Osmanlılarda şeyhülislam nasıl belirlenirdi?

Tarih: 13.09.2010 - 00:00 | Güncelleme:

Soru Detayı

- Padişahın şeyhülislamın kararına karşı çıkma yetkisi var mıydı?
- Şeyhülislam padişahı azletme yetkisine sahip miydi?
- Bir kimse, hangi nedenlerle görevden alınabilir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Şeyhülislam, Osmanlılarda ilmiye sınıfının başı ve sadrazamdan sonra devletin ikinci büyük görevlisidir.

Şeyhülislâm kavramı, İslâm âleminde h. IV / m. X. yüzyılda ortaya çıkmışsa da bu ünvan o dönemde, resmî bir nitelik taşımıyordu. Özellikle meşhur fakihlere ve fetvaları ile şöhret bulan İslâm bilginlerine verilen bir "şeref ünvanı" idi. Bu ve benzeri şeref ünvanları zamanla unutulan birer ünvan olarak kalmıştır.

Bunlar İmâdu'l-İslâm, Fecru'l-İslâm, Şeyhü'l-İslâm, Duha'l-İslâm, Şemsu'l-İslâm, Hüccetu'l-İslâm, Fahru'l-İslâm, Rüknü'l-İslâm vs. gibi tabirlerdir. Bunlardan sadece "şeyhülislâm" tabiri, Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar önemli bir müessese olarak devam etti. Çünkü Osmanlılar bu müesseseyi, devletin iki temelinden biri olarak kabul ediyorlardı. Bu bakımdan Şeyhülislâmlık müessesesini İlmiye teşkilâtının başı olarak kabul ettiler. Şeyhülislâm ise bu teşkilâtın başında bulunan kimse idi ve fevkalade yetkilerle mücehhezdi. Bu sebepledir ki, devlette önemli işler hakkında onun fetvası alınmadan hiç bir şey yapılamazdı.(1)

XVI. yüzyılda şeyhülislâmların ilmiye teşkilâtının en yüksek mevkiinde bulunduklarını gösteren diğer bir husus da, bu makama gelenlerin kazaskerlikten geçmiş olmalarıdır. Osmanlı devletinde bazı eyaletler diğerlerine göre üstün kabul edildiğinden buralarda görev yapan âlimlerin pâyeleri ve yevmiyeleri de farklı oluyordu. Şeyhülislâmlık makamına Rumeli kazaskerliği yapmış olanlar atanıyordu. İstanbul kadılığından Anadolu kazaskerliğine, oradan da Rumeli kazaskerliğe geçildiği düşünülürse, bu makamın ilmiye teşkilâtının zirvesinde yer aldığı kolayca görülecektir. XVI. asırdan önce kendilerine fetva görevi verilen şeyhülislâmların (müftü) kazaskerlikten gelmediği bilinmektedir. Meselâ, ilk şeyhülislâm olarak gösterilen Fahreddin el-Acemî, Edirne'de müderrislik ve müftülük yapmıştır.(2).

Şeyhülislâmların en önemli görevi, kendisine yöneltilen çeşitli sorular hakkında dinin hükmünü belirten fetvalar vermektir. Şeyhülislâma verilen "müftî" adı da fetva veren kişi anlamındadır. Müftünün, kendisine sorulan soruya verdiği fetva, bir hüküm mahiyeti taşımayıp sadece dinî konuya açıklık getirme özelliği taşır. İslâm devlet geleneğinde sadece kadının verdiği karar, hüküm ifade eder. Bu yönüyle kadı ile müftü arasında bir fark mevcuttur. Kadı, müftünün verdiği fetvalardan yararlanarak hüküm verebilir. Ancak bu, kadının müftüye bağlı olduğu anlamına gelmez.(3).

Şeyhülislâmın temsil ettiği ilmiye teşkilâtının verdiği hizmetler, "dinî ve hukukî danışmanlık", "eğitim ve öğretim", "yargılama ve yönetim" olmak üzere üçe ayrılmıştır. "Dinî ve hukukî danışmanlık" hizmetlerini şeyhülislâm ve müftüler, "eğitim ve öğretim" hizmetlerini medreseler ve müderrisler, "yargılama ve yönetim" hizmetlerini ise mahkemeler ve kadılar yerine getirmişlerdir. Şeyhülislâmın ilmiye teşkilâtının idaresine ilişkin yaptığı işler, medrese müderrislerinin, kadıların ve müftülerin tayin ve terfi işlemlerine nezâret etmektir. Bütün bu işlerin gerçekleştirilmesine yardımcı olmak üzere şeyhülislâmlık makamına bağlı geniş bir sekreterler kadrosu bulunmaktaydı.(4)

Şeyhülislâmların bir diğer görevi de 1759 yılında padişah III. Mustafa tarafından başlatılan saraydaki "Huzur Dersleri"ne katılacak "mukarrir" ve "muhatablar"ı seçip saraya göndermekti. Ramazan ayında sarayda yapılan huzur derslerine devrin en seçkin uleması; kimisi mukarrir, yani dersi veren, kimisi de muhatab, yani dinleyen ve soru soran olarak katılıyor, padişahın huzurunda dinî ve ilmî tartışmalar yapıyorlardı(5).

Şeyhülislâmlıkla siyasî iktidar arasındaki ilişkilerde dikkati çeken bir husus da, şeyhülislâmlığın Osmanlı yönetimindeki gücü ve siyasî olaylarda oynadığı fonksiyonları bakımından en serbest hareket eden, siyasî olaylarda önemli görevler üstlenen, dinî iktidarı temsil etmesinden dolayı da toplumda büyük itibar ve saygınlığı bulunan bir kurum olarak ortaya çıkmasıdır. Verdikleri fetvalar ile bazı padişahların tahttan alınmasında etkili olan şeyhülislâmların fetvalarına, hasmâne uluslararası ilişkiler sonucu savaşların ilânında da ihtiyaç duyulmuştur. Osmanlı Devleti'nin 1516'da Mısır'a savaş ilân etmesi şeyhülislâm Ali Cemali Efendi'nin, 1570'de Venedik'e savaş ilan edilmesi ise Ebu's-Suud Efendinin fetvaları ile gerçekleşmiştir. Öte yandan Osmanlı Devleti'nde birkaç padişah şeyhülislâmların verdikleri fetvalar ile hal' edilmişlerdir. III. Selim, Abdülaziz ve II. Abdülhamid bunlar arasında sayılabilir.(6)

Şeyhülislâm veya müftülerin vereceği fetva, bütün Müslümanları bağlaması için, ülül-emr'in (Halife/Sultan) tasdikinden geçmesi gerekir. Nakit para vakfı konusundaki Ebüssuud'un fetvası ve arzı yapılan ferman sâdır olduktan sonra bütün Osmanlı tebaasını bağlaması bu hâdiseye en güzel misâldir. Yani Padişahın tasdikinden geçmeden önce, Ebüssuud'un nakit para vakfının cevasına dâir olan fetvası, ilmî bir görüştür. Kendisi dışında kimseyi cebren bağlamaz. Ancak padişaha arz edilip onun tasdikinden geçtikten sonra, artık uyulması gereken bir kanun emri haline gelir. İçtihadî meselelerde ülül-emrin yasama yetkisinin manası da budur.

Osmanlı Devleti'nde Şeyhülislâmların en önemli vasıfları müftülüktür. Müftü, kendisine sorulan hukukî meselenin çözüm şeklini İslâm hukukunun (Osmanlı Devleti'nde birinci plânda Hanefi mezhebinin) muteber kaynaklarına müracaat ederek ortaya koyan İslâm hukukçusu demektir.

Şeyhülislâmların ve diğer müftülerin verdiği şer'î cevaplara fetva denir ve bunlar iki grupta mütâlâa edilmektedir:

1. Hususî şahısların veya istişarî mahiyette kadıların sordukları sorulara müftülerin verdikleri şer'î cevaplardır. Bu çeşit fetvaların, her ne kadar mahkeme kararı gibi icra mecburiyeti yok ise de, o konuda karar verecek olan hâkimlerin kararlarına tesir gücü vardır. Şer’iye sicillerinde bir çok kararın fetvaya dayandırılmasının ve adı bulunan her yargı merkezinde mutlaka bir müftünün de var olmasının sebebi budur. Mecelle bu durumu "Hâkimin ledel-hâce âherden istiftâ etmesi caizdir" şeklinde formüle etmiştir. Ancak kadıların verdiği kararlar, gayri resmî de olsa müftülerin ilmî kontrolüne açıktır. Fetvaya muhalif âlim ve hüccetlerin, başta "Divan-ı Hümâyûn" olmak üzere, üst tetkik mercilerinden döndüğü de bir vakıadır.

2. Fetvây-ı şerife adıyla verilen ve Şeyhülislâm'ın imzasını ihtiva eden fetvalardır. Asıl fetva denilince bu akla gelmelidir. Bunlar genellikle kamuyu ilgilendiren meselelerde  padişahın talebi  üzerine verilen şer'î cevaplardır ve  hukukî düzenlemelere içtihadî konularda esas teşkil eden de bu çeşit fetvalardır. Önemle ifâde edelim ki, eğer içtihadî ve şer'î bir mes'ele padişah tarafından sorulur da, cevabı olan "fetvây-ı şerife" alındıktan sonra padişahın irâde-i seniyyesine iktiran ederse, söz konusu fetvanın muhtevası bir kanun hükmü haline gelir. Ebüssuud'un Ma'rûzât'ı ve Kanun-ı Cedid diye bilinen bütün kanun mecmuaları, tamamına yakını bu mahiyette müdevvenât durumundadır.

Böylesine yüce bir makama sahip olan şeyhülislâmların yetkilerine gelince:

Birincisi; yürütme açısından, şeyhülislâmların 982/1574 yılına kadar ciddi bir yetkileri yoktur. Bu tarihe kadar müderris, mevâlî denen kadılar ve müftüleri sadrazamlar tayin etmektedir. Diğer kadı ve müderrislerin tayini ise kazaskerlere bırakılmıştır. 1574 yılından itibaren Şeyhülislâmlar, kaza kadılarını ve bazı küçük dereceli müderrisler dışında kalan mevâli kadılarını, müderrisleri ve hatta kazaskerleri de tayin yetkisine sahip olmuşlardır. Ancak kazaskerlerin ve mevâli kadılarının tayininde sadrazamın görüşünü almaları gerekir. Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında kazaskerlerin kadı tayin yetkisi tamamen alınarak bütün yetki Şeyhülislâmda toplanmıştır.

İkincisi; Şeyhülislâm'ın yargı yetkisi yoktur; ancak Osmanlı Devleti'nde Anayasa Mahkemesi başkanı sıfatını taşımaktadır. Bu özelliği sebebiyle Divan-ı Hümâyûn'a alınmamıştır. Zira Divan, daha ziyade yürütme kuruludur. Şeyhülislâmların en önemli görevi fetva vermektir. Zaten müftü, kendisine sorulan hukukî meselenin çözüm şeklini Hanefi mezhebinin muteber kaynaklarına müracaat ederek ortaya koyan İslâm hukukçusu demektir. Osmanlı Şeyhülislâmlarının fetvaları, günümüzdeki Anayasa Mahkemesi kararlarına benzemektedir.

Üçüncüsü, Şeyhülislâmın yasama faaliyetine olan katkısı da büyüktür. Örfî hukukun temelini teşkil eden içtihadî konularda kamu yararına uygun görüşün tercihi ve padişaha arz yetkisi Şeyhülislâmlara aittir. Bu sebeple Osmanlı hukukî düzenlemelerinde Şeyhülislâm fetvalarının ve arzlarının payı büyüktür.(7)

Halifenin, yöneticilerin veya memurların azledilmesi

Göreve son verme, temsil yetkisini kaldırma mânasında bir fıkıh terimi olan azl, tek taraflı irade beyanıyla bir yönetici veya memurun görevine son verilmesi, bir vekil veya mümessilin temsil yetkisinin kaldırılması anlamında kullanılmıştır.

1.  Halifenin Azli. İslâm amme hukukunda halifenin (devlet başkanı) görev süresi belli bir zamanla sınırlandırılmamış, hayatta kaldığı müddetçe görevine devam etme imkânı verilmiştir. Sınırlı bir müddet için seçilmesi yasaklanmamakla birlikte, İslâm geleneğinde ilk şekil tercih edilegelmiştir. Buna göre, seçilen halifenin görevi normal olarak ölümü veya istifasıyla son bulur. İslâm hukukçuları, bu iki hal dışında, adalet vasfını kaybeden veya vücudunda görevini sürdürmeye mâni noksanlıklar meydana gelen devlet başkanının ehlü'l-hal ve'l-akd tarafından azledileceğini kabul etmişlerdir.

Ehlü'l Hal ve'l-Akd; bir İslâm âmme hukuku terimi olup, İslâm devlet başkanını seçme ve gerektiğinde onu azletme yetkisine sahip olan kimselerin oluşturduğu meclistir. İslâm hukukunda, Müslümanların devlet başkanına "halife, İmam, müminlerin emiri" isimleri verilmiştir. Âyette şöyle buyurulur:

"Onların işleri aralarında şûra (danışma) iledir." (Şûrâ, 42/38) .

Bu âyet, İslâm idaresinin Müslümanlar arasında şûrâ esasına dayandığını ifade etmektedir. Ayrıca, Müslüman toplumun, devlet başkanı kontrol edecek, devlet işlerini düzenleme ve yürütmede ona katılacak bir topluluğu seçip görevlendireceğine işaret etmektedir. (Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s.143) Halifenin bu şekilde görevden alınması daha çok "hal'" kelimesiyle ifade edilmiştir.

Halifenin adalet vasfını kaybetmesine yol açan ve dolayısıyla azlini gerektiren fısk hali, bazı âlimlere göre, küfrü gerektiren söz ve davranışlarda bulunmasıdır. Diğer bazı âlimlerse bu dereceye varmasa bile dinen haram ve yasak sayılan davranışlarda bulunmanın da halifenin azlini gerektirdiği görüşündedirler.

Burada söz konusu olan bir başka husus da ehlü'l-hal ve'l-akdin azil kararına uymayan devlet başkanına karşı güç kullanılıp kullanılamayacağı meselesidir. Ehl-i sünnet fakihlerinin çoğunluğu ile hadis âlimleri, fitneye ve kan dökülmesine sebep olacağı için halifeye karşı çıkışın caiz olmadığını savunurken Ehl-i sünnet dışındaki mezheplerde umumi temayül, bu durumda güç kullanmanın vacip olduğu yolundadır.

2. Yönetici ve Memurların azli. Hz. Peygamber (asm) devrinde ve ondan sonraki dönemlerde yönetici ve memurların görev süreleriyle ilgili olarak tesbit edilip uygulanmış belli usul ve prensiplere rastlanmamaktadır. Ancak Hz. Ömer (ra)'in yöneticilere bir memuru (âmil) iki yıldan fazla bir süreyle tayin etmemelerini tavsiye ettiği ve Muvahhidler zamanında (1130-12691 Tunus'ta bu tavsiye yönünde uygulamada bulunularak kadıların, bölgelerindeki insanlarla dostluklar kurup kaza fonksiyonunu işlemez hale getirmelerine engel olmak gayesiyle, iki yıldan fazla bir süre ile tayin edilmedikleri nakledilmektedir. Nitekim kaynaklar Osmanlı Devleti'nde de bazı devirlerde kaza kadılarının yirmi ay veya iki yıl, mevleviyet kadılarının ise bir yıl süreyle tayin edildiklerini kaydederler.

İslâm hukukçuları da yönetici ve memurların tayinlerinde zaman bakımından bir sınırlandırma yapılabileceği ve tesbit edilen süre sonunda tayinleri yenilenmeyen memurların görevlerinin kendiliğinden sona ereceğine dair görüşler ileri sürmüşlerdir. Devletin çeşitli kademelerinde görevli vezir, vali, emir, kâdıl-kudât ve kumandan gibi yöneticilerle kadı, âmil, câbî, imam, müezzin, şurta ve muhtesib gibi memurları azletmeye halife yetkili olmakla birlikte uygulamada halifenin çeşitli sebeplerle bu konudaki yetkisini diğer bazı görevlilere devrettiği görülmektedir.

Azle yetkili makamın bu yetkisini mâkul ölçüler içerisinde ve maslahat prensibine uygun olarak kullanması gerektiğini, sadece şikâyet üzerine teftiş yapmadan ve geçerli bir sebep bulunmadan görevlilerin azillerine karar verilemeyeceğini belirten İslâm hukukçuları, azil sebepleri olarak da görevlinin cezayı gerektiren bir suç işlemesi, görevini kötüye kullanması, tayininde aranan vasıflardan bazılarını kaybetmesi, sağlık açısından görevini sürdüremez hale gelmesi, dinen haram sayılan davranışlarda bulunması ve özellikle rüşvet alması gibi hususları zikrederler.

Bazı hukukçular, Hulefâ-yi Râşidîn'in uygulamasını da göz önüne alarak, halifenin azli gerektiren bir sebep olmasa da maslahat gereği bir yönetici veya memuru görevinden alabileceğini belirtmişlerdir.

Diğer taraftan başta Şâfiîler olmak üzere bazı hukukçular, adalet vasfını kaybeden bir görevlinin ayrıca azle gerek kalmadan görevinin kendiliğinden sona ereceğini ileri sürerken Hanefi'ler bu durumda söz konusu görevlinin azli gerekmekle birlikte, yetkili makam tarafından azledilmedikçe görevinin sona ermeyeceği görüşündedirler. Hatta Ebü Yûsuf bir görüşünde, amme hizmetlerinin aksaması söz konusu olduğunda azledilen görevlinin, yerine yeni tayin edilen kimse gelip göreve başlayıncaya kadar yerinde kalmasını uygun görmüştür.

İslâm hukukunda, devlet memurlarının amme adına ve amme yararı için görev yaptıkları kabul edildiğinden, kendilerini tayin eden şahsın ölümü ve istifası hallerinde olduğu gibi azledilmesi durumunda da onların görevlerinin son bulmayacağı fikri hâkimdir. Bir görevlinin maslahat gereği görevden alınması idarî bir tasarruf sayılırken adalet vasfını kaybetmesine yo! açan haram fiilleri irtikâbı, suç işlemesi veya yolsuzlukta bulunması gibi durumlarda azli ise hukukî bir işlem ve müeyyide niteliği taşımaktadır. Bu durumda azil bir ta'zir cezası olarak uygulanır. Bu da bazen aslî, bazen tâbi, bazen de tamamlayıcı ceza özelliği taşır. (bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, Azl md.)

Dipnotlar:

(1) bk. Ekrem Kaydu, "Osmanlı Devletinde Şeyhülislâmlık Müessesesinin Ortaya Çıkışı", A.Ü., İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, Erzurum 1977, sy. 2, s. 201-209.
(2) bk. Davut Dursun, Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, İstanbul 1989, s. 320.
(3) bk. Ebu'l- Ulâ Mardin, "Fetva", İslâm Ansiklopedisi, IV, 583; Davut Dursun, Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, İstanbul 1989, s. 325.
(4) bk. Şükrü Karatepe, Osmanlı Siyasi Kurumları "Klasik Dönem" İstanbul 1989, s. 153
(5) bk. İsmail H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1984, s. 327.
(6) bk. J.H. Kramers, "Şeyhül-İslâm", İslam Ansiklopedisi, XI, 487; D. Dursun, a.g.e., s. 329; Şamil İslam Ansiklopedisi, Şeyhülislam md.
(7) bk. Bilinmeyen Osmanlı, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz,  Doç. Dr. Said Öztürk, OSAV, s. 370-373.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun