Şafii mezhebinde olan birinin itikatta Eş'ari mezhebini taklit etmesi zorunlu mu? İrade-i cüziyye hususunda Eş'ari ve Maturidi arasındaki fark nedir?

Tarih: 14.09.2011 - 00:00 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Ehl-i Sünnet kelâmının iki büyük temsilcisi olan Mâtürîdîyye ile Eş'arîyye ekolleri kelâm ilminin ana konuları sayılan hususlarda ittifak etmişlerdir. Her iki mezhep çağdaş olmakla birlikte, fakat ayrı ayrı bölgelerde kelâm ilminin metotlarıyla, inanç konuları hususunda kendi görüş ve düşüncelerini ortaya koymaya çalışmışlardır. Ancak bu iki mezhebe mensup kelâmcılar fikirlerini ve düşüncelerini ortaya koyarken, ya da açıklarken gayet tabii olarak kelâmî problemlere bakış açılarında bir takım farklılıkların ortaya çıkması söz konusu olabilir.

Her iki ekolün bilginleri Kur'ân'ın ortaya koyduğu akâidi ve bu akâidi anlayış veya kavrayış bağlamında meydana gelen itikâdî meseleleri akıl ve mantık açısından bir takım delillerle ispat etmeye çalışmışlardır. Çünkü onların düşüncelerinin temelinde selim akıl ile sahih nakil asla çatışmaz. Yine onlara göre ilk bakışta şayet böyle bir çakışma veya çatışma meydana gelecek olursa, o takdirde kaynak verilerinin çok iyi araştırılması gerektiği kanaatini de taşımaktadırlar.

Ebü'l-Hasan el-Eş'arî ile Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Ehl-i sünnet akidesini yayma gayretleri içerisindedirler. Her iki imam izah etmeye çalıştıkları pek çok konunun sonucunda birleşiyorlarsa da, yine de her iki ekolün kelâm ilmi metotları yönünden yani usul açısından aralarında az çok farklılıkların bulunduğu bilinmektedir. Şüphesiz her iki mütekellim Kur'ân'ın ortaya koyduğu inanç/itikad anlayışını akıl ve mantık delilleriyle ispat etmeye çalışmışlardır.

Eş'ârî ile Mâtürîdî ayrı ayrı kültür çevrelerinde yetişmekle beraber, gayeleri ve mücadele edecekleri sahalar aynı bulunmaktadır. Yani onların gayesi Ehl-i Sünnet itikad esaslarını savunmak, en iyi bir şekilde açıklamak ve ortaya koymak, Ehl-i bid'atın yanlış anlayış ve kavrayışlarını naklî ve aklî deliller ile ispat etmektir.

Taşköprizâde'nin (ö. 968/1561) belirttiğine göre, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in ilm-i kelâmda iki lideri vardır. Birisi, Hanefi olan Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, diğer de Şafiî olan Ebü'l-Hasan el-Eş'arî'dir.(Taşköprizâde, Miftâhu's-Sa'âde, Kahire 1968, s. 151)

Birçok âlim, Eş'arîlik ile Mâtürîdîlik arasındaki görüş ayrılıklarının büyük olmadığını, ancak bu durumun metot anlayışından kaynaklandığını, hatta bu meselelerin esasta değil, ikinci derecedeki yani feri meselelerde kaldığını söylemektedirler. Bundan dolayı da birbirlerini bid'at ve sapıklığa nispet edecek kadar ileri noktada bir takım ayrılıklara sahip değillerdir.(Beyâzîzâde, Ahmed Efendi, İşârâtü'l-Merâm min İbârâti'l-İmâm, Mısır 1949, s.8-9.) Bütün bunlara rağmen bu iki ekol birbirinin aynı sayılmadığı gibi ayrı da sayılmaları mümkün görünmemektedir. Zira Mâtürîdî mezhebinin bazı görüşlerini benimseyen Eş'arî kelâmcılarına rastlanıldığı gibi, Eş'arî görüşlerini benimseyen bazı Mâtürîdî kelâmcılarına da rastlamak mümkündür. Bu noktada İbnü'l-Hümam, Mustafa Sabri gibi isimleri sayabiliriz. Hatta bu konuda daha pek çok âlimi bu kategori içerisinde değerlendirebiliriz. Çünkü bunların temel görüş olarak bağlı bulundukları düşünce yapısı ve kaynakları Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat çerçevesi içerisindedir. O halde yapı ve öz itibariyle bir, ama şekil ve görünüş açısından farklı bir durum arz etmektedir.

Ebu Nasr Tâceddin Abdülvehhâb b.Ali b. Abdi'l-Kâfî b.Ali b.Temam es-Sübkî (ö. 771/1370)15 Tabakâtü'ş-Şâfi'iyyeti'l-Kübrâ, (Kahire 1965), III/377-389. sahifelerinde Mâtürîdî'ler ile Eş'arîler arasındaki ihtilaflardan şöyle bahseder: "Tahavî ile Eş'arî arasında sadece on üç konuda ihtilaf vardır. Eş'arîlerle Mâtürîdîler arasındaki ihtilaf on üçten ibarettir. Bu on üç meselenin yedisi lafzî ihtilaftır. Sadece altı tanesi mana ile ilgilidir. Bu on üç meselede bir kimsenin başka bir kimseye muhalefet etmesine, haddi zatında muhalefet bile denmez."(es-Sübkî, Tâceddin Abdülvehhâb b. Ali, Tabakâtü'ş-Şâfi'iyyeti'l-Kübrâ, Kahire 1965, III/378.)

MÂTÜRÎDÎ VE EŞ'ARÎ'NİN METOD VE PRENSİP BİRLİĞİ

Mâtürîdî ve Eş'arî; Haşeviyye, Müşebbihe, Mücessime gibi fırkalarla, rasyonalist bir zümre olan Mu'tezile arasında makul bir yola sahip olmuşlardır. Her iki âlim de Cebriye ve müfrit Rafızîler arasında mutedil bir vaziyet alarak, Ehl-i Sünnetin inançlarını müdafaa etmişler, metod ve mezhepte hemen aynı neticeye ulaşmışlardır.

Metotta ittifak edince mezhepte de aynı neticelere varmak tabiidir. Çünkü mezhep metodun neticesinden başka bir şey değildir. Ebü'l-Hasan el-Eş'arî'nin İslâm fırkalarına ait derin bir bilgisi olduğu malumdur. O'nun "Makâlâtü'l-İslâmiyyîn" adlı eseri ise, bu konudaki bilgisine ait en büyük delildir. Zira o, Müslümanların itikadî konulardaki ihtilaflarını bu kitabında bir araya topladıktan sonra, başta Aristoculuk olmak üzere bid'atçi görüşleri ve felsefî fikirleri tenkide tabi tutmuştur. Ayrıca mezheplerin fikirlerini ve düşünce yapılarını naklederken, objektif ve tarafsız olma titizliğini göstermekten de hiçbir zaman ayrılmamıştır.(Taftezânî, Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi, trc. Süleyman Uludağ (Mukaddime elli yedi madde) İstanbul 1982, s.40-51.)

Eş'arî'den günümüze intikal eden eserler kelâm kültürü ve terminolojisi bakımından çağdaşı Ebû Mansûr el-Mâtürîdî'nin eserlerine nispetle zayıftır. Buna rağmen kendisi Sünnî kelâm ekolünün önemli kurucularından biri olarak kabul edilmiştir. Kelâmî görüşleri açısından Eş'arî, itikadî konuları, aklî ve naklî deliller ile ispat eder. Allah'ın ve peygamberlerin sıfatları, melekler, hesap, ceza ve mükâfat gibi konuları Kur'ân ve Hadis çerçevesinde ele alır. O nassları te'vil etmek veya onların zahirlerine göre hükmetmek için aklını kendine hakem edinmez. O, tersine aklı nassların zahirlerini teyit eden bir alet gibi kabul eder.(İsmail Efendizâde, Risâle fi'htilâfâti'l-Mâtürîdî ve'l-Eş'arî, İstanbul 1287.) Diğer taraftan İmâm Eş'arî, Mu'tezile'nin fikir ortamında yetiştiği ve hayatının bir kısmını bu düşüncenin yayılması için çalıştığından dolayı, onların mantık ve felsefi metotlarını da çok iyi bilmektedir. Bu bilgi ve düşüncesinden dolayı o, aynı zamanda Mu'tezile'yi kendi metot ve silahıyla ret ederek susturmaya çalışan ve tenkid eden kelâm âlimlerinden biri sayılır.(Şeyhülislâm Esad Efendi, Risâle fi'htilâfâti'l-Mâtürîdî ve'l-Eş'arî, İstanbul 1287, s. 278-287.27)

Mâtürîdî ise, Sünnî bir ortamda yetişmiştir. O, aşırılığa kaçmaksızın akla büyük değer vermektedir. O, aklı ve nakli de ayrı ayrı birer bilgi kaynağı olarak kabul eder.(el-Câbî, Bessam Abdulvehhab, el-Mesâilü'l-Hilafiyye beyne'l-Eşâire ve'l-Mâtürîdiyye, Beyrut 2003.) Çünkü o, Kur'ân'ı yine Kur'ân ile açıklarken, aynı zamanda akıl ve nakilden istifade etmeye de çalışır. Zira o, Ehl-i Sünnetin itikadî esaslarını aklî ve naklî delillerle ispat etmeye gayret göstermektedir. Diğer taraftan itikadî esaslar konusunda aynı metodu Eş'arî'de de görmemiz mümkündür.

Gerek Mâtürîdî, gerekse Eş'arî, Allah'ın ezelî kelâmı, sıfatları, görülmesi/ru'yetullah, kulların fiilleri/ef'al-i ibad, büyük günah işleyenlerin durumu ve şefaat gibi konularda aynı neticeye ulaşmışlar ve mezheplerinin genel prensiplerini ortaya koymuşlardır.

İRÂDE

İrâde kelimesi, talep etmek, istemek manasına Arapça "RVD" kökünden "İf'al" vezninde mastardır. İstemek, arzulamak, emretmek, tercih etmek, otlatmak için salıvermek gibi manalara gelen bu kelime "Nefsin yapılması gerektiği bir işi, bir amacı gerçekleştirmeyi istemesi, ona yönelmesi" veya "Canlıyı kendisinde değişik mahiyetteki fiillerin sağlayacak duruma getiren nitelik" gibi değişik şekilde tanımlanması yapılmıştır.(1) "Meşîet" de ıstılahta irade manasınadır. Ancak lügat yönünden aralarında fark vardır. "Meşîet" varlığın ismi olan "şey"den alınmış olup icad anlamındadır. "İrade" ise "talep" demektir. İrade'nin zıddı "kerahet/istememe" dir. Eş'arîlere göre ise irade, takdir edilenin iki yönünden birinin vuku' bulmasını tahsis eden bir niteliktir.(2) Mâtürîdilere göre irade, fâilin onunla iki eşit taraftan/yapıp yapmamasından birini diğerine tercih ve eşyayı tahsis kılacak yönlerden birine mahsus kılma niteliğidir. İşte tercih ve tahsis kul tarafından meydana geldiği için cebr/fatalisme söz konusu değildir.(3)

Diğer taraftan irâde: Her hangi bir şekilde kendisinden fiil vukuu bulan bir hali, canlıya gerektiren sıfattır. Gerçekte irâde vücûdî bir sıfattır. Zira o, her hangi bir işin meydana gelmesi veya vücûd bulmasına tahsis edilmiş bir sıfattır.(4) Kur'ân buna

"Allah'ın şanı her şeyin olmasını dilediği zaman ona sadece "ol" demekle oluverir."(5)

ayetiyle işaret etmektedir. Bir başka deyişle, irâde, yarar inancının takip ettiği meyildir de (6) denebilir. Ayrıca bu kelime, Allah'ın isteği ve buyruğu manasınadır ki, buna"İrâde-i İlâhiye", insanın irâdesi manasına da "İrâde-i Cüz'iyye", milletin tercih ve kararı manasına da "Millî İrâde" şeklinde izafetle de kullanılmaktadır.(7) Dinde ise, irâde, daha başka bir özellik göstermektedir. Umumiyetle Allah'ın bir sıfatı olarak ele alınan irâde bu açıdan bir tarife tabi tutulmakta, insanın irâde ve fiillerinin Allah'ın irâdesi ve fiilleriyle ilgisi yine Allah'ın sıfatları açısından incelenmektedir. İnsan irâdesi konusuna geçmeden önce, Allah'ın irâdesi hakkında bilgi vermeye çalışalım.

a. Allah'ın İrâdesi:

Mâtürîdîler mutlak ve ezelî bir ilahi irâde anlayışını kabul ederler. Bu konuda şöyle derler. Allah'ın irâdesi mutlaktır. Hayır, şer, iyi ve kötü her şey Allah'ın irâdesiyle olmaktadır. Şayet Allah şerrin olmasını irade etmeseydi şer meydana gelmezdi. Kur'an Allah'ın irâdesinin umumi olduğunu yani hem hayra hem de şerre şamil olduğunu beyan etmektedir. İman fiili Allah'ın irâdesiyle olduğu gibi, küfür ve benzeri şeylerde onun irâdesiyle olur. Ancak Allah'ın iradesi, emri ve rızasıyla olmakla birlikte, Allah'ın kötülüklerde ve şerde emri ve rızası yoktur. Onlara sadece onun irâdesi taalluk etmektedir.(8)

Eş'arîler, Allah'ın zatı sıfatlarından olan ezeli irâdesi her şeye şamildir. Meydana gelen her şey onun irâdesiyle olmaktadır.(9) "Allah dilediğini yapandır."(10) Onun için onun irâde etmediğini yapması düşünülemeyeceği gibi, onun irâdesi olmadan bir şeyin meydana gelmesi de düşünülemez.(11)

Allah için, Kur'ân mutlak bir irâde anlayışını, bütün şümûlüyle ortaya koymaktadır. Kur'an'ın ortaya koyduğu bu ilâhi irâde kesinlikle nispî ve izafî olmayan, kendi zatından başka hiçbir şeye bağlı olmayan bir iradedir ki, o da Allah'ın iradesidir. Kur'an-ı Kerim'de pek çok ayeti kerimede bu mesele şöyle geçer.

"Rabb'in dilediğini yaratır ve seçer; irâde, serbestlik onların değil (Allah'ındır). Allah yücedir ve onların ortak koştukları şeylerden uzaktır."(12)

"Her dilediğini mutlaka yapandır."(13)

"O yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır."(14)

buyurmaktadır. İşte seçme ve yaratmada serbestlik, dilediğini yapma, yaratma ve ondan da meşgul olmama noktasında olan irade mutlak bir iradedir.

Ehl-i sünnete göre Allah'ın irâdesi, mutlaktır. Onun zatı ile kaimdir, ezelîdir. Kesinlikle sonradan meydana gelmemiştir. Allah'ın mutlak ve zatıyla kaim irâdesinin maddî varlık âlemine taalluku, zamana ve takdire göredir.(15) Ancak şurasını unutmamak gerekir ki, mutlak irade için zaman söz konusu değildir. O zamandan münezzeh bir iradedir. İnsan iradesinden farkı ise budur.

b. İnsanın İrâdesi:

İlâhi irâdeyle insan irâdesi yakından ilgilidir. Kur'ân'da geçen ayeti kerimelerden anlaşıldığı üzere İlâhi irâdenin yanında, bir de beşeri irâde vardır. Ancak İlâhi irâde ile beşerî irâdenin sınırlarını tayin etmek çok güçtür. Fakat biz burada Mâtürîdî ve Eş'arîlerin irâde anlayışlarını kısaca belirtmeye çalışacağız. Mâtürîdî âlimlerinden Sadru'ş-Şeria'ya (ö.747/1346) göre irâde, fâilin onunla bir fiili iki çeşit taraftan (yapıp-yapmama) şeklindeki tezahürlerinden birini diğerine tercih ve eşyayı tahsis kılacak yönlerden birine mahsus kılma niteliğidir.(16) Eş'arîlere göre irâde, takdir edilenin iki yönünden birinin vukuu bulmasını tahsis eden bir niteliktir.(17) Şu halde Mâtürîdîlere göre insan irâdesi ikiye ayrılır.(18)

1. İrâde-i Külliye: Cenâb-ı Hakk tarafından insanlara verilmiş bilkuvve mevcut bir kudrettir ki, insanın bütün mümkün olan fiilleri tercih etmek halinden ibaret bir niteliği vardır. İşte bu irâdei külliyenin yaratılmış olduğunda ihtilaf yoktur.

2. İrâde-i Cüz'iye:
İrâde-i külliyenin muayyen ve tahsis olunmuş bir fiile yönelmesinden, sarf ve kullanmasından ibarettir.(19) Bu yönelmeye, sarf ve kullanmaya "azm-ı musammam /dönmemek üzere verilen karar" diye de tabir olunur.

Bir başka açıdan İrâde-i cüz'iyeye Hanefiler "İhtiyar" ismini verirlerken, Eş'arîler "Kesb" lafzını tercih etmektedirler.(20) Eş'arîler insanda bir irâdenin bulunduğunu kabul ederek Cebriyye'den ayrılmaktadırlar. Ancak onlar, insanın kudret ve irâdesinin fiile tesirini inkar ettikleri için netice itibariyle Cebriye ile birleşmektedirler. Eş'arîlere göre, kudret ve istitaat denilen şey, insanda fiil ile beraber meydana gelir. Fiilden önce kudret bulunmamaktadır. Hem kudret, hem de fiil Allah tarafından yaratılmıştır. İnsanın ne kudrete ne de fiile hiçbir tesiri olamamaktadır. Sadece insanda "kesb" vardır. İşte insan bu kesbinden dolayı sorumlu tutulmaktadır. Eş'arîlere göre, Kur'ân-ı Kerim'de insanın fiilleri kendine isnat edildiği ve "kesb" ifadesiyle kullanıldığı için, insanda "kesbin" varlığını kabul etmişlerdir. Örnek olarak baktığımızda ayeti kerim'de

"Herkesin kazandığı iyilik kendine, işlediği fenalık yine kendinedir."(21)

diye buyrulmaktadır.

Mâtürîdîler, "insanın kazandığı iyilik ve fenalık kendisinedir" şeklindeki Eş'arîlerin bu tezini/düşüncelerini kabul etmezler. Zira Eş'arîler buna "cebri mutavassıt" ismini verirler. Halbuki bu düşüncelerinden dolayı kendilerine ve yaptıklarına cebri mutavassıt denmiş ise de Eş'arîler, Cebriye gibi doğrudan doğruya cebri kabul etmiyorlar. Zira Cebriye mezhebine göre, insan için hiçbir irâde hürriyeti yoktur. Yani insanın ne fiile, ne de kudrete ihtiyacı vardır. Fiil ve kudrete ihtiyaç yoksa o zaman insanın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Oysa Eş'arîler, insanın kudret ve irâdesinin olduğunu kabul ediyorlar, fakat bunların fiile tesirini inkar ediyorlar, kabul etmiyorlar, dolayısıyla da dolaylı olarak cebre düşmüş oluyorlar.

Mâtürîdî, irade-i cüz'iyye için "ihtiyar" lafzını tercih ediyor demiştik. Çünkü bu ifade ile insanın kudretinin varlığını bildirmek söz konusudur.(22) İnsanın Allah'ın yarattığı bir de küllî irâdesi vardır. İnsanın belli, cüz'i bir fiile ilgisi olan cüz'i irâdesi, küllî irâdesinin bir şubesidir. İnsanda bulunan bu küllî irâde de birçok cüz'i ihtiyarlar vardır. Bunların karar yeri kalp olduğu için "küllî irâde" yerine "kalbî irâdeler" de denir.(23) Cüz'i irâde, bu külli irâdenin belli, özel bir fiile yönelmesi, sarf edilmesi ve kullanılması olmuş oluyor. Bu cüz'i irâde, başlangıç itibariyle Allah tarafından değil, bilakis kul tarafındandır. Cüz'i irâde, kesb, azm, ihtiyar kelimeleriyle ifade edilen şey, doğrudan doğruya kul tarafından meydana geliyor. Yoksa bunların Cenâb-ı Hak tarafından yaratılmış olduğu kabul edilirse, o zaman insanların ihtiyarları da, iztirarî olmuş olur ki, o zaman dini emir ve yasakların manasızlığı açıkça ortaya çıkar. Halbuki iztirarî fiillerimizle ihtiyari hareketlerimiz arasında fark vardır.

Örnek olarak, elimizi istediğimiz zaman kaldırabildiğimizi, kalbimizin ve nabzımızın, irademiz dışında hareket ettiğini biliyoruz. Şu halde bizde tesiri olan bir kudret, tercih edilebilen bir irâde vardır. Böylece Mâtürîdiler, Eş'arîlerin tesiri olmayan bir kudret ve irâde anlayışından farklı düşünürler.(24) Mâtürîdîler, sorumluluğa sebep olan bu cüz'i irâdenin varlığına şu ayeti kerimeyi delil gösterirler.(25)

"Bir millet kendi özünü değiştirmedikçe, bozmadıkça Allah da onun halini değiştirmez."(26)

"Bunlar, Allah'a ve ahirete inanmış, Allah'ın onlara verdiğinden harcetmiş olsalardı, kendilerine ne zarar gelebilirdi?"(27)

Eğer kul, fiilinde mecbur olsaydı, bu kınamalar, serzenişler, doğru olmazdı.

Hem Mâtürîdîler, hem de Eş'arîler "insanın kâsib", Allah'ın yaratıcı olduğunu kabul etmekte birleşirler. Ancak, Eş'arîler "cüz'i irâdenin" yani "kesb"in yaratılmış olduğunu söylerken, Mâtürîdîler onun yaratılmış olduğunu kabul etmezler. Zira Mâtürîdîlere göre, eğer cüz'i irâdenin yaratıldığı kabul edilecek olursa, o zaman insan kendi kudretini sarf etmek mecburiyetinde kalır, neticede insan bununla cebre varır. Bu durumda Eş'arîler, Mâtürîdîlere şöyle itiraz etmişlerdir. Eğer "cüz'i irâde" Allah tarafından yaratılmayıp da sırf insanın kendi fiiliyle meydana gelirse, işte o zaman insanın onun yaratıcısı olması gerekir. Bu ise, "Her şeyi yaratan Allah'tır."(28) ayeti kerimesinin ortaya koyduğu gerçeğe aykırıdır. "Her şeyin yaratıcısı Allah'tır" konusundaki Eş'âri'lerin itirazlarına, Mâtürîdîler iki şekilde cevap vermektedirler: Birincisi: Evet "Her şeyin yaratıcısı Allah'tır." Fakat irâde-i cüz'iye şey değildir. Çünkü "şey" diye hariçte var olana denir.(29) İrâde-i cüz'iye ise mevcut değildir. Bu yüzden onun yaratıcısının kul olması lazım gelmez. Çünkü
"irâde-i cüz'iye", irâde-i külliyenin bir fiile ilişkisinden ibarettir. Nefiste varlığı söz konusu olmakla beraber, harici bir varlığı yoktur. İnsanda meydana gelen bu gibi şeylere "hal" denir ki, bu da itibari bir şeydir. Yani ne vardır ne de yoktur.(30) Bütün bunlar yaratma fiilinin bir ilişkisi olarak düşünülemez. Çünkü yaratma hariçte varlığı olan şeylere taalluk eder. Bu yüzden de irâde-i cüz'iyeye yaratma taalluk etmez. İkincisi: İrâde-i cüz'iye insanın kendi eseri olduğu apaçıktır. Bunun için "Her şeyi yaratan Allah'tır" gibi ilâhi yaratmanın bütün şeylere şamil olduğunu gösteren nassların umumundan "irâde-i cüz'iyeyi" çıkarmak ve binaenaleyh o umurları irâde-i cüz'iyeden başka şeylere tahsis etmek zaruridir.(31)

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Allah insanlara fiil ve hareketlerini tayin edecek kudret ve irâde vermiştir. Şayet insana böyle bir kudret ve irâde verilmemiş olsaydı, Allah'ın emir ve yasaklarından, insanın sorumlu tutulmasının veya ceza ve mükafat görmesinin bir manası kalmazdı. Bu durum aynı zamanda Allah'ın adalet ve hikmetine de aykırı düşerdi. Bir yerde yükümlülük varsa, tabii ki orada irâde, fiilin seçimi ve kudretin sarfı da söz konusu olacaktır.

SONUÇ

Aslî konularda yani tekvin, kader-kaza, kesb, kelâm gibi ve buna benzer daha sayılarını çoğaltabileceğimiz ihtilaflar olmayıp genellikle fer'î ihtilaflardır. Mâtürîdî'nin tâbileri, bazen imamlarını bırakarak Eş'ari'ye tabî oldukları gibi, Eş'arî'nin tabîleri de imamlarını muhalefet ederek, Mâtürîdî'lere uymaktadır. Ehl-i sünnet mezhepleri arasındaki fer'i hususlara itibar edilerek, onların birbirlerinden ayrıldıkları neticesine de varılmamalıdır. Çünkü asıl ayrılıklar, prensip ve metotlarda meydana gelen ayrılıklardır. Ayrıca bilinmelidir ki, Ehl-i sünnet ve'l-Cemaat mezhebi, vacib, caiz ve mümteni olan konularda tamamen hemfikirdir. Fakat bu hususlara ulaştıran bazı metot ve prensiplerde ihtilaf etmişlerdir. Ehl-i sünnet mezhepleri dikkatlice araştırıldığı zaman şu üç zümreden teşekkül ettiği görülmüştür. Ehl-i hadis, aklî tefekkür ehli olanlar ve bu iki mezhebin ittifak ettiği Ebû Mansur el-Mâtürîdî ve Eş'arîdir.

Ehl-i Sünnet Kelâmının iki büyük ekolü olan Mâtürîdîyye ile Eş'arîyye mezhepleri arasındaki ihtilaflı olarak görülen konularda, devamlı bir şekilde deliller ve karşı deliller ileri sürülerek bir mücadele içerisinde tez-antitez şeklinde devam etmiştir. Ayrıca ihtilaf konusu olan her mesele taraftarlarının dayandıkları bir takım naklî ve aklî deliller ile ortaya konarak ispat edilmeye çalışılmıştır.

Bu iki mezhebin arasında ortaya konan meseleler İslâm'ın özgür düşünceye verdiği önemden kaynaklanmaktadır. O halde şu sonuçları çıkarmamız mümkündür:

1. Her iki mezhep arasındaki bu görüşler gelişigüzel olarak ve indi mülahazalar neticesinde ortaya konulmuş meseleler değildir. Fakat ortaya atılan görüşlerin ve konuların mezhep müntesipleri için fiilî ve amelî hayatlarıyla hiçbir ilgisi ve faydasının bulunmadığı, insanlar arasındaki tatbikatta her hangi bir karışıklığa sebebiyet vermediği görülmekte, sadece ve sadece bir kanaat olarak kaldığı gözlenmektedir.

2. Bu meselelerde sürekli olarak Mâtürîdîler bir tarafı, Eş'arîler karşı tarafı tutmuş değildir. Yani bu konularda birileri veya ötekileri şeklinde bir ayırıma gitmek ciddi boyutta yanlışları doğuracağı için çok dikkatli olmak durumundayız. Her ikisinin bir çatı altında bulunduklarını ve burada kullanılan malzemenin bizi sonuca götürmesi noktasında hemfikir olmamız gerektiğini düşünebiliriz ve düşünmek zorundayız. Zira hemen hemen bir meselede Eş'arî görüşü benimseyen Mâtürîdî âlimleri olduğu gibi bunun tersi de mevcuttur. Mâtürîdî görüşü benimseyen Eş'arîlerin varlığı da söz konusudur. Bu hususun örnekliğine baktığımızda yıllarca Mâtürîdî olduğunu bildiğimiz Osmanlı medreselerinde hep Eş'âri mezhebine mensup âlimlerin eserlerini okutmuşlar. Bu âlimlerce bir konu ilgili doğru ve gerçek nerede veya hangi mezhebin düşünce yapısında olursa olsun hiç bir zaman fark etmemiş, ona meyletmişler; hatta "benim düşüncem" veya "meylim/kanaatim bu tarafta" demekten de hiç çekinmemişlerdir.

3. Eş'arîler ile Mâtürîdîler aynı şeyi düşünmekte, fakat fikirlerini değişik terimlerle anlatmaktadırlar. Mana bir, yalnız lafız farklıdır. Bu durumu İslâm'ın düşünmeye ne kadar geniş hürriyet ya da özgürlük verdiğinin açık bir göstergesi olarak görmek mümkündür. Dini hürriyet demek zaten tartışmanın olması demektir. Zira insanların anlayışları çok farklıdır, kavrayışları ve ortaya koydukları çözümler de hep farklı farklı olmuştur. Bazılarının "Dini mutlak kabul edeceksin", "hiç konuşmayacaksın", "hiç tartışmayacaksın" şeklindeki tasavvurları tamamen temelsiz ve dayanaksız bir iddiadır. Hatta böyle bir düşünce ise tamamen cehaletin bir ürünüdür. Dünyada din kadar veya dinin getirdikleri kadar konuşma veya tartışma mevzuu olmamıştır. Yukarıda kısaca temas ettiğimiz konuları ve belki de bu tartışlar dinin geniş hürriyet boyutu içerisinde değerlendirilmelidir.

İnsanı sevindiren asıl mesele, Eş'arîler ile Mâtürîdîler arasında bu gibi ihtilaflı konular olmakla beraber, her iki mezhebe mensup insanların birbirlerini hiçbir zaman tekfir etmedikleri gibi, sapıklığa ve bid'ata nispet edecek kadar da ileri gitmemiş olmalarıdır. Her ikisi de Ehl-i sünnet çerçevesi içerisinde bulunmakta ve hatta bu iki mezhep zaman içinde düşünce itibariyle birbiriyle kaynaşmış bir vaziyette görünmektedir. İhtilaf problem değil, hatta rahmet olabilir. Problem, ihtilafın iftiraka dönüştürülmesidir.

Kaynaklar:

1. Asım Efendi, Kamus Tercümesi, "RVD" maddesi, İstanbul 1304-1305.
2. el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, s.289.
3. Sadru'ş-Şeria, et-Tavdih, İstanbul 1310, I/354.
4. el-Cürcânî, Seyyid Şerif, el-Ta'rifât, s. 9.
5. Yasin 36/82.
6. el-Cürcânî, a.g.e., s. 9.
7. Meydan Larousse. "İrâde" maddesi, İstanbul 1971.
8. Mâtürîdî, a.g.e., s.286-288; es-Sabûni, el Bidaye, s.71; İbnü'l-Hümam, el-Müsayere, s.119.
9. Eş'arî, İbane, s.119.
10. Hud 11/107.
11. Eş'arî, Luma, s.47-48.
12. el-Kasas 28/68.
13. el-Buruc 85/16.
14. el-Enbiya 21/23.
15. Gölcük, Şerafettin, Kelâm Açısından İnsan ve Fiilleri, İstanbul 1979, s. 67.
16. Sadru'ş-Şerîa, et-Tavdih, İstanbul 1310, I/354.
17. el-Cürcânî, Seyyid Şerif, Şerhu'l-Mevâkıf, İstanbul 1239, s. 289.
18. İzmirli, İsmail Hakkı, Yeni ilmi Kelâm, II/202-203.
19. Harpûti, Abdulatif, Tenkihu'l-Kelâm, Dersaadet 1330, s. 240.
20. ez-Zebidî, İthafu's-Saade, II/166.
21. el-Bakara 2/286.
22. el-Mâtürîdî, Kitabü't-Tevhîd, s. 239, 256, 270-271.
23. Hâdimi, Şerhi Tarikatı Muhammediye, II//185.
24. Seyyid Bey, Usul-u Fıkıh Dersleri, s.13.
25. Şeyhzâde, Nazmu'l-Ferâid, s.53-54.
26. er-Rad 13/11; ayrıca bk. el-Enfal 8/53.
27. en-Nisa 4/39.
28. er-Rad 13/16.
29. bk. Pakoğlu, Abdullah, İslâm Kelâmında "Şey" Kavramı, Sivas 1999 (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi)
30. Gelenbevi, İsmail, Hâşiye ale'l-Celâl, Matba-ı Âmire 1308, s. 211. Ayrıca bk. "Dilediğiniz yapın." Fussilet 41/40; "Hayır işleyin" el-Hac 22/27 ifadeleri, insanın irâde sahibi bir varlık olarak, fiillerini istediği gibi yaptığını gösterir. El-Mâtürîdî, a.g.e., s.225. İnsan fiillerinde hür olduğuna göre, fiilin Allah tarafından
yaratılması, insana bir mecburiyet yüklemez.
31. İbn Hümam, el-Müsâyere, Bulak 1317, s. 110; İbn Haldun, Mukaddime, trc. Ahmed Cevdet Paşa, İstanbul 1277, III/69.

(Dr. Halil TAŞPINAR, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XII/213-250, Haziran 2006)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun