Kur’an’da geçen Musa ve Hızır olayının, Gılgamış destanından alındığı iddiasına ne dersiniz?

Tarih: 19.04.2012 - 11:23 | Güncelleme:

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Esasen bir millette ya da kültürde bulunan herhangi bir haberin veya güzelliğin, hak dinlerden birinde de olması, o dinin o kültürden etkilendiğini değil, aksine onun kaynağının da vahiy olduğunu gösterir. Zamanla vahiyle ilgisi unutulmuş ve o milletin kültürü olarak anlaşılmıştır. Çünkü Allah insanlığa yün binlerce peygamber göndermiştir. İlk insan aynı zamanda ilk peygamberdir. Bu açıdan dinlerin verdiği haberlerin başka bir kültürde de olması, onun aslının bir vahye dayandığını gösterir. Ancak zamanla vahyin unutulup kültüre veya bir şahsa ait olduğu zannedilmiştir.

Bazı inançsız insanlar, bu tür yazıtları, dinleri çürütmeye yönelik olarak kullanmaktadır. Halbuki Kur’an bize bildiriyor ki, hiçbir millet peygambersiz, uyarıcısız ve mürşitsiz bırakılmamıştır. İnsanlık tarihinin bu gibi tabloları tamamen Kur’an’ın bu haberlerini doğrulamaktadır.

Cahiliye dönemi Araplarda, binlerce yıl önceden kalma Hz. İbrahim (as)’in Hanif dinine ait kalıntıların dimdik ayakta olduğu bilinmektedir. Beytullah’ın varlığı, o devirde de Arapların orayı kutsal tanımaları, onu tavaf etmeleri ve benzeri ritüellerini din dışı kaynaklı göstermek imkânsız olduğu gibi, insanlığın onuruna yakışacak kanunların veya geçmiş tarihi kıssalara dair yazıtların varlığı, dinin lehine olan birer delil olmasına rağmen, bu materyalist ve Deccalcı materyaller kullanan ateistlerin tersyüz ettikleri tarihî fenomenlerdir.

Özetle; Kur’an’ın bahsettiği olaylar ve olayların kahramanları, kesinlikle bir tarihî vaka olarak vardır. Ancak o olayların başka benzerleri de olabilir.

Bu kısa açıklamadan sonra sorudaki iddiaya cevap vermeye çalışalım.

Meşhur bir söz var; “Bir deli bir kuyuya taş atar, kırk akıllı çıkaramaz.” Bu sorudaki masallarla Kur’an’a yapılan itirazlar da bu türdendir.

Kur’an’ın mucizelik zırhına karşı hezimete uğrayan dinsizler, ümitlerini uyduruk masallara bağlamışlardır. Örneğin derler:

“Kur’an’da geçen filanca konu 5.000 yıl önce Çinliler arasında da biliniyordu.", 

“Sizin mucize diye baktığınız Kur’an’ın falanca ifadeleri bin yıllar önce Hint kültüründe de vardı...”

Öyle bir anlatıyorlar ki, bilgisiz cahiller gerçek zannederler.

Öncelikle, onların bu gibi iddialarını destekleyen hiçbir bilimsel dayanak yoktur. Çünkü iddialarını ispat etme imkânı yoktur. O kadar yıl önce sağlam bir tarih kaynağını gösteremezler. Mesela “parmak izleri” konusunda şöyle derler: “Çinliler bulundukları mağaralarının duvarlarında parmak izlerini kazıyorlar... Bunun delili de bazı mağaraların duvarlarında büyükçe el resimleri vardır...”

İşte buyurun cenaze namazına!..

Şimdi, hangi akıl  kabul eder ki, çinliler insanların parmak izlerini alırlar, duvara kazarlar, gelenlerin parmaklarına bakıp o duvara kazınmış izlerle uyuşup uyuşmadığını tespit ederler ve sonra da misafirleri eve alırlar. Eğer kapıya gelen bir düşman ise, parmaklarının iziyle duvardaki izleri karşılaştırıncaya kadar adam zaten oradakini öldürür.. Kaldı ki, bütün mağaralarda görülen beş-on tane duvardaki el resminden böyle bir sonuca varmak aklen de ilmen de mümkün değildir. Zira böyle bir sistem olsaydı, binlerce resmin olması gerekirdi. Kaldı ki, o çağda parmak izinin tespitini ne ile yapmış olabilirler? Bu sorunun cevabını hangi masalda bulabilirsiniz?

Gılgamış destanında yer alan bazı gerçekler, semavî dinlerin masal olduğunu değil, ilahî kaynaklı olduğunu gösterir. Bilindiği üzere, Gılgamış Destani, tarihte bilinen en eski medeniyetlerden olan Sümerlerin yaşayışları hakkında bilgi verir ve kendisi de ilk yazılı destan olma özelliğini taşır.

Gılgamış Destanı'nın en önemli özelliklerinden biri de anlattığı "Tufan" öyküsünün, üç büyük dinin kutsal kitaplarında yer almasıdır.

Bu destan, üç semavî dinin kabul ettiği Nuh Tufanının tarihi bir gerçek olduğunun da belgesidir. Demek ki, Tufan olayının en eski bir destanda yer alması, bunun eskiden beri insanlar tarafından bilinen bir olay olduğunu gösterir. 

Şunu da unutmayalım ki, genel olarak Gılgamış Destanı üç ayrı zamanda kazılmış ve bu yazmalar kil tabletler üzerinedir. Birincisi, M.Ö. 2000 yıllarında hâkedilmiş Sümerce yazmadır. Uruk Beyi Gılgamış'ın maceralarını anlatır. Büyük bir bölümü daha sonraki yazmalarda yer almaz...

İkincisi, M.Ö. 1800 yıllarında yazılmış olan Babil nüshasıdır. Destan tarzındadır ve "bahri recez" diye bilinen bir aruz vezni kullanılmıştır. Üçüncüsü ki destanın son kısmını teşkil eder, M.Ö. 1250 yıllarında Kassitler çağında yaşamış Sin-Lekke-Unnini adında bir şâir tarafından yazılmıştır.

Diğer bazı bilginlere göre, Gılgamış destanının ilk yazılış tarihi M.Ö. 2500-3000 yılları arasında olduğu tahmin edilen destan, Sümerce 12 tane kil tablete yazılmıştır. İlk yazılımın dışında destan, daha sonra Babil döneminde iki kez daha yazılmıştır. Toplam 2.900 satır olduğu tahmin edilen destanın en önemli bölümleri eksiktir. Sadece yüzde altmışı tam olarak bulunan şiir formatında yazılmış destanın bazı dizelerinin başı ve sonu yoktur.

Destanın Sümerce yazımının anlaşılması oldukça zordur. M.Ö. 1800 yıllarında Babil kralı Hammurabi (M.Ö 1792-1750) zamanında tekrar yazılan Gılgamış Destanı'nın üç tableti bulunamamıştır. Destanın son yazılım tarihi tam olarak bilinemese de son ozanının, Kassitler çağında yaşamış Sin Lekke Unnini adında bir sanatçı olduğu kabul edilmektedir(bk. İzafet Com).

Gılgamış Destanı ancak 1855’te Ninova’da yapılan kazılarda, Asur Kralı Asurbanipal’in M.Ö. VII. yüzyılda derlettirdiği tabletler bulunmuş, daha sonra Türkiye-İran sınırında ve Irak’taki Nippur antik kenti kazılarında bulunan tabletler de eklenmiştir. Ayrıca Türkiye’de Sultan Tepe ve Boğaz köy’de yapılan kazılarda da destanın izi bulunmuşsa da henüz tümü gün ışığına çıkarılmamıştır(a.g.y).

Acaba, insanlık camiasının bu modern çağlarda, bütün teknik ve teknolojileriyle birlikte ancak yaklaşık yüz elli sene önce bulduğu bu destanı, Hz. Muhammed’in (asm) yaklaşık on beş asır önce bunu keşfetmesi ve oradan kopyalarda bulunması ihtimali sıfırın altında binlerce sıfır değil midir? Eğer bu ihtimale ihtimal veren bir akıl varsa, buna ne denilebilir?

Abıhayatı içerek uzun bir hayata sahip olduğu kabul edilen Hz. Hızır ve Hz. İlyas realitelerinin, eski çağlardan beri bilinmiş olması, onlardan bahseden semavî dinlerin bunun kopyaladığını mı gösterir?

En doğru hakikat şudur ki, semavî kitapların sahipleri olan peygamberler gösterdikleri mucize nişanlarıyla Allah’ın elçisi olduklarını kanıtlamışlardır. Özellikle Hz. Muhammed (asm)’in hissi mucizeleri yanında Kur’an gibi manevî aklî bir mucizesi kıyamete kadar ortadadır.

Defalarca ilan ettiğimiz gibi, kırk yönden Kur’an’ın mucize olduğu hususu bu asrın en büyük allamesi olan Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatı'nda ispat edilmiştir. Böyle bir kitabın kopya olduğunu söylemek, ancak basiret lambasını söndürmekle mümkündür.

Şimdi insafla düşünelim, Kur’an’da yer alan Hz. Musa, “fetâsı / genç yol arkadaşı” ve ismi verilmeyen (tefsir kaynaklarında Hz. Hızır olduğu bildirilen) bir şahısla buluşması olayının Gılgamış destanında da yer laması, bunun bir masal mı yoksa eskiden beri insanlar tarafından bilinen gerçek bir olay mı olduğunu gösteriyor?

Tarih bir tekerrür zemini olduğuna göre, benzer hadiselerin olması son derece de normaldir. Kaldı ki, gösterilen kıssalarla ilgili destan arasında yüzde bir benzerlik yoktur. Örneğin, “Gılgamış destanında Gılgasmış İskender romanında İskender ve Yahudi öğretilerinde İlyas olarak yer alan ayrı ayrı üç kişinin yerini Kur’an’da Hz. Musa almış.” deniliyor. Halbuki Kur’an’da Gılgamış, İskender ve (Musa kıssasında) İlyas diye birine asla yer verilmemiştir.

Tarihte, kim bir bilgeden bir şey öğrenmek istemişse, onu Hz. Musa’nın, tefsirlerde Hz. Hızır olarak bildirilen kişiyle olan kıssasıyla karşılaştırmak, bir densizliktir. Oysa Kur’an’da “Bilmiyorsanız bir bilenden sorun!..” diye emredilmiştir. Demek ki insanlık camiasında her zaman bilenler de bilmeyenler de olacak ve bilmeyenler bilenlerden soracaktır. Bütün bunları sadece Hz. Musa ile Hz. Hızır’a indirgemek akıldan istifa etmek anlamına gelir.

Son olarak şunu belirtelim ki, Kur’an’ın Allah’ın hak sözü olduğunu, Hz. Muhammed (asm)’in Allah’ın hak peygamberi olduğunu gösteren sonsuz delilleri bir tarafa bırakıp, bu tür iftiralara pirim vermek ilimle, akılla bağdaşmaz...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Sorularla İslamiyet
Kategori:
Okunma sayısı : 10.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun