Bakara Sûresi 286. ayette geçen, "Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden öte yük yüklemez." ayetini nasıl yorumlarsınız?
Değerli kardeşimiz,
Güneşe çevirebileceği kadar gezegen, ağaca kaldırabileceği kadar dal, insana taşıyabileceği sayıda el takılmış. Devenin yükü ayrı, karıncanınki ayrı. Balığa uçmayı, aslana yüzmeyi teklif etmemiş.
İnsanlara da bu imtihan meydanında kuvvetleri nispetinde, hatta bir lütuf olarak, güçlerinin çok altında teklifte bulunulmuş. Allah’ın bütün emirlerini işlemek, bütün yasaklarından sakınmak her insanın iktidarı dahilinde.
Bizim gücümüz için son hudut, namazı beş vakit kılmak, orucu bir ay tutmak mı? Elbette hayır!..
İnsanlar bu gerçeği iyi değerlendirseler, sabretmesini bilse, iradelerini hırpalayıp zaafa uğratmasalar ve en önemlisi birbirlerine yük olmasalar, hepsi de yüklerini rahatlıkla taşıyabilecek ve bu imtihan meydanından yüzlerinin akıyla ayrılıp gidecekler.
Yukarıda sözünü ettiğimiz âyet-i kerime üzerinde çeşitli tefsirler yapılmış. Değişik ilim dallarında bu âyetin ruhuna uygun nice hükümler verilmiş. Zengin olmayan kişinin zekât vermekten sorumlu olmayacağı, keza eli yahut ayağı kesik bir insanın abdest alırken bu organlarını yıkamaktan sorumlu olmadığı hükme bağlanmış.
Akait âlimleri ise “güç yetirme” meselesini “akıl” yönüyle ele almış ve sıkça sorulan bir soruya şöylece açıklık getirmişler:
“Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve cemiyet hayatından habersiz olan bir insan, mücerret aklıyla hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumlu!..”
Mücerret aklı, “kendisine İlâhî emirler ulaşmamış, peygamberlik nuruna muhatap olamamış, rehbersiz, bir akıl” şeklinde tarif edebiliriz. İşte böyle bir aklın ulaşabileceği saha konusunda ise değişik görüşler var. İtikad imamlarından Mâturîdî Hazretlerine göre insan mücerret akılla, bir yaratıcısı olduğunu bilebilir. Bu adam Allah’a inanmaktan mesuldür, diğer iman rükünlerinden ve İslâmî hükümlerden ise mesul değildir.
Bir diğer itikad imamı olan, Eşarî Hazretleri ise, böyle bir insanın peygamber olmaksızın Allah’ı sıfat ve isimleriyle bilmesinin de mümkün olamayacağı fikrini savunur ve bu adamın taşa da tapsa necat ehli, yâni kurtuluşa erenlerden olacağını söyler.
Görüldüğü gibi her iki imamın da ittifak ettikleri esas nokta şu: Kişi içinde bulunduğu şartlarda, aklıyla neyi bilmeye güç yetirebiliyorsa ondan sorumlu...
Soru: "Ya Rabbenâ! Bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme" ayeti var. Ama Allah kişiye kaldıramayacağı yük yüklemez, deniyor. Bu iki konu arasında bir tezat var mı?
Ayet-i kerimede Allah Teala'nın kullarına ağır yük yüklemeyeceği ifade edilmektedir. Devamında da üzerimize yüklememiş olduğun bu yükleri hata etmemiz halinde de yüklememesi hususunda dua etmemizi buyurmaktadır.. Çünkü Yahudiler hata ve günahlarında aşırıya gittikçe üzerindeki yükler de arttırılmıştı. Yahudiler de olduğu gibi Muhammed (asm) ümmetini bu şekilde cezalandırmaması hususunda dua etmemizi Allah Teala buyurmaktadır.
Allah her can sahibini, onu güçsüz düşürecek veya sıkıntıya sokacak herhangi bir şeyle yükümlü tutmaz. Bilakis, gücünün yettiği ile mükellef tutar. Kişinin yaptığı hayır kendi lehine, şer de kendi aleyhinedir. Deyin ki:
"Ey Rabbimiz, şayet unutur veya bir hususta kasıtsız olarak hata edersek, sen bizim kusurumuza bakma. İhmalimizden dolayı bizi cezalandırma, Ey Rabbimiz, bizden önceki Yahudi ve Hristiyanlara yüklediğin gibi sen bizlere, altından kalkamayacağımız, bizleri sıkıntıya sokacak yükler yükleme. Ey Rabbimiz, sen bizleri gücümüzün yetmeyeceği amellerle yükümlü tutma. Kusurlarımızı affet. Günahlarımızı ört. Bizi rezil etme ve bizleri, her şeyi kaplayan rahmetinle kapla. Sen yardımınla bizim dostumuzsun. Çünkü biz sana iman ediyoruz, sana itaat ediyoruz. Sen, kâfirlere karşı bize zafer nasibet. Senin birliğini inkâr ederek putlara ve tağutlara tapanlara karşı bizleri galip getir. Çünkü biz, senin taraftarın olan müminleriz."
Âyet-i kerimede
"Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, yaptığı kötülük ise aleyhinedir."
buyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas kulun kazandığı amelin, eliyle veya ayağıyla yapacağı ameller olduğunu söylemiştir.
Âyet-i kerimede: "Rabbimiz, eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma." buyurulmaktadır. Allah Teala bu beyanıyla, mümin kullarına, kendisine nasıl dua edip yalvaracaklarını öğretmektedir ve onlara duyurmaktadır ki:
"Siz bana yalvarmak isteğiniz zaman deyin ki: 'Ey Rabbimiz, eğer bizler, üzerimize farz kıldığın bir ameli işlemeyi unutacak olur da yapmazsak veya bize yasakladığın bir şey hakkında yanılır da kasıtsız bir şekilde onu yanlışlıkla işleyecek olursak sen bizi hesaba çekme.'"
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki Allah, ümmetimden hata etmenin, unutmanın ve kendisine zorla yaptırılan şeyin sorumluluğunu kaldırmıştır."
Allah kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez, yükleyemez değil, yüklemez. Allah'ın kendi kullarına yüklediği sorumluluk, kulların güç yetireceği kadardır ve hatta onun çok altındadır. Allah insanları zora koşmaz, güçlerini son sınırına kadar zorlamaz, sıkıntıya sokmaz, müşkülat ve meşakkat vermez. Mükellef olan kullar o görevleri güçleri rahat rahat yetecek şekilde yapabilirler. Nitekim
"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez..." (Bakara, 2/185)
buyurmuştur. Hak din kolaylıktır, onda zahmet yoktur. Böyle olması da güç yetmez bir sorumluluğu yüklemeye Allah'ın kudreti olmadığından değildir, sırf fazl u kereminden ve rahmetindendir. Bu suretle Allah'ın kullarına bahşettiği güç ve takat onlara emrettiği görevlerden daha fazladır. Bu sayede onlara görevlerini yaptıktan sonra dinlenecek, gezip dolaşacak, dünya ve maişet işlerinde çalışacak, hatta daha başka emredilmemiş olan hayır ve hizmet işleriyle ilgilenecek zaman ve imkân kalabilecektir. Nitekim kullar farzları yaptıktan sonra daha neler neler yapabilirler. Mesela, günde beş vakit namazdan başka daha ne işler görebilirler?..
Gerçi sorumluluk iradeye bir anlamda zahmet yüklemek demektir, her zahmet de bir enerji tüketimini gerektirir. Bu hikmetten dolayı her yükletilen sorumluluk ona güç yetirebilme şartına bağlıdır. Fakat o yükün bu gücü zorlamaması da şarttır. Yani her bir ferdin sorumluluğu gücüyle ve kapasitesiyle ölçülmek gerekir. Bundan dolayı kişilerin güç ve takatleri farklı olduğundan, gücü ve kapasitesi fazla olanların sorumluluk dereceleri de fazla olacaktır ki, adalet ve eşitlik de bunu gerektirir. Mesela, malı olmayan zekatla mükellef olmayacağı gibi, çeşitli zenginlerin zekatları da bir ölçü çerçevesinde değişik olur. Zenginlik derecesine göre kimi on, kimi yüz verir. Fakat hepsi de aynı nisbet dahilinde, mesela kırkta birdir. Kudret hesaba katılmayarak, nüfus başına eşit olarak şu kadar verilecek demek, bu temele aykırı düşer. Yine bunun gibi, ümmete toptan yönelik olan farzı kifayenin fertlere ilişkisi de böyledir.
Ey Rabbimiz! Bize bizden önceki ümmetlere yüklettiğin gibi ağır yük de yükleme. Bizi asâ ve isyan milletleri gibi yapma! Yani bizi diğer milletlere yaptığın gibi yerinden kımıldatmaz, sıkıştırır, zor dayanılır ağır boyunduruklar, şiddetli mîsaklar, ağır tabiiyetler, meşakkatli buyruklar, katı kanun ve kurallar ve uygulamalar altında bulundurma, sonuçta mükelleflerini meshederek (suretlerini değiştirerek) maymunlara, domuzlara çevirecek sıkıntılara koşma. Bizim kurallarımızda ve sosyal hayatımızda zorluklar, zorlamalar, baskılar olmasın Rabbimiz.
* * *
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın, Bakara suresi 285-286. ayetlerle ilgili açıklamaları şöyledir:
285. Peygamber, Rabbi'nden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Müminlerin de hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. 'Biz Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız, duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır.' dediler.
286. Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sensin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize.
NÜZUL SEBEBİ: Rivayet olunduğuna göre, "Siz içinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de" (Bakara, 2/284) âyeti nazil olunca, bu ashaba pek ağır geldi, toplanıp Resulullah'ın huzuruna vardılar, diz çöktüler: "Ey Allah'ın Resulü, namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle mükellef olduk. Şimdi ise bu âyet indirildi. Halbuki bizim buna gücümüz yetmiyecek." dediler ve "Herbirimiz, kendi gönlünde öyle şeyler konuşur ki, dünyaları verseler bunların kalbinde bulunmasını arzu etmez." diye insanın elinde olmadan içinde bulunan duygu, düşünce, tasarı ve hayallerden söz ettiler. Peygamber (s.a.v.) onlara:
"Siz de sizden önceki Kitap ehli gibi, 'Duyduk ve karşı koyduk.' mu demek istiyorsunuz? 'Duyduk ve uyduk, ey Rabbimiz ğufranını dileriz, dönüş ancak sanadır.' deyiniz!" buyurdu.
Bunu hep birlikte okumaya başladılar, okudukça dilleri alıştı ve gönülleri yatıştı. O zaman (Âmene'r-Resulü...) âyeti nazil oldu. Böylece Allah'a tazarrû ve niyaz ile yalvarıp yakardıklarından, istiğfar edip Allah'a sığındıklarından dolayı bir süre sonra arkasından (La yükellifullahu...) âyeti nazil oldu ve güçlerinin yetmiyeceği ve ellerinde olmayan şeylerden hesaba çekilmeyecekleri bildirilerek, endişeleri giderilmiş oldu.
Demek ki, Ashab-ı Kiram "Siz içinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker." nazmı celîlinin gizli ve açık yönleriyle bütün ihtimallerini dikkate almışlar ve bu âyetin gerekli kıldığı sorumluluğun akla doğan düşünce ve duyguları da kapsamı içine alma ihtimalinden korkmuşlar ve kendilerince âyetin insan gücünün üstünde bir sorumluluk yüklediğini düşünerek, bunun böyle olmaması gerektiğine hükmedip Hz. Peygamberden, her ihtimale karşı bu hükmü yorumlayacak bir açıklama aramışlardı. Buna karşı her şeyden önce kayıtsız şartsız itaat, istiğfar ve yalvarma ile emrolununca derhal itaat gösterdiler. İçlerinde kaçınılmaz olarak mevcut bulunan endişe ve korkuya rağmen, ilâhî sorumluluğa ve Hz. Peygamber'in emrine boyun eğdiler ve hiç itiraz etmeden olduğu gibi kabul ettiler. Allah Teâlâ da evvela bunların kâmil imanlarını, bu söz dinlemelerini ve emre uymalarını, alçak gönülle yakarmalarını, "Rabbena, Rabbena" diye yalvarmalarını ve yalnızca kendisine sığınmalarını övgüyle dile getiriyor. Onları medh ü sena ederek bu şekilde dua etmeye devam etmelerini teşvik ediyor ve destekliyor. Ayrıca bir müddet sonra lütuf ve merhametini açığa vurup, "Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez." şeklinde iltifatta bulunuyor. İstek ve ihtiyaçlarına uygun olarak hüküm göndermiş ve ızdıraplarına sebep olan hayal ve hatıra sorumluluğundan doğan endişeyi gidermiştir ki, işte itaatın ve Allah'a sığınmanın ürünü daima böyledir. İtaat vesvese ve endişeyi yok eder.
Hasan ve Mücahid ile İbnü Sirin'den, bir rivayette de İbnü Abbas'dan naklen anlatıldığına göre, (Âmene'r-Resulü...)'den itibaren bu son iki âyet, Cibrîl vasıtasıyla nazil olmamış, Resulullah bunları Mi'rac gecesinde vasıtasız olarak işitmiştir. Bundan dolayı Bakara Sûresi Medine devrinde nazil olmuştur, ancak o takdirde bu iki âyet müstesna olarak daha önce nazil olmuş demektir. Bununla beraber bir başka rivayette İbnü Abbas, İbnü Cübeyr, Dahhak ve Ata: "Bunlar da Medine'de Cibrîl ile nazil oldu." demişlerdir.
(...)
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu dualarla dua ettiği zaman, Allah tarafından "peki yaptım" buyurulduğu Müslim ve Tirmizî'de rivayet edilmiştir.(Müslim, İman, 199, 200; Tirmizi, Tefsir, 2/38-40). İlerideki sûrelerde de bu dualara çeşitli yönlerden verilmiş cevaplar göreceğiz; bu cevaplardan biri olmak üzere Âl-i İmran Sûresi, bu nusret duasına bir cevap olarak başlayacaktır.
Kütüb-ü Sitte'de Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayet olunan bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki:
"Her kim geceleyin Bakara Sûresi'nden bu iki âyeti okursa ona yeter."
Hakim ve Beyhakî'nin Ebu Zer'den naklen tahric ettikleri bir diğer hadis-i şerifte de Fahr-i Risâlet Efendimiz buyurmuştur ki:
"Allah Teâlâ, Bakara Sûresi'ni iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana arşın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, oğullarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem salattır, hem duadır, hem Kur'ân'dır." (Ahmed b. Hanbel, IV/147, 151, V/180, 383; Dârimi, Fedaillü'l-Kur'an, 14)
Hz. Ömer ile Hz. Ali (r.anhümâ)'den rivayet edilmiştir ki, her biri: "Aklı başında bir adam görmezdim ki, Bakara Sûresi'nin sonundaki bu âyetleri okumadan uyusun." (Dârimi, Fedaillü'l-Kur'an, 14) demişlerdir.
"Cibrîl, Hz. Peygamber'e Bakara Sûresi'nin sonunda 'âmin' demeyi telkin etti." diye de Ebu Meysere'den gelen bir rivayet bulunmaktadır.
Cenab-ı Allah, biz kullarını da daima bu duaların mânâlarını duyan, anlayan ve gereğini yerine getirerek, vaad ettiği icabetinin feyzinden büyük büyük nasiplerle pay alan kullarından eylesin. Amin.
İlave bilgi için tıklayınız:
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- "Bu kim ki?" diye sormak gıybet midir?
- Çok Önemli Bazı Dualar | Dua İklimi 24
- Allah kaldıramayacağımız yükleri yükletmez ise, Kur'an’da neden "kaldıramayacağımız yükleri yükletme" duası var?..
- Müslüman yaptığı her hareketten sorumlu mu?
- İmani sorulara yanıt aramamak neden yanlıştır?
- "Beni zikredin ki ben de sizi anayım...ne demektir?
- Rabbimiz bize öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme, ayetinde kimlerden bahsediliyor?
- Hata ve unutarak günah işlemek konusundaki hadisi açıklar mısınız; buradaki mesuliyetimiz nedir?
- Kur’an-ı Kerim’de yer alan dualardan örnekler verir misiniz?
- Bakara Suresi'nin son iki ayeti (Âmene'r-Resûlu) hangi olay üzerine ne zaman nazil olmuştur?