Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'nda yenilmesinin sebebi, hikmeti nedir?

Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'nda yenilmesinin sebebi, hikmeti nedir?
Tarih: 26.12.2006 - 10:17 | Güncelleme:

Soru Detayı

Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'nda yenilmesinin hikmeti nedir? Acaba Osmanlı tarihteki vazifesini mi tamamladı?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Hâdiseleri çıplak hâdiseler olarak ele alıp değerlendirmek boşa bir uğraş olduğu gibi, doğrudan müdâhale alanımız dışında kalan hâdiseleri kendimiz için birinci gündem maddesi hâline getirmek de, insana üzüntü ve ye'sten başka bir şey vermez. Bu da, insanı bazen, "Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyiniz." âyetinin, bazen de "Zulmedenlere destek vermeyin; yoksa size ateş dokunur." âyetinin tokadına müstehak kılar.

Biliyoruz ve son aylarda yaşadığımız hâdiselerin sorumluları da biliyorlar ki, İslâm'ın terörle en ufak bir alâkası yoktur ve olamaz. Fakat çok önceden çizilen bir plânı devreye koymak ve harekete geçebilmek için, en azından kitleler nezdinde bir gerekçenin olması lâzımdı ve on yıldır İslâm terörizmi denilen bir yalan devreye konuyor. Bunun aksini ispat etmek bütünüyle zamana vâbeste. Dolayısıyla, burada üzerinde durulması gereken konu, en az bir buçuk asırdır verilen milyonlarca şehide rağmen, neden Kader hâlâ yaşadığımız ciğersûz hâdiselere fetva veriyor olmalı. Elbette bu bir buçuk asır içinde rızaâ-i İlâhîye mazhar çok güzel faaliyetler de sergilenmiş olmasına rağmen, belki çok zihinler, acaba gelecek hep karanlık mı diye soruyor.

Kur'ân-ı Kerim'e dikkatle baktığımızda, sanki insanlık ve peygamberler tarihinin, Hz. Musa ile, daha kesin bir tarih olarak, Firavun ve ordularının denizde boğulmasıyla yeni bir döneme girdiği anlaşılmaktadır. Bu tarihten önce "kurûnâ-u ûlâ (ilk asırlar)" denilen dönemde, Cenab-ı Allah, bazı çok güçlü toplulukları birden helâk etmiş ve yeryüzünü onların kirlerinden temizleyerek, en azından bulundukları bölgeleri ciddî bir dezefenketeden geçirmişti. Bu vakıayı ve bu münasebetle akla gelebilecek, "Neden aynı tür helâk ve temizleme işi şimdi olmuyor?" sorusunu, Birinci Dünya Savaşı'nın bitiş günlerinde, asrın temsilcisi sıfatıyla bir zata sorulan, "Neden Kader bu mağlûbiyetinize fetva verdi?" sorusuna, temsilci zatın verdiği cevap ve onun başka münasebetlerle aynı konuda yazdıklarıyla bir arada ele alıp, bugüne tatbik ettiğimizde, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır:

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'den önce tarihte, zahiren tabiî felâket gibi görülen yollarla önemli topluluklar helâk edilmiştir. Bu helâkin o zaman olup, şimdi niye olmadığı sorusuna cevap olarak önce şu söylenebilir: Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bütün varlıklar için bir rahmettir; dolayısıyla, onun dini ve Kur'ân da öyledir. Şu hâlde, İslâm ve Kur'ân var oldukça, O'ndan önceki dönemde olanlara benzer ve bir anda gelen toptan bir helâk söz konusu olmayabilir. Ancak neredeyse önemli sayıda Müslüman kalmadığı ve Kur'ân'a da artık hiçbir önem atfedilmediği zamandır ki, insanlığın başına kıyamet kopacaktır.

İkinci olarak, İslâm'dan önce topluluklar, bedevî idi; çok inatçı, söz anlamaz, çok daha fazla şımarık ve küstahtı. Helâklerine sebep olan kötülükler, bütün toplumu kuşatmış vaziyette olabildiğince yaygındı. Yerin onları daha fazla taşıyacak durumu yoktu. Ayrıca, kendilerine gönderilen peygamberlere, içlerinden çok az sayıda insan iman etmişti ve bunlar, zayıf ve azınlıkta olup, Allah'ın Dini'nin o topraklarda hakim olması açısından gelecek adına ümit va'd etmiyorlardı.

Ayrıca, günümüzde de benzer helâklerin olmadığı söylenemez. O günkü helâketler de, zahiren deprem gibi, tufan gibi, sel baskını gibi, sürekli fırtına ve yanardağ patlaması gibi bugün "tabiî" denilen felâketler hâlinde gelmişti. Aynı felâketler, büyük ölçeklerde bugün de olmakta, fakat bugün insanlar, eşya ve hâdiselere natüralist ve materyalist bakışla yaklaştıklarından, bunları "tabiî felâketler" deyip geçiştirmektedirler. Oysa, bunlar da, "orduları"nı kullanarak, Allah'ın gönderdiği birer cezadır. Dünya savaşları, kuraklıklar, depremler, iç fitneler, ekonomik dengesizlikler birer cezadır. Meselâ, Osmanlı Devleti'nin, onun nihaî yıkılışını getiren I. Dünya Savaşı'daki mağlubiyetinin şüphesiz zahirî sebepleri vardır. Fakat bunun asıl sebebini, yani kaderin niye bu yıkılışa fetva verdiğini Bediüzzaman, iki ana kategoride ele alır:

1. Allah'ın, irade sıfatından gelen ve kâinatı, eşya ve hâdiseleri, ayrıca bütün yönleriyle ferdî ve içtimaî insan hayatını yaratan ve idare eden bir yolu, bir başka ifade ile, kâinat, eşya ve hâdiseler ve insan hayatı ile ilgili icraatı vardır. Bu icraat, dış görünüşü itibariyle bir devam ve süreklilik gösterdiğinden, kâinatın, eşya ve hâdiselerin, tarihin ve insan hayatının incelenmesiyle prensipler ve kanunlar mahiyetinde bir takım sonuçlara varırız ki, bunlara bugün "tabiat kanunları, sosyolojinin, tarihin kanunları, bilimin prensipleri" deyip geçmekteyiz. İşte, bu noktada da Allah'a itaat ve isyan etmenin bir karşılığı olup, bu karşılık galibiyet veya mağlubiyet, servet veya fakirlik, başarı veya başarısızlık, ilerleme veya geri kalma şeklinde daha çok dünyada, kısmen de Âhiret'te görülür. Müslümanlar olarak, son asırlarda bu kanunları ihmal ettik ve bunlara bilerek veya bilmeyerek ittiba ile bilim ve teknoloji gücünü ele geçiren dünya, neticede galip geldi.

2. Sözü edilen birinci tür kanunlarda büyük ihmalimiz bulunduğu gibi, Allah'ın kelâm sıfatından gelen ve Din şeklinde tecelli eden kanunlarını da büyük ölçüde ihmal ettik. Allah, günde, 24 saatte 1 saat veya biraz daha fazla tutacak 5 vakit namazı emretti; ihmal ettik ve karşılığında Allah, 5 yıl cephelerde alnımızı secdeden kaldırmadı; (İslâm dünyası olarak kendimize gelip, hâlâ bu secdeden başımızı kaldırabilmiş değiliz.) Allah, 11 ay yememize mukabil, senede 1 ay oruç tutmamızı emretti. Nefsimize acıyıp ihmal ettik; buna mukabil, 5 sene boyunca, (hattâ devamında bir çeyrek asır daha, belki de hâlâ devam eden) mecburi oruç tuttuk. Allah, bize verdiği kendi malının, malın cinsine göre 40'ta, 30'da, 20'de, 10'da veya 5'te birini zekât olarak vermemizi emretti. İhmal ettik, cimrilik yaptık, karşılığında Allah, birikmiş zekât olarak bütün malımızı 5 yıl süreyle elimizden aldı (ve kendimize hâlâ gelemediğimiz için, bütün yeraltı ve yerüstü servetlerimiz hâlâ yağmalanmaya devam ediyor ve üstelik, bunun için hâlâ kurbanlar veriyoruz.) Allah, ömürde bir defa olsun, gücü yetenler için, çok önemli ve çok boyutlu bir ibadet olan hacca gitmemizi emretti, ihmal ettik ve 5 yıl boyunca cepheden cepheye sürüldük (ve hâlâ yâd ellerde sürünmeye, rızık aramaya devam ediyoruz.).

Eğer hâdiselere "Nasıl oluyor?" noktasında değil, "Neden oluyor?" noktasında yaklaştığımızda karşımıza çıkacak tablo budur. Olup bitenler karşısında ızdırabımız hangi seviyededir; İslâm ve onun bizim yüzümüzden maruz kaldıkları, zihnimizi, kalbimizi ne ölçüde ilgilendirmekte, hayatımıza ne ölçüde hükmetmekte ve bizi ne ölçüde yönlendirmektedir? Allah'ın rızası ve bu rızanın tahsil sebebi olan İslâm hayatımızda, bir takım heveslerimizi, şöhret, kazanç, görünme, üstün olma, bencillik, kıskançlık gibi, her biri kişiyi esfel-i sâfilînde süründürecek duyguları tatmin vasıtası mıdır, yoksa bütün bunları ezip, güzelliklere medar hâle getiren ve bizi gerçekten Allah'a bağlayan bir yol mudur? Okyanus diplerinde bir mikroorganizmanın bile açlık içinde yaptığı ihtiyaç duasına cevap veren Allah, Müslüman insan gibi, yeryüzünde halifesi kıldığı, yaratılmışların en şereflisi zâtın dualarını geri mi çevirecektir? Asla! Fakat bu dua, açlık sebebiyle doymak için midenin, hastalık sebebiyle şifa için vücudun yaptığı dua kadar olsun ihtiyaç ve ızdırar lisanıyla yapılmaz, İslâm bu ölçüde olsun hayatımıza, benliğimize ve varlığımıza hükmetmezse, başkalarının dünya ve dünya hakimiyeti adına, hem de ek ihtiyaç için yaptıkları fiilî dualar ve bu sahada gösterdikleri ihlâs, onları galibiyete, galibiyet için gerekli vasıtalara sahip olmaya taşırken, Müslümanlar olarak biz, sürünmeye devam edeceğiz demektir.

Manâ içinde manâ taşıyan ve bir bakıma her meseleyi izaha yetecek şu âyetlere bakalım bir de:

"Rabbinize, yalvararak, içten, O'nun rızası dışında başka her türlü mülâhazadan uzak olarak dua edin. Şurası bir gerçek ki O, had bilmezlik içinde davrananları hiç sevmez. (Had bilirlik, dolayısıyla O'nun tayin buyurduğu hudutlar içinde kalın ve) her şeyiyle yerli yerinde olan yeryüzünde, onun düzenini bozacak şekilde ve ıslahından sonra bir ülkede bozgunculuk yapmayın ve korku ile ümit / beklenti dengesi içinde O'na yalvarın. Hiç şüphesiz, Allah'ın rahmeti, bütünüyle iyiliğe kilitlenmiş ve Allah'ın kendilerini sürekli gördüğünün şuuru içinde davrananlara pek yakındır."

"O Allah ki, rahmetinin önünde müjdeci olarak (rahmet) rüzgârlarını gönderir. Nihayet bu rüzgârlar, o ağır bulutları pek hafifmişçesine kaldırıp yüklendiklerinde, Biz onları ölmüş bir memlekete doğru sevkeder, derken oraya suyu indirir ve o su ile, her türlüsünden ürünler, meyveler bitiririz. İşte, ölüleri de (kabirlerinden) böyle çıkaracağız. Gerekir ki, düşünüp, ibret alasınız."

"Güzel ve temiz memleket: Rabbisinin izniyle, onun (gür, yeşil ve faydalı) bitkisi çıkar. Çirkin ve kirli olana gelince: orada, ancak pek az ve faydasız (çer-çöp türünden) şeyler biter. İşte, (Allah'ın varlığına, birliğine, rububiyet ve hakimiyetine ait) delilleri, onları anlayıp, şükredecek bir topluluk için bütün yönleriyle ve farklı farklı açılardan bu şekilde serdediyoruz." (A'raf, 7/55-58)

Kur'ân-ı Kerim'de çok defa, kâinat gerçekleriyle sosyolojik ve insanın manevî hayatına ait gerçekler, iç içe ve birbirlerine misal olacak şekilde anlatılır. Bunun en güzel misallerinden biri, bu âyetlerdir. Yaratılıştan, göklerin, yerin ve bunlarda bulunan güneş, ay, yıldız gibi büyük cisimlerin Allah'a mutlak itaatinden, dolayısıyla Allah'ın kâinattaki mutlak hakimiyetinden söz eden âyet-lerden sonra gelen bu âyetler, insanı Allah'a itaate ve bunun gereği olarak dua ve ibadete çağırmakta, bunun da nasıl olması gerektiğini öğretmektedir. İnsanın kalbî hayatında da, toplumların hayatında da, yerin hayatında da gündüzlerle geceler (aydınlıkla karanlık), baharlarla kışlar, kuraklıkla bolluk birbirini takip eder. Geceleri gündüzlere, kışları baharlara, kuraklığı bolluğa çevirecek Allah'tır ve insana düşen, korku ve recâ arasında O'na dua etmek, O'nun bizim için tayin buyurduğu sınırlar içinde, yani İslâm'a bağlı kalarak, vazifemizi yapmaktır.

Nasıl kuraklıkla veya kış mevsiminde ölmüş toprağın ihtiyaç ve hâl diliyle yaptığı duayı Allah kabûl eder ve yağmur getiren rüzgârlarla yağmur bulutlarını harekete geçirir ve öldükten sonra o yeri diriltir; aynen bunun gibi, ölmüş kalbler ve ölmüş toplumlar da, Allah'a dönmenin neticesi olarak, vahiy, inayet ve merhamet yağmurlarıyla dirilir. Bu noktada önemli olan, toprağın, kalblerin, zihinlerin bitek, temiz ve alıcı olması; şartlanmışlık, zulüm, bakış açısı yanlışlığı, dünyaya bağlılık, nefsanî arzulara teslimiyet gibi kirlerden arınmış bulunmasıdır. O zaman, böyle toprak, böyle zihin ve kalbler, Allah'ın izniyle bol meyveli, yemyeşil, her türden bitkiler çıkarır; imana, ahlâka, faziletlere, güzel davranışlara kaynaklık eder. Yoksa, hiç verimliliği olmayan topraktan, günahlarla, şartlanmışlıkla, zulümle, dünya hayatını hedef almakla kirlenmiş zihinlerden ve kalblerden, semadan ne kadar "rahmet" yağsa da, ancak ayrık otları çıkar, çer-çöp misali düşünceler, batıl ideolojiler ve sistemler türer.

Müslümanlar olarak, Allah'ın rahmetinden asla ümit kesemeyiz. Şu anda olup bitenler, Müslümanlar için birer ciddi ikaz olduğu gibi, yarın adına yeri harekete geçirecek bir manivela keyfiyetindedir de. Bir gerçek var ki, tarihte Müslümanlar hiçbir zaman bu kadar zayıf, savunmasız, zillet içinde ve bölük-pörçük olmamıştı. Ama yine bir gerçek daha var ki, Allah bütün hayırların yaratıcısıdır; insanın eli şerre çok uzun olmasına mukabil hayra pek kısadır ve Allah, bu enaniyet asrında eğer Müslümanlar eliyle insanlık için bir muhteşem bahar va'd etmişse, bunu şişmiş enaniyetlerle değil, Tevhid nuru içinde Ehadiyet sırrını idrak eden, hiçliğinin şuurunda ve bu şuurla O'na yönelebilenler eliyle yapacaktır. Bu noktada O, ümit adına, yine tarihten çok büyük bir teselli sunar:

"(Kaç asırdır) horlanıp, ezilen o milleti de, bereketlerle donattığımız ve katımızda mübarekliği bulunan o toprağın doğularına ve batılarına (tamamına) vâris kıldık. Böylece (Ey Resûlüm,) İsrail Oğullarına senin Rabbinin yaptığı, (ezilip horlananlara lûtufta bulunacak, onları insanlığa önderler yapacak ve onları, zalim toplumların yerine o yere mirasçı kılacağız) şeklindeki güzel va'di, sabretmeleri sebebiyle yerine gelmiş oldu. Firavun'un ve halkının o büyük el yapımı, sanat ve sanayi ürünü eserlerini ve yükselttikleri köşkler, saraylar, yetiştirdikleri bağ ve bahçeleri ise yerle bir ettik." (A'raf, 7/137)

Bu âyet, tarih ve toplumların hayatı adına bir diğer önemli kaide ve gerçeği ifade buyurmaktadır. Bir yerde zulüm katiyen devam etmez; zulüm ile, baskı ile âbâd olunmaz; zulüm üzerine kurulan sistemlerin sonu yerle bir olmaktır. Küfür, şirk ve zulmü bir alın yazısı ve yenilmez bir güç gibi kabûllenme yerine, onların karşısında Allah'ın Dini'ne sarılan, onun gereğini, yine Allah'ın koyduğu prensipler çerçevesinde yerine getirmeye çalışan ve bunu yaparken alay, işkence, sürülme, öldürülme gibi muamelelere, Allah'a ibadete, günahlardan kaçınmaya, bir de, bu yolda yürürken, yolun temkin isteyen kaidelerine ve "zamanın çıldırtıcılığı"na karşı "aktif sabır" gösterebilen, hattâ sabır içinde şükretmesini bilen mazlum mü'minlere Allah'ın va'di vardır. Bu va'd, onlara lûtufta bulunma, onları insanlığa önderler yapma ve yeryüzünde zalim toplumların yerine mirasçı kılma va'didir. (Kasas, 28/5). Kur'ân-ı Kerim, bu âyette, Hz. Musa'nın liderliğinde İsrail Oğullarının Mısır'dan çıkışı, Firavun ve ordusunun boğulması ile, İsrail Oğullarının, bereketlerle donatılmış ve Allah katında mübarekliği bulunan ve önceden "Şam kıtası" diye anılan bölgeye hakim olmasının arasında geçen beş asrı atlayarak, Hz. Davud ve Süleyman'la ulaşılan neticeyi, nihaî zaferi haber vermekte ve bu va'din sözünü ettiğimiz türden bir sabır neticesinde gerçekleştiğini bildirmektedir.

Önemli olan, beklenen ve va'd edilen bir neticeyi görmek değildir. Önemli olan, o neticeyi hedef yapmak da değildir. Önemli olan, Allah'a kulluk borcumuzu yerine getirmek ve böylece O'nun rızasını kazanmaktır. Bu borcu yerine getirme ve O'nun rızasını kazanma, bir va'din beş asır sonra da gerçekleşmesini netice verecekse, bu, yine O'nun bileceği iştir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun