etkili olmuş, manevî olgunluk, erdemli bir ferdî hayat kadar düzenli ve huzurlu bir sosyal hayat için de ulaşılması gereken bir amaç olarak görülmüştür. Batı dünyasında ise din ile hayatın maddi alanlarını birbirinden ayıran yaygın telakkî çerçevesinde peygamberliğin yalnızca ferdi ve manevi hayata kılavuzluk şeklinde kabul edilmesi, Hz. Peygamber'in sosyal misyonunun ve tarihi rolünün kavranmasında karşılaşılan ciddi zorlukların başında gelmekte ve dolayısıyla Resûlullah sosyal ve siyasal hayata fazla angaje olmuş görülmektedir. Bir diğer problem de Batı'nın yüzyıllar boyunca karşı karşıya kaldığı ve savaştığı rakip bir uygarlığın kurucusu olarak Hz. Peygamber hakkında ortaçağ boyunca teşekkül eden önyargılardan ve menfî tasavvurdan hâlâ kurtulamamış olunmasıdır.
Dünya çapında büyük yankılar uyandıran bir hareketin önderi olarak Hz. Peygamber'in olağanüstü başarısı, manevî ve maddi olmak üzere iki sâikle izah edilmeye çalışılmıştır. Genelde din âlimlerinin ve diğer Müslümanların benimsediği birincisi, Allah tarafından peygamber olarak seçildiği ve dolayısıyla başarısının ilâhî kaynaklı olduğu; Batılı araştırmacılarla tarihçilerin izlediği ikincisi ise başarısının tarihî ve diğer tecrübî sebeplere dayandığı, bu konuda dikkat çekici liderlik vasıfları ve karizmatik şahsiyetinin etkili olduğu yolundadır. Hz. Peygamber'in İslâm'da örnek kabul edilen ideal kişiliği ile tarihî kişiliğini yansıtan iki yönü zorunlu olarak birbiriyle çelişmez; aksine bunların her biri kendi araştırma yolunu ve analiz yöntemini izleyen iki ayrı sorgulamayı gerektirir. Allah'ın, elçisine yardım ve desteği inanan için tartışılmaz olmakla birlikte Resûlullah'ın başarısını izahta sahip bulunduğu üstün vasıfları göz ardı etmek, onun bir insan olarak büyüklüğünü sadece ilâhî mesajı nakleden önemsiz bir vasıta seviyesine düşürme riskini taşır.
Resûlullah'ın bütün üstün yetenek ve vasıflarıyla birlikte herhangi bir insan gibi yaşadığına ve tabiatüstü özelliği bulunmayan bir insan gibi diğerlerince izlenebilecek örnek bir hayat sürdüğüne işaret etmek gerekir. Aksi halde onun hayatı Kur'ân-ı Kerim’de de belirtildiği üzere insanlık için mükemmel bir örnek olarak mülâhaza edilemezdi. O karakter, ahlâk, arzu ve eğilimleri farklı olan bütün insanlara bir rehber olarak gönderildiğinden bunların bütün ferdî ve sosyal ihtiyaç ve sorunlarını giderecek bir ruhi ve fikri olgunlukla donatılmıştı. İzlediği siyaset de bütün fert ve toplumları kapsayan ve bütün eğilimleriyle insan tabiatını göz önünde bulunduran bir genişlik ve derinlik taşıyordu. Hz. Peygamber'in insanlık tarihinde siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduğu değerleri bilfiil uygulamayı başardığı bilinen tek peygamber ve lider olması da bu beşerî kılavuzluk ve önderlik vazifesinin bir gereğidir.
Hz. Peygamber'in görevi sadece kendisine verilen vahyi tebliğ etmekten ibaret değildi; tebliğ ettiği dine insanları davet etmek, dinin esaslarını açıklayıp bizzat yaşamak (el-Bakara 2/151, Âl-i İmrân 3/164, el-Cum'a 62/2), gönderildiği toplumu bu doğrultuda yönetip yönlendirmek (en-Nisâ 4/105) ve yeni bir toplum modeli oluşturmak da onun görevleri arasındaydı. Zira peygamberliğin amacı yalnızca belli esasları insanlara bildirmek değil, ferdi ve toplumsal planda bir dönüşümü de sağlamaktır.
Allah Resûlü, bir insan, bir kul olmakla birlikte kendisine verilen vazife ve bu vazifenin kazandırdığı manevî şahsiyet, onu diğerlerinden ayırmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm bir taraftan Hz. Peygamber'in beşeri tabiatına vurgu yaparken diğer taraftan da onun diğer insanlar arasındaki özel statü ve otoritesini kesin şekilde belirtir. Allah'ın kendisine itaatle birlikte ona itaati de emretmesi ve eğer inanıyorlarsa insanların anlaşmazlık konularını hükme bağlamak için Allah'a ve elçisine götürmelerini emretmesi (en-Nisâ 4/59), siyasi ve hukuki alanlarda onun otoritesini kabulün, imanın bir gereği olduğunu ve bu iki itaatin esasta birbirine bağlı bulunduğunu da gösterir. Daha önceki peygamberlere Allah tarafından hikmet (bilgelik) ve mülk (hükümranlık) bahşedildiğinin belirtilmesi (el-Bakara 2/251, en-Nisâ 4/54, Sâd 38/20), bunların bir peygamber olarak onun için de söz konusu olduğunu ima eder. Ancak Kur'ân'da Hz. Peygamber için mülk tabiri yerine “hükm” kelimesi kullanılmıştır. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir rivayette kaydedildiği üzere Allah Teâlâ Resûlullah'ı "hükümdar-peygamber" ile "kul-peygamber" olma arasında muhayyer bırakmış, o da Cebrail'in Allah'a karşı tevazu göstermesi yolundaki tavsiyesi üzerine "kul-peygamber" olmayı tercih etmiştir (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. II, s. 231). Hz. Peygamber bir defasında huzurunda bulunan birinin korkuyla titremesi üzerine "Sakin ol, ben hükümdar değilim" buyurmuştu (İbn Mâce, "Et'ıme", 30; Muttakî el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, Haydarabad 1314, c. VI, s. 88).
Hz. Peygamber'in örnek bir İslâm toplumu kurması, ancak otoritesi sayesinde mümkündü. Yukarıda belirtildiği üzere ümmetin lideri olarak onun Müslümanlar üzerindeki otoritesi Kur'ân'da “hükm” ve benzeri kavramlarla ile ifade edilmiştir (en-Nisâ 4/60, 65). Bu ayetler Hz. Peygamber'e itaatin somut ifadesini, onu hâkim kabul edip verdiği hükmü tartışmasız benimsemek şeklinde ortaya koyar. Allah'a itaat Hz. Peygamber'e itaatin temeli olurken, Hz. Peygamber'e itaat da Allah'a itaatin tek görünür kanıtıdır: "Kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisâ 4/80). Onun peygamberlik görevi tamamen fikri ve ruhi öğütle sınırlı olmayıp bir İslâm toplumu (ümmet) kurma amacına bağlı olarak sosyal, politik ve askerî faaliyetleri de kapsadığından, kendisine itaat sadece ibadet vs. alanında değil, sosyal hayatta da söz konusudur. Bu sebeple Medine döneminde inen ayetler sadece dini alanda değil sosyal, siyasal, ekonomik ve askerî alanlarda da süratli bir kurumlaşmanın gerçekleşmesine, dinamik bir toplumsal yapının oluşmasına zemin hazırlamıştır.
İdareci Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)
Kur'an-ı Kerim’in ihtiva ettiği ayetler ve İslamiyet'in mahiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber, teşekkül ettirdiği İslam cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine'ye hicretten itibaren varlık kazanan İslam devleti'nin ilk başkanı olmuştu. Hz. Peygamber'de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve özellikleri o andan itibaren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tabilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkânına rağmen, Peygamber Efendimiz devlet yönetiminde cahiliye döneminin aksine, tebası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılâp gerçekleştirmiştir. Cahiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve idare eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak haklı haksız her hususta ona itaate mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişareyi kabul etmiş, Cenab-ı Hak'tan emir almadığı her hususta mutlaka ashabıyla istişare ederek durumu onların müzakeresine açmıştır. Adalet ve hakkaniyet ölçülerine uyma, O'nun kaçınılmaz prensiplerinden idi. Adalet önünde soy, mevki, makam, mal, mülk gibi farklılıklar gözetmez; hakkın yerini bulmasına gayret gösterirdi. Kendisine, hırsızlık yapmış eşraftan Fatıma adlı bir kadın getirilmiş ve bazıları aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz öfkelendi ve "Hırsızlık yaparak getirilen, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim" buyurdu (Buharî, Hudüd 12; Müslim, Hudüd 8,9).
Devlet idaresi için çeşitli kademelerde görevli tayininde ehliyet ve liyakat esasına riayet eder; layık olan kişileri yaşları küçük olsa da, soylu ailelerden olmasalar bile görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve görevlilerine itaat edilmesini ister; ancak hakka ve hakikate uymayan konularda tebanın itaat mükellefiyetinde olmadıklarını belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde emîre itaati gerekli görmekle birlikte, halkı kendi hizmetine mecbur kişiler olarak görmez, kendini onların üstünde saymazdı; bilakis onların içinden, aralarından biri idi.
Hz. Peygamber'in devlet yönetimi, İslamî esasların bizzat kendisi ve tümü idi. Pek çok Kur'an ayetinde ifade edildiği üzere (el-En'am, 6/57, 62; Yusuf 12/40, 67; el-Kasas, 28/70, 88), İslam idare sisteminde hâkimiyet, hükümranlık, hüküm ve tam idare Allah'a ait idi. Kanun koyma yetkisi de, bu bakımdan öncelikle Allah'ın vahiylerini ihtiva eden Kur'an-ı Kerim'e mahsus bulunuyordu. Bizzat Hz. Peygamber ise ikinci sırada kanun koyucu durumundaydı. Dinî meselelerde Hz. Peygamber'in getirdiği hükümler ya Cebrail vasıtasıyla Cenab-ı Hak'tan aldığı, ama Kur'an'da yer almayan emirlere (vahy-i gayr-i metlüvv), dayanıyordu ya da bizzat kendi kararları idi. Ama bizzat kendisine ait bu kararlarda Hz. Peygamber'in bir yanılgısı söz konusu ise derhal Cenab-ı Hak tarafından ikaz ve tashih ediliyordu.
Devlet başkanı olarak Hz. Muhammed, toplumda Müslümanlar arasında veya İslam devleti'nin tebası durumunda bulunan gayr-i müslimler arasında çıkan anlaşmazlıkları, dava konusu olan problemleri de çözümlüyordu. Bu gibi durumlarda davacıyı olduğu kadar davalıyı da dinliyor; yerine göre şahitlerin bilgisine başvuruyor, getirilen delilleri değerlendiriyor ve meseleyi fazla uzatmadan, sürüncemede bırakmadan, çoğu zaman hemen o anda, değilse en kısa zamanda çözüme bağlıyordu. Taraflara hakkaniyet mefhumunun aşılanmasına büyük hassasiyet gösteriyor; kendisinin bir beşer olarak yapılan konuşmalara, getirilen delil ve gösterilen şahitlere göre hüküm vereceğini, gaybı bilemeyeceğini, bu durumda aslında haklı olmadığı halde kendisine bir hak verilmiş olanın gerçekte Cehennem ateşini almaktan başka bir kârı olmadığını belirtiyordu. Davaların halini bazen ashabının ileri gelenlerine havale ettiği de olurdu. Eyaletlere tayin edilen valiler Hz. Peygamber adına idareyi yürütüyor ve adliyeye taalluk eden meselelere bakıyorlardı.
Eğitimci Olarak Hz. Muhammed Hz. Peygamber'in temel görevinin dini ve dünyevi tüm meselelerde insanları eğitmek olduğu söylenebilir. Bu bakımdan bizzat kendisi; "Ben ancak bir muallim olarak gönderildim" buyurmuştur (ibn Mace, Mukaddime 17). Hz. Peygamberin eğitimi, insanlara her yönde faydalı bilgilerin kazandırılması ve kazanılan bilgilerin kişilerin hayatına yansıyarak faydalı hale gelmesi esasına dayanıyordu. O, bir taraftan Cenab-ı Hakk'ın emrine uyarak; "Rabbim, benim ilmimi artır!" (Taha, 20/114) diye bilgisinin artırılması için Allah'a yalvarır ve bu uğurda çaba sarf ederken, diğer taraftan; "Allah’ım, bana öğrettiğinle faydalanmayı nasîb et!" (İbn Mace, Mukaddime 23) diye yakarıyor; "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Müslim, Zikr 73) diyerek de bilgiden maksadın faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu.
Bu ölçüler içerisinde Peygamber Efendimiz ashabını Medine'ye hicretten önce Mekke döneminde Daru'l Er-kam'da, Hicretten sonra da Mescid-i Nebî’de ve Suffa'da yoğun bir şekilde eğitim ve öğretime tabi tutmuştu. Tabiatıyla eğitim, bütün bir hayatı ilgilendirdiğinden; Hz. Peygamber evlerde, çarşıda, pazarda, yolda, bir sefer sırasında, harp halinde iken ve benzeri durumlarda gerekli olan her yerde, her fırsat ve vesile ile eğitim görevini yerine getiriyordu. Eğittiği kişilerin şahsi ihtiyaçları, ferdi farklılıkları, kabiliyet ve kapasiteleri Hz. Peygamber tarafından göz önünde tutuluyordu. Peygamber Efendimiz, kendisi haricinde eğitim ve öğretim için görevliler de tayin etmişti. Okuma-yazma, basit matematik, Kur'an tilaveti, temel dinî bilgiler, hayatta uygulanacak pratik malumat bu şekilde öğretmenler tarafından veriliyordu. O sıralarda Arap Yarımadası'nda okuma-yazma seviyesi son derece düşük olduğundan, yeterli Müslüman öğretmenin bulunmadığı ilk yıllarda Hz. Peygamber, gayr-i müslim öğretmenlerden istifade etmekte bir beis görmemişti. Mesela Bedir gazvesinde müşriklerden elde edilen esirler arasında okuma-yazma bilenlerin, hürriyetlerine kavuşabilmeleri için, on Müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmeleri şart koşulmuştu. İlk yıllarda Müslüman çocukları okuma-yazma öğrenmek üzere Medine Yahudilerine ait okullara gönderilmişti.
Peygamber Efendimiz kadınların eğitim ve öğretimi ile de meşgul oluyordu. Haftanın sadece kadınlara ayırdığı bir gününde onlara konuşmalar yapıp ders veriyor, sorularını cevaplandırarak problemleri ile ilgileniyordu. Ayrıca Hz. Aişe başta olmak üzere Resûlullah'ın zevceleri ve Ashabın âlim hanımları öğretim faaliyetlerinde Hz. Peygamber'e yardımcı oluyorlardı. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz henüz o sırada okuma-yazma bilmeyen zevcesi Hz. Hafsa'ya okuma-yazma öğretmek üzere bir görevli tayin etmişti. (bk. Önkal, Ahmet, Şamil İslam Ansiklopedisi)
BENZER SORULAR
- Peygamberimizin ümmi olmasını nasıl anlamalıyız?
- Allah, çocuğunu "La İlahe İllallah" deyinceye kadar terbiye edeni hesaba çekmez mi?
- Ayette “O, insana kalemle yazmayı öğretti.” deniyor, ama okula gittiğimizde öğretmenler öğretmiyor mu?..
- Hz. Peygamberin, Hudeybiye’de bazı kelimeler, krallara mektuplar ve sadaka/zekâtla ilgili bir yazılar yazdığı doğru mudur?
- KUR'ÂN-I KERÎM
- Peygamber Efendimizin Bedir esirlerine muamelesi?
- Peygamberimiz ümmi miydi? "Ümmi Peygamber" ne demektir? Okuma yazma bilmiyorsa nasıl okuyordu?
- ÜMMÎ
- Kur'an'ın ilk emri olan “Oku!..” sözü, nasıl anlaşılmalıdır?
- EDİLLE-İ ERBAA