Peygamberimiz Hz. Muhammed'in diplomatik faaliyetleri ve günümüze bakan taraflarını değerlendirebilir misiniz?
Değerli kardeşimiz,
Hz. Peygamber kıyamete kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranışlarından ders alınacak bir rehber olarak gönderildiği için, hayatın her yönünü içine alan üstün bir ahlâkla donatılmıştır. Devlet başkanlığından aile reisliğine kadar her sahada üstün bir ahlâk ortaya koymuştur. İlâhî destek ve denetim altında bulunduğu ve gerektiğinde Rabbinin yardımını gördüğü halde sıradan bir insan gibi hayatın bütün zorluklarını yaşamıştır. Onun bütün hayatı kucaklayan bu tabii yaşama biçimi, ahlâkının her devirde birbirinden farklı insanlar tarafından örnek alınabilmesine imkan sağlamıştır.
Cevap 1:
Hz. Muhammed (asm) risaletinin başlangıcından sonuna kadar yirmi üç sene boyunca mülkün gerçek sahibini tanıtmaya ve onun prensibini yeryüzüne hakim kılmaya çalışmıştır. İnsanları saadet ve selamete çağırırken nice sıkıntılarla karşılaşmış nice binlerce cefa içinde safa nimetini derlemiştir. Kararan kalpleri Kur'an nuruyla aydınlatmış ilahi feyzin bereketiyle mana aleminin hikmetli pencerelerini aramıştır. Ebedi kurtuluşa erebilmeleri için bütün insanlara ve cinlere saadete çağıran ellerini uzatmıştır.
İşte "bütün alemlere rahmet olarak gönderilen" (bk. Enbiya, 21/107) Hz. Muhammed (asm), bütün cihanın ilahi lütfa mazhar olması için çalışmış, merhametini Arap ve aceme, ins ve cin herkese ulaştırmaya gayret etmiştir. Davetine icabet edenler kurtuluşa ermiştir, davetinden yüz çevirenlerde bedbaht ve perişan olmuşlardır.
Hidayeti istemeyene hidayet verilmez. Doğru yola yönelmeyene yol gösterilmez. Hakkı aramayan onu bulamaz. Haktan yüz çeviren iki cihanda da perişan olur. Resulullah risalet vazifesinin gereği olarak, herkesi Haktan haberdar etmiş fakat kabul edip etmemekte kendilerini vicdanları ile baş başa bırakmıştır.
Resulullah’ın uyguladığı metotlarla sulh ve davet görevi kıyamete kadar devam edecektir. İyiliğe çağırılacak ve kötülükten sakındırılacaktır. Resulullah’ın her halinin bütün Müslümanlara örnek olduğu Rab lisanı ile haber verilmiş ve şöylece buyrulmuştur:
"Andolsun ki Resulullah’ta sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir (imtisal) numunesi vardır." (Ahzâb, 33/21)
Öyle olunca İslam'ın temelini teşkil eden sulh ve davette de onu kendimize örnek edinmemiz gerektiği gayet tabidir.
Cevap 2:
Hz. Peygamber'in ferdî ve sosyal hayatta olduğu gibi diğer toplumlara yönelik dış siyasetindeki hareket tarzı da onun peygamberlik misyonundan ayrı düşünülemez.
Resulullah Medine'ye geldiğinde buradaki Arap kabileler bir süre sonra İslâmiyet'i benimsemişler, geriye yalnız Yahudiler kalmıştı. Onlara karşı hiçbir önyargı taşımadığını her haliyle gösteren Hz. Peygamber, Medine Vesikası'nda Müslümanlarla Yahudilerin sivil bir eşitlik statüsüne sahip olduklarını ilan etmiş, ancak kendilerine yabancı bir peygamberin hâkimi olduğu karma bir toplum (ümmet) içinde eriyecekleri düşüncesiyle Yahudilerin üstün ırk olma ayrıcalıklarını terketmek istemedikleri bir süre sonra anlaşılmıştı.
Hz. Peygamber onları bir defada İslâm'a kazandırmak gibi bir niyet taşımadığı ve sadece kendileriyle ortak bir anlaşma zemini, barışçı bir işbirliği imkânı araştırdığı halde Yahudiler Kureyş'le açık bir ittifak görüntüsü vermeden, fakat Kureyş'le yapılan savaşın konjonktürüne göre şiddeti gidip gelen bir muhalefet grubu oluşturdular.
Bu olumsuz tavrın giderek dozunu artırmasıyla meydana gelen güvensizlik ortamında Hz. Peygamber'in de onlara karşı tavrı değişti ve dinî olmaktan çok kendilerinin sebep olduğu siyasî, sosyal ve ekonomik nedenlerden kaynaklanan olaylar sonucu Yahudi kabileler bölgeden uzaklaştırıldı.
Dinî bir mahzur görmedikçe kendi zamanındaki diplomatik teâmüllere de uyan Hz. Peygamber, Bizans hükümdarına mektup göndermek istediği sırada, onların mühürsüz mektupları okumadıkları hatırlatılınca mektubunu mühürleyerek yolladı. Yine Araplarda âdet olduğu üzere ilki Medine'ye girişi sırasında olmak üzere bütün askerî harekâtlarda bayrak veya sancak bağlatmıştı.
Resulullah hükümdarlara yazdığı mektuplarda gerek kendilerine hitap gerek merâmını ifade şekli bakımından büyük bir diplomatik dikkat ve bilgelik sergilediği gibi elçilerinin fevkalade diplomatik maharete sahip oldukları, gönderildikleri hükümdarların huzurunda yaptıkları, düşünce ve üslûp bakımından hayranlık verici konuşmalardan da anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber'in barış ilişkileri kurmak ve barışı korumak için diğer toplum ve din mensuplarının liderleriyle, önde gelenleriyle ilişkilerinde son derece yumuşak ve cömert davranması, kendilerine itibar göstermesi de dış siyasetinin bir parçasıydı.
"Bir kavmin kerîmi (lider, soylu, saygın) size geldiğinde ona ikramda bulunun." (İbn Mâce, Edeb, 19)
mealindeki hadisi yorumlayan âlimler, bu konuda din vb. bir kriterin söz konusu olmadığını, Resulullah'ın kâfir liderlere de tevâzu ile davrandığını, kendilerine ikramda bulunup mevkilerini yüce tuttuğunu belirtirler.
Bilge bir zat olan Ebrehe b. Şurahbil el-Himyerî elçi olarak geldiğinde, oturması için Resulullah ona kendi ridâsını sermişti (İbn Hacer, el-İsâbe, 1/16). Adî b. Hâtim geldiğinde de üzerine oturması için bizzat bir yastık koymuş, bundan çok etkilenen Adî de onun yeryüzünde üstünlük ve bozgunculuk peşinde olmadığına şehâdet ettiğini belirterek müslüman olmuştu.
Birçok kabile lideri Resulullah'ın bu mütevazi ve lütufkâr tavrı sebebiyle İslâmiyet'i kabul etmiş ve kabilesi de kendisini izlemiştir.
Cevap 3:
Hem İbrâhimî geleneğin ve Arap putperestliğinin dinî merkezi hem Kureyş’in Arap kabileleri arasındaki otoritesi ve prestiji sebebiyle büyük önem taşıyan Mekke’nin fethi, Hz. Peygamber’in Arabistan içindeki misyonunun başarıyla tamamlandığını göstermektedir. Fetihle ve İslâmiyet’i kabul etmeleriyle birlikte Kureyş liderlerinin diğer inananların seviyesine inmiş olması, asırlardan beri Kabe’nin cazibesine tâbi olmaya alışmış kabileler arasında yeni lidere itaat hususunda tabii bir hareketin doğmasına yol açarken Resûl-i Ekrem’in iyi ilişkileri ve barışı esas alması bu süreci hızlandırdı ve İslâmiyet kısa sürede Arap yarımadasının kalan kısmına da hâkim oldu. Arap kabileleri 9 (630) yılında ittifak amacıyla Resûlullah’a elçi heyetleri gönderdiler. Bu heyetlerin ashaba ait bazı evlerde ağırlandıkları, bu amaçla yapılan bir evde veya Mescid-i Nebevî’nin yanında kurulan çadırda konakladıkları, Resûlullah’ın onları sık sık ziyaret ederek kendileriyle sohbet ettiği kaydedilir.
Hz. Peygamber bu heyetlere Allah inancını ve İslâm’ın esaslarını anlatıyordu. Bu kabileler içinde rakip gruplar bulunduğundan onları çatıştırmadan karşılayıp göndermek de büyük maharet istiyordu. Muhtemelen Hz. Ebû Bekir’in ensâb bilgisinden faydalanılmış olmakla birlikte bu hususta Resûlullah’ın bilge kişiliğinin de rolü büyüktür.
Hz. Peygamber’in diplomatik faaliyetleri Medine’deki görüşmelerle sınırlı kalmamış, diğer ülkelerle yazılı haberleşmeyi sağlayan düzenli bir servis kurulmuştu. Bu yazışma metinlerinin çoğu kaybolmakla birlikte bazıları kaynaklarda yer almaktadır. uhammed Hamîdullah bunları el-Vesâ’iku’s-siyâsiyye adıyla bir kitapta toplamıştır.
Resûlullah imparatorlar dahil birçok yöneticiye İslâm’a davet mektupları göndermiştir. Bunların arasında o dönemin iki büyük gücü Bizans ve Sâsânî devletleri de vardı. Bu iki devletle çatışmak büyük tehlike arzetmekle birlikte Hz. Peygamber büyük bir özgüvenle ilâhî daveti insanlara ulaştırma misyonunu icra ediyordu. Nitekim çok geçmeden bu ülke topraklarının büyük kısmı İslâm hâkimiyetini tanımıştır
Resûlullah’ın hükümdarlara yazdırdığı mektuplar, gerek hitap tarzı gerekse meramını ifade bakımından büyük bir diplomatik incelik taşıdığı gibi elçilerinin de diplomatik maharete sahip oldukları, hükümdarların huzurunda yaptıkları konuşmalardan anlaşılmaktadır. İbn Hudeyde, Hz. Peygamber’in elçi ve kâtiplerine dair el-Misbâhu’1-mudî adlı eserinde kırk sekiz elçiyle ilgili bilgi verir. Resûl-i Ekrem’in gelen elçileri karşılarken en güzel elbiselerini giydiğine, getirilen hediyeleri kabul ettiğine ve misafirleri uğurlarken kendilerine azık hazırlatıp hediye verdiğine dair kaynaklarda zengin malzeme vardır.
Hz. Peygamber’in darda olana yardım etme ve zayıf olanı koruma ilkesini samimiyetle uygulaması, onun dış ilişkiler konusundaki başarısının anahtarlarındandır. Meselâ, Hudeybiye Antlaşması öncesinde kıtlık çeken Mekke’deki Kureyş fakirlerine dağıtılmak üzere ilkinde Ebû Süfyân’a hurma göndermiş, ellerinde kalan depolarında tuttukları derileri almış, ikincisinde de 500 dinar göndermiştir. O da kendi düşmanlıklarına karşı yapılan bu cömertliği övgüyle dile getirmişti.
Mekke’nin fethi sırasında, şehrin en nüfuzlu lideri iken bir anda otoritesini kaybeden Ebû Süfyân’ın evine sığınanların güven içinde olacağını duyurması hem onu memnun etmiş hem de halk arasında olumlu bir etki bırakmıştı. Yine bu esnada, ensarın sancağını taşıyan Sa’d b. Ubâde’nin, Allah’ın Mekke’nin başını önüne eğdiği bu günde şehri yağmalayabileceklerini ima eden bir söz söylediğini duyunca Resûlullah’ın, bugünün bağışlama günü olduğunu ve Allah’ın Mekke’yi asıl bugün yücelteceğini belirterek onu görevden alıp yerine oğlu Kays’ı tayin etmesi ve Kureyşliler’i affederek büyük bir âlicenaplık göstermesi şehirdeki olumsuz havayı bir anda değiştirmiş ve halkın İslâmiyet’i kabul etmesine vesile olmuştu.
Resûl-i Ekrem’in barışın tesisi ve devamı için diğer toplumların ve din mensuplarının önde gelenleriyle ilişkilerinde son derece yumuşak ve cömert davranması, kendilerine itibar göstermesi de dış siyasetinin bir parçasıydı. Resûlullah’ın buna ilişkin tavsiyesini ve uygulamalarını yorumlayan âlimler bu konuda din ayırımı yapmadığını belirtirler. Nitekim onun mütevazi, nazik ve âlicenap tavırları sebebiyle birçok kabile lideri İslâmiyet’i kabul etmiş, kabileleri de onları takip etmiştir.
Hz. Peygamber, başkalarıyla ilişkilerinde iyiliği ve barışı esas almakla birlikte müslümanların Mekke’de yaşadıkları acı tecrübe askerî bakımdan güçlü olmalarını gerektiriyordu. Kur’ân-ı Kerîm haksız saldırıya uğramaları sebebiyle müslümanlara savaşma izni veriyor ve onlardan düşmana karşı hazırlıklı olmalarını istiyordu. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem’in Medine dönemindeki hayatı saldırganları cezalandırmak, düşman güçlerinin birleşmesini önlemek, yol ve ticaret güvenliğini sağlamak gibi çeşitli amaçlarla yapılan bir dizi askerî harekât ve savaşla geçmiştir.
[Geniş bilgi için bk. Kapar, Mehmet Ali, Hz. Peygamber'in Diplomatik Münasebetlerine Genel Bakış; Polat, Selahattin, Hz. Peygamber’in Anlaşmalarında Diplomatik Taktikler; Sönmez, Abidin, Hz. Peygamberíin Musalahaları ve İslam’a Davet Mektupları; TDV. İslam Ansiklopedisi, Muhammed (asm) md.]
Cevap 4:
Dr. Ali Aslan Topçuoğlu’nun “Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Elçilere Muamelesi” isimli şu makalesini okumanızı tavsiye ederiz:
Emniyet, güven, emanet ve iman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve önemli bir ölçüde peygamberleri de Allah’a bağlar. Nihayet topyekün bu bağlılık bizi Hâlık-mahluk münasebetine götürür.
Devletlerin birbirleriyle sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel vb. münasebetlerde bulunması, uluslararası ilişkilerin bir gereğidir. Bu ilişkiler, devleti temsil eden elçiler vasıtasıyla yapılır. Bu elçilerin görevi; kendi ülkesini temsil etmek, vatandaşlarının hak ve çıkarlarını korumak, müzakerelerde bulunmak, bilgi toplamak ve gönderen devlet ile kabul eden devlet arasında ekonomik, kültürel ve bilimsel ilişkileri geliştirmektir. Nitekim eski çağlardan beri örf ve âdet temelinde belirlenmiş olan diplomatik münasebetleri düzenleyen kurallar, uluslararası hukukun en köklü esasları arasında kabul edilmektedir.
Bu kapsamda elçilerin görevlerini hiçbir baskı altında kalmadan ve kolayca yerine getirebilmeleri için kendilerine özel bir statü tanınmıştır. Devletler, ilişkilerini 15. yüzyıla kadar ihtiyaç gördükleri zaman gönderdikleri elçiler aracılığıyla yürütmüşlerdir. Diplomatik ilişkilerin sağlanması için bir devleti başka bir devlette sürekli görevle temsil edecek olan diplomatik temsilcilerin bulunmasının gerekliliğinden hareketle 15. yüzyıldan itibaren, başta Venedik olmak üzere, İtalyan kent-devletleri arasında sürekli elçi bulundurma usulü getirilmiştir. İslâm hukuk tarihine ve İslâm tarihine bakıldığında elçilik müessesesiyle alâkalı hem hukukî hem de uygulama olarak geniş bir literatürle karşılaşırız.
A. İslâm’da Elçilik Müessesesi
İslâm hukuku literatüründe: İslâm ülkesinde, ülke vatandaşı olmayan bir gayrimüslime bulunma güvencesi veren işlemin adı “emân”dır. İslâm’da emân1 uygulamasının dayanağı olarak,
“Eğer müşriklerden biri senden emân dilerse emân ver. Ta ki Allah’ın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır.” (Tevbe, 9/6)
mealindeki âyet zikredilmektedir. İbn Kesîr bu âyetin tefsirinde:
“Yabancı bir ülkeden gelen elçinin, görevini yerine getirebilmesi için dokunulmazlık vasfının olması gerekir.”2
değerlendirmesini yaparak elçilerin dokunulmazlığına işaret etmektedir.
Devletlerin diplomatik ilişkiler çerçevesinde karşılıklı olarak elçiler göndermelerinin gayesi, uluslararası anlaşmazlıkların barış yoluyla çözüme kavuşturulması ve ilişkilerin karşılıklı anlayış çerçevesinde ele alınmasıdır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde İslâm ülkesine gelen elçiler olduğu gibi yabancı ülkelere gönderilen elçiler de olmuştur. Bu uygulama, aynı zamanda uluslararası nezaketin ve anlayışın bir gereği olarak algılanmıştır. Bu açıdan İslâm’da, insana verilen değer onun elçi olması durumunda daha da belirgin hâle getirilmiş, elçilere çok önem ve değer verilmiş, görevlerini gereği gibi yerine getirmeleri için de elçiler lehine bazı düzenlemeler yapılmıştır.3
Elçilerin özel statüsü, aslında onların taşıdıkları temsilcilik niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Emân akdi olmadan da bu temsilciler, elçi olmaları itibarıyla, kendilerine tanınan bu dokunulmazlıktan yararlanırlar.4 Devletler hukuku tarihçisi Ernest Nys, ortaçağda elçilerin güvenliklerinin sağlanmasının hukukî bir esasa dayanmadığını, sadece verilen bir söze bağlı olduğunu, bu sözü veren kişinin ölmesi hâlinde ise elçilerin dokunulmazlıklarının da sona erdiğini söylemektedir. Bu tespit, İslâm bölgeleri dışındaki genel durumu göstermesi bakımından önem arz etmektedir.
Bu makalede Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) görevlerini icra edebilmeleri için elçiler lehine bazı düzenlemeler yaptığı ve “elçiye zeval olmaz” anlayışını uluslararası ilişkilerde egemen kıldığı hususu üzerinde durulacaktır.
B. Elçilerin Şahsî Dokunulmazlığı
İslâm hukukunda beraat-i zimmet; yani suçsuzluk ve borçsuzluk genel prensiptir.5 Devlete ve vatandaşa yönelik herhangi bir suçu bulunmayan insanlar ve insanlığın aleyhine çalışan bir yapılanmanın içinde olmayan kişiler, tabiiyetleri ne olursa olsun, sebepsiz yere tutuklanamazlar.6 Bir diğer ilke de İslâm’ın yaşama hakkına verdiği önemdir, yani insan canına kıymanın haram olduğu ilkesidir.7 Bu sebeple elçiler, bulundukları yabancı ülkede ne şekilde olursa olsun tutuklanamaz ve alıkonamaz. Elçiyi kabul eden devlet, bu kişilerin şahsiyetlerine, hürriyetlerine ve vakarlarına karşı yönelen herhangi bir saldırıyı önlemek için bütün önlemleri almakla yükümlüdür. Bu dokunulmazlık, sadece elçilerin şahsını değil, beraberinde bulunan aile üyeleri ile diğer görevlileri de ihtiva etmektedir.8 Elçilik görevi devam ettiği sürece özel mallar da bu dokunulmazlığa dâhildir.9 Kişi dokunulmazlığı, diplomatın şahsından dolayı değil, gönderen devletin ona yüklediği temsil görevinden kaynaklanmaktadır. Çünkü elçi, mensubu bulunduğu devleti temsil eder. Bu temsilciye yöneltilen herhangi bir davranış, mensubu bulunduğu devletin kişiliğine yöneltilmiş kabul edilir.
1. Elçinin Gönderilecek Devlet Tarafından Onaylanması
Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye Anlaşması’ndan önce, Mekke diplomasisinde elçilik tecrübesine sahip olan Hz. Ömer’i Mekke’ye elçi olarak göndermek istemiş, onun bazı gerekçeler öne sürerek affını istemesi üzerine de Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke reisi Ebû Süfyan ile arasındaki akrabalık ilişkisini göz önünde bulundurarak Hz. Osman’ı (radıyallâhu anh) bu işle görevlendirmiştir.10 Nitekim günümüzde bir kimsenin diplomatik temsilci olarak atanabilmesi için, gönderilecek olan devletin buna rıza göstermesi gerekir ki, buna diplomasi dilinde "agrément verilmesi" denir.11
2. Elçilerin İnanç Özgürlüğü
Elçilerin dinî inançlarının gereklerini yerine getirebilme özgürlüğü de kişi dokunulmazlığı içinde değerlendirilir. Nitekim Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde diplomatlar, ibadetlerini özgürce ve güvenle yapmışlardır. Meselâ Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Necran Hrıstiyanlarını Medine’ye davet etmişti. Onlar da Ebû Hârise b. Alkame başkanlığında altmış kişilik bir heyetle Medine’ye gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkmışlardı. İbadet vakitleri girince Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevî’de ibadet etmelerine müsaade etmişti. Onlar da doğuya dönerek ibadetlerini yapmışlardı.12 Bu vak’a, elçilerin inanç dokunulmazlığını vurgulama hususunda önem arz etmektedir.
3. Hz. Peygamber’in Elçilere Muamelesi
Hz. Peygamber ve dört halife döneminde İslâm ülkesinde güvenlik içinde olan diplomatlar, şahsî dokunulmazlıklardan faydalanmışlardır.13 Onların canlarına, mallarına, namus ve şereflerine dokunulmamış, işkenceye maruz bırakılmamış ve rahatsız edilmemişlerdir.14 Hattâ bir elçi veya elçilik mensubu bulunduğu ülkeye göre suçlu olsa bile yine de diplomatik vasfı itibarıyla dokunulmazlıklardan yararlanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber döneminde irtidat eden Müseylimetü’l-Kezzab’ın Medine’ye gönderdiği temsilcilere Allah Resulü’nün şu hitabı konumuzu aydınlatmaktadır:
“Eğer elçilerin öldürülmesi caiz olsaydı, sizi öldürürdüm.”15
Bu olay, Hz. Peygamber’in kendisine gelen yabancı devlet elçilerinin diplomatik dokunulmazlığı konusuna ne kadar saygı gösterdiğinin açık bir ispatıdır.
Müşrik Araplar arasında da elçiye eman verme vardı.16 Nitekim Müseylime’nin, Hz. Ebû Bekir’in elçisi olan Hubeyb b. Abdullah’ı öldürmesi neticesinde onun bu davranışı bizzat kendi adamları tarafından da hoş karşılanmamıştır.17 Zîrâ savaş ve barış durumunda taraflar arasında müzakerelerin yürütülmesi ve görüşmelerden bir sonuç alınabilmesi maksadıyla elçinin şahsî dokunulmazlığına sahip olması gerekir.18
Hz Peygamber’in elçilerin özel statüsüne gösterdiği itina ve hassasiyeti ortaya koyması bakımından şu olay dikkate değerdir: Hicrî 2. yılda Bedir Savaşı’ndan sonra Mekkeliler Ebu Rafi’yi elçileri olarak Medine’ye gönderdiler. Ebu Rafî de Hz Peygamber’i görür görmez kalbinde İslâm’a girme arzusu belirmiş, tekrar Mekke’ye dönmekten vazgeçmiş ve Allah Resülü’ne şöyle demiştir: “Ey Allah’ın Resulü, ben asla o Mekkelilerin yanına dönmem!” Hz Peygamber:
“Ben anlaşmaları bozamam ve elçileri de alıkoyamam. O hâlde şimdi geri dön ve şayet aynı fikirde kalacak olursan aramıza tekrar dönebilirsin.”
diyerek onu geri göndermiştir. Ebu Rafî de daha sonra tekrar gelerek Resulullah’ın huzuruna çıkıp İslâm’ı kabul etmiştir.19 İbn Hişâm, Ebu Rafî’nin o dönemde Bedir Savaşı’nda esir alınan mahkûmların kurtarılması için Mekkeliler tarafından görüşmelerde bulunmak üzere Medine’ye bir elçi olarak gönderildiğini ifade etmektedir.20 Bu olay, Hz Peygamber’in elçilerin dokunulmazlığına ne kadar bağlı olduğunu göstermektedir.
Ayrıca Ebu Davud Sünen’inde şöyle bir olaydan bahsetmektedir: Benî Hanife mescidinde peygamberlik iddia eden Müseylime’ye ibadet eden bir grup tespit edilmiş ve Müslüman olmaları yönünde kendilerine teklif yapılmıştır. Bir mürted olan İbn Nevvâha dışında grubun bütün üyeleri tevbe ederek yeniden İslâm’a dönmüşlerdir. Bu esnada İbn Nevvâha’nın diplomatik bir sıfatı olup olmadığı araştırılmış, diplomatik bir vasfı olmadığı öğrenilince de gerekli cezaya çarptırılmıştır.21 Yine Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşî b. Harb, Hz. Peygamber’in kendisini cezalandırabileceğini düşünerek onun yanına ilk kez Taif şehrinin elçisi sıfatıyla çıkmıştır.22 Bu örnekler, Hz. Peygamber Efendimiz’in diplomatik temsil usullerine ne denli riayet ettiğini çok bariz bir şekilde ortaya koymaktadır.
4. Elçilerin Olağanüstü Durumlarda Gözaltına Alınması
Bu konuda uluslararası hukuktaki uygulamalar belirleyici olmakla beraber elçilerin can ve mal güvenliğine karşı girişilecek her türlü olay, mütekabiliyet esası çerçevesinde değerlendirilir.23 Nitekim Hudeybiye Seferi sırasında Hz. Peygamber, Osman b. Affân’ı görüşmelerde bulunmak üzere Mekke’ye göndermiştir. Mekkeliler uzun süre Hz. Osman’ı bırakmamış, hattâ Hudeybiye Anlaşması da bu arada imzalanmıştır.24 Hz. Peygamber, o sırada Hudeybiye’de bulunan Mekke delegasyonunda yer alan Süheyl b. Amr ve Amir b. Lüey adlı iki kişiyi25 gözaltına alarak
“Bizim elçimiz emniyet ve selâmet içinde geri dönmedikçe sizler hiçbir yere gidemezsiniz!”
demiştir. Neticede Hz. Osman ordugâha sağ-salim dönünce Mekkeli temsilciler de serbest bırakılmıştır.26 Bu durum elçilerin, olağanüstü hâllerde gözaltına alınabileceğini göstermesi bakımından oldukça önemli bir olaydır.
5. Peygamberimiz'in Elçilerin Öldürülmesi Karşısındaki Tavrı
İslâm’da diplomatik temsilcilerin kişi dokunulmazlıkları konusu bir kural olarak benimsendiği için27 elçilerin gittiği ülkede öldürülmesi savaş sebebi sayılır. Nitekim hicretin sekizinci yılında Resulullah, Suriye bölgesinde oturan Gassânîlere Hâris b. Umeyr el-Ezdî isimli bir elçi göndermiş, onların bu elçiyi öldürmeleri üzerine de Zeyd b. Hârise komutasında bin kişilik bir orduyu üzerlerine sevk etmiş ve Mute Savaşı yapılmıştır.28
Günümüz uluslararası hukukunda da bu konu, devletin milletlerarası sorumluluğu çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bu nedenle elçilerin görevli bulunduğu devlet, kendisine gereken saygıyı göstermek zorunda olduğu gibi temsilcinin kişiliğine, özgürlüğüne, onur ve haysiyetine karşı yapılabilecek her türlü saldırıyı önlemek için gerekli önlemleri almak durumundadır. Hattâ iki ülke savaş hâlinde bile olsa bulunduğu ülke tarafından diplomatların her türlü güvenliğinin sağlanması bir zorunluluktur.29
6. Elçilerin Casusluk Faaliyetlerinde Bulunması
Bazı durumlarda diplomatik dokunulmazlıkların istisnası da söz konusudur. Şöyle ki, diplomatik temsilciler, görevleri esnasında geçerli olan kanunlara ve diğer düzenlemelere uygun davranmak, kabul eden devletin iç işlerine karışmamak, misyon binalarını milletlerarası hukukun genel kurallarında veya antlaşmalarda öngörülen misyon fonksiyonlarıyla bağdaşmayacak bir biçimde kullanmamak ve kişisel kazanç sağlamak maksadıyla herhangi bir meslekî veya ticarî faaliyette bulunmamak zorundadır.30 Aksi takdirde diplomatik temsilci, görevli bulunduğu devlette, bu ülkenin düzenini, barış ve güvenliğini bozacak davranışlarda bulunur ya da bu devlete karşı casusluk eylemlerine girişirse, bu hareketleri durdurmak veya bu faaliyeti önlemek için temsilciyi tutuklamaktan başka çare yoksa temsilci geçici bir süre tutuklanabilir, (istenmeyen kişi) ilan edilerek en kısa süre içinde ülke dışına çıkarılması sağlanır.31
İslâm hukukunda ülkeye emân alarak girmiş yabancıların casusluk yapmaları hâlinde, bu fiilleri dolayısıyla cezalandırılmalarının gerekliliği konusunda ittifak edilmiştir.32 Nitekim Hz. Peygamber, emân alıp İslâm ülkesine girdikten sonra casusluk faaliyetinde bulunmuş olan kişileri takip ettirerek cezalandırmıştır.33 Hanefî ve Şafiîlere göre, İslâm idaresinin aleyhine casusluk yapmamaları şartıyla kendilerine emân verilen diplomatik temsilcilerin bu şarta riayet etmediği anlaşılınca kişi dokunulmazlığı ortadan kalkar. Bu durumda da o kişi, diplomatik niteliğini kaybederek ya esir alınıp savaş esirleri statüsüne göre muamele görür ya da ölümle cezalandırılabilir.34
Malikî ve Hanbelîlere göre ise böyle bir casusun, emân akdinde İslâm ülkesi aleyhine çalışmama, şart koşulsun ya da koşulmasın her durumda emân hakkını kaybeder ve kişi dokunulmazlığından yararlanamaz.35 Diğer yandan Hanefî hukukçularından İmam Muhammed, suçluluğu ispat edilmemiş casus zanlısının sınır dışı edileceği kanaatindedir.36 Ayrıca İmam Evzâî de casusluk faaliyetinde bulunan böyle bir kişinin emân akdi sona erdirilip derhal sınır dışı edileceği yönünde kanaat belirtmektedir.37
Bu bilgilerden hareketle günümüz uluslararası hukuktaki düzenlemelerle İmam Muhammed ve Evzâ’î’nin, casusluk faaliyetinde bulunan diplomatların sınır dışı edilmesi ile ilgili görüşleriyle örtüştüğü söylenebilir.
C. Peygamberimiz’in Elçileri Kabulü
Diplomatik temsilciyi kabul eden devlet, diplomatik faaliyette kullanılan binalara herhangi bir saldırının yapılmaması, bunların hasara uğratılmaması, diplomatik barışın bozulmaması ve temsilcinin itibarının rencide edilmemesi için uygun olan her türlü tedbiri almak için özen göstermek yükümlülüğü altındadır.38
Hz. Peygamber döneminde Medine’ye gelen elçiler resmî binalardan çok, özel evlerde misafir edilmiş, görevlerini tamamladıktan sonra da ülkelerine uğurlanmıştır. Medine’de özellikle yabancı konuklara ayrılmış birkaç büyük konak bulunduğu rivayet edilmiştir. Ebû Davud’un Sünen’indeki bir rivayet bize Muğîre b. Şu’be’nin evi ve özel olarak Mescid’in yanına kurulan bir çadırın elçilerin konaklaması için ayarlandığı bilgisini vermektedir.39 Yine müzakereler için Medine’ye gelen Hrıstiyan Necrân heyeti de Ebu Eyyüb el-Ensârî’nin evinde konaklamıştır.40 Ayrıca Remle binti Hâris’in41 hurmalık geniş evinin, elçilerin konakladığı ve ağırlandığı bir mekân olarak kullanıldığı bilgisi kaynaklarda ifade edilmektedir.42
Ayrıca Muhammed Hamidullah “Darud-Dîfân” (misafir evleri) olarak bilinen bir evden bahsetmektedir.43 Daha sonraki dönemlerde bu evlere devlet konuk evi denilebilecek “Daru’s-Said”ler eklenmiş, Abbasîlerin son döneminde ise elçilere özel mekânlar sağlanmıştır.44
Sonuç
İlk çağlardan beri devletlerarası ilişkiler, sürekli olarak bir gelişme içinde olmuştur. Bu bakımdan çok eski tarihlerden itibaren elçilere, görevlerini icra edebilmeleri için bazı ayrıcalıklar tanınmıştır. İslâm bölgeleri dışındaki bölgelerde elçilerin güvenliklerinin hukukî bir esasa dayanmadığını göz önünde bulundurduğumuzda, İslâm’ın ilk dönemlerinde elçilerin dokunulmazlıkları konusu, İslâm’ın genel ilkeleri çerçevesinde ele alınmış ve elçiler lehine bugünkü uluslararası hukuktaki uygulamalara temel teşkil edebilecek düzenlemeler yapılmıştır. Ayrıca İslâm, “Elçiye zeval olmaz.” anlayışını uluslararası ilişkilerde egemen kılarak elçilerin kişi dokunulmazlığına sahip olması gerektiğini benimsemiş ve uygulamıştır. Elçilerin bulundukları devlette elçilik görevleri dışına çıkarak casusluk vb. faaliyette bulunmaları genel hükmün istisnasını oluşturmaktadır.
Hz. Peygamber zamanında, günümüz uluslararası münasebetlerinde olduğu gibi sürekli elçilik kavramı mevcut olmadığı hâlde, yine de o dönemde uluslararası ilişkilerde barışı sağlamak veya savaşı sona erdirmek için, geçici elçiler görevlendirilmiştir. İslâm’ın ilk dönemindeki bu uygulamaların, sonraki dönemlerde elçilik müessesesinin gelişmesine çok ciddi katkısı olmuştur.
Dipnotlar:
1. bk. Merginânî, el-Hidâye, Beyrut, 1990, II, 445.
2. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, Beyrut, 1969, II, 337.
3. Serâhsî, Mebsût, Mısır, 1324, X, 92.
4. Serâhsî, Mebsût, X, 92.
5. Suyûtî, el-Eşbâh ve’n-Nezâir fi Kavâid ve Furû’ Fıkhi’ş-Şâfi’iyye, Mısır, 1959, s. 53.
6. Hamidullah, Muhammed, İslâm’da Devlet İdaresi, çev. Hamdi Aktaş, İstanbul, 1998, s. 184.
7. İbnu’l-Hümâm, Şerhu Fethü’l-Kadir, Beyrut, ty. V, 462-463.
8. Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, Kahire, 1392, s. 204.
9. Serâhsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, by. 1971, II, 471.
10. İbnü’l- Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut, 1965, II, 203-204.
11. Toluner, s. 402.
12. İbn Hişâm, es-Sîretu’r-Nebeviyye, Beyrut, 1976, IV,108.
13. Turnagil, Ahmet Raşit, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, İstanbul, 1972, s. 92.
14. Karaman, I, 270.
15. Ebû Davud, Cihad,165 (III, 84).
16. Serâhsî, Mebsût, X, 92.
17. Müneccid, Selahaddin, en-Nuzumü’d-Diplûmâsiyye fi’l-İslâm, Beyrut, 1983, s. 82.
18. Serâhsî, Mebsût, X, 92.
19. Ebû Davûd, Cihad, 162 (III, 82).
20. İbn Hişâm, II, 478.
21. Ebû Davûd, Cihad, 165 (III, 84).
22. Buhârî, Meğâzî, 24, Ğazvetü’l-Uhud, 8(V, 129).
23. Hamidullah, İslâm’da Devlet İdaresi, s.193.
24. İbnü’l-Esîr, II,203.
25. İbnü’l-Esîr, II,203.
26. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, trc. Salih Tuğ, İstanbul, 1991, I, 259.
27. Serâhsî, Mebsût, X, 92.
28. İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut, 1957,II, 128-129.
29. Çelik, Edip F., Milletlerarası Hukuk, İstanbul,1980, I, 522-523.
30. Bozkurt, Enver, Türkiye’nin Uluslararası Hukuk Mevzuatı, “Diplomatik İlişkiler Hakkında 1961 Viyana Konvensiyonu, Ankara, 2007, md. 41-42, s. 620.
31. Çelik, I, 523.
32. Serâhsî, Şerhu’s-Siyeri’l- Kebîr, V, 2042.
33. Ebû Davûd, Cihad, 110 (III, 48);
34. Serâhsî, Şerhu’s-Siyeri’l- Kebîr, V, 2042; Şafiî, el-Ümm, by. 1968, IV,167.
35. Dağmî, Muhammed Râkân, et- Tecessüs ve Ahkâmuhu fi’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, Beyrut, 1985, s.173.
36. Serâhsî, Şerhu’s- Siyeri’l- Kebîr,V, 2044.
37. Dağmî, s.173.
38. Bozkurt, DİHVK. md. 22, s. 614.
39. Ebû Davut, Ramazan, 9; Salat, 321(II, 55).
40. İbn Sa’d, I, 358.
41. Hz Peygamber döneminde gelen elçilerin kabulüne dair nakledilen bölümde Ramle binti Hâris’in ismi “en-Neccâriyye” nitelemesiyle de geçmektedir. bk. İbn Sa’d, I, 331.
42. İbn Hişâm, IV, 172, 178; İbn Sa’d, I, 299, 300, 315, 316, 324, 338, 344.
43. Hamidullah, İslâm’da Devlet İdaresi, s.183.
44. Yaman, s. 217.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
BENZER SORULAR
- ELÇİ, ELÇİLİK
- Hz. Muhammed (sav) misafirleri nasıl karşılardı?
- EMÂN
- HABEŞİSTAN HİCRETİ
- İslam savaş hukukunda üç gün yağma var mı?
- Peygamber Efendimizin yaptığı savaşların nedenleri nelerdir?
- Meleklerden peygamber olur mu, olmaz mı?
- İsra suresi 95. Ayete göre, cinlere kendi cinslerinden bir peygamber olması gerekmez mi?
- Peygamber ücret ister mi?
- Dağatır ile ilgili hadis kitaplarında bilgi var mı?