İslam'a yapılan saldırılara karşı cihad nasıl yapılır? Günümüzde, gerek dinimize gerekse Allah'a ve Hz. Muhammed'e bir çok saldırıda bulunuluyor, bu savaş yapmamızı gerektirmez mi?

Tarih: 26.12.2006 - 10:44 | Güncelleme:

Soru Detayı
Ben bu durumları "cihad zamanı geldi" diye algılıyorum, sizce yanlış mı yorumluyorum? Bunca yapılan saygısızlığa ne zamana kadar tahammül edeceğiz?
Cevap

Değerli kardeşimiz,

Cihat: “Bütün gücünü sarf ederek çalışmak”, “Düşmanla savaşmak”

Cihat, cidal ve kıtal. Birbirine yakın gibi görünürler ama aralarında belirgin farklar var. Kıtalde savaşmak, katledip öldürmek esas. Cidal, bir üstünlük kavgası, menfaat çekişmesi, galibiyet mücadelesi. Cihat ise gayret etmek, olanca gücünü ve kuvvetini sarf etmek mânâsına geliyor. Fakat, cihatta bir şart var ki, onu diğerlerinden net biçimde ayırır; “fisebilillah” yani Allah yolunda, Kur’an namına ve İslâm uğrunda olma şartı. “Savaş ve cidal” ancak bu şartın gerçekleşmesi halinde “cihat” olurlar.

İnsan niçin yaratılmıştır? Bu sorunun cihat ile yakın ilgisi var. Sorunun cevabını “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” meâlindeki âyette buluyoruz. İnsanlar, Allah’a iman ve itaat etmek, O’nun marifetinde mesafeler kat etmek ve rızasına ererek cennete uçmak için bu dünyaya gönderilmişler. İşte hem hayrı, hem de şerri işlemeye kabiliyetli kılınan ve bu noktada büyük bir imtihana tâbi tutulan insanoğlunun cennet ehli olmak için vermesi gereken mücadelenin ismi cihattır.

“...Kömür gibi olan ervah-ı sâfileyi, elmas gibi olan ervah-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatıyla ve sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış.” (Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye)

Bu ifadelerden alacağımız ders şu olsa gerek: Şeytanların vesveselerine kapılmamak için gayret göstermek cihattır. Peygamber emirlerini yerine getirmeğe çalışmak da cihattır.

Her terakki gibi, insanın tekamülü de iki esas üzere gidiyor. Menfaatleri celp ve zararları def. Bir başka ifade ile takva ve amel-i salih. Şeytanlara uymamak takva, peygamber yolundan gitmek ise salih amel. Gerektiğinde Allah uğrunda savaşmak da salih amelin bir parçası. Ama cihat sadece buna münhasır değil. Öyle olsa, sulh zamanında cihat yapılmayacak demektir.

Cihadı doğru değerlendirmemizi sağlayan bir İlâhî irşat:

“Ey iman edenler! Sizleri acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah ve Resulüne iman edip, mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz.” (Saff, 61/10-11)

Demek ki cihatta birinci gaye, âhiretimiz için bir ticaret yapmak. Cihadın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da bunlar insanın o acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar.

Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için canımızı incitmek, bir takım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Demek ki, cihat başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil, nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır.

Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkaların imdadına koşmak değil midir?

Cihat, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer bir takım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorlarsa, bunlarla savaş etmek de cihattır. Yukarıdaki âyet, harp zamanında olduğu gibi sulh zamanında da geçerli. Zaten muhtaç gönüllere iman ve İslâmı ulaştırmak harbe değil sulha bağlı.

“... Sulh hayırdır...”(Nisa, 4/128)

emrini alan Allah Resulü (a.s.m.) insanları durmadan hidayete çağırmış, bu çağrıya karşı çıkanların zulüm ve işkencelerine uzun süre sabırla karşı koymuş ve daha sonra İlâhi fermanla kendisine savaş izni verilmiş.

Harp eden mü’minlere malî destek sağlamak cihat olduğu gibi, sulh zamanında bir kısım malını insanlık âleminin ebedî saadeti için harcamak da büyük bir cihattır.

Harbe iştirak etmek cihat olduğu gibi, insanların iman şerefine kavuşmaları ve mü’minlerin günah ve isyandan kurtulmaları için bir şeyler yapmak, bu hususta kafa yormak, mesai harcamak da cihattır. Ömürlerinden bir pay ayırıp bu kutsî gaye uğrunda harcayanlar da canlarıyla cihat etmiş olurlar.

“Allah, mallarıyla, canlarıyla mücahede edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.”(Nisâ, 4/95)

Her hayır gibi, cihadın da bir takım engelleri var. Bunlardan birincisi nefsimiz, ikincisi şeytan, üçüncüsü de haricî düşmanlarımız.

Nefsin süflî arzularına karşı çıkmak cihattır. Şeytanın telkinlerine kapılmayarak istikamet çizgisinde yürümek cihattır. İman ve hidayet yolunu kapamaya çalışan haricî düşmanlarla harp etmek de cihattır. Her üçünde de niyet “Allah rızası” olacaktır.

Bir gün bütün günleri geride bırakacak ve sonu gelmez yarına kavuşacağız. Mahşer meydanında kendimizi iki yolun kavşağında bulacağız. Biri saadet diyarına, diğeri azap beldesine giden iki yol. İşte cihat, o lütuf diyarına ulaşma ve o kahır menzilinden uzak kalma çabasının ismidir.

Böyle ulvî bir gaye taşımaksızın sadece ülkeler fethetmek, insanlara hükmetmek ve lüks içinde yaşamak gibi fâni hedeflere yönelik savaşlar “fisebilllah” şartını taşımadıkları için cihat değildirler.

Harpte maksat ne olmalıdır?

Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz:

“Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdafaa etmek.” ve “Zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidayet yolunu açmak.”

“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256)

Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaşmak gerekir. Bunda başarı sağlandıktan sonra kişi inancında serbest bırakılır. Dilerse İslâm’ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. İkinci yolu tercih ederse cizye verir. Bu vergi, savaşlara katılmamanın ve İslâm ülkesinde her türlü can ve mal güvenliği içinde yaşamanın bedelidir.

Cihatta hedef öldürmek değil diriltmek olmalı. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek.

İnsanları yurtlarından etmek değil, onlara ebediyet yurdunu kazandırmak olmalı. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da “evet ” dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz.

Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, “harb-i ıslâh ve harb-i ifsad” diye ikiye ayırır ve mü’minlere emredilen harbin “ıslâh harbi” olduğunu beyan eder. Cihada çıkan mü’minleri de “azaba istihkak kesbetmiş bir kavme azab-ı Hakk’ın tatbikine memur bir el” olarak görür.

O halde, savaşı bir ibadet anlayışıyla yapmak ve bu ibadetin kaidelerine de en ince teferruatına kadar uymak gerekiyor.

“Antlaşma yaptığınızda Allah’ın ahdini yerine getirin.”(Nahl, 16/91)

emrine uyulacaktır.

“Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah’ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 2/190)

fermanına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan, aşırı gitmekten sakınılacaktır.

Kadın, çocuk, ihtiyar gibi harbe iştirak etmeyenlere ilişilmeyecektir. Ve böyle nice kurallara aynen uyulacaktır. Aksine hareket edenler sorumlu olurlar; tıpkı diğer ibadetlerde olduğu gibi.

Cihadın en büyüğü, en büyük düşmana karşı yapılanıdır.

“Senin en zararlı düşmanın nefsindir.”

hadis-i şerifi bu büyük düşmanı “nefis” olarak belirler.Tebük seferi dönüşünde Allah Resulünün (a.s.m.) mübarek ağzından dökülen şu hikmet çağlayanı bizim için ne büyük derstir:

“ Küçük cihattan büyük cihada döndük.”

Seyyid Şerif Cürcanî, kişinin kemâle ermek için kendi nefsiyle yaptığı manevî cihada “büyük cihat” der, harice karşı yapılan tebliğ ve savaşa ise “küçük cihat”. İnsanlara hak ve hakikati tebliğ etmenin de “küçük cihat” sayılması enteresandır. Demek ki, savaşa gitmek gibi, tebliğ yapmak için de öncelikle nefsin mağlûp edilmesi gerekiyor.

Nefisle cihat, gerçekten, büyük cihattır. Her anımız bu cihatla geçer. Bir anlık gafletimiz bize çok pahalıya mal olabilir. Maddî cihat ise sürekli değildir. Sulh zamanında mü’minler bu cihatla mükellef tutulmazlar.

Haricî düşmana mağlûp olmak insana ya şehitlik, ya gazilik kazandırır. Nefisle mücadele ise öyle değil; bu savaşta yara alanlar fasık, ölenler dinsiz olurlar.

Nefis denilince akla hemen şeytan gelir; nefer denilince komutanın hatırlanması gibi.

“Şeytan, sizin için bir düşmandır. Siz de onu düşman tutunuz.” (Fatır, 35/6)

“Şeytanın adımlarına uymayın (arkasından gitmeyin). Çünkü o sizin için apaçık düşmandır.” (Bakara, 2/168)

Şeytan, insanın yakasını harp meydanında da bırakmıyor. İnsan cihada çıkar, canını vermeyi göze alır. Böylece büyük bir şerefe erecek ve rızayı kazanacaktır. Ama şeytan bu mücahidin önüne mal ve serveti, nam ve şöhreti koyar; bunlar için savaşmasını ister. Şeytanın bu oyununa gelen insan, düşmana galip de gelse bir şey kazanmış olmaz. Mânâ âleminde her şeyini yitirmiş, sadece bir geçici şöhret ve fâni bir ganimetle dönmüştür. Bir süre sonra ölümü tadacak; kazandığı mal gibi, alkışlarına can attığı insanlar da çok gerilerde kalmış olacak. Ve o, hesabını tek başına verecek.

Biraz da asrın büyük cihat önderinden söz edelim; Üstad Bediüzzaman’dan. Onun bir asra yaklaşan cihat hareketini birkaç paragrafa sığıştırmak elbette mümkün değil. Ama güneşe çıkamıyoruz diye, onu parmağımızla göstermeyelim mi? Yazılacak birkaç cümleyi bir işaret kabul ediniz.

Üstad Bediüzzaman, cihadın her türlüsünde muvaffak olmuş örnek ve önder bir şahsiyet. Cihan harbine gönüllü alay kumandanı olarak katılmış. Harp öncesi ve sonrası, haksızlığa karşı hiçbir zaman susmamış. Padişahından devlet başkanlarına, savcılardan hakimlere kadar herkese iyiyi, doğruyu ve güzeli pervasızca anlatmış.

“Allah bize kâfidir, o ne güzel vekildir.”

hakikatini bir hayat ve cihat düsturu yapmış. Büyük bir mürşit ve eşsiz bir dava adamı olarak yaşamış ve bu fâni dünyadan aynı ruhla göçüp Rahmet-i Rahmana kavuşmuş.

Onun cihat hayatının en önemli devresi, şüphesiz, Yeni Said diye adlandırdığı dönem. Batılılaşma hareketi nice mânevî değerlerin yıkımı pahasına olanca hızıyla sürüp giderken ve fesat komiteleri gençlerimizi dinsiz, ahlâksız yapmak için var güçleriyle çalışırken, Üstad bütün bu olup bitenleri şu cümlede özetliyordu:

“Karşımda müthiş bir yangın var.”
Ve ilave ediyordu:
“İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor.”
Yaptığı hizmetin ana teması da bu iki cümlenin devamındaydı:
“O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum.”
Gençliği yakan bu alev, büyük Üstad'ın da içini yakıyordu.

Yanan alevlenir; yakar ve aydınlatır; tıpkı Güneş gibi. Nitekim öyle oldu. Bütün menfilikleri yakan o güneş, imana muhtaç gönülleri ise aydınlattı, nura ve sürura gark etti.

Allah Resulünün (a.s.m.),

“Onlar inanmıyorlar diye nerede ise kendini helâk edeceksin.” (Şuara, 26/3)

âyetiyle haber verilen o eşsiz şefkatine, Üstad Bediüzzaman akıl almaz bir enginlikle mazhar olmuştu.

“Sen kâfirlere uyma. Onlara karşı Kur’an ile büyük bir cihatla cihat et.” (Furkan, 25/52)

âyetinden aldığı dersle, materyalizm, evrim ve sefahatten kaynaklanan bütün menfî cereyanları mağlûp edecek bir Kur’an tefsiri yazdı. Böylece, iman hizmetini ilme bina etmiş oluyordu.

Elmas kılıç... Bu kılıçta zorlama yoktur. Bu kılıç kafa kesmez, yanlış fikirleri keser. Bu kılıç kalbe saplanmaz, batıl inançları söker atar. Bu kılıçla bir çeşit ameliyat yapılır, ama bu ameliyatın bedenle ilgisi yoktur, ruha nüfuz eder, kalbe girer, akla ulaşır, his âlemini kuşatır.

Ve hastayı incitmeden yapacağını yapar. Bu cihadın ismi de yine kendi ifadesiyle “cihad-ı mânevî”dir.

“Hem dâhildeki cihad-ı mânevî; mânevî tahribata karşı çalışmaktır ki; maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgûl olmaya hiçbir hakları yok.” (Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası)

Siyasetten ve siyasilerden beklediği tek şey kendisine karışmamalarıdır. Onlar kendi dünyaları için çalışa dursunlar; Üstad, bütün bir milletin imanını kurtarmaya azmetmiş, bu büyük cihat için sadece ve sadece Rabbine güvenmiş, iyiliği ve hayrı ancak O’ndan bilmiş ve yalnız O’na tevekkül etmiştir.

Üstad, elmas kılıçla yaptığı bu mânevî cihadında muvaffak olmuş bulunuyor. Nasıl mı?

Tabiatçılara karşı “Tabiat Risalesi”ni kaleme aldı ve onların fikirlerini yerle bir etti. Âhireti inkâr eden sapıklara karşı, “Haşir Risalesi”ni kaleme aldı ve âhiretin varlığını aklî ve naklî delillerle harika bir şekilde ortaya koydu.İslâm kardeşliğini konu alan “Uhuvvet Risalesi”yle, düşmanlık, kin, haset, gıybet, iftira gibi kardeşliği yaralayan bütün düşmanlara karşı bir mânevî cihat yaptı. “Yirmi Üçüncü Söz”le insanı insan eden değerleri güzelce sergileyerek, insaniyetin hangi hallerde yücelerin yücesine çıkacağını ve hangi hallerde aşağıların aşağısına düşeceğini aklî delillerle gözler önüne serdi ve insanı hayvandan daha aşağılara düşürmek isteyen bütün fesat komitelerine karşı büyük bir cihat yaptı. Irkçılıkla ilgili bir risale telif ederek birlik ve beraberliğin bu en korkunç düşmanını aklî ve naklî delillerle perişan etti.

Yüz otuz parça risalenin her birinden burada söz etmek elbette kâbil değil. Ama bu birkaç misâlle de açıkça görüldüğü gibi Bediüzzaman’ın cihadı, mânevî bir cihattır; bir fikir hareketi, bir iman ve ahlâk seferberliği, bir kardeşlik meş’alesidir.

Eğer insanlığın mânevî kurtuluşa ermesini istiyorsak, bunun yolu tebliğden geçer, ilimden geçer, İslâm’ı en güzel şekilde temsil etmekten geçer; siyasetten ve kavgadan değil.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun