Peygamber Bize Gelse

KAÇ SENE OLDU BİLMİYORUM, AMA herhalde yedi-sekiz sene kadar öncesiydi. Bir dost meclisinin son faslında bir gönül dostum bize ya bir radyodan yahut bir kasetten kaydettiği bir şiiri dinletmişti. Şiiri okuyanın Allah vergisi sesi etkileyiciydi, hoştu. Şiir de hayli dokunaklıydı doğrusu.

Şiiri okuyan kişiyi, aynı zamanda şiirin yazarı olarak bildim seneler boyu. Yıllar geçip internet denilen hayra da şerre de son derece müsait keşfi kullanır hale gelip bu şiirle tekrar be tekrar karşılaşınca da kanaatim değişmedi. İnternet üzerinden bana gelen mektuplar arasında, bu şiiri arkadaş çevresine yaymaya çalışan samimi insanların mektupları da vardı. Ayrıca, İslâm adına hazırlanmış elliye yakın sitede bu şiirin ya Türkçe yahut İngilizce olarak mü'minlerin dikkatine ve rikkatine sunulduğunu görecektim. Ne ki, kimi yazarının isminin bilinmediğini söylüyor, kimi şiiri ilk kez kendisinden işittiğim kişinin adını zikrediyor, kimi başka bir isim veriyordu.

Bunca rivayet arasında, şiirin yazarı kimdir, nerelidir, çözebilmiş değildim. Ama bu şiirin özellikle internet kanalıyla elden ele, dilden dile dolaştığını yakinen biliyordum.

Bir meraktan yola çıkıyordu şiir. "Merak Ediyorum" başlığını taşıyordu zaten: "I Wonder." Ve daha ilk dizelerde, merakının konusu rahatlıkla anlaşılıyordu:

"Eğer bir gün Peygamber ziyaretinize gelse,
Yalnızca birkaç günlüğüne.
Aniden çalsa kapınızı,
Merak ediyorum neler yapacağınızı."

Şiir işte bu dizelerle başlıyor; ve devamla, Peygamber bize gelse neler yapacağımıza dair tahminler geliyordu:

- Neler yapardık sahi? Hemencecik kapıya mı koşardık? Yoksa, hayatımızın bir parçası haline gelmiş eşyaları alelacele oraya buraya saklamaya çalışır da bu yüzden biraz gecikerek mi açardık kapımızı?

- Peygamber aleyhisselam evimizde iken hep yediğimiz şeyleri yer, her zaman konuştuğumuz şeyleri konuşur, hep görüştüğümüz kişilerle görüşür ve her zaman gezdiğimiz yerlerde yine gezer miydik?

- Peygamber evimizde olduğu sürece, gerçek yüzümüzün bir şekilde açığa çıkacağı korkusuyla sürekli diken üstünde mi dururduk yoksa?

- Ve birkaç gün sonra Peygamber evimizi terkettiğinde, üzülür müydük? Yoksa, "Oh be, kurtulduk; vaziyeti de kurtardık!" rahatlığı mı dolardı iç dünyamıza?

Şiirin yazarı, bunu merak ettiğini söylüyordu işte. Ama gerçekte pek de merak ettiği söylenemezdi. Zira, Peygamber bize gelse neler yapacağımızdan emin gibi bir hali vardı. Onun yaptığı, bir merakı dizelere taşımak değil; bir "merak" imgesi etrafında "olan"la "olmamız gereken" arasında yüzleşme yaşamamızı sağlamaktı. Bu yüzleştirmeyi yaparken, gönül huzuruyla Peygamberin karşısına çıkacak yüzümüzün olmadığını ihsas etmekteydi.

İlk kez duyduğumda, kendimi kendisiyle tamamen hemfikir bulduğum bir şiirdi bu. Yaşadığım hayatın Peygamberin yaşadığı hayata tastamam uyduğunu, yaşadığım mekânın da Peygamberin yaşadığı mekân olduğunu söyleyemezdim. Arkadaşım, dostum, tanıdığım olan kişilerin çoğu için de yapamazdım bunu. Resûlullah'ın hayatında olan birçok şey bizim hayatımızda yoktu; bunu biliyordum. Evlerimizde Resûlullah'ın evinde olmayan birçok şeyin olduğunu da biliyordum. Bu halimizle Peygamber bize gelse yaşayacağım duygunun ancak ve ancak utanç olacağını, yüzümün renginin atacağını, Peygamber aleyhisselam evde olduğu müddetçe evimin bana dar geleceğini tahmin edebiliyordum. Yakın çevremden duyduğum sözler ve tahliller de bu kanaatimi destekler mahiyetteydi.

"Olan" halimin "olması gereken"in uzağında olduğunu biliyor olduğum için benim böyle düşünmem normaldi. Beni endişeye sevkeden asıl husus ise, "olması gereken"e benden çok daha yakın olan insanlardan da benzeri yakınmalar gelmesiydi. Takvalarına imrendiğim kimi insanlar dahi, "Peygamber bize gelse" diye başlayan karamsar enstantaneler sıralıyorlardı. İçlerinden öyleleri vardı ki, bırakın girip de sonra birşeyler söylemeyi, Hz. Peygamber şöyle kapıdan içeri baktığı ân evimize girmeyip geri döner diyorlardı.

- Takvalarına imrendiğim ve evlerinin Peygamberin evine bir derece benzediğini düşündüğüm insanlar böyle düşünüyorsa benim hisseme neler düşmezdi ki?

- Onlar böylesine karamsar iken, ben Peygamberin evimizi ziyarete geleceğini hayal edebilir miydim?

- Geldi ve girdi diyelim, ondan bir yığın azar işitmeyeceğimi umabilir miydim?

Kaldı ki, Peygamber bize gelmeden Peygamber adına bir yığın azar işitiyordum zaten. Birileri, Peygamber adına, beni-seni-onu-bizi-sizi-onları zaten azarlıyorlardı. "Peygamber bize gelse" yaşayacağım yüzleşmenin hüznü beni zaten sarsıyorken, "Peygamber size gelse" kalıbında konuşan birileri, sarsmaktan öte, iç dünyamda yıkımlar yaşatıyorlardı bana.

Meselâ, kimileri evimizdeki eşyaları "put" diye tarif ederek azarlıyordu bizi. Tamam, bunların Hz. Peygamberin evinde olmadığını biliyordum, ama Peygamberin böyle şeyleri "put" diye tarif ettiğini de duymuş değildim. Gelin görün ki, kimine göre, evlerimiz puthaneden farklı değildi. Kâbe'deki putları deviren Peygamber, evimize gelse, Kâbe'de yaptığını evlerimizde de yapmaya girişirdi muhakkak. Neydi şu koltuklar; nereden çıkmıştı şu masa, sandalye, halı falan filan "Resûlullah"ın evinde var mıydı bunlar? Yoktu. O halde, bunları evine sokmak demek, Peygamberin sünnetine karşı bid'at çıkarmak demekti. Resûlullah ise "Bütün bid'atlar dalâlettir" demiş, dalâletin sonucunun ise ateş olacağını müjdelemişti.

Kimilerinin azarı ise, evimizden ziyade, doğrudan şahıslarımızla, daha doğrusu görüntümüzle ilgili idi. Sakal, sarık, cübbe yoksa üzerimizde, vaziyetimiz sakat demekti. Resûlullah'ın sakal bıraktığı ve sakalın fıtrattan olduğunu söylediği ortada iken sakalsız dolaşmak ona karşı bir isyan ve itiraz alâmeti değil miydi? Bu çıkarımdan son derece emin öyleleri vardı ki, imanı sakalla eşleyen kitaplara dahi rastlamıştım. Sonuçta, sırf sakalı olmadığı için, hatta sakalı filan kişinin sakalıyla aynı boyda olmadığı için imanından şüpheye düşen insanlar da görmüştü gözlerim.

Aynı gözler, tesettürü "çarşaf"a kilitleyen kitaplar ve kişiler de görmüştü. Binbir mihnetin ve eziyetin ortasında tesettürüyle okumuş olan, tesettürüyle okuma uğruna sene kaybını göze alan eşim ve emsalleri, kimilerine göre, "mesture" bile sayılmazlardı aslında. Kimisi "sünnete uygun tesettür"ü çarşaf ve peçeye indirgeyerek söylüyordu bunu; kimileri ise, başörtüsünü belli renklerle sınırladığı için.

Örnekler böylece uzayıp gidiyor, sonuçta, "bana göre" kaydı düşülmeden yapılmış "sünnete uygun yaşama" tariflerinin etki alanına maruz evlerde müthiş açmazlar gerçekleşiyordu. Gördüklerim, duyduklarım ve de yaşadıklarım, "Peygamber bize gelse" diye başlayan, hele hele "Peygamber size gelse" diye devam eden yorumlar eşliğinde vukua gelen zincirleme arızaları fısıldıyordu kulağıma.

Meselâ, "Peygamber bize gelse azar işitmeyeceğim bir evim olsun." arayışı içinde evlerini Hz. Peygamberin kesinlikle rahatsız olacağı bir kavga ortamına dönüştürenlerin varlığını duyuyordum. "Sünnete uygun yaşama" tarifine "bana göre" kaydı düşmediği için eşiyle ve çocuklarıyla "sünnet adına" çatışan ve hatta çocuklarını "sünnet muhalifi" bir hale getiren insanlar biliyordum. "Sünnete uygun tesettür"ün ancak "çarşaf"la mümkün olduğu düşüncesiyle bir müddet öyle yaşadıktan sonra tesettürü büsbütün bırakan insanlar biliyordum. Dün "sünnet"lerde zorladığı insanların bugün farzları yapamaz hale gelmesine seyirci kalmaya mahkum mürşidlerden de haberdardım. Kendisini her gün teheccüde zorladığı "veya birilerince buna zorlandığı" bir dönemin ardından farz namazları dahi bırakan insanlardan da haberim vardı.

Hem, bakıma muhtaç çocuğu yüzünden tesbihatı yahut Kur'ân okuması aksadığı için çocuğuna kahırla bakan anneler olduğunu duymuştum. Böylelerinden aldığı derse binaen "sünnete uygun" yaşamak adına çocuksuzluğu düşünen evlilik adayları olduğunu da. Uyamadığı bazı sünnetlerden dolayı kendisini Peygambere isyan halinde bilen, kendisine bu derece kahırla yaklaştığı için de Allah'ın ona nasip ettiği güzel düşünceleri başkalarıyla paylaşmaktan çekinen, zira "kendisi isyan halinde iken başkalarına onları tebliğ etmenin ikiyüzlülük ve hatta nifak alâmeti olduğunu" düşünen insanlardan da haberdardım.

Ve bütün bunlar, sünnete karşı apaçık savaş açmış olan kesimlerin ve onların nabzına uygun şerbet hazırlayan "her devrin alimi" kişiliklerin yapmak istedikleri şeyin yanlışlığına bedel, samimiyetle ve dosdoğru bir niyetle sünnete sarılan kesimler arasında da bir algılama ve uygulama sorununun varlığını hissettiriyordu bana. Sonuçlar doğru çıkmıyorsa, yanlış giden birşeyler olmalıydı. Bir yerlerde bir yanlışlık vardı da, bu yanlışlık neydi ve neredeydi peki?

90'lı yılların ortasında ve tam da bu sorularla boğuştuğum hengâmda kader-i ilâhî önüme iki imkân çıkaracak; ve bu iki imkân, hayatımın sonraki zamanları için ciddi açılımlar temin ederken, böylesi sorulara da cevap bulmamı sağlayacaktı.

Bu imkânların ilki, o güne kadarki ihtiyacım ve istidadım nisbetinde anladığım Risale'den "celâl+cemal = kemal" formülünü, yani celâl-cemal dengesini keşfetmemdi. Ki, o tarihten sonra yazdığım yazıların bir kısmı, "Yüksek fikir alçalışları" misali, doğrudan bu konu etrafında gelişmişti. Başkaca yazılarımda ise, bu denkleme bir şekilde atıflar yapılmaktaydı. Celâl-cemal dengesinin keşfi muazzam bir açılımdı benim için. Bu keşif, hayata daha bir bütüncül ve daha bir kuşatıcı bakmamı sağlamıştı. Yine bu keşif sayesinde, "kemale ulaşma"nın, "mükemmel"i bulmanın yolunu bulmuş sayılırdım. Kemal hali, uçlarda olmak değil, kıvamında olmaktı. Uçlarda olmak insanın zirveyi bulduğu anlamına gelmezdi; bilakis, iki ucu bir yakaya gelebilen insan zirvede idi. Meselâ, ne kolaylaştırayım derken zorlaştıranların yolculuğu kemale doğru idi, ne de kolaylaştırmayıp zorlaştıranların. Aslolan, yozlaştırmadan kolaylaştırmak ve yozlaşmasın derken zorlaştırmamak idi.

Bu kemal formülünün, bu celâl-cemal denkleminin hayatın değişik alanlarına uzanan bir dizi veçhesi vardı. Amel-iman dengesi, azimet-ruhsat dengesi, korku-ümit dengesi, uyarma-müjdeleme dengesi, hikmet-rahmet dengesi, ilim-hilim dengesi... bunlar arasındaydı. İşte, bir kere ana formülü bulunca, o güne kadar hayatımda ve zihnimde bölük pörçük duran, hatta hepsini doğru yerine oturtamadığım için aslında bir türlü yerine oturmayan bir dizi ölçü asıl yerini bulmuştu artık. Hayat binamın temel taşları bu formülle yerine oturmuştu.

Hayatımın "denge" ve "kemal" eksenine yöneldiği bu zaman zarfında, hasbelkader, yoğun bir hadis ve siyer okumasına da başlamıştım. Zamanın ve olayların idaresi Kudret Elinde olan Rabb-ı Rahîm, Hz. Peygamber'in hayatına dair Türkçe'deki en geniş hacimli kitabın redaksiyonu gibi bir işi çıkarmıştı karşıma. Bir yıl boyu koskoca sekiz cildi üç defa okuyacak; bu arada Resûlullah'ın hayatında "uçlar"dan azâde bir "zirve" halinin en mükemmel örneğini bulacaktım. Bu vesileyle öğrendiğim bir diğer şey, o güne kadar "Peygamber" ve "sünnet" adına yüzyüze geldiğim bazı yaklaşımların gerçekte "sünnet"le ne derece örtüştüğünü sorgulamam gerektiğiydi. Nitekim, Hz. Peygamber'i hayata, kâinata ve fıtrata muhatabiyeti cihetiyle tanımaya adanmış "Peygamberin Bir Günü" başlıklı çalışmam için otuz küsur cilt hadisi taradığımda, bu sorgulama had safhaya erişecekti.

Bu okumalarımın bana gösterdiği en yalın gerçek, gündelik hayatta yüzyüze geldiğim bir dizi yaklaşımın sünnetin geniş yolunu dar bir patikaya dönüştürdüğü gerçeğiydi. Bu patikadan gidemiyor olmamız, sünnetin dışında olduğumuz anlamına gelmiyordu; zira sünnet yolu o patika değildi. Hadis külliyatları ile günümüze taşınan sünnet yolu, her fıtrattan insanın içinde kendine uygun bir şerit bulabileceği bir çeşitlilik arzetmekteydi.

Meselâ, o kudsî Nebi (a.s.m.), "En faziletli amel nedir?" diye sorulduğunda, soran kişinin ihtiyacına ve istidadına göre farklı farklı cevap vermişti. Genç bir sahabiye "Allah yolunda cihad." cevabını verirken, anne-babasıyla sorunu olan bir başkasına "Ana-babaya iyilik etmendir." demişti. Yaşlı bir hanıma verdiği cevapta ise, en kısa namaz tesbihatı zikredilmekteydi.

Meselâ, o kudsî Nebi (a.s.m.), ümmet için nümune-i imtisal olan Ehl-i Beytinin en mümtaz siması olarak kızı Fâtıma'nın renkli ve nakışlı bir perde edinmesi üzerine kızının evinden içeri girmemiş; ama böylesi perdeleri olan başka evlere girmişti. Hatta, kızına da "O perdeyi filanlara gönder" diye tenbihlemişti. "O perde senin putun. Yak, yırt onu!" gibi sözler ise asla çıkmamıştı onun mübarek ağzından.

Meselâ, o kudsî Nebi (a.s.m.), hanımı Aişe'nin duvara astığı aslan resimli örtüyü kaldırtmış; bu tavırdaki nebevî kasdı çok iyi anlayan Hz. Aişe'nin kumaşı bir-iki parçaya ayırıp minder yapmasına ise ses çıkarmamış, bilakis evinde otururken bu minderleri kullanmıştı.

O kudsî Nebi (a.s.m.), kendisine itaat üzere biat edenlerin itaat sözlerine "gücümüzün yettiği nisbette" kaydını düşmüştü defaatle. Ki, onun bu tavrı, ashabına, "Allah Resûlü bize karşı bizden daha şefkatli!" dedirtecekti.

Risale müellifinin sünnet yolunu tarif ederken "minhâc", yani "geniş yol" tabirini kullanmasındaki inceliği, o şefkatli nebînin hayatından böylesi kesitlerin farkına vardığımda, nihayet anlamış sayılabilirdim artık. Hayır, Hz. Peygamber ancak çok az kişinin geçebileceği dar bir geçit hazırlamış değildi; o, ardına düşenleri patikadan geçiren bir kılavuz da değildi. O, ardına düşen her istidadın kendine münasip bir şerit bulabileceği geniş bir cadde hazırlayan "rahmeten li'l-âlemîn" (a.s.m.) idi.

Bir kısmını bizzat yaşadığım, bir kısmının yaşandığını gözlemlediğim açmazların ardında ise, bu geniş yolu, genişliği ve kuşatıcılığı ile yerli yerinde kavramayınca gerçekleşen seçmeci ve daraltıcı bir "sünnet eklektisizmi" vardı.

Bu okumalar vesilesiyle farkettiğim bir diğer yaklaşım hatası, Hz. Peygamberin şahsiyetine dairdi. Bizim kafamızda öyle bir Peygamber tarifi vardı ki, bu tariften "Rahmet Peygamberi" mânâsının çıkması asla mümkün değildi. Evlerimize geldiğinde bizi delici bakışlarla süzecek olan, daha evimizin kapısı kendisine açılır açılmaz evi tarassuda başlayacak olan, evimizde olduğumuz sürece yapıp ettiğimize, yiyip içtiğimize, gelene gidene karışacak olan, hatta evlerimizi "puthane"ye benzetecek olan, hatta evimizde olan kimi şeyleri alıp atacak olan bir peygamber! Huzurunda sürekli "falso yapmama" telaşı yaşadığımız, bir yanlışımızı görür görmez lâfı yapıştıracak olan bir peygamber! Bizi kendisiyle yargılayacak olan, kendisinin yapıyor olup da bizim yapamıyor olduğumuz her bir şey için bize lâf söyleyecek olan bir peygamber!

Gerek ilgili şiire, gerek kendimizin kurduğu "Peygamber bize gelecek olsa" diye başlayan cümlelerimize sinen peygamber tarifi işte buydu.

Oysa, bütün bunlar, hakkında okuduğum otuz küsur cilt kitaptan çıkan Peygamber portresine ne kadar da uzaktı! Hayır, o, kapıyı çaldığında bizi böylesine huzursuz edecek biri asla olamazdı. Hâşâ, ne eli sopalı biriydi o, ne de dili bıçak gibi keskin biri. Bilakis, "elinden ve dilinden emin olunan" insanların en mükemmel örneğiydi. Hem, onun gözleri girdiği evlerin dört tarafını tecessüs niyeti ve tenkid sâikasıyla kolaçan da etmezdi; bilakis, hadis kitapları onun elçisi olduğu Kur'ân'ın "Tecessüsetmeyin" emrini nasıl tatbik ettiğine dair muazzam örnekler içermekteydi.

"Peygamber bize gelse" diye başlayan tasvirler ile hadisleri vesilesiyle hayalen ziyaretine gittiğim Peygamber arasındaki fark?ilgili arayışım ve araştırmalarım sırasında beni en ziyade sarsan ve en ziyade inciten tablo buydu! Nasıl olmuş, neler olmuştu da bir devenin, hatta bir karıncanın dahi incinmesinden rahatsız olan bir peygamber, hâşâ, elinde fırça her kusurlu gördüğü kişiyi karalayacak birine dönüşmüştü zihinlerimizde? Neler olmuştu da "rahmet peygamberi"ni "gazap peygamberi" gibi görür olmuş, onunla gelen rahmet tablosunu kasvet tablosuna döndürmüştük?

Halbuki, üzerine fazla yük vurulan bir devenin gözyaşlarını mübarek elleriyle silen o değil miydi? Devenin sahibine ona karşı daha şefkatli davranmasını söyleyen de o değil miydi? Kendisine genç bir deve hediye edildiğinde Hz. Aişe'ye "Allah refîktir, rıfkı (yumuşak huyluluğu) sever. Rıfk birşeyin içine girdi mi o şeyi güzelleştirir." buyurarak bir terbiye ölçüsü veren Rahmet Peygamberi (a.s.m.) mi bize kırıcı sözler söyleyecekti? "Mükâfatın büyüklüğü, belânın büyüklüğüyle orantılıdır." buyuran Âdil Nebî, şu ahir zamanın ağır yükü altındaki bizlerin kalbine acıtıcı kamçılar vurur muydu gerçekten?

Her nasılsa zihnimize kazınmış "gazap peygamberi" portresine bedel gerçekte Resûl-i Ekrem?in nasıl bir "rahmet peygamberi" olduğunu belgeleyen binlerce örnek vardı hadis ve siyer kitaplarında. Kaldı ki, en başta Cenab-ı Hak, şahidi idi bunun. "Biz onu ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyuran Rabb-ı Rahîm, "mü'minlere çok düşkün, çok şefkatli ve çok merhametli" diye de tarif ediyordu onu.

Gençlik dönemini on yıl onunla geçirmiş Enes b. Malik, bu şefkat ve merhametin defaatle şahidi olmuştu. Kendisi gençlik haliyle hata yapsa, söylenen birşeyi unutsa, oyuna dalsa, yanlış yapsa, kırıp dökse dahi, koskoca on yıl boyu bir kez bile "Öf!" dememişti Hz. Peygamber (a.s.m.). Bir kerecik olsun "Niye şöyle yaptın? Niye böyle yapmadın?" diye hesaba çekmemişti.

Hz. Peygamberin evinde büyümüş olan ve kendisi mizaç itibarıyla celâl taşıyan Hz. Ali ise, şöyle tarif edecekti Hz. Peygamberi:

"Daima güleryüzlüydü. Yumuşak huyluydu. Esirgemesi, bağışlaması boldu. Katı kalbli değildi. Kimseyle çekişmezdi. Kimseye bağırıp çağırmaz, kötü söz söylemezdi. Kimseyi ayıplamazdı. Pinti ve cimri değildi. Hoşlanmadığı şeye göz yumardı. Umanı umutsuzluğa düşürmezdi. Bir şey hakkındaki hoşnutsuzluğunu açığa vurmazdı. Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınamaz, ayıplamazdı. Hiç kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Hiç kimseye hakkında sevaplı ve hayırlı olmayan sözü söylemezdi. Hilim ve sabrı kendisinde toplamıştı. Hiçbir şey kendisini kızdırmazdı."

Hz. Ali?nin bu sözleri, Resûlullah?la yaşanmış otuz küsur yılın şahitliğinde söylemiş olduğu sözlerdi. Hz. Peygamberle on yıl evlilik hayatı yaşamış olan Hz. Aişe ise, onun için, şöyle diyecekti:

"İnsanların en güzel ahlâklısı idi. Hiçbir çirkin söz söylemez ve hiçbir çirkin harekete tenezzül etmezdi. Çarşı ve pazarlarda bağırıp çağırmaz, kötülüğü kötülükle karşılamazdı. Fakat, affeder ve bağışlardı. İnsanların en naziği, en iyi huylusu ve en güleryüzlüsü idi. Allah yolunda cihad dışında ne bir hizmetçiye ne bir cariyeye ne de bir kimseye el kaldırmış değildi."

O, böyle bir peygamberdi işte. Rahmet peygamberiydi. Şimdi, bu hâl üzere olan Peygamberin gelip bizi yerden yere vuracağını, hakkımızda kaba sözler sarfedeceğini nasıl düşünebiliyorduk peki?

Sanırım, sahabiler hakkında geliştirdiğimiz yaklaşımdaki zaaflardan ötürü. Öyle bir "sahabi" tablosu çiziyorduk ki, bu tarife göre, onlar insan değil de melek idiler âdeta. Her biri doğuştan mükemmel, hepsi doğuştan koruma altında idi sanki. Hiçbiri hiçbir zaman hiçbir yerde sürçmemiş olmalıydı. Eh, etrafında böylesine düzgün insanlar olunca, Peygamber niye bağırıp çağırsın, niye kaba söz söylesin, neden öfkelensindi ki?

Halbuki, vâkıa böyle değildi. Evet, bütün dünya Allah'a ve Resûlüne savaş açmış iken onun yanında saf tutma gibi, İslâm yolunun "saff-ı evvel"i olma gibi muazzam bir kalite sergilemişti sahabiler. Ama bu, onların asla sürçmedikleri, doğuştan kusursuz oldukları gibi bir anlama da gelmiyordu. Kaldı ki, hiç sürçmemiş olsalar, sık sık sürçebilen bizlerin çıkış yolunu bulmasını sağlayacak birer örnek olabilirler miydi?

Sahabiler içinde, Cahiliye zamanında da Ebu Bekir misali Cahiliye'ye kapılmadan kalabilenleri vardı, ama onlar sayıca azdı. Çokları, Cahiliye içinden, çok derin uçurumlardan çıkıp gelerek İslâm?ı bulmuşlardı. İslâm'dan önce Ömer ile İslâm?dan sonra Ömer, bunun en muazzam örneğiydi. Kızını diri diri gömen Ömer, Mekke'nin en çok içki içen insanları arasındaki Ömer, öfkelendiği zaman kimsenin gözünün yaşına bakmayan Ömer, İslâm'la şereflendiğinde tastamam değişmişti. Bir Ömer, bir Hamza içkinin merkezinde olduğu bir hayatın içinden çıkıp İslâm'a gelmeleriyle, bugün bu illetle mâlul olan insanlara çok şey söylüyorlardı elbet. Onlara, onların da İslâm?a gelmelerinin pekâlâ mümkün olduğunu, hatta İslâm ile çok çok yükselmelerinin pekâlâ mümkün olduğunu söylüyor; böylece, bu halde olanları "Battı balık yan gider" ümitsizliğine düşüren şeytanın tuzağını bozuyorlardı. Öte yandan, kendisi bugün bu halde olmayan bizlere, bir sarhoşun ruhunda bir Ömer, bir çalıp çırpıcının ruhunda bir Ebu Zer, hayatı şu an için giyinip kuşanmaktan ibaret duran bir gencin ruhunda bir Mus?ab tohumu arama dersi de veriyorlardı.

Sahabileri "doğuştan kusursuz" gördüğümüzde ise, hem Resûlullah'ın eliyle gerçekleşen mucizevî dönüşümün büyüklüğü nazarımızdan gizleniyor, hem de bugün Resûlullah'ın getirdiği nurun aydınlığında böylesi dönüşümler yaşanmasını sağlayacak dersler çıkarma imkânımız yitip gidiyordu.

Üstelik, bizim düştüğümüz çukurların yanlarında küçük kaldığı uçurumlardan Resûl-i Ekrem'in kılavuzluğuyla çıkıp yükselen sahabilerin bir kısmı, İslâm dairesine girdikten sonra da sürçmeler ve hatta geçici düşüşler yaşamışlardı. Onların yaşadığı bu düşüşler karşısında Resûlullah'ın bize öğrettiği en birinci ders, amel üzerinden imana dair yargıda bulunmama dersiydi. Bedir ashabından olduğu halde Mekke?nin fethi öncesinde Mekke?nin fethine dair gizli bilgileri Mekke?deki ailesini koruma endişesiyle Kureyş?e ulaştırmaya yeltendiğinde Hâtıb b. Ebi Beltea için Hz. Ömer "münafık" demişti de Resûlullah bu yaklaşıma net bir biçimde müdahale etmişti. İçkiyi yasaklayan Kur'ân âyeti indikten sonra defalarca sarhoş vaziyette yakalanan, ve yaptığı şakalardan dolayı eskiden beri Medine'de Hımâr ünvanıyla anılan Suveybıt için birisi "Allah'ım! Şu adama lânet et. Kaç defa içki yüzünden getirildi de bir türlü ıslah olmuyor." deyip beddua etmişti de, Peygamber aleyhisselam "Ona lânet etmeyin." demiş ve eklemişti: "Allah'a yemin ederek söylüyorum; bu adam hakkında bildiğim bir şey varsa, o da Allah ve Resûlünü seviyor olmasıdır."

O, Uhud?da Osman dahil birçok sahabinin, Hudeybiye'de Ömer dahil birçok sahabinin yaşadığı sürçme karşısında asla ve asla kırıcı, kınayıcı ve dışlayıcı olmuş değildi. Uhud'da onun direktifi hilafına yapılan işler, amcası Hamza ve sancaktarı Mus'ab dahil birçok güzide sahabinin şehadetine, kendisinin ise yüzünün yaralanıp dişinin şehit olmasına sebep olduğu halde, bizatihî Cenab-ı Hakkın Kur?ân?ıyla buyurduğu üzere, Allah katından gelen bir rahmetle onlara kötü bir söz etmiş değildi Peygamber. Yine de yumuşak davranmıştı. Ki, Kur'ân'ın belirttiği üzere, o suçluluk psikolojisi içinde kendilerine sert davransaydı, hepsi tastamam dağılıp giderlerdi. Ama o öyle davranmazdı. O rahmet peygamberiydi. O düşenlerin dostuydu; düşenleri düşüren şeytanın değil. Kaba sözle, dışlamakla onların şeytanlarına yardım etmez; bilakis, yumuşak sözle, affedip bağışlamakla kalblerine yardım eder ve şeytanların oyununu bozardı. Onun içinde bulunduğu ortamda kasvet değil, rahmet vardı. Öfke değil, mağfiret vardı.

Zaten, çokları, sırf onun bu haleti ve hasleti sayesinde Müslüman olmuşlardı. Kendisini öldürme kasdıyla ucu zehire bulanmış bir kılıçla mescidine gelen Umeyr b. Vehb'i Mescid-i Nebevî'den çıkmadan Müslüman yapan sır bu değil miydi? Huneyn'de onu öldürme hesapları yapan Şeybe b. Osman, Resûlullah'ın mütebessim yüzünü gördüğünde, hele o mübarek ellerini göğsüne koyduğunda mutlak bir dönüş yaşamamış mıydı? Medine'nin Yahudi alimlerinden Zeyd b. Sa'ne'nin İslâm'ı seçişinin ardındaki nebevî sır neyin nesiydi? Müşrik oldukları bir halde bir vadide alay etme kasdıyla ezan okuyup gülüşen Kureyşli gençler, Peygamber hiç öfkelenmeden onları yanına çağırdığında, sohbet-i nebevînin iksiriyle yoğrulup birkaç saati geçmeden İslâm'ı seçmemişler miydi?

Bu bakımdan, "Resûlullah bize gelse" diye başlayan karamsar ve karanlık analizlerde gözümüzden kaçan bir başka nokta, Peygamberin sohbetiydi. Bedevîleri medenî, ahlâksızları güzel ahlâk timsali, müşrikleri tevhid eri kılan bir iksir vardı onun sohbetinde.

O halde, Peygamber bize gelse neler yapacağımızı merak edenlerin şunu da merak etmesi gerekirdi: Peygamber bize gelse, biz aynı kalır mıydık?

"Sünnete uygun yaşama" başlığı altında geliştirip "Peygamber bize gelse" kalıbında sunduğumuz kimi yaklaşımlarda var olan bir başka zaaf ise, dengenin korunamayışı idi. "Denge" ifrat ve tefritten azâdelik idi; her iki uç da her iki yöndeki aşırılık da dengesizlik sebebiydi. Kudsî Nebî (a.s.m.) "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın" derken, dengeye çağırıyordu bizi. Ve, kolaylaştırmayıp zorlaştıranlar da, kolaylaştırayım derken yozlaştıranlar da dengenin uzağında idi.

Burada manidar olan, şeytanın ikili taktiğiydi. Laubaliliğe açık olanı "yozlaştırma" ucuna çeken şeytan, imanı ve teslimiyet sahibi mü'minleri ise "zorlaştırma" yönüne sevketmekteydi. Bu oyunu eskiden beri oynamış; meselâ Yahudileri Musa'yla gelen emaneti "yozlaştırma" yönünde çelmelerken, Hristiyanları İsa'yla geleni "zorlaştırma" tuzağına çekmişti. Resûl-i Ekrem'in(a.s.m.) hayatında ise "Hayru'l-umûru evsatuhâ" sözünde ifadesini bulan bir denge hali vardı. O, mü'minleri yalnızca Yahudilere benzememe yönünde uyarmış değildi. Hıristiyanlara benzememe yönünde de uyarmıştı. "Kendinize zorluk çıkarmayın, zorluğa uğrarsınız." demişti Hz. Peygamber. "Zira bir kavim kendisini zora attı. Allah da zorluklarını arttırdı. Manastır ve kiliselerdekiler bunların bakiyesidir."

Onun ümmetine tavsiyesi, ne Yahudiler gibi yozlaştırma, ne Hıristiyanlar gibi zorlaştırma idi: "Orta yolu tutun, güzele yakın olanı arayın. Ağır ağır hedefe varabilirsiniz."

Bu bakımdan, ölçüyü iyi bilme ve çıtayı doğru noktaya koyma durumunda idik. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâm "Yâ Rasûlallah! Farz namazlarımı kılsam, Ramazan orucumu tutsam, helali helal bilip haramı da haram tanısam ve bunlara hiçbir ilave (hayır ve ibadet)de bulunmasam cennete gider miyim?" diye soran Numan b. Nevfel'e "Evet!" buyurmuştu. Bu ve benzeri hadislerden selef-i sâlihînin çıkardığı ölçü, "Farzları yapan, büyük günahlardan sakınan kurtulur." şeklindeydi. Durum bu iken, ne farzların yanında çok sünnetleri de işlediği halde, uygulayamadığı sünnetlerden dolayı ne kendisini, ne başkalarını helâk olmuş bilemezdi insan. Böylesi bir hal, en başta, Resûl-i Ekrem'i incitirdi. Aslolan, "Sünnet-i seniyyenin her bir nev'ine tamamen ittiba etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da binniyyet, bilkasd tarafdarâne ve iltizamkârâne talip olmak, herkesin elinden gelir." çizgisinde durabilmekti. "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır." gibi, "Kişi sevdiğiyle beraberdir." gibi hadisler, bu çizgiyi çizen seleflerin kaydettiği isabetin deliliydi.

 "Peygamber bize gelse" diye başlayan karamsar yaklaşımların gözden kaçırdığı bir büyük nokta ise, ahir zaman gerçeğiydi. Doğrusu, ahir zaman mü'minine ahir zaman hadisleri ışığında bakmak değil miydi? Bir keresinde "Kardeşlerimi özledim" demişti Peygamber. Bunun üzerine sahabileri "Yâ Rasûlallah! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?" diye sormuşlardı da, "Sizler benim arkadaşlarımsınız" demiş; "kardeşlerim" derken, ahir zamanın o ağır imtihanı içinde İslâm üzere kalan mü'minleri kasdettiğini söylemişti. Bu zamanın zorluğuna dikkat çekip bu zor zamanda yaşayan mü'minlere şeytanın kuracağı tuzağı bozma bâbında, ashâbına

"Öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki emredilenin onda birini terkeden helâk olur. Fakat öyle bir zaman gelecek ki, emredilenin onda birini yapan kurtulacak."

da demişti. Ahir zaman öyle bir zamandı ki, "o günler avuçta ateş tutmak gibi" idi. "O günlerde, sizin kadar amel yapabilen kimseye elli kişinin ecri verilecektir."

Koyduğu bütün bu ölçüler, sergilediği bütün bu haller, verdiği bütün bu dersler ile onu gerçek haliyle tanıdıktan sonra, Peygamber size gelse ne yapardınız sahi? O şiirde tasvir edilen halleri mi yaşardınız gene? Ondan ağır sözler, sert hareketler göreceğiniz korkusunu duyar ve ya gelmemesini veyahut bir an önce gitmesini mi arzulardınız? Tam aksine, "Yâ Rasûlallah! Senin yokluğunda, biz böyleyiz işte! Lütfen ayrılma hiç yanımızdan" mı derdiniz yoksa?

Bana kalırsa, yapacağınız iş, sonuncusu olurdu. Onu size kadar ulaşan sözleriyle bir rahmet peygamberi olarak tanıyabilmiş iseniz, bütün eksiğiniz ve gediğinizle kendisine koşar, kapınızı da kalbinizi de gönül huzuruyla o gönüller tabibine açardınız.

Hanzale öyle yapmıştı; çünkü o Peygamberi Hz. Ali'nin, Hz. Aişe'nin, diğerlerinin tarif ettiği şekilde biliyordu. Öyle biliyordu; zira onu bilfiil öyle görmüş ve öyle tanımıştı. Ebu Yesâr da öyle tanımıştı onu. "Ben bir günah işledim" diye gidip halini açabilmesi bundandı.

Onu olduğu gibi, sahabilerinin tanıdığı gibi tanıyabilsek, sanırım yalnız ona bakışımız değil, kendimize bakışımız da değişecek; ve, hayatlarımız da asıl o zaman değişecek. Kasvetten rahmet, ümitsizlikten gayret, trajediden zafer, dövünüp durmadan dönüşüm çıkmıyor çünkü.

O halde, hep ümit, hep ümit.

Ne de olsa, "Kişi sevdiğiyle beraberdir." diye biliyoruz ve onun için "Ey sevgili, en sevgili!" diyebiliyoruz.

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Okunma sayısı : 10.000+

Yorumlar

mlk.ysf

her müminin okuması gerekn bir yazı

Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun