Namaz kılmayan cami
“İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunur.” Mesnevî-i Nuriye
İnsan tek başına ayrı bir âlem... Aklının, kalbinin, hayâlinin, hâfızasının, organlarının ve his dünyasının kendilerine uygun ibadetleri ve tesbihleri var.
Sadece birkaç misâl:
Aklın ibadeti, “necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” suallerinin cevabını arayıp bulmak... Kendisini ve top yekûn kâinatı Allah’ın eseri bilip onlardaki İlâhî hikmetleri tefekkür etmek. Emir ve yasaklara ciddî bir muhatap olmak.
Gözün ibadeti, bakışlarını helâl dairesinde dolaştırmaktır. Böyle bir göz, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı” olarak dağdan da bal süzer, ırmaktan da; denizden de bal süzer, semâdan da. Mârifet ve muhabbet balı bütün eşyadan süzülebilir. Çünkü her şey Allah’ı tesbih etmekte, Onun isimlerine âyine olmakta, Onun verdiği vazifeyi kusursuz görmektedir.
Kulak, sesler âleminin gözü gibidir. Kendisine çizilen sınırlar içerisinde, yâni en düşük ve en yüksek frekanslar arasında o âlemi temâşa eder. O da göz gibi bir bal makinesi olur.
İnsanda bir “endişe hissi” var. Bir tüccar, kazancının haram olma endişesini taşıyarak ticaretini Kur’an esaslarına göre icra ederse, endişesini ibadete dönüştürmüş olur. Hangi yolla olursa olsun, mutlaka zengin olma hırsına kapılan ve bütün endişesi bu hedefi yakalayamamak olan bir insan, endişe hissini nefsine hizmet ettirmiş ve ibadetten menetmiş demektir.
İnsan, “sevgi hissi”ni Rabbine teveccüh ettirir ve mahlûkatı da O’nun namına severse “sevgi hissi” ibadettedir... Risale-i Nur Külliyatında, dünyanın üç yüzü olduğundan bahsedilir. Birisi, “âhiretin tarlası olma” yüzü, bir diğeri, “Allah’ın isimlerine âyine olma yüzü”, üçüncüsü de “nefsin hevesatına bakan” yüzüdür. İşte sevgi hissi dünyanın ilk iki yüzüne sarf edilirse, bu hisler ibadette demektir. Üçüncü yüze sarfedilmeleri hâlinde ibadet terkedilmiştir.
İnsan bütün organlarını ve duygularını yaratılış gayesinde kullanmakla küllî bir ibadet yapmış olur. Üstad Hazretleri “iyyake na’büdü”nün tefsirinde bu noktayı çok güzel ifade eder. İnsanın tek başına namaz kıldığı zaman bile, “Biz yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz” demesini izah ederken, üç cemaate dikkatimizi çeker. Birisi bütün “Müslümanlar”; ikincisi “kâinattaki bütün sistemler, yıldızlar, dağlar, denizler, elementler, atomlar”; üçüncüsü de “insanın bedenindeki bütün hücreler, organlar ve duygular.”
İnsan bedeninde, yetmiş trilyon hücre olduğundan söz ediliyor. Buna göre bir kimse lokmasını çiğnemeye başladı mı, bu yetmiş trilyon hücre de sanki ağızlarını açar ve yapılacak taksimatta kendilerine düşecek hissenin gelmesini beklerler. Eğer insan, yediği bu lokma için Rabbine şükrederse bütün hücrelerin şükrüne tercüman olmuş olur; hamdini onlarla birlikte yapar.
...
Ben bu vecizeyi okurken, hayâlimde tuhaf bir manzara canlandı. Her insan, içinde trilyonlarca cemaat bulunan bir câmi gibiydi. Şu farkla ki, bu câmiye de ibadet emredilmişti. İbadet görevini yerine getirmeyen insan, sanki namaz kılmayan bir câmiye benziyordu.
Ve Allah’a her an ibadet eden hücrelerini, organlarını ve duygularını isyan menzillerinde gezdirenler, büyük bir cinayet işlemiş oluyorlardı. Bunun cezası çok, ama çok çetin olmalıydı.
Bir çocuk düşünelim: İlme kabiliyeti fevkalâde olsun. Bu kabiliyetin farkında olduğu halde ona ilim tahsil ettirmeyerek o yavruyu hayvan gütmeye gönderen bir babaya söylenecek tek söz vardır: Bu çocuğa zulmediyorsun! O çocuk ilim tezgâhından geçecektir ki, o yüksek kabiliyeti kuvveden fiile çıkabilsin. Onu bundan mahrum bırakmak ondaki yüksek kabiliyete bir zulümdür.
Beşerî fabrikalarda da bu terakkinin binlerce misâlini görmek mümkün: Hammadde fiyatlarıyla mamül madde fiyatları arasındaki o aşırı fark bunun en açık delilidir.
Bu hakikatın en güzel misalleri ise, Rabbanî fabrikalarda görülür.
Su ve toprak, Rabbanî bir fabrika olan ceviz ağacına girince kıymetleri birden bine çıkıyor.
Sofra artıkları tavuk fabrikasında yumurta olma şerefine erişiyor.
Ve yediğimiz ekmek, beden fabrikasında insan hücresi hâline geliyor.
Misâlleri çoğaltabiliriz.
Kur’an da bir İlâhî tezgâhtır. O tezgâha giren ve cüz’î iradesini yine kendi iradesiyle terkederek, tezgâha tam teslim olan bir insan, daha önce zâlim iken oradan âdil olarak çıkar. Fâsık olarak girer, ârif olarak çıkar. Edepten yoksun olarak girer, afif olarak çıkar. Ve müşrik olarak girer, kâmil bir muvahhit olarak çıkar.
İşte kıymettar cihazatını bu İlâhî tezgâhdan uzak tutanlar o yüksek şereflerden mahrum kalmakla nefislerine zulmederler.
...
Zulüm, “haddi tecavüz” demektir; başkasının mülkünde onun rızası olmaksızın tasarruf etme mânâsına gelir. Mâlik-i Hakiki ancak Allah’tır, mülk O’nundur. Kimin tasarrufunda ne varsa ancak emanettir. O halde insan, diliyle her dilediğini söyleyemez. İlâhî rızaya muhalif söz sarfeden insan, diline zulmetmiş demektir. Göz, Allah’ın bir başka mûcizesidir. Cenâb-ı Hak, o yağ parçasında ziyayı göz nuruna çevirir. Gözden istihsâl edilen o nuru, haram sahalarda dolaştırmak göze zulmetmek demektir.
İnsanın ruh âleminde nice görünmez fabrikalar çalışır. Akıl, bilgiyi nasıl edinir, nasıl yoğurur ve nasıl karar verir? Hâfıza bu bilgileri nasıl depolar, lâzım olanları nasıl ânında takdim eder? Kalp nasıl inanır, nasıl sever, nasıl korkar? Hayal çok uzak mesafelere bir anda nasıl ulaşır? Ve daha nice akıl almaz icraatlar sergileyen bu fabrikalar ruhumuza İlâhî bir lütuf olarak nakşedilmiş. Bunları, Rabbimizin rıza dairesinde kullanmadığımız takdirde o kıymetli lâtifelere zulmetmiş oluruz.
Sadece iki misâl:
Akıl, tefekkür yoluyla insana bir saatte yetmiş yıllık bir ibadet sevabı kazandırabildiği halde, bu kıymetli cihazını, sadece nefsinin tatminine sarf eden insan, aklına zulmetmiştir.
Kalp; imanla, mârifet ve muhabbetle dolduğu takdirde insanın iki dünya saadetine vesile olduğu halde, onu sadece fâni hevesata sarf eden insan, kalbine zulmetmiştir.
İnsan bu zulümleri işlemekle nefsini Rabbine satmaktan uzaklaşır, cennetten uzaklaşır, rızadan uzaklaşır.
Her biri ebedî saadetin bir anahtarı hükmünde olan bütün bu kıymetli cihazları sarfederek, dünyanın fâni ve geçici metaından her ne elde etsek sermayemize bir şey ilâve etmiş sayılmayız ki, kâr etmiş olalım. Bir tek görme duygumuzu dünyalara değişmezken, bütün beden ve ruh âlemimizi sarf etmemize karşılık kazanacağımız hangi makamla, hangi servetle tatmin olabilir ve kâr ettik diyebiliriz!?.. Ama bu fânileri bâkiye tebdil edebilirsek kârdayız demektir. Fâni görmemizi rıza yolunda harcayarak ebedî bir görme elde etmişsek buna kâr denilir, zira verilen fâni, alınan bâkidir. Aklımıza ilimden, kalbimize mârifet ve muhabbetten yana bir şeyler koyduğumuzda kârdayız demektir. Zira hem bu lâtifelerimizin değeri artmış, hem de ebed yolculuğumuz için tükenmez bir sermaye elde etmişizdir.
Bütün kârların başı, iman ve amel-i salihtir. Bunlardan birincisi insanın, daha çok kalp âlemiyle, ikincisi ise bedeniyle ilgilidir. Kalbi Allah’a imanla şereflenen bir kulun bu kazancı fâni rakamlara sığacak gibi değildir. Bu yükselişi ifadeden kalemler âciz kalır. Salih amel ise kârın ikinci şubesidir. Kılınan her namaz, tutulan her oruç, verilen her zekât, her sadaka, kalplere sürur bahşeden her tatlı tebessüm salih amele dahildir, hepsi insan için ebedî bir kazanç, uhrevî bir kârdır.
İman ve salih amelden uzak kalarak, bütün o kıymetli cihazları, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “cehennem kapılarını açacak çirkin bir sûrete çevirmek” nefse en büyük bir zulümdür.
İşin enteresan tarafı, insanı önceleri bu zulümlere durmadan teşvik eden şeytan, maksadına ulaşınca bu defa taktik değiştirir. “Bu kadar isyandan sonra senin hidayet yoluna girmen imkânsızdır” diyerek insanı ümitsizliğe düşürür. Rahman ve Rahîm olan Allah, kulunun bu kadar isyanına rağmen, yine de ümitsizliğe düşmemesi için kendisine şöyle hitab eder:
“De ki, ey nefisleri aleyhine haddi aşmış (israf etmiş) kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki, O çok Gafur ve Rahîmdir.” (Zümer Sûresi, 53)
Bu âyet-i kerimede de, yine, “kıymettar cihazatını israf etmekle” nefsine zulmeden ve haddi aşmakla ona karşı büyük bir cinayet işleyen kullarına O Rabb-ı Rahîm rahmetle hitab ediyor ve o bîçareleri tövbeye davet ediyor.
Dünyanın geçici zevklerinde boğularak kulluğunu ve âhiret yolculuğunu unutan nefsimize şöyle bir murakabe yaptırabilsek, onu kendine zulmetmekten bir derece kurtarabiliriz sanırım:
“Ne şu kâinat benim mülküm, ne de bu beden. Hepimiz bir mâlikin hizmetkârlarıyız. Güneşe ziyayı takan da O, gözüme nuru koyan da.
“Gözde rü’yet midede hem ihtiyacı dercedendir mutlaka; semâ gözüne ziya sürmesi çekmiş, zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.” Lemaat
Her ânım O’nun sonsuz ikramlarıyla kaynaşıp dururken, ben bu ihsanları nasıl olur da O’na isyanda kullanabilirim! Beni bu zemin beşiğinde O dünyaya getirdi ve ölümüme kadar da beşikten indirmiyor; nazla besleniyorum. O’nun havasını ciğerlerim durmadan emmede; O’nun ziyası bana yol göstermede. O’nun ikram ettiği akılla düşünüyor, O’nun verdiği sevgiyle hayatımdan lezzet alıyorum. Yolumu gördüğüm gözüm de benim değil, sesleri işittiğim kulağım da. Öyle ise, “inna lillâhi ve inna ileyhi râciun”, “biz Allah içiniz ve O’na rücu edeceğiz” demeli, O’nun bendeki emanetlerini yine O’nun yolunda ve O’nun için harcamalıyım ki, mahkeme-i kübrada huzuruna rücu ettiğimde emanete hıyanet cezası görmeyeyim.”
Başta zikrettiğimiz âyet-i kerimede önce nefsin, daha sonra malın zikredilmesi dikkate şayandır. Nefis maldan daha önemlidir ve nefisten yapılacak fedakârlık, maldan yapılana nisbetle o derece ileridir. Zaten, Allah’a nefislerini satmayanlar, mallarını da satamazlar. İlâhî birer ihsan olan duygularına ve organlarına zulmedenler, mal hususunda hikmet ve adaleti gözetemez olurlar. Kaldı ki, mal herkeste olmayabilir, olsa da farklı derecelerde bulunabilir. Ama nefis herkeste vardır ve nefisten yapılacak fedakârlık sonunda, sermayesiz kalma da söz konusu değildir.
“En kıymettar âletleri en kıymetsiz şeylere sarfetme” ifadesinde yer alan “şeyler”den birisi, belki de en önemlisi, “mal”dır.
Mal, nefsin ötesinde sahip olduğumuz her türlü varlığı temsil eder. Bu mânâsıyla, sermayemiz de maldır, arazimiz de, evimiz de, arabamız da. Maldan söz edince, Osmanlı’nın guruba meylettiği o hazin dönemde tulû eden emsalsiz sîmalardan birisi, Ahmed Avni Bey, hatırıma geldi. Mal hakkında şöyle buyuruyordu:
“Mala, ‘mal’ tesmiyesi, ancak kalplerin bizzat ibadetle ona mail (meyletmiş) olmasından nâşidir. Zira mala meyil edip onun tasarrufu altında bulunanlar abdü’l-maldırlar (malın kulu olmuşlardır). Ve abdiyet-i malı kabul ile ibadet-i Hak’dan i’raz edenler (Hakk’a ibadetten yüz çevirenler) pek çoktur.” (Füsus Şerhi 4/104)
“Malın tasarrufu altında bulunma” ifadesi enteresandır. Demek ki, malı vasıta değil gaye kabul edenler, onu depolarına değil kalplerine yerleştirenler, “nefis” kelimesinde ifadesini bulan bütün maddî ve mânevî cihazatını ona hizmet ettirenler malın tasarrufu altına girmiş ve Hakk’a ibadetten uzaklaşmakla nefislerine zulmetmişlerdir.
Onlar mala hükmedeceklerine mal onları yönlendirmiş, kendine hizmet ettirmiştir.
Bu mânâyı çok güzel ders veren bir hadis-i kutsî:
“Ey dünya! Bana hizmet edene sen de hizmet et. Sana hizmet edene ise zahmet ver!”
Bir hadis-i şeriflerinde “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar” buyuran Allah Resulü (a.s.m.), bu veciz hadisiyle insanoğluna birçok hakikati birlikte ders verir.
İnsan, uykuda iken hayâlî lezzetler alır ve hayâlî servetlere konar. Ama uyandı mı hakikî serveti ve gerçek lezzeti ne ise onlarla baş başa kalır.Dünya hayatını uykuya benzeten Resûlûllah Efendimiz (a.s.m.), gerçek servetimizin ve ebedî sermayemizin ne olduğunu ölünce anlayacağımızı çok veciz bir üslûbla ders vermiştir.Bu servet, dünyada iken öteye gönderdiğimiz güzel amellerdir. Kabirde ve cennette gerçek arkadaşlarımız da onlardır.
“Âdemoğlu malım, malım der. Halbuki malından sana, tasadduk edip geçirdiğin (âhirete mâl ettiğin), yahut yiyip tükettiğin, yahut giyip çürüttüğünden başka ne var?” Hadis-i Şerif
Bediüzzaman Hazretleri, “bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin, asıllarını ve menbalarını göster” diye Rabbine dua etmekle, şu âlemdeki bütün nimetlerin cennet nimetleri yanında gölge hükmünde kaldıklarına işaret buyurur.
Kısacası, bir rüya olan dünya hayatının her şeyi ebed yurduna nispetle gölge hükmünde.
Bu gölgelerden birisi de malımız ve servetimiz. İşte, kalp, akıl, hâfıza, hayal, göz, kulak gibi nice kıymettar cihazatını sadece bu gölgelere sarf etmekle gerçek saadeti ve hakikî serveti kaybeden insan, nefsine zulmetmiştir.
Dünya ve içindeki her şey âhirete nispetle gölge hükmünde kalmakla birlikte, elimizi dünya işlerinden tamamen çekmemiz de doğru değildir. Zira, Bediüzzaman Hazretleri, “bu zamanda îlâ-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır” buyurmakla, ancak düşmanlarımızın işine yarayacak olan böyle bir tembelliğe düşmemizi şiddetle yasaklamıştır.
Gölgenin de hakkını vereceğiz, ama gölgede kaybolmakla nefsimize zulmetmemek şartıyla.
BENZER SORULAR
- İnsanın, kendi nefsine zulmetmesi ne demektir?
- Nefse edilen zulüm
- Duygu nasıl bir şeydir?
- Irkçılık ve Milliyetçilik Islam'da yasak mı? Ruhun ırkı var mıdır?
- İslam'ın ırkçılığa bakışı nasıldır?
- MİLLİYETÇİLİK, ırkçılık
- Allah rızası için sevmenin ölçüsü nedir?
- İslam'a yapılan saldırılara karşı cihad nasıl yapılır? Günümüzde, gerek dinimize gerekse Allah'a ve Hz. Muhammed'e bir çok saldırıda bulunuluyor, bu savaş yapmamızı gerektirmez mi?
- Cihad nasıl olmalıdır; bombalı saldırılar cihad ile açıklanabilir mi?
- Genç yaşta ölümün hikmeti nedir; yaşasaydı daha hayırlı olmaz mıydı?