Bela ve Musibetler konusunda en çok merak edilenler

1 Safer ayı için bela ayı diyorlar, bu doğru mudur?

Safer ayı, Hicrî ayların ikincisidir. Hicrî ayların birincisi, bilindiği gibi Muharrem ayıdır ve içinde aşûre günü vardı. Üçüncüsü ise Rebî’ül-Evvel ayıdır ve bu ayın 12. Gecesinde Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz (asm) arzımıza ve gönlümüze teşrif etti.

Hicrî takvimde bazı ayların ve günlerin; gerek içinde farz kılınan ibadetler, gerekse bir kudsî tarihin unvanı olmaları hasebiyle mukaddes tanındığı biliniyor. Meselâ Recep, Şaban ve Ramazan ayları, nafile ve farz ibadetlerin içerisinde teşrî kılındığı üç ibâdet ayı olarak bilinir; bu aylardan bilhassa Ramazan ayı ve bu ay içindeki Kadir Gecesi Kur’ân’da da ifâdesini bulur; diğer ikisi de muhtelif nafile ibâdetler için münbit birer zemin teşkil ettiği sahih hadislerde beyan edilir.

İslâmiyet öncesi Araplar arasında da Muharrem, Recep, Zilkâde ve Zilhicce aylarının hürmet duyulan aylardan olduğu ve bu aylarda Arapların savaş yapmaktan çekindikleri biliniyor.

Sahih kaynaklarda mübarek olduğu bildirilen diğer gün ve geceleri de burada zikretmek lâzım: Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı, Arefe gün ve geceleri, Kandil geceleri, Cuma günleri, Aşûre günü vs. gibi. Bu günlerde de gerek nafile, gerek vacip, gerekse farz olmak üzere değişik eda şekilleriyle muhtelif ibadetler yapılır.

Görüldüğü gibi İslâmiyet’te hürmet duyulan ve belli ibadetler için tahsis edilen aylar, günler ve geceler bulunmakla beraber; âfetler, musibetler ve semavî belâlar için tahsis edilen muayyen her hangi bir zaman diliminden söz etmek mümkün değildir. Böyle bir tahsisat, İslâm’ın ruhuna uygun değildir. Belli ayları İlâhî musibet ayı olarak ilân etmek doğru da değildir. Allah’ın irâdesini aylarla veya günlerle sınırlamak mümkün olmadığı gibi; böyle bir sınırlama çabası kulluk terbiyesine de yakışmaz.

İlâhî îkâz ve felâketler başka aylarda olmuyor mu? Kaldı ki, belli aylarda İlâhî ikazların yoğunlaştığını farz etsek bile, o ayların musibet ve uğursuzluk ayı olarak ilân edilmesi Resûlullah (asm) tarafından nehy edilmiştir.

Safer ayı, Cahiliye Arapları tarafından uğursuz ay olarak tanınıyor ve bu ayda umre yapmak büyük günahlardan sayılıyordu. Resûlullah (asm) ise

“Umre her zaman helâldir!” (Buhari, Hac, H. No: 777) 

buyurarak bu aya atfedilen uğursuzluk inancını kırmıştı. Ama ne yazık ki; bu ayda akdedilen nikâhların uzun ömürlü olmayacağı, bu ayda yapılan faaliyetlerin sonuçsuz kalacağı, bu ayda başlanılan işlerin uğursuzlukla biteceği tarzındaki inançların, cahiliye Araplarından beri halk arasında yer yer varlığını sürdüre gelen hurafelerden olduğunu görüyoruz.

Ebû Hüreyre’nin (ra) rivâyetiyle Resûlullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"İslâm'da taşe'üm (uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur; en iyisi tefe'ül (iyiye yorma) dır." (Buharî, Tıb, 54)

Böylece bu zararlı anlayışın İslam'da bulunmadığını ifade etmiştir. Diğer bir hadiste ise şöyle buyurmuştur:

"Eşyada uğursuzluk yoktur, Safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur." (Müslim, Selâm, 102)

Safer ayının normal aylardan olduğunu tespit ettikten sonra; her ne kadar güvenilir kaynaklarla teyit edilmese de burada, Safer ayında yapılması uygun bulunan şu duâyı zikredebiliriz:

“Bismillâhirrahmânirrahîm: Allah’ım; hamd ve şükür sana mahsustur! Minnetim sanadır! Ben senin kulunum ve ben bundan dolayı huzurluyum! Nefsimi, dînimi, dünyamı, âhiretimi, işlerimin sonunu ve amelimi sana emânet ediyorum. Bütün Muhammed (asm) ümmetini senin gücünün, havlinin, kudretinin ve kuvvetinin şiddetinden, sana emânet ediyorum! Muhakkak sen, emâneti koruyansın; hükmü nâfiz olansın; kazâsı gâlib olansın!"

"Yâ Ahkeme’l-Hâkimîn ve yâ Esrae’l-Hâsibîn ve yâ Ekrame me’mûlin ve ecvede mes’ûlin yâ Hayyu yâ Kayyûmu yâ Kadîmü yâ Ferdu yâ Vitru yâ Ehadu yâ Samedu yâ men lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehû küfüven ehad! Yâ Azîzu Yâ Vehhâbu Salla’llâhu alâ hayr-i halkıhî Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecma’în! Âmin!”

Bu ayın son çarşamba gününde de iki rek’at namaz kılınması; bu namazda her rek’atte bir Fatiha ve on bir İhlâs-ı Şerif okunması; namazdan sonra da on bir istiğfar ile, on bir salavât-ı şerîfe okunması tavsiye edilmiştir.

Sadakanın bu aya özel bir konumu yoktur. Diğer aylarda olduğu gibi, bu ayda da sadaka vermeye devam etmelidir.

- Safer ayının ilk çarşambası öğle ve ikindi arasında şu duayı 100 defa okumak sünnet midir?

“YA DAFİAL BELAYA İDFA’ ANNEL BELAYA FALLAHÜ HAYRÜN HAFİZAN VE HÜVE ERHAMÜRRAHİMİN, İNNEKE ALA KÜLLİ ŞEY’İN KADİR."

Meali: “Ey belaları def eden Allah'ım! Belaları bizden uzaklaştır. Allah muhafaza edicilerin en merhametlisidir. Muhakkak ki senin kudretin her şeye yeter."

Cevap:

Bu güzel bir duadır ve her zaman yapılabilir. Bu açıdan elbette Safer ayında da okunabilir. Ancak bu duanın özellikle Safer ayında yapılacağıyla ilgili bir hadis bulamadık. Buna göre, bu duayı belli bir zaman dilimine indirgemeden her zaman her yerde okumak en uygun olanıdır.

2 Depresyon, stres gibi hastalıklara dinen nasıl bakmak gerekir, manevi yönden nasıl tedavi olmak lazım? Peygamber Efendimizin konuyla ilgili hadisleri var mıdır?

Cevap 1:

Depresyon, çağımızın en sık rastlanan hastalıklarındandır. Bu hastalığa neden olan sıkıntı ya da günümüzde sıkça kullanılan deyimiyle stres, pek çok hastalığı beraberinde getirmekte, kalp hastalıkları benzeri pek çok hastalığa neden olabilmektedir. Bunun sebebi incelendiğinde, hücreler arasındaki hassas dengelerin sıkıntıdan direkt olarak etkilendiği görülmektedir.

Örneğin bağışıklık sistemimiz bizi, kanser dahil pek çok hastalığa karşı korumaktadır. Sağlıklı bir bağışıklık sistemi ancak stresten uzak bir yaşam tarzı ile mümkündür. Sıkıntı ve kuruntular olmadığında, lenfositlerimiz enfeksiyonlara, romatizmal hastalıklara ve hatta kansere karşı daha etkili bir mücadele vermekte ve başarı kazanmaktadırlar.

Bunun için de dua ve tevekkül şarttır. Kuşkusuz Allah’a devamlı dua eden, başına gelen her olayın Allah’ın verdiği özel birer imtihan olduğunun farkında olan ve tevekkül eden bir mümin, sıkıntıdan daha çabuk kurtulacaktır. Yüce Rabbimiz’in sıkıntıları gideren ve duaya cevap veren sıfatları Kur'an'da şöyle bildirilmektedir:

"O nesneler mi üstün yoksa, çaresiz kalıp kendisine yalvaran insanın duasını kabul edip sıkıntısını gideren ve sizi dünyada halifeler yapan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz!" (Neml, 27/62)

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), sıkıntının hastalıklara yol açtığını şu hadisi şeriflerinde buyurmuşlardır:

"Her kimin huyu kötü olsa, kendi nefsini sıkıntıda tutar ve her kimin kederi çok olsa, kendisini hasta eder."

"Çok türlü kaygılanmalar, çok türlü hastalıklar getirir."

"Hak Teâlâ'nın yarattığı mahlûkta kaygıdan daha kötü ve daha şiddetli bir şey yoktur."

"Hak Teâlâ şifâsını yaratmadığı hiçbir türlü dert yaratmamıştır. Her kim o şifâyı bilirse ilâç edip kurtulur, her kim bilemezse o dertle kalır. Fakat ölümün dermanı yoktur." (Hadisler için bk. Önder Çağıran, Tıbbi Nebevi, 1. Baskı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1996)

Sıkıntılı -günümüz ifadesiyle stresli- yaşam, iman etmeyenlerin, imanın kazandırdığı güzel ahlaktan uzak yaşamalarının sonucudur  Bugün doktorlar, stresin etkilerinden korunmak için huzurlu ve sakin bir yapıya, rahat, güvenli ve endişelerden uzak bir psikolojiye sahip olunması gerektiğini ifade etmektedirler. Huzurlu ve rahat bir psikoloji ise, ancak Kur'an ahlakının yaşanmasıyla mümkündür.  Rabbimiz'in iman eden kulları için vaadi ise şöyle bildirilmektedir:

"Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz." (Nahl, 16/97)

"De ki: Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır..." (Enam, 6/64)

Cevap 2:

Aslında “kişinin hedeflerini gerçekleştiremediği, sahip olduğu güzellikleri koruyamadığı veya bu tür kayıp ihtimâllerini fark ettiğinde düştüğü ümitsizlik hâli” olarak tarif edilen depresyon, sadece bu çağın değil, tarih boyunca tüm insanlığın derdi, hatta “kaderidir” bile denilebilir.

Zira insan yaratılış itibariyle “acizdir, fakirdir, fanidir, ölümlüdür ve hayvanın zıddına bunların farkındadır da”. Her şeyi isteyen, ama hiçbir şeye gerçek anlamda sahip olamayan, her şeyden korkan, etkilenen, incinen ama hiçbirine gücü yetmeyen, en güzel zamanlarında bile fâni, geçici olduğunu, her şeyin bir gün biteceğini bilen bir insanın depresyona girmesi değil, girmemesi ilginçtir bence.

Bu da çoğunlukla gaflet sayesinde mümkün olur. Korktuğu şeyleri düşünmemeye çalışır, zahiren sahip olabildikleri ile kendini teselli eder, ölümü ve ayrılığı hatırına getirmemeye çalışır. Ama bazı “tevil edilemez” olaylar gaflet perdesini yırttığında o güne dek ertelenmiş korkular, ümitsizlikler bir sel gibi benliği sarar ve depresyon gelir.

Depresyon neredeyse insan olmanın doğal bir sonucu gibi görünmektedir. Nitekim yapılan araştırmalar depresif bulguların (uyku bozukluğu, yaygın sebepsiz fiziksel şikayetler, sık ağlama, gelecekten ümitsiz olma, kendine güven eksikliği, hâlsizlik, hayatından zevk alamama vb.) insanların %60'ında değişik düzeylerde bulunduğunu göstermektedir. Bir psikiyatrist olarak, yeni tanıştığım insanların pek çoğunun şaka yollu da olsa “aslında benim de size görünmem lâzım” demeleri, bu gerçeğin belli-belirsiz itirafı gibi gelir bana.

Peki bu denli yaygın ve umumî bir belâ olan depresyonla başa çıkmak mümkün değil midir acaba? Yok mudur bu acizlik, fakirlik, fânilik dertlerinin ilâcı? Vardır tabii, arayan bulur da, ararsa eğer. Zaten insanların en ziyade yanıldıkları, ilk anda çok rahatsız edici olan bu acizlik, fakirlik ve fâniliği çözümsüz zannedip düşünmemeye çalışmaları, yok farz etmeleridir aslında.

Zira bir dert açığa çıksa hâlli mümkündür, ama gözünü kapayıp kendini hayallerle avutan birisinin gerçek bir çözüm bulması tabii ki imkânsızdır. “Erkekçesine ölümün yüzüne gül, dinle bak ne ister?” ikazını dinleyen, “Evet, ben acizim, fakirim, fâniyim, bunlar beni çok incitiyor. Peki ama bu dertlerin çaresi nerede olabilir?” diyebilen insan ancak çözüme yakınlaşabilir. Bu da muhakkak ki az-çok çile çekmek demektir. Ama “zahmetsiz rahmet” yoktur ki.

Başka türlü soralım: Depresyona girmiş ve “her şey boş, istediklerim olmuyor, ters giden olaylar beni yıkıyor, zaten sonunda öleceğiz, bu hayat çok anlamsız” diyen bir “hasta” mı, yoksa “boş ver bunları, kafana hiçbir şey takmayacaksın, ayağını sıcak tut başını serin, takma bir şey kafana, düşünme derin” diyen tesellici mi daha tutarlıdır acaba? Deve kuşu mantığı kullanan bu kişilerin “kafaları duvara çarptığında” aynı depresyon kuyusuna yuvarlanmaları kaçınılmaz değil midir?

Aslında hepimiz “duvarları aynadan” küçücük bir odada değil miyiz? Tüm duvarlar ayna olduğundan iç içe geçmiş görüntüler bize geniş bir yerdeymişiz hissi verir ama, ufacık bir musibetin ikazı ile kafamızı çok uzak sandığımız o duvara çarptığımızda, aslında daracık bir zindanda olduğumuzu fark etmez miyiz? Hayaller uçup, uykular kaçmaz mı? En tatlı haller bile bize acı vermez mi? Kurduğumuz yalancı dünya cennetinin cilâsı her ölümle, her kayıpla, her hüzünle çatlamaz mı?

Eskide bir gazetenin magazin ekinde okuduğum bir haberi hiç unutmam. Bir grup sanatçı “felekten bir gün çalalım” diye toplanıp pikniğe gitmişler. Akşama kadar süren eğlenceyi uzun uzun anlatan yazı şu cümle ile bitiyordu: “Gün bittiğinde herkes çok üzgündü, çünkü çok güzel bir gün geride kalmıştı.” Ne garip değil mi? En güzel şeyler bile sadece yaşanırken lezzet verip, bitiminde yerine elem bırakıyor. Zira “zeval-i lezzet (lezzetin kaybı) elemdir”.

Yine hatırlarım, gençliğimde sevdiğim takımın maçlarını radyodan heyecan ve zevkle dinlerken en nefret ettiğim şey, spikerin ikide bir “maçın son 15 dk.sı”, “son 10 dk.ya girdik” vb. demesiydi. O denli zevk aldığım şeyin az sonra sona ereceğini duymak acı veriyordu bana. Güzellikler daha yaşanırken bile, biteceklerini bilmek, o an alınan zevki bozuyordu. Zira “zeval-i lezzetin tasavvuru (lezzetin kaybını düşünmek) dahi elemdir.”

Belki “tamam kabul, uzatma, biliyorsan bir çare öner” diyen olabilir, ama problemleri yarım yamalak dile getirip işin ciddiyetini tam kavramadan çabuk çözümler aramanın tehlikeli bir aldatmaca olduğunu unutmamalıyız. O yüzden biraz daha devam edelim bence. Ve bir genci düşünelim. Dünyalar kadar sevdiği biri var ve onunla mutlu bir gelecek hayal ediyor. Oysa fark ediyor ki “sonsuza dek beraber olacağız sevgilim” lafı tam bir yalan. Ne sonsuzu, gelecek yıla çıkacakları bile şüpheli. O denli sevdiği kişiden er veya geç bir gün ebediyen kopacak. O zamana kadar da muhtemelen hayallerine, ideallerine tam uymayan problemli, yarım yamalak bir beraberlikle yetinecek. Ve bunları görmezden gelip tüm kalbini ona bağlayıp kendini teselli etmeye çalışıyor. Nereye kadar?

Bir de anne hayal edelim. Uğruna canını bile verebileceği evladı her an bir hastalıkla, bir musibetle karşılaşabilir. Tüm gün yanında bekçilik yapsa bile bir minicik mikrop o ciğerparesini yatağa düşürebilir, sakat bırakabilir veya ebediyen elinden alabilir. Ne yapabilir bu anne? Şefkat ateşini neyle söndürebilir? Kaybetme korkusunu nasıl unutabilir? Hangi aldatmaca ile kendini teselli edebilir? Konuşsun, cevap versin prof.lar, filozoflar!

Ama yok! Onların diyeceği; “bunlar hayatın acı gerçekleridir, kabulleneceksin. Başka şeylerle meşgul ol, hobiler edin. Başarabildiklerine, sahip olabildiklerine bak, mutlu olmaya çalış, kendini gerçekleştir vs. vs.” Biz de Bediüzzaman’ın ağzıyla soruyoruz: İdama mahkûm birisi, zindanın süslenmesinden zevk alabilir mi? Ebedi bir aşk isteyen bir kalbi fâni sevgiler tatmin eder mi? Dünya kadar bir cennetle ancak tatmin olan bir ruh, suyu-elektriği bile kesilebilen uyduruk villalarla kandırılabilir mi?

Ama iman gözlüğü ile bakan bir insan için, âyetteki ifade ile “lâ havfün aleyhim ve la hüm yahzenun” geçerlidir. Onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.

Çünkü gerçek iman sahibi, sevdiğini Allah için sever. Sevgilisi Allah’ın rahmet ve cemalinin bir yansımasıdır. Ve ebedi hayatta hiç ayrılmadan sonsuz ve huzurlu bir beraberlik yaşayacakları ümidini taşır.

Sevdikleri elinden alındığında “ayrılık geçicidir” diye teselli bulur. Şefkat ettiklerini “hayrul-hafizin” ve “erhamür-rahimin” olan Allah’ın rahmet ve korumasına emanet eder.

Kur’an’ın dersi ile musibetleri, felaketleri, hastalıkları İlâhî birer ikaz, birer keffaret-üz zünub (günah temizleyicisi) bilir.

Dünya malını, makamını kazandığında da, kaybettiğinde de “veren de O, vermeyen de” der, esas bakî mal ve mertebe olan uhrevî makamları ve ebedî sevapları hedefler.

“Madem bu dünya geçici bir imtihan meydanıdır, imtihanda rahat olmaz.” deyip geçici sıkıntıları, zahmetleri hoş karşılar.

“Bu dünya bir karalama defteridir.” der, düzeltemediği pislik ve karışıklıklarla zihnini bulaştırmaz, kendi amel defterini temiz tutmakla meşgûl olur.

“Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.” der, pencerelerden seyreder, içlerine girmez.

Günah, gaflet ve isyana düşmüşse bile “Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez.” der, daima açık olan tövbe kapısından girip yeni bir beyaz sayfa açar. Bu dünyada da hakiki huzur ve saadeti bulur.

Sadece çağımızın değil çağların hastalığı olan depresyondan kurtulmanın yolu çağlar ötesi mesaja kulak vermektir.

3 Sadaka nedir, nelerden verilir ve nasıl yapılır?

Sadaka, Allah rızası için fakirlere, muhtaç kimselere, karşılıksız olarak verilen şey; yapılan yardım, her türlü iyilik; Allah yolunda yapılan harcamadır.(1)

Yapılan herhangi bir yardım veya iyiliğin sadaka sayılabilmesi için şu üç özelliğin birlikte bulunması gerekmektedir.

1. Allah rızası için yapılmalıdır,
2. Özellikle fakir ve ihtiyacı olan kişilere yapılmalıdır,
3. Karşılıksız olarak yapılmalıdır.

Bu üç şart birlikte gerçekleşmezse verilen şey sadaka olarak değer kazanmaz.

Sadaka, Allah’ın buyruklarına uymanın açık bir işareti ve fiili bir şahididir.

Yüce Rabbimiz; “Herhangi birinize ölüm gelip de “Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar ertelesen de, sadaka verip iyilerden olsam! demeden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.”(2)

“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çıkardıklarımızdan Allah yolunda harcayın…”(3) buyurarak inananlara sadaka vermeyi emretmekte,

Gerçek müminleri ise;

“Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.”(4) 
“Onlar bollukta, darlıkta Allah yolunda harcarlar.”(5)

diye tarif etmektedir.

Sadaka, Allah’ın rızasını kazanmanın, dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmenin yoludur.

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim'de; Allah yolunda yapılan her iyi ve güzel davranışın karşılığını vereceğini belirterek şöyle buyurmaktadır:

“Allah müminlerden mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır.”(6)

“Kendiniz için yaptığınız iyiliği daha iyi ve daha büyük ecir olarak Allah katında bulursunuz.”(7)

“Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kalkmayan ve gönül incitmeyenlerin Rabbleri katında mükafatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.”(8)

“Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilmez.”(9)

“…Sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar….var ya, işte onlar için Allah bağışlama ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.(10)

“Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.”(11)

Sadaka, malı eksiltmez(12), malı çoğaltır ve bereketlendirir.

Bir kutsi hadiste: “Ey Ademoğlu! İnfak et ki, ben de sana infak edeyim.”(13) buyrulmaktadır.

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v), Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma’ya şu tavsiyede bulunmuştur. 

“Ey Esma! Cimri olma ki, Allah da sana eksik vermesin. Saymadan ver ki, Allah da sana saymadan versin. Kesenin ağzını bağlama ki, Allah da sana nimetini eksik etmesin, kesenin ağzını bağlamasın. İnfak et ki Allah da sana infak etsin.”(14)

Sadaka, Allah’ın verdiği nimetlere şükrün ifadesidir.

Yüce Rabbimiz; verdiği nimetlere şükretmemizi emretmekte, nankörlük etmememizi.(15) istemekte, “Verdiği nimetlere şükrettiğimiz takdirde bize nimetlerini artıracağını,(16); “Kıyamet gününde, bize verilen her türlü nimetten hesaba çekileceğimizi” bildirmektedir.”(17)

Sadaka, dünyada yoksulun, ahirette verenin yüzünü güldüren ve insanı Rabbine yaklaştıran bir bağıştır.

Sahabe-i Kiramın sevgili Peygamberimiz (sav)'e, "Ya Resulallah! Allah yolunda ne infak edelim?" diye sormaları üzerine, Yüce Rabbimiz: “(Ya Muhammed!) Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: ihtiyaçtan arta kalanı.”(18) (harcayın) buyurmuştur.

“Biz hayır olarak ne verirsek, şüphesiz Allah onu bilmektedir.”(19)
“Allah harcadığımız her şeyin karşılığını verecektir.”(20)
“Zerre ağırlınca bir hayır işleyen onun karşılığını görecektir.”(21)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “(İyilik yapmak ve) iyiliği tavsiye etmek sadaka olduğu gibi kötülükten sakınmak ve başkalarını da sakındırmak sadakadır.”(22)

"Sadaka vermede acele ediniz, zira bela sadakanın önüne geçemez.”(23)

“Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde, Allah Teala yedi insanı Arşın gölgesinde barındıracaktır. (Bunlardan biri de), sağ elinin verdiğini, sol elinin bilmeyeceği kadar sadakayı gizli veren kimsedir.” buyurmuşlardır.(24)

Ömer b. Abdülaziz: “Namaz seni yolun yarısına, oruç da Melik’in kapısına, sadaka ise Melik’in huzuruna iletir.” demiştir.

Nitekim Yüce Rabbimiz “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki) gerçekten ben (onlara) çok yakınım.”(25) buyurmaktadır. İki kutsi hadiste ise bu gerçek şöyle ifade edilmektedir.

“Ben kulumun zannına (inancına) göreyim. Kulum beni zikrettiğinde, ben onunlayım. (Rahmetim, tevfik ve yardımım onunla beraberdir). O Beni kalbinde gizlice zikrederse, ben de onu bu şekilde anarım. Beni bir toplum içinde zikrederse, ben de kulumu o toplumdan daha hayırlı bir toplum içinde (Rahmetimle) anarım.”(26)

“Kulum bana bir karış yaklaştığı zaman, ben ona bir arşın yaklaşırım; o bana bir arşın yaklaşınca, ben ona bir kulaç yaklaşırım; o bana yürüyerek geldiği zaman, ben ona koşarak varırım.”(27)

“Sensin bize bizden yakın, / Görünmezsin hicap nedir?”(28)

Dizeleriyle Yunusumuz bu gerçeği ne güzel ifade etmiştir.

Sadaka, belayı önler, ömrü uzatır, hataları yok eder ve insanı cehennem ateşinden korur.

Sevgili Peygamberimiz: “Az da olsa gücünüz yettiği kadar sadaka veriniz.” (29)

“Yarım hurma ile de olsa; kendinizi cehennem ateşinden koruyunuz, o kadarını da bulamayanlar güzel bir sözle bile olsa kendilerini korusunlar.”(30) “güzel bir söz;(31) her meşru ve güzel bir iş sadakadır.(32)

“Bir hurma da olsa sadaka verin, çünkü o bir hurma açlığı giderir. Suyun ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da hataları yok eder.”(33)

Sadaka Allah’ın öfkesini söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder.”(34)

“Sadaka, belayı önler ve ömrü uzatır.”(35); ”Suyun ateşi söndürdüğü gibi günahların azabını söndürür.”(36) buyurmuşlardır.

İbni Ebi Ca’d: “Sadaka yetmiş kötülük kapısını kapatır.”diyor

Hz. Lokman, oğluna: “Oğlum! Bir hata işlediğinde hemen arkasından sadaka ver.”(37) tavsiyesinde bulunmuştur.

Şunu iyi bilmeliyiz ki; “Az sadaka çok belayı defeder.”

Sadaka, en kıymetli, en iyi, en temiz, en güzel ve en sevimli malı Allah rızası için infak etmektir. Zira, Allah Teala temizdir. Ancak temiz olanı kabul eder.(38)

Hz. Peygamber: “Helaldan kazandığı malını infak edenlere müjdeler olsun.”(39) buyurmuştur.

Servetinin iyisini kendisine bırakıp, kötüsünü Allah yolunda infak etmek insan için uygun bir davranış değildir. İnanan insan malının kötüsünü değil, iyisini Allah yolunda infak eder.

Yüce Allah: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye layıktır.”(40) buyurmaktadır.

Bir Hadis-i Şerifte; “Kim helal kazancından bir sadaka verirse Allah onu kabul eder.”(41) Diğer bir hadis-i Şerifte ise: “Sadakanın en değerlisi; fakirin gücü nispetinde gizlice başka bir fakire verdiği sadakadır.”(42) buyurulmuştur.

Sadaka: Bir nevi Allah’a ödünç vermedir. Verilen bu sadakanın karşılığını Allah kat kat verecektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın kullarına) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder."(43)

“Eğer Allah’a güzel bir  borç verirseniz Allah onu size kat kat öder ve sizi bağışlar. Allah şükrün karşılığını verendir, Halim’dir (hemen cezalandırmaz, mühret verir)”(44) buyrulmaktadır.

Sevgili Peygamberimiz: “Hangi Müslüman çıplaklığından dolayı bir Müslümana elbise giydirirse, Allah da ona cennet elbiselerinden giydirir. Bir müslüman açlığından dolayı bir müslümanı doyurursa, Allah da onu kıyamet günü cennet meyvelerinden doyurur. Hangi müslüman susuzluğundan dolayı bir müslümana su içirirse, Allah Teala da Onu kıyamet gününde “Rahik-i mahtum’dan” içirir.”(45)

Yapılan her türlü yardım ve iyilik sadakadır. İyilik ve mutluluğa ulaşmanın yolu sadakadan geçmektedir. Yüce Rabbimiz: “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça “iyiliğe ulaşamasınız”(46) buyurmaktadır.

“İyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanmak, (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcamak, namaz kılmak, zekat vermek, anlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirmek, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabretmektir.” Kur'an-ı Kerim'in beyanına göre :

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz (den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgisine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, anlaşmaları yaptıklarında sözlerin yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zaman (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır.”(47)

İyilikte bulunan kulların özellikleri ve karşılaşacakları mükafatlar ise şöyle tarif edilmektedir.

“İyiler ise, katkısı kafur olan içecekler dolu bir kadehten içerler.”

“Bu Allah’ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır.” Bir pınar ki, Allah’ın kulları ondan içer, O’nu (istedikleri şekilde) fışkırtıp akıtırlar. O kullar adaklarını yerine getirirler. Kötülüğü her yanı kuşatmış bir günden korkarlar. Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. (yedirdikleri kimselere şöyle derler:) “Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir teşekkür ve karşılık beklemiyoruz.”(48)

Rivayete göre bu Ayet-i Kerimeler: Ehli Beyt hakkında nazil olmuştur.

Sevgili Peygamberimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hastalanırlar. Hz. Ali ve Hz. Fatıma üzüntü içindedirler. Sahabe-i Kiramdan bazıları Hz. Fatma ve Hz. Ali’ye çocuklarının hastalıktan kurtulmaları için Allah yolunda adak yapmalarını önerirler. Hz. Ali ve Fatıma çocukları hastalıktan kurtuldukları takdirde üç gün oruç tutmayı adak yaparlar. Hz. Hasan ile Hüseyin sağlıklarına kavuşurlar. Hz. Ali ile Fatıma adak oruçlarını tutmaya başlarlar. İlk günün akşamında iftar vaktinde kapıya bir miskin gelerek yardım talebinde bulunur. Hz. Ali ve Fatıma iftar için hazırladıkları tüm yiyeceklerini miskine ikram ederler, kendileri oruçlarını su ile açarak yetinirler ve ertesi günün orucuna niyet ederler. İkinci gün akşamı iftar esnasında kapıya bir yetim gelerek Hz. Fatıma ve Ali’den yardım talebinde bulunur. Hz. Ali ve Fatıma hazırladıkları yiyecekleri yetime ikram ederler, kendileri su ile oruçlarını açıp, ertesi gün için oruçlarına niyet ederler. Üçüncü günü iftar vaktinde kapıya bir esir gelir, Hz. Ali ve Fatıma’dan yardım talebinde bulunur. Hz. Ali ve Fatıma hazırladıkları yiyeceklerini kapıya gelen esire verirler ve arkasından şöyle derler, biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz, sizden bir teşekkür ve karşılık beklemiyoruz, derler. Oruçlarını su ile açarak yetinirler. ...

Sadakanın en üstünü, kişinin ilim öğrenip sonra da onu bir müslüman kardeşine öğretmesi(49) ve hayrı devam eden bir yardımda bulunmasıdır ki, biz buna sadaka-i Cariye diyoruz.” Müslümanın hayatta iken yaptırdığı cami, okul, hastane, çeşme, köprü v.b. sosyal hizmetler Sadaka-i Cariyedir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu hususta şöyle buyurmuşlardır.

İnsanoğlu öldüğü zaman amel defteri kapanır. Üç şey onun amel defterinin açık kalmasını sağlar:

1. Sadaka-i cariye, (hayrı devam eden iyilikler),
2. Yararlanılan ilim,
3. Kendisine dua eden hayırlı evlat."
(50)

“İnanan kişinin hayatta iken öğrenip neşrettiği ilim, geride bıraktığı salih bir evlat, miras bıraktığı bir Mushaf (Kur’an-ı Kerim), inşa ettiği bir mescit, yolcular için yaptırdığı bina (misafirhane), yaptırdığı bir çeşme hayatta ve sağlıklı iken verdiği her şey sadakadır."(51)

“Her tesbih bir sadaka, her hamd bir sadaka, her tehlil (la ilahe illallah demek) bir sadaka, her tekbir sadaka, iyiliği tavsiye etmek sadaka, kötülükten sakındırmak sadakadır…”(52)

 “Bir Müslüman bir ağaç diker de, onun meyvesinden bir insan yahut bir hayvan yerse, muhakkak o ağaç sahibi için sadakadır.”(53)

 “Müslüman kişi, ailesinin nafakası için harcar ve bundan sevap umarsa, bu ona sadaka olur. Hatta Müslümanın Müslüman kardeşine güler bir yüz göstermesi de sadakadır.”(54)

Sadakaları gizli ve aşikar vermek mümkündür. Fakat gizli olarak vermek daha güzeldir.

 “Eğer sadakaları (zekat ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne güzel! Fakat gizleyerek fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahların bir kısmına da kefaret olur. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”(55)

 “Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayan var ya, onların Rabblerin katında mükafatları vardır. Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.”(56)

Bu Ayeti Kerime Hz. Ebu Bekir hakkında nazil olmuştur.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), Sahabe-i Kiramdan, Tebük seferine çıkan orduya yardım etmelerini istemiş, bunun üzerine Hz. Ali elinde bulunan dört dinardan birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini açıktan infak etmiştir.

Hz. Ömer malının yarısını infak ederek, bu konuda herkesi geçtiğini zannetmiştir. Fakat Hz. Ebu Bekir, tüm malını Allah yolunda infak etmiştir.

Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz  (s.a.v.); “Çoluk çocuğuna ne bıraktın, ya Eba Bekir?" diye sormuş, Hz. Ebu Bekir de, “Allah ve Resulünü bıraktım Ya Resulallah!” diye cevap verir. Bu olaydan sonra Hz. Ebu Bekir evine dönerek, abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra; “Ya Rabbi! her şeyimi Senin rızan için infak ettim. Şimdi bir dileğim daha var, o da şudur. Kıyamet gününde benim bu nazik vücudumu o kadar büyüt ki, vücudum cehennem ateşi üzerini kaplasın, müminlerden cehenneme gireceklerinin yerine beni yak, Ya Rabbi! diye dua eder. Yukarıda geçen Bakara Suresinin 274. Ayeti Kerimesi nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a.v.); “Çok mal biriktirenler sefildir.” buyurmuşlardır. Sahabe-i Kiramdan biri bunun hiçbir istisnası yok mu? Ya Resulallah! diye üç defa sormuş, Peygamber Efendimiz (sav) mübarek elleriyle işaret ederek, malıyla sağından ve solundan şöyle ve şöyle, arka ve önünden şöyle ve şöyle infak edenler bunun dışındadır buyurmuşlardır. Diğer bir Ayeti Kerimede, “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane bulunan bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah lütfü geniş olandır, hakkıyla bilendir.”(57) buyrulmaktadır. Bu Ayeti Kerime nazil olunca, Sevgili Peygamberimiz, üç defa “Ya Rabbi! ümmetime daha da artır.” diye dua etmiş ve arkasından; “Muhakkak sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir”(58) müjdesi gelmiştir.

(Mehmet Emin BAYAR, Din Hizmetleri Müşaviri)

İlave bilgi için tıklayınız:

Sadaka ile ömrün uzaması ecelin değişmesi anlamına mı gelir?

Dipnotlar:

(1) Türk Dil Kurumu sözlüğü Sadaka maddesi.
(2) Münafikun 63/10.
(3) Bakara: 2/267.
(4) Bakara: 2/3.
(5) Al-i İmran 3/134.
(6) Tevbe: 9/111.
(7) Müzemmil: 73/20.
(8) Bakara: 2/262.
(9) Secde 32/17.
(10) Ahzab 33/35.
(11) Kehf : 18/110.
(12) Müslim: Birr 69; Muvatta Sadaka 12.
(13) Buhari, Zekat 28; Müslim Zekat 57.
(14) Buhari, Zekat 21;Müslim, Zekat 88; Tirmizi, Birr 40.
(15) Bakara, 2/152.
(16) İbrahim 14/7.
(17) Tekasür, 102/8.
(18) Bakara, 2/219.
(19) Bakara, 2/273.
(20) Sebe, 34/39.
(21) Zilzal, 99/7.
(22) Müslim Misafirin 48, Zekat 56; Buhari, Sulh 11.
(23) Fey’zül Kadir, 3/195.
(24) Buhari, Ezan 36, Zekat 16; Müslim, Zekat 91.
(25) Bakara 2/186.
(26) Riya-üz- Salihin Tercemesi cilt 3 sayfa 38-39 h. no. 1464.
(27) Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikir 2,3 20-22.
(28) Yunus Emre.
(29) Buhari, Zekat 21.
(30) Buhari, Zekat 10, 9, Edeb 34; Müslim, Zekat 66-67.
(31) Buhari, Edeb 34, Müslimi, Zekat 56.
(32) Buhari, Edeb 33; Müslim, Zekat 53.
(33) R,iyaz’üz Salihin, .
(34) Tirmizi, Zekat 28.
(35) Defterdar S.M. Paşa Devlet Adamlarına öğütler, 124.
(36) Riyaz’ül Salihin Hadis no 1525.
(37) Lokman:
(38) Buhari, Zekat 8; Müslim, Zekat 68.
(39) Bezzar.
(40) Bakara: 2/267.
(41) Buhari, Tirmizi.
(42) Hadis-i Şerif
(43) Muhammed 47/7.
(44) Tegabun: 64/17.
(45)Tirmizi, Kıyamet 42.
(46) Al-i İmran: 3/92.
(47) Bakara: 2/177.
(48) Dehr: 76/5-8.
(49) Kütüb-ü Sitte Muhtasarı c. 16 s. 548 H. no. 6060.
(50) Müslim, zikir 23, 20/22; Buhari Tevhid 50.
(51) Kütüb-ü Sitte Muhtesarı, c.16 s. 547 H. no. 6059.
(52) Müslim Misafirin, 84, Zekat: 56; Buhari Sulh: 11, Cihad 72.
(53) Sahih-I Buhari Muhtesarı, c. 12, sayfa 129.
(54) Buhari, Nafakat 1, İman 41; Müslim, Zekat 48.
(55) Bakara: 2/271.
(56) Bakara 2/274.
(57) Bakara: 2/261.
(58) Zümer 39/10.

4 Günahkar müminlere beddua etmek, bela okumak günah mıdır?

İslâm, Müslümanların kendileri ve diğer Müslümanlar aleyhinde beddua etmelerini yasaklamıştır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.):

“Kendinize beddua etmeyiniz; çocuklarınıza beddua etmeyiniz; mallarınıza da beddua etmeyiniz. Dileklerin kabul edildiği zamana denk gelir de Allah bedduanızı kabul ediverir.” (Müslim, Zühd 74; Ebû Dâvûd, Vitir 27)

buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (a.s.m) beddua etmekten kaçınırdı. Kendisinin lânet eden değil, aksine rahmet peygamberi olduğunu söylerdi. (Müslim, Birr 87)

Mekke döneminde İslâmî tebliğ etmek üzere Tâif'e gittiğinde, orada kötü bir davranışla karşı karşıya kalmış; dönüşte taş yağmuruna tutulmuş, mübarek ayakları kanlar içerisinde kalmıştı. O sırada Allah tarafından kendisine "onlar aleyhinde yapacağı bedduanın kabul edileceği, dilerse onları helâk edeceği" bildirilmiş, fakat Peygamber Efendimiz (asm) "Hayır, belki bunların sulbünden sana ibadet edecek çocuklar doğar, yâ Rabb." demişti. Uhud'da dişini kıran, yüzünü yaralayan düşmanları için:

"Allah'ım! Kavmimi hidayete erdir, çünkü onlar yaptıklarını bilmiyorlar." (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IV, 314)

diye dua etmiştir. Bütün çalışmalara rağmen İslâmiyeti kabul etmeyen Devs kabilesine beddua etmesi istenince:

"Yâ Rabbi! Devs kabilesine hidayet eyle de onları bizim saflarımıza kat." diye dua etmişti. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 344)

Bununla beraber, Peygamber Efendimiz (a.s.m)'in zaman zaman Allah düşmanlarına beddua ettiği de olmuştur. Bi'r-i Mâûne'de yetmiş İslâm davetçisini şehît eden Kilab kabîlesine Resulullah (a.s.m) bir ay süre ile beddua ve lânet etmişti. Kâbe'de namaz kılarken kendisiyle alay eden müşriklere de beddua etmiş, Bedir muharebesinde yere serildiklerini gözleriyle görmüştü. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, X; 43-45) Hendek muharebesinde Medine önlerinde toplanan düşmanın perişan olup dağılmaları için dua etmiş, bunun üzerine geceleyin ansızın doğudan kopan fırtına düşmanın altını üstüne çevirmişti. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 342-343)

Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki Müslüman, günahkâr da olsalar, Müslümanlara beddua etmekten sakınmalıdır.

Bu dünyada zulmeden kişi cezasız kalmayacaktır. Bu dünyada zulmünün cezasını göreceği gibi ahirette de elim bir azapla cezalandırılacaktır. Burada mazluma düşen güzel bir şekilde sabretmektir.

Konuyla ilgili bazı hadisler ve kısa açıklamaları:

“…Mü'mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir." (Buhârî, Cenâiz 84, Müslim, Îmân 176, 177)

Lânet, lânet edilen canlının, hem dünya hem de âhirette Allah'ın rahmetinden uzak kalmasını dilemek demektir. Lanet olsun,  Allah  lânet etsin, lânet olası, mel'un adam gibi sözler -farkında olunsun veya olunmasın- kişinin rahmetten mahrum kalmasını, uzak tutulmasını istemek demektir. Lânetlenmiş varlıkların başında şeytan gelir. Şeytân aleyhi'l-la'ne cümlesi, "Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytan" anlamında  çokça kullanılan bir ifadedir.

Bir mü'mine lânet etmek, onun şeytan gibi ilâhî rahmetten ebediyyen mahrum kalmasını dilemek anlamına gelir. Bu ise, o Müslümanın hayat hakkına tecâvüz etmek, onu öldürmek gibi çok ağır bir suçtur. Hatta bir Müslümanın tam anlamıyla ölmesini dilemek anlamındadır. Öldüren, öldürdüğü Müslümanı sadece dünyevî hak ve menfaatlarından mahrum bırakır. Lânetçi ise, dileğine kavuşsa da kavuşmasa da, Müslümanın hem dünya hem de âhiret mutluluğuna mâni olmak için teşebbüste bulunmuş demektir.

"Mü'mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir." tesbitinden, lânetçinin de kâtil gibi kısas edileceği hükmü çıkarılamaz. Ancak işlediği cinâyetin büyüklüğü ortaya konulmuş olmaktadır. Lânetçinin dünyadaki cezâsı değilse de  mânevî sorumluluğu kâtilinkine  eş bir sorumluluktur.

Mü'mini öldürmek kolay değildir. Çünkü o bir fiildir. Mü'mine lânet etmek ise kolaydır. Zira o bir sözdür. Bu fark da dikkate alınınca, hadisimizin lânetçiye yönelik olarak ifade ettiği tehdidin, "Bu iş kolaydır." diye böyle bir cinâyetin işlenivermesini önlemeye yönelik olduğu anlaşılır.

"Sıddîka lânetçi olması yakışmaz." (Müslim, Birr 84; Tirmizî, Birr 72)

Sıddîk, özü sözü doğru kimse demektir. Böyle birine lânetçiliğin yakışmayacağını bildirmektedir. Eğer bir kişi başkalarına olur olmaz sebeplerle  lânet ediyorsa, onun iman ve İslâm kalitesinde bir kusur var demektir. Özü sözü doğru olma kıvamına erişememiş demektir.

"Lânetçiler, kıyamet günü ne şefaatçi ne de şâhit olurlar." (Müslim, Birr 85, 86; Ebû Dâvûd, Edeb 45)

Etrafa lânet yağdırmayı huy edinmiş olanların kıyamet günü uğrayacakları mahrûmiyeti ortaya koymaktadır. Böylesi kimseler, kıyamette kimseye şefaatçi olamaz ve şâhitlik yapamaz, bu tür mutlulukları yaşayamazlar. Bu, onların mü'minler arasında olması gereken acıma ve yardımlaşma gibi güzel duygu ve ilişkilerden uzak bulunduklarının hem göstergesi hem de cezâsıdır. Yani  âhirette lânetçinin  şefaatı ve şehâdeti kabul edilmeyecektir.

"Birbirinize Allah'ın lâneti, gazâbı ve cehennem azâbı  ile lânet ve beddua etmeyiniz!" (Ebû Dâvûd, Edeb 45; Tirmizî, Birr 48)

Müslümanların birbirlerine "Allah sana lânet etsin", "Allah'ın gazâbına uğrayasın", "Cehennemde yanasın" gibi beddua cümleleriyle lânet okumamaları tenbih ve ikaz edilmektedir. Lânet, gazap ve azâb temennisi, müminlerin öfkelerini yatıştırmak için de olsa, ağızlarına almamaları gereken felâket tellallığıdır.

"Olgun mü'min, yerici, lânetçi, kötü iş ve kötü söz sahibi olamaz." (Tirmizî, Birr 48)

Olgun müminler kimseyi kötülemez, lânetlemez, iş ve sözde haddini aşmaz, ahlâksızlık yapmaz. Kemâl noksanlığının göstergesi olan bu gibi düşük hareketlerin ve özellikle lânetçiliğin en büyük tehlikesi, o lânetin  sonuçta lânetçiye dönmesidir:

"Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten  lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet edene döner." (Ebû Dâvûd, Edeb 45; Tirmizî, Birr 48)

Lânet, kendisine gökyüzünde ve yeryüzünde yer bulamaz, lânet edilen kişiye gider, eğer gerçekten o  lânete layık biri ise, onda kalır, değilse onu dileyene, yani lânet edene döner. Lânetçinin lâneti, kendisi hakkında geçerlilik kazanır. Bu da kişinin kendi ağzıyla kendi felâketini hazırlaması, felâketine bizzat kendisinin davetiye çıkarması demektir. Hiç şüphesiz aklı başında olgun hiç bir mü'min böylesi gülünç ve acı bir duruma düşmek istemez. Bunun  yolu ise, başkalarına lânet etmemektir.

Sonuç:

- İnsan kendine, yakınlarına, hatta başkalarına veya hayvanlara ve diğer varlıklara beddua etmemelidir.

- Böylesi mânasız temenniler, duaların kabul edildiği zamana denk düşerek gerçekleşebilir.

- Müslümanlar ağızlarını güzel sözlere ve hayır dualara alıştırmalı, sakıncalı sözleri kesinlikle kullanmamalıdır.

- Müslümana lânet etmek, büyük bir günahtır.

- Müslümanların birbirlerine  lânet değil, rahmet dilemeleri yakışır.

- Sıddîk olan kimseye lânetçilik  yakışmaz.

- Lânetçiler âhirette şefaat ve şâhitlik yapma hakkından mahrum bırakılırlar.

- Olgun mü'minler, lânet, gazap ve azâb temennisinde bulunmaz, kimseye kötü söz söylemez, haddi aşmaz ve ahlâksızlık yapmazlar.

- Lânet, açıkta kalmaz. Lânet edilen ona lâyık değilse, lânet edene döner.

- Müslümana rahmet ve iyilik temennisi yakışır. Çünkü başkalarını iyiliklere lâyık görenler, aslında kendilerine iyilik etmiş olurlar.

5 Hadis-i şeriflerde aşk acısı çekenlerin ve bunu gizleyerek iffetini koruyanların "ümmetimin üstünleri" diye söyleniyor. Peki, bu aşk gizli olmak zorunda mı?

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

"Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek ölen şehiddir." (bk. Kenzu'l-Ummal, h. no: 6999-7000; Hakim, Hatib)

"Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek, sabredenin günahlarını, Allah Teâlâ affedip cennetine koyar." (İbni Asakir)

Demek ki, dinimizde iffeti muhafaza etmek ve sevgisi sebebiyle günah işlememeye sabretmek, çok sevaptır. Çünkü genel olarak sevgi insanı kör ettiği için, insanın kendisini günah işlemekten alıkoyması zordur. Zor olan işleri başarmanın sevabı da büyük olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

"Ümmetimin üstün olan kimseleri, aşk belasına maruz kalınca iffetini muhafaza edenlerdir." (Deylemi)

Hadisin ifadesine göre, belirtilen mükafata kavuşmak için aşkın gizlenmesi gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Aile içinde çekilen sıkıntılar günahlara keffaret olur mu?
Aşık olmak konusunda dinimizin ölçüleri nelerdir? Aşkını gizlemek şehit sevabı verir mi?

6 Irza geçmenin / tecavüzün cezası nedir?

Tecavüz, ırza geçme suçu

İslam hukukunda, cebrin niteliği hakkında bir ayrım yapılmamıştır. İslam hukukuna göre, önemli olan zinanın “cebren” yapılmasıdır. Buna göre, cebir ister maddi ister manevi olsun, suçun unsurunun oluşması açısından yeterli olacaktır.

Maddi cebirden kastımız, failin mağdura ırza geçme fiiline engel olamayacak bir şekilde hareketlerini sınırlamasıdır. Bu durum, mağdurun bağlanması, dövülerek etkisiz hale getirilmesi veya silah ya da öldürücü bir aletle tehdit edilmesi olarak karşımıza çıkabilir. Manevi cebir ise daha çok, failin mağduru, eşi çocukları, ailesi ile tehdit etmesi gibi, fiile razı olmaması halinde kaldıramayacağı bir tehditle karşı karşıya bırakmasıdır. (1)

Özetleyecek olursak, tecavüz suçunun işlenebilmesi için kullanılan cebir maddi veya manevi olabileceği gibi, maddi cebir şiddet kullanma, manevi cebir ise tehdit ile oluşmaktadır.

Suçlunun cezalandırılması

Hangi suçlu ve hangi zalim olursa olsun, cezası ya dünyada verilir ya da ahirete kalır, ama asla cezasız kalmaz. Zulme uğrayan kimseler ise, hukuki yönden haklarını ararlar, bu yolla haklarını alamazlarsa ahirete bırakırlar.

Zina eden erkek veya kadına ceza uygulanabilmesinin şartlarından biri de, zinanın kendi özgür iradesiyle yapılmış olmasıdır. Zinaya zorlanan kadına hiç bir ceza gerekmediği konusunda İslâm bilginleri görüş birliği içindedirler.

Ayrıca, zinanın ispatında dört şahit arandığı halde, ırza geçmede şahitlerin adedinin dört olması zorunlu değildir. Kadının tecavüze uğramış olduğuna şahitlik edenlerin adedi, dörtten az ise bu durumda mütecavize tazir cezası uygulanır. Kadının, tecavüze uğradığını ispatlayamaması halinde ise, kendisine kazf (zina iftirası) cezası gerekmez.

Zina ve ırza tecavüz suçları için öngörülen cezalar Allah'a ait haklardandır. Topluma karşı işlenen bir suç olduğu için de toplum haklarından sayılmıştır. Bu itibarla, mütecavizin cezalandırılması için mağdurun davacı olması şart değildir; mağdurun şikayeti söz konusu olmasa bile, suçun sabit olması halinde mütecaviz cezaya çarptırılır.

Tecavüz vuku bulmazsa bile, bu tür tacizler için de tazir cezası söz konusudur.

Ta’zir cezası, suçlunun durumuna ve suçun niteliğine göre ağır söz, hapis, dayak, ölüm gibi hakimin uygun göreceği cezalardır.

Buna göre, tecavüz eden kişiye, tazir cezası kapsamında ölüm cezası da verilebilir.

Kur'an-ı Kerim'de, zinanın cezası şöyle belirtilmiştir:

"Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun, Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onlara karşı beslediğiniz acıma duygusu, Allah’ın dinini uygulamaktan sizi alıkoymasın. Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şâhit olsun." (Nur, 24/2).

Zina eden kimsenin evli veya bekar olmasına göre ceza değişmektedir. Bekar ise yüz sopa, evli ise recim cezası gerekir. Ancak bu cezanın verilmesi için ya dört kişinin gördük diye şahitlik etmesi ya da zina eden kimsenin dört defa ayrı ayır devlet yetkililerine zina ettiğini ve kendisine ceza verilmesini itiraf etmesi gerekir. Eğer böyle bir durum yoksa cezası ahirete kalmış demektir. Zulme uğrayan kimse hakkını alacağı gibi zulmeden de cezasını hakkıyla çekecektir.

Burada, her şeyden önce belirtilmesi gereken husus şudur ki; İslam’da hiçbir ceza fertler tarafından tatbik edilemez. Bilakis, devletin mahkemeleri tarafından böyle bir suçun geçekleştiği tespit edilirse, yine devlet tarafından verilen ceza tatbik sahasına konur. Aksi takdirde, birçok garazlarla, nefis ve şeytanın telkiniyle, kin ve düşmanlık duygusuyla, iftiralarla hayalî bir suç oluşturulup sahibine keyfi ve haksız yere ceza uygulanmış olabilir. Ayrıca, "namusu temizleme" safsatasından dolayı, bir değil -kan davası yüzünden- onlarca cinayet işlenebilir. Din açısından, birey olarak hiç kimsenin buna hakkı yoktur.

İslam dini, bir yandan bu suçun çok çirkin olduğunu belirterek, bu gibi çirkin işler karşısında, vicdanlarda tiksinti uyandırarak toplumu fuhuştan uzaklaştırmayı hedeflemiştir. Diğer yandan bu ağır suçun yalan yere bir kişiye isnat edilip iftira edilmesi halinde seksen değnek bir had cezasına çaptırılacağını söylemekle, bu gibi iftiraların önünü kesmeyi amaçlamıştır.

Ayrıca, zina suçunun ancak dört şahidin "bizzat fiilî ilişkiyi" gözleriyle görmeleri halinde sabit olacağını karara bağlayarak, bu konuda herkesi dikkatli olmaya çağırmıştır. Adeta Kur'ân bu hükmüyle, insanlara "sakın bu konuda ağzınızı açmayın/dudaklarınızı bile kıpırdatmayın" diye uyarıda bulunmuştur.

Bu konudaki ayetler şöyledir:

"İffetli kadınlara zina isnat eden, ancak dört şâhit getiremeyen kimselere seksen değnek vurun. Ve bundan böyle onların şâhitliğini de asla kabul etmeyin. Çünkü bunlar tamamen yoldan çıkmış kimselerdir. Ancak daha sonra tövbe edip kendilerini düzeltenler bu hükmün dışındadır. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." (Nur, 24/4-5).

Son olarak bu sosyal rezaletin çirkinliğini gösteren Kur'an'ın bir ifadesine dikkat çekmekte fayda mülahaza ediyoruz:

"Sakın zinâya yaklaşmayın. Çünkü o, bir hayasızlıktır. Ve çok kötü bir yoldur." (İsra, 17/32).

"Sakın zina etmeyin." yerine, "Sakın zinâya yaklaşmayın." ifadesinin tercih edilmesinin hikmetlerinden biri şöyle bir ders vermektir: Toplumda, zinanın önlenmesi, zinaya yaklaştıran sebeplerin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Halk arasında kullanılan "Ateşle barut bir arada olmaz." sözü, çok hikmetli ve pek çok tecrübenin bir ürünüdür.

İslam dininin temel esasları dikkate alındığında, bütün insanlığa şöyle haykırdığı söylenebilir:

"Ey insanlar, sakın zina kokusunun geldiği, ondan hafif bir esintinin olduğu yere yaklaşmayın. Çünkü orası bir mayın tarlasıdır, her an patlamaya hazırdır. Veya dikkat edin, orada yüksek gerilim hattı vardır; sakın yaklaşmayın büyük tehlike vardır. Toplumsal, ailevî, insanî ve dinî açıdan orada kalın bir kırmızı çizgi var, sakın o çizgiyi ihlal etmeyin!"

Tecavüz edene veya tecavüze yeltenen kişiye ölüm cezası verilebilir mi?

Maliki hukukçular diğer hukukçulardan ayrı bir yaklaşım sergileyerek ırza geçme amacıyla kadının kaçırılmasını "hirabe" yani eşkıyalık suçu kapsamında görürler. Çünkü zorla ırza geçme, malı zorla ele geçirmekten daha çirkin bir harekettir. Çünkü ırz-namus, maldan çok daha önemli ve değerlidir.

Hukuken gerçekleşen eşkıyalık suçuna uygulanacak müeyyideyle ilgili olarak Kuran’da dört nevi cezadan söz edilir:

“Öldürülme, asılma, el ve ayakların çaprazlama kesilmesi, sürgün edilme” (bk. Mâide 5/33)

Malikiler, eşkıyalık suçunu daha kapsamlı tanımlayıp ırza tecavüz de dahil kamu düzen ve güvenliğini ihlal eden, cebir ve şiddete dayalı olarak işlenen her suçu bu çerçevede gördüklerinden devlete suçluyu cezalandırmada daha geniş bir yetki tanımayı tercih etmişlerdir.

Nitekim İbnü'l-Arabi, kadılığa atandığı günlerde kendisine bir terör davası getirildiğini, olayda eşkıyanın grup içerisindeki bir kadını kocasının ve grubun elinden zorla alıp kaçırdıklarını, sıkı takip sonucu faillerin yakalandığını, faillere verilecek ceza konusunu istişare ettiği müftülerin olayın bir hirabe suçu olmadığını iddia etmeleri üzerine, İbnü'l-Arabi onlara ırz ve namusa yönelik ihlallerin mala yönelik ihlallerden çok daha ağır ve çirkin olduğunu söylemiş, insanların ellerinden mallarının alınmasına razı olabileceklerini ama hiçbir kişinin elinden karısı ve kızının gasbedilmesini kabul edemeyeceğine vurgu yapmış akabinde bahse konu ayette şayet daha ağır bir ceza öngörülseydi bunun ırza geçme amacıyla kaçırma fiilleri hakkında olacağına dair kanaatini belirtmiştir. (2)

Dolayısıyla Maliki mezhebine göre bir kimsenin ırzına geçme amacıyla yolun kesilmesi halinde de fail hakkında hirabe hükümleri geçerli olacaktır. Bu içtihat esas alındığında ki duruma göre bu içtihattan yararlanılabilir. O takdirde suçun ispatı ve faile ayette geçen cezanın uygulanması için iki şahidin varlığı yeterli olacaktır.

Bu içtihat özellikle cinsel saldırıya maruz kaldığını iddia edip de dört şahit getiremeyen dava sahipleri için bir kolaylık arz etmektedir. Maliki mezhebinin hirabe cezası konusundaki yaklaşımları diğer mezhep hukukçularından farklıdır. Bu yaklaşıma göre şayet kamu otoritesi gerek görürse, ırza geçme suçu fiilen gerçekleştirilmemiş olsa bile salt korkutma ve kaçırma fiili karşılığında sürgün ile idam cezası arasında bir ceza tertibine salahiyetlidir. (3)

Irza geçme Osmanlı kayıtlarında çoğunlukla “fiil-i şeni’” kelimesi kullanılarak ifade edilmektedir. Bu kelime kadınlar için kullanıldığında tecavüz, erkekler için kullanıldığında ise livata anlaşılmaktadır.

Şeriatla yönetilen Osmanlı Devleti’nde tecavüz suçlarına ölüm (4) veya uzuv kesme (5) cezalarının da verildiğini görmekteyiz.

Özetle, tecavüz eden kişiye, ister tazir cezası olarak isterse hirabe/eşkıyalık suçu kapsamında ölüm cezası verilebilir.

İlave bilgi için tıklayınız:

ZİNA.
Bu dünyada uğranılan haksızlıklara; bu dünyada mı mücadele edilmeli ve ...

Kaynak:
1) bk. Sulhi Dönmezer, Ceza Hukuku, İstanbul 1961, s. 50-51; Mustafa Cevat Akşit, İslam Ceza Hukuku, İstanbul 1976, s. 57.
2) İbnü'l-Arabi, Ahkamu'l-Kuran, Beyrut, 1998, 2/95.
3) Ahkamu'l-Kuran, 2/94 vd; İbn Rüşd, Bidayetü’l-müctehid, Beyrut, 1995, 4/1759 vd.
4) Başbakanlık Osmanlı Arşivi Mühimme Defteri, d.no. 7, h.no. 225. akt. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, 7 Numaralı Mühimme Defteri (975-976/1567-1569.
5) Ahmet Akgündüz, Kanunnameler, II, 43; bk. Koç, Mehmet, Osmanlı Hukukunda Ta‘zir Suç ve Cezaları, Aybil Yayınevi, Konya 2017.

7 İslâm'da intihar niye günahtır?

İntihar, İslâm'ın haram kıldığı büyük günahlardan birisidir. Bir Müslümanın kendi kendisini öldürmesi, başka birisini öldürmesinden daha büyük bir cinayet ve günahtır. Bu sebeble âlimler, "intihar edenin cenaze namazını kılınır mı, kılınmaz mı" şeklinde ihtilâfa bile düşmüşlerdir. Bu ihtilâf, başkasını öldüren katil hakkında yoktur. Katilin cenaze namazı kılınır.

Kalbinde îmanın zerresi olan bir kimse, böyle büyük bir günaha ve kötü âkıbete razı olmaz, kendini öldürmeye teşebbüs etmez. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), intihar etmenin büyük günah olduğunu pek çok hadîs-i şerîflerinde haber vermiştir. Bir hadîs-i şerif'te şöyle buyurulur:

"Kendini boğarak öldüren kimse, cehennem için boğmuş olur. Kendini vuran kimse, cehennem için vurmuş olur." (Buhârî, Cenâiz 84)

Demek oluyor ki mü'min te'sirinde kaldığı dünyevî bir hâdisenin zorluğuna tahammül edemeyip böyle büyük bir günahı işlemeye teşebbüs etmemelidir. Zira mü'minin nazarında dünyanın en büyük ve en kötü hâdisesi bile, âhiret mes'elesi yanında büyük sayılmaz, korkutucu olmaz. Dünya nasıl olsa fânidir, gelip geçicidir.

Bu gün dayanılmaz zannederek intihara insanı zorlayan hâdiseler, bir müddet sonra aslında hiç o derece üzülmeye değmediği ortaya çıkabilir, zamanla unutulur, yerine yeni mes'eleler zuhur eder. Sabrın, musibetin geldiği ilk anda gösterilmesinin hikmeti de buradadır.

İmanlı insanlar, böyle fâni ve geçici şeyleri, geçmeyecek elem ve keder sanarak onların altında ezilmezler. "Bu da geçer yahu!.." diyerek sabır gösterirler, sabrın sevabını kazanmaya çalışırlar. Böylece o musibetli hâli haklarında rahmete çevirirler.

İntihar edenin cenaze namazı kılınır. Çünkü ortada imandan çıkmak gibi bir durum yoktur. Sadece îman zâfiyetinden, hâdiselerin tazyikine dayanamama durumu vardır. Bu sebeble intihar edenin cenaze namazı kılınır. Ancak o müntehir, âhirette intihar cezasını çektikten sonra, Cennet girmeye hak kazanacaktır.

İntiharın büyük günah oluşunun sebeplerinden biri de, insanın kendini öldürmeye yetkili olmamasıdır. İnsan vücûdu, Allah'ın binasıdır. O binayı kim yaptı ise, o yıkacaktır. İnsanın kendi vücuduna ve nefsine sâhip olması söz konusu değildir...

İlave bilgi için tıklayınız:

İNTİHAR...

8 Karıncaların gelmemesi için okunacak dua var mıdır?

1. Karınca duası var, fakat uygulamasının fazla olduğunu sanmıyoruz. “Karınca duası” iki şekilde anlaşılmaktadır: Biri, Hz. Süleyman’ın döneminde yağmur duasını yapan bir karıncanın duasıdır. Biri de karıncanın evden kovulması için yapılan duadır.

Birinci karınca duası için şu bilgiler verilmiştir:

- Hz. Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre, Resulullah (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Peygamberlerden biri insanlarla birlikte yağmur duasına çıktı. Bir de ne görsün; ayaklarını semaya doğru/havaya kaldırmış bir karınca... Bunun üzerine insanlara şöyle seslendi:

'Haydi artık dönün, kuşkusuz bu karınca hürmetine dualarınız kabul edildi.'(Hakim, 1/325-326; Darekutnî, es-Sünen/kitabu’l-istiska).

Birçok rivayet bu peygamberin Hz. Süleyman (as) olduğunu göstermektedir. Hakim, bu hadisin sahih olduğunu belirtmiş, Zehebî de onu tasdik etmiştir (a.g.e).

Görüldüğü gibi bu rivayetlerde herhangi bir duanın şekli belirtilmemiştir. Arapça internette bazı kaynaklarda -örneğin Darekutnı’de- var olduğunu söyledikleri bazı duaların o kaynaklarda olduğuna dair bir bilgiye rastlayamadık. Türkçe internet sayfalarında yer alan uzunca bir duanın hiç bir kaynağına rastlayamadığımızı da belirtelim.

- Karıncayı kovmak için yapılan duaya gelince, bu konuda değişik dualar neticesinde karıncaların evi terkettiğine dair hayli bilgiler vardır. Ahnef b. Kays, Ahmed b. Hanbel’in bir sandalyenin üzerine çıkıp,

“Ey karıncalar size zorluk çıkarmak istemiyorum. Ne olur evimi terk edin.”

şeklinde bir ricada bulundukları ve karıncaların gittiği bildirilmiştir...

Ayrıca bazıları “üç İhlas, Felak ve Nas" surelerini bir kağıda yazdıkları ve ardından da “Neml suresinin 18. ayetinde yer alan “ya eyyuhe’n-nemlu’dhulû mesakinekum = Ey karıncalar, yuvalarınıza giriniz!” cümlesini okuduğunu ve karıncaların evi terk ettiği bildirilmiştir.

Bu tecrübelerden hareketle bazı şeyler yapılabilir. Ancak bize kalırsa, bu duaların ve ricalarına makbuliyeti kişiye göre değişir. Her okuyan aynı sonucu almayabilir. Bu sebeple, ziraat dairelerinden karıncaları -öldürmeyip- uzaklaştıran ilaçları alıp kullanmak isabetli bir yoldur.

2. Hz. Musa’nın bütün gayretlerine rağmen Firavun’un küfründe inat etmesi ve bütün mucizeleri sihir deyip reddetmesi üzerine kendinin ve kavminin başlarına büyük belalar geldiği şu ayet-i kerime ile haber veriliyor:

“Biz de, her biri ayrı ayrı birer mucize olmak üzere başlarına tufan, çekirge, ürün güvesi (haşarat), kurbağalar ve kan gönderdik. .... ”   (A’raf Sûresi, 133)

Cenab-ı hak Hz. Musa (as)'nın sözlerine inanmayıp doğru yola gelmek istemeyen Mısırlılara türlü türlü belalar göndermişti. Rivayetlere göre bunların bir tanesi de karıncalardı.

Milyonlarca karınca ortalığı kapladı. Bunlar her yere sızıp giriyor, yiyeceklere su kaplarına dolarak elbisenin içine girip vücutlarını ısırarak Mısırlıları canlarından bezdiriyordu. Hatta bu istila sırasında karıncaların Firavun'un sarayını bile yıktıkları söylenir.

Bu bela, On Bela'dan "Kummel" belasının kapsamına giriyor, şöyle ki:

"Bunun üzerine, Yüce Allah; onlara Kummel, küçük, kanatsız çekirgeyi, ekin bitini, karıncayı musallat etti."

"Bunlar, yerdeki bütün bitki artıklarını da, yaladı, tüketti. Küçük karıncalar da, adamların elbiseleriyle vücutları arasına girip vücutlarını ısırırlar, yedikleri yemeklerin içine dolarlardı! Nihayet, evlerinin üzerinde kireç harcıyla tuğladan, kaypak, üzerlerine çıkılamayacak sütunlar yapıp yemeklerini, onun üzerine koydular."

"Yemeklerini yemek için, oraya çıktıkları zaman, ellerinden kurtulduklarını sandıkları hayvanları, orada da, yemeklerin içine dolmuş buldular! Kendilerine, bu belâdan daha ağır gelen bir belâ olmadı. İşte, bu, Yüce Allah´ın, Kuran-ı Kerim´de “Ricz” diye andığı belâ idi." (bk. Taberî-Tarih, I / 211-212)

"Mısırlılar; üzerlerinden bu belânın kaldırılması için, Rabb´ına dua etmesini, Mûsâ Aleyhisselâm´dan istediler ve iman edeceklerini söylediler. Üzerlerinden, bu belâ da kaldırıldığı zaman, sözlerinde durmadılar, iman etmeye yanaşmadılar." (bk. Taberi, a.y.; Sâlebî-Arais s.192-193, İbn.Esîr-Kâmil, I / 186)

İlave bilgi için tıklayınız:

Karınca duası diye bir dua var mıdır?

9 Sabırlı olmak için dualar var mıdır?

Sabır için müstakil bir dua bilmiyoruz, ancak Allah'ın SABÛR ismiyle dua edebilirsiniz.

Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah'ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği ve nefsin meşrû olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek, hayatta elde olmadan başa gelen ve insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır.

Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlık veya gerektiği kadar sabır gösterememektir. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır.

"Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153, 155).

Sabrın sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır, fakat sonucu tatlıdır. Hz. Peygamber (s.a.s);

"Sabreden başarıya ulaşır." (Müsned, 1/307);

"Sabır başarının anahtarıdır." (Acluni, Keşfü’l-Hafa, 2/21);

"Sabır bir ışıktır." (Müslim, Taharet 1);

"Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir." (Gazalî, İhya: 4/61);

"Sana sıkıntı veren şeylere karşı sabretmende birçok hayır vardır." (Müsned, 1/307)

buyurarak, sabrın faziletini anlatmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.s);

"Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür." (Buhârî, Cenâiz, 32)

sözüyle, bir felaketle ilk karşılaştığı zamandaki sabrın önemini vurgulamıştır. Sabretmek, mahkûmiyete, meskenete ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caîz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanan kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (s.a.s);

"Ya Rabbi! Acizlikten ve tenbellikten sana sığınırım." (Buhari, Cihad, 25)

diye dua etmiştir.

Bazı sıkıntılar vardır ki, kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikayet etmeden takdiri ilâhiye razı olup sabretmek müminlerin özelliklerindendir. Nitekim Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (s.a.s)

"Sabr-ı cemil, şikayet edilmeyen sabırdır." (İbn Kesir, Tefsir, IV, 303)

buyurmuştur. Aslında elden bir şey geldiği zamanlarda sabırsızlık gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin bir faydası yoktur ve lüzumsuz bir harekettir.

Kur'ân-ı Kerim'in yetmişten fazla ayetinde zikredilen sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gâyesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.

Müminler, çoğu zaman sırf inandıkları için Allah düşmanlarının zulüm ve kötülüklerine hedef olurlar; çeşitli işkencelere uğrar, onlarla savaşmak zorunda kalırlar. İşte bu durumda sabır, mü'minin güç kaynağı, imanının koruyucusudur. Hz. Musâ (as)'a inananlara Firavun eziyet etmek isteyince onlar:

"Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür." (A'raf, 7/126)

diye duâ etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) ve ilk Müslümanların, yapılan işkence ve eziyetlere nasıl sabır ve tahammül gösterdikleri bilinen bir husustur.

İbadetlerin nefsimize ağır gelen yönleri de sabırla hafifler. Böylece huzur içinde günde beş vakit namaz kılar, sıcak yaz günlerinde hiçbir sıkıntı duymadan oruç tutarız. Diğer ibadetler ve ahlâkî davranışlarda böyledir. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:

"Her kim sabreder ve suç bağışlarsa, bu hareket arzu edilen en iyi işlerdendir." (Şurâ, 42/43);

"İçinizden mücahitleri ve sabredenleri belirtelim diye sizleri mutlaka imtihan ederiz. Haberlerinizi de denetleriz." (Muhammed, 47/31).

Çoğu zaman insan nefsine uyar; Allah Teâlâ'nın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak ona zor gelir, nefse hoş gelen fena arzularını tatmin etmek ister, iyilik ve faziletlerden kaçınır. Meselâ; cebindeki parasını eğlence ve zevkleri için harcamak, bir yoksula vermekten daha hoş gelir. Bir çocuk için oyun oynamak, ders çalışmaktan daha ilgi çekici görünür. Gezip tozmak, çalışıp kazanmaya tercih edilir.

İşte bu durumda, insanın, kendisine zor gelse bile, iyi olanı, faydalı olanı seçmesi, sabır ve tahammülle onu yerine getirmeye çalışması çok güzel bir davranıştır.

Ayrıca insanlar hayat boyunca, bolluk veya yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanır, sel, deprem, yangın gibi felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ'ya isyana ve nankörlüğe sürükler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur:

"... Doğrusu kim Allah'tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatını boşa çıkarmaz." (Yusuf, 12/90).

Peygamberler sabrın en büyük örnekleridir. Çünkü onlar bütün güçlükleri sabırla karşılamışlardır. Dileğimiz Allah (c.c.)'ın bizi, "belalarına çok sabreden ve nimetlerine çok şükreden" kullarından eylemesi olmalıdır. (bk. İbrahim, 14/5).

Sabrın sonu selâmettir. Sabır, iman ve ibadetin, ilim ve hikmetin, kısaca bütün faziletlerin başıdır. Sabırlı insan iyi insandır. İyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa ereceklerini Allah Teâlâ haber vermiştir. Sabır zafere giden yoldur (bk. Asr, 103/1-3).

Peygamber Efendimiz (s.a.s) buyurmuştur:

"Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hak sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir." (Tirmizi, Birr, 76).

"Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/307)

Ayrıca Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/ 155).

Bu ve benzeri âyetlerden Allah Teâlâ'nın insanları çeşitli sıkıntılara uğratarak imtihan ettiğini ve bu imtihanı sabredenlerin kazandığım öğreniyoruz.

Sabırla bütün zorluklar halledilmekte, her türlü engel aşılmaktadır. Onun için atalarımız: "Sabırla koruk, helva olur." demişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyuruyor:

"Mü'minin işi hayrete şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu özellik yalnız mü'mine özgüdür. Zira sevinirse şükreder. Bu ise onun için hayırlıdır. Başına belâ gelirse sabreder. Bu da onun için hayırlıdır." (Riyâzüs-Sâlihin, I/54).

Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Allah'ın dinini tebliğ ederken hepsi çeşitli sıkıntılara uğramış, kendilerine eziyet edilmiş, yurtlarından çıkarılmış, hükümdarlar tarafından zindana atılmış, ama onlar daima sabretmişlerdi. Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayet-i kerime vardır. Rasulullah (s.a.s)'ın hayatı ise baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her Müslümana düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allah'tan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.

10 Allah'tan sabır istemeyin, diye bir hadis var mı?

Bu konu biraz yanlış anlaşılmaya müsaittir.

Bir rivayete göre, Hz. Peygamber (a.s.m), hasta olan Hz. Ali (ra)’i sormaya gitmiş ve hangi dualar ettiğini sormuş, o da Allah’tan sabır dilediğini söylemiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m), “Musibetimde bana sabır ver, demek yerine, neden: 'Rabbena atina…' / (Ya Rabi! Bana dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver...' duasını okumuyorsun?” anlamına gelen tavsiyelerde bulunmuştur. Ayrıca Hz. Peygamber (asm) yanından geçerken “Ey Rabb’im! Senden sabır istiyorum.” diye dua eden bir kişiye “Sen Allah’tan bela istemiş oldun; bunun yerine ondan sağlık ve âfiyet dile.” buyurdular.(bk. Tirmizi, Daavat, 94; Kenz I, 292).

Burada musibetlerde sabır istemenin hastalığı arttıracağından ziyade, hastalığın giderilmesi için uygun duaların yapılması vurgulanmıştır. Çünkü hastalığın şifası için değil de ona karşı tahammül istemek, biraz da musibetten pek rahatsız olmadığı, hastalığını Allah’a şikâyet etmeye ihtiyaç duymadığı anlamına gelir.

Diğer taraftan bu durum, henüz musibete ve hastalığa uğramayan bir kimsenin sabır istemesinin, bela gelsin de sabredeyim, anlamına gelebileceğinden, bela ve musibet gelmediği zamanlarda afiyet istemeye bir teşviktir.

Müslümanlar olarak, musibet ve hastalıklar zamanında, hem sabredeceğiz hem sabır isteyeceğiz hem de musibetin kalkması için dua edeceğiz. Nitekim Bediüzzaman da bu konuda şu ifadeyi kullanmaktadır: “Eğer hastalık / musibet fazla ağır gelirse, sabır istemek gerektir.” Eğer hastalığın sevabını düşünüp şükür ve hamd de etsek, bu nur üstüne nur olur.

“Sabredenleri müjdele. Onlar öyle kimselerdir ki, başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Biz Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette ona döneceğiz.’ derler.” (Bakara, 2/155, 156)

mealindeki ayette, musibetlerde sabrın önemine işaret edilmiştir. (bk. Nursi Lem’alar, Yirmi Beşinci Lem’a)

11 "Allah hayrını dilediği kişiyi sıkıntıya sokar" sözünün anlamı nedir?

“Allah, hayrını dilediği kişiyi sıkıntıya sokar.”  (Buhari, Merda 1)

İmtihan kelimesi mihnet kökünden gelir. Mihnet ise, sıkıntı, acı demektir. Dolayısıyla, acı ve sıkıntı, imtihan listesinin başında yer alması gereken bir sorudur.

Dünya imtihanı, zıt duyguların varlığını gerektirir ki, insanoğlu özgür iradesini hangi tarafa kullanırsa ona göre bir değer veya değersizlik kazansın. Aklın, vicdanın sesi, kulağı olan iyi duyguların karşısında; nefsin, şeytanın sesi olan kötü duyguların olması âdil bir imtihanın şartıdır. Bu duyguların ortaya çıkması için imtihan/mihnet, acı, sıkıntı gerekir.

Altın ile bakırın, elmas ile kömürün birbirinden ayrılıp ortaya çıkması için madenlere ateş vermek gerektiği gibi, insanların ruh ve nefis cevherinde bulunan değişik ulvî ve süflî duyguların ortaya çıkması için, imtihan ateşine ihtiyaç vardır.  Bu sebepledir ki, insanlık camiasında, bir yandan melek gibi insanlar, diğer taraftan el-hannas gibi insanlar ortalarda geziyor. Böyle zıtlarla örülü bir ortam olmasaydı, ne Hz. Ebu Bekir (ra) gibi -insanlık camiasını şereflendiren- bir sadakat ve dürüstlük timsali, ne de Müseyleme-i Kezzap gibi -insanlığın yüz karası- bir yalan makinesi ortaya çıkabilirdi.

Demek ki, cennet  adam istediği gibi, cehennem de adam ister.

Ancak bilinmesi gereken bir husus da şudur ki, cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değildir. Gerçekten Allah’ın bütün işlerinin adalet ve merhamet dolu olduğuna tam iman etmeden, O’na güvenmeden, O’na teslim olmadan cennete girmek zordur. Cehennem'in lüzumsuz olmadığını gösteren unsurlar ise binlercedir. Her gün insanlık camiasında yapılan zulümler, işlenen cinayetler, inkâr ve isyanlar “zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağırıyorlar.

İmtihanın en büyük maksadı, bilenlerle bilmeyenleri, çalışkanlarla tembel olanları, aklını kullananlarla kullanmayanları birbirinden ayırt etmektir. Buna göre, eğer -içinde sıkıntı, zorluk olmayan bir şekilde- gök yüzünde “La ilahe illallah” yazılarak, aklın iradesini elinden alacak şekilde insanları Allah’a iman etmeye zorlayan açıklıkta bir imtihan olsaydı, Hz. Ali (ra) gibi ilmin zirvesinde olan bir kimse ile cehaletin sembolü haline gelmiş Ebu Cehil aynı seviyede kalmış olacaklardı. Hz. Ebu Bekir (ra) gibi dürüstlük ve samimiyetin simgesi olan bir kimse ile, yalancılıkla ün yapmış Müseyleme-i Kezzap gibi bir yalancı aynı noktayı paylaşmış olacaklardı. Bu ise, imtihan sırrına aykırıdır.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Yaratılışımız bizim tercihimiz olmamasına rağmen imtihan olmamızın sebebi nedir? ...

Allah kullarını imtihan ederken adaletsizlik yapar mı?

İnsana, yaratılmayı isteyip istemediği neden sorulmamıştır

Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak yarattı

Kader zulmeder mi

Kısmete razı olmak ne demektir ve bunun ölçüsü nedir?

İnsanların dünya nimetlerinden aldıkları paylardaki farklılık, ilâhî adalet yönünden nasıl yorumlanabilir?

12 Musibetlerin Allah'ın kahrının tecellisi olduğu söyleniyor. Her musibet için bunu söylemek mümkün müdür?

Her musibet kahır değildir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

“Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.” (bk. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/343)

Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.

Konuyla ilgili harika bir tespit:

“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.” (Sözler, Yirmi Altıncı Söz)

İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine:

Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.

İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel... Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.

Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.

“Allah’a karşı hüsnüzan ibadettir.” (bk. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, III/263)

hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

•••
Nur Küllayatı'nda, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.

İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir:

“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” (Bakara, 2/216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî:

“Rahmetim gazabımı geçti.” (bk. Aclunî,Keşfü’l-Hafâ, 1/448)

Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir:

“Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret...

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek:

Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.

13 Yanarak veya boğularak ölen kişinin çektiği acılar günahlarına keffaret olur mu?

Hz. Peygamber Efendimizin (asm), savaşta şehit olanların dışında, doğumdan dolayı vefat eden kadının, boğularak, yanarak ölen mü´minlerin de şehit sayıldığına dikkat çekmiştir. (İbnu Mace, Cihad, 17)

İnsanın başına gelen sıkıntılar onun günahlarına keffaret olacaktır. Bu bakımdan insanın yangında veya boğularak ölmesi, onun günahlarına keffaret olacağı gibi şehitlik mertebesine de yükseltir.

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

"Amellerinizde orta yolu ve doğruyu bulmaya çalışın. Mü'mine musibet nevinden her ne ulaşır ise günahlarına bir kefâret olur. Musibet, beklenmedik bir hâdise olmuş, ayağına batan bir diken olmuş farketmez." (Müslim, Birr 52)

Resûlullah (asm) mü'minleri teselli buyurmakta, günahlara karşı orta yolda gitmenin bir nevi siper olduğunu belirtmektedir. Mü'min beşeriyeti icabı bir kısım günahlar işlese de Rabb-ı Rahîm, onları temizleyici esbabı da yaratmaktadır: Mü'mini üzen, rahatsız eden her çeşit ahval, musibetler, kazalar gibi. Bunlar ne şekilde gelirse gelsin keffâretu'z-zünub olmaktadır. Yeter ki mü'min "doğruyu bulma gayreti içinde olsun" bile bile fenâlıklara meyletmesin.

İyi niyyetin ehemmiyeti burada da kendini ortaya koymaktadır. Zira amellerde doğruyu bulmaya çalışmasının manası budur.

Hadis, ayrıca Ashâb'ın günah karşısında ne kadar hassas, ahireti ilgilendiren durumlarda ne kadar tetikte ve titiz olduğunu göstermektedir.

14 Başımıza gelen hastalık ve musibetlere sabretmek için neler tavsiye edersiniz?

"İbadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za'fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur." (Lem'alar, İkinci Lem'a)

Allah Resûlünün (asm.) en mükemmel mânâda gerçekleştirdiği kulluk vazifelerinden biri de sabırdır. O (asm.) sabır imtihanını da hicretlerle, harplerle, nice musibet ve sıkıntılarla en ileri mânâda kazanmıştır.

Namaz müminin miracıdır. Musibet ve hastalıklar ise bir başka yükseliş merdivenidir. Bir Müslüman, Allah'ın her emrini dinledikçe ve her yasağından sakındıkça manen yükselir. Bu yükselmenin bir başkası da musibet ve hastalıklara sabır yoluyla gerçekleşir. Maruz kaldığı musibetler insana aciz bir kul olduğunu, ve trafik kazalarından sellere, fırtınalara kadar hiçbir hadiseyi önleyecek güce sahip olamadığını tam ders verir. Hastalıklar da aynı dersi insanın iç aleminde tekrarlar. Harici tesirler gibi kendi bedenindeki olaylara da söz geçiremediğini çok iyi anlayan insan, tedavi için gerekli tedbirleri aldıktan sonra, kendine malik olamadığının şuuru ile Rabbine tevekkül eder ve şifayı Ondan bekler. Bu hal mümin için büyük bir terakkidir.

Bir ömür boyu böyle değişik tecellilerle farklı imtihanlar geçiren insanlar, bu kısa dünya hayatının ardından ebediyet yurduna göç edeceklerdir. Bu gölgelerin asıllarına kavuşacak, marifet ve muhabbet nimetini de kemaliyle orada bulacak ve tadacaklardır.

Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah'ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği ve nefsin meşrû olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek, hayatta elde olmadan başa gelen ve insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır.

Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlık veya gerektiği kadar sabır gösterememektir. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır.

"Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153, 155).

Sabrın sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır. Fakat sonucu tatlıdır. Hz. Peygamber (asm);

"Sabreden başarıya ulaşır." (Müsned, 1/307);

"Sabır başarının anahtarıdır." (Acluni, Keşfü’l-Hafa, 2/21);

"Sabır bir ışıktır." (Müslim, Taharet 1);

"Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir." (Gazalî, İhya: 4/61);

"Sana sıkıntı veren şeylere karşı sabretmende birçok hayır vardır." (Müsned, 1/307)

buyurarak, sabrın faziletini anlatmıştır.

Hz. Peygamber (asm);

"Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür." (Buhârî, Cenâiz, 32)

sözüyle, bir felaketle ilk karşılaştığı zamandaki sabrın önemini vurgulamıştır. Sabretmek, mahkûmiyete, meskenete ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caîz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanan kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (asm);

"Ya Rabbi! Acizlikten ve tenbellikten sana sığınırım." (Buhari, Cihad, 25) diye dua etmiştir.

Bazı sıkıntılar vardır ki, kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikayet etmeden takdir-i ilâhiye razı olup sabretmek müminlerin özelliklerindendir. Nitekim Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (asm) "Sabr-ı cemil, şikayet edilmeyen sabırdır." buyurmuştur. Aslında elden bir şey geldiği zamanlarda sabır, gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin bir faydası yoktur ve lüzumsuz bir harekettir.

Kur'ân-ı Kerim'in yetmişten fazla ayetinde zikredilen sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gâyesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.

Mü'minler, çoğu zaman sırf inandıkları için Allah düşmanlarının zulüm ve kötülüklerine hedef olurlar; çeşitli işkencelere uğrar, onlarla savaşmak zorunda kalırlar. İşte bu durumda sabır, mü'minin güç kaynağı, imanının koruyucusudur. Hz. Musâ (as)'ya inananlara Firavun eziyet etmek isteyince onlar:

"Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür." (A'raf, 7/126)

diye duâ etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz (asm) ve ilk Müslümanların, yapılan işkence ve eziyetlere nasıl sabır ve tahammül gösterdikleri bilinen bir husustur.

İbadetlerin nefsimize ağır gelen yönleri de sabırla hafifler. Böylece huzur içinde günde beş vakit namaz kılar, sıcak yaz günlerinde hiç bir sıkıntı duymadan oruç tutarız. Diğer ibadetler ve ahlâkî davranışlarda böyledir. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:

"Her kim sabreder ve suç bağışlarsa, bu hareket arzu edilen en iyi işlerdendir." (Şurâ, 42/43);

"İçinizden mücahitleri ve sabredenleri belirtelim diye sizleri mutlaka imtihan ederiz. Haberlerinizi de denetleriz." (Muhammed, 47/31).

Çoğu zaman insan nefsine uyar; Allah Teâlâ'nın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak ona zor gelir, nefse hoş gelen fena arzularını tatmin etmek ister, iyilik ve faziletlerden kaçınır. Meselâ; cebindeki parasını eğlence ve zevkleri için harcamak, bir yoksula vermekten daha hoş gelir. Bir çocuk için oyun oynamak, ders çalışmaktan daha ilgi çekici görünür. Gezip tozmak, çalışıp kazanmaya tercih edilir.

İşte bu durumda, insanın, kendisine zor gelse bile, iyi olanı, faydalı olanı seçmesi, sabır ve tahammülle onu yerine getirmeye çalışması çok güzel bir davranıştır.

Ayrıca insanlar hayat boyunca, bolluk veya yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanır, sel, deprem, yangın gibi felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ'ya isyana ve nankörlüğe sürükler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Doğrusu kim Allah'tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatı boşa, çıkarmaz." (Yusuf, 12/90).

Peygamberler sabrın en büyük örnekleridir. Çünkü onlar bütün güçlükleri sabırla karşılamışlardır. Dileğimiz Allah (c.c.)'ın bizi, "belâlarına çok sabreden ve nimetlerine çok şükreden" (İbrahim, 14/5) kullarından eylemesi olmalıdır.

Sabrın sonu selâmettir. Sabır, iman ve ibadetin, ilim ve hikmetin, kısaca bütün faziletlerin başıdır. Sabırlı insan iyi insandır. İyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa ereceklerini Allah Teâlâ haber vermiştir. Sabır zafere giden yoldur (Asr, 103/1-3).

Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hak sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiçbir kimseye verilmemiştir." (Tirmizi, Birr, 76).

"Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 307)

Ayrıca Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/ 155).

Bu ve benzeri âyetlerden Allah Teâlâ'nın insanları çeşitli sıkıntılara uğratarak imtihan ettiğini ve bu imtihanı sabredenlerin kazandığım öğreniyoruz.

Sabırla bütün zorluklar halledilmekte, her türlü engel aşılmaktadır. Onun için atalarımız: "Sabırla koruk, helva olur." demişlerdir.

Hz. Peygamber (asm) şöyle buyuruyor:

"Mü'minin işi hayrete şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu özellik yalnız mü'mine özgüdür. Zira sevinirse şükreder. Bu ise onun için hayırlıdır. Başına belâ gelirse sabreder. Bu da onun için hayırlıdır." (Riyâzü's-Sâlihin, I/54).

Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Allah'ın dinini tebliğ ederken hepsi çeşitli sıkıntılara uğramış, kendilerine eziyet edilmiş, yurtlarından çıkarılmış. Hükümdarlar tarafından zindana atılmış, ama onlar daima sabretmişlerdi.

Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayet-i kerime vardır. Rasulullah (asm)'ın hayatı ise baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her Müslümana düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allah'tan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.

15 Şeytan ve şerler niçin yaratıldı?

Aslında yaptıklarından ve yarattıklarından dolayı "kimse Allah'a hesap soramaz" (Enbiya, 21/23) Ancak bizler, insan olmanın gereği olarak her konuda olduğu gibi, bu konuda da Hz. İbrahim (as) gibi, "kalbimizin tatmin olmasını" (Bakara, 2/260) istiyoruz. İşte bu yüzden de aklımıza ister istemez şu soru geliyor:

- Öyleyse neden, Allah şeytanı ve kötülükleri yaratmış da bize musallat etmiş? Kötülüğü yaratmak kötü, şerri yaratmak da şer değil mi?

Hemen ifade edelim ki, şerrin yaratılması şer değildir; şerri işlemek şerdir. Çünkü Allah bir şeyi şer olsun diye yaratmıyor; hayır olsun diye yaratıyor. Allah'ın hayır olarak yarattığı şeyleri de bizler hakkımızda şerre çeviririz. Mesela, şeytan ateşten yaratılmıştır ve bu konuda en güzel örnek de ateştir. Ateşin yaratılması şer değildir, ancak ona dokunmak şerdir. İnsan ateşi muhafaza altına alırsa ondan faydalanır; aksi hâlde zarar görür.

Buna bir başka örnek de yağmurdur. Yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Tedbirsizliği yüzünden bazıları yağmurdan zarar görseler, "Yağmurun yaratılması rahmet değildir." diyemezler ve "şerdir" diye hükmedemezler.

Allah Teâla günah işleme kabiliyeti olmayan meleklerle, hiç sorumlu olmayan hayvanları yaratmıştır. Bu iki varlıktan başka, hem melekleri geçecek kadar mükemmel, hem de aklı olmayan hayvanlardan daha aşağı olacak kadar kötü olma özelliğindeki insanı yaratmıştır. Bu noktada insanın terakkisine yol açmak üzere şeytana fırsat tanınmış ve insana kötülüğü emreden bir nefis verilmiştir.

Dünya ahiretin tarlasıdır. Ahiretin iki menzili olan cennet de cehennem de insanların imanlarının ve amellerinin meyvesi olacaktır. Bunun için insan nevi bir imtihana tabi tutulmuştur. Hayatını iman ve sahil amel üzere geçirip bütün işlerini istikamet üzere gören insanlar, cennete layık bir kıymet alırlar. Aksi yolda gidenler ise cehennem ehli olurlar.

İnsan, nefsine uymaz ve şeytanı dinlemezse manen terakki eder ve meleklerden daha yüce bir makama erebilir. Aksini yaptığı taktirde de hayvanlardan daha aşağılara düşebilir.

Bilindiği gibi, elmasla kömürün aslı karbondur. Ancak diziliş farklılığından dolayı biri elmas diğeri kömür olmuştur. Aynı şekilde insanların da aslı birdir. Bütün insanlar aynı maddi ve manevi cihazlarla donatılmışlardır. Ancak, bunların doğru yahut yanlış kullanılmalarıyla insanlar arasındaki farklılık ortaya çıkmış ve toplumda elmas ruhlular yanında kömür ruhlular da ortaya çıkmıştır.

Meselenin bir başka boyutu da şudur. İnsan, şeytana uymakla kendini zarara soktuğu gibi, "Sebep olan işleyen gibidir." kaidesine göre bu işte şeytan da büyük bir sorumluk altına girer ve cehennemdeki azabını artırmış olur. İnsanları yoldan çıkarmak üzere kendisine tanınmasını istediği fırsat, başına bela olacak ve istikametten saptırdığı kişilerin azaplarının bir katı da ona tattırılacaktır.

Cenab-ı Hak dileseydi şeytana bu fırsatı vermeyebilirdi. O zaman onun görevini de insan nefsi üstlenmiş olurdu. Sonuç değişmezdi. Kendisine insanları yoldan çıkarmak için çalışma fırsatının verilmesiyle şeytan büyük bir zarara uğramış, tabiri caizse, küstahlığının cezasını böylece görmüştür.

16 Çocuklara gelen musibetlerin hikmeti nedir?

1. Bunun bir cevabı, bu dünyanın tecrübe ve imtihan yeri olması sırrında yatmaktadır. Yani eğer musibet geldiği vakit sadece zalimler ve günahkârlara isabet etse, masumlar ve günahsızlar bu musibetlerden korunsalar, o zaman imtihan sırrına zıt bir durum ortaya çıkardı.

İşte imtihan gereği olarak bir musibet geldiği zaman hem iyileri hem de kötüleri beraber içine alıyor. Böylece imtihan sırrı kaybolmuyor. Eğer musibetlerde ve zulümlerde iyiler kurtulup sadece kötüler zarar görseydi, imtihan sırrı kaybolurdu. Kötüler de iyi olmak zorunda kalırlardı. Böylece Ebu Bekir (ra). ruhlu insanlar ile Ebu Cehil ruhlu insanlar aynı seviyede kalırdı. Bu açıdan bazen hiç suçu olmayan günahsız kimseler de zulme maruz kalabiliyorlar.

2. Zulmedenler yaptıklarının cezasını, bu dünyada olmasa bile ebedi âlemde hakkıyla çekeceklerdir. Bu bakımdan adalet yerini bulacaktır. Zulme uğrayanlar ise hem zalimlerden haklarını alacaklar, hem de suçsuz ve günahsız olduğu hâlde bu zulme uğramasından dolayı da Allah'ın lütfuna ve rahmetine mazhar olarak ebedi âlemde sonsuz nimetlere gark olacaklardır. Hatta günahsız olarak böyle zulümlere maruz kalanlara ahirette durumları ve nasıl oldukları sorulacak olsa, "Çok az zahmetle çok büyük mükafat aldık ve zulmedenlerin cezalarını hakkıyla aldıklarını da gördük, çok memnunuz." diyeceklerdir.

Bunların bedenlerine yapılan çirkinlikler ise sadece dünya yönüyledir; ahirette onların hiçbir eseri olmayacaktır. Siyaha boyanmış bir çekirdek ağaç olunca, onun çekirdeğindeki siyahlık ağacın, yaprak, çiçek ve meyvelerinde olmayacağı gibi, bu dünyada değişik zulümlere uğrayan masum insanların, ahiret âlemlerinde hiç bir eseri ve izi kalmayacaktır.

3. Ayrıca böyle zulümlere maruz kalanların, istikballeri noktasından da bir rahmet olacağı düşünülebilir. Gerek kendileri gerekse de aile, eş ve dostları açısından bir rahmet eseri olarak, Allah'ın değişik rahmet tecellilerine mazhar olabilirler. Bunun bir örneğini Kur'an-ı Kerim'de görmekteyiz. Hz. Hızır ile yolculuk yapan Hz Musa aleyhimesselam bir gemiye binerler. "Bunun üzerine kalkıp gittiler. Nihayet bir gemiye rastlayıp ona bindiler ve o zat gemiyi deldi. Mûsâ duramayıp: 'Ne yaptın öyle?' dedi 'İçindeki yolcuları denizde boğmak için mi yaptın bunu? Vallahi çok müthiş bir iş yaptın!' diyor." İşin iç yüzünü bilmeyen Musa aleyhisselamın itirazına yolculuk sonunda verilen cevap şöyledir:

"O gemi, denizde çalışan birtakım fakirlere ait idi. Ben onu kasden bir miktar zedeledim. Zira öte yanda, sağlam olan bütün gemileri gasbeden zalim bir hükümdar vardı." (Kehf, 18/70-80)

Bu olay görünüşte gemiye bir zarar vermek gibi olsa da gerçekte geminin tamamen kurtulmasına neden olmuştur.

İşte hiç günahı olmadığı hâlde başına böyle zulümler gelen çocuklar ve kadınlar da kendilerine yapılan bu zulümlerden dolayı, gerek dünyada gerekse ahiret alemlerinde öyle büyük sıkıntılardan kurtulacaklar ve öyle büyük rahmetlere gark olacaklardır ki bunu anladıklarında şikayet bir tarafa çok şükredecekler ve Allah'ın sonsuz rahmeti karşısında memnun ve mesrur olacaklardır.

Allah hiç bir kuluna zulmetmez. Kullarına zulmedenlerin cezasını ise onlara zaman tanısa bile asla ihmal etmez.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Çocukların başına gelen musibetlerin hikmeti nedir?...

17 Bela ve musibetleri (hastalıkları) nasıl değerlendirmemiz gerekir?

“İbadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur.” (bk. Bediüzzaman, Lem’alar, İkinci Lem'a)

Allah Resûlünün (asm.) en mükemmel mânâda gerçekleştirdiği kulluk vazifelerinden biri de sabırdır. O (asm.) sabır imtihanını da hicretlerle, harplerle, nice musibet ve sıkıntılarla en ileri mânâda kazanmıştır.

Namaz müminin miracıdır. Musibet ve hastalıklar ise bir başka yükseliş merdivenidir. Bir Müslüman, Allah’ın her emrini dinledikçe ve her yasağından sakındıkça manen yükselir. Bu yükselmenin bir başkası da musibet ve hastalıklara sabır yoluyla gerçekleşir. Maruz kaldığı musibetler insana aciz bir kul olduğunu ve trafik kazalarından sellere, fırtınalara kadar hiçbir hadiseyi önleyecek güce sahip olamadığını tam ders verir. Hastalıklar da aynı dersi insanın iç aleminde tekrarlar. Harici tesirler gibi kendi bedenindeki olaylara da söz geçiremediğini çok iyi anlayan insan, tedavi için gerekli tedbirleri aldıktan sonra, kendine malik olamadığının şuuru ile Rabbine tevekkül eder ve şifayı Ondan bekler. Bu hâl mümin için büyük bir terakkidir.

Bir ömür boyu böyle değişik tecellilerle farklı imtihanlar geçiren insanlar, bu kısa dünya hayatının ardından ebediyet yurduna göç edeceklerdir. Bu gölgelerin asıllarına kavuşacak, marifet ve muhabbet nimetini de kemaliyle orada bulacak ve tadacaklardır...

18 Hadis-i şeriflere göre Müslümana bela ve musibetlerin gelmesi ve uğursuzluk sebebi nedir?

Asıl musibet ve zararlı musibet, imanımıza, Müslümanlığımıza, ahlakımıza gelen musibettir. Bu musibetlerden her zaman Allah’a sığınmamız ve ağlayıp sızlanmamız gerekir. (bk. Tirmizî, Deavât: 79)

Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bunların bir kısmı Allah’ın bir ikazı ve uyarısıdır; bir kısmı günahlara kefarettir; hastalık gibi bir kısmı ise, Allah’ın bir iltifatıdır, bir temizliktir. (bk. Buhâri, Îman: 39, Müslim, Birr: 52)

Nitekim bir rivayetlerde müjdeleri verilmiştir:

“Meyveleri olgunlaşmış bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.” (Buharî, Merdâ: 3, 13, 16; Müslim, Birr: 45)

“Ateşin altın ve gümüşün paslarını giderdiği gibi, bîr müslümanın hastalığı da onun günahlarını giderir " (İbn Mace, Tıb 18)

Başka bir hadiste ise Allah'ın en çok sevdiği kullarına, en ağır ve şiddetli musibetleri verdiği bildirilmektedir: 

“İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer dine bağlılığı varsa, belası daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır. Kişiye belalar gelir gelir de artık onun üzerinde hiçbir günah kalmaz.” (Tirmizi, Zühd 57; Ahmed b. Hanbel, I/172, 174)

"Bir kul kendisi için (cennette) hazırlanmış olan makama ameliyle erişemeyecekse, Allah onun bedenine veya malına veya çoluk çocuğuna bir bela verir de bu belaya sabrı sebebiyle o makama eriştirilir." (Ahmed b. Hanbel, V/272)

Demek ki belanın en şiddetlisi, Allah Teâlâ'nın çok sevdiği kimselere geliyor. Belalara sabır, sıddıkların derecesidir. Peygamber Efendimiz (asm), kendisine gelecek musibetlere karşı dayanma gücü vermesi için Allah Teâlâ'ya dua ederdi.

Bu nedenle müminlerin başına gelen bela ve musibetlerin bir çok nedeni ve hikmeti olabilir. Ama hepsi de onun faydasınadır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bela ve musibete uğramayan insanlar, uğrayanlara göre daha mı ...

19 İnsanın başına gelen her bela ve musibet, günahından dolayı mı gelir?

İnsanın başına gelen bela ve musibetler, işlediği hatalardan dolayı gelebileceği gibi, bir imtihan olsun diye veya sevap kazansın diye de gelebilir. Yani başa gelen her musibet günahlardan dolayı gelmemektedir. Mesela peygamberler günahsız olmalarına rağmen, en büyük musibet onların başlarına gelmiştir. Nitekim Peygamberimiz (asm) vefatından önce çektiği ağır hastalığın sebebini şöyle açıklamıştır:

Hastalığın şiddeti, ateşin yüksekliği sebebiyle Peygamber Efendimiz yatağında bile rahat edemiyordu. Bir o tarafa, bir bu tarafa dönüyordu. Başucunda bulunanlar, bu durum sebebiyle dediler:

"Yâ Resûlallah! Eğer bizden birisi bu derece ıztırap çektiğini izhar etseydi, muhakkak bizi tekdir ederdin."

Resûl-i Ekrem (asm) cevabıyla durumunu şöylece izah etti:

"Benim hastalığım bildiğiniz gibi değil, oldukça zordur. Allah Taâlâ, salih ve mü'min kullarını belânın, hastalığın ve musibetin en şiddetlilerine mübtelâ eder. Fakat o belâ, o musîbet ve o hastalık vasıtasıyla o mü'min salih kulunun derecesini yükseltir, günahlarını yok eder." (bk. İbn Sa’d, Tabakat, 2/207-208)

Hastalığı sırasında Resûl-i Ekrem (asm)'in ziyaretine giden Bişr bin Bera'nın annesi Ümmü Bişr de gördüklerini şöyle anlatır:

"Resûlullahı ziyarete gitmiştim. Vücudundaki şiddetli harareti görünce sormadan edemedim:

'Yâ Resûlallah! Ben böyle sıtma hiç görmedim.'

"Resûlullah (a.s.m.) bana cevaben şöyle buyurdu:

'Bizim hastalığımız herkesten daha şiddetli ve daha ziyâde olur. Fakat bunun mukabilinde kazandığımız sevap ve mükâfat da o nisbette fazla olur!' " (İbn Sa’d, Tabakat, 8/314)

İnsanın başına bir musibet geldiği vakit vicdanen bilir ki ben şu hatayı yaptığım için bu benim başıma gelmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Musibetlerin Allah'ın kahrının tecellisi olduğu söyleniyor. Her musibet için bunu söylemek mümkün müdür?
- Bela ve musibetleri nasıl değerlendirmemiz gerekir?

20 Çarşamba gününün olumsuzluğuna ve uğursuzluğuna, eski kavimlerin çarşamba günü helak olduğuna ilişkin bir hüküm var mıdır?

Bir şeyin, bir günün veya bir yerin uğursuz sanılması, İslam’da yoktur.

Günler, gün olması bakımından birbirinin aynıdır. İnsan dilediği günde iş yapar, dilediği zaman da seyahate çıkar.

Haftanın bazı günlerini uğurlu, bazı günlerini uğursuz ve bazı günlerinde de çalışmayı günah saymak, âlimlere göre, Yahudi ve Hristiyan âdetlerinden geçmiştir. Gerçekten de Hristiyanlar salı gününü uğursuz, pazar günü de çalışmayı günah sayarlar. Yahudiler ise cumartesi günü çalışmazlar.

Hâlbuki İslam dininde, sadece istirahat ve ibadet saatleri dışında devamlı olarak çalışmak tavsiye edilmiştir. Buna rağmen çalışmaktan en çok kaçar hale de biz gelmişiz. Şunu unutmamalıyız ki İslam Peygamberi (asm)'in en hoşlanmadığı hallerden biri tembelliktir.

"Çarşamba günü, uğursuzluğu sürekli olan bir gündür." anlamına gelen bazı rivayetler varsa da bunlar zayıftır. (bk. İbn Arrak, Tenzihu'ş-şeria, 1/53-56, No: 19-24) Hatta İbnü'l-Cevzî, bunun uydurulmuş olduğunu belirtir. (bk. İbnü'l-Cevzî, el-Mevzûat, Bab: 89, No:917-919)

Zayıf hadisle itikadî konularda asla amel edilmez. Sadece amellerin faziletleri konusunda, usûl kitaplarında belirtilen özel şartlarına bağlı olarak amel olunur.

Ayet-i kerimede geçen: "...uğursuz uğursuz günlerde... uğursuz ve uğursuzluğu sürekli bir günde..." (Fussilet, 41/16) ifadelerinin tamamen Hûd (as)'ı yalanlayan Âd kavmine, kâfirlere, bozgunculara ait azap günleridir. Dolayısıyla bu günler, Hûd (as)'a ve O'na iman edenler ve salihler, iyiliğe çalışanlar için, müminler için her zaman rahmet günleri ve hayırlı olmuştur.

Kelam bilginleri demişlerdir ki, günlerin "uğurluluk" ve "uğursuzlukla" nitelenmeleri zatî değil, izafîdir. Yani gün bir adama göre uğursuz, diğer bir adama göre de uğurlu olabilir. Elem gören bir adam için uğursuz, nimet gören bir adam için uğurlu olur. (bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

Cabir b. Abdullah (ra)'den rivayete göre: Resûlullah Efendimiz (asm) Hendek savaşı sırasında kâfir ordularına karşı üç gün; pazartesi, salı ve çarşamba günü beddua etmişti. Çarşamba günü iki namaz arasında, ikindiye yakın bedduası kabul oldu. Ayrıca Cabir b. Abdullah (ra): Her ne zaman, bana zulüm olan bir hadiseyle karşılaşsam, mutlaka o saati kollarım, bedduamı yaparım, kabul edildiğini anlarım, demiştir. (Buhari, Edebü'l-Müfred, 293; No: 725; Beyhaki, Şuabu'l-İman, Sıyam: No: 3874) İbn Abbas (ra) da: Hiçbir kavme çarşamba günü dışında azap edilmemiştir, demiştir. (Kurtubî, el-Câmiu'l-Ahkâmi'l-Kur'an, 15/333, Âlûsi, Rûhu'l-Meânî, 13/173)

Bunlar da gösteriyor ki: Çarşamba günü zalimler, kâfirler için azap günüdür, amma müminler için kurtuluş günüdür. İyiliğe çalışanlar hakkında çarşamba gününün bir uğursuzluğu söz konusu değildir.

Nitekim, Ebu Hureyre (ra)’den rivayete göre Resûlullah Efendimiz (asm):

"... Allah Teâlâ, nûru çarşamba günü yaratmıştır..." buyurmuşlardır. (Müslim, Sıfetü'l-münafikın:27, No: 2789, 4/2149)

Soruda geçenin aksine, çarşamba günleri başlanılan işlerin hayırla biteceği söylenir, hattâ bu, zayıf da olsa bir hadîs-i şerife dayandırılır. (bk. Lüknevî, Fevâid, 143)

Bu sebeple ilim ehli, derslere çarşamba günü başlamaya özen göstermişlerdir. Çünkü ilim bir nurdur. çarşamba günü, ağaç dikmek de iyi görülmüştür. Çarşamba günü, zeval vaktinden sonra duaların kabul olacağı ifade edilmiştir. Alışveriş dahil dinen meşrû her iş yapılabilir.

Dinimizde uğursuz gün yok, ama uğurlu sayılan mübarek gün ve geceler vardır. Bunlar mübarek diye, ötekilere uğursuz demek yanlış olur. Tek başına cumartesi günü oruç tutmak mekruh, bir rivayette de tek başına cuma günü oruç tutmanın mekruh olduğu bildirilmiştir. Cuma ve cumartesi günü oruç tutmak, mekruh olduğu için, bugünlere uğursuz denmez. Bayram günleri de oruç tutmak haram olduğu için, uğursuz denmez. Allah Teâlâ uğursuz gün ve uğursuz ay yaratmamıştır. Yarattığı hiçbir şey de lüzumsuz değildir.

İslam Dini tembelliği değil, çalışmayı tavsiye etmiştir. Hatta çalışmayı ibadet derecesine yükseltmiştir.

“Allah'ın sana verdiği (bu servet) içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl ihsanda bulunduysa, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuk (etmeyi) isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas, 28/77)

21 Bela ve musibetlerden korunmak için neler yapabiliriz?

Bela ve musibetlerden korunmak için Peygamber Efendimiz (asm) sadaka vermemizi tavsiye etmektedir. Ayrıca müminin başına gelen sıkıntıların bir sebebi de işlediği günahlardır. Çünkü Allah Teala müminin günahlarını bu dünyadaki musibetlerle temizler ki ahirette hesabı kolay olsun. Bu bakımdan günahlara girmemek de musibetlerin gelmemesine vesiledir. Ayrıca dua etmek de insanı musibetlerden korur.

İnsanın başına gelen musibetler günahların affına vesile olduğu için bir nevi rahmettir. Musibet geldiği zaman sabredip şükretmek kulluğun gereğidir.

Her musibet kahır değildir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

“Belaların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.” (bk. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/519, h.no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/343)

Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.

Konuyla ilgili harika bir tespit:

“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.”
(bk. Sözler, s. 472)

İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.

İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel... Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.

Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.

“Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir.” hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makâmları yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makâma varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

•••
Nur Küllayatında, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.

İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir:

“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” ( Bakara, 2/216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makâmına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî: “Rahmetim gazabımı geçti.”

Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mana verilmiştir: “Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

Son olarak, bunlar ilahi bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret...

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek: Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.

22 Çocukların başına gelen musibetlere neden engel olunmuyor?

Allah bir şeyi yaratırken hayırlı neticeler vermesi için yaratmaktadır. Kâinattaki düzene baktığımızda hiç bir eksikliğe ve başıbozukluğa rastlanmamakta ve kainattaki düzeni gören her akıl sahibi Allah'ın büyüklüğünü tesbih etmekten kendisini alamamaktadır.

Ancak insanlar, kainatta yaratılan bu hayırlı şeyleri kendi iradeleriyle şerre çevirebilmektedirler.

Mesela, ateşin yaratılması hayırdır. Ancak bir insan gidip elini ateşin içine sokarsa, ateş o insan hakkında şer olmuş olur. Hâlbuki Allah ateşi, insanlar onunla ihtiyaçlarını görebilsinler diye yaratrmıştır. Ancak o insan kendi iradesiyle elini ateşe sokmuşsa artık, "Allah neden bu ateşi yaratmış, neden bu ateş benim elimi yaktı, Allah neden buna müsade etti?" gibi bir iddiada bulunmaz. Çünkü Allah'ın kainatta koymuş olduğu kanunlar vardır. Ona riayet edersen menfaat elde edersin, riayet etmezsen zarar görürsün. Bu misaller çoğaltılabilir.

İnsana gelince, Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile Allah insanları kendisine ibadet etsinler diye yaratmış ve kötülüklerden, fuhşiyattan, azgınlıklardan uzak durmasını emretmiş ve buna uymayanları şiddetli bir azabla cezalandıracağını buyurmuş ve yüz binden fazla peygamber göndererek insanları her hususta ikaz etmiştir.

Ancak vazifesini yapmayıp ve bu emirleri dinlemeyip hiçe sayan insanlar, elbette bu yapıklarının cezasını çekecektir.

Allah'ın bu dünyada kötülüklere direkt engel olmaması ise, imtihan dünyasında olmamızdandır. Bu dünya bir imtihan salonudur ve yanlış yapana da doğru yapana da müsade edilmiştir. Eğer yanlış yapanlara müdahale olmasaydı bu imtihan salonunun bir anlamı olmazdı.

Sevap işleyenlerin başına güller saçılsaydı ve günah işleyenlarin başına da dikenler atılsaydı, artık bu dünya bir imtihan salonu olmaktan çıkacaktı.

Musibete uğrayan kişiye gelince, bu musibet netice itibariyle o insan hakkında rahmet olacaktır. Eğer günahları varsa onlara keffaret olacaktır. Günahı yoksa gelecekte işleyeceği günahlara keffaret olacaktır. Ayrıca başına gelen bu musibetler belki de onun cennete gitmesine vesile olacaktır. Yani Allah o musibetzede kuluna rahmetiyle muamele edecek, vereceği mükafatlar o musibeti hiçe indirecektir.

Bizler olayların içyüzünü bilemediğimiz için, zahiren kötü olan bir olayı hemen kötüye yorumlayıp "Neden bu böyle oldu, neden şöyle oldu." diye itiraz etmekteyiz. Elbette bela ve musibet istenilmez. Ancak geldiği zaman da isyan değil sabredip şükretmek ve mükafatını düşünüp "Kahrında hoş, lutfunda hoş." diyebilmektir. Bu kulluğun üst mertebesidir.

Her musibet kahır değidir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

“Belaların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.” (bk. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519; Hâkim, el-Müstedrek, 3/343; Müsned, 1/172, 174, 180, 185, 6:369)

Bela, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.

Konuyla ilgili harika bir tespit:

“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.” (Bediüzzaman, Sözler)

İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiçbir şeyden zevk alamaz.

İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel... Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.

Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.

“Allah’a karşı hüsnüzan ibadettir.”  (Ebu Davud, Edeb, 81, h. no: 4993)

hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız.

İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı...” sırrına ermişlerdir.

Nur Küllayatı'nda, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.

İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir:

“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” (Bakara, 2/216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise, bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî:

“Rahmetim gazabımı geçti.” (bk. Aclunî, Keşfü'l-Hafâ, 1/448). 

Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir: “Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir.

Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret...

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek: Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Çocukların başına gelen sıkıntı, hastalık gibi musibetler, onların ileride işleyeceği günahlarına kefaret...

- Allah bazı insanları cehennem için mi yaratmıştır?

23 Başımıza gelen musibetler günahlarımıza kefaret olur mu?

- Sıkıntılar hayata hayat katan unsurlardır. Çünkü sıkıntısız, yeknesak, monoton  bir hayat canlılıktan çok ölü bir cenazeye benzer. Varlıktan çok yokluğa yakındır. Hayat sıkıntılarla motivasyon kazanır, terakki eder.

"Sabır ve dua müminin ne güzel iki silahıdır." sözü hadis olarak rivayet edilmektedir.(bk. Kenzu’l-Ummal, III/272, h.no: 6505).

Sabır, sıkıntı ve zorluklara karşı direncimizi sağlayan bir dayanma gücüdür. Hadiste bu işi becerenlerin müminler olduğu vurgulanmıştır. Çünkü insanın dayanma gücü sınırlıdır. Bir yandan gücüne güç katacak, her an her yerde ilim ve kudretiyle hazır olan, her zorluğun üstesinden gelen bir Allah’a iman eden kimsenin elinde sabır, gerçekten eşsiz bir silahtır. Onunla bütün sıkıntılara karşı müdafaa edebilir, bütün zorlukları yenebilir.

Diğer yandan bütün sıkıntıları -bir istihale makinesi gibi- sevinçlere çeviren, ahirete imandır. Ahirete iman eden kimse, dünyanın zorlu imtihanları karşısında “Ya hu, bu da geçer!..” deme gücüne sahip olur. Hastalığın iyileşmesi uğruna birçok acı ilacı kullandığı gibi, ebedî bir sağılığa kavuşma adına da her türlü acılara karşı “Ya Sabur” der dayanır.

Hz. Yusuf'u, kölelikten Mısır’ın sultanlığına yükselten onun sabrıdır.

Sabır, haram düşmanına karşı bir silah olduğu gibi, Allah’ın emirlerini yerine getirmek için de eşsiz bir silahtır, musibetlere karşı da en güçlü silahtır.

“Ümmetim, merhamete uğramış bir ümmettir. Ahirette azap görmeyecektir. Onun azabı / cezası, dünyada başına gelen fitneler / ağır imtihanlar, depremler, masum yere öldürülmeler gibi felaketler şeklinde verilir.” (Ebu Davud, Fiten, 7).

İslam alimleri bu hadisin manası üzerinde durmuş ve değişik yorumlarla onu anlaşılır hale getirmeye çalışmışlardır. Hadis müşkil/manası kapalı, problemli hadislerdendir.

Problem şudur: Bu ümmetten de bir kısım insanlar, özellikle büyük günah işleyip de tövbe etmeden ölenlerin cehenneme gireceklerine, daha sonra şefaatle veya Allah’ın lütfuyla oradan çıkacaklarına dair birçok sahih hadis vardır (bk. Avnu’l-Mabud, ilgili hadisin şerhi).

Bu problemin çözümüne yönelik şu hususlara dikkat çekilmektedir

a. “Bu Ümmetim” tabiriyle, Hz.Peygamber (a.s.m)’in devrindeki insanlar / sahabeler kastedilmiştir. Bundan bütün ümmet kastedilmemiştir.

b. “Ümmetün merhumetün”den maksat, diğer ümmetlere göre, daha fazla ilahî lütuflara  mahzardır, demektir. Daha önceki ümmetlere yüklenen ağır yükler, bu ümmete yüklenmemiştir. Yoksa, bütün günahları affedilmiş demek değildir. Çünkü bu, imtihan sırrına da aykırıdır.

c. “Onlar için ahirette azap yoktur” sözünde gizli bir benzetme ve bir kıyaslama vardır. Yani: “Onlar için ahirette, ‘diğer ümmetlerin azabı gibi ağır’ bir azap yoktur.”

d. Veya bu ümmetin çoğu için azap yoktur. Hükümler genele baktığından -bir ümit kapısını da aralamak için- böyle bir üslup tercih edilmiştir.

e. “Kim bir kötülük işlerse, onun karşılığını görür” (Nisa, 4/123) ayetinde ifade edildiği gibi, iyi olsun, kötü olsun, yapılan her işin bir karşılığı vardır. Bu ümmetin yaptığı kötülüklerin karşılığı -genellikle- bu dünyada -çeşitli sıkıntılar, ağır imtihanlar, musibetler şeklinde- verilir. Genel kural budur, ancak bazıları da ahirette cezalarını çekecekler.

f. Münavî’ye göre, bu ümmet için farklı bir uygulamanın sebebi şudur: Önceki ümmetler için, adalet ölçüsü ve rububiyet/terbiye etmeyi isteyen Allah’ın rab isminin gerektirdiği ölçüler yürürlükte idi. Bu ümmet içinse, Allah’ın lütuf ve ihsanları geçerlidir.

g. Hadiste geçen “ümmet”ten maksat, büyük günah işlemeyen belli bir grup, bir zümre, bir cemaat için söz konusu olabilir.

h. Hadiste geçen “ümmet”ten maksat, teklife muhatap olan değil, icabet eden(ümmet-i icabe)dir. Yani, Allah’ın emirlerini yerine getiren ve yasaklarından sakınan ümmettir.

i. Tibî’ye göre; hadiste asıl verilmek istenen mesaj, bu ümmetin diğer ümmetlerden daha fazla Allah’ın lütuflarına mazhar olduğu, dünyada başlarına gelen her musibetin, hatta ayaklarına bir diken bile batsa onun da günahlarına kefaret olacağı hususudur. Buna göre, eğer bir kimse bu dünyada -günahlarına karşılık- sıkıntılar çeker, musibetlere uğrarsa, artık ahirette ceza çekmez:

“Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıklarla deneriz. Sen sabredenleri müjdele! Onlar öyle kimselerdir ki, başlarına musibet geldiğinde, ‘Biz Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette ona döneceğiz.’ derler. İşte Rableri tarafından bol mağfiret ve rahmete mazhar olanlar onlardır. Hidayete erenler de ancak onlardır.” (Bakara, 2/155-157).

Hiçbir musibet, hatta bir dikenin batması dahi karşılıksız kalmaz, onun da bir mükâfatı vardır. Şu hadis-i şerifte bu gerçeği görmekteyiz:

Hz. Ebu Hureyre anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurdu: 

“Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buharî, Marda,1; Müslim, Bir, 52).

Sabırla ilgili çok hadisler vardır. Misal olarak  İmam Ahmed’in rivayet ettiği şu hadisle iktifa edelim:

Hz. Peygamber (a.s.m) buyurdu ki;

“Allah’ın müminler için ön gördüğü hükmü / kararı beni oldukça sevindirmektedir. Şöyle ki;

"Kendisine bir hayır / bir iyilik dokunsa Rabbine hamd eder ve şükreder. Başına bir musibet gelse hamd eder ve sabreder. Her durumda -hatta hanımının ağzına koyacağı bir lokmadan ötürü dahi- mümin için bir ücret / bir mükâfat vardır.” (Ahmed b. Hanbel, 1/173).

Bu hadis de gösteriyor ki, müminin hayatı daima kârlı çarklar içinde dönmektedir. Sıkıntılarda sabreder, mükâfat alır, ferahlıkta şükreder, mükâfat alır. Ne mutlu istikamet dairesinde hayatını geçiren müminlere!

24 Musibetlerin günahlara kefaret olduğu söyleniyor. Peki musibetlerde masum ve günahsız insanlar da zarar görebiliyor; bunu nasıl açıklarsınız?

Bela ve musibetlerin mü'minler için bu dünyada yaptığı hataların karşılığıdır. Ancak bu musibetlerde günahsız ve masum insanlar da zarar görmekte, canları ve malları heder olabilmektedir. Bu noktada akla gelen sorulardan ilki "Bu musibetlerden sadece günahkârlar nasiplerini alsalar, masumlar almasalar olmaz mı ?" sorusudur.

Bu durumu Rabbimiz Kur'anda şöyle beyan ediyor:

"Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar." (Enfal, 8/25)

Burada hemen aklımıza şu soru geliyor: "Neden musibetlerin sadece zalimlere gelmeyip masumları da içine adlığı konusudur?" Yani musibet gelince kurunun yanında yaş da yanmakta, masum insanlarda canlarını ve mallarını kaybedebilmektedirler.

Bunun cevabı, bu dünyanın tecrübe ve imtihan yeri olması sırrında yatmaktadır. Yani eğer musibet geldiği vakit sadece zalimler ve günahkarlara isabet etse, masumlar ve günahsızlar bu musibetlerden korunsalar o zaman imtihan sırrına zıt bir durum ortaya çıkardı.

"Bir deprem oluyor, yıkılan binaların altından sadece günahkârlar ölü çıkıyor, diğerlerine bir şey olmuyor, diğer taraftan bir sel felaketi geliyor zalimler boğuluyor masumlar gaybi bir el ile kurtarılıyor. Bunu duyan günahkâr insanlar artık tövbe etmeye başlıyor, çünkü tövbe etmezse ibadetlerini yapmazsa bu dünyada hemen musibete maruz kalacağı düşüncesine kapılıyor?.."

İmtihan gereği olarak bir musibet geldiği zaman hem iyileri hem de kötüleri beraberce içine alıyor. Böylece imtihan sırrı kaybolmuyor. Eğer musibetlerde ve zulümlerde iyiler kurtulup sadece kötüler zarar görseydi, imtihan sırrı kaybolurdu. Kötüler de iyi olmak zorunda kalırlardı. Böylece Ebu Bekir (ra.) ruhlu insanlar ile Ebu Cehil ruhlu insanlar aynı seviyede kalırdı. Bu açıdan bazen hiç suçu olmayan günahsız kimseler de felaketlere maruz kalabilmektedirler.

Fakat masumların bu musibetlerden dolayı büyük mükafatlar görürler. Musibetler onların günahlarına kefaret olur, derecelerini artırır. Eğer musibete maruz kalanlar, henüz teklif çağına gelmemiş çocuklar gibi masumlar ise onların bu dünyadan daha rahat ve huzurlu olan elemsiz ahiret alemlerine gitmelerine ve orada ebedi saadetlere nail olacakları Rahmet-i İlahiyenin şe'nidir.

25 Şu anda, toplumda bulunan huzursuzluk ve sıkıntıların gerçek sebebi nedir?

Küfür ve inkârın cemiyetimizin manevî bünyesini tahrip etmesinin, bir çok şüphe, tereddüt, hurafe ve safsataların, kalplerde ve zihinlerde yer etmesinin en önemli sebebi, hidayet güneşi olan Kur’an'ın ve Peygamberimiz (asm)'in feyzinden yeterli ölçüde istifade edilememesidir. 

Hatta bu günkü ileri seviyesine rağmen, fen ve teknolojinin fert ve cemiyet hayatında huzuru temin edememesi; sosyal hayattan şefkat, merhamet, muhabbet ve adalet gibi önemli esasların çekilip, yerini zulme, tecavüze ve anarşiye terk etmesi ve hiçbir felsefî doktrinin, cemiyetin bu yaralarını teşhis ve tedavi edecek güce sahip olamaması, hatta bazı doktrinlerin bizzat zulüm ve tecavüze sebep olması, İslâm’ın kapısını çalamamaktan kaynaklanmaktadır.

Evet, ulvî bir hayata aday, sonsuz bir mutluluğa âşık olan insan için, bu eksik ve sınırlı olan akıl, yeterli ve yetkin bir rehber olamaz. İnsan onunla belli bir noktaya kadar gidebilir. Gerçeği bulması, dünyevî ve uhrevî saadete erişmesi ancak peygamberlere bağlı olması ile mümkündür.

Her şeyi kuşatan ve sınırsız olan İlâhî hakikatlerin insanlara öğretilebilmesi için peygamber gönderilmesi zorunludur. Bu gerçeğe bağlı olarak Allah, insanlara, peygamber göndermiştir. Tâ ki hak ile batılı, doğru ile yanlışı, gerçek ile hurafeyi ayırabilsinler.

Evet peygamberler, insanlara Allah’ın birliğini bildirmişler, kendilerine tâbi olanları Allah’ı tanıma yolunda ilerletmişler ve onları Allah’a ortak koşmaktan, yanlış inanışlardan kurtarmışlardır.

O nuranî zatlar, Allah’ın isim ve sıfatlarına en mükemmel bir ayna olmuşlardır. Allah’ı hakkıyla sevip ümmetlerine de sevdirmişlerdir. Kâinatın ifade ettiği gizli anlamları sezinleyerek ümmetlerine bildirmişlerdir. Bütün insanlığın yaratıldığı günden itibaren en büyük problemi olan "Necisin, nereden geliyor ve nereye gidiyorsun?" sorularına, aklı ikna edici cevaplar vermişlerdir.

Evet Allah, peygamberleri en ulvî bir özelliğe sahip olarak yaratmış, onların duygu ve kabiliyetlerini en güzel şekilde kendisi terbiye etmiş, onları tüm insanlığa yol gösterici ve öğretici olarak göndermiştir.

26 Her musibet bir saadetin habercisidir, deniliyor. Musibet nasıl saadet getirir?
27 Müslümanların çile çekmesinin sebebi nedir?

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de saadet ve refah çoğu zaman karıştırılıyor. Bu yanlış değerlendirme, istikbale de intikal edeceğe benzer.

Bazıları, servet ve makamı, şan ve şöhreti, lüks ve debdebeyi saadetle aynı zannederler. Halbuki çevrelerinde nice insanlar görürler ki, dünyanın her türlü imkânına kavuşmuş ve diledikleri her zevki tatma gücüne sahiptirler, ama mesut değildirler. Kimi hanımıyla geçimsizdir, kimi oğlunun haylazlığından dertlidir. Kimi, annesinin amansız derdine şifa aramaktadır. Kiminin piyasada bir hayli alacağı vardır, ödenmemektedir; kimi ortağıyla problemlidir.

Böyle binlerce, on binlerce sebep, insanoğluna dünyanın rahat yeri olmadığını aralıksız ders verir.

İlâhi Ferman haber veriyor:

“Sizi, bir imtihan olarak, şer ve hayırla deneyeceğiz. Hepiniz de nihayet bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 21/35)

Buna göre dünya bir imtihan meydanıdır.

Bir hadis-i şerifte de, "dünya ahiretin tarlası” olarak takdim edilir.

Bu dünya, rahat yeri değil, imtihan meydanı ve ahiretin tarlası olarak yaratılmış. Bu imtihan salonunda, insanlar sürekli çaba gösterir, ter dökerler. Ve bu tarlada, ahiretleri namına her gün bir bağ derleyip günlerini yorgun argın bitirirler.

Allah Resulü (asm.) haber veriyor:

“Dünyada rahat yoktur.” (A. İbn Hanbel, Zühd, s. 128)

Gece ve gündüzün birbirini kovaladığı, hastalıklarla sıhhatin nöbetleşe insanı yokladığı, zorluklarla kolaylıkların yine ard arda insanı sardığı, fırtınayla sükunetin insan ruhunda nöbetleşe hükmettiği bu garip dünyada, rahat ve huzur bulmak ne mümkün!

Dünyada rahat yoktur, ama mümin için saadet vardır. İnsan bu dünyada imanı tatmış ve salih amelin yolunu tutmuşsa, acı-tatlı her hâdiseden ahireti namına bir takım faydalar edinir. Ve en önemlisi, bu dünyanın rahat yeri olmadığını bilmenin verdiği rahatı tadar ve huzursuzluktan kurtulur.

Allah Resulün (asm)'den bir saadet formülü:

“Dünyada ya garip bir insan ya da yolcu gibi ol.” (bk. Tirmizi, Zühd, 25)

Bu hadis-i şerifte saadetin iki önemli kaynağına dikkat çekilmiş ve iki ayrı saadet reçetesi birlikte sunulmuştur:

Birinci reçete: Bu dünyada garip olduğunu, bu gurbet ilinde, asıl yurdu olan cennet için bir şeyler kazanmağa geldiğini bilmek. Kendini böyle bilen ve dünyaya böyle bakan bir insan, bu fâni hayata gönül bağlamaz. Onun geçici problemlerine gereğinden fazla önem vermez. Bu gurbet diyarından bir gün göçeceğini bilir. Gözü hep o saadet yurdundadır.

“Sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz.” (Mesnevî-i Nuriye, Habbe, s. 119)

İkinci reçete: Yolcu olduğunu bilmek ve öylece yaşamak.” Böyle bir insanın bütün meselesi idealindeki şehre varmaktır; otobüste ön yahut arka koltuklarda oturması fazla önem taşımaz. Gazetelerde okuruz: Falan katil, filan ülkede yakalanmış ve uçakla Türkiye’ye getirilmiştir. Bu adamın uçakla gelmesi kendisini ne derece mesut edebilir ve ne ölçüde rahatlatır! Ama İstanbul’a ticaret için giden bir Anadolu esnafı, otobüsün en arkasında da otursa keyfine diyecek yoktur. Çünkü bu yolculuğun sonu, mal almak ve bu sıkıntıların neticesi zengin olmaktır.

Diğer taraftan, insan otobüs yolculuğunda evindeki imkânları aramazsa o dar mekândan sıkılmaz ve rahatsız olmaz. Aksi halde, kendi huzursuzluğunu kendi eliyle hazırlamış olur. Nur Külliyatında birbirinden önemli ve değerli nice saadet reçeteleri mevcut. Bunlardan üç tanesini takdim edelim:

“Sultan-ı Ezelî’ye iman ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkeza kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından berk ve burak sür’atinde geçer. Tâ saadet-i ebediyeyi bulur.” (Sözler, Otuz İkinci Söz, s. 637)

İnsan, iman ile Rabbine intisap eder. Böylece, sahipsiz ve hamisiz olmamanın zevkini tadar. “Beni yapan, yaratan, her organımı yerli yerine koyan ve ruh dünyamı en güzel şekilde tanzim eden, hissiyatımın her birini ayrı bir vazifede çalıştıran bir Hâlıkım var. Kan deveranım  onun rahmetiyle olduğu gibi, dünyamın dönmesi de onun kudretiyle. Öyleyse, ben başıboş değilim, kimsesiz değilim, sahipsiz değilim.der.

Allah’ın kulu ve eseri olmanın, ruha verdiği sürur, kalbe verdiği zevk ve safa hiçbir dünyevî nimetle kıyasa girmez.

İmandan başlayarak, iki dünya saadetine uzanan bir saadet zinciri:

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, s. 314)

İki dünya saadeti tevekkül ile mümkün. “Her hayır Allah’ın elindedir.” diyen bir mümin, bu dünya ve öte dünya için ne hayır talep ediyorsa, onun şartlarını yerine getirir ve Allah’a tevekkül etmekle huzur bulur.

Tevekkül, Allah’ı vekil bilmek demektir. Bu, imandan gelen bir şuurdur ve teslimin neticesidir. Allah’a teslim olanlar ona tevekkül ederler. Teslim de tevhitten kaynaklanır. Allah’tan başka gerçek fail olmadığını, her şeyin onun mülkü olduğunu ve onun tasarrufunda bulunduğunu bilen bir insan, elbette ona teslim olacaktır.

İki dünya saadetinin bir başka reçetesi:

“Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.” (Sözler, On İkinci Söz, s. 133)

Bu cümlede, iki dünyanın saadeti, iki şarta bağlanmış oluyor. Birincisi, nefse hâkim olup onu dizginlemek, diğeri ise ruhu terakki ettirmek.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bazı çevreler, her vesileyle İslam aleminin bugünkü perişan haline İslam’ın sebep olduğunu iddia ediyor ve bu vesileyle din aleyhinde bulunuyorlar. Bunlara nasıl cevap vermeliyiz?

28 Bela ve musibete uğramayan insanlar, uğrayanlara göre daha mı şanssızdır?

İnsanlara dert, bela, musibet birkaç bakımdan gelir:

1. Bunlardan birisi işlediğimiz günahlar sebebiyledir.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Belaların gelmesine sebep günah işlemektir. Kur'an-ı Kerim'de mealen buyuruluyor ki:

"Size gelen musibet, işlediğiniz (günahlar) yüzündendir." (Şura, 42/30)

"Sana gelen kötülük kendindendir, günahların yüzündendir." (Nisa, 4/79)

"Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hallerini değiştirmez." (Rad, 13/11)

2. Bela, hastalık ve musibetler, günahların kefareti (affolması) için gelir.

Dünyada musibetlere maruz kalıp da güzelce sabreden kimse, ahirete günahsız gider.

“Bir Müslümana herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken dahi batsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buhari, Marda,1; Müslim, Birr, 52. Tirmizi, Cenaiz, 1)

“Erkek olsun, kadın olsun mümin, Allah’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan, malından belâ eksik olmaz.” (Muvatta, Cenaiz 40; Tirmizi, Zühd 57, no: 2401)

"Dünya, mümine hapishane, kafire cennettir." (Müslim, Zühd 1, no: 2956)

İnsan kendisine gelen beladan hoşlanmaz. Halbuki günahları affolacak ve güzelce sabrederse ahirette büyük nimetlere kavuşacaktır. Kur'an-ı Kerim'de mealen buyuruldu ki:

"Hoşlanmadığınız bir şey, belki de sizin için hayırlıdır." (Bakara, 2/216)

3. Cennette yüksek derecelere kavuşması için mümine musibet gelir.

Bunun için peygamberlere çok bela gelmiştir. 

Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselama, insanların hangisinin belasının / yıpratıcı imtihanının daha ağır olduğu sorulunca şöyle buyurdular:

“Önce peygamberler, sonra onların peşinden yaşantı olarak peygambere yakın olanlar, sonra onlara yakın olanlar… Kişi dindarlığı oranında yıpratıcı imtihana uğratılır. Dininde sağlam ise imtihanı ağırlaştırılır. Dininde gevşek ise dindarlığı oranında imtihana uğratılır. İmtihan, kulun peşini bırakmaz; sonunda kul uğradığı imtihanlarla üzerinde günah kalmayıncaya kadar günahlarından temizlenmiş olur.” (Tirmizi, Zühd, 56)

“Müminin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece müminde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur.  Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)

Bir adam gelerek "Ey Allah'ın Resulü! Ben seni seviyorum." dedi. Resulullah: “Ne söylediğine dikkat et! Sen ne söylediğinin farkında mısın?" diye cevap verdi. Adam: "Vallahi ben seni seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar etti. Resulullah aleyhissalatü vesselam bunun üzerine adama şöyle buyurdu:

"Eğer beni seviyorsun, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik (belalar), hedefine koşan selden daha süratli gelir." (Tirmizi, Zühd 36, no: 2351)

Hz. Aişe radıyallahu anhadan rivayete göre o, şöyle demiştir:

“Ağrı ve sancıların Resûlullah’a şiddetli olduğu kadar kimseye şiddetli olduğunu görmedim.” (Tirmizi, Zühd, 56)

Enes radıyallahu anhdan rivayete göre o, şöyle demiştir:

“Mükafatın büyüklüğü, yıpratıcı imtihanın büyüklüğüne bağlıdır. Allah bir toplumu sevdiğinde onları değişik şekillerde imtihana tabi tutar. Kim razı olursa Allah’ın rızasını kazanır. Kim de kızar, kırgınlık gösterirse Allah da o kimseye kızar.” (Tirmizi, Zühd, 56)

Demek ki belanın en şiddetlisi, Allah Teâlâ'nın çok sevdiği kimselere geliyor. Belalara sabır, sıddıkların derecesidir. Peygamber Efendimiz (asm), kendisine gelecek musibetlere karşı dayanma gücü vermesi için Allahüteâlâ'ya dua ederdi.

Kafirlerin hataları büyük olduğu için onların hesabı ahirette büyük mahkemede görülecek ve büyük ceza yeri olan cehennemde hatalarının cezasını çekecekler. Müslümanların hataları küçük olduğu için bunlar cezalarını kısmen dünyada çekerler. O nedenle musibetler ekseriyetle Müslümanlara gelmektedir. Bu musibetlerde çektikleri sıkıntılar, onların günahlarına keffaret olmaktadır.

Allah Teala insana hakkında hayırlı olanı verir. Bazı zamanlar insan başına gelecek musibeti kaldıramaz ve sabredemeyip isyana yönelebilir. Bu bakımdan musibetin gelmesi hayır olduğu gibi gelmemesi de hayırdır.

29 Dinimizin tedavi olmakla ilgili hükümleri nelerdir? Haram şeylerle tedavi olmanın caiz olduğu yerler var mıdır?

Kişinin hayatını koruması ve ona zarar verecek şeylerden uzak durması farzdır.

İnsanın hastalandığı zaman tedavi olma hakkı, hatta görevi vardır. Çünkü beden bir emânettir. İbadetlerin ve diğer bir takım İslâmî emir ve yasakların eksiksiz yapılabilmesi bedenin sağlıklı olmasını gerektirir. Korunulmasına rağmen hastalık olursa mü'minin tedavi olması gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s);

"Ey Allah'ın kulları, tedavi olunuz." buyurmuştur (bk. Tirmizî, Tıbb, 2; Ebû Dâvud, Tıbb, 1, II; İbn Mâce, Tıbb, 1; Ahmed b. Hanbel, III/156, IV/278).

Tedavi olmanın kapsamına ilâç kullanmak, yarayı ameliyatla temizlemek girdiği gibi gerektiğinde kan nakli, bir uzvun kesilmesi ya da vücuttan ayrılması gereken bir uzvun çıkarılması gibi bütün tedavi yöntemleri girer. Doktor böyle bir operasyon sırasında hastanın, ihtiyaç kadar olan mahrem yerlerine bakabilir. Ancak kadınlar için hu konuda imkân ölçüsünde bayan doktor ve hemşirelerden yararlanılması asıldır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu konuda çeşitli uyarıları vardır.

Hz. Peygamber (asm)'e ashabı kiram;

"Ey Allah'ın elçisi, bizden birimiz tek başımıza bulunduğumuzda da mı örtünmeye dikkat edeceğiz?" diye sorunca, o şöyle cevap vermiştir:

"Şüphesiz Allah, kendisinden utanılmaya daha layıktır." (Buharî, Gasl, 20; Tirmizî, Edeb, 22, 39; İbn Mâce, Nikâh, 28).

Bir defasında Rasûlüllah (s.a.s) zekât develerinin bulunduğu yere gitmişti. Çobanın güneşte soyunmuş olduğunu görünce, onu görevden azletti ve şöyle buyurdu:

"Hayası olmayan kimse bizim işimizde çalışmasın." (es-Serahsî, el-Mebsut, X, 156)

Ancak özür sebebiyle erkeğin veya kadının avret yerine bakılmasında bir sakınca bulunmaz. Örneğin; sünnet için sünnetçinin erkeğin mahrem yerine bakması caiz olduğu gibi, hastalık halinde de bu caiz olur. Yine doğum sırasında ebe, kadının mahrem yerlerine bakar, zarûret halinde kadın doktor bulunmayınca erkek doktor da kadının tedavisinde bulunabilir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) doğum sırasında ebenin hazır bulunmasına ve gerektiğinde doğuma şahitlik yapmasına cevaz vermiştir. Bu durum bakmayı da kapsar (es-Serahsî, a.g.e., X, 156).

es-Serahsî (6. 490/1097), kadının erkek tarafından tedavi ve muayenesi konusunda şöyle der:

"Kadında çıkan bir çıbanı tedavi edecek bir kadın (doktor) bulamaz, başka bir kadına tedavi şeklini öğretmek de mümkün olmaz ve hasta kadının ölmesi veya bitkin hale gelmesi yahut dayanamayacağı bir acının meydana gelmesi söz konusu olursa, bu yaranın bulunduğu yer dışında kadının örtünmesinde, sonra onu bir erkeğin tedavi etmesinde bir sakınca yoktur. Bu erkek, gücünün yettiği ölçüde yaranın bulunduğu yer dışındaki kısımlardan gözünü sakınır. Çünkü bir cinsin diğer cinse bakması daha ağırdır. Burada zarûret halinin gerçekleşip gerçekleşmediğine bakılır. Bu ise ölüm tehlikesidir, böyle bir tehlike ortaya çıkınca da zarûret miktarından fazlası mübah olmaz." (es-Serahsî, a.g.e., X /157).

Haram Kılınmış Şeylerle Tedavî

Necis (pis) olsun veya olmasın yenmesi ve içilmesi haram kılınmış olan şeylerle tedavinin caiz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır.

Hanefilere göre şifa vereceği kesin olarak bilinen haramla tedavi caizdir, bilinmiyorsa mübah değildir. Büyük Hanefî fakihlerinden el-Kâsânî (ö. 587/1191) şöyle der:

"Dayanılmaz açlık sırasında murdar ölmüş hayvan eti yemek, susuzluk halinde şarap içmek ve boğazına takılan lokmayı gidermek nasıl caiz ise, şifa vereceği kesin olarak bilindiği takdirde haram yiyecek ve içeceklerle tedavi de bu şekilde caizdir. Ancak şifa konusunda kesinlik yoksa tedavi caiz olmaz. Diğer yandan Ebû Yûsuf, aslında haram olduğu halde deve sidiğinin tedavi amaciyle içilmesini mübah görmüştür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), iklim farkı nedeniyle hastalanan Urenîlere zekât develerinin sidiğini içerek tedavi olmalarını emir buyurmuştur (el-Kâsânî, a.g.e., I, 61). Ebû Hanife'ye göre ise, bu caiz değildir, çünkü şifa vereceği kesin olarak bilinmemektedir. O'na göre Ureniler hadisini şu şekilde anlamak mümkündür "Hz. Peygamber (s.a.s) o sidiğin, yalnız onların hâstalığına şifa vereceğini bilmiştir." (el-Kâsânî, a.g.e., I, 61-62).

Hanbelîlere göre, İslâm'da haram kılınmış yiyecek ve içeceklerle tedavi de caiz değildir. İbn Teymiyye; şarap, domuz eti ve benzerleriyle tedavinin caiz olup olmadığı sorusuna, şu cevabı vermiştir:

"Bunlarla tedavi caiz değildir." (İbn Teymiyye, Fetâvâ, Mısır, 1329, I, 270).

İbnü'l-Kayyim de aynı cevabı vermiştir (İbnü'l-Kayyim, Zâdü'l-Meâd, II, 114) İbnü'l-Arabî de, Sahnûn'un; "Şarap ve domuz eti ile tedavi olunmaz." sözünü naklettikten sonra, ayni görüşü benimsemiştir (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 59).

Dayandıkları delil sünnettir. Târık b. Süvey el-Cufî'den rivâyet edildiğine göre, Rasûlüllah (s.a.s)'den şarabı sormuş, o da yasaklamıştır, ya da üretilmesini çirkin görmüştür. Târık'ın: "Ben onu yalnız tedavi için üretiyorum." demesi üzerine de "O ilâç değil derttir." buyurmuştur (Dârimî, Eşribe, 6; Müslim, Eşribe, 12; Ebû Dâvud, Tıbb, II; Tirmizî, Tıbb, 8)

Ebu'd-Derdâ (r.a)'dan Rasûlüllah (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Allah Teâlâ hem derdi hem de ilâcı (deva) indirmiştir, her hastalık için bir ilâç yaratmıştır, tedavi olun, ancak tedavide haramı kullanmayın." (bk. Mâlik, Muvatta', Ayn, 12; Ahmed b. Hanbel, Müsned I,13, 446, III, 156).

İbn Mes'ûd (r.anhümâ)'dan şöyle dediği nakledilmiştir: "Âllah şifanızı haram kıldığı şeylerde yaratmamıştır" (eş-Şevkanî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 203). Başka bir hadiste de Allah elçisi pis ilâcı yasaklamış ve şöyle buyurmuştur:

"Âllah Teâlâ ümmetimin şifasını, onlara haram kıldığı şeylerde yaratmamıştır." (bk. Ebu Dâvud, Tıbb, II; Tirmizî, Tıbb, 7; İbn Mâce, Tıbb, II, Ahmed b. Hanbel, II, 305, 446, 478; eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 203; İbn Teymiyye, I, 270).

Bu görüşte olanlara göre, dara düşen kişi için açlığı ve susuzluğu giderecek haramdan başka bir şey bulunmadığı zaman, çare tek olmaktadır, bu da haramı zarûret yüzünden yemek veya içmekten ibarettir. Hastalıkların tedavisinde ise ilâç bu haramdan ibaret değildir. Çoğunlukla tedaviye alternatifli ilaçlar ya da tedavi yöntemleri vardır. Bu yüzden açlıkla hastalık aynı nitelikte değildir. Çünkü açlığın haramı yemekle giderilebileceği kesindir, hastalığın ilaçla iyileşmesi ise bu derece kesin olarak önceden bilinmemektedir. Diğer yandan açlıktan öleceğini anlayan kişinin haramı yemesi farz olur, hastalık halinde tedavi olmanın farz oluşu ise ihtilaflıdır. Çünkü sahabe ve tabiîlerden birçok kimse tedavi olmamış ve hiçbir bilgin bunları kınamamıştır. (İbn Teymiyye, Fetâvâ, I, 259-260, 268-270).

Zâhirîlere göre haram şeyle tedavi olmak caizdir. Zâhirî bilgini İbn Hazm şöyle der:

"Şarap, darda kalıp zarûret haline düşen için mübah olur. Susuzluğu gidermek, tedavi olmak veya boğulmayı önlemek için şarap içene ceza gerekmez." (Mu'cemü'l-Fıkhı İbn Hazm, Te'lif, komisyon, Dimaşk Üniversitesi).

İbn Hazm'ın dayandığı delil şudur:

"Sidiği yemek ve içmek normal zamanda haramdır, fakat tedavi ve benzeri zarûret durumunda haram değildir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s) Urenîlere hastalıklarının tedavisi için deve sidiğini mübah kılmıştır." (Mu'cemü'l-Fıkhı İbn Hazm, I, 353; el-Kâsânî, a.g.e., I, 61).

İbn Hazm, haram tedaviyi caiz görmeyenlerin dayandığı hadislerin kritiğini yaparak bir bölümünü zayıf bulmuş, bir bölümünü ise şöyle te'vil etmiştir:

"Zarûret halinde tedavi amaciyle haram kılınmış şeyleri içmek mübahtır. Bunlar mübah olunca, tedavide kullanılması yasaklanmış "pis ilaçlar" sınıfına girmemelidir, bu yüzden bunlara "pis" denemez." (bk. Ebû Dâvud Tıbb, II; Tirmizî, Tıbb, 7; İbn Mâce, Tıbb, II; Ahmed b. Hanbel, II, 305, 446, 478; Mu'cemü'l-Fıkh, I, 353).

Sonuç olarak haramla tedavi konusunda orta yol Hanefîlerin görüşüdür. Eğer hastalığı meşru gıda, yiyecek, içecek ve ilaçlarla tedavi mümkün olursa bu yola gidilir. Eğer tedavinin haram bir yiyecek, içecek veya ilaçla tedavi edilebileceği tecrübelerle biliniyorsa, böyle bir ilâç ameliyat ve operasyonla tedavi yoluna gidilebilir. Burada "Zarûretler sakıncalı olan şeyleri mubah kılar." kuralına uyulmuş olur. Çünkü hastalık da ağırlık durumuna göre zarûret kapsamına girer.

Sarhoşluk Veren Maddenin İlaca Karıştırılması

Bazı ilâçlara alkol veya başka sarhoşluk veren maddeler karıştırılmakta ve tedavi için bunlar doktor tarafından hastaya tavsiye edilmektedir. Bu konuda önce ilâcın alkolsüz olan alternatifi varsa Müslüman hasta için bunun tercih edilmesi gerekir. Alternatifi yoksa ve şifa vereceği veya hastayı rahatlatacağı kesin olursa, hastaya böyle ilaç kullanmak mübah olur. Günümüzde pek çok depresyon ve nörolojik vak'alarda kullanılan ilaçların çoğunda müsekkin maddesi bulunmaktadır. Hastanın sinir sistemi teskin edilerek, acı duyması önlenmekte, uykusuzluğu giderilmekte ve ameliyatlarda heyecan ve panik hali en aza indirilmektedir.

İlaçlarda kullanılan müsekkin maddesi bazı istihaleler geçirerek değişime uğrarsa aslında bulunan "necis (pis)" olma niteliği de değişebilir. Büyük Hanefî hukukçusu el-Kâsânî (ö. 587/1191) Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî'nin (ö. 189/805)'nin bu konudaki görüşünü açıklarken şöyle der:

"İmam Muhammed'e göre necaset zamanın geçmesiyle başkalaşır ve özellikleri nitelik değiştirirse başka bir şey olur ve temiz hale gelir... Necâset istihale geçirip nitelikleri ve anlamı değişince pis olmaktan çıkar. Çünkü necâset sözcüğü bir şeye, belirli bir niteliğinden dolayı ad olarak verilmiştir. Vasıf değişince ad da değişir ve sirkeye dönüşen şarap gibi olur." (el-Kâsânî, el-Bedâyi'l, 85)

Mâlikîlerden İbnü'l-Arabî şöyle der:

"Bir kimse murdar hayvanla tedaviye muhtaç olursa, ya olduğu gibi kullanır veya yaktıktan sonra kullanır. Eğer yakmak suretiyle değişikliğe uğrarsa onun tedavide kullanmak ve üzerinde bulunduğu halde namaz kılmak caizdir." (İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 59).

Hanbelîlerden İbn Teymiyye de bu konuda şöyle der:

"Murdar hayvan, kan, domuz eti ve benzerlerinden Allah Teâlâ'nın haram kıldığı pis maddeler suya veya başka bir sıvıya düşüp karıştığı, parçalanıp vasıf ve eseri kalmadığı takdirde, artık orada ne murdar hayvan, ne de kan, ne de domuz eti vardır. Şarap da akıcı bir maddeye karışıp kaybolduğu ve (duyu organlarıyla algılanabilen) bir niteliği kalmadığı takdirde, o maddeyi içen şarap içmiş değildir." (İbn Teymiyye, Fetâvâ, I, 20).

Sonuç olarak; yenilmesi ve içilmesi haram olan bir maddeden az bir miktarı eriyip kaybolacak, rengi, tadı veya kokusu yahut kendisine ait etkisi kalmayacak şekilde bir ilâca karıştırılmış olursa; erime, veya pişme yoluyla başka şeye dönüşen necâsete kıyas edilerek, haram olma vasıfları kalkar ve ilâç olarak kullanılmalar da caiz olur. (Detaylı bilgi için bk. Abdülkerim Zeydan, İslâm Hukukunda Zarfiret Hali, Terceme, H. Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1982, I, 312 vd)

İlave bilgi için tıklayınız:

ZARURET...

30 Bu dünyada uğranılan haksızlıklara; bu dünyada mı mücadele edilmeli ve nereye kadar mücadele edilmeli?

İnsan başkasına haksızlık yapmaktan sakınacağı gibi, başkalarını haksızlık yapmaktan da alıkoymağa çalışmalıdır. Bu bir görevdir. Şu var ki, kendimize yahut bir başkasına yapılan haksızlığı giderme konusunda bazı İslamî ölçüler vardır. Bunlara uyulması gerekir.

Mesela, bir kötülük, bir haksızlık görüldüğünde onun el ile, olmazsa dil ile önlenmesi, o da olmazsa kalben o işe karşı olmakla mukabele edilmesi Peygamberimiz (asm)'in bir emridir. Bu hadis-i şerifi yetkili alimlerimiz şöyle açıklamışlardır:

Münkeri yani kötülüğü el ile men etmek devletin ve diğer yetkililerin vazifesidir. Dil ile men etmek ise alimlerin, bu konuda bilgi sahibi olan kişilerin vazifesidir. Elinde bir yetki olmayan, o kötülüğü dil ile önleyecek ilim gücünden de mahrum bulunan kimseler ise, kalpleriyle buğz edecekler, yani o kötülüğe iç alemlerinde karşı çıkacaklardır.

Buna göre, bir haksızlığa maruz kalındığında, onun izalesi için yetkili makamlara müracaat etmek, o kötülüğü önleme gücüne sahip kişiler varsa onların devreye girmesini sağlamak gerekir. Bütün bunların bir sonuç vermediği hallerde ise, kişinin o hakkını alması mahşer meydanındaki büyük hesap gününe kalmış demektir.

Hakkını helal etme meselesine gelince, bu bir fazilettir; kişi kendi hukukuna karşı yapılan tecavüzleri dilerse affedebilir. Mümin kardeşinden gördüğü bir kötülüğe karşı, misliyle yahut daha fazlasıyla mukabele etmeyip af yolunu tutanlar, bunun büyük ücretini ahirette mutlaka görürler. Ancak haklarını isteme hakları da saklıdır. Tercih, kişinin kendisine kalmıştır.

İşveren işçiye haksızlık ettiği için, işçi de işverene karşı haksızlık yapamaz. İşçi, hakkını almak için hak yolları kullanması gerekir.

31 Zulmün Doğurduğu Soru: Ne Yapabiliriz?

Sızlayan her vicdan, düşünen her akıl, yaralanan her kalp ve yaşaran her göz soruyor; “Ne yapabiliriz?” diye. 

Her ne isim altında olursa olsun her türlü zulmün, inanan insanların iç alemlerine bütün ağırlığıyla yerleştirdiği dehşetli bir sorudur bu.

Haklı öfkesini söndürmek için silaha sarılmak ve cepheye koşmak isteyenlerin karşısına bir başka soru çıkıyor:

- Bombalara karşı sapan taşlarıyla, tanklara karşı sopalarla nasıl karşı koyabiliriz?

Coşan hamiyet duygusu bu haklı soruyu düşünmek bile istemiyor ve “Olsun, yine de bir şeyler yapmamız lazım.” diyor.

Biz de aynı kanaatteyiz. Bir şeyler yapmamız lazım; ama çok düşünerek ve ileriye dönük planlar yaparak bir şeyler yapmamız lazım, hatta çok şeyler yapmamız lazım. 

Maziyi irdelemenin ve yarayı kaşımanın bir fayda sağlamayacağını biliyoruz. Şu var ki, hastalığa doğru teşhis koymadan da tedavinin mümkün olmayacağı inancındayız.

Akıl için yol birdir: Bombaya daha güçlü bombalarla, tanka daha donanımlı ve modern tanklarla karşı koyacak seviyeye gelmek. Biz bu uzun yola girmedikçe harbi uzatmaktan, zulmü her geçen gün daha da artırmaktan ve yeni beldelere sıçratmaktan öte bir şey yapmış olmayız.

Bize bu hamiyetli insanların ölmesi değil, belli bir hedefe doğru büyük bir himmet ve gayretle yılmadan yürümeleri lazım. Ölümün bir şey halledeceğine inansak elbette en önce yapılması gereken “canı feda etmek”tir. Ama bu feda, cephemizi zayıflatmaktan öte bir işe yaramayacaksa, bunu çare olarak görmemiz mümkün değil.

İleri hedeflerimizi iyi tayin etmeli ve bugün için de yapılması gereken her türlü maddî yardımı yapmakta gecikmemeliyiz. Haneleri viran olan, yakınlarını kaybedip ortada kalan, hastalıktan inleyen, çaresizlik içinde kıvranan mazlumlara her türlü mali yardımı yapmak, gıda ve ilaç sevkıyatına gecikmeden başlamak hem iman kardeşliğimizin hem de insanlığımızın bize yüklediği bir mükellefiyettir.

Şimdi hastalığın teşhisi için halimize kısaca bir göz atarak konuya devam edelim:

Şu anda Müslüman Dünyasının özellikle de Arap Âleminin sermayesi Hristiyan bankalarında faize yatırılmış değil mi? Darülharp olan ülkelerden faiz almanın caiz olduğunu biliyoruz. Ama burada aldandığımız çok önemli bir nokta var, o da şu: O ülkelerde yaşayan işçiler gibi, paramızı onların bankalarına yatırmaya mecbur isek, paramızın faizini almamamız onlara bir bakıma yardım hesabına geçeceği için faiz almamız gerekiyor. Ama böyle bir mecburiyet olmadan sırf kâr gayesiyle yabancı bankalara para yatırmak kesinlikle doğru değil. Çünkü paramıza, mesela, on lira faiz veriyorlarsa bundan otuz lira kadar kazanç elde ediyorlar; bizim paramızla besleniyor, bizim paramızla silahlanıyor ve bizim paramızla bizi vuruyorlar. Bu kadar basit bir muhakemeyi Müslüman Dünyasının petrol ağaları ve kraliyet mensupları yapamıyorlarsa, İsrail’den önce onları uyarmak ve ikaz etmek durumundayız.

Komşusu aç iken kendi tok olan bizden değildir.”(İbni Ebî Şeybe, Kitabü'l-İman, s. 33.)

diyen bir Peygamber (asm)'in ümmeti olarak, komşumuz olan İslam ülkeleri yahudi zulmü altında inlerken biz batı ülkelerinde tatil sarayları yaptırıyor, hamamlarımıza altın burmalardan sular akıtıyorsak, önce kendimizi hesaba çekmeli ve kendimize gelmeliyiz.

Putlara insanları kurban etmenin ne kadar saçma olduğunu her insan bilir. Ama bir kişi buna iman etmişse bu zulmü seve seve yapar. Yahudilerin kafalarında bir inanç putu vardır. Onlar dünyada yaşama hakkına sahip tek ırkın Yahudiler olduğuna inanır, diğer milletlere köle nazarıyla bakar, hatta onları öldürmeyi sevap sayarlar. Kafası bu derece katılaşmış, kalbi bu kadar kararmış insanlardan insaf ve merhamet beklememiz mümkün değil. Tek yol, onlara yenilmeyecek kadar güçlenmekten geçiyor.

Orta Doğu'da Yahudiye “Dur!..” diyecek bir süper gücün yahut güçlerin teşekkül etmesi herkes için hayatî bir zaruret haline gelmiştir. Bu gücün öncelikle Arap âleminde ve Arap birliğinde tahakkuk etmesi beklenir. Faize yatırılan sermayelerin yönü vakit kaybedilmeden bu ülkelerin kalkınmasına çevrilmeli, sefalet ve işsizliğe son verilmeli, komşu ülkeler arasındaki gelir uçurumu mümkün olduğu kadar kapatılmaya çalışılmalı, bunun yanında düşmana karşı da en az onlar kadar güçlü olunmalı ve tecavüzlerine böylece set çekilmelidir. Temel hedef; savaşmak değil barış içinde yaşamak ve Müslümanların da ileri ülkelerdeki hayat seviyesini yakalamaları için gayret göstermek olmalıdır.

Bu vazife yukarıda da belirttiğimiz gibi, öncelikle Arap ülkelerine düşer. Şu var ki, onlar artık isteseler de sermayelerinin tümünü batı bankalarından çekemezler. Bunun yeni bir harbin başlangıcı olacağını iyi bilirler ve bu harbe de hiç hazırlıklı olmadıklarının farkındadırlar. Ama hiç olmazsa bundan sonrası için akıllıca bir plan çizmek ve kalkınma yolunda hızlı yürümek zorundadırlar.

Biz bütün kalbimizle bunu beklemekteyiz. Arap âlemi süper güç olma yoluna girmezlerse, bu konuda büyük ilerlemeler kaydetmiş olan Türkiye ile çok daha sıkı bir işbirliğine girmelidirler. Türkiye’de yatırım yapmalı, onunla ticari yönden bütünleşmeli ve iktisadi yönden büyük bir ortak güç sergilemelidirler.

Bu yol uzundur, ama tek çıkar yoldur.

Çalışmadan başarmak, ekmeden biçmek Allah’ın âdetullah denilen ilahi kanunlarına göre mümkün değildir. Bu gayretlerimiz fiilî bir dua olacaktır ve bu duanın kabulüyle, inşallah, ümidimizin çok fevkinde bir başarıyı yakalamamız mümkün olabilecektir.

Sulh / barış mutlak manada hayırdır. İslam’ı bütün müesseseleriyle yaşamamız, ilim tahsil etmemiz, ticaret yapmamız, zengin olup zekât vermemiz, başka dinden olanlara İslam’ı tebliğ etmemiz, ancak sulh ortamında gerçekleşecek hayırlı neticelerdir. Bununla birlikte harbe mecbur kaldığımız takdirde de bunu yine İslam’ın koyduğu esaslara uygun olarak yapmamız üzerimize bir vecibe olur.

İslam’da harp hukuku çok önemlidir. Düşmanın çoluk çocuğuna, hayvanlarına, ekinlerine, harbe iştirak etmeyip ibadetiyle meşgul olan din adamlarına zarar vermek yasaklanmıştır. Bunlara uymayan kimse zalim olur, onların zulmünü hoş görmek de zulme iştirak etmek manasına gelir. Bu noktada kalbimizi kontrol altında tutmaya azamî derecede dikkat etmek durumundayız.

“Dünya ahiretin tarlasıdır.”(bk. el-Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn IV/19; es-Sehâvî, el-Makâsıdü’l-Hasene s.497; Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-Merfûa s.205; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ I/495)

Düşmanlarımız zulümleriyle bu tarladan kendileri için ebedî bir cehennem mahsulü alıyorlar ve sonunda kendilerini kabir âlemiyle başlayacak bir ceza silsilesinin içinde bulacaklar. Biz de İslam’ın harp hukukuna aykırı hareket etmekle, kendimiz için günah ve azap devşirmekten hassasiyetle kaçınmak durumundayız. Hissiyatımız aklımıza galip gelerek bizi istikamet yolundan saptırmamalı, kalbimiz nefsimize galip gelmelidir. Bu da hamiyetli insanlar için çetin bir imtihandır.

Burada dinimizin bize öğrettiği çok önemli bir gerçeği de vurgulamak isteriz:

Allah’ın birçok isimlerinin tecellileri umumîdir ve bazı şartlara bağlanmıştır. Bu şartlara kim riayet ederse o tecellilerden nasiplenir. Hakîm ismine uygun hareket ederek işlerini hikmetle icra eden kimse bunun karşılığını “başarı” olarak alır.

Şafi isminin tecellisi de yine bir takım şarlara bağlıdır. Bu dünyada her derdin devası vardır. O devayı kim bulur ve istimal ederse şifaya o mazhar olur. Burada da mümin-kâfir farkı gözetilmez.

Allah Resulü (asm), "rızkın onda dokuzunun ticarette olduğunu" haber verirler. Ticarette başarılı olmanın değişmez kuralları vardır. Bunlara kim riayet ederse o başarıya ulaşır, bunda da yine din-mezhep farkı gözetilmez.

Son olarak konunun çok önemli bir yönüne de kısaca işaret edelim:

“Allah Ganiyy-i Mutlak ve Müstağni-yi alelıtlak”tır. Yani, hiçbir şeye hiçbir surette ihtiyacı yoktur. Müslümanların çalışıp yeryüzünde galip gelmelerinden razı olur, fakat bu başarıya Onun hiç mi hiç ihtiyacı yoktur. Mahlûkat âleminden bir misal vermek gerekirse, gözlerin görmesine güneşin değil insanların ihtiyacı vardır. Bütün insanlar gözlerini kapasalar güneş bundan zerre kadar zarar görmez ve müteessir olmaz. Hepsi gözlerini açsalar ve görme nimetine kavuşsalar, güneşin ışığında bir artma olacağı düşünülemez. Her iki hâlde de kazanan ve kaybeden ancak insandır.

İman da kalp gözünün açılmasıdır. İnsanların imana gelmeleri ve iman nurundan istifade etmeleri onlar için büyük bir kazançtır, Cenab-ı Hakk'ın buna ihtiyacı yok, ancak rızası vardır. Bu nokta çok iyi bilinmeli ve İslam âleminin düştüğü perişanlıktan kurtulması için gereken her türlü gayret en ince teferruatına kadar gösterilmelidir. Biz bunu yapmadığımız sürece Allah’ın rahmetini ve inayetini beklememiz, kuru kumdan meyve beklememize benzer.

Canavarlara rahmet okutan İsrail zulümleri Allah Resulünün (a.s.m) Yahudilerin akıbeti hakkında verdiği haberin gerçekleşmesini hızlandırıyor. İstanbul’un fetih müjdesi gibi dünyadaki Yahudi varlığının sona ermesi müjdesi de şüphesiz tahakkuk edecektir. Şu var ki, bu işi ebabil kuşları değil Yahudilerden daha güçlü ordular gerçekleştirecektir.

Sonuç olarak, bu zulüm ateşi karşısında bize düşen görevleri iki maddede özetleyebiliriz:

1. “Allah hiçbir nefse gücünün yetmediği yükü yüklemez.” âyetinden aldığımız dersle, gücümüzün neye yettiğini iyi tespit etmeli, mazlumlara yapmamız gereken her türlü yardımı eksiksiz yapmaya çalışmalıyız.

2. Bu yardımların geçici bir tedbir olduğunu bilip, gerçek tedbirin “düşman karşısında ondan daha güçlü olmaktan geçtiğinin” şuuru içinde tembelliği, meskeneti, eğlence ve sefahati, israfı, gayri müslimleri kendi sermayemizle besleme gafletini terk ederek kalkınmamıza hız kazandırmalıyız. Sadece zengin olmak için değil güçlü olmak, zalimlere “dur” demek ve mazlumları kurtarmak için bütün gücümüzle çalışmalıyız.

Bu iki noktada bütün Müslümanları gayrete davet ediyor ve başarılı olmamızı Cenab-ı Hakk'tan niyaz ediyoruz.

32 Cenâb-ı Hak bu âlemi kendisini tanıtmak için yarattığına göre, bu dünya hayatında hiç hastalık ve musibet olmasaydı, Allah'ı tanımamız yine gerçekleşmez miydi?

Bir hadis-i kutsîde şöyle buyruluyor:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) ve kâinatı yarattım.” (Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132)

Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise on binlerce seneyle. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kutsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah’ı bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, Ona isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kutsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.

“...Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tespih ve ona hamd etmesin...” (İsra, 17/44)

mealindeki âyet-i kerimede geçen “şey” tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey Onu tespih eder ve Ona medih ve senada bulunur.

Cenab-ı Hak, bütün bu tesbih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: İşte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak, topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, “Siz benim bildiklerimi bilemezsiniz.” buyrulmuştu.

İmtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah’a ibadet için yaratılmışlardı.

“Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)

Âyette geçen “ibadet” kelimesine bir çok tefsir âliminin “marifet” mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah’ı tanımak, varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.

Bu mümtaz mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk’ın hem cemal hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.

Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya bulunur. Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.

İmtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileridir. Bunlarla insan, sabır, tevekkül, teslim, rıza imtihanına tabi tutulur. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazladır.

Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar. Nur Külliyat'ından konumuza ışık tutacak cümle:

Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olsun.” (bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.

Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müspet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor.

Konunun çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah’ı tanıma denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.

Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar’dır da. İzzeti tattıran da Odur zilleti çektiren de. Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah’ı hem celal hem de cemal sıfatlarıyla tanımak durumundadır. Ahirette ise, yollar ayrılacak. İnsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına mükâfat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azamî ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle karşılaşacaklar.

Böylece, ahiret yurdunda, Allah’ın hem cemalî hem de celalî isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak.

33 Sakatlık, hastalık, bela ve musibetlerde ne gibi hikmetler var?

Yaradılışımızın icabı olarak, her kişi kendisinde noksan olan şeyin hasretini duymaktadır. Bunun yanında her şeyi tamam olan insan, sahip olduklarının kadrini bilmiyor ve çok kere (sanki bir mirasyedi gibi) onların farkında bile olamıyor. Konunun şu misal ile açıklanmasında isabet vardır: 

Bir çocuk, ayakkabısı olmadığı için ağlayıp dururken, birden bire gözüne iki ayağı bulunmayan sakat bir çocuk ilişiyor. Dehşete kapılmış durumdadır, göz yaşlarını silip "Yârab, sana şükürler olsun ki, benim ayaklarım var; meğer ben ne kadar şanslıymışım, beni affet Allah'ım!.." diye, yalvarıp huzura kavuşuyor.

O halde insan, haline şükredici olmalıdır. Kendisinde mevcut olanları iyi tanımalı ve onların kıymetini takdir etmelidir.

Özetlersek: Yoklukta kendimizden aşağı olanlara bakıp müteselli olmalı. Varlıkta ve ilimde bizden üstün olanlara bakıp onlara yetişebilmek için gayret göstermeliyiz.

İnsanoğlu bu dünyada daima adalet aramıştır. Öncelikle bilmek lâzımdır ki, dünyada asla hakiki adalet yoktur. Mutlak adalet, kıyamet gününde ortaya çıkacaktır. Dünya bir eğitim ve imtihan meydanıdır. Burada aklımızın ermediği, duygu ve hassalarımızın fark edemediği çok karışık mes'eleler vardır. Bazı misaller verelim.

Işıklar âlemi içinde görünür ışınların yeri, sadece % 4 kadar bir yer işgal eder. Diğerleri: Alfa, Beta, Gamma, Radyo, Televizyon, IKS, Ultrason, Infraruj, Ultraviole, Mion, Laser, Radar ve diğer kozmik ışınlardan ibaret, görünmeyen tabiattadırlar. O halde % 96'lık göremediğimizin yanında sadece % 4'lük görüş alanımız vardır. Dolayısıyla istatistikî yönden bizim görüyoruz zannettiklerimiz bile şüpheli mevkide kalıyorlar. Yani biz çok az şeyi görebiliyoruz.

Dokunmak hissimizi ele alırsak, gözlerimizin göremediği nice küçük varlıkları ve uzaktaki galaksiler ve seyyareler gibi nice büyük yaratıkları temas ederek tanımamız mümkün değildir. Diğer hislerimizin güçleri de hemen hemen bu misallerdeki gibi zayıftır ve her şeyi anlamamıza yetmez.

Ancak, hislerimizin üstünde "Akıl" dediğimiz en kıymetli bir varlığımız mevcut. Bir çok noksan yanlarımızı onunla tamamlamak mecburiyetindeyiz. Nitekim aklımız sayesinde bir çok cihazlar imal edilmiş ve bazı meçhullerin bilinmesi veya farkedilmesi mümkün hale gelmiştir. Lâkin meçhullerin sayıları az değil ki...

Yine akıl sayesinde, dünyada görülen bazı muvazenesizliklerin sebeplerini inceleyebiliriz. Meselâ: Doğuştan uzvu noksan yaratılmış olan bir yavru üzerinde düşünelim.

Bazılarımızın zannettiği gibi böyle bir doğuş, asla "Allah'ın adaletsizliği" değildir. Bu tabloda aklını çalıştıran insan için büyük ibretler vardır. Nasıl ki, vatan kurtulsun diye nice insanlar canlarını feda ederler ve diğerleri o vatan toprakları üzerinde şehid ve gazilerinin sayesinde yaşamağa devam edebilirler...

Allah'ın mülkü olan bu dünyada, Cenâb-ı Hak insan neslinin devamını ve huzurlu olmasını ister. O sebeple diğer insanların hallerine şükretmeleri ve hallerinden memnun olmaları takdir olunmuştur. Genelde kendisi sağlam olan kişi, herkesin aynı şekilde bulunduğunu zannedecektir. Noksansız bir vücudun ancak bir lütuf olduğunu farkedebilmek, ancak sakat kişileri görmekle mümkün hale gelebilir. İşte bu yüzden bizim nazarımızda birer zavallı gibi kabul edilen sakatların, insanlık âleminin selâmet yolunu bulabilmesinde büyük hizmetleri vardır. Dolayısıyla onların, Allah katında birer şehid ve gazi kadar mübarek kişiler oldukları kanaatındayım. Ancak, insanoğlu buna benzeyen daha bir çok hikmetleri anlamaktan uzaktır. Bizzat sakatların ve hastaların, Cenab-ı Hakk'ın bu takdirinden haberleri bile olmayabilir.

O halde tekrar edersek: Dünyaya noksanlıkla doğanlar veya sonradan sakatlananların durumlarında adaletsizlik yoktur. Ortada sadece çok anlamlı hizmetler ve derin hikmetler mevcuttur. Bir tarafdan diğer insanların onları görerek, hallerine şükretmeleri ve gönül huzuruna kavuşmaları murat edilmiştir. Diğer taraftan alkol, sigara, uyuşturucu maddeler, zararlı ışınlara maruz kalış, hastalıklar ve sair zararlı şeylerden ve tehlikelerden korunulmasının gerektiği, aksi halde o kişilerin kazanacağı yavruların bunlar gibi sakat olacağı (insanın gözüne sivri kalem batırılmışcasına) hikmet olarak anlatılmak istenmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın bu lütuflarına rağmen günden güne iz'ansız, ferasetsiz, hissiz, şükürden uzak ve bencil özellikteki kişilerin sayıları artmakta ve sakat gençlerin sayıları da o nisbette çoğalmaktadır.

Keza gayrimeşru evlât edinmeler, boşanmalar, üveylikler, aile geçimsizlikleri gibi Cenab-ı Hakk'ın emirlerine uymayan bütün hareketlerin, netice olarak gençlik problemlerini arttırdığı herkesce biliniyor. Fakat insan, dünyadaki bu harikulâde ibret tabloları karşısında hissiz ve bir nevi kör hali ile hâlâ gönül huzuru ve saadet arıyorsa, elbette bulamıyacaktır. Genç nesil, hatalı ana ve babaların yanlışlarını görüp hiç olmazsa kendileri doğru istikamete yönelmezlerse, insanlığın gelecek nesilleri için çok daha karamsar olmak icap eder.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak ...

34 Adağı yerine getirmeyenin başına belalar gelir mi? Adak hakkında bilgi verir misiniz?

Adağı yerine getirmenin süresi yoktur. Hayatınızın sonuna kadar bu borcu yerine getirebilirsiniz. Bu sebeple başınıza gelen bela ve musibetleri, adağınızı yerine getirmemeye bağlamak doğru değildir. Bu yanlış düşünceye ehemmiyet vermeyin.

Bela ve sıkıntılara karşı sadaka vermek, ibadetlerden taviz vermemek, günahlardan uzak durmak gerekir.

İlave bilgi için tıklayınız:

ADAK (Nezir)

35 Bela, musibet ve hastalıkları kendi hakkımızda hayra çevirebilir miyiz, nasıl?

Hasatlıklara sabredip isyan etmemek ibadettir. Mükafatı büyüktür.

Hastalıklar, sabırlı bir kul için ayrı bir ibadet çeşidi.

“İbadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur.” ( Bediüzzaman, Lem’alar)

Ahiret yolcusu olan insanı, bu ikinci tip ibadetlerden mahrum bırakan bir telakki, ancak onun cennetteki derecesinin noksan kalmasını netice verir.

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve mahlûkatı yarattım.”

hadis-i kutsisini okuyanların büyük çoğunluğu nazarlarını hemen şu dünyaya çevirirler; ahireti pek hatırlamazlar. Bu noksan telakki ve bu eksik değerlendirmenin kaynağı da Cenab-ı Hakk’ın zamandan münezzeh olduğundan gaflet etmeleridir. Halbuki, bu kudsî hadis sadece bu kısa dünya hayatına bakmıyor. Bu mânâ, kemaliyle, ahirette tahakkuk edecektir ve miraç mucizesi, bunun müjdecisidir. O Yüce Peygamber (a.s.m.), O Şanlı Nebi (a.s.m.), bu mucize ile bütün sema tabakalarını gezmiş, cennet ve cehennemi müşahede etmiş, bu celal ve cemal sahnelerinin ardından, bu tecellilerin sahibine muhatap olma ve Onun mukaddes cemalini görme şerefine ermiştir.

Ve Nur Külliyatı'nda Miraç için, “velayet-i Ahmediyenin keramet-i kübrası” tabiri kullanılır. Bilindiği gibi Allah Resulünün (a.s.m.) iki veçhesi vardır: Kulluğu ve peygamberliği Kulluk cihetiyle Rabbine en ileri mânâda iman ve ibadet eder. O’nu en fazla sever ve O’ndan en çok korkar. Farz ibadetlerin birkaç katı kadar da nafile ibadetlerde bulunur. Kulu Rabbine fazla yaklaştıran secde nimetinden, azamî ölçüde istifade eder.

Allah Resûlünün (a.s.m.) en mükemmel mânâda gerçekleştirdiği kulluk vazifelerinden biri de sabırdır. O (a.s.m.), sabır imtihanını da hicretlerle, harplerle, nice musibet ve sıkıntılarla en ilere mânâda kazanmıştır. İfadeye dökmekten aciz olduğumuz, böyle nice ulvî ve kutsî ibadetler, Onu (a.s.m.) miraç mucizesiyle tanıştırır.

Namaz da müminin miracıdır. Musibet ve hastalıklar ise bir başka terakki merdivenidir. Bir ömür boyu böyle değişik tecellilerle farklı imtihanlar geçiren insanlar, bu kısa dünya hayatının ardından ebediyet yurduna göç edecekler. Bu gölgelerin asıllarına kavuşacak, marifet ve muhabbet nimetini de kemaliyle orada bulacak ve tadacaklar.

Kısacası: Musibetsiz ve hastalıksız bir ömür farz etmek, dünya imtihanını ve bu imtihanın neticeleri olan cennet ve cehennemi de yok saymak olur. Bu ise gölgede boğulup ve onunla yetinip, asıldan gaflet etmek demektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hastalık ve sıkıntılar için okunacak dua ve sabır

36 Bela ve musibet kelimeleri arasındaki fark nedir?

Bela kelimesinin sözlük anlamı imtihandır. Musibet ise, isabet eden, başa gelen demektir.

Terim olarak BELA, insanların test edilmek üzere tabi tutulduğu imtihanın adıdır. MUSİBET ise, bu imtihanın içerisinde yer alan sıkıntıdır.

BELA imtihanın adıdır, MUSİBET imtihanın malzemesini teşkil eden sorulardır. Yani, bela zarf, musibet mazruftur. Diğer bir ifadeyle, bela bir laboratuardır, musibet ise hastalığın teşhisi için yapılması gereken kan tahlilidir.

Bu açıdan denilebilir ki, her musibet bir beladır, fakat her bela musibet değildir. Nitekim Kur’an’da bela kelimesi güzel imtihan anlamında da kullanılmıştır:

(Bedir savaşında) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir.” (Enfal, 8/17)

Bela, teklife tabi tutma, deneme ve imtihan etme, ihtibar, demektir. (el-Müfredât, s. 61) Büyük zatlar en büyük belalarla imtihan edilmiş, bu imtihanlarda başarılı olmuşlardır. İmtihanın büyüklüğü nisbetinde, elde edilecek derecenin büyüyeceği de açıktır. Çünkü en büyük belalara maruz olanlar önce peygamberler, sonra da fazilette onları takib edenlerdir. Rasulüllah (sav) bir hadis-i şeriflerinde:

“İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler peygamberlerdir. Sonra sırasıyla (rütbeleri) onları takib edenler, sonra onları takip edenlerdir. Kişi dinine göre müptela kılınır (imtihana çekilir). Eğer dininde salabetli ise imtihanı (göreceği bela ve musibet) ağır olur. Eğer dininde gevşek ise o oranda imtihan edilir. Bela o kimseyi devamlı takib eder. Nihayet onu bırakıncaya kadar. Böylece kul, yeryüzünde hatası olmadığı halde yürür.” (Râmûzu’l-Ehâdîs, s. 71, 983. hadis. Ahmed b. Hanbel, Buharî, Tirmizî, İbn-i Hıbban, Müstedrekten. bk. İbn-i Mâce II, 1321, 1331, 1335)

Bu ve benzeri hadisler peygamberlerin ve onlarla beraber o belaları göğüsleyen arkadaşları sahabelerin ne büyük imtihandan geçtiklerini göstermektedir. Rasulüllah (sav) son peygamber ve Kainatın Seyyidi olduğuna göre imtihanı en büyük olan peygamberdir. Sahabeleri de onunla birlikte çilelere ve bu büyük imtihanda derecelerine göre hisselere sahiptirler. Bu hususta pek çok benzer hadis-i şerif bulmak mümkündür. (bk. Râmûz, 935, 1076, 1150, 1152, 1233, 1430, 1443, 1583, 606, 1637, 1643, 3665, 5796)

Bir Müslümanın başına gelen her sıkıntı, onun hakkında mutlaka hayırdır: Ya geçmiş günahlarını siler, ya gelecek bela ve musibetlere engel olur, ya ilahi bir ikaz ve uyarıdır, ya da manevi makamının daha da artması için bir denemedir.

İlave bilgiler için tıklayınız:

Cenâb-ı Hak bu âlemi kendisini tanıtmak için yarattığına göre, bu dünya hayatında hiç hastalık ve musibet olmasaydı...

Musibetlerin Allah’ın kahrının tecellisi olduğu söyleniyor. Her musibet için bunu söylemek mümkün müdür?

MUSİBET.

37 Dinimize göre; küfür devam eder ama zulüm devam etmez, diye biliriz. Filistin neredeyse, yüz yılı aşkın süredir zalimin elinde inim inim inliyor. Bunun sebebi nedir?

Birincisi: “Küfür devam eder, zülüm devam etmez” prensibi gösteriyor ki, İsrail sadece zalim değil aynı zamanda -cumartesi yasağını çiğnediği gibi- kendi inanç esasları bakımından da küfürlerini de sürdürüyor.

İkincisi: Bizim için çok uzun gelen bir süre Allah için çok kısadır. Hani, “Devlet tavşanı kağnı arabasıyla da tutar” şeklinde bir söz vardır. Bunun manası şudur: Devletin acelesi yoktur, çünkü suçluyu er-geç yakalayıp cezalandıracağından emindir. Allah'ın sabrı devletin sabrından elbetteki daha çoktur ve suçluyu yakalamamak gibi -haşa- bir endişesi de yoktur. Allah için bir insanın dünyadaki ömrünün hepsi zulümle geçse bile yine bu kısa bir süredir. Çünkü onları büyük bir azap beklemektedir.

Üçüncüsü:

“O kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin kendileri hakkında hayır olduğunu sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz, günahlarının artması içindir. Onları zelil ve perişan eden bir azap vardır.” (Âl-i İmran, 3/178)

mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Allah zalimleri imhal (mühlet verir) eder, fakat asla ihmal etmez. Bilakis yaptıkları zulüm gayretullah'a dokunduğu için, onların cezayı daha fazla hakkedecekleri suçları işlemelerine biraz daha fırsat tanıyor. Zalimler için yaşasın cehennem!

Dördüncü bir husus da şudur: Allah'ın zalimlere gazabının ve mazlumlara yardımının bir an önce gelmesi için, mazlumların da yardımı hak edecek bir pozisyon sergilemeleri gerekir. Gerek Filistinlilerin kendi aralarında olsun, gerek onların kardeşleri olan diğer İslam ülkeleri olsun, gösterdikleri zillet ve pısırıklık zulmün devamına davetiye çıkarıyor. Ölenler inşallah şahadet şerbetiyle Allah'ın huzuruna gitmişlerdir. Fakat hayatta olan Müslümanların dağınıklığı, zalimlere taraftarlıkları onları da bu zulme ortak ediyor ve Filistin’in kurtuluşunu geciktiriyor.

38 Allah'ın yarattığı kullarını niçin cehenneme atıyor veya musibetlere maruz bırakıyor?

Risale-i Nur Külliyatı'ndan bir hakikat dersi :

“Bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücazatı ister. Mükâfat ve mücazat menzilleri ahirettir.” (Mesnevî-i Nuriye, Lâsiyyemalar)

İtaat edenlere mükafat verememek gibi, isyan edenleri cezasız bırakmak da padişahın izzetine yakışmaz; her ikisi de acizlik ve zaaf ifadesidir. Cenab-ı Hak bu gibi noksanlıklardan münezzehtir.

Onun kahrının tecelli etmemesini istemek, iki mânâya gelir:

Birisi, isyankârlara, azgınlara, zalimlere karşı hiçbir ceza tatbik edilmemesi. Bu, Allah’ın izzetiyle, gayretiyle, hikmet ve adaletiyle bağdaşmaz. Bu şık mümkün olmadığına göre, geriye bir tek şık kalıyor: İnsanların isyansız bir yaratılışa sahip olmaları, hep itaat üzere bulunmaları. Bu ise insanın değil, meleğin tarifidir.

39 Allah niçin kullarını bir yaratmadı; kimini iki başlı, kimini kör, kimini topal olarak yarattı?

“Hiç kuşkunuz olmasın, güçlüklere katlananlara bunun karşılığı hesapsızca ödenir.” (Zümer, 39/10)

Bu soruya bir kaç açıdan cevap vermek mümkündür:

- Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Ona karışamaz ve Onun îcâdına müdâhale edemez. Bizim hücrelerimizi yaratan, aza ve organlarımızı çalıştıran, kafamıza akıl, sinemize kalp takan kim ise vücudumuzda irade ettiği şekilde tasarruf etme hakkına sahip olan da odur.

Aslında vücudumuzun maliki ancak kâinatın maliki olabilir; zira gözlerimizin görmesi için güneşe, nefes alabilmemiz için atmosfer tabakasına, midemizin ihtiyaçlarının giderilmesi için yeryüzü sofrasına ihtiyacımız var. Bir elmanın rızık olarak bize gelebilmesi için kâinat fabrikasının çalışması gereklidir.

Öyleyse her an kâinatı hayatımıza hizmet edecek şekilde sevk ve idare eden Allah hem vücudumuzun hem de bütün kâinatın yegâne sahibidir. Vücudundaki yüz trilyon atomdan bir tekine bile hükmünü dinletemeyen, idare edemeyen, iradesi dâhilinde çalıştıramayan biz âciz ve fakir insanların, mülk sahibine itiraz etmeye bir atom kadar dahi olsa hakkımız yoktur, şikâyet etme cüretine sahip değiliz.

- Bu vücudu ne yolda bulduk, ne herhangi bir ücret mukabilinde satın aldık, ne de bir mücadele veya müsabaka sonunda kazandık. Zerre kadar hak sahibi değiliz ki hak arama peşine düşmek gibi bir hakka sahip olabilelim; zira haksızlık ödenmeyen bir haktan doğar.

Eğer bize verilenler karşılığında Allaha bir şey vermiş olsaydık, "Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!.." gibi iddialarda bulunmaya; "Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye belki hakkımız olabilirdi.

Yokluk karanlıklarından kurtulup vücut elbisesini giydik; bitki olabilirdik, hayvan olarak kalabilirdik, mahlûkatın en mükerrem rütbesine sahip insan olduk; dinsiz olabilirdik, dalâlet bataklıklarında boğulabilirdik iman gibi iki cihan saadetinin anahtarı olan bir nimete ulaştık;her basamağında çok büyük lütuflara mazhar olarak adeta kuyu dibinden minare başına çıktık.  Bu nimetleri verene sonsuz derecede şükretmek boynumuzun borcu iken isyanla, şikâyetle nankörlük etmek, “Neden böyle yaptın?” demek suretiyle hikmetini, rahmetini tenkit etmek akıl kârı bir iş değildir.

- Allah’ın rahmeti ve hikmeti neden böyle bir şeye müsaade ediyor denilse pek çok hikmet ve rahmet boyutu vardır diyebiliriz. Bu makamda bir numunesinden bahsedelim. Sağlık bazen hastalıktan daha dehşetli neticeler doğurabilir. Hasta ve sakat olmayan, vücudu sağlam olan kişilerin aklına kabir ve âhiret gelmeyebilir, ama bir hastalık veya musibetin darbesine maruz kalan kişi vücudunun her an ayrılmaya müsait olduğunu, taştan demirden olmadığını, vücut binasının her an göçebileceğini bilir. Çünkü bu manayı kısmen de olsa yaşamaktadır.

Öyleyse, ebedî hayattan gaflet etmemek gibi büyük bir hazineyi bulduran hastalık veya sakatlıktan şikâyet etmek yerine, bilakis teşekkür etmek lazım gelir.

Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri ne güzel demiş:

"Her işte hikmeti vardır. Abes fiil işlemez Allah."

Bu kısa açıklamadan sonra konuyu bazı yönlerden ele alarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorur:

Evvela işin hakikatini ve İslamın bu husustaki bakışını bilmek ve öğrenmek gerekir. Bu nokta bilinmeden yapılacak yorumlar hakikatsiz, hikmetsiz olur.

İslam'ın belirlediği ölçüler dışında, nefsi işin içine karıştırarak, zan ve tahminle, enaniyet ve kibirle, alay ve hakaretle yapılacak değerlendirmeler asla hakka ve hakikate hizmet etmez, şeytanın işine yarar.

Nedir İslam'ın getirdiği ölçüler? Nedir Müslümanda bulunması gereken sıfat ve özellikler?

1. İslam teslimiyettir. Allah’a itaat ve boyun eğmedir.

“İhtimal ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki, sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz. Allah bilir.” (Bakara, 2/216)

İşte, mümin, bu ayet-i kerimenin ışığında hareket eder “Allah bilir. Biz bilemeyiz. O sonsuz hikmet sahibidir, asla abes iç yapmaz. Sonsuz merhamet ve şefkati vardır, kullarının zararına hiçbir şey yaratmaz.” der, Allah’a teslim olur. Çünkü teslimiyetin içindi firdevsî bir memnuniyet, cennetvarî bir lezzet vardır.

2. Mümin, “işittik, itaat ettik” der. Allah’ın hikmetini ve rahmetini asla itham etmez. Önce Allah deyip sonra da Allah’ı -haşa ve kella- sığaya çekme gibi bir çiğliğin, bir cehaletin, bir ihanetin çukuruna düşmez.

3. Mümin “makam-ı rıza”, “makam-ı teslim” ve “makam-ı tevekkül”de oturur. Dinin her şeyden önce Allah’a karşı samimiyet olduğunu bilir.

4. Mümin, “imtihan ve deneme” için dünyaya geldiğinin şuuru içindedir. Bundan gafil olanların dünyası, oyun ve oyuncaktır. Bunun farkında olanların dünyası ise, Allah’ı tanıma, ona ibadet etme ve dünya misafirhanesindeki görevlerini yerine getirmektir. Dünya, istidatlarını açma ve kabiliyetlerin kuvveden fiile çıkartma diyarıdır. Dünya, ahiretin tarlasıdır. Mümin, ekmeye, biçmeye ve cennete liyakat kazanmaya gelmiştir.

5. Mümin, iman ve izan eder ki, Yüce Allah kullarını, gah varlık ve devletle, şan ve şöhretle, varlık ve servetle, gah hastalık ve fiziki arızalarla, musibet ve belalarla imtihan eder. Bu musibetler ve hastalıklar, bu varlık ve devletler aslında birer “mihenk taşı” hükmündedir. İnsanların “kaç ayar” “kaç krat” olduklarını ortaya koyar. Mümin bütün bunların birer “imtihan kağıdı” olduğunu bilir.

“Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar canlar ve ürünlerle eksilterek imtihan ederiz. Sabredenlere müjdele.” (Bakara, 2/155)

ayetinde açıkça bildirildiği gibi, korku, açlık ve kıtlık, mallarda, canlarda ve ürünlerde eksiltme, azaltma gibi tecelliler birer “imtihan kağıdı”dır.

6. Mümin, iman eder ki, “Sabır dinin yarısıdır.” Musibetlere sabredip, Allah’a teslim olan kulların ebedi ve sonsuz mutluluk diyarı olan cennetle müjdelendiğini bilir. Tevekkül ve teslimiyetle, sabır ve tahammülle, ihlas ve istikametle kulluk görevini yapar, yüce Allah’ı kimseye şikayet etmez.

7. Mümin, ölümün bir bitiş ve tükeniş değil; dünya zindanından cennet bahçelerine intikal olduğunun bilincindedir. Allah’ın rızasını esas alır, ahiret için çalışır. “Ahirette hiçbir şey sıfırdan başlamaz. Geldiği yerden devam eder.” gerçeğince, ebedi hayatın burada, dünyada kazanılacağının idrak ve bilinci içindedir. Bu nedenle, ahiret hayatının “kimlik karneleri”, “başarı levhaları”, “hıyanet listeleri”, “sonuç bildirgeleri”, “arşiv dosyaları”nın hep dünyadan gittiğinin şuurundadır.7

8. Mümin, iman eder ki, şu dünya hanı, bir “liyakat tescil istasyonu”dur. Bu istasyonda, insanlar “hastalık, fiziki arıza, yokluk, kıtlık, mahrumiyet; ya da sıhhat ve servet, makam ve rütbe..” gibi özellikleriyle tartılmaktadır. Ta ki, insanların ağırlığı ortaya çıksın. Ne oldukları anlaşılsın, tescil edilsin.

Soru:

Bu açıklamalarınız güzel! Müminde olması lazım gelen vasıflar bunlar... Bu vasıfları taşıyanlar için hiçbir problem yok! Ama şu var ki, ahir zamanda yaşıyoruz. İnsanlar her şeyin hikmet cephesini araştırıyorlar. Sır perdelerini merak ediyorlar, açılmasını da talep ediyorlar. Bunların talep ve sorularına cevap vermek de gerekmez mi?

Cevap:

Elbette gerekir. Daralan göğüsleri bir anlamda ferahlandırmak maksadıyla perde arkasındaki bazı sırlara -gücümüzün yettiği ölçüde- işaret edebiliriz. Bu noktada, kader ile ilgili meselelerin hikmet, rahmet ve hakikat cepheleri üzerinde durabiliriz.

Birinci Nokta: “Zulüm nedir” bilmeyen, “zalim kimdir” anlamayan kimse, abesle iştigal etmiş olur, boşu boşuna çenesini yorar, havanda su döver. Pek çok yanlışlara kapılar açar, şeytanın kucağına düşer. Aldanır, aldatır.

Zulüm, başkasının mülküne, hak ve hukukuna tecavüz etmektir; başkasının hakkını yemektir.

Zalim ise zulmedendir; hakkı gasbedendir; hakkı zorbalıkla çiğneyen, hak ve hukuk tanımayandır.

Şimdi, işin hakikatine gelelim:

Bir zatın kendi mülkünde istediği gibi tasarruf etmesine asla zulüm denilemez. Mülk kimin ise, o zat, mülkünde istediği gibi tasarruf eder; mesela, bir çiftçi kendi tarlasına istediği sebzeyi ekebilir, arzu ettiği meyve ağacını dikebilir. Yahut tarlasını nadasa da bırakabilir. Ya da isterse buğday, arpa ve yulaf da ekebilir. Bu tasarruflara zulüm denilemez. Zaten hürriyet ve mülkiyetin esprisi de budur.

Ama ne zaman ki, komşusunun tarlasına, bağ ve bahçesine müdahale ederse, o zaman zulüm başlar, hak çiğnenir.

Evet, mülk edindiğimiz ne varsa, varlık olarak sahip çıktığımız her şey, her mevcut, bize bahşedilen her nimet, her ikram ve ihsan, tüm varlığımız, aza ve cihazlarımız, devlet ve servetimiz Yüce Allah’ındır. Yerler ve gökler, içindeki umum mevcudat Allah’ın mülküdür.

O hâlde, Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, dilediği gibi hükmeder. Çünkü, yaratan O’dur, yaşatan da O’dur; bütün nimetleri başımıza bağlayan da O’dur. Geceleri, gündüzleri, bağ ve bahçeleri emrimize tahsis eden de O’dur. Demek, Yüce Allah’ın mülkünde hayatı tanzim etmesine, mülkünde istediği gibi tasarruf etmesine asla ve asla zulüm denilemez.

Evet, verilen bütün nimetler sadece ve sadece minnettarlık, kanaat ve şükrü gerektirir. İnsanın şükrü bırakıp şikayete kalkması, kendisine verilen insaniyet, akıl, şuur ve göz, kulak, el ayak gibi nimetleri unutup “Niye benim boyum kısa! Ayağım çarpık!” diye şikayete kalkması hakikat, hikmet ve edebe uygun düşmez.

Yüce Allah, bir kuluna hangi nimetleri takdir etmişse, ona kanaat edip, şikayet kapısını kapatıp, şükür kapısına yönelmek aklın, vicdanın, insaf ve hakperestliğin bir gereğidir.

İkinci Nokta: Bu asırda pek çok insan “hak” ile “ihsan” kavramlarını birbirine karıştırmaktadır. Bu karışıklık ve yanlış algılama, maalesef tutarsız ve çürük kıyaslara, yanlış yorumlara sebep olmaktadır.

Aslında bu iki kavramı birbirinden ayıranlar, tam anlayanlar, zihinlerine oturtanlar, âlemlerine sindirenler, herhalde kader ile ilgili bütün sualleri önemli ölçüde çözmüş olurlar.

Hak, mülkiyeti senin olandır; sahip olduğun kıymet hükümleridir. Hakta, aidiyet manası vardır. “Benim evim.. Benim param.. Benim arabam” gibi..

Hak, bir gram bile olsa haktır. Hakkın küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Hak, gasb edilir, elden alınıp zayi edilirse zulüm ortaya çıkar.

Aslında bütün dünyada hukuk sistemlerinin temel espirisi, hakkı korumak, hakkı alanlardan hakkı almaya çalışmaktır. Hak zayi edilirse, zulümdür.

Mesela, bir çiftlik sahibi iki kişiyi aynı işte çalıştırsa, hizmetlerinin karşılığında her birisine 5 altın vereceğini taahhüt etse ve anlaşma yapılsa, bu iki kişi de aynı işi yapsalar, çiftlik sahibi birisine 5 altın, diğerine 2 altın verse, elbette 3 altınını alamayan kişi mazlum, altını vermeyen adam da zalim olmuş olur.

İhsan ise, haktan çok farklıdır. Çünkü ihsan, kalbin şefkatinden ve merhamet hissinden gelen bir cömertlik, bir bağış ve bir ikramdır. Bu bağış ve ikram, bu lütuf ve kerem, hak terazisinde tartılmaz. Hiçbir yönden eksiklik ve kusur olarak algılanamaz.

İhsandaki farklılık, azlık veya çokluk, ihsan eden zatın kerem ve lütfunun derecelerini gösterir. Kerem sahibine karşı, hiçbir insan “başkalarına niye fazla, bana niye az?” diye itirazda bulunamaz.

Mesela, cömert zengin bir adam, iki fakirden birisine bir kese, diğerine üç kese altın “ihsan” etse.. Arkadaşının üç kese altın aldığını gören fakir adam, hiddet ve şiddetle cömert zengin adama karşı kaşlarını çatarak: “Senin bu yaptığın doğrudan doğruya zulümdür! Ben sana ne yaptım ki? Niye ona üç kese altın verdin, bana bir kese.. Bu adalete sığar mı?” demeye ve böyle bir şikayete hakkı yoktur. Çünkü, ortada gasb edilmiş ne bir hak, ne de zayi edilmiş bir hukuk vardır. Bu olaya hiçbir cihette zulüm olarak bakılamaz. Olay, bir ikram olayıdır. Cömert zengin adam, iradesiyle keremini öyle takdir etmiştir. Az verir veya çok verir, ya da hiç vermez..

Evet, “ihsan” şefkat sıfatının bir tezahürüdür. Az veya çok vermek ihsan sahibinin iradesine bakar. İhsan nimetine karşı yapılması gereken şey minnettarlık ve teşekkürdür.

İhsana karşı hiddet edilemez. Çünkü ortada işlenmiş bir zulüm, ödenmemiş bir alacak, zorla elden alınmış bir hak yoktur.

Evet, şimdi bu makamda, Cenab-ı Allah’tan hak dava edenlere sorulacak tek bir soru vardır:

“Kimin Allah’tan ne alacağı vardır? Haydi! Hiç durmasın! Varsa, hemen söylesin, tek tek saysın. Ortaya koysun?”

Yüce Allah’ın bize bahşettiği her şey O’nun ihsanıdır, ikramıdır. Dolayısıyla hiç kimsenin Allah’tan hak istemeye hakkı yoktur. Hem Cenab-ı Hak da kullarına zulmetmiş değildir.

Mesela bir adamın boyu bir metre olsa, bu adamın “Niçin benim boyum bu kadar kısa?” demeye hakkı yoktur. Haddini aşarak “Bu bana zulüm değil mi?” derse, elbette ona sorulur:

-  Söyle bakalım! Sen boyunun ne kadar olmasını istiyorsun?
-  Bir metre yetmiş santim olsun isterim.
- Arada ne kadar fark var?
- Yetmiş santim.
- Söyler misin bana, senin Allah’tan yetmiş santim boy alacağın mı vardı? Allah vermedi de -haşa- sana zulüm mü etti?

Evet, Allah-ı Azimüşşan’ın bize bahşettiği bütün nimetler, doğrudan doğruya O’nun lütfundandır, ikram ve ihsanıdır. O dilediğine dilediği kadar lütfedendir.

Üçüncü Nokta: Dünyadaki kayıplar, eksiklikler, eksik ve noksan bedenler, organlar ve fizikî arızalar ahirette telafi edilecek, fani organ ve bedenler, ebedi ve sonsuz olanlarla değiştirilecektir, cennete ve sonsuz hayata uygun hale getirilecektir. Eksik ve kusurlu azalarıyla Allah’a şükredenler, diğer müminlerden daha çok ikram ve ihsanlara mazhar olacaktır.

Evet, evet... eksik olanı verip, mükemmeli alanlara, arızalı bedenleri verip ebedi vücutları kazananlara, dünya zindanından cennet bahçelerine intikal edenlere imrenilir.

Dördüncü Nokta: Üzerinde hassasiyetle durulması gereken asıl konu, vücud, aza ve duygularımızın nakıs ve noksanlığı, eksiklik ve çarpıklığı değildir. Her müminin en mühim meselesi, imanla kabre girmektir, kabre giriş gediğini sağlam geçmektir, cennete liyakat kazanmaktır.

Evet, her insan ölürken imanla gidip gitmeyeceğinin ızdırabını duymalı, akıbetinin nasıl olacağı noktasında Allah’a iltica etmeli, imanının muhafazası açısından Allah’ın rahmet kapısını çalmalıdır.

Yoksa, dünyada Yusuf (a.s) gibi güzel olsa, fiziki hiçbir arızası bulunmazsa, varlık, devlet ve nimetler içinde sultanlar gibi yaşasa; ama sekeratta/ölüm anında imanını kurtaramazsa, o varlık ve devletin o güzellik ve sıhhatin ne ehemmiyeti olur! Onlar kaç kuruş eder!

Üç beş günlük dünya hayatında insanın boyunun kısa, ayaklarının topal olmasının hakikat noktasında fazla önemi yoktur, insanın azalarının yetersizliği, kaybı, çarpıklığı fazla önemli değildir. Çünkü müminin asıl yurdu ahirettir. Saadet ve mutluluğun gerçek yeri ebedi hayattır. Cennette nimetleri en mükemmel ve en güzel bir biçimde arızasız, kusursuz ve noksansız olarak müminlere ebediyen ihsan edilecektir.

Demek dünyevi kayıplar için elem ve tasaya gerek yoktur. Asıl tasa, elem ve ızdırap Allah’ı bilmemek, ebedi hayatı kaybetmektir. O’nu kaybetmektir.

Beşinci Nokta: Biz Allah’tan alacağımızı peşin almışız. Evvela insan olarak yaratılmışız. Kainat kadar kıymetli nimetlerle taltif edilmişiz. Gözümüz, kulağımız dünya kadar kıymetli.. Akıl ve şuurumuz, kainat kadar değerlidir.

Allah, insanı, düşünen, irade eden bir varlık olarak yarattı. İnsanı, sonsuz nimet ve ihsanlarına da merkez kıldı. Ona kelam ve kalem nimetini verdi, konuşma kabiliyetini ihsan etti.

Evet, bütün bu kendimizdeki ve kainattaki nimetlere karşı bizim görevimiz, Yüce Allah’a minnettarlıktır, şükür ve hamd etmektir.

İslamiyet, en büyük insanlıktır. Çünkü hidayetten büyük hiçbir nimet yoktur, hidayetten büyük hiçbir devlet yoktur. Hidayet en büyük ihsandır, ebedi sürür, sonsuz saadet ve bitmeyen tükenmeyen bir servettir.

Hidayet nimetine bir kul mazhar olmuşsa, o her şeyi bulmuştur. Sonsuz nimetlere gark olmuştur; dünyevi arızalar, eksik ve noksanlıklar hidayete mazhar göğüslerde gedikler açamaz!

Altıncı Nokta: Bize ikram edilen hayat nimeti emanettir. Emanet, muhafaza edilir. Emanet üzerinde hak dava edilmez. Emanet gasb edilemez.

Bu emaneti sahibine satarsak; yani, O’nun adıyla O’nun ve izni dairesinde kullanırsak, Cenab-ı Hak, karşılığında sonsuz ve baki bir hayatı bize ihsan edecek, bizi cennetle taltif edecektir. Nitekim, Kur'an-ı Azimüşşan’da nefis ve malını Allah’a satan kimseye cennet vadedilmiş ve ebedi hayata davet edilmiştir.

Bu çağrı bütün dertlere deva, bütün hastalıklara şifa değil midir?

40 Bu asrın bu kadar isyanlarına rağmen, niçin helâk olmuyoruz?

Peygamber Efendimiz (asm.) ümmetinin helâk olmaması için Allah’a (cc.) çok yalvardı. Bu yalvarmalarının en mühimi de Veda Haccı’nda, Arafat ve Müzdelife’de oldu. Bu iki mübarek yerde O (asm), Allah’ın ilham ettiği ölçüde pek çok şey diledi. Hatta, kul haklarının affı için dahi yalvardı, yakardı.

Evet, O Sultanlar Sultanı’nın, ümmet-i Muhammed’in helâk olmaması mevzuunda pek çok yalvarış ve yakarışları olmuştu. Bunu Sahabe-i Kiram’a şöyle anlatıyor:

“Ben, Rabbimden, benim ümmetimi helâk etmemesini istedim. Rabbim benim bu duamı kabul buyurdu. Dedi ki: ‘Onların helâki kendi aralarında olacaktır. Günah işledikleri zaman ben onları birbirine düşürecek ve vurduracağım.’ Ben bunun da kalkmasını diledim; ama Rabbim, bunu kaldırmadı.” (bk. Müslim, Fiten, 20).

Evet, iradeleri ile halledecekleri bu mesele kaldırılmamıştı... Başka kavimler günah işledikçe semavi ve arzi afetler onları kırıp geçirecek; ama Ümmet-i Muhammed cürüm işledikçe birbirine düşecek, ittihat ve ittifakları bozulacak, ihtilaflarla hırpalanacaklar. İşte, Resul-i Ekrem (asm.) bunun kalkmasını Rabbinden çok diledi; ancak, Cenab-ı Hak -hikmetini kendi bilir- bunu kaldırmadı.

İşin doğrusunu Allah bilir.

41 Yaşlılık psikolojisi ve ihtiyarlık nedir?

Yaşlılık psikolojisi yerine yaşlanma psikolojisi ifadesi kullanılmalıdır. Çünkü insan doğar doğmaz yaşlanmaya başlar, beyin hücreleri eskimeye başlar. İyi bir yaşlılığın temelleri de hayatın ilk yıllarında atılır.

Yaşlanma, eskime, canlı-cansız bütün varlıkların kaderidir. Yaşlanan insanın saçları beyazlar, cildi kırışır ve beli bükülürken psikolojik yapısında da değişiklikler olur.

Azalan psikolojik yetiler: Zeka parlaklığı azalır, yeni şeyler öğrenmek zorlaşır, hafıza zayıflar, girişim ruhu ve ataklığı geriler.

Artan psikolojik yetiler: Bilgelik ve ağırbaşlılık belirginleşir, mantıklı ve doğru düşünme daha sağlıklıdır; muhakeme güçlüdür; yerinde yargılara daha kolay varılır. Bilgi birikimi ve tecrübe, olgun kişilikle birleşirse mutlu ihtiyarlar ortaya çıkar. Daha tutarlı, hoşgörülü ve sabırlı olurlar.

Yaşlı-Genç farkı: Bir ordu düşününüz; eğitimsiz ama kalabalık. Diğer bir ordu düşününüz; eğitimli fakat sayısı çok az. İkinci ordu birinci orduyu her zaman mağlup eder.

Büyük işler bedensel güçten ziyade, yerinde, doğru düşünme ve hedefleri geçerli hale getirme ile başarılır. Yani kılıç keskinliği değil, akıl keskinliği esastır.

Demek ki yaşla kaybolan yetiler yerine, önemli kazanımlar varsa, kişi keyifli bir yaşlılık geçirebilir.

“Eski”ye aşırı bağlılık ve “yeni”den korkma: Böyle yaşlılar sürekli eski hatıralarını anlatırlar, savaş, askerlik hatıraları bitmez. Dün evine gelen misafiri unutur ama, elli yıl önceyi bütün ayrıntılarıyla anlatır. Aile artık bunları ezberlemiştir.

Böyle yaşlılar eski alışkanlıklarını değiştirmekten çok rahatsız olurlar. Evin odası, duvarda tablo, radyonun yeri değişse huzursuz ve hırçın olurlar. Hatta sigara izmaritlerini biriktirmeye varan “biriktirme hastalığına” tutulabilirler.

Yeni şeylere karşı tepki bazen “fobi” derecesine çıkar, yeni ayakkabı, yeni elbise bile istemezler. Yeni ne varsa çirkindir, kötüdür.

Egoizmin belirginleşmesi: Bazı yaşlılar sürekli gençleri eleştirirler, kendi gençliklerini överler. “Küçüğün büyüğe saygısı yok, kimse haddini bilmiyor.” diye tenkit ederler. Hatta haklarının yendiğini, aslında memleketin onlardan çok hizmet beklediğini, memleketi kendilerinden mahrum bırakmanın çok büyük hata olduğunu tekrarlayıp dururlar.

Sağlığa aşırı düşkünlük: Yaşama ateşi beklenenin tersine yaşlandıkça daha çok artmaktadır. Bir çok gencin farkına varmadığı bir şey, yaşlıların hayatı daha çok sevdiğidir. Bu nedenle yaşlı bir insan sağlığının ihmal edildiği, kendisine iyi bakılmadığı duygusunu taşır.

Artan tutkular: “Hırs-ı piri” sözü bazı yaşlıları çok güzel tarif eder. Annesinin memesini bırakamayan bebek gibi, bazı yaşlılarda mal-mülk ve şöhret tutkusu çok alevlenir.

Kişilik özelliklerinin aşırılaşması: Cami yıkılsa da mihrabı kaldığı gibi, ne kadar yaşlansalar da bazı yaşlılar daha çok cimrileşir, daha çok kavgacı-geçimsiz olurlar. Dayanılmaz ihtiyarlığın temeli, çocukluk dönemlerinde atılmaktadır.

Yalnızlık duygusu: Yaşlı bir insanın en önemli psikososyal sorunudur. Yaşlı bir insan çok lüks bir huzurevine veya hastaneye bırakıldığında, eğer yalnızlık duygusuna kapılmış ise ani bir çöküş ve ölüm yaşayabilir. Çocuklarını ve torunlarını göremeyen anne ve babanın duyguları hayat yükünü zor taşır.

Ölüm korkusu: İnsanların evrensel korkusu, ama kaçınamadığı bir gerçektir “ölüm”. Yaşlılarda saçın ağarması ile beraber ruhun ağarması da vardır. Ölüm ruhu ağartan en önemli sebeptir. Ölüme yaklaşmanın bilincinde olan bir ihtiyarı rahatlatan, ancak ve ancak “iyi bir hayat felsefesi”dir. Ölümü terhis teskeresi gören, Allah’a kavuşmak, sevdiğine kavuşmak “Şeb-i Arus” gören ihtiyar ne mutludur. Yoksa her sabah uyandığında idam sehpasına bir adım daha yaklaşan insan duygusu kadar bireye acı veren bir duygu olamazdı.

Çaresizlik duygusu: Eski fizik gücünde olmayan, bazı rahatsızlıkların etkisi ile rahat olmayan, zevk ve keyif verici bazı yaşantılarını kaybeden, verimli ve üretken bir işten mahrum olan, her an ölüme yaklaştığının farkında olan bir yaşlı, kendisini çok aciz, zayıf hisseder. Bu duygular içindeki insana en önemli yardım, aile ve çevrenin desteği ve iyi bir hayat felsefesidir.

BAZI YANLIŞ YARGILAR

Yaşlılık şifası olmayan bir hastalıktır: Yaşlılıkta sadece dermansızlığın çaresi yoktur, ama kişi iyi bir hayat felsefesi ile keyifli bir yaşlılık geçirebilir. “Ben yaşlandım, ölsem daha iyi...” düşüncesi yaşlılardaki depresif düşüncelerden birisidir. Yaşadığı günün değerini bilen insan böyle bir yanlış yargıya önem vermeyecektir.

Yardıma muhtaç, acınacak durumda olma duygusu: Yaşlıların kazanımları daha çoktur. Çevresi ondan “öğretmesini isteyen” gençlerle dolu bir yaşlılıktan daha hoş ne olabilir.

Yaşama sevinci yaşlılık döneminde kaybolur, gençlik yaşamın mutlu dönemi, yaşlılık hayatın mutsuz dönemi düşüncesi:

Yaşlılık sorunların olduğu bir dönemdir. Fakat karamsar gözlükle bakan bir kişiyi cennete koysanız da rahatını bozacak şeyler bulabilir.

Gerçekçi hayat felsefesine sahip olan insan en ufak şeylerden mutlu olabilir. Uçan bir kuş, kedinin çevresinde dolaşması ona zevk verebilir. Beklenti düzeyini yüksek tutan, ihtiraslı yaşlılar hep daha fazlasını istediklerinden, mutlu olamazlar.

Hayattan çok şey istemeyeceğiz, bize verdiklerinin kıymetini bileceğiz. Böylece kendimizi çok daha iyi hissedebiliriz.

Gençlikte kaybettiklerinin veya kazanamadıklarının yasını tutmak yerine yaşlılığın tadını çıkarmak daha akıllıca olmaz mı?

Emekliliğin kötü bir şey olduğu düşüncesi: Emekli olduktan sonra üretken olmayı beceren insanlar daha genç yaşlanmaktadırlar. Emekliliği felaket olarak değerlendiren insanların sağlıkları, emeklilik sonrasında süratle bozulmaktadır. İsmet İnönü, Faruk Gürler, İran Şahı Rıza Pehlevi emekliliklerini felaket olarak değerlendirdikleri için olsa gerek, altı ay içinde kanser veya ağır hastalıktan vefat ettiler.

İnsanoğlu eli tutup, şuuru yerinde olup ayakta durduğu sürece çalışmalıdır. Tembellik, yaşlanma sürecini hızlandırmaktadır.

YAŞLILIĞA UYUM

Sağlıklı bir yaşlılık için olumsuz etkenler, olumlu hale çevrilmelidir.

1. Beyin tıpkı makine gibi bir alettir. İyi bakılırsa ömrü uzun olur ve erken yıpranmaz. Son yapılan araştırmalar beynin sürekli olarak yeni şeyler öğrenmesinin, uyaran etkisi yaptığı ve hücre yaşlanmasını yavaşlattığını göstermektedir.

Yaşlanmaktan korkan insan “Çalışan demir ışıldar” sözüne uygun olarak beynini iyi şekilde çalıştırması çok önemlidir. Beyin tıpkı bir kuyu gibidir. Suyu alındıkça açılır, bollaşır.

2. İyi beslenme, özellikle E ve C vitaminleri açısından zengin bir beslenme beyin hücrelerini genç tutar. Özellikle E vitamini, doğal olarak zeytinde bol bulunan bir vitamindir. E vitamini, beyin hücrelerinin öksitlenmesini önlemekte yani serbest radikalleri gidermektedir.

3. Gençlik ve erişkin yaşam biçimi yaşlılığa en iyi hazırlanmadır. Yaşlılığın bilgece ve rahat karşılanması için kişide koruyucu hayat felsefesi olması, yanlış yargıların düzeltilmesi gerekir.

4. Kendisini yalnız hissetmeyen, ailesinin, çocuklarının, yakınlarının yanında olacağını düşünen yaşlı birey kendisini daha güçlü hissedecektir. Çocuğunun bir “Alo” demesi, birkaç güzel sözle gönlünü alması ileri yaştaki insana en büyük hediyedir.

5. Dindarlaşma süreci: Yaşlandığını hisseden, çok sevdiği, çok güvendiği gençlik ve dünya zevklerinin ona “Elveda” demeye hazırlandığını düşünen bir yaşlı için ümit ve teselli gerekmektedir. Bir taraftan yaşlılığın getirdiği sorunlar, hastalıklar, yalnızlık duygusu, yetersizlik-güçsüzlük hisleri, diğer taraftan gençliğin ve güzel günlerin özlemi ile ölüme yaklaşmanın bilincinde olma ikilemi ileri yaştaki insanı kaosa sokar. Böyle zihinsel ve duygusal karmaşa içindeki bireyin ümit ve tesellisi inançları olmaktadır.

Gençliğini, kaybettiği zevk ve güzellikleri düşünüp hasret ve hüzünle elem çekerken ilahi mesajlar ona güç ve huzur verebilecektir. “Ahiret var ve bakidir, dünyadan daha güzeldir, dünya bütün şaşası ile beraber ahiretin yanında zindan hükmündedir, ölüm Allah’a kavuşmaktır.” gibi semavi mesajlar inançlı bireyi daha dindarlaştıracaktır. Böylece maddeci keskinliklerden uzak dünyada varolmanın anlamını ve derin ışığını bulan insan geleceğini daha aydınlık görecek ve belirsizlikten kurtulacaktır. Dindar yaşlılardaki huzur, esenlik ve kendisi ile barışık olmanın sırrı bu olsa gerektir.

Sonuç olarak yaşlılığı sadece güçlük ve zorlukların olduğu bir dönem değil, hoş yanlarının da olduğu bir hayat kesiti olduğunu düşünmek yaşlıyı mutlu edecektir, ruhundaki fırtınaları dindirecektir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Yaşlılık...

42 Dini musibet nedir, neden olur, nasıl kurtulunur?

Dinî musibet, dinin yolundan çıkmak, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğnemek demektir. Bu musibetler çok değişik sahalarda kendini gösterebilir. İman konularında tereddütler göstermek, dinî musibetin en büyüğüdür. Namaz kılmamak bir musibettir, oruç tutmamak bir musibettir. Faiz yemek bir musibettir. Gıybet etmek, yalan söylemek birer musibettir.

Başta Peygamber Efendimiz (a.s.m.) olmak üzere, müceddit ve müçtehitlerin çektiği sıkıntıların tümü, zâhiren şahıslarına gelmiş gibi görünse bile, hakikatta İslam'a, imana gelen musibetlerdir. İslâmi ve imani hakikatlerin doğru anlaşılmasına ve yayılmasına engel teşkil eden her türlü fikir, eylem ve saldırı birer musibettir.

Bir radyo, televizyon veya gazete gibi iletişim araçlarıyla, İslam'ın özünü zedeleyen her fikir, musibet olduğu gibi, insanları İslam'dan uzaklaştıran her film, görüntü ve fâaliyet de birer musibettir. Her bir günah içinde, küfre giden bir yol vardır. Günaha giden yolların çoğalması bir musibettir.

Müslümanların İslam'ı tam temsil edememesi bir musibettir. Efendimiz (a.s.m.)'in yeterince insanlık tarafından anlaşılmaması, bir musibettir. Kısacası, insanları Allah, ahiret inancından alıkoyan her şey musibettir.

Hak din ile aramızdaki her türlü uyuşmazlığı, anlaşmazlığı ve sürtüşmeyi birer dini musibet saymamız gerektiği gibi, hak dine karşı olan kabalığımızı, küstahlığımızı, inadımızı, anlayışsızlığımızı ve kulak tıkayışımızı da birer dini musibet görmemiz mümkündür.

Eğer bir insan, günahları düşünmüyorsa, yahut ahireti bilmiyorsa veya Allah`ı tanımıyorsa onda öyle dehşetli bir hastalık var ki, ondaki maddi ve bedensel hastalıklardan milyonlarca kat daha büyük ve daha dehşetlidir. Çünkü maddi hasatlıklar sadece dünyamızı tehdit ederken, manevi hastalıklarımız olan günahlar, tereddütler şüpheler, -Allah korusun- ebedi hayatımızı tehdit etmektedir.

Ayrıca dünyaya ve şahsa ait musibet ve hastalıklar, hakikat noktasında musibet değildir; bazen de ilahi bir ihsan ve ikram hükmünde olur. Çünkü musibetler insana sevap kazandırmak için bir ibadet hükmündedir.

Fakat manevi musibet olan dini musibet, ahiretimizi tamir değil, tahrip eder. Çünkü akıl ve kalplerdeki şüpheler insanın imanını tehdit etmektedir. Ama maddi hastalıklara sabır gösterenler için, o ibadet büyük bir manevi kazanç kaynağı olur.

Bu dini musibetlerin farklı sebepleri vardır. İmanın zayıflığı, nefs-i emarenin şımarıklığı, şeytanın tuzağı, dünyanın cazibesi, kötü çevrenin etkisi, bu sebeplerin başında gelir.

Her şeyden evvel, -dinî musibetlerden korunmak veya kurtulmak için- sağlam bir imana sahip olmak gerekir. Bu da aklı ve kalbi tatmin eden tahkîkî bir imanı elde etmeyi sağlayacak eserleri okumakla olur.

İmanın, hayatın her safhasında müspet bir  tesir icra etmesi için, Allah’a kulluk etmeye, özellikle namazı güzelce kılmaya gayret etmek gerekir. Çünkü imanla kabul edilen Allah’ın azameti, ancak amelle kalbe yerleşebilir. Kalpte tamamen yerleşmemiş bir hakikatin hayattaki yansımaları çok zayıf olur.

Bu konuda tefekkür, başlı başına bir tedavî metodudur. Ancak ister iman, ister İslam alanında olsun ve isterse kişinin kendi kusurlarını görmeye yönelik olsun, tefekkürün yapılabilmesi için fikrin yürütüldüğü sahada sağlam bir bilgiye ihtiyaç vardır.

Özetle, iman ilmi, iman şuuru, amelle birleşmesi -dinî musibetlere karşı- bir karantina görevini yapacaktır.

43 Allah'ın kahır tecellilerindeki hikmet nedir?

Nur Külliyatı'ndan bir hakikat dersi:

“Bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücazatı ister. Mükâfat ve mücazat menzilleri ahirettir.” (Mesnevî-i Nuriye)

İtaat edenlere mükafat verememek gibi, isyan edenleri cezasız bırakmak da padişahın izzetine yakışmaz; her ikisi de acizlik ve zaaf ifadesidir. Cenab-ı Hak bu gibi noksanlıklardan münezzehtir.

Onun kahrının tecelli etmemesini istemek, iki mânâya gelir:

Birisi, isyankârlara, azgınlara, zalimlere karşı hiçbir ceza tatbik edilmemesi. Bu, Allah’ın izzetiyle, gayretiyle, hikmet ve adaletiyle bağdaşmaz. Bu şık mümkün olmadığına göre, geriye bir tek şık kalıyor: İnsanların isyansız bir yaratılışa sahip olmaları, hep itaat üzere bulunmaları. Bu ise insanın değil, meleğin tarifidir...

44 Lut Kavmi'nin başına gelenleri kısaca anlatır mısınız?

Bu kavimlerin hikâyesini tek tek burada anlatamayız. Bu iş çok uzun sürer. Bunların kısa hayat hikâyelerini Kur’an’ın mealinden, sözgelimi, Şuara suresinde bulabilirsiniz.

Lut kavmi, özellikle lutîlikle, erkek erkeğe tatmin yolunu seçmekle meşhur olmuştur. Hz. Lut’un bütün ikazlarına rağmen bu işten vazgeçmemişlerdir. Konunun özetini Kur’an’dan takip edelim:

“Elçilerimiz, yakışıklı birer delikanlı suretinde Lut’un yanına gelince, onların melek olduğunu henüz bilmeyen Lut, kadınları bırakıp erkeklere yönelen sapık hemşerilerinin bu gençleri taciz edeceğinden korkarak, onlardan dolayı üzüntü ve endişeye kapıldı. Misafirlerini koruyacak gücü olmadığını görerek onlar yüzünden içi daraldı ve kendi kendine, 'Bugün çok çetin bir gün olacak!' dedi."

"Bu arada, şehre gelen yabancıların Lut’un evinde misafir olduğunu haber alan kavmi, sapık arzularının kamçılamasıyla, âdeta kudurmuş bir hâlde koşarak Lut’un kapısına dayandılar. Zaten öteden beri böyle çirkinlikler yapmayı âdet hâline getirmişlerdi."

"Lut, 'Ey kavmim!' dedi, 'İşte kızlarım; onlarla evlenip meşru ve doğal yollarla arzularınızı tatmin etmeniz, sizin için erkeklere yönelmekten çok daha temizdir. Öyleyse, Allah’tan korkun da misafirlerime tacizde bulunarak beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin?'”

Buna karşılık onlar, “Sen de gayet iyi bilirsin ki, bizim senin kızlarında gözümüz yok. Çünkü kadınlarla ilgilenmiyoruz biz. Sen aslında bizim ne istediğimizi pekâlâ bilirsin!” dediler.

Bu azgın topluluk karşısında tamamen çaresiz kalan Lut, “Ah, keşke size karşı koyabilecek gücüm olsaydı yahut şerrinizden korunabileceğim sağlam bir kaleye sığınabilseydim!” dedi. Şehre sonradan yerleşen bir yabancı olduğu için, kendisini savunacak kabile desteğinden yoksundu. İşte, Lut Peygamber’in üzüntüsü doruk noktasına ulaşmıştı ki:

Sonunda melekler gerçek kimliklerini ortaya koyarak,

“Ey Lut!” dediler, “Bizler Rabb’inin elçileriyiz. Artık korkmana, üzülmene gerek yok! Çünkü onlar senin kılına bile dokunamazlar! Zaten kısa bir zaman sonra hepsi helâk edilecektir! Bunun için, gecenin bir vaktinde ailenle birlikte şehri terk etmek üzere yola çık. İçinizden hiç kimse kâfirlerle birlikte olma özlemiyle geriye dönüp bakmasın! Ancak karın hariç; çünkü o, zalimlerin yanında kalmayı tercih edecek. Bu yüzden de onların başına gelecek olan azap, onun da başına gelecek. Onların helâk edilme zamanı sabah vaktidir; sabah vakti de yakındır, değil mi?”

Ve nihayet Sodom şehri için helâk emrimiz gelince, Lut’u ve ailesini oradan çıkardık, sonra korkunç bir sarsıntıyla oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine, ateşte pişip sertleşmiş kızgın taşları sağanak sağanak yağdırdık.

O taşlar, öyle tesadüfen yağmadı onların başına. Aksine her bir taş, Rabb’inin katında işaretlenmiş ve zalimleri cezalandırmak için özellikle gönderilmişti. Ve siz ey insanlar! Kendinizi benzer bir felâketten uzak sanmayın! Zira bu tür cezalar, zalimlerden hiç de uzak değildir. Allah zaman zaman belâ ve musibetler göndererek insanları uyaracaktır. (Hud, 11/77-83; Kısa tefsirli Kur’an Meali).

Bu ümmetin kavimlerinin bütün bütün helak olmaması, Hz. Muhammed (a.s.m)’in yaptığı ve kabul olmuş duasının bir sonucudur. Bununla beraber, âhir zamandaki artan kötülüğe paralel olarak Allah’ın gazabını gösteren felaketler de çok artmıştır. Bugün, depremler, seller, tufanlar, tusunamiler, hortumlar, kasırgaların helak ettiği insan sayısı, eski kavimlerin kat kat üstündedir. Fakat, eski kavimlerde olduğu gibi, bugün de bu musibetleri tesadüflere vererek, "normal birer doğa olayı" diyerek işin içinden çıktığını zannedenler var. “Deprem Allah’ın bir uyarısıdır.” diyenler ceza görmüşse, bunun altında yatan sebep, olan felaketi, suç-ceza ilişkisinden uzaklaştırıp tesadüflere havale etme gayretlerinin varlığıdır.

İlave bilgi için tıklayınız: 

Eski ümmetlerin başlarına gelen belalar neden şimdi olmuyor?

45 Sivilcelerden dolayı çok stres yaptım, bu sıkıntıdan nasıl kurtulurum? Çok sıkılıyorum, insanlar arasına çıkmak istemiyorum...

Yüzde sivilcelerin çıkması, her insanın ergenlik döneminde karşılaştığı bir durumdur. Bu konuda kendinizi sıkmanıza gerek yoktur. Tıbbi olarak gerekli olanlar yapıldıktan sonra sabretmek gerekir. Kendinizden daha sıkıntılı insanların durumunu düşünüp şükretmek gerektir. Bir kaza eseri yüzü yanan bir insanla karşılaştıysanız eğer, biraz tefekkür edin, halinize çok şükredeceksiniz.

Beğenilme arzusu her insanda vardır. Toplum içerisinde çok güzel görünmek beğeni toplama insanı gaflete ve dolayısıyla da günahlara itebilir. Hakkımızdan neyin hayırlı olduğunu bilemeyiz. Müminin görevi Allah'dan gelen her sıkıntıya sabretmektir.

Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuşlardır:

"Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hak sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir." (Tirmizi, Birr, 76).

"Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 307)

Ayrıca Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/ 155).

Bu ve benzeri âyetlerden Allah Teâlâ'nın insanları çeşitli sıkıntılara uğratarak imtihan ettiğini ve bu imtihanı sabredenlerin kazandığım öğreniyoruz.

Sabırla bütün zorluklar halledilmekte, her türlü engel aşılmaktadır. Onun için atalarımız, "Sabırla koruk, helva olur." demişlerdir.

Hz. Peygamber (asm) şöyle buyuruyor:

"Mü'minin işi hayrete şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu özellik yalnız mü'mine özgüdür. Zira sevinirse şükreder; bu ise onun için hayırlıdır. Başına belâ gelirse sabreder; bu da onun için hayırlıdır." (Riyâzüs-Sâlihin, I/54).

Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Allah'ın dinini tebliğ ederken hepsi çeşitli sıkıntılara uğramış, kendilerine eziyet edilmiş, yurtlarından çıkarılmış. Hükümdarlar tarafından zindana atılmış, ama onlar daima sabretmişlerdi. Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayet-i kerime vardır. Rasulullah'ın (asm) hayatı ise, baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her Müslümana düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allah'tan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.

Şu dualar Peygamberimiz'in (asm) hastalara okuduğu dualardır:

"Es'elü'llâhe'l-azîm. Rabbe'l-arşi'l-azîm en yeşfiyeke."

"Arş-ı Azimin Rabbi olan Allahü Azîmüşşan'dan sana şifalar ihsan etmesini dilerim."

Aile fertlerinin birinin hastalanması halinde Efendimiz (asm) mübarek elini hastanın alnına koyar, şöyle duâ ettiği olurdu:

"Allahümme Rabbenâ. Ezhibi'l-be'se, işfi, ente'ş-Şâfi. Lâ şifâen illâ şifâüke, şifâen lâ yuğâdiru sekamen."

"Allah'ım, sen bütün insanların Rabbisin. Bu hastanın ızdırabını gider. Şifa ver. Şifayı veren sensin. Senden başka şifa yaratan yoktur. Ancak senin şifan vardır. Bu kuluna da hastalıktan eser bırakmayacak şekilde şifalar ihsan eyle."

Hz. Eyyub (as) çok şiddetli bir hastalığa yakalanmış ,hastalığı uzun sürmüş ve çeşitli imtihanlara, musîbetlere maruz kalmıştı... Fakat tüm musîbetler, O’nu hep sabredici bulmuş ve SABIR KAHRAMANI ünvanını almıştı. Sonra imtihan daha da şiddetlenmiş, hastalık o kadar ilerlemişti ki; Allah’ı anan diline ve kalbine zarar vermeye başlamıştı. İşte o zaman kendi bedenî sağlığı için değil, Allah’ı anmasına zarar gelmemesi için, O’na (CC) şu şekilde dua etmişti;

“Rabbi İnnî messeniyedurru ve EnteErhamurrâhimîn”

“Bana zarar dokundu, Ey Rabbim sen en merhametli ve en şefkatlisin.”

Bunun üzerine Allah, O’nun sabrına ve halis niyetine hürmetle şifa vermişti...

46 Baba veya annenin günahlarının, zulmünün çocuklarından çıkmasını nasıl açıklarız?

1. Hiç kimse başkasının işlediği suçtan dolayı sorumlu olmaz ve cezaya çarptırılmaz.

2. Bu durum her zaman geçerli olan bir durum değildir. Yani her kötü fiil işleyen babanın çocuğu da kötü fiiller işleyecek diye bir kaide yoktur. Ancak bazı insanlar bu tarzda bir cezaya maruz kalmış olabilirler. Çocuk, anne ve babası günah işledi diye günah işlemez, çocuk üzerinde herhangi bir baskı zorlama olmadan kendi iradesiyle günahı seçmiştir. Bazı anneler babalar çok zalim olduğu halde çocukları tam aksine iyi olabilmektedirler. Burada çocuk illa babası veya annesi gibi zalim olacak diye bir kaide yoktur. Baba yaptığının cezasını ya bu dünyada aynen görür, ya başka bir tarzda görür, ya da ahirette görür.

3. Babanın veya annenin işlediği bir günahtan dolayı çocuğunun başına musibet gelmesi anne ve babaya bir ızdırap vereceğinden, dolayısıyla anne ve babaya da bir ceza mahiyeti taşır.

4. Bunun bir cevabı, bu dünyanın tecrübe ve imtihan yeri olması sırrında yatmaktadır. Yani eğer musibet geldiği vakit sadece zalimler ve günahkarlara isabet etse, masumlar ve günahsızlar bu musibetlerden korunsalar, o zaman imtihan sırrına zıt bir durum ortaya çıkardı.

İşte imtihan gereği olarak bir musibet geldiği zaman hem iyileri hem de kötüleri beraber içine alıyor. Böylece imtihan sırrı kaybolmuyor. Eğer musibetlerde ve zulümlerde iyiler kurtulup sadece kötüler zarar görseydi, imtihan sırrı kaybolurdu. Kötüler de iyi olmak zorunda kalırlardı. Böylece Ebubekir (ra) ruhlu insanlar ile Ebucehil ruhlu insanlar aynı seviyede kalırdı. Bu açıdan bazen hiç suçu olmayan günahsız kimseler de zulme maruz kalabiliyorlar.

Zulmedenler yaptıklarının cezasını bu dünyada olmasa bile ebedi alemde hakkıyla çekeceklerdir. Bu bakımdan adalet yerini bulacaktır. Zulme uğrayanlar ise hem zalimlerden haklarını alacaklar, hem de suçsuz ve günahsız olduğu halde bu zulme uğramasından dolayı da Allah'ın lütfuna ve rahmetine mazhar olarak ebedi alemde sonsuz nimetlere gark olacaklardır. Hatta günahsız olarak böyle zulümlere maruz kalanlara ahirette durumları ve nasıl oldukları sorulacak olsa, "Çok az zahmetle çok büyük mükafat aldık ve zulmedenlerin cezalarını hakkıyla aldıklarını da gördük, çok memnunuz." diyeceklerdir.

Bunların bedenlerine yapılan çirkinlikler ise sadece dünya yönüyledir. Ahirette onların hiç bir eseri olmayacaktır. Siyaha boyanmış bir çekirdek ağaç olunca, onun çekirdeğindeki siyahlık ağacın, yaprak, çiçek ve meyvelerinde olmayacağı gibi, bu dünyada değişik zulümlere uğrayan masum insanların ahiret alemlerinde hiç bir eseri ve izi kalmayacaktır.

Ayrıca böyle zulümlere maruz kalanların istikballeri noktasından da bir rahmet olacağı düşünülebilir. Gerek kendileri gerekse de aile, eş ve dostları açısından bir rahmet eseri olarak Allah'ın değişik rahmet tecellilerine mazhar olabilirler. Bunun bir örneğini Kur'an-ı Kerim'de görmekteyiz. Hz. Hızır ile yolculuk yapan Hz Musa  aleyhimesselam bir gemiye binerler.

"Bunun üzerine kalkıp gittiler. Nihayet bir gemiye rastlayıp ona bindiler ve o zat gemiyi deldi. Mûsâ duramayıp: “Ne yaptın öyle?” dedi “İçindeki yolcuları denizde boğmak için mi yaptın bunu? Vallahi çok müthiş bir iş yaptın!”

diyor. İşin iç yüzünü bilmeyen Musa aleyhisselamın itirazına yolculuk sonunda verilen cevap şöyledir:

"O gemi, denizde çalışan birtakım fakirlere ait idi. Ben onu kasden bir miktar zedeledim. Zira öte yanda, sağlam olan bütün gemileri gasbeden zalim bir hükümdar vardı." (Kehf, 18/70-80)

Bu olay görünüşte gemiye bir zarar vermek gibi olsa da gerçekte geminin tamamen kurtulmasına neden olmuştur.

İşte hiç günahı olmadığı halde başına böyle zulümler gelen çocuklar da kendilerine yapılan bu zulümlerden dolayı, gerek dünyada gerekse ahiret alemlerinde öyle büyük sıkıntılardan kurtulacaklar ve öyle büyük rahmetlere gark olacaklardır ki bunu anladıklarında şikayet bir tarafa çok şükredecekler ve Allah'ın sonsuz rahmeti karşısında memnun ve mesrur olacaklardır.

Allah hiç bir kuluna zulmetmez. Kullarına zulmedenlerin cezasını ise onlara zaman tanısa bile asla ihmal etmez.

47 "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun" demek, Ümmet-i Muhammede mi özeldi?

“Bir musibete maruz kalındığında; innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, demek yalnız benim ümmetime bahşedilmiş bir lütuftur.''

mealindeki hadisi, Taberanî ve İbn Merduye rivayet etmiştir. (bk. Kenzu’l-Ummal, h. No: 6632). Mecmauz’-zevaidde bu hadis zayıf olduğu bildirilmiştir(bk. Mecmauz’-zevaid, 3/330).

- Eski kavimler musibet anında böyle bir ifadeyi kullanmamış olabilirler. Bunun yerine uygun başka bir şey söylemiş olabilirler. Önemli olan musibet zamanında, kendi imanını aktif hale getirerek, onun şuuruyla teselli bulmak ve Rabbine teslim olmaktır. Hadiste geçen ve aynı zamanda bir ayet olan (bk. Bakar, 2/156) “İnnâ lillâh…” cümlesinin manası şudur:

Biz Allah’tan geliyoruz, bizi o yarattı, biz onun mülküyüz. Öyleyse o mülk sahibi olarak mülkünde dilediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir. Üstelik Rabbimiz Rahman ve Rahimdir, merhameti çoktur, hikmeti boldur. Bize verdiği bu musibetin mutlaka bir hikmeti, bir merhamet yönü vardır. Kaldı ki, biz bundan sonra yine onun huzuruna çıkacağız, O, göstereceğimiz sabra karşılı bize mükâfat vaat etmiştir. Özellikle yarın huzuruna varacağımız ve kendisine hesap vereceğimiz Rabbimizi, merhametsizlik ve hikmetsizlikle itham edercesine sızlanmak, âdeta kaderini tenkit etmekle onu gücendirmemeliyiz. Bunlar iman şuuruna yakışmayan davranışlardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

İSTİRCA'.

48 Musibetlere maruz kalan insanlara nasıl teselli verebiliriz?

"İbadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za'fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur." (Lem'alar)

Allah Resûlünün (asm.) en mükemmel mânâda gerçekleştirdiği kulluk vazifelerinden biri de sabırdır. O (asm.) sabır imtihanını da hicretlerle, harplerle, nice musibet ve sıkıntılarla en ilere mânâda kazanmıştır.

Namaz müminin miracıdır. Musibet ve hastalıklar ise bir başka yükseliş merdivenidir. Bir Müslüman, Allah'ın her emrini dinledikçe ve her yasağından sakındıkça manen yükselir. Bu yükselmenin bir başkası da musibet ve hastalıklara sabır yoluyla gerçekleşir. Maruz kaldığı musibetler insana aciz bir kul olduğunu, ve trafik kazalarından sellere, fırtınalara kadar hiçbir hadiseyi önleyecek güce sahip olamadığını tam ders verir. Hastalıklar da aynı dersi insanın iç aleminde tekrarlar. Harici tesirler gibi kendi bedenindeki olaylara da söz geçiremediğini çok iyi anlayan insan, tedavi için gerekli tedbirleri aldıktan sonra, kendine malik olamadığının şuuru ile Rabbine tevekkül eder ve şifayı Ondan bekler. Bu hal mümin için büyük bir terakkidir.

Bir ömür boyu böyle değişik tecellilerle farklı imtihanlar geçiren insanlar, bu kısa dünya hayatının ardından ebediyet yurduna göç edeceklerdir. Bu gölgelerin asıllarına kavuşacak, marifet ve muhabbet nimetini de kemaliyle orada bulacak ve tadacaklardır.

Bir Müslümanın başına gelen her sıkıntı onun hakkında mutlaka hayırdır: Ya geçmiş günahlarını siler, ya gelecek bela ve musibetlere engel olur, ya ilahi bir ikaz ve uyarıdır, ya da manevi makamının daha da artması için bir imtihandır.

İnsan, maruz kaldığı sıkıntılı takdirlere nefsinin isyan etmeyip itaat etmesi için duâ etmeli, hakkında hayırlısını dilemelidir. Peygamberimiz (sav) böyle sıkıntı içinde kalan kimseye duâ tavsiye buyurmuştur. Onu okumalı, Allah'a teslim olmalıyız. Duâ şöyledir:

"Bismillâhi alâ nefsi ve mâlî ve dînî. Allahümme erdınî bi-kadâike ve bârik lî fîmâ kuddire lî, hattâ lâ uhibbe ta'cîle mâ ahhartehu ve te'hîra mâ acceltehu."

"Allah'ım, senin ismine, malımı, dinimi ve nefsimi emanet ediyorum. Allah'ım, hükmüne beni razı kıl, kaderimde olanı bana mübarek kıl ki, te'hir ettiğinin acelesini, acele ettiğinin de te'hirini istemeyeyim."
(bk. Kenzü'l-ummal, h. no: 9323)

Allah'a içinizden geldiği gibi dua edebilirsiniz. Ama duaların kabul olması için bazı hususlara dikkat etmek gerekir. Evvela dua kabul çerçevesi dahilinde olacak. Sonra samimi ve günahsız bir ağızla olacaktır. Mümkünse abdestli ve helal lokma alınmak suretiyle bereketlenecektir. Mübarek mevkilerde özellikle mescit ve camilerde, mübarek zamanlarda özellikle ramazan ayı ve Kadir Gecesi, Berat Gecesi gibi mübarek gecelerde, namazlardan sonra özellikle sabah namazından sonra dua edilmesi kabule karin olması hikmet-i ilahiye ve rahmet-i ilahiyece matluptur. Bu şartlardan uzaklaşıldığı taktirde de duanın tesiri azalacaktır.

Onların verdiği sıkıntılara sabretmekle günahlarınızın affedileceğini ve sevap kazanacağınızı düşünün. Size neden sıkıntı verdiklerinin gerçek sebebini bulmaya çalışarak o hususlara dikkat ediniz.

Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah'ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği ve nefsin meşrû olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek, hayatta elde olmadan başa gelen ve insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır.

Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlık veya gerektiği kadar sabır gösterememektir. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır.

"Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153, 155).

Sabrın sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır. Fakat sonucu tatlıdır. Hz. Peygamber (s.a.s);

"Sabreden başarıya ulaşır."

"Sabır başarının anahtarıdır."

"Sabır bir ışıktır."

"Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir."

"Sana sıkıntı veren şeylere karşı sabretmende bir çok hayır vardır."

buyurarak sabrın faziletini anlatmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.s);

"Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür." (Buhârî, Cenâiz, 32)

sözüyle, bir felaketle ilk karşılaştığı zamandaki sabrın önemini vurgulamıştır.

Sabretmek, mahkûmiyete, meskenete ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caîz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanan kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (s.a.s);

"Ya Rabbi! Acizlikten ve tenbellikten sana sığınırım." (Buhari, Cihad, 25)

diye dua etmiştir.

Bazı sıkıntılar vardır ki, kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikayet etmeden takdir-i ilâhiye razı olup sabretmek müminlerin özelliklerindendir. Nitekim Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (s.a.s) "Sabr-ı cemil, şikayet edilmeyen sabırdır." buyurmuştur. Aslında elden bir şey geldiği zamanlarda sabır, gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin bir faydası yoktur ve lüzumsuz bir harekettir.

Kur'ân-ı Kerim'in yetmişten fazla ayetinde zikredilen sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gâyesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.

Mü'minler, çoğu zaman sırf inandıkları için Allah düşmanlarının zulüm ve kötülüklerine hedef olurlar; çeşitli işkencelere uğrar, onlarla savaşmak zorunda kalırlar. İşte bu durumda sabır, mü'minin güç kaynağı, imanının koruyucusudur. Hz. Musâ (as)'ya inananlara Firavun eziyet etmek isteyince onlar:

"Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür." (Araf, 7/126)

diye duâ etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz (asm) ve ilk Müslümanların, yapılan işkence ve eziyetlere nasıl sabır ve tahammül gösterdikleri bilinen bir husustur.

İbadetlerin nefsimize ağır gelen yönleri de sabırla hafifler. Böylece huzur içinde günde beş vakit namaz kılar, sıcak yaz günlerinde hiç bir sıkıntı duymadan oruç tutarız. Diğer ibadetler ve ahlâkî davranışlarda böyledir. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:

"Her kim sabreder ve suç bağışlarsa, bu hareket arzu edilen en iyi işlerdendir." (Şurâ, 42/43);

"İçinizden mücahitleri ve sabredenleri belirtelim diye sizleri mutlaka imtihan ederiz. Haberlerinizi de denetleriz." (Muhammed, 47/31).

Çoğu zaman insan nefsine uyar; Allah Teâlâ'nın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak ona zor gelir, nefse hoş gelen fena arzularını tatmin etmek ister, iyilik ve faziletlerden kaçınır. Meselâ; cebindeki parasını eğlence ve zevkleri için harcamak, bir yoksula vermekten daha hoş gelir. Bir çocuk için oyun oynamak, ders çalışmaktan daha ilgi çekici görünür. Gezip tozmak, çalışıp kazanmaya tercih edilir.

İşte bu durumda, insanın, kendisine zor gelse bile, iyi olanı, faydalı olanı seçmesi, sabır ve tahammülle onu yerine getirmeye çalışması çok güzel bir davranıştır.

Ayrıca insanlar hayat boyunca, bolluk veya yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanır, sel, deprem, yangın gibi felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ'ya isyana ve nankörlüğe sürükler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Doğrusu kim Allah'tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatı boşa çıkarmaz." (Yusuf, 12/90).

Peygamberler sabrın en büyük örnekleridir. Çünkü onlar bütün güçlükleri sabırla karşılamışlardır. Dileğimiz Allah (c.c.)'ın bizi, "belâlarına çok sabreden ve nimetlerine çok şükreden" kullarından eylemesi olmalıdır. (İbrahim, 14/5).

Sabrın sonu selâmettir. Sabır, iman ve ibadetin, ilim ve hikmetin, kısaca bütün faziletlerin başıdır. Sabırlı insan iyi insandır. İyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa ereceklerini Allah Teâlâ haber vermiştir. Sabır zafere giden yoldur (Asr, 103/1-3).

Peygamber Efendimiz (asm);

"Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hakk sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir." (Tirmizi, Birr, 76).

"Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 307) buyurmuştur.

Ayrıca Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/ 155).

Bu ve benzeri âyetlerden Allah Teâlâ'nın insanları çeşitli sıkıntılara uğratarak imtihan ettiğini ve bu imtihanı sabredenlerin kazandığım öğreniyoruz.

Sabırla bütün zorluklar halledilmekte, her türlü engel aşılmaktadır. Onun için atalarımız: "Sabırla koruk, helva olur." demişlerdir.

Hz. Peygamber (asm) şöyle buyuruyor:

"Mü'minin işi hayrete şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu özellik yalnız mü'mine özgüdür. Zira sevinirse şükreder; bu ise onun için hayırlıdır. Başına belâ gelirse sabreder; bu da onun için hayırlıdır." (Riyâzü's-Sâlihin, 1, 54).

Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Allah'ın dinini tebliğ ederken hepsi çeşitli sıkıntılara uğramış, kendilerine eziyet edilmiş, yurtlarından çıkarılmış. Hükümdarlar tarafından zindana atılmış ama onlar daima sabretmişlerdi. Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayet-i kerime vardır. Rasulullah (asm)'ın hayatı ise baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her Müslümana düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allah'tan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.

49 İnsanların bu dünyada başına gelen musibetlerin nedenleri nelerdir?

İnsanlara dert, bela, musibet birkaç bakımdan gelir:

1. Bunlardan birisi işlediğimiz günahlar sebebiyledir.

İmam-ı Rabbani Hazretleri buyuruyor ki; Belaların gelmesine sebep günah işlemektir. Kur'an-ı Kerim'de mealen buyuruluyor ki:

"Size gelen musibet, işlediğiniz günahlar yüzündendir..." (Şura, 42/30)

2. Bela, hastalık ve musibetler, günahların kefareti (affolması) için gelir.

Dünyada musibetlere maruz kalıp da güzelce sabreden kimse, ahirete günahsız gider. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

 "Mümine gelen her sıkıntı, günahlarına kefaret olur." (bk. Buhâri, Îman, 39; Müslim, Birr, 52)

 “Bir Müslüman’a herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir üzüntü, bir eziyet, bir gam dokunursa, hatta kendisine bir diken bile batarsa, mutlaka Allah bunları onun günahlarına kefaret yapar.” (Buharî, Marda,1; Müslim, Bir, 52)

“Müminin hâli ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

İnsan kendisine gelen beladan hoşlanmaz. Halbuki günahları affolacak ve güzel sabrederse ahirette büyük nimetlere kavuşacaktır. Kur'an-ı Kerim'de mealen buyuruldu ki:

Hoşlanmadığınız bir şey, belki de sizin için hayırlıdır. (bk. Bakara, 2/216)

3. Cennette yüksek derecelere kavuşması için mümine musibet gelir.

Bunun için peygamberlere çok bela gelmiştir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

"En şiddetli bela, peygamberlere, velilere ve benzerlerine gelir..." (bk. Tirmizi, Zühd, 56)

Demek ki belanın en şiddetlisi, Allah Teâlâ'nın çok sevdiği kimselere geliyor. Belalara sabır, sıddıkların derecesidir. Peygamber Efendimiz (asm), kendisine gelecek musibetlere karşı dayanma gücü vermesi için Allah Teâlâ'ya dua ederdi.

“İbadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur.” (bk. Lem’alar, İkinci Lem'a)

Allah Resûlünün (asm.) en mükemmel mânâda gerçekleştirdiği kulluk vazifelerinden biri de sabırdır. O (asm.) sabır imtihanını da hicretlerle, harplerle, nice musibet ve sıkıntılarla en ilere mânâda kazanmıştır.

Namaz müminin miracıdır. Musibet ve hastalıklar ise bir başka yükseliş merdivenidir. Bir Müslüman, Allah’ın her emrini dinledikçe ve her yasağından sakındıkça manen yükselir. Bu yükselmenin bir başkası da musibet ve hastalıklara sabır yoluyla gerçekleşir. Maruz kaldığı musibetler insana aciz bir kul olduğunu ve trafik kazalarından sellere, fırtınalara kadar hiçbir hadiseyi önleyecek güce sahip olamadığını tam ders verir.

Hastalıklar da aynı dersi insanın iç aleminde tekrarlar. Harici tesirler gibi kendi bedenindeki olaylara da söz geçiremediğini çok iyi anlayan insan, tedavi için gerekli tedbirleri aldıktan sonra, kendine malik olamadığının şuuru ile Rabbine tevekkül eder ve şifayı ondan bekler. Bu hâl mümin için büyük bir terakkidir.

Bir ömür boyu böyle değişik tecellilerle farklı imtihanlar geçiren insanlar, bu kısa dünya hayatının ardından ebediyet yurduna göç edeceklerdir. Bu gölgelerin asıllarına kavuşacak, marifet ve muhabbet nimetini de kemaliyle orada bulacak ve tadacaklardır.

50 Deprem gibi afetler bir tesadüf mü, yoksa kaderimiz midir?

Deprem kader mi, değil mi? Bunu tahlil etmek için önce kaderin ne olduğunu hatırlayalım:

Kader, kısaca, her varlığın ve her olayın bütün incelikleriyle Allah'ın ezeli ilminde malum olması ve ona göre takdir edilmesi, yaratılmasıdır. Her hadise “mukadderdir”, yani yeri ve zamanı ezelden belirlenmiştir. Kâinatta olup bitenler gibi, olacaklar da Allah tarafından bilinir. İlahi ilmin dışında kalan hiçbir olay düşünülemez. Her ne oluyorsa, adına kısaca kader dediğimiz ilahi ilmin sınırları içinde olmaktadır. Kâinatta tesadüf yok, tevafuk vardır. Bütün mekânları ve bütün zamanları kuşatan kader gerçeği tesadüfe meydan bırakmamıştır.

Deprem de bir fiil; her fiil gibi o da failini gösteriyor. Dünyayı yoktan var eden, onu güneşin etrafında bir uzay gemisi gibi uçuran, büyük bir sistem dahilinde mevsimleri değiştiren, yeryüzünde bitkileri, hayvanları, insanları hâlk eden, sayısız işleri vakti vaktine, şaşırmadan, akıl almaz bir ölçüyle düzenleyen, nihayetsiz ilmi, iradesi ve kudretiyle atomları mucizevi bir şekilde yan yana getirip harikulade eserler yaratan Allah; kendi mülkünde meydana gelen ve insanları yakından ilgilendiren deprem gibi önemli bir hadiseyi bilmesin, irade etmesin, başıboş bıraksın, tesadüfe havale etsin... Mümkün mü?

Kâinattaki her olay gibi, deprem de Allah tarafından bilinmekte ve icra edilmektedir. Ne zaman ve nerede deprem olacak, nasıl olacak, neticesinde kimler ölecek, kimler kurtulacak bütün bu unsurlar, bütün ayrıntılarıyla kaderde mevcuttur.

Bu temel hakikati böylece tespit ettikten ve imanımızı tazeledikten sonra, şimdi başka bir hususu inceleyelim.

Biri çıkıp diyebilir ki: 

“Biz bu cümleyi kaderi inkar etmek ve depremin tesadüfen meydana geldiğini söylemek için kullanmıyoruz. Maksadımız, insanları tedbire davet etmek. Deprem kuşağında yerleşim birimleri kurmamak, deprem ihtimalini daima göz önünde bulunduran binalar yapmak, inşaatlarda depreme dayanıklı ve hafif malzemeler kullanmak gibi tedbirlerle bu felaketin zararını bir derece önleyebiliriz. İşte biz, bu noktaları hatırlatarak ihmalcileri ikaz etmek istiyoruz.”

Eğer söylenmek istenen bu ise, şunu önemle belirtelim ki, körü körüne teslimiyetçiliğe “kader” deyip, tedbirler almayı “kaderi değiştirmek” diye ifade etmek yanlış bir anlayıştır. İslami tevekkül anlayışı hiçbir tedbir almadan sonucu beklemek değil, elden gelen her şeyi yaptıktan sonra sonucu teslimiyetle beklemektir. Sebeplere teşebbüs edip; sonucu Allah'tan istemektir. Çünkü, sebepler bir araya gelmekle mutlaka netice hasıl olacağı şeklinde bir kural yoktur. Sebepler yaratıcı değil, birer vesiledirler. Tedbir için her ne yapılırsa yapılsın, yine de neticeleri yaratacak olan Allah'tır.

Tedbir alınsın veya alınmasın, her iki hâlde de olup bitenler “kader”dir. Tedbir almakla kaderin dışına çıkılmaz. Gemi rota değiştirmekle okyanustan çıkmış olmaz. Biz insanlar kader okyanusunda yüzen birer gemi gibiyiz. Rotamızı ne yana çevirirsek çevirelim, tedbir alalım veya almayalım o ilim okyanusundan ayrılmış olmayız. Tedbir almamaya kader deyip, tedbir almayı kaderden kurtulmak zannetmenin, doğru kader inancı ve anlayışıyla hiçbir alakası yoktur.

Hâller değişir, ama kader değişmez. Mesela, bir fakir çalışıp zengin olmakla, “Ben kaderimi değiştirdim.” diyemez. Değişen onun hâlidir, fakirliğin yerini zenginlik almıştır. Şöyle demesi gerekir: “Benim kaderimde önce fakir olmak, sonra da çalışıp zengin olmak varmış.” 

İslam bize, “Kadere inanıyorsan, tedbiri bırakacaksın.” demiyor. Aksine, önce tedbir alıp, sonra tevekkül etmemizi istiyor.

51 "Allah insana kaldıramayacağı yükleri yüklemez." dendiği halde, neden bazı insanlara, mesela çocuğunu alarak onların aklını kaybetmesine sebep oluyor?

Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerîm'inde:

"Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder..." (Bakara, 2/286.)

buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir.

Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:

- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.
- Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te'hire kalır.
- Ramazan'da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.
- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mes'ul olmaz.
- Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.

Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kullan için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.

Allah Teâlâ mutlak adaletiyle kullarının mesuliyetlerini bedenî ve malî durumlanyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hakk, kullarının akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir. Şu hakikati de bilmek icab eder:

İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O'na karşı ibâdetini yapar.

Âdil-i Mutlak olan Allahü Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kadar akıl ihsan etmiş, akıl hastaları ile sinn-i teklife (bülug çağına) ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

Bu imtihan dünyasında insanların kaldıracağı ölçülerde ona yük verilmektedir. Ancak zaman zaman bazı insanların buna güç yetirmediği de görülmektedir. Bu o yükün ağırlığından değil kişinin iradesi ile kendini zayıflatmasından kaynaklanmaktadır.

Mesela, kadere teslim olan bir anne evladını kaybettiği zaman, "Evet bu kısa ve fani dünyada bana emanet olarak verilen çocuğun ve benim sahibim olan Rabbim benden geri aldı. Ancak cennete ebedi bir çocuk sevgisi tatmak üzere orada bana bu aldığı nimeti geri verecek." der ve teselli olur.

Aksini düşünen insan ise sanki evladın sahibi kendisiymiş gibi kadere isyan eder. Acısını çoğaltır.

Demek ki "kadere rıza gösteren kederlerden emin" olur. Rıza göstermeyen de başını örse vurur kırar.

52 Genetik hastalıklı çocuk imtihan mı oluyor?

Bütün hastalıkların genetik olarak geldiğini düşünemiyoruz. Mevcut olan hastalıkların büyük bir kısmını tüm insanların paylaştığı bir gerçektir. Kaldı ki bilim, anne-babasında bulunan hastalıkların mutlaka çocuklara geçeceğini söylemiyor, yakınlarında bulunmayan bir hastalıkla kişilerin hasta olamayacağını da söylemiyor. Söylediği şey, bu gibi insanların bu hastalıklara maruz kalma risklerinin daha yüksek olduğudur.

Bugün, sülalesinde olmayan nice hastalıklarla imtihan olmakta olan binlerce insan vardır. Bu konunun, yakın akraba evliliğinden doğan çocukların sakat olacağı teorisi gibi, oldukça abartılı olduğu kanaatindeyiz.

Bununla beraber, her çocuk bir insandır ve imtihana tabi olacaktır. Başına gelecek bir hastalık, ister akrabalarında olsun, ister olmasın, hasta olduktan sonra ne fark eder?

Kaldı ki, çocuklar bile, şeriat-ı fıtriyeye uymadıkları takdirde cezasını bir hastalıkla çekerler. Veya anne-babasının suistimallerinden doğan yanlışlıklar, onun hasta olmasına sebep olabilir. Bu onun için ileriye dönük bir idman, bir tecrübe kazandıracaktır. Vücudun savunma mekanizmalarını güçlendirecektir. Çocukken yapılan aşılar bunu hedeflemiyor mu?

Bu gibi konularda huzurlu bir kafaya sahip olmak için şu formülü kullanacağız:

“Allah, adildir zulmetmez. Hakîmdir abes iş yapmaz. Mülkün sahibidir, mülkünde dilediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir... O, Cemil-i mutlaktır, yaptığı her şey ya doğrudan veya sonuçları itibariyle güzeldir... Ve bizim kısa aklımız onun sonsuz hikmetleri kuşatıp kavrayamaz..."

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocukların başına gelen musibetlerin hikmeti nedir?

53 Masumların da zalimlerle beraber musibete maruz kalmaları Cenab-ı Allah'ın hikmetinin gereği ise, onların rahmetten ve Cenab-ı Hakk'ın adaletinden aldıkları nasipleri nelerdir?

Bu musibetlerde masumlara Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin büyük mükâfatları söz konusudur. Çünkü o masum ve günahsız insanların fani malları onlar hakkında sadaka olup bâki bir mal olmakta ve sona eren hayatları ise ebedi bir hayatı kazandıracak şekilde, bir nevi şehitlik mertebesi onlara kazandırmaktadır. Elbette bu dünyadaki az ve geçici bir zahmete karşılık, büyük ve ebedi bir saadeti, mükâfatı kazanmak az bir mükâfat değildir.

Zulmedenler, yaptıklarının cezasını bu dünyada olmasa bile ebedi alemde hakkıyla çekeceklerdir. Bu bakımdan adalet yerini bulacaktır. Zulme uğrayanlar ise, hem zalimlerden haklarını alacaklar hem de suçsuz ve günahsız olduğu hâlde bu zulme uğramasından dolayı da Allah'ın lütfuna ve rahmetine mazhar olarak ebedi âlemde sonsuz nimetlere gark olacaklardır. Hatta günahsız olarak böyle zulümlere maruz kalanlara ahirette durumları sorulacak olsa, "Çok az zahmetle çok büyük mükafat aldık ve zulmedenlerin cezalarını hakkıyla aldıklarını da gördük, çok memnunuz." diyeceklerdir.

Ayrıca böyle zulümlere maruz kalanlar, bir rahmet eseri olarak Allah'ın değişik ihsanlarına mazhar olabilirler.

 Allah hiç bir kuluna zulmetmez. Kullarına zulmedenlerin cezasını ise onlara zaman tanısa bile asla ihmal etmez.

“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez.
Allah’ın gadabından fazla gadap edilmez.”

54 Bir insanın başına gelen bela ve musibetlerde; "Sen çok günah işliyorsun, o yüzden bunlar başına geliyor." demek nasıl bir davranıştır?

İnsanın başına gelen bela ve musibetler işlediği hatalardan dolayı gelebileceği gibi, bir imtihan olsun diye veya sevap kazansın diye de gelebilir. Yani başa gelen her musibet günahlardan dolayı gelmemektedir. Mesela peygamberler günahsız olmasına rağmen en büyük musibet onların başlarına gelmiştir. Nitekim Peygamberimiz (asm) vefatından önce çektiği ağır hastalığın sebebini şöyle açıklamıştır:

Hastalığın şiddeti, ateşin yüksekliği sebebiyle Peygamber Efendimiz yatağında bile rahat edemiyordu. Bir o tarafa, bir bu tarafa dönüyordu. Başucunda bulunanlar, bu durum sebebiyle,

"Yâ Resûlallah! Eğer bizden birisi bu derece ıztırap çektiğini izhar etseydi, muhakkak bizi tekdir ederdin." dediler.

Resûl-i Ekrem cevabıyla durumunu şöylece izah etti:

"Benim hastalığım bildiğiniz gibi değil, oldukça zordur. Allah Taâlâ, salih ve mü'min kullarını belânın, hastalığın ve musibetin en şiddetlilerine mübtelâ eder. Fakat o belâ, o musîbet ve o hastalık vasıtasıyla o mü'min salih kulunun derecesini yükseltir, günahlarını yok eder."

Hastalığı sırasında Resûl-i Ekrem (asm)'in ziyaretine giden Bişr bin Bera'nın annesi Ümmü Bişr de gördüklerini şöyle anlatır:

"Resûlullahı ziyarete gitmiştim. Vücudundaki şiddetli harareti görünce sormadan edemedim:

'Yâ Resûlallah! Ben böyle sıtma hiç görmedim.'

"Resûlullah (a.s.m.) bana cevaben şöyle buyurdu:

'Bizim hastalığımız herkesten daha şiddetli ve daha ziyâde olur. Fakat bunun mukabilinde kazandığımız sevap ve mükâfat da o nisbette fazla olur!'"

İnsanın başına bir musibet geldiği vakit vicdanen bilir ki, ben şu hatayı yaptığım için bu benim başıma gelmiştir. Ancak başkasının "Sen şu hatayı yaptın da onun için başına bu musibet geldi." demeye hakkı yoktur. Böyle demekle suizanda bulunmuş olur ve mümin kardeşine zulmetmiştir.

55 "Gündüzün şerri, gecenin hayrından daha iyidir." anlamına gelen bir hadis var mıdır? Musibetler neden genelde geceleri olur?

Hadis kaynaklarında böyle bir ifadeye rastlayamadık.

Kaldı ki, “Gündüzün şerri, gecenin hayrından daha iyidir.” ifadesi, görünürde pek makul görünmemektedir.

Gündüz meydana gelen ve pek çok insanın ölümüne sebep olan bir depremin, gece meydana gelen bir rahmetten/yağmurdan daha iyi olduğunu söylemek mümkün mü?..

56 Şahsına yapılan kötülüğe engel olamayan kişi nasıl dua etmeli?

İnsan başkasına haksızlık yapmaktan sakınacağı gibi, başkalarını haksızlık yapmaktan da alıkoymağa çalışmalıdır. Bu bir görevdir. Şu var ki, kendimize yahut bir başkasına yapılan haksızlığı giderme konusunda bazı İslamî ölçüler vardır. Bunlara uyulması gerekir.

Mesela, bir kötülük, bir haksızlık görüldüğünde onun el ile, olmazsa dil ile önlenmesi, o da olmazsa kalben o işe karşı olmakla mukabele edilmesi Peygamberimizin (asm) bir emridir. Bu hadis-i şerifi yetkili âlimlerimiz şöyle açıklamışlardır:

Münkeri yani kötülüğü el ile men etmek devletin ve diğer yetkililerin vazifesidir. Dil ile met etmek ise âlimlerin, bu konuda bilgi sahibi olan kişilerin vazifesidir. Elinde bir yetki olmayan, o kötülüğü dil ile önleyecek ilim gücünden de mahrum bulunan kimseler ise kalpleriyle buğz edecekler, yani o kötülüğe iç âlemlerinde karşı çıkacaklardır.

Buna göre, bir haksızlığa maruz kalındığında onun izalesi için yetkili makamlara müracaat etmek, o kötülüğü önleme gücüne sahip kişiler varsa onların devreye girmesini sağlamak gerekir. Bütün bunların bir sonuç vermediği hallerde ise kişinin o hakkını alması mahşer meydanındaki büyük hesap gününe kalmış demektir.

Hakkını helal etme meselesine gelince, bu bir fazilettir; kişi kendi hukukuna karşı yapılan tecavüzleri dilerse affedebilir. Mümin kardeşinden gördüğü bir kötülüğe karşı, misliyle yahut daha fazlasıyla mukabele etmeyip af yolunu tutanlar, bunun büyük ücretini ahirette mutlaka görürler. Ancak haklarını isteme hakları da saklıdır. Tercih, kişinin kendisine kalmıştır.

Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:

"Bir gün Peygamber'imiz ile birlikte otururken bir ara azı dişleri görünecek şekilde O'nun güldüğünü gördük. Hz. Ömer: "Ya Rasûlallah, anam-babam sana feda olsun, neye güldün?" diye sordu. Peygamber'imiz şu cevabı verdi: "Ümmetimden iki kişi Allah'ın huzurunda diz çöktü, biri "Yâ Rabb'i, bu kardeşimden hakkımı al" dedi. Allah da ötekisine "Kardeşinin hakkını kendisine ver" diye buyurdu. Verecekli adam "hiç bir iyi amelim kalmadı" dedi.

Bunun üzerine Allah alacaklıya: "Ne yapacaksın, arkadaşının sana verecek hiç bir iyi ameli kalmadı" diye buyurdu. Alacaklı: "O halde hakkım kadar günahımı üzerine alsın" dedi. Böyle derken Peygamber'imiz yaşlı gözlerle: "O gün öyle yaman bir gündür ki, her günahını sırtına yükleyeceği birini arar" diye buyurdu ve sözlerine şöyle devam etti:

"Bu arada Allah alacaklı tarafa: "Kaldır başını da cennet bahçelerine bak" diye buyurdu. Adam başını kaldırarak: "Yâ Rabb'i, altından bir takım yüksek evler ile incilerle bezenmiş şehirler görüyorum. Bunlar acaba hangi peygambere veya hangi sıddıka yahut hangi şehide ayrıldı?" dedi.

Yüce Allah: "Bu gördüğün ev ve köşkler bana bedelini ödeyenlere verilecek" diye buyurdu. Alacaklı adam "Yâ Rabb'i, onların bedelini sana kim ödeyebilir?" dedi. Allah "sen verebilirsin" diye buyurdu. Adam; "Nedir o bedel?" diye sordu. Allah: "Arkadaşına hakkına bağışlaman" diye buyurdu.

Bunun üzerine alacaklı Adam: "Yâ Rabb'i ona hakkımı bağışladım" dedi. Allah da alacaklıya: "O halde onun elinden tut ve onu cennete götür" diye buyurdu.

Sonra Peygamber'imiz (asm) bize dönerek: "Allah'tan korkun ve aranızda doğan anlaşmazlıkları barışçı yollardan halledin. Görüyorsunuz ki, Allah mü'minlerin arasını bulmaktadır" diye buyurdu. (Gazali, Ölüm ve Ötesi, s. 65)

Yine bir gün Efendimiz (asm) ashabına cenneti anlatırken bir köşkten bahsetti. Buyurdu ki:

"Cennette öyle bir köşk vardır ki, o köşk havada boşlukta durmaktadır. Ne altında direği vardır, ne de üstünde semaya bağlı bir çekeceği vardır."

Sahabe-i kiram merakla sordular:

"Ya Resulallah, altında direği, üstünde de tutacağı yok, peki o köşkün sakinleri oraya nasıl girecekler?"

Efendimiz (asm) tebessüm etti ve buyurdu ki:

"Kuşların ağaçlara konduğu gibi, o köşkün sahipleri de uçarak gelecekler ve kapıdan içeriye dalacaklar, merdivene ihtiyaç duymayacaklar."

Bu güzel köşk, sahabenin dikkatini çekti. O zaman dediler ki:

"Ya Resulallah, bu köşkler kimler içindir?"

Efendimiz (asm) şöyle buyurdu:

"O köşkler, dünyada maruz kaldığı musibetlere karşı sabreden, tahammül eden insanlar içindir." (bk. Dünya Ötesi Yolculuk, s. 294)

57 Filistin'e Uygulanan Zulüm Hakkında.

Birincisi: “Küfür devam eder, zülüm devam etmez” prensibi gösteriyor ki, İsrail sadece zalim değil aynı zamanda -cumartesi yasağını çiğnediği gibi- kendi inanç esasları bakımından da küfürlerini de sürdürüyor.

İkincisi: Bizim için çok uzun gelen bir süre Allah için çok kısadır. Hani, “Devlet tavşanı kağnı arabasıyla da tutar” şeklinde bir söz vardır. Bunun manası şudur: Devletin acelesi yoktur, çünkü suçluyu er-geç yakalayıp cezalandıracağından emindir. Allah'ın sabrı devletin sabrından elbetteki daha çoktur ve suçluyu yakalamamak gibi -haşa- bir endişesi de yoktur. Allah için bir insanın dünyadaki ömrünün hepsi zulümle geçse bile yine bu kısa bir süredir. Çünkü onları büyük bir azap beklemektedir.

Üçüncüsü: “O kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin kendileri hakkında hayır olduğunu sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz, günahlarının artması içindir. Onları zelil ve perişan eden bir azap vardır” (Ali İmran Suresi, 3/178) mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Allah zalimleri imhal (mühlet verir) eder, fakat asla ihmal etmez. Bilakis yaptıkları zulüm gayretullah'a dokunduğu için, onların cezayı daha fazla hakkedecekleri suçları işlemelerine biraz daha fırsat tanıyor. Zalimler için yaşasın cehennem!

Dördüncü bir husus da şudur: Allah'ın zalimlere gazabının ve mazlumlara yardımının bir an önce gelmesi için, mazlumların da yardımı hak edecek bir pozisyon sergilemeleri gerekir. Gerek Filistinlilerin kendi aralarında olsun, gerek onların kardeşleri olan diğer İslam ülkeleri olsun, gösterdikleri zillet ve pısırıklık zulmün devamına davetiye çıkarıyor. Ölenler inşallah şahadet şerbetiyle Allah'ın huzuruna gitmişlerdir. Fakat hayatta olan Müslümanların dağınıklığı, zalimlere taraftarlıkları onları da bu zulme ortak ediyor ve Filistin’in kurtuluşunu geciktiriyor.

58 Allah insanların başına neden bazı felaketler getiriyor, bunun hikmetleri nelerdir?

“İbadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede za’fını ve aczini hissedip Rabb-ı Rahîmine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur.” (Lem’alar)

Allah Resûlünün (asm.) en mükemmel mânâda gerçekleştirdiği kulluk vazifelerinden biri de sabırdır. O (asm.) sabır imtihanını da hicretlerle, harplerle, nice musibet ve sıkıntılarla en ilere mânâda kazanmıştır.

Namaz müminin miracıdır. Musibet ve hastalıklar ise bir başka yükseliş merdivenidir. Bir Müslüman, Allah’ın her emrini dinledikçe ve her yasağından sakındıkça manen yükselir. Bu yükselmenin bir başkası da musibet ve hastalıklara sabır yoluyla gerçekleşir. Maruz kaldığı musibetler insana aciz bir kul olduğunu, ve trafik kazalarından sellere, fırtınalara kadar hiçbir hadiseyi önleyecek güce sahip olamadığını tam ders verir. Hastalıklar da aynı dersi insanın iç aleminde tekrarlar. Harici tesirler gibi kendi bedenindeki olaylara da söz geçiremediğini çok iyi anlayan insan, tedavi için gerekli tedbirleri aldıktan sonra, kendine malik olamadığının şuuru ile Rabbine tevekkül eder ve şifayı Ondan bekler. Bu hal mümin için büyük bir terakkidir.

Bir ömür boyu böyle değişik tecellilerle farklı imtihanlar geçiren insanlar, bu kısa dünya hayatının ardından ebediyet yurduna göç edeceklerdir. Bu gölgelerin asıllarına kavuşacak, marifet ve muhabbet nimetini de kemaliyle orada bulacak ve tadacaklardır.

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocukların başına gelen sıkıntı, hastalık gibi musibetler, onların ileride işleyeceği günahlarına kefaret olabilir mi? Onlar günahsız olduklarına göre bu musibetlerin hikmeti nedir?

59 Bu dünyada bazı insanların başına bela ve musibetler geldiği halde bazılarının başına gelmemektedir. Musibete uğramayanlar çok mu şanslılar?

Yaradılışımızın icabı olarak, her kişi kendisinde noksan olan şeyin hasretini duymaktadır. Bunun yanında her şeyi tamam olan insan, sahip olduklarının kadrini bilmiyor ve çok kere (sanki bir mirasyedi gibi) onların farkında bile olamıyor. Konunun şu misal ile açıklanmasında isabet vardır:

Bir çocuk, ayakkabısı olmadığı için ağlayıp dururken, birden bire gözüne iki ayağı bulunmayan sakat bir çocuk ilişiyor. Dehşete kapılmış durumdadır, göz yaşlarını silip "Yârab, sana şükürler olsun ki, benim ayaklarım var; meğer ben ne kadar şanslıymışım, beni affet Allah'ım..." diye, yalvarıp huzura kavuşuyor.

O halde insan, haline şükredici olmalıdır. Kendisinde mevcut olanları iyi tanımalı ve onların kıymetini takdir etmelidir.

Özetlersek:
Yoklukta kendimizden aşağı olanlara bakıp müteselli olmalı. Varlıkta ve ilimde bizden üstün olanlara bakıp onlara yetişebilmek için gayret göstermeliyiz.

İnsanoğlu bu dünyada daima adalet aramıştır. Öncelikle bilmek lâzımdır ki, dünyada asla hakiki adalet yoktur. Mutlak adalet, kıyamet gününde ortaya çıkacaktır. Dünya bir eğitim ve imtihan meydanıdır. Burada aklımızın ermediği, duygu ve hassalarımızın fark edemediği çok karışık meseleler vardır. Bazı misaller verelim.

Işıklar âlemi içinde görünür ışınların yeri, sadece % 4 kadar bir yer işgal eder. Diğerleri: Alfa, Beta, Gamma, Radyo, Televizyon, IKS, Ultrason, Infraruj, Ultraviole, Mion, Laser, Radar ve diğer kozmik ışınlardan ibaret, görünmeyen tabiattadırlar. O halde % 96'lık göremediğimizin yanında sadece % 4'lük görüş alanımız vardır. Dolayısıyla istatistikî yönden bizim görüyoruz zannettiklerimiz bile şüpheli mevkide kalıyorlar. Yani biz çok az şeyi görebiliyoruz.

Dokunmak hissimizi ele alırsak, gözlerimizin göremediği nice küçük varlıkları ve uzaktaki galaksiler ve seyyareler gibi nice büyük yaratıkları temas ederek tanımamız mümkün değildir.

Diğer hislerimizin güçleri de hemen hemen bu misallerdeki gibi zayıftır ve her şeyi anlamamıza yetmez.

Ancak, hislerimizin üstünde "akıl" dediğimiz en kıymetli bir varlığımız mevcut. Bir çok noksan yanlarımızı onunla tamamlamak mecburiyetindeyiz. Nitekim aklımız sayesinde bir çok cihazlar imal edilmiş ve bazı meçhullerin bilinmesi veya farkedilmesi mümkün hale gelmiştir. Lâkin meçhullerin sayıları az değil ki...

Yine akıl sayesinde, dünyada görülen bazı muvazenesizliklerin sebeplerini inceleyebiliriz. Meselâ: Doğuştan uzvu noksan yaratılmış olan bir yavru üzerinde düşünelim.

Bazılarımızın zannettiği gibi böyle bir doğuş, asla "Allah'ın adaletsizliği" değildir. Bu tabloda aklını çalıştıran insan için büyük ibretler vardır.

Nasıl ki, vatan kurtulsun diye nice insanlar canlarını feda ederler ve diğerleri o vatan toprakları üzerinde şehid ve gazilerinin sayesinde yaşamağa devam edebilirler...

Allah'ın Mülkü olan bu dünyada, Cenâb-ı Hak insan neslinin devamını ve huzurlu olmasını ister. O sebeple diğer insanların hallerine şükretmeleri ve hallerinden memnun olmaları takdir olunmuştur. Genelde kendisi sağlam olan kişi, herkesin aynı şekilde bulunduğunu zannedecektir. Noksansız bir vücudun ancak bir lütuf olduğunu farkedebilmek, ancak sakat kişileri görmekle mümkün hale gelebilir. İşte bu yüzden bizim nazarımızda birer zavallı gibi kabul edilen sakatların, insanlık âleminin selâmet yolunu bulabilmesinde büyük hizmetleri vardır. Dolayısıyla onların, Allah katında birer şehid ve gazi kadar mübarek kişiler oldukları kanaatindayım. Ancak, İnsanoğlu buna benzeyen daha bir çok hikmetleri anlamaktan uzaktır. Bizzat sakatların ve hastaların, Cenab-ı Hakk'ın bu takdirinden haberleri bile olmayabilir.

O halde tekrar edersek: Dünyaya noksanlıkla doğanlar veya sonradan sakatlananların durumlarında adaletsizlik yoktur. Ortada sadece çok anlamlı hizmetler ve derin hikmetler mevcuttur. Bir tarafdan diğer insanların onları görerek, hallerine şükretmeleri ve gönül huzuruna kavuşmaları murat edilmiştir. Diğer taraftan alkol, sigara, uyuşturucu maddeler, zararlı ışınlara maruz kalış, hastalıklar ve sair zararlı şeylerden ve tehlikelerden korunulmasının gerektiği, aksi halde o kişilerin kazanacağı yavruların bunlar gibi sakat olacağı (insanın gözüne sivri kalem batırılmışcasına) hikmet olarak anlatılmak istenmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın bu lütuflarına rağmen günden güne iz'ansız, ferasetsiz, hissiz, şükürden uzak ve bencil özellikteki kişilerin sayıları artmakta ve sakat gençlerin sayıları da o nisbette çoğalmaktadır.

Keza gayrimeşru evlât edinmeler, boşanmalar, üveylikler, aile geçimsizlikleri gibi Cenab-ı Hakk'ın emirlerine uymayan bütün hareketlerin, netice olarak gençlik problemlerini arttırdığı herkesce biliniyor. Fakat insan, dünyadaki bu harikulâde ibret tabloları karşısında hissiz ve bir nevi kör hali ile hâlâ gönül huzuru ve saadet arıyorsa, elbette bulamıyacaktır. Genç nesil, hatalı ana ve babaların yanlışlarını görüp hiç olmazsa kendileri doğru istikamete yönelmezlerse, insanlığın gelecek nesilleri için çok daha karamsar olmak icap eder.

Bela ve musibetlerin müiminler için bu dünyada yaptığı hataların karşılığı olduğunu ifade etmiştik. Ancak bu musibetlerde günahsız ve masum insanlar da zarar görmekte, canları ve malları heder olabilmektedir. Bu noktada akla gelen sorulardan ilki "bu musibetlerden sadece günahkarlar nasiplerini alsalar, masumlar almasalar olmaz mı?" sorusudur.

Ayette geçtiği gibi,

"Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar." (Enfal, 8/25)

Bu ayetten almamız gereken bazı dersler vardır. Fakat akla gelen ilk konu "neden musibetlerin sadece zalimlere gelmeyip masumları da içine adlığı konusudur." Yani musibet gelince kurunun yanında yaş da yanmakta, masum insanlarda canlarını ve mallarını kaybedebilmektedirler.

Bunun cevabı, bu dünyanın tecrübe ve imtihan yeri olması sırrında yatmaktadır. Yani eğer musibet geldiği vakit sadece zalimler ve günahkarlara isabet etse, masumlar ve günahsızlar bu musibetlerden korunsalar o zaman imtihan sırrına zıt bir durum ortaya çıkardı.

"?Bir deprem oluyor, yıkılan binaların altından sadece günahkarlar ölü çıkıyor, diğerlerine bir şey olmuyor, diğer taraftan bir sel felaketi geliyor zalimler boğuluyor masumlar gaybi bir el ile kurtarılıyor. Bunu duyan günahkar insanlar artık tövbe etmeye başlıyor, çünkü tövbe etmezse ibadetlerini yapmazsa bu dünyada hemen musibete maruz kalacağı düşüncesine kapılıyor?."

İmtihan gereği olarak bir musibet geldiği zaman hem iyileri hem de kötüleri beraberce içine alıyor. Böylece imtihan sırrı kaybolmuyor. Eğer musibetlerde ve zulümlerde iyiler kurtulup sadece kötüler zarar görseydi, imtihan sırrı kaybolurdu. Kötüler de iyi olmak zorunda kalırlardı. Böylece Ebubekir (ra.) ruhlu insanlar ile Ebucehil ruhlu insanlar aynı seviyede kalırdı. Bu açıdan bazen hiç suçu olmayan günahsız kimseler de zulme maruz kalabilmektedirler. Fakat masumların bu musibetlerden dolayı büyük mükafatlar görürler. Musibetler onların günahlarına kefaret olur, derecelerini artırır. Eğer musibete maruz kalanlar, henüz teklif çağına gelmemiş çocuklar ise, zerre kadar hayrı ve şerri neticesiz bırakmayan Cenab-ı Hakk'ın rahmetinden umulur ki, onlara ahiret aleminde diğer çocuklardan çok daha ileri bir saadet bahşetsin.

Bu musibetlerde masumlara Cenab-ı Hakk' ın Rahmetinin büyük mükâfatları söz konusudur. Çünkü o masum ve günahsız insanların fani malları onlar hakkında sadaka olup bâki bir mal olmakta ve sona eren hayatları ise ebedi bir hayatı kazandıracak şekilde, bir nevi şehitlik mertebesi onlara kazandırmaktadır. Elbette bu dünyadaki az ve geçici bir zahmete karşılık, büyük ve ebedi bir saadeti, mükâfatı kazanmak az bir mükâfat değildir.

Zulmedenler yaptıklarının cezasını bu dünyada olmasa bile ebedi alemde hakkıyla çekeceklerdir. Bu bakımdan adalet yerini bulacaktır. Zulme uğrayanlar ise hem zalimlerden haklarını alacaklar, hem de suçsuz ve günahsız olduğu halde bu zulme uğramasından dolayı da Allah'ın lütfuna ve rahmetine mazhar olarak ebedi alemde sonsuz nimetlere gark olacaklardır. Hatta günahsız olarak böyle zulümlere maruz kalanlara ahirette durumları sorulacak olsa, "Çok az zahmetle çok büyük mükafat aldık ve zulmedenlerin cezalarını hakkıyla aldıklarını da gördük, çok memnunuz." diyeceklerdir.

Ayrıca böyle zulümlere maruz kalanlar, bir rahmet eseri olarak Allah'ın değişik ihsanlarına mazhar olabilirler.

Allah hiç bir kuluna zulmetmez. Kullarına zulmedenlerin cezasını ise onlara zaman tanısa bile asla ihmal etmez.

"Allah'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez.
Allah'ın gadabından fazla gadap edilmez."

60 Allah, insanlara bazı zor anlarda niçin yardım etmiyor?

- Allah’ın var olup olmadığını, insanlara yardım edip etmemekle delillendirmek başta yanlış bir istidlal metodudur. Çünkü, Allah’ın varlığını gösteren binlerce delil vardır.

Şimdi düşünün ki, bir insan evine ışık vermediği için kalkıp güneşin varlığını inkâr etse, “Madem benim evime ışık vermiyor, öyleyse yoktur.” dese, binlerce yönden tekzip edilecektir. Zira güneşin varlığı bazı kimselerin evine ışık yansıtıp yansıtmamakla ilgisi yoktur. Bir şey varsa vardır, yoksa yoktur. Bu tür ilişkilendirmeler bir cehaletin eseridir.

- Zaten şeytan insanların zayıf damarlarını tutmak suretiyle onları tuzağa düşürmek ister. Örneğin, bir sarayın yüz kapısı olsa, doksan dukuzu açık ve bir tanesi kapalı olsa, şeytan adamı alıp o kapalı kapının yanına götürür ve “İşte bu saray boştur. Gördüğün gibi bu kapısı kapalıdır. Eğer içinde kimse olsaydı, yani boş olmasaydı, bu kapısı açık olacaktı.” der ve elinden geldikçe adamı buna ikna etmeye çalışır.

Zayıf olan kimseler, “Yahu! Burada açık olan onlarca kapı vardır. Varsın bir / veya bir kaç kapı kapalı olsun... Bir kapının kapalı olmasıyla bir sarayın boş harabe olduğuna hükmedilir mi?” diyecek cesareti de göstermediklerinden, ister istemez şeytana maskara olmaya devam ederler.

- Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, bir kimseyi dar durumdan kurtarıp kurtarmamak Allah’ın varlığının delilleri arasında yer almamaktadır. Nasıl ki güneş evime ışık vermese de yine vardır. Bunun gibi Allah bana yardım etse de etmese de yine vardır. Zira varlığının delilleri binlercedir.

- Demek ki, mesele Allah’ın bana yardım edip etmemesini onun var olup olmadığına delil getirmek yerine, onun yardım etmemesinin hikmetini bulmaya çalışmak gerekir.

Biz bu sitede defalarca yazdık ki, bu dünya bir imtihan yeridir. İyi insanların kötü insanlardan ayrılması, sınıfta kalan tembel öğrencilerin sınıfını geçen çalışkan öğrencilerden farklı bir muameleye tabi tutulması (örneğin iman vesikası verilip cennet saraylarına yerleştirilmeleri) için herkese fırsat vermek gerekir. Bu fırsatın tanınması âdil bir imtihanın da olmazsa olmaz şartıdır.

Bu sebeple, eğer Allah her mazlum ve mağdur olana yardım etse, bu hiçbir zulmün işlenmesine imkân vermemek ve hiçbir zalimin özgür iradesiyle zulme bulaşıp din imtihanını kaybetmemek manasına gelir. Bu ise cehennem kapısına kilit vurmak anlamına gelir ki, imtihan için yaratılmış insanın yaratılış gayesine terstir.

- Bununla beraber, farz edelim ki, Allah’ın niçin mazlumlara yardım etmediğinin hikmetini bilemiyoruz; bizim için ilim ve hikmete açılan bu kapının anahtarı bizde olmadığı için, bize kapalı olmasını bahane ederek Allah’ı inkâr etme cihetine gidersek -Allah korusun- işte o zaman şeytanın tuzağına düşmüş oluruz.

- Her fırsatta Allah’ın varlığına delil toplamak, hatta en küçük emareleri dahi bir delilin ipucu kabul etmek gerekirken, bunun tersine her fırsatta cehaletimizden kaynaklanan bilgisizliğimizin arkasına saklanarak Allah’ın -haşa- var olmadığına deliller toplamak gerçekten insan için dönüşü mümkün olmayan korkunç bir yola girmek anlamına gelir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah rahim ve rahman ise, niçin aşırı kötülüklere, savaşlara engel olmuyor?

Allah her şeyi önceden biliyor da neden bizim bu suçları işlememize engel olmuyor?

61 Şefkat tokadı nedir?

Şefkat tokadı; sevenin sevdiğine bir ikazıdır. Yani onu doğru yola getirme maksadıyla, kulağını çekme, azarlama mânâsına gelen latif bir uyarıdır.

Müminlerin bu dünyada başına gelen musibetler bu anlamda değerlendirilebilir.

Şefkat tokadı kişinin İslam davasındaki lakaytlığından dönmesi, gafletten uyanması hatalarından vazgeçmesi için geldiğinden kişi bundan rahatsızlık duymamalı aksine uyanışına vesile olması cihetiyle memnun olmalıdır.

62 Başıma gelen musibetleri nasıl değerlendirmem gerekir? Başıma gelen musibetlerden dolayı Allah'a olan inancımda şüpheler oluşmaktadır.

İnsanın başına gelen musibetler de esasında Allah'ın varlığına bir delildir.

Bir hadis-i kutsîde şöyle buyruluyor:

"Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) ve kâinatı yarattım."(Acluni, Keşfü'l-Hafa, II/132)

Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise on binlerce seneyle. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kutsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah'ı bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, Ona isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kutsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.

"Hiç bir şey yoktur ki Allah'ı tespih ve Ona hamd etmesin." mealindeki âyet-i kerimede geçen "şey" tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey Onu tespih eder ve Ona medih ve senada bulunur.

Cenab-ı Hak, bütün bu tesbih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: İşte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak, topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, "Siz benim bildiklerimi bilemezsiniz." buyrulmuştu.

İmtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah'a ibadet için yaratılmışlardı.

"Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56)

Âyette geçen "ibadet" kelimesine bir çok tefsir âliminin "marifet" mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah'ı tanımak, varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.

Bu mümtaz mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk'ın hem cemal, hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.

Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya bulunur. Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.

İmtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileridir. Bunlarla insan, sabır, tevekkül, teslim, rıza imtihanına tabi tutulur. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazladır.

Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar. Nur Külliyatından konumuza ışık tutacak cümle:

"Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir âyine olsun." (Sözler)

İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.

Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müspet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor. Konunun çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah'ı tanıma denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.

Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar'dır da. İzzeti tattıran da Odur zilleti çektiren de. Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah'ı hem celal, hem de cemal sıfatlarıyla tanımak durumundadır. Ahirette ise, yollar ayrılacak. İnsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına mükâfat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azamî ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle karşılaşacaklar.

Böylece, ahiret yurdunda, Allah'ın hem cemalî hem de celalî isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak. 

63 Dünyada çekilen hastalık ve sıkıntıların ahiretteki karşılığı nedir?

Cennet insanı bu gibi kusurlardan uzak olacaktır. Cennette bunların eseri olmayacaktır. Hatta dünyada iken âmâ olup sabreden bir mü'min, cenneti ilk göreceklerden olacak ve görüşü daha iyi olacaktır. Dünyada çekilen hastalık ve sıkıntıların sevap cihetiyle faydası olacaktır.

Affedilmemiş günahların cehennemde etkisinin olacağı muhakkaktır.

Ahiret: “son, sonra olan”,“dünyadan sonraki ebedî âlem”, “dünyadan sonraki menzil” demektir. Hayat yolculuğumuzda, baba sulbü, ana rahmi, çocukluk menzillerinden geçerek bulûğa erdiğimizde, önümüze iki ayrı yol açıldı: inanmak veya inanmamak. Bu akışın bir devamı olarak, ölüm, kabir, mahşer ve mizan safhalarından sonra kendimizi iki sonsuzun kavşağında bulacağız. Ebedî cennet ve cehennem...

Zaman nehrinin sürükleyip götürdüğü bu âciz insan, dünyadan sonra bir başka âleme gitmeyeceğini nasıl iddia edebilir!? Âhirete inanmadıklarını söyleyenler, öldükten sonra dirilmeye akıl erdiremeyenlerdir. Onların inanmadıkları aslında "ba’s" yâni diriliş hâdisesidir. Yoksa, ahirete inanmamak zamanın akışına karşı durmak ve yarına inanmamak gibi bir saçmalık olur. Her insan, sekerat denilen can çekişme ameliyesi ile dünyadan sıyrılır, elbisesini soyunur. Öldüğü anda kendisini bir yeni âlemde bulur.

"Mevt (ölüm), nevmin (uykunun) kardeşidir." buyruluyor. İsimleri de benziyor birbirine. Her gece, ölümün küçük kardeşi olan uykuya dalan ve her sabah yeniden dirilircesine dünyaya gözünü açan insan, kıyametin ve haşrin alâmetlerini her gün seyrediyor demektir.

“Bu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar makûl ve lâzım ve kat’i ise haşrin sabahı da berzahın baharı da o kat’iyettedir.” (Bediüzzaman, Sözler)

O hayatın huzmeleri bize daima el ediyorlar. Ama önemli olan, oraya varmadan orasını kabullenmek; ilk ağartılarda güneşi seyredebilmek. Güneş doğduktan sonra, artık onu kabullenmenin bir değeri mi kalır?

O güneşin bir nuru da kendi ruh dünyamızda!.. Ebed arzusu. Söz sultanı büyük Üstad bu arzunun âhiretin varlığına ayrı bir delil olduğunu şu harika vecizeyle ifade buyurur:

“Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” (bk. Bediüzzaman, Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup'un Zeyli)

- Evet, bizi yaratan zat, şu âlemi seyretmemizi istemeseydi, ana rahminde bize göz takar mıydı?
- Bu güzelim sesleri işittirmek dilemeseydi bize kulak verir miydi?

İşte, âhiretin varlığına en büyük bir delil insan ruhuna konulan bu “ebedî yaşama” arzusu.

Bazı insanlar:

“Allah’ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma...” (Kasas, 28/77)

Âyet-i kerimesindeki ilâhî emrin ilk şıkkını tamamen ihmal ederek bütün enerjilerini dünya hayatı için harcarlar.

Dünya; “denî”, “aşağı” mânâsına geliyor. Bütün ömrü boyunca aşağı olanı isteyen, aşağılığa alışan, aşağı işler peşinde koşan insan, artık âhiret yurdunu gözetemez olur. Yüksek idealler, ulvî sıfatlar, güzel ahlâklar ruhundan gitgide silinir. Bir de bunun zıddı var. İnsan imanda terakki ettikçe, Rabbine kavuşmağa daha fazla iştiyak gösterir. Âhirete bol sermaye gönderdikçe, oraya kavuşmayı daha çok istemeye başlar. İstikbalini düşünen ve ileride kavuşacağı mevkileri dikkate alan çalışkan bir öğrencinin artık okulun bahçesine, sınıfına, kantinine, sırasına rağbet etmemesi gibi, onun kalbinde de dünya sevgisi gitgide azalır.

Bozulmamış hiçbir akıl, hayatın bu dünyada başlayıp yine bu dünyada biteceğine ihtimal veremez. Bedenindeki milyarlarca hücrenin, etrafındaki milyonlarca çeşit canlının ve nihayet semayı şenlendiren o sonsuz yıldızların sadece şu kısacık dünya hayatının başını beklediklerine hiçbir akıl “evet” diyemez.

“Onlar kendi kendilerine düşünmediler mi ki, Allah gökleri ve yeri ve onların arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattı. İnsanların birçoğu Rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr edicidirler.” (Rum, 30/8)

Mi’ractan sonra, şanlı Peygamberimiz (a.s.m.), âhiret âlemini ashabına şöyle anlatmıştı:

“Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ve ne de beşerin kalbine, hatırına gelmiştir.” (bk. Secde, 32/17; Zuhruf, 43/71; Buhari, Bed’ü’l-Halk: 8, Tefsîr-u Sûreti: 32:1, Tevhid: 35; Müslim, Îmân: 312, Cennet: 2-5; Tirmizî, Tefsîr-u Sûreti: 32:2, 56:1; İbn-i Mâce, Zühd: 39)

Cennet bundan daha iyi anlatılamaz. Çünkü bu tarif cenneti görenin tarifidir.

Üstad Bediüzzaman’ın: “Bize gösterdiğin numunelerin, gölgelerin asıllarını, membalarını göster.” duasını şöyle anlayamaz mıyız? Dünya ancak sûretler ve gölgeler âlemi. İnsanın fotoğrafı kendisinden ne kadar geri ise, cennetteki hâli de bu dünyadakinden o kadar ileri. Ağacı söz dinleyen cennetin, insanı lâf anlamayan bu dünyadan ne kadar ileri olduğu az çok hissediliyor.

Kaldı ki, akıl da “bunun böyle olması lâzım” diyor. İnsan birkaç kilometre yürüdü mü birkaç saat dinlenme ihtiyacı duyuyor ve söyleniyor kendi kendine: Nasip olur da cennete gidersem, bu ayaklarla gitmemeliyim. Bana o sonsuz âlemde, yorulmayan ayak gerek.

Bir sohbet ne kadar tatlı olursa olsun, birkaç saat sürdü mü zihin yorulmaya, dikkat dağılmaya başlıyor. Demek ki, bu dimağla da cennete gidilmez. Bize dinledikçe hazzı artan, yorulmak nedir bilmeyen, usanmayı tanımayan bir dimağ lâzım...

Otobüs, taksi, uçak, bunlar bizi zamanla yarıştıran, arzumuza tez elden kavuşmamıza yardım eden vasıtalar. Bu dünya âhirete nispeten gölge makamında kalacağına göre, oradaki sürat da bunların hiçbiriyle kıyaslanacak gibi olmasa gerek. Orada madde zamanın üstüne çıkacak. Gemi deryayı yutacak. Uzak yakın farkı kalkacak ortadan. İnsan, dilediği makamda ânında bulunacak. Daha ilerisi, insan bir anda birçok yerlerde bulunabilecek.

Orası asıllar âlemi. Bu dünyada gaybî olarak inandığımız iman hakikatlerini orada müşahede edeceğiz. Şu anda peygamberlerle görüşmemiz ancak hayâlen olabiliyor; gölgeden ileri geçemiyor. Orada bütün muazzez zevatla bizzat görüşeceğiz. Mazhar olacağımız bu şerefler silsilesi, “rü’yetullah” ile en ileri seviyesine ulaşacak...

Yürümenin ardında yorgunluğun saklandığı, tebessümlerin riyaya büründüğü, yemenin doyma ile sınırlandığı, elemlerle sevinçlerin gece ile gündüz gibi birbirini durmadan kovaladığı bu sûretler âlemine aldanmayanlar, asıla kavuşacaklar. Gerçek saadeti orada bulacaklar.

“Allah’a karşı hüsnüzan ibadettir.” (bk. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, III/263)

hadis-i şerifinden güç alarak, Rabbimizin lütfuna itimaden, hep Cennetten söz ettik. Cehennem de asıllar âleminden bir başka köşe. Elemin, ızdırabın, pişmanlığın, hüznün, ahın, eyvahın da aslı orada. Buradakiler onlara göre gölge ve resim kabilinden. Onlardan o kadar zayıf, o kadar geri... Elbette böyle bir azaba ebediyyen duçar olacak bir insan da bu dünyadakinden farklı bir yaratılışa sahip olmalı. Nitekim öyle de... Cehennem ateşinde yanıp kavrulan bir âsinin bedeni, ânında yeniden yerine gelecek ve azap böylece aralıksız sürüp gidecek...

Âhiret için "kudret âlemi" tabiri kullanılıyor. Orada her şey zamansız, ânında vücut bulacak. Ama kudretin bu zamansız tasarrufu da yine hikmet üzere yürüyecek.

Cennet ve Cehennem, mizandan sonra. O halde, bu âlemlerdeki bütün icraatlar ölçülü ve mizanlı olacak. Mizanda zerre miskal hayır da şer de tartıldığı gibi, Cennetdeki haz da Cehennemdeki azap da çok ince bir adaletle taksim edilecek. Herkes sevabınca lezzet alacak ve günahınca elem çekecek...

Yavaş yavaş olan hızla da olur. Safha safha meydana gelen bir anda da vücut bulabilir. Kanunu koyan kaldırabilir veya değiştirebilir. Hayâlimiz dünyanın öte ucuna bir anda gidiyor, ayaklarımız ise seyrini adım adım yürütüyor. Âhirette ayaklarımıza hayal kanunu uygulansa buna kim mâni olabilir? Nitekim öyle de olacak.

Kaldı ki, yavaş gitmemiz de Allah'ın kudretiyle, hızlı gitmemiz de... Bizim işin içinde neyimiz var?

64 İnsan hürriyetini sınırlandırmak, insana bir sıkıntı ve azap değil midir?

Bir balık, deniz içinde dilediği yöne gidebilir. Ama onun bu hürriyeti, deniz ile sınırlıdır. Ondan dışarı çıkması yasaklanmıştır. Karalar, ormanlar onun için yasak bölge. Tilkilerle, aslanlarla arkadaşlık etmesi, sanki, haram kılınmış. O, denizde yaşayacak ve ömrünü diğer balıklarla geçirecektir. Bu hürriyet kısıtlaması onun zararına değil faydasınadır.

İnsanın denizi de “helâl dairesi”dir.

“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” (Sözler)

İnsan, bu daire içinde kalmak şartıyla, istediği gibi hareket edebilir, dilediği gibi safa sürebilir. Ama bu dairenin dışı, onun için cehennem tarlasıdır.

Buna göre, hürriyeti şöyle de tarif edebiliriz:

“Hürriyet, helâl ve haram dairelerinden dilediğini seçebilme yetkisi ve netice itibariyle de cennet ve cehennem yollarından istediğine girme serbestisidir.”

Kul, hür olmaz. Nasıl olsun ki, kölenin bile hürriyeti söz konusu değil. Kulluk ise, kölelikten çok daha ileri bir bağımlılık. Mutlak mânâda ve sınırsız bir hürriyete sahip olmadığımızı nefsimize iyice kabul ettirmek için şöyle bir düşünelim:

İnsanoğlu, eliyle işitip, gözüyle koku alıp, kulağıyla görebiliyor mu? Hayır.

Öte yandan, aklıyla hıfzedip, kalbiyle anlayıp, hafızasıyla sevebiliyor mu? Cevap; yine Hayır.

Demek ki, insan her organını ve duygusunu yerinde kullanmaya mecbur. Onu yaratan, organlarını yerli yerine koyan ve ruh âlemini akıl almaz bir şekilde tanzim eden, her duyguyu, her hissi ayrı vazifelerde çalıştıran biri var.

Bu organların ve duyguların önüne iki saha açılmış: Helâl ve haram meydanları. Ayağıyla dilediği yere gidip gözüyle istediği yöne bakabildiği gibi, aklını her sahada kullanabiliyor ve hafızasına, olur- olmaz, her şeyi doldurabiliyor.

Bu sermayelerden her biri insanın akıl ve vicdanına emrediyorlar ki: “Bizi dilediğin gibi yönlendiremezsin! Sen irade sıfatını doğru değerlendirmeli ve bizi yaratılış gayemizde kullanmalısın!..”

İnsan iradesine tanınan bu hürriyet, bu serbesti, bu seçme hakkı, ne yazık ki, çoklarınca yanlış değerlendiriliyor.

İnsanoğlu, babasına, amirine, devletine karşı gelme hürriyetine sahip olmadığını çok iyi bildiği hâlde, nasıl oluyor da, Rabbine, Hâlikına, Mâlikine karşı kendini hür ve serbest sanabiliyor!?..

Asrımız alimlerinden Bediüzzaman Said Nursi, hürriyet konusunda çok önemli bir noktaya şöyle parmak basıyor:

“Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.” (Hutbe-i Şamiye)

Hür olduğunu, dilediği gibi hareket edebileceğini iddia eden bir insan, gerçekte nefsinin esareti altına girmiştir. Nefsi ona kötülüğü emreder; o da bu emre kayıtsız şartsız itaat eder. Bu esaret, rezil bir esarettir. Bir alimin hizmetine girmiş bir insanla, bir soygun şebekesinde çalışan bir başka insan ilk bakışta aynı noktada birleşirler: İkisi de emir altındadır. Ama birincisi büyük bir şereftir, sonu ilim ve irfana çıkar. Diğeri ise rezalettir; neticesi azap ve zindandır...

65 Bu zulümler olacaksa insan yaratılmasa mıydı? Allah bu dünyadaki kötülüklere neden müsade ediyor?

Allah bir şeyi yaratırken hayırlı neticeler vermesi için yaratmaktadır. Kainattaki düzene baktığımızda hiç bir eksikliğe ve başıbozukluğa rastlanmamakta ve kainattaki düzeni gören her akıl sahibi Allah'ın büyüklüğünü tesbih etmekten kendisini alamamaktadır.

Ancak insanlar kainatta yaratılan bu hayırlı şeyleri kendi iradeleriyle şerre çevirebilmektedirler.

Mesela ateşin yaratılması hayırdır. Ancak bir insan gidip elini ateşin içine sokarsa, ateş o insan hakkında şer olmuş olur. Halbuki Allah ateşi, insanlar onunla ihtiyaçlarını görebilsinler diye yaratrmıştır. Ancak o insan kandi iradesiyle elini ateşe sokmuşsa artık Allah neden bu ateşi yaratmış, neden bu ateş benim elimi yaktı, Allah neden buna müsade etti gibi bir iddiada bulunmaz. Çünkü Allah'ın kainatta koymuş olduğu kanunlar vardır. Ona riayet edersen menfaat elde edersin, riayet etmezsen zarar görürsün. Bu misaller çoğaltılabilir.

İnsana gelince, Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile Allah insanları kendisine ibadet etsinler diye yaratmış ve kötülüklerden, fuhşiyattan, azgınlıklardan uzak durmasını emretmiş ve buna uymayanları şiddetli bir azabla cezalandıracağını buyurmuş ve yüz binden fazla peygamber göndererek insanları her hususta ikaz etmişlerdir.

Ancak vazifesini yapmayıp ve bu emirleri dinlemeyip hiçe sayan insanlar, elbette bu yapıklarının cezasını çekecektir.

Allah'ın bu dünyada kötülüklere direkt engel olmaması ise, imtihan dünyasında olmamızdandır. Bu dünya bir imtihan salonudur ve yanlış yapana da doğru yapanada müsade edilmiştir. Eğer yanlış yapanlara müdahale olsaydı bu imtihan salonunun bir anlamı olmazdı.

Sevap işleyenlarin başına güller saçılsaydı ve günah işleyenlarin başına da dikenler atılsaydı, artık bu dünya bir imtihan salonu olmaktan çıkacaktı.

Musibete uğrayan kişiye gelince, bu musibet netice itibariyle o insan hakkında rahmet olacaktır. Eğer günahları varsa onlara keffaret olacaktır. Günahı yoksa gelecekte işleyeceği günahlara keffaret olacaktır. Ayrıca başına gelen bu musibetler belkide onun Cennete gitmesine vesile olacaktır. Yani Allah o musibetzede kuluna rahmetiyle muamele edecek, vereceği mükafatlar o musibeti hiçe indirecektir.

Bizler olayların içyüzünü bilemediğimiz için, zahiren kötü olan bir olayı hemen kötüye yorumlayıp neden bu böyle oldu, neden şöyle oldu diye itiraz etmekteyiz. Elbette bela ve musibet istenilmez. Ancak geldiği zamanda isyan değil sabredip şükretmek ve mükafatını düşünüp "kahrında hoş lutfunda hoş" diyebilmektir. Bu kulluğun üst mertebesidir.

Her musibet kahır değidir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

“Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.”(bk. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/343)

Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.

Konuyla ilgili harika bir tespit:

“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.” (Sözler)

İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.

İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “Bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “Mânevî kader” denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel... Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.

Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.

“Allah’a karşı hüsnüzan ibadettir.” hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

Nur Küllayatı'nda, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.

İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir:

“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” (Bakara, 2/216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî:

“Rahmetim gazabımı geçti.”(bk. Aclunî,Keşfü’l-Hafâ, 1/448)

Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir:

“Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret...

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek:

Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.

66 Kur'an-ı Kerim'de Allah, hiçbir kuluna zulmetmeyeceğini yazmaktadır. İnsanların başına gelen musibetler Allah'tan gelmiyor mu?

"Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez. Ne var ki, insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar." (Yunus, 10/44)

Şüphesiz ki Allah, yarattıklarından herhangi birine, günah işlemediği hal­de ceza vererek zulmetmez. Fakat insanlar, Allah'ın gazabını icabettiren günah­ları işleyerek kendi kendilerine zulmetmiş olurlar. Allah Teala bu âyet-i kerimede iman etmeyenlerin bu hallerinin kendi suçlarından kaynaklandığını be­yan etmektedir.

Bu hususta bir Hadis-i Kudside şöyle buyuruluyor:

"Ey kullarım; ben zulmü hem kendime hem de kullarıma haram kıldım. Siz de birbirinize zulmetmeyin..." (Müslim, Birr, 55, No: 2577)

Başta mealini verdiğimiz ayette de ifade edildiği üzere, Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.

Bunu insanlar kendileri benimsemişlerdir. İnsanlar kendi hür iradeleriyle, kendileri adına kendileri bunu seçmişlerdir. Bu seçim kendilerine aittir. Çünkü Allah kullarına asla zulmetmez. Lâkin insanlar kendi kendilerine zulmetmektedirler. Allah asla zâlim değildir. Zâlim olanlar insanlardır. Zulmeden de kendileri, zulmettikleri de kendileridir. Bu insanlar kendilerinin hem zâlimi hem de mazlumudurlar. Çünkü Allah asla zulmen insanlara ceza vermez, haksız yere insanları cehenneme göndermez. Allah insanlara onların hidâyeti anlayıp kabullenebilecek kapasiteler vermedikçe, onları hidâyetiyle sorumlu tutarak onlara zulmetmez. Hidâyet yollarını kapatarak onlara zulmetmez.

Hattâ bunun da ötesinde elçiler ve kitaplar göndererek onlara kendisini ve istediği kulluğu açık, açık anlatmadan, onları elçileri ve kitaplarıyla uyarmadan onların yaptıkları yanlışlarından ötürü cehennemine göndermez. Her bir dönem uyarıcılar göndererek insanları azapla, cehennemle, cennetle uyardıktan sonra yine de uyarılmak istemeyen ve kendileri için, ateşi tercih edenler için, sizler cehennemi boylayacaksınız tehdidinde bulunmaktadır Rabbimiz.

Ve sonunda bu akılsızlar hâlâ bu tehdidin gereği davranışlarda bulunmuşlarsa, duymamaya, görmemeye, akıl etmemeye ısrarlı bir tavır takınmışlarsa; elbette bu insanlar cehennemi boylayacaklardır. Bu konuda hiç kimsenin her hangi bir itiraz hakkı da kalmamaktadır. (bk. Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/424)

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocukların başına gelen musibetlere neden engel olunmuyor? Allah bu dünyadaki kötülüklere neden müsaade ediyor?

67 Allah neden çocukların ölmesine müsaade ediyor?

Eğer musibet geldiği vakit sadece zalimler ve günahkârlara isabet etse, masumlar ve günahsızlar bu musibetlerden korunsalar, o zaman imtihan sırrına zıt bir durum ortaya çıkardı.

Gerek müsibete uğrayanlar gerekse aile, eş ve dostları açısından bir rahmet eseri olarak, Allah'ın değişik rahmet tecellilerine mazhar olabilirler...

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocukların başına gelen musibetlerin hikmeti nedir?

68 Hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmayı nasıl anlamalıyız?

İnsanın irade ve ihtiyariyle işlediği, hayır olsun şer olsun, bütün amellerini yaratan ancak Cenâb-ı Hakk'tır. Ondan başka Halik yoktur ve yaratmak ona mahsustur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Hayır ve şerri , Allah'ın yaratması ne demektir?

69 Bela ve musibetler Müslümanların başına mı gelir?

Kâfirlerin hataları büyük olduğu için, onların hesabı âhirette büyük mahkemede görülecek ve büyük ceza yeri olan cehennemde hatalarının cezasını çekecekler.

Müslümanların hataları küçük olduğu için, bunlar cezalarını kısmen dünyada çekerler. O nedenle musibetler ekseriyetle Müslümanlara gelmektedir. Bu musibetlerde çektikleri sıkıntılar, onların günahlarına kefaret olmaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız: 

- Hadis-i şeriflere göre müslümana bela ve musibetlerin gelmesi ve uğursuzluk sebebi nedir?

- Neden deprem, savaş, veba vb. musibetler çoğunlukla Müslümanların başına geliyor?

70 Babanın işlediği bir yanlışın veya günahın cezasının çocuğundan çıkması adaletsizlik değil midir?

Öncelikle, ahirette her suçlu kendi cezasını çeker. Orada ne evlat babasının günahından dolayı bir azaba uğrar ne de hesaba çekilir.

Dünyamız bir imtihan yeri olduğu için, çoğu meselelerin hikmet boyutu bizim noksan bakışlarımızın dışında kalmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Musa (as)'nın kıssasında anlatıldığı gibi, bizim adaletsizlik olarak gördüğümüz nice şeylerin altında hikmetler yatmaktadır. Bizim anlamamamız, o meselede ilahi adaletin tecelli etmediğini göstermez.

Masum kişilerin başına gelen musibetlerin bazı hikmetlerini şu şekilde değerlendirebiliriz:

a. O çocuğun başına gelen musibette kaderin bir hissesi vardır. Çocuğun yaptığı bir haksızlık her ne kadar amel defterine günah olarak yazılmasa da o haksızlığın etkisiyle bu dünyada böyle bir cezaya müstehak görülmüş olabilir.

b. Çocuğun çektiği sıkıntı babaya daha fazla ızdırap vereceğinden, zulmeden baba böyle bir ceza ile karşılık bulmuş olabilir.

c. Çocuğun çektiği sıkıntı, gelecekte işleyeceği günahlara kefaret olur veya gelecekteki mükafatlara bir mükaddime hükmünü alır.

d. Çocuğun çektiği sıkıntı, cennetteki makamının yükselmesine bir vesiledir.

71 Bazı kitaplarda, günahkarların uğursuzluğu çevresindekileri de etkiler, deniliyor. Bunun doğruluk payı nedir?

Bu tür ifadelerde yer alan günahkâr kimselerin başkasına olumsuz etkilerini bir yan etki olarak değerlendirmek gerekir. Örneğin, yanınızda sigara içen bir kimsenin size de zararı oluyor. Bunun gibi, bir zalimin yüzünden bir ceza geldiği zaman başkasını da etkileyebilir. Özellikle, suç oranları fazla olduğu bir bölgeye gelen ceza da umumî bir şekle girebilir.

“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinizi içine alır. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.” (Enfal, 8/25)

mealindeki ayette bu hususa işaret edilmektedir. Mesela, Allah’ın gazabını celp edecek şekilde, zina, rüşvet, faiz, katil, şirk gibi suçların  yaygınlaştığı bir memlekete Allah kıtlık verirse, bu kıtlıktan masum olanlar da zarar görür. Bu zarar o zalimlere gelen cezanın bir yan etkisidir. Doğrudan masumları hedef almamakla beraber, ister istemez onları da rahatsız eder. Fakat Allah onların mükâfatını verir. Ceza olarak gelen bir depremde masumları şehit yapar, kaybettikleri mallarını sadaka olarak kabul eder. Aynı depremde ölenlerden kâfir olanları cehenneme, mümin olanları cennete gider. Fakat kâfirle müminin aynı depremde ölmeleri imtihanın gizliliğini sağlayan bir sırdır.

“Eğer Allah insanları işledikleri günahlar yüzünden cezalandıracak olsaydı, dünyada tek bir canlı bile bırakmazdı; ama Allah onların cezasını belirlenmiş bir vâdeye kadar erteler. O vâdeleri geldiği vakit hükmünü yerine getirip onları cezalandırır. Çünkü Allah kullarını tamamen görmektedir.” (Fatır, 35/45)

mealindeki ayette, zalimler yüzünden gelen azabın yan etkisine de işaret edilmektedir. Ayette geçen “Dünyada tek bir canlı bile bırakmazdı” hüküm bunun açık delilidir.

Bu yan etkinin dışında kalan masum kimselerin en yakın akrabası da olsa bir zalimin suçundan dolayı ceza görmez. Çünkü bu, ilahî adalet anlayışına aykırıdır.

“De ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben ondan başka bir rab mı ararım? Herkesin kazandığı, yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez. Sonunda hep dönüp Rabbinizin huzuruna varacaksınız. O da içinde bulunduğunuz ihtilafın içyüzünü, işin gerçeğini size bildirecektir.” (Enam, 6/164)

mealindeki ayette bu husus açıkça ifade edilmektedir.

72 Başımıza gelen problemlere sabretmek, kendimize veya sorunu yaşayan kişiye karşı tutumumuz nasıl olmalıdır?

Bazen gazetelerde insanın tüylerini ürperten resimler görürüz; çoğunlukla kuzey Afrikalı fakir ve perişan insanların resimleri... Her biri sanki canlı birer iskelet... Kemiklerle etler arasında nerdeyse mesâfe kalmamış. Bu halleriyle bize olanca güçleriyle haykırırlar:

“Biz açız, bize yardım elinizi uzatın!..”

İşte maddî açlık insanı böyle perişan, böyle zayıf, böyle güçsüz ediyor... Beride maddî problemleri yok denecek kadar az, ama mânen aç ve perişan bir hayli insan... Kendilerini eğlenceyle, sefahatle, içkiyle yahut uyuşturucuyla avutmak isteyen huzursuz kalabalıklar. Bunların dertleri öncekilerinden daha ileri... Ve bu hastalığın isimleri de daha ürpertici: Bunalım!.. Stres!..

Ruh, beden ülkesinin sultanı... Açlıktan kıvranan insanlarda hizmetçi zayıf düşmüştür, streste ise sultan perişandır. Ve, birincilere her insaf ve vicdan sahibi acır, merhamet eder. İkincileri ise herkes kınar, herkes onlara düşman kesilir...

Halbuki asıl acınmaya, el uzatılmaya muhtaç olanlar bunlardır... Çünkü bunlar hem hastadırlar, hem de ilâç düşmanıdırlar. Bunlara karşı, tedavi ehlinin çok sabırlı olması gerek.

“Fâsıklara ancak ârifler acır.” [Abdulkadir Geylâni (k.s.)]

Bugün huzur ve saadet arayanlar sadece bu insanlar değildir. Hemen herkes bu dertten bir iz taşımakta. Öyle ise biz öncelikle kendi nefsimize bir şeyler söylemeye çalışalım. Neden yer yer ruhî sıkıntılara giriyor, sabırsızlanıyor ve bir şeyler yapamamanın ıstırabıyla ruhumuzu kıvrandırıyoruz. Beden sıhhatimizden, mali durumumuza, toplumdaki itibarımızdan dünyevî zevklerimize kadar her şeyi kendimize dert ediniyor ve bunları çözemeyince de üzülüyor, rahatsız oluyoruz....

Dünyanın üstünde gezeceğimize altına giriyor, bize hizmet etmesi gereken eşyaya biz hizmetçi oluyoruz. Bu ise ruhumuzu hayli yoruyor ve takatten düşürüyor. Bütün bu olup bitenlere karşı sabırla karşı koymayı da başaramıyoruz. Zira, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin o güzel teşhisiyle, "biz sabır kuvvetimizi maziye ve müstâkbele dağıtıyoruz; hâle karşı sabrımızda güç kalmıyor" ve sonunda sıkıntıya, ümitsizliğe düşüyoruz.

Bütün bunların kaynağına indiğimizde şu yanlışla karşılaşırız: “biz nefsin doymasıyla, kalbin tatmin olmasını birbirine karıştırmışız.” Yanlış yoldan giden yorulur. İşte bizi yoran, sıkıntıya düşüren ve sonunda perişan eden bu büyük hata... Bundan döndüğümüz an, istikameti bulmuş ve huzur ve saadete yönelmiş olacağız.

Nefis şerle beslenir. Şer ise kalbi yaralar, vicdanı rahatsız eder ve huzuru kaçırır. İşte bu fasit daire, huzursuzluğun önemli bir kaynağıdır. Bu çemberi aşamayanlar, nefislerini besledikçe kalp ve vicdanlarında huzur melekesini kaybederler. Ve bunun çaresini yeniden nefsin tatmininde ararlar.

Sadece birkaç misâl: Nefis cimrilikten yanadır. Para biriktirdikçe mesut olacağını zanneder. Halbuki, kalp ve vicdan muhtaçları doyurmaktan zevk alırlar. Nefis kibre aşıktır, büyüklenmekten hoşlanır... Kalp ve ruhun rahatı ise tevazu ve mahviyettedir. Nefis tembel talebeler gibi oyun ve eğlence düşkünüdür. Akıl ise çalışmayı ve gayreti emreder, onunla rahat bulur. Ve nihayet nefis, fâni ve geçici eşyanın meftunudur. Kalp ise bekâya, ebediyete aşıktır.

İşte bu çelişkilerin insanın iç âleminde son bulması ancak “istikamet” dediğimiz ve her Fâtiha okudukça Rabbimizden ulaşmayı niyaz ettiğimiz çizgide mümkündür. Bu hattın dışında huzur arayanlar serapları kovalar ve sonunda halsiz ve baygın düşerler ve kendilerine şefkatli bir el uzanmazsa ölümleri mukadder olur.

İnsan, nefsini beslemekle değil, kalbini tatmin ile saadet bulur.

Sabır: Acıya katlanma, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etme, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etme.

Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah'ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği ve nefsin meşrû olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek, hayatta elde olmadan başa gelen ve insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır.

Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlık veya gerektiği kadar sabır gösterememektir. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır.

"Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153, 155).

Sabrın sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır. Fakat sonucu tatlıdır. Hz. Peygamber (s.a.s);

"Sabreden başarıya ulaşır." (Müsned, 1/307);

"Sabır başarının anahtarıdır." (Acluni, Keşfü’l-Hafa, 2/21);

"Sabır bir ışıktır." (Müslim, Taharet 1);

"Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir." (Gazalî, İhya: 4/61);

"Sana sıkıntı veren şeylere karşı sabretmende birçok hayır vardır." (Müsned, 1/307)

buyurarak, sabrın faziletini anlatmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.s);

"Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür." (Buhârî, Cenâiz, 32)

sözüyle, bir felaketle ilk karşılaştığı zamandaki sabrın önemini vurgulamıştır. Sabretmek, mahkûmiyete, meskenete ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez.Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caîz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (s.a.s) şöyle dua etmiştir:

"Ya Rabbi! Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım." (Buhari, Cihad, 25)

Bazı sıkıntılar vardır ki, kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikayet etmeden takdir-i ilâhiye razı olup sabretmek müminlerin özelliklerindendir. Nitekim Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (s.a.s) buyurmuştur:

"Sabr-ı cemil, şikayet edilmeyen sabırdır." (İbn Kesir, Tefsir, IV / 303)

Aslında elden bir şey geldiği zamanlarda sabır, gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin bir faydası yoktur ve lüzumsuz bir harekettir.

Kur'ân-ı Kerim'in yetmişten fazla ayetinde zikredilen sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gâyesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.

Mü'minler, çoğu zaman sırf inandıkları için Allah düşmanlarının zulüm ve kötülüklerine hedef olurlar; çeşitli işkencelere uğrar, onlarla savaşmak zorunda kalırlar. İşte bu durumda sabır, mü'minin güç kaynağı, imanının koruyucusudur. Hz. Musâ  (as'ya inananlara Firavun eziyet etmek isteyince onlar:

"Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür." (Araf, 7/126)

diye duâ etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz (sas) ve ilk Müslümanların, yapılan işkence ve eziyetlere nasıl sabır ve tahammül gösterdikleri bilinen bir husustur.

İbadetlerin nefsimize ağır gelen yönleri de sabırla hafifler. Böylece huzur içinde günde beş vakit namaz kılar, sıcak yaz günlerinde hiç bir sıkıntı duymadan oruç tutarız. Diğer ibadetler ve ahlâkî davranışlarda böyledir. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:

"Her kim sabreder ve suç bağışlarsa, bu hareket arzu edilen en iyi işlerdendir." (Şurâ, 42/43);

"İçinizden mücahitleri ve sabredenleri belirtelim diye sizleri mutlaka imtihan ederiz. Haberlerinizi de denetleriz." (Muhammed, 47/31).

Çoğu zaman insan nefsine uyar; Allah Teâlâ'nın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak ona zor gelir, nefse hoş gelen fena arzularını tatmin etmek ister, iyilik ve faziletlerden kaçınır. Meselâ; cebindeki parasını eğlence ve zevkleri için harcamak, bir yoksula vermekten daha hoş gelir. Bir çocuk için oyun oynamak, ders çalışmaktan daha ilgi çekici görünür. Gezip tozmak, çalışıp kazanmaya tercih edilir.

İşte bu durumda, insanın, kendisine zor gelse bile, iyi olanı, faydalı olanı seçmesi, sabır ve tahammülle onu yerine getirmeye çalışması çok güzel bir davranıştır.

Ayrıca insanlar hayat boyunca, bolluk veya yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanır, sel, deprem, yangın gibi felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ'ya isyana ve nankörlüğe sürükler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Doğrusu kim Allah'tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatı boşa, çıkarmaz." (Yusuf, 12/90).

Peygamberler sabrın en büyük örnekleridir. Çünkü onlar bütün güçlükleri sabırla karşılamışlardır. Dileğimiz Allah (c.c.)'ın bizi, "belâlarına çok sabreden ve nimetlerine çok şükreden" kullarından eylemesi olmalıdır. (İbrahim, 14/5).

Sabrın sonu selâmettir. Sabır, iman ve ibadetin, ilim ve hikmetin, kısaca bütün faziletlerin başıdır. Sabırlı insan iyi insandır. İyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa ereceklerini Allah Teâlâ haber vermiştir. Sabır zafere giden yoldur. (Asr, 103/1-3).

Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor:

"Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hak sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir." (Tirmizi, Birr, 76).

"Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/307).

Ayrıca Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/ 155).

Bu ve benzeri âyetlerden Allah Teâlâ'nın insanları çeşitli sıkıntılara uğratarak imtihan ettiğini ve bu imtihanı sabredenlerin kazandığım öğreniyoruz.  Sabırla bütün zorluklar halledilmekte, her türlü engel aşılmaktadır. Onun için atalarımız: "Sabırla koruk, helva olur." demişlerdir.

Hz. Peygamber (sas) şöyle buyuruyor:

"Mü'minin işi hayrete şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu özellik yalnız mü'mine özgüdür. Zira sevinirse şükreder. Bu ise onun için hayırlıdır. Başına belâ gelirse sabreder. Bu da onun için hayırlıdır." (Riyâzü's-Sâlihin, I/54).

Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Allah'ın dinini tebliğ ederken hepsi çeşitli sıkıntılara uğramış, kendilerine eziyet edilmiş, yurtlarından çıkarılmış. Hükümdarlar tarafından zindana atılmış, ama onlar daima sabretmişlerdi. Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayet-i kerime vardır. Rasulullahın hayatı ise baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her Müslümana düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allah'tan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.

73 Hastalığa sabredip şükredene verilecek mükafatla ilgili "Kul hastalandığı zaman Allah ona iki melek gönderir ve onlara, 'Gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor bir dinleyin!' buyuru." anlamındaki hadisi açıklar mısınız?

Atâ İbnu Yesâr rahimehullah anlatıyor:

"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kul hastalandığı zaman Allah Teâlâ Hazretler ona iki melek gönderir ve onlara:

'Gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor bir dinleyin!'

der. Eğer o kul, melekler geldiği zaman Allah'a hamdediyor ve senalarda bulunuyor ise, onlar bunu, her şeyi en iyi bilmekte olan Allah'a yükseltirler Allah Teâla Hazretleri, bunun üzerine şöyle buyurur:

'Kulumun ruhunu kabzedersem, onu cennete koymam kulumun benim üzerimdeki hakkı olmuştur. Şâyet şifâ verirsem, onun etini daha hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir kanla değiştirmem ve günahlarını da affetmem üzerimde hakkı olmuştur.' " [Muvatta, ayrı 5, (2; 940)]

Bu hadis, mü'min kul hastalandığı zaman sabredip Allah'a şikâyetçi olmaz ve hamdederse kazanacağı sevabın büyüklüğünü haber vermektedir. Hadisin üslûbu, bu mükâfatı âdeta kesin bir vaad olarak ifade etmektedir.

Bu hadis, hastalığından şikayet etmeyen, şükür ve hamdine devam eden bir hasataya verilecek büyük ve özel mükafattan ahber veriyor. Böyle birisi eğer bu hastalıktan ölürse ruhunun arınacağı ve doğrudan cennete gireceği, eğer ölmezse bedeninin hastalıklardan temizleneceği bildiriliyor.

74 Bela ve musibetleri nasıl değerlendirmeliyiz?

Allah bir şeyi yaratırken hayırlı neticeler vermesi için yaratmaktadır. Kâinattaki düzene baktığımızda hiçbir eksikliğe ve başıbozukluğa rastlanmamakta ve kâinattaki düzeni gören her akıl sahibi Allah'ın büyüklüğünü tesbih etmekten kendisini alamamaktadır. Ancak insanlar kâinatta yaratılan bu hayırlı şeyleri kendi iradeleriyle şerre çevirebilmektedirler. Mesela, ateşin yaratılması hayırdır. Ancak bir insan gidip elini ateşin içine sokarsa, ateş o insan hakkında şer olmuş olur. Halbuki Allah ateşi, insanlar onunla ihtiyaçlarını görebilsinler diye yaratrmıştır. Ancak o insan kandi iradesiyle elini ateşe sokmuşsa artık "Allah neden bu ateşi yaratmış, neden bu ateş benim elimi yaktı, Allah neden buna müsaade etti?" gibi bir iddiada bulunmaz. Çünkü Allah'ın kâinatta koymuş olduğu kanunlar vardır. Ona riayet edersen menfaat elde edersin, riayet etmezsen zarar görürsün. Bu misaller çoğaltılabilir.

İnsana gelince, Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile Allah insanları kendisine ibadet etsinler diye yaratmış ve kötülüklerden, fuhşiyattan, azgınlıklardan uzak durmasını emretmiş ve buna uymayanları şiddetli bir azabla cezalandıracağını buyurmuş ve yüz binden fazla peygamber göndererek insanları herhususta ikaz etmişlerdir. Ancak vazifesini yapmayıp ve bu emirleri dinlemeyip hiçe sayan insanlar, elbette bu yapıklarının cezasını çekecektir.

Allah'ın bu dünyada kötülüklere direkt engel olmaması ise, imtihan dünyasında olmamızdandır. Bu dünya bir imtihan salonudur ve yanlış yapana da doğru yapana da müsaade edilmiştir. Eğer yanlış yapanlara müdahale olsaydı bu imtihan salonunun bir anlamı olmazdı. Sevap işleyenlerin başına güller saçılsaydı ve günah işleyenlerin başına da dikenler atılsaydı, artık bu dünya bir imtihan salonu olmaktan çıkacaktı.

Musibete uğrayan kişiye gelince, bu musibet netice itibariyle o insan hakkında rahmet olacaktır. Eğer günahları varsa onlara kefaret olacaktır. Günahı yoksa gelecekte işleyeceği günahlara kefaret olacaktır. Ayrıca başına gelen bu musibetler belki de onun cennete gitmesine vesile olacaktır. Yani Allah o musibetzede kuluna rahmetiyle muamele edecek, vereceği mükafatlar o musibeti hiçe indirecektir.

Bizler olayların içyüzünü bilemediğimiz için, zahiren kötü olan bir olayı hemen kötüye yorumlayıp "Neden bu böyle oldu, neden şöyle oldu?.." diye itiraz etmekteyiz. Elbette bela ve musibet istenilmez. Ancak geldiği zaman da isyan değil, sabredip şükretmek ve mükafatını düşünüp "Kahrın da hoş, lütfun da hoş." diyebilmektir. Bu kulluğun üst mertebesidir.

Her musibet kahır değidir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım. Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

"Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir." (bk. Sünenu İbn-i Mâce, II/1321, 1331, 1335)

Bela, denilince "musibetlerle imtihan olmayı" anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.

Konuyla ilgili harika bir tespit:

"Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir." (Sözler)

İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: "Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş?" Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hâle gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiçbir şeyden zevk alamaz. İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna "bedihi kader" deniliyor.

Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da "mânevî kader" denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel... Elbette ki, cüz'i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç. Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz.

Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik. Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.

"Allah'a karşı hüsnüzan ibadettir." (bk. Ebu Davud, Edeb, 81, h. no: 4993)

hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır.

Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

Nur Küllayatı'nda, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.

İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir:

“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” (Bakara, 2/216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî:

“Benim Rahmetim gazabımı geçmiştir.” (Tirmizi, Daavât, 99)

Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir: “Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret...

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek: Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.

75 İnsan çok günah işlemişse ve günahlardan kurtulması mümkün değilse ölümü isteyebilir mi?

Bu hususta Allah Rasulu (a.s.m)'nun ifadeleri aynen şöyledir:

Hz. Enes (r.a) anlatıyor; Rasulullah (a.s.m) buyurdular:

"Sizden hiç kimse, maruz kaldığı bir zarar sebebiyle, ölümü temenni etmesin. Mutlaka onu yapmak mecburiyeti hissederse, bari şöyle söylesin: 'Rabbim! Hakkımda hayat hayırlı ise, yaşat; ölüm hayırlı ise canımı al." (Buhari, merda,19)

Açıklama:

1. Hadiste Rasulullah (a.s.m)'ın ilk muhatabı, ashab-ı kiram ise de kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar aynı şekilde muhatap olmaktadırlar, yani yasak hükmü bakidir.

2. Hadiste mevzubahis edilen "zarar" için, seleften bir çoğu "dünyevi zarar" demiştir. Buna göre, kişi "dinde fitneye düşmek" gibi dini bir zarar mevzu bahs olacak olsa, hadisteki nehyin dışında kalacağı belirtilmiştir.

Müslüman, bir günaha maruz kalmışsa bunun yolu da tövbe etmektir. İnsan hem iyilik hem de kötülük yapmaya uygun yaratılmıştır. Onun için zaman zaman isteyerek veya istemeyerek günahlara girebiliyor. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de,

"Allah, kendisine şirk koşulmasının dışındaki istediği kimselerin bütün günahlarını bağışlar..."(Nisa, 4/48, 116)"

buyurarak, hangi günah olursa olsun affedebileceğini bildirmektedir.

Kitaplarımızda canıgönülden yapılan tövbenin Allah tarafından kabul edileceği ifade edilir. Nitekim Allah Teala,

"Ey iman edenler, nasuh tövbe ile tövbe edin ki Allah da sizin kabahatlerinizi affetsin ve altlarından ırmaklar akan cennetlerine koysun." (Tahrim, 66/8)

buyurarak yapılan tövbelerin kabul edileceğini beyan eder.

Allah'ın tövbelerimizi kabul edeceğinden ümitli oluruz. Ancak insan her zaman korku ve ümit içerisinde olmalı. Ne ibadetlerimize güvenip övünebiliriz; ne de günahlarımızdan ümitsizliğe düşebiliriz. "Ben çok iyiyim, bu işi hallettim." demek ne kadar yanlışsa; "Ben bittim, beni Allah kabul etmez." demek de o kadar yanlıştır. Ayrıca, suçunu anlayıp tövbe edip, Allah'a sığınmak da büyük bir ibadettir.

76 Firavun ve Nemrut gibilerinin ıslah olması için, rahmet olan musibet gelmeyip, zenginliklerinin günahlarıyla birlikte artmasının sebebi nedir?

İnsanlar bazen bollukla, bazen de kıtlıkla imtihan edilir. Her ikisinin de önemli bir hikmeti, insanların sabrını sınamak, Allah’a karşı teslimiyetini ölçmektir. Durumu iyi iken Allah’a severek ibadet eden bir kimsenin, durumu kötü olunca Allah’a kızarak ibadeti terk edenin bu hususta imtihanı kaybettiği ortadadır. Mealini verdiğimiz şu ayette insanların bu tavrı eleştirilmektedir:

“Öyle insanlar vardır ki Allah’a, sırf bir hesaba binaen, imanla küfrün arasında bir yerde ibadet eder. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir. Dünyayı da âhireti de kaybeder. İşte besbelli olan hüsran budur.” (Hac, 22/11)

Bazen kıtlık, fakirlik ve değişik musibetlerle insanlar imtihan edilir. Sabırlı olanlar kazanır:

“Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!  Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına musîbet geldiğinde, 'Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz.' derler.” (Bakara, 2/155-156)

Bolluk ilahî bir lütuf olmakla beraber, bazen de bir imtihan malzemesi olarak verilir.

“Eğer onlar seni yalancı sayıyorlarsa, sen bil ki onlardan önce Nuh, Âd ve Semûd halkı da İbrâhim’in halkı da Lut’un halkı da Medyen ahalisi de resulleri yalanlamışlardı. Mûsâ da yalancı sayılmıştı. Ben de şöyle yaptım: Her seferinde inkârcılara mühlet verdim. Sonra da tuttuğum gibi işlerini bitirdim. Onların inkârına mukabil nasıl olurmuş benim inkârım, cümle âlem görüp bildi!” (Hac, 22/42-44)

mealindeki ayette mühletten bahsediliyor ki, bu da onlara yine güzel bir hayat tanıyan bolluk gibi güzellileri de ihtiva etmektedir.

Bolluk, herkes için geçerli bir  tövbe etme vesilesi olmasa da, tövbe etmek bu nimetlerin vesilesi olabilir:

“Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O’na tövbe edin! O’na dönün ki belirlenmiş bir ömür süresinin sonuna kadar sizi nimetleriyle yaşatsın ve faziletli bir hayat sürenlere, lütuf ve fazlından mükâfatlarını versin.” (Hud,11/3),

“Ey halkım! Haydi Rabbinizden af dileyin, sonra ona tövbe edin, O’na dönün ki gökten size bol bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın, ne olur, yüz çevirip suçlu duruma düşmeyin!” (Hud, 11/52)

Şu ayette, insanlara  bol nimetlerin verilmesi her zaman kişilerin iyiliğine olduğu manasına gelmeyeceği, bazen bir imtihan eseri olarak verileceği gerçeğine işaret edilmiştir:

“Sen onları, bir süreye kadar daldıkları gaflet içinde kendi hallerine bırak!  Kendilerine verdiğimiz servet ve evlatlarla iyiliklerine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller!” (Müminun, 23/54-56)

Bu konunun özeti şudur: Ne zenginlik ne de fakirlik bir iyilik veya kötülük alameti olabilir. İslam’da değer ölçüsü, “takvadır / Allah korkusudur.” 

Merhum Akif’in ifadesiyle:

“Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”

Bunun gibi denilebilir ki;

“Ne bolluktur veren ahlaka yükseklik ne kıtlıktır,
Fazilet hissi insanlarda bir samimi kulluktur.”

77 Bebeklerin başına gelen musibetler nedendir?

Bunun bir cevabı, bu dünyanın tecrübe ve imtihan yeri olması sırrında yatmaktadır. Yani eğer musibet geldiği vakit sadece zalimler ve günahkârlara isabet etse, masumlar ve günahsızlar bu musibetlerden korunsalar, o zaman imtihan sırrına zıt bir durum ortaya çıkardı...

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocukların başına gelen busibetlerin hikmeti nedir?

78 Osmanlı Devleti'nin 1. Dünya Savaşı'nda yenilmesinin sebebi, hikmeti nedir?

Hâdiseleri çıplak hâdiseler olarak ele alıp değerlendirmek boşa bir uğraş olduğu gibi, doğrudan müdâhale alanımız dışında kalan hâdiseleri kendimiz için birinci gündem maddesi hâline getirmek de, insana üzüntü ve ye'sten başka bir şey vermez. Bu da, insanı bazen, "Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyiniz." âyetinin, bazen de "Zulmedenlere destek vermeyin; yoksa size ateş dokunur." âyetinin tokadına müstehak kılar.

Biliyoruz ve son aylarda yaşadığımız hâdiselerin sorumluları da biliyorlar ki, İslâm'ın terörle en ufak bir alâkası yoktur ve olamaz. Fakat çok önceden çizilen bir plânı devreye koymak ve harekete geçebilmek için, en azından kitleler nezdinde bir gerekçenin olması lâzımdı ve on yıldır İslâm terörizmi denilen bir yalan devreye konuyor. Bunun aksini ispat etmek bütünüyle zamana vâbeste. Dolayısıyla, burada üzerinde durulması gereken konu, en az bir buçuk asırdır verilen milyonlarca şehide rağmen, neden Kader hâlâ yaşadığımız ciğersûz hâdiselere fetva veriyor olmalı. Elbette bu bir buçuk asır içinde rızaâ-i İlâhîye mazhar çok güzel faaliyetler de sergilenmiş olmasına rağmen, belki çok zihinler, acaba gelecek hep karanlık mı diye soruyor.

Kur'ân-ı Kerim'e dikkatle baktığımızda, sanki insanlık ve peygamberler tarihinin, Hz. Musa ile, daha kesin bir tarih olarak, Firavun ve ordularının denizde boğulmasıyla yeni bir döneme girdiği anlaşılmaktadır. Bu tarihten önce "kurûnâ-u ûlâ (ilk asırlar)" denilen dönemde, Cenab-ı Allah, bazı çok güçlü toplulukları birden helâk etmiş ve yeryüzünü onların kirlerinden temizleyerek, en azından bulundukları bölgeleri ciddî bir dezefenketeden geçirmişti. Bu vakıayı ve bu münasebetle akla gelebilecek, "Neden aynı tür helâk ve temizleme işi şimdi olmuyor?" sorusunu, Birinci Dünya Savaşı'nın bitiş günlerinde, asrın temsilcisi sıfatıyla bir zata sorulan, "Neden Kader bu mağlûbiyetinize fetva verdi?" sorusuna, temsilci zatın verdiği cevap ve onun başka münasebetlerle aynı konuda yazdıklarıyla bir arada ele alıp, bugüne tatbik ettiğimizde, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır:

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'den önce tarihte, zahiren tabiî felâket gibi görülen yollarla önemli topluluklar helâk edilmiştir. Bu helâkin o zaman olup, şimdi niye olmadığı sorusuna cevap olarak önce şu söylenebilir: Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bütün varlıklar için bir rahmettir; dolayısıyla, onun dini ve Kur'ân da öyledir. Şu hâlde, İslâm ve Kur'ân var oldukça, O'ndan önceki dönemde olanlara benzer ve bir anda gelen toptan bir helâk söz konusu olmayabilir. Ancak neredeyse önemli sayıda Müslüman kalmadığı ve Kur'ân'a da artık hiçbir önem atfedilmediği zamandır ki, insanlığın başına kıyamet kopacaktır.

İkinci olarak, İslâm'dan önce topluluklar, bedevî idi; çok inatçı, söz anlamaz, çok daha fazla şımarık ve küstahtı. Helâklerine sebep olan kötülükler, bütün toplumu kuşatmış vaziyette olabildiğince yaygındı. Yerin onları daha fazla taşıyacak durumu yoktu. Ayrıca, kendilerine gönderilen peygamberlere, içlerinden çok az sayıda insan iman etmişti ve bunlar, zayıf ve azınlıkta olup, Allah'ın Dini'nin o topraklarda hakim olması açısından gelecek adına ümit va'd etmiyorlardı.

Ayrıca, günümüzde de benzer helâklerin olmadığı söylenemez. O günkü helâketler de, zahiren deprem gibi, tufan gibi, sel baskını gibi, sürekli fırtına ve yanardağ patlaması gibi bugün "tabiî" denilen felâketler hâlinde gelmişti. Aynı felâketler, büyük ölçeklerde bugün de olmakta, fakat bugün insanlar, eşya ve hâdiselere natüralist ve materyalist bakışla yaklaştıklarından, bunları "tabiî felâketler" deyip geçiştirmektedirler. Oysa, bunlar da, "orduları"nı kullanarak, Allah'ın gönderdiği birer cezadır. Dünya savaşları, kuraklıklar, depremler, iç fitneler, ekonomik dengesizlikler birer cezadır. Meselâ, Osmanlı Devleti'nin, onun nihaî yıkılışını getiren I. Dünya Savaşı'daki mağlubiyetinin şüphesiz zahirî sebepleri vardır. Fakat bunun asıl sebebini, yani kaderin niye bu yıkılışa fetva verdiğini Bediüzzaman, iki ana kategoride ele alır:

1. Allah'ın, irade sıfatından gelen ve kâinatı, eşya ve hâdiseleri, ayrıca bütün yönleriyle ferdî ve içtimaî insan hayatını yaratan ve idare eden bir yolu, bir başka ifade ile, kâinat, eşya ve hâdiseler ve insan hayatı ile ilgili icraatı vardır. Bu icraat, dış görünüşü itibariyle bir devam ve süreklilik gösterdiğinden, kâinatın, eşya ve hâdiselerin, tarihin ve insan hayatının incelenmesiyle prensipler ve kanunlar mahiyetinde bir takım sonuçlara varırız ki, bunlara bugün "tabiat kanunları, sosyolojinin, tarihin kanunları, bilimin prensipleri" deyip geçmekteyiz. İşte, bu noktada da Allah'a itaat ve isyan etmenin bir karşılığı olup, bu karşılık galibiyet veya mağlubiyet, servet veya fakirlik, başarı veya başarısızlık, ilerleme veya geri kalma şeklinde daha çok dünyada, kısmen de Âhiret'te görülür. Müslümanlar olarak, son asırlarda bu kanunları ihmal ettik ve bunlara bilerek veya bilmeyerek ittiba ile bilim ve teknoloji gücünü ele geçiren dünya, neticede galip geldi.

2. Sözü edilen birinci tür kanunlarda büyük ihmalimiz bulunduğu gibi, Allah'ın kelâm sıfatından gelen ve Din şeklinde tecelli eden kanunlarını da büyük ölçüde ihmal ettik. Allah, günde, 24 saatte 1 saat veya biraz daha fazla tutacak 5 vakit namazı emretti; ihmal ettik ve karşılığında Allah, 5 yıl cephelerde alnımızı secdeden kaldırmadı; (İslâm dünyası olarak kendimize gelip, hâlâ bu secdeden başımızı kaldırabilmiş değiliz.) Allah, 11 ay yememize mukabil, senede 1 ay oruç tutmamızı emretti. Nefsimize acıyıp ihmal ettik; buna mukabil, 5 sene boyunca, (hattâ devamında bir çeyrek asır daha, belki de hâlâ devam eden) mecburi oruç tuttuk. Allah, bize verdiği kendi malının, malın cinsine göre 40'ta, 30'da, 20'de, 10'da veya 5'te birini zekât olarak vermemizi emretti. İhmal ettik, cimrilik yaptık, karşılığında Allah, birikmiş zekât olarak bütün malımızı 5 yıl süreyle elimizden aldı (ve kendimize hâlâ gelemediğimiz için, bütün yeraltı ve yerüstü servetlerimiz hâlâ yağmalanmaya devam ediyor ve üstelik, bunun için hâlâ kurbanlar veriyoruz.) Allah, ömürde bir defa olsun, gücü yetenler için, çok önemli ve çok boyutlu bir ibadet olan hacca gitmemizi emretti, ihmal ettik ve 5 yıl boyunca cepheden cepheye sürüldük (ve hâlâ yâd ellerde sürünmeye, rızık aramaya devam ediyoruz.).

Eğer hâdiselere "Nasıl oluyor?" noktasında değil, "Neden oluyor?" noktasında yaklaştığımızda karşımıza çıkacak tablo budur. Olup bitenler karşısında ızdırabımız hangi seviyededir; İslâm ve onun bizim yüzümüzden maruz kaldıkları, zihnimizi, kalbimizi ne ölçüde ilgilendirmekte, hayatımıza ne ölçüde hükmetmekte ve bizi ne ölçüde yönlendirmektedir? Allah'ın rızası ve bu rızanın tahsil sebebi olan İslâm hayatımızda, bir takım heveslerimizi, şöhret, kazanç, görünme, üstün olma, bencillik, kıskançlık gibi, her biri kişiyi esfel-i sâfilînde süründürecek duyguları tatmin vasıtası mıdır, yoksa bütün bunları ezip, güzelliklere medar hâle getiren ve bizi gerçekten Allah'a bağlayan bir yol mudur? Okyanus diplerinde bir mikroorganizmanın bile açlık içinde yaptığı ihtiyaç duasına cevap veren Allah, Müslüman insan gibi, yeryüzünde halifesi kıldığı, yaratılmışların en şereflisi zâtın dualarını geri mi çevirecektir? Asla! Fakat bu dua, açlık sebebiyle doymak için midenin, hastalık sebebiyle şifa için vücudun yaptığı dua kadar olsun ihtiyaç ve ızdırar lisanıyla yapılmaz, İslâm bu ölçüde olsun hayatımıza, benliğimize ve varlığımıza hükmetmezse, başkalarının dünya ve dünya hakimiyeti adına, hem de ek ihtiyaç için yaptıkları fiilî dualar ve bu sahada gösterdikleri ihlâs, onları galibiyete, galibiyet için gerekli vasıtalara sahip olmaya taşırken, Müslümanlar olarak biz, sürünmeye devam edeceğiz demektir.

Manâ içinde manâ taşıyan ve bir bakıma her meseleyi izaha yetecek şu âyetlere bakalım bir de:

"Rabbinize, yalvararak, içten, O'nun rızası dışında başka her türlü mülâhazadan uzak olarak dua edin. Şurası bir gerçek ki O, had bilmezlik içinde davrananları hiç sevmez. (Had bilirlik, dolayısıyla O'nun tayin buyurduğu hudutlar içinde kalın ve) her şeyiyle yerli yerinde olan yeryüzünde, onun düzenini bozacak şekilde ve ıslahından sonra bir ülkede bozgunculuk yapmayın ve korku ile ümit / beklenti dengesi içinde O'na yalvarın. Hiç şüphesiz, Allah'ın rahmeti, bütünüyle iyiliğe kilitlenmiş ve Allah'ın kendilerini sürekli gördüğünün şuuru içinde davrananlara pek yakındır."

"O Allah ki, rahmetinin önünde müjdeci olarak (rahmet) rüzgârlarını gönderir. Nihayet bu rüzgârlar, o ağır bulutları pek hafifmişçesine kaldırıp yüklendiklerinde, Biz onları ölmüş bir memlekete doğru sevkeder, derken oraya suyu indirir ve o su ile, her türlüsünden ürünler, meyveler bitiririz. İşte, ölüleri de (kabirlerinden) böyle çıkaracağız. Gerekir ki, düşünüp, ibret alasınız."

"Güzel ve temiz memleket: Rabbisinin izniyle, onun (gür, yeşil ve faydalı) bitkisi çıkar. Çirkin ve kirli olana gelince: orada, ancak pek az ve faydasız (çer-çöp türünden) şeyler biter. İşte, (Allah'ın varlığına, birliğine, rububiyet ve hakimiyetine ait) delilleri, onları anlayıp, şükredecek bir topluluk için bütün yönleriyle ve farklı farklı açılardan bu şekilde serdediyoruz." (A'raf, 7/55-58)

Kur'ân-ı Kerim'de çok defa, kâinat gerçekleriyle sosyolojik ve insanın manevî hayatına ait gerçekler, iç içe ve birbirlerine misal olacak şekilde anlatılır. Bunun en güzel misallerinden biri, bu âyetlerdir. Yaratılıştan, göklerin, yerin ve bunlarda bulunan güneş, ay, yıldız gibi büyük cisimlerin Allah'a mutlak itaatinden, dolayısıyla Allah'ın kâinattaki mutlak hakimiyetinden söz eden âyet-lerden sonra gelen bu âyetler, insanı Allah'a itaate ve bunun gereği olarak dua ve ibadete çağırmakta, bunun da nasıl olması gerektiğini öğretmektedir. İnsanın kalbî hayatında da, toplumların hayatında da, yerin hayatında da gündüzlerle geceler (aydınlıkla karanlık), baharlarla kışlar, kuraklıkla bolluk birbirini takip eder. Geceleri gündüzlere, kışları baharlara, kuraklığı bolluğa çevirecek Allah'tır ve insana düşen, korku ve recâ arasında O'na dua etmek, O'nun bizim için tayin buyurduğu sınırlar içinde, yani İslâm'a bağlı kalarak, vazifemizi yapmaktır.

Nasıl kuraklıkla veya kış mevsiminde ölmüş toprağın ihtiyaç ve hâl diliyle yaptığı duayı Allah kabûl eder ve yağmur getiren rüzgârlarla yağmur bulutlarını harekete geçirir ve öldükten sonra o yeri diriltir; aynen bunun gibi, ölmüş kalbler ve ölmüş toplumlar da, Allah'a dönmenin neticesi olarak, vahiy, inayet ve merhamet yağmurlarıyla dirilir. Bu noktada önemli olan, toprağın, kalblerin, zihinlerin bitek, temiz ve alıcı olması; şartlanmışlık, zulüm, bakış açısı yanlışlığı, dünyaya bağlılık, nefsanî arzulara teslimiyet gibi kirlerden arınmış bulunmasıdır. O zaman, böyle toprak, böyle zihin ve kalbler, Allah'ın izniyle bol meyveli, yemyeşil, her türden bitkiler çıkarır; imana, ahlâka, faziletlere, güzel davranışlara kaynaklık eder. Yoksa, hiç verimliliği olmayan topraktan, günahlarla, şartlanmışlıkla, zulümle, dünya hayatını hedef almakla kirlenmiş zihinlerden ve kalblerden, semadan ne kadar "rahmet" yağsa da, ancak ayrık otları çıkar, çer-çöp misali düşünceler, batıl ideolojiler ve sistemler türer.

Müslümanlar olarak, Allah'ın rahmetinden asla ümit kesemeyiz. Şu anda olup bitenler, Müslümanlar için birer ciddi ikaz olduğu gibi, yarın adına yeri harekete geçirecek bir manivela keyfiyetindedir de. Bir gerçek var ki, tarihte Müslümanlar hiçbir zaman bu kadar zayıf, savunmasız, zillet içinde ve bölük-pörçük olmamıştı. Ama yine bir gerçek daha var ki, Allah bütün hayırların yaratıcısıdır; insanın eli şerre çok uzun olmasına mukabil hayra pek kısadır ve Allah, bu enaniyet asrında eğer Müslümanlar eliyle insanlık için bir muhteşem bahar va'd etmişse, bunu şişmiş enaniyetlerle değil, Tevhid nuru içinde Ehadiyet sırrını idrak eden, hiçliğinin şuurunda ve bu şuurla O'na yönelebilenler eliyle yapacaktır. Bu noktada O, ümit adına, yine tarihten çok büyük bir teselli sunar:

"(Kaç asırdır) horlanıp, ezilen o milleti de, bereketlerle donattığımız ve katımızda mübarekliği bulunan o toprağın doğularına ve batılarına (tamamına) vâris kıldık. Böylece (Ey Resûlüm,) İsrail Oğullarına senin Rabbinin yaptığı, (ezilip horlananlara lûtufta bulunacak, onları insanlığa önderler yapacak ve onları, zalim toplumların yerine o yere mirasçı kılacağız) şeklindeki güzel va'di, sabretmeleri sebebiyle yerine gelmiş oldu. Firavun'un ve halkının o büyük el yapımı, sanat ve sanayi ürünü eserlerini ve yükselttikleri köşkler, saraylar, yetiştirdikleri bağ ve bahçeleri ise yerle bir ettik." (A'raf, 7/137)

Bu âyet, tarih ve toplumların hayatı adına bir diğer önemli kaide ve gerçeği ifade buyurmaktadır. Bir yerde zulüm katiyen devam etmez; zulüm ile, baskı ile âbâd olunmaz; zulüm üzerine kurulan sistemlerin sonu yerle bir olmaktır. Küfür, şirk ve zulmü bir alın yazısı ve yenilmez bir güç gibi kabûllenme yerine, onların karşısında Allah'ın Dini'ne sarılan, onun gereğini, yine Allah'ın koyduğu prensipler çerçevesinde yerine getirmeye çalışan ve bunu yaparken alay, işkence, sürülme, öldürülme gibi muamelelere, Allah'a ibadete, günahlardan kaçınmaya, bir de, bu yolda yürürken, yolun temkin isteyen kaidelerine ve "zamanın çıldırtıcılığı"na karşı "aktif sabır" gösterebilen, hattâ sabır içinde şükretmesini bilen mazlum mü'minlere Allah'ın va'di vardır. Bu va'd, onlara lûtufta bulunma, onları insanlığa önderler yapma ve yeryüzünde zalim toplumların yerine mirasçı kılma va'didir. (Kasas, 28/5). Kur'ân-ı Kerim, bu âyette, Hz. Musa'nın liderliğinde İsrail Oğullarının Mısır'dan çıkışı, Firavun ve ordusunun boğulması ile, İsrail Oğullarının, bereketlerle donatılmış ve Allah katında mübarekliği bulunan ve önceden "Şam kıtası" diye anılan bölgeye hakim olmasının arasında geçen beş asrı atlayarak, Hz. Davud ve Süleyman'la ulaşılan neticeyi, nihaî zaferi haber vermekte ve bu va'din sözünü ettiğimiz türden bir sabır neticesinde gerçekleştiğini bildirmektedir.

Önemli olan, beklenen ve va'd edilen bir neticeyi görmek değildir. Önemli olan, o neticeyi hedef yapmak da değildir. Önemli olan, Allah'a kulluk borcumuzu yerine getirmek ve böylece O'nun rızasını kazanmaktır. Bu borcu yerine getirme ve O'nun rızasını kazanma, bir va'din beş asır sonra da gerçekleşmesini netice verecekse, bu, yine O'nun bileceği iştir.

79 Günahlar açıktan işlendiğinde zelzele, idareciler zulmettiğinde kıtlık olur, hadisi sahih midir?

- İlgili hadis rivayetinin Türkçesi şöyledir:

“Bu ümmet dört şeyi âdet haline getirdiği zaman dört felaketle karşılaşır:

a) Zina mübah sayıldığı zaman, depremler meydana gelir.

b) Hükümdarlar / devlet kurumlarındaki yetkililer, zulüm yaptıkları zaman yağmur yağmaz / kıtlık olur.

c) Zekat-sadaklar eda edilmediği zaman, mallar helak olur.

d) Zimmilerin / gayri müslim vatandaşların hukuku çiğnendiği zaman, devlet müşriklerin eline geçer. (Deylemi, 1/330-331)

- Bu hadisin sahih olup olmadığını tespit edemedik. Çünkü başka kaynaklarda bu hadis rivayetine rastlayamadık. Rivayetin kaynağı olan Deylemi zayıf hadisleri bolca kullanmakla meşhurdur.

- Bu manaya yakın bir hadis rivayetini değerlendiren Münavi, bunun zayıf olduğunu belirtmiş, ancak bu rivayeti destekleyen başka rivayetlerin olduğuna da dikkat çekmiştir. (bk. Feyzu’l-Kadir, 1/401)

80 Sosyopat olarak bilinen kişiler yaptıklarından sorumlu mudurlar?

Asosyal kişilik bozukluğu, özellikle üç-yedi yaş arası eğitimin eseridir. Tedavisi zor olsa da mümkündür. Psikolojik danışmanlık ile bu sorun çözülebiliyor.

Böyle bir hastalık varsa ve tedavi de edilemiyorsa, bunlar yaptıklarından sorumlu olmazlar. Ama topluma zarar vermemeleri için tedbir almak gerekir.

"Allah bunları öyle yaratıyor." cümlesi doğru değil; kötülük ve bozukluk kuldan; kulun yapıp ettiklerinden ve kötülerin irsiyetinden gelir.

81 Tanrıya soruyorum, tecavüz edilerek ölen kızların yüzüne nasıl bakacaksın?

- Din imtihanının adaletli bir şekilde cereyan etmesi için insanlara akıl ve özgür bir irade verildiğini kimse inkâr edemez.

Bu özgür iradenin alanı öyle geniştir ki, meleklerin mertebesine kadar çıkabildiği gibi, şeytanların çukuruna da düşebilir.

- Her imtihanın önemini, imtihanın sonucu belirler. Sonucunda cennet ve cehennem bulunan bir imtihanın önemi de ona göredir.

İşte bu büyük sonuçlara götüren bir imtihan olduğu için, Allah insanlara “kendisini inkâr etmek” gibi en dehşetli bir suçun işlenmesine de izin vermiştir.

Sorudaki suçlar gibi dehşet verici cinayetler de bu özgür iradenin tezahürü olarak gerçekleşmektedir.

- Evet, bir kıza tecavüz eden ve onu öldüren kimsenin cezası cehennemdir. İslam inancına göre, Allah bu caniye cehennem azabını çektirmek suretiyle o kızın intikamını bin kat daha fazla alacağı bilinmektedir.

Buna mukabil, birkaç saat zulme uğramış ve hunharca katledilmiş bu kıza, ebedi kalmak üzere cennet gibi bir saadet yurdunda sayısız nimetler verilmek suretiyle onun çektiği acılarına mukabil çok büyük bir mükâfat verilir.

- Sorudaki “soru şekli” daha çok Allah’a gerçekten inanmayanların sorusuna benziyor. O zaman onlara soruyoruz:

“Eğer Allah’a ve hesap gününe inanmıyorsanız, bu takdirde bu mazlumların hakkını şu zalimlerden nasıl alınacağını söyleyin de görelim!..”

Oysa biz inanmış olarak “Zalimler için yaşasın cehennem!”, “Mazlumlar için de yaşasın cennet!” deriz.

- Cennet ve cehennem sahibi olan yüce Allah’a karşı edepsizlik edenler ve insanların özgür iradeleriyle işledikleri cinayetlerin faturasını Allah’a kesenler, akılsızlıklarından ötürü nasıl büyük bir suç işlediklerinin farkında mı?!.

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah'ın, küçük çocuklara tecavüz edilmesine izin vermesi nasıl açıklanabilir?

82 Yaptığı hatalardan dolayı, başına gelen musibetlerden ders alıp hayatını dine göre düzenleyenler için, bu musibet bir hidayet vesilesi olarak görülebilir mi?

Evet musibetler hidayet vesilesi olur. Nitekim dünyaya dalan kimseler vardır ki başına bir musibet geldiğinde hemen kendini toparlar ve var olma sebebini hatırlayıp hayatını buna göre düzenler.

Musibetler çeşitlidir. Bazı musibetler insanların kendi yaptıkları fiillerinden dolayı başlarına geldiği Kur'an-ı Kerim'de buyurulmaktadır.

"Kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musîbet geldiğinde nice olur halleri..." (Nisa, 4/62).

Yüce Allah:

"İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır..."  (Yunus, 10/12)

buyurarak, insanların musibet anında Allah'a döndüğünü belirtir. Ancak kimisi bunda sebat etmeyip musibet geçince yine eski haline döner. Nitekim ayetin devamında

"...ama biz onun sıkıntısını giderince, sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir." (Yunus, 10/12)

buyrularak bu gerçek ifade edilmiştir.

Başka bir ayeti kerime de ise şöyle buyurulur:

"(Denizde) onları gölgeler gibi dalgalar sardığı zaman dîni yalnız kendisine has kılarak Allah'a yalvarırlar. Fakat o, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar, (birçoğu da inkâr eder)... " (Lokman, 31/32)

Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor ve ders veriyorlar. Nur Külliyatından konumuza ışık tutacak cümle: 

“Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olsun.” (bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, s.321)

İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.

Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müspet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor.

83 Dine nifak sokanlar için ne yapılmalı?

Saadet asrında bir kısım münafıklar vardı. Onları öldürmek şöyle dursun, Kur’an ve Hz. Peygamber (asm) onları deşifre bile etmedi. Çünkü bu husus, İslam’ın takip ettiği tebliğ ve davet prensibine, insanları kazanma siyasetine daha uygundur.

Nitekim, açıktan Hz. Peygamber (asm) ve İslam aleyhinde propaganda yapan ve münafıkların reisi olan meşhur münafık Abdullah b. Ubey b. Selul’un öldürülmesi için Hz. Ömer (ra) gibi bazı sahabiler Hz. Peygamber (asm)’e müracaatta bulundukları zaman aldıkları cevap şu olmuştu:

“Böyle bir şey olamaz. Sonra, Muhammed (asm) kendi arkadaşlarını öldürüyor.” deyip propaganda yapacaklar...”

Bize düşen, insanlara imanı kazandırmaktır. Bir tek kişiyi imana getirmek, bin tane münafığı, kâfiri öldürmekten daha değerli bir hizmettir. Özellikle bu asırda, maddi eylemler, şiddet, Müslümanlara zarardan başka bir şey kazandırmaz.

Kendi hislerimizi tatmin edeceğimize, başkasının aklını tatmin edip gönlünü fethetmeliyiz. Asrın cihadı manevîdir. İslam’ın gerçeklerini, Kur’an’ın hakikatlerini öğrenmek gerekir. Aslında bu iş kılıç kuşanmaktan daha zor olduğu içindir ki, nefisler diğer yolu tercih ederek heveslerini havaya kaldırıyorlar...

İlave bilgi için tıklayınız:

Manevi cihad nedir, nasıl yapılmalıdır?

Tebliğ metodu nasıl olmalıdır? Nelere dikkat etmek gerekir?