Allah rızası için sevmenin ölçüsü nedir?

Tarih: 03.04.2012 - 10:55 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Allah rızası için evladı sevmek, arkadaşı sevmek, anne babayı sevmek ne demektir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Muhabbet kâinatın hem nuru hem hayatıdır. İnsan kâinatın en kapsamlı bir meyvesi olduğu için, kâinatı kapsayacak bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine yerleştirilmiştir. Böyle sonsuz bir muhabbete ancak nihayetsiz bir Kemâl Sahibi (cc) layık olabilir.

Sevgimizi kime yönlendirelim?

Korku ve muhabbeti öyle birine yöneltmeliyiz ki, bizim korkumuz lezzetli bir boyun eğme olsun; muhabbetimiz de zilletsiz bir mutluluk olsun. Evet Celal sahibi Rabb’imizden korkmak O’nun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Korku bir kamçıdır; bizi O’nun rahmetinin kucağına atar: Aynen bir annenin yavrusunu korkutup kendi kucağına yönlendirmesi gibi. Böyle bir korku o yavruya gâyet lezzetlidir. Halbuki bütün annelerin şefkatleri rahmet-i İlahiye’nin bir yansıması, parıltısıdır. Demek Allah’tan korkmakta büyük bir lezzet vardır. Mâdem Allah’tan “korkmakta” dahi böyle bir lezzet varsa, Muhabbetullah da, yani Allah’ı sevmekte ne kadar sonsuz lezzet bulunduğu ortaya çıkar.

Hem sadece Allah’tan korkan başkalarından korkmaktan kurtulur. Aynı şekilde muhabbeti de Allah hesabına olduğu için mahlukata ettiği muhabbet dahi ayrılıklı elemli olmaz.

İnsan önce kendi nefsini sonra akrabalarını, milletini, canlıları ve en son olarak da kâinatı sever. Bu aşamaların her birisiyle ilgilidir. Sevilen şeyler de birer birer onu terk ediyor, birçoğu da üzüyor ve yaralıyor. İşte aklımız varsa bütün o muhabbetleri toplayıp hakikî sahibine verip bu belâlardan kurtulmalıyız. “Sonsuz muhabbet”e ancak “sonsuz ve ebedî olan Rabb’imiz” layıktır ve böyle bir sevgi ancak ona mahsustur. Her şeyiyle kâinatı kuşatabilen ve Rabb’ini sevmek için yaratılan kalbi, dünyevî fani şeylerin sevgisiyle doldurmak, Rabb’imize karşı haksızlıktır. Bu sevgiyi hakikî sahibine verirsek, işte o zaman bütün eşyâyı O’nun nâmıyla ve O’nun âyinesi olduğu için ızdırapsız sevebiliriz. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elîm nimetsizlik haline dönüşebilir.

Sevgimizi tamamen kendi benliğimize sarf edemeyiz. Kendi nefsimizi kendimize “mâbud” ve “mahbub” yapamayız. Her şeyi kendi nefsimize fedâ edemeyiz. Ona bir nevi rubûbiyet veremeyiz. Nefsimiz Rabb’imizin “ef’al-esma ve sıfatlarına” aynadır. Benliğimizdeki “ben-ene-ego”yu yırtıp, onun içindeki gizli “Hüve”yi (cc) görüp kâinata dağınık bütün sevgilerin O’nun isim ve sıfatlarına karşı verilmiş bir muhabbet olduğunu anlamalıyız. Eğer bu sevgiyi yanlış yerde kullanıp sûiistimal edersek sonunda cezasını biz çekeriz. Çünkü “Yerinde sarf olunmayan gayrimeşru bir muhabbet merhametsiz bir musibettir.” Rabb’imizin bize yönelik küçücük bir muhabbeti kâinata bedel olabilir. Onun küçücük bir muhabbet tecellisine hiçbir şey denk olamaz.

Ancak nefsimizi, dünyayı, peygamberleri, dostları, anne babayı, eş ve çocukları ve diğer güzel şeyleri severken bunları Allah için sevdiğimizin göstergeleri olmalıdır. Öyleyse bunları nasıl sevelim?

Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mana-yı harfiyle sevelim; mana-yı ismiyle sevmeyelim: Yani güzel bir şey gördüğümüzde, "Ne kadar güzel yaratılmış.” diyelim “Ne kadar güzel.” demeyelim. Ve kalbin derûnuna başka muhabbetlerin girmesine meydan vermeyelim.

Nefsine muhabbet, ona acımak, terbiye etmek, zararlı heveslerden alıkoymaktır. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya değil, Hüdâ’ya sevk edersin.

Enbiya ve evliyaya sevgi bazen faydasız kalır, sen de öyle sevme. Sevgide aşırıya gidip fâni insanlara “uluhiyet” atfedenlerden olma. Böyle bir sevgi ahirette cezaya sebep olduğu gibi, bu çok sevdiklerini sandıkları zâtlar da ahirette onlardan davacı olacaktır!

Hayat arkadaşına duyulan sevgi, onun huy güzelliğine, şefkat kaynağı ve rahmet hediyesi oluşuna bina edilmelidir. O eşe samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve sevgide bulunur. İkiniz yaşlandıkça bu hâl fazlalaşır. Hayat mutluluk içinde geçer. Yoksa sadece yüz güzelliğine muhabbet olsa, o muhabbet çabuk bozulur, iyi geçimi de bozar.

Anne ve babaya karşı sevgin, Cenâb-ı Hak hesabına olduğu için ibâdet niteliğindedir. Gayet samimi olarak onların hayırlı uzun ömürler sürmesini istersin. Onların yüzünden daha ziyade sevap kazanayım diye samimî hürmetle onların hizmetine koşmaya çalışırsın. Eğer bu sevginin özünü fani dünya zevkleri ve menfaat oluşturursa, onlar yaşlandıkları ve sana yük olacak bir vaziyete girdikleri zaman en süflî ve en alçak bir his ile onların “hâlâ yaşıyor olmalarından rahatsız” olursun. Daha hayatta iken “miras” kavgası verir, senin hayat sebebin olan o insanların ölümlerini arzu etmek gibi bir vahşete düşersin. Halbuki onları Allah için sevmenin ölçüsü: Onlara hiç ihtyacın kalmadığı bir zamanda, ihtiyar ve bakıma muhtaç olduklarında, onlara daha çok hürmet ve hizmet edip uzun ömürlü olmalarını istemektir.

Evlâdına yönelttiğin sevgi karşılıksız ve hasbidir. Cenâb-ı Hakk’ın senin terbiyene emanet ettiği sevimli, tatlı o canlılara muhabbet tarifsiz bir muhabbet, eşsiz bir ni’mettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin ne de ölümleriyle me’yusâne feryad edersin. Çünkü sevgin Rahmanidir.

Dostlarına muhabbetin eğer “Allah” içinse, onlardan ayrılman, hatta onların ölümleri kardeşliğinize ve manevi bağlarınıza engel olmadığı için, o mânevî muhabbet ve ruhanî irtibattan her zaman istifade edersin. Bu sevgi Allah rızası için olmazsa bir günlük kavuşma lezzeti, yüz günlük ayrılık sıkıntısını netice verir.

Netice olarak, Allah için sevmeli, Rabbimiz’in hoşnut olduğu şey ve işlere gönül vermeliyiz.

 *  *  *
Konuyla alakalı daha geniş bilgi için şu yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz:

Dünyamızı Sevmeyelim mi?

Maneviyat büyüklerinin, kalpleri mahlûkattan keserek Hâlik’a bağlamak üzere yaptıkları hikmetli tavsiyeleri ibretle okuruz. Bu tavsiyeler, bazılarınca yanlış değerlendirilir ve dünya hayatından fiilen çekilme gibi, İslâm’ın aksiyoner ruhuna taban tabana zıt bir yola girilir.

Böyle bir hataya düşmeyelim diye, Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu dünyanın "üç yüzü" olduğunu ortaya koyar ve bunlardan "ikisinin" muhabbete lâyık olduğunu ifade buyurur. Sevilmeye lâyık olan bu yüzler: "ilâhî isimlere ayna olma" ve "ahirete tarla olma" yüzleri.

Şu sınırlı akıllar, varlığı mahlûkatına benzemekten münezzeh ve bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkiyle bilemezler. Ancak, o’nun bir kudret ve sanat mûcizesi olan şu kâinatı ve içindeki mahlûkatı tefekkür ile isimlerinin ve sıfatlarının kemâline hayran olurlar. O halde insan, Rabbini bilmede kendisine rehberlik eden bu dünyayı, bu yönüyle elbette sevecektir.

Ve yine insan, ebediyet yolcusu. O âlemdeki her nevi saadetin tohumları, bu dünya hayatında saklı. Ne kadar çok tohumu, ne ölçüde ekebilir ve bakımını ne nispette yapabilirse, âhirette o kadar kârlı çıkacak. Bu yönüyle de insan elbetteki cennet tarlası olan dünyasını sevecektir.

Dünyanın üçüncü yüzü, "nefsin heveslerini tatmin etme" yüzüdür. Dünyanın bir oyun ve eğlence olduğunu ders veren âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler bu üçüncü yüze bakıyor.

Hikmetler deryası bir hadis-i şerif:

"Benimle dünyanın misâli, yaz gününde bir ağacın gölgesinde konaklayan yolcunun hâline benzer ki, bir süre kaldı ve kısa zaman sonra da gitti."

O hidayet rehberimiz, o uzun sayılmayacak ömründe, bu dünyada bir fâninin erişmesi mümkün olan ilâhî marifet ve muhabbeti kemâliyle zevk etti; ebedî hayatın bütün lâzımlarını yine kemâliyle tedarik etti. Ve her biri insanlık semasının ayrı bir yıldızı olan yüz yirmi dört bin sahabe yetiştirerek, dar-ı bekaya teşrif buyurdu.

İşte, bizim benzemeye çalışacağımız rehberimiz! Ve işte bizim uğrunda her şeyimizi feda etmemiz gereken ulvî gayemiz! Bu gayeyi hakkıyla idrak edebilsek, bir insanın imanının kurtuluşuna vesile olmayı bu fâni dünyanın en büyük kazancı sayarız. O tek insan bizim için tükenmez bir servet ve manevî hayatımız için en hayırlı bir varis olur. Zira, onun yapacağı bütün ibadetlerin bir misli de bizim sevap hanemize girecektir. Ama malımızın varisleri öyle değil. Onların verecekleri zekât ve sadaka kendileri içindir. Bizim için hususî bir hayır yaparlarsa ne alâ. Onu da ancak evlâtlarımızdan bekleyebiliriz. Torunlarımızda hayır defterimiz kapanır. Ben bugüne kadar dedesinin hayrına bir fakiri doyuran, yahut bir hisse kurban kesene henüz rastlamadım.

Öyle ise geliniz, hayrımızı bu dünyada yapalım; kurbanlarımızı kendi elimizle keselim. Öteye lâzım olacak bütün ihtiyaçlarımızı buradan gönderelim ki, oraya vardığımızda gözümüz postada kalmasın.

O büyükler, dünyanın üstünde yürüdüler, içine ise asla girmediler. “dünyadan da nasiplerini unutmadılar.” Lâkin, sadece nasiplenmek için bu dünyaya gelmediklerini bilerek yaşadılar... Gelmişken ondan da birkaç lokma aldılar ve devam ettiler yollarına...

- Dünya nedir, bizde dünyayı sevme isteği var, öyleyse neden dünyayı sevmek yasaklanmıştır?

Dünya, lügat manasıyla, “en yakın”, “en aşağı.” İkisi de doğru. Biz bu yakın âlemde öteye hazırlanıyoruz. Bu yakın semayı ibretle seyredebilirsek, Cennette Arşı hayretle temaşa etmeye aday olacağız. Yakınımızdaki ağaçları, çiçekleri, ırmakları tefekkür edebilirsek, Cennet bahçelerine girmemiz mümkün olabilecek.

Istırap dolu, elem yüklü, yorgunlukla iç içe ve bir kısmı uykuyla geçen bu noksan âlemini kalben terk edebilirsek, o ulvî hayata, o eşsiz saadete, gerçek insaniyete ve hakikî lezzete kavuşabileceğiz.

Rabbimiz, bu dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığını bize haber veriyor. (En’am , 32) Oyunla ancak çocuklar oyalanır, eğlence ise ancak sefihleri tatmin eder.

İnsan çocukluktan kurtuldu mu, defalarca söküp yaptığı oyuncak evleri bırakır, daimî bir yuva arayışına geçer. Ve yine insan büyüdü mü, onun dünyasında eğlencenin yerini çalışma ve ilim alır.

Nur Külliyatında, dünyanın üç yüzü olduğu nazarımıza sunulur: “İlahî isimlere âyine olma”, “Cennete tarla olma” ve “ehl-i hevesatın oyuncak yeri olma” yüzleri.

Dünyanın oyun ve eğlence olan yüzü bu üçüncü yüzdür. Resulullah Efendimiz (a.s.m.), “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” buyurmakla, dünyanın bu üçüncü yüzü ile oyalananların gafletini güzelce dile getirmiştir.

Bediüzzaman Hazretlerinin, “... bize gösterdiğin nümûnelerin, gölgelerin asıllarını, menbalarını göster...” duasıyle bu hâdis-i şerif birlikte düşünüldüğünde şöyle bir mana kalbe gelir: Rüyadaki insan da yer, içer. O yemekler, onu rüyada tatmin eder. Burada bir gölgenin bir başka gölgeyi doyurması söz konusu. Ama bu adam uyandığında aç olduğunu anlar ve gerçek gıdasını aramaya başlar.

Dünya ile oyalanan ve hakikî saadeti unutan insanlar da gölgeyle tatmin olmaktalar. Bunlar, öldüklerinde uyanacaklar ve gerçek tatminin ancak Cennette olacağını hakkıyla anlayacaklar. Ama çoğu insan için artık vakit bitmiş, fırsat kaçmış olacak.

Önemli olan “ölmeden ölmek”, dünyanın âhirete nispeten bir gölge gibi kaldığını burada idrak etmek ve ömrümüzü bu şuurla tanzim etmek. İşte bu şuura erenlerdir ki, dünyanın üçüncü yüzüne aldanmaz, ilk iki yüzüne nazar eder, marifetlerini ziyadeleştirir, sevaplarını artırırlar.

Gündüzü gecenin kovaladığı, gençliği ihtiyarlığın çekip durduğu, sıhhati hastalıkların kuşattığı ve hedefin ölüm olduğu bir dünyanın saadet yeri olamayacağı açık... Allah Resulü (a.s.m.) kasemle ifade ediyor:

“Allah’a yemin olsun ki, âhirete göre dünya, ancak sizden birinin parmağını denize daldırması gibidir. Baksın bakalım kendisine ne dönecek? Parmağı denizden ne getirebilecek?” (Müslim, Kıyame, 40, h.no: 2964; Hâkim, Müstedrek, 4/319)

Ebedî saadet bir derya. Dünya lezzetleri ise parmağı ıslatan su... Bu ıslaklıkta boğulmayan, hafif bir nemde sırılsıklam olmayanlar deryayı buluyorlar. Fâniye aldanmayanlar bâkiye eriyorlar.

“Eğer şu fânî dünyada beka istiyorsan, bekâ fenâdan çıkıyor. Nefs-i emmare cihetiyle fenâ bul ki, bâki olasın.” (Sözler)

Yolcu olduğunu bilenler, seyahat ettikleri vasıtaya ve oturdukları koltuğa değil, varacakları menzile nazar ederler. Kalpleri orası için çarpar, akılları orayı düşünür.

Onlar dünyayı âhiretin tarlası bilir ve ona bu yönüyle büyük değer verirler; ama tarlanın eğlence yeri olmadığını da unutmazlar. Çektikleri bütün sıkıntılar ve ıstıraplara karşı, gözlerini köye diker ve “akşam olunca her şey bitecek, oraya döndüğümde rahata kavuşacağım” diye teselli bulurlar.

İşte ancak, böyle yaşamanın bahtiyarlığına erenlerdir ki, ölümü gülerek karşılarlar. Onlar gönüllerini tarlaya kaptırmadıkları için, ondan rahatlıkla ayrılmayı başarırlar.

Birbirinden çok uzak gibi görünen dünya ve âhiret aslında bizim iç âlemimizde, his dünyamızda, akıl meydanımızda ve amel âlemimizde birlikte dolaşırlar.

Her işimiz, her duygumuz, her düşüncemiz ve her sevgimiz mutlaka ya dünyaya aittir, yahut âhirete. Her adımımızı ya cennete yahut cehenneme doğru atarız. Her sözümüz bizi ya saadete yahut felâkete götürür. Her dakikamız o menzillerden birine çekirdek olur.

Dünya ve âhiret birer menzil. İnsan, bunlardan birini ne ölçüde severse, diğerinin muhabbeti o nispette kalbinden siliniyor.

Bu dünyada nefis hesabına dolaşmayı terk edenler, orada menzilden menzile zamansız uçacaklar. Burada, yiyip içmelerini helâl ile sınırlayanlar, o âlemin nimetlerinden sonsuz istifade edecekler.

Burada, faydasız ilimden hassasiyetle kaçınanlar, orada hikmetler deryasında yüzecekler.

Bu dünyada yerine göre konuşmasını ve susmasını bilenler, o dünyada güzel sohbetler edecek, güzel kelâmlar işitecekler.

Bu kısa hayatta, insanların fâni iltifatlarına kapılmayanlar, orada İlâhî rahmet ve inayeti bulacaklar.

Bu dünyada terk edilen her nefsî arzu, orada ayrı bir saadet olarak insanın karşısına çıkacak.

Bir ömür boyu, bu dünyadan öteye bir şeyler gönderen insan, sonunda o âleme sefer yapacak. Meyvelerini görmek üzere...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun