Mekke’de En Uzun Zaman: Kan, Zulüm, İşkence…

Ve yavaş yavaş İslam tarihinin Mekke dönemini karakterize eden olaylar başlar. Başta Hz. Muhammed olmak üzere bütün Müslümanlar 10 uzun sene boyunca kan kusacaktır… Giderek artan bir biçimde…

İlk saldırılar en yakın olanlardan gelir. Taktiği ise Hz. Muhammed düşmanlığının beyni durumunda olan Ebu Cehil vermiştir:

“Muhammed’i kendi kendiyle meşgul edin!”

Uygulamayı başlatanlar ise amca Ebu Leheb ve eşi Ümmü Cemil olur. Hz. Muhammed’in kızları Rukiyye ve Ümmü Gülsüm Ebu Leheb’in oğulları Utbe ve Uteybe ile nişanlıdır. Utbe’ye Hz. Muhammed’in kızını boşadığı takdirde Kureyş kabilesinden dilediği kızı seçmesi teklif edilir. O da günün havasına uyar ve Ümeyye oğullarından güzel bir kızı seçer. Hatta kızını boşadığı haberini, babası Ebu Leheb’in kışkırtmasıyla, Hz. Muhammed’in yakasını çekiştirip, yüzüne tükürerek verir. Hakaretin bu derecesine dayanamayan Hz. Muhammed ise ona beddua eder:

“ALLAH sana bir itini musallat etsin!” Dua kabul edilir. Ticaret için Şam yolunda oldukları ve mola verdikleri bir gece kamp yerini basan bir aslan tarafından parçalanır. Son sözleri:

“Ben size Muhammed insanların en doğru sözlüsüdür, dememiş miydim?” olur.

Aynı girişim en büyük kızı olan Hz. Zeyneb için de gündeme gelir. O, Ebu’l As ile evlidir. Babasının peygamber olmasından bir sene önce evlenmişlerdir. Ve Ebu’l As, Utbe ile Uteybe’den farklı bir kişiliğe sahiptir. Bütün baskılara göğüs gerer, bütün göz alıcı tekliflere dudak büker ve eşi Hz. Zeyneb’ten ayrılmayı kabul etmez:

“Ben eşimi boşamayacağım” der ve ekler, “o dünyanın en güzel kadınıdır.”

 Ama karısının sözüne uydu denilmesinden ve kılıbık bir erkek olarak görülmesinden endişe ettiği için Müslüman da olmaz.

 Ve kızlarının boşanması sadece başlangıç olur. Ebu Leheb tarafından sabahları evinden çıkarken sık sık taşa tutulur. Öyle ki o sıralarda arkasına siper aldığı kaya yüzyıllar boyunca Mekke’de bilinmeye devam edecektir. Kaderin cilvesi, kapı komşusudurlar. Kureyş’in başka azgınları ile birlikte sık sık Hz. Muhammed’in kapısı ve kapı önü, geceden dışkı ile sıvanır. Sabah kapısını açar açmaz ilk karşılaştığı şey amca Ebu Leheb’in ve arkadaşlarının o gece ki marifetleri olur. Bu olay o kadar çok tekrarlanır ki Hz. Muhammed, yüksek bir duvar örerek onların evleriyle kendisininkinin arasını iyice ayırmak zorunda kalır. Abdest almak için kullandığı çömleğin içine koyun dışkısı doldururlar. Namaz kılarken de aynı şeyi doğrudan üzerine atarlar. Bazen de evinin avlusunda yemek pişirilirken aynı şeyleri yemek tenceresinin üzerine atarlar. Bütün bu saldırılar karşısında Hz. Muhammed’in tek yapabildiği, aradaki akrabalık bağını hatırlatarak:

“Ey Abdimenaf oğulları! Bu nasıl komşuluk?” demekten ibaret kalır.

Ümmü Cemil ise geceleri Hz. Muhammed’in geçeceği yollara diken serper. Ebu Leheb’in kinini her fırsatı kullanarak körükler. En sonunda “Tebbet”  suresinde kendisine de özel bir yer ayrılıp, “odun hammalı” olarak vasıflandırıldığını öğrendiğinde eline irice bir taş alıp, Hz. Muhammed’in ağzına vurmak için Kâbe’yi basar fakat karşısında durduğu halde bir türlü O’nu göremez, gözü dönmüş bir şekilde dolanır durur.

Hz. Muhammed’e acı çektirme uğrunda hiçbir ahlak kuralı tanımazlar. Vicdanları ise… Zaten yoktur. İlk doğan çocuğu Kasım’dan sonra Abdullah’ın da peygamberlik yılları içinde vefat edip hiç oğlu kalmamış olması bile onlar için bir fırsat olur. Hz. Muhammed’e soyu kesilmiş anlamında “Ebter” diye isim takar, evlat acısıyla bile alay ederler. Bunda da başı çeken amcası Ebu Leheb olur. Küçük Abdullah’ın vefat haberini alınca sevinç içinde diğer putperestlere koşar, müjde verir:

“Muhammed bugün oğulsuz kaldı” der ve ekler, “yani kökü kazındı!”

Rabbi ise O’na “Kevser” suresini indirir, teselli eder.

Yine o günlerde Dimad isminde, işi akıl hastalarına okumak olan biri Mekke’ye gelir. Kureyşliler Dimad’ı Hz. Muhammed’e gönderir:

“O’na da oku!” derler, “belki sayende şifa bulur, aklını başına toplar.” Dimad, becerisinden emin:

“Ben ona bir okuyayım hiçbir şeyi kalmaz!” der. Yanına gittiğinde, Hz. Muhammed’e ilk sözü:

“Ey Muhammed! Ben hastalara okur, onları iyileştiririm. Ne dersin sana da okuyayım mı?” Hz. Muhammed, bütün sükûn ve ciddiyetiyle:

“Hamd, ancak ALLAH’a özgüdür!” der ve devam eder. “O’na hamd eder, O’dan yardım dileriz. ALLAH kimi doğru yola iletirse artık onu kimse saptıramaz. Kimi de saptırırsa onu kimse doğru yola yöneltemez. Ben tanıklık ederim ki: ALLAH’tan başka hiçbir ilah  yoktur. O, birdir, ortağı yoktur. Yine tanıklık ederim ki, Muhammed, O’nun kulu ve elçisidir.” Dimad afallamıştır:

“Şu sözleri bir daha tekrar edebilir misin?” der. Ve onları Hz. Muhammed’e tam üç kez tekrar ettirir. Sonra da:

“Ben birçok kâhin, sihirbaz ve şairlerin sözlerini duydum. Senin sözlerinin bir benzerini ise onların hiçbirinden dinlemedim. Bu sözler insanı denizlerin dibine bile ulaştırır. Ey Muhammed! Uzat elini sana iman edeyim!” Dimad ilk Müslümanlardan olur.

Fakat o günlerde bu gibi olaylar, kızgın çölde insanın yüzüne düşen birkaç damla su gibidir. Hz. Muhammed’e ve O’na inananlara uygulanan baskı ve zulüm şiddetini her gün biraz daha arttırır. Bu zalimlerin içinde öyle biri vardır ki onun yanında amca Ebu Leheb bile insaflı kalır. İsmi tarihte kinin, vahşetin, cehaletin ve din düşmanlığının simgesi haline dönüşüp, ebedileşecektir. Bu insan Ebu Cehil’dir… Gerçek adı Hişam oğlu Amr olmakla birlikte tarihe Hz. Muhammed tarafından kendisine takılmış olan isimle (künye) geçer. Anlamı “Cehaletin Babası/Cahil Başı”dır. İslam öncesi dönemde ise kendisine zekâsının keskinliğinden ötürü “Ebu’l-Hikem”  (Hikmetler Babası)denmektedir. Yine o dönemden, çok istediği Hz. Hadice’nin kendisinin yerine Muhammed’i seçmiş olmasından derin bir nefret duymaktadır. Ve yeni din olayı yüzünden Hz. Muhammed’in bütün Kureyş ile karşı karşıya gelmiş olması Ebu Cehil için arayıp da bulamayacağı bir fırsat olur. Yılların kini ile yüklenir. Sadece O’na da değil bütün Müslümanlara… İnkârının temel nedeni kibirdir. İslam’ın açıktan tebliğ edilmeye başlandığı ilk günlerde tavrını ve kibrini net bir biçimde ortaya koyar. O günlerde Hz. Muhammed ile Mekke’de, sokakta karşılaşırlar. Hz. Muhammed:

“Ey Ebu’l-Hikem!” der, “Ben seni ALLAH’a davet ediyorum!” Ebu Cehil O’na:

“Muhammed! Sen bizim tanrılarımızı kötülemekten vazgeçmeyecek misin? Sen bizden yarın ALLAH katında Elçi’lik görevini yaptığına dair tanıklık etmemizi istiyorsan, söz, sana tanıklık ederiz. Yemin olsun ki bu anlattıklarının gerçek olduğunu bilseydim sana iman ederdim. Fakat bir şey beni, sana iman etmekten alıkoyuyor. İçimizden Kusay oğulları (Hz. Muhammed’in soyu) ‘Hicabet’ (Kâbe’nin anahtarlarını bulundurmak) onuru bizimdir dediler, evet dedik. ‘Sikayet’ (Hacılara su dağıtmak) onuru bizimdir dediler, evet dedik. ‘Nedved’ (Mekke’nin yönetimi ile ilgili toplantıları organize etme) onuru bizimdir dediler, ona da evet dedik. Sonra ‘Liva’ (Savaşta bayrağı taşıma ve orduya komuta etme) onuru bizimdir dediler, ona da evet dedik. Ve şimdi bizden bir de peygamber çıktı diyorlar. ALLAH’a yemin ederim ki ben buna da evet demeyeceğim!”

Kısacası kibiri perde olur. Hz. Muhammed gerçeğini görmesini engeller. Bu durum yüzyıllar sonra ünlü İslam mutasavvıflarından Beyazıt Bistami ile Sultan Gazneli Mahmud arasında hoş ve hikmetli bir nükteye konu olacaktır. Beyazıt Bistami’nin:

“Beni göreni Cehennem ateşi yakmaz!” dediğini duyan Sultan, Bayezit’e hayretle soracaktır:

“Üstad nasıl olur? Ebu Cehil, Hz. Muhammed’i defalarca gördü, ama şimdi o bile Cehennem’de…” Beyazıt’ın yanıtı anlam doludur:

“O, Hz. Muhammed’i göremedi… Ebu Talib’in yetimi Muhammed’i gördü!”

Bu düşmanlık her gün biraz daha artarak kısa sürede aklı zorlayan boyutlara ulaşır. Hem o sıralar Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara saldırmak, kişiye Kureyş içerinde oldukça prim kazandıran bir davranıştır. Ebu Cehil öğünerek, etrafına hava atar:

“Muhammed’in yüzünü yere depdirerek (secde ederek) namaz kıldığını gördünüz mü? Bunu yapmayı O’na yasak ettim! Ve Lat ile Uzza üzerine yemin ederim benim emrimi dinlemeyecek olursa, yüzü yerdeyken ayağımı ensesine bastırıp yüzünü yerlerde sürteceğim!” Çok geçmez, yeminini yerine getirme fırsatını yakalar. Hz. Muhammed, Kâbe’de namaz kılmaktadır. Meraklı bakışların önünde hışımla üstüne yürür. Ve tam ayağını kaldırdığı sırada elleriyle yüzünü perdeleyip, dehşet içinde geri çekildiği görülür. Bembeyaz olmuştur:

“Benimle O’nun arasında” der, “ateşle dolu bir hendek, dev kanatlar ve korkunç şeyler belirdi!” Kaderin kendisine çizdiği sınırı zorlamış ve Cehennem’le karşılaşmıştır. Sonra bu olayı anlatan bir vahiy gelir:

“Namaz kılarken bir kulu yasaklayanı gördün mü? Ne dersin, O doğru yolda ise. Ya da ALLAH’a karşı saygılı olmayı emrediyorsa. Ne dersin o yasaklayan yalanlıyor ve doğru yoldan yüz çeviriyorsa. Bu adam ALLAH’ın yaptıklarını gördüğünü bilmez mi? Hayır, hayır eğer vazgeçmezse, derhal onu perçeminden, o yalancı, günahkâr perçeminden yakalarız. O hemen gidip kendi topluluğunu çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. Hayır! Ona uyma, ALLAH’a secde et ve yalnızca O’na yaklaş.” (Alak, 96:9–19)

Başka bir defa da yine secde de Hz. Muhammed’in başını taşla ezip, O’nu öldürmeye kalkışır ve aynı olay bir kez daha yinelenir. Bu yıllar içindeki Hz. Muhammed - Ebu Cehil çatışması İslam’ın sadece inanç ve ibadet boyutuyla sınırlı kalmaz. Toplumsal bir karakter de kazanır. Hz. Muhammed, Ebu Cehil’in kimsesiz ve yoksul insanlar üzerindeki zulmü nedeniyle de onun karşısına dikilir. Sadece bir ahiret peygamberinin ötesinde dünyadan da sorumlu olduğunu sergiler. Hem de maddi açıdan en zayıf olduğu dönemde ve en zor koşullar altında… Çölden gelmiş yalnız bir bedevi Ebu Cehil’e mal satar, parasını ise alamaz. Kendisine sürekli “bugün git, yarın gel” denir ve en sonunda Ebu Cehil’den hakkını almaktan ümit kesen bedevi, Kâbe’de oturmakta olan Kureyş ulularına giderek durumunu anlatır, onlardan yardım ister. Garip bir bedevi için Ebu Cehil’le çatışmayı kim göze alabilir ki? Yardım yerine bedeviyi alaya alırlar. Ciddiyetlerini hiç bozmadan az ötede oturmakta olan Hz. Muhammed’i göstererek:

“İşte” derler, “senin hakkını Ebu Cehil’den ancak şu adam alabilir!” Kendisine oynanan oyundan habersiz zavallı, ümitle Hz. Muhammed’in yanına gider, derdini anlatır. O, bedeviyi ve arkada birbirlerini dürterek gülen Mekkelileri bir kez süzer ve:

“Düş arkama” der, bedeviye “gidip, paranı, Ebu Cehil’den alalım!” Kureyş’in uluları ellerini ovuşturur:

“Bugün bize iyi bir eğlence çıktı.” derler. Hz. Muhammed önde, bedevi O’nun peşinde ve “eğlence meraklıları” da en geride, hep beraber Ebu Cehil’in evine varılır. Kapıyı Hz. Muhammed çalar. Ebu Cehil şaşkındır, Hz. Muhammed, ona sadece:

“Öde bu adamın parasını!” der. Karşısındaki hiç yanıt vermeden içeri döner ve az sonra bedevi alacağını tahsil etmiş olur. Şaşırma sırası da “Kureyş’in uluları”na gelir. Bir araya geldiklerinde:

“Neden” derler, “Muhammed’in sözünü ikiletmedin?” Ebu Cehil, zavallı bir biçimde yanıt verir:

“O sırada yanında azgın bir deve gördüm. Az daha beni yiyecekti!”

Fakat Hz Muhammed’e eziyet etmeyi kendine görev bilen tek Mekkeli Ebu Cehil değildir. Her zalim ve güçten yana tavır almaktan başka bir değer ölçüsüne sahip olmayan kişilik o günlerde kendini belli eder. Başta Hz. Muhammed, Müslümanlar hedef tahtasına konulur. Cesaret edip, şimdilik, denemedikleri tek şey öldürmeye kalkışmak olur. O noktada Ebu Talib’e duydukları saygı/korku ve Kureyş içinde bir kan davası başlatma endişesi onları durdurur. Ama sadece o kadar bunun dışında o 10 sene boyunca öyle günler yaşanır ki Hz. Muhammed bunları daha sonraları:

“Andolsun hiç kimse aynı nedenle korkutulmazken ben ALLAH yolunda olduğum için korkutuldum. Hiç kimse aynı nedenden ötürü eziyet görmezken, ben ALLAH uğrunda eziyete uğradım. Üzerimden öyle bir otuz gün ve gece geçti ki, benim de Bilal’in de canlı bir kimsenin yiyebileceği-Bilal’in koltuk altında gizleyebildiği az bir şeyden başka-hiçbir şey yoktu.”

Ve bütün baskı ve eziyetler karşısında, dayanabildiği tek insani sığınak, eşi Hz. Hadice’nin sinesi olur. Hz. Hadice hem karı-koca, hem peygamber-ümmet, hem öğretmen öğrenci ve hem de arkadaş ve birbirlerine destek, yoldaştırlar. İlk İslam tarihçilerinden İbn İshak’ın anlatımıyla:

“Hz. Hadice, O’nu güçlendirmiş, yükünü hafifletmiş, doğru söylediğine inanmıştı.”

Fakat her Müslüman değişik ölçülerde Müslüman oluşunun bedelini öder. Mekke yıllarından baskı ve eziyetten kendini koruyabilen hiç kimse olmaz. Köle ya da Kureyş’ten olmayan, dolayısıyla kendisini savunabilecek bir boya sahip bulunmayan zavallılar için yaşadıkları baskı ve eziyet boyutlarını çok aşar. Sözcüğün gerçek anlamıyla bir işkence ve sadizm gösterisine dönüşür. O 10 sene boyunca çok sayıda insan Müslüman olduğu için sakat bırakılır, kör edilir ve öldürülür. Fakat sadist putperestler bir şeyin farkında değildir:

Hak yumruklandıkça kuvvetlenir ve gerçek din çivi gibidir ne kadar sert vurulursa o kadar derine girer. İslam’ın kaderi de işte tam bu olacaktır.

Fakat o günler çile günleridir.

Yasir ailesi, köle değildir ama Kureyş’e de mensup değildir. Yani onları Mekke’de koruyup, kollayacak hiçbir yakınları bulunmamaktadır. Zengin de değildirler. Ve Müslüman olmuşlardır. Müslümanlıkları da bilinmektedir. İşte bütün bunlar Yasir ailesini putperest sadistler için ideal bir hedef haline getirir. Yaşlı baba Yasir, anne Sümeyye ile genç oğulları Ammar ve Abdullah’tan oluşan bu ailenin belalısı Ebu Cehil’dir. Aile, öğlenin en sıcak zamanında güneşin kızdırdığı Mekke kayalıklarına sırt üstü yatırılır ve akla gelen her tür işkence kendilerine uygulanır. Bunlardan birinde Hz. Muhammed’in yanlarına geldiğini gören yaşlı Yasir, dayanamayıp sorar:

“ALLAH’ın Elçisi! Günler hep böyle işkenceli mi olacak?” Hz. Muhammed, elinden bir şey gelmiyor olmasının çaresizliğiyle alabildiğine üzgündür sadece:

“Sabredin Yasir ailesi!” diyebilir. Sonra da ALLAH’a yönelir:

“ALLAH’ım Yasir ailesini bağışla, zaten mutlaka bağışlamışsındır!” der. Ne kadar devam ettiğini bilemediğimiz işkence sürecinin sonunda baba Yasir, Ebu Cehil tarafından oklanarak öldürülür. Sonra da oğul Abdullah… Sıra anne Sümeyye’ye gelir. Yaşlı bir kadındır ama yine de Ebu Cehil ona:

“Sen Muhammed’e âşık olduğun için Müslüman oldun!” der. Fiziki işkence ve hakaret, aşağılama bir arada uygulanır. En sonunda da gözü tamamen dönen Ebu Cehil, bu yaşlı kadının bir ayağından bir deveye, diğer ayağından da başka deveye bağlanmasını emreder. Develer aksi yönlere doğru kırbaçlanır. Yaşlı kadının kemikleri çatırdamaya başlar, vücudu parçalanmak üzeredir. Fakat sadist Ebu Cehil, daha fazla beklemez karşısındaki görüntünün verdiği coşkuyla, elindeki mızrağı Sümeyye ananın kadınlık organına saplar ve sonra da yukarı doğru çekerek bütün gövdesini parçalar. O da şehit olur. İslam’ın ilk şehidi… Dünyadan ayrılırken son sözleri:

“ALLAH, birdir, Muhammed de O’nun kulu ve elçisidir.” Son sırada ailenin son bireyi, Ammar vardır. O da günün en sıcak saatlerinde Mekke’nin, “Ramda” ismi verilen kayalıklarına götürülür. Demir bir gömlek giydirilip, vücud yağları eriyinceye kadar yakıcı güneş altında tutulur. En sonunda ne söylediğini bilemeyecek hale gelir. Aynı şey günlerce tekrarlanır. Bazen de sırtı ateşle yakılır. Ateşin sırtında bıraktığı izler ölünceye dek kapanmaz. Ona uygulanan başka bir işkence metodu da, güneşin altında göğsüne ağır kaya parçaları konmasıdır. Bazen de boğulacağı ana kadar suya batırılır. Bu işkencenin yapıldığı sırada Hz. Muhammed onun yanına gelir. Delikanlı Ammar, hıçkırıklarla ağlamaktadır. Ammar’ın hali O’nun içini acıtır. Elini Ammar’ın gözlerine sürer ve kulağına:

“Bir daha inançsızlar seni suya batırıp, onların putlarına tekrar döndüğünü söylemeni isterlerse, sen de istediklerini söyle ellerinden kurtul!” diye fısıldar. Ve birkaç gün sonra Ammar kendisine verilen izni kullanır. Haber, Mekke’de hızla duyulur. Müslümanlar üzülmüştür. Hz. Muhammed’e gelip:

“ALLAH’ın Elçisi!” derler,”Ammar, dininden dönmüş!” O, yanıt verir:

 “Hayır! Ammar, tepesinden tırnağına kadar iman ile doludur! İman onun etine, kanına işlemiştir!” Az sonra da Ammar’ın kendisi çıka gelir. Yine ağlamaktadır ama bu kez acıdan değil suçluluk duygusu ve pişmanlıktan… Yine gözyaşlarını silen Hz. Muhammed olur. Ve sorar:

“Ne oldu sana? Neyin var?”

“ALLAH’ın Elçisi! Sana sövmedikçe ve onların putlarının senin dininden daha üstün olduğunu söylemedikçe beni bırakmadılar!”

“Onların istediklerini söylerken kalbin nasıldı?”

“ALLAH’a, sana vedinime olan bağlılığım, demirden bile daha sağlamdı.”

“Öyle ise senin için çekineceğin bir şey yok! Ammar! Aynı duruma bir daha düşersen yine aynı şekilde kendini kurtarabilirsin!” Ammar’ın başına gelenler, ayet inmesine neden olur ve o günden kıyamete kadar aynı koşullarla karşılaşan Müslümanlar için ALLAH tarafından bir çıkış kapısı açılır:

“Kalbi imanla dolu olduğu halde dinden dönmeye zorlanan hariç, kim iman ettikten sonra ALLAH’ı inkâr edip, gönlünü inançsızlığa açarsa, onların üzerine ALLAH’tan bir gazap ve büyük bir ceza vardır.” (Nahl, 16:106) Ve o gün Hz. Muhammed’in Yasir oğlu Ammar’a son sözü bir dua olur:

“ALLAH, anneni katledenleri kahretsin!” Duanın kabul vadesi Bedir gününedir!

Rebah oğlu Bilal, Mekke’nin en kibirli aristokratlarından Halef oğlu Ümeyye’nin oniki kölesinden biridir. Görevi, Ümeyye’nin özel puthanesinin bekçiliğidir. Ve o günlerde Müslümanlığını gizlemeyip açığa vurabilen yedi kişiden de biridir. Üstelik Kâbe’deki putlar hakkında da ileri geri konuştuğu duyulur ve bir gün de bekçisi olduğu putların hepsini secde durumuna getirip, yüz üstü yere yatırır ve yaptığını inkâr etmez de… Ve başlarında Ebu Cehil olduğu halde Kureyş’in uzman işkence ekibi tarafından, sahibi Ümeyye’den teslim alınır:

“Zaten beş para etmez zenci bir köle” der, Ümeyye, “alın sizin olsun. Ne yaparsanız yapın!” Artık Ebu Cehil’in insafına terk edilmiştir. Yani onun hiç sahip olmadığı tek şeye…  Ve açık sözlülüğünün bedeli Bilal için çok ağır olur. Ona da Ramda kayalıklarında, kızgın güneşin altında ağır kaya parçaları yüklenir, o da bir gün bir gece susuz bırakıldıktan sonra üzerine demir gömlek giydirilip, vücut yağları eritilir. Boynuna bir ip takılıp, çocukların ellerine teslim edilir ve Mekke sokaklarında alay, hakaret, tükürük ve taş yağmuru altında bir köpek gibi koşturulur, tekmelenir. Fakat bunların hiç biri Bilal’i yıldırmaz. Kendisine teklif edilen, putlara iman ve Hz. Muhammed’i inkâr sözlerine:

“Dilim onlara dönmüyor!” diye cevap verir. Bilal’in dili gerçekten dönmez ama sadece “Ş”lere onları “S” olarak telaffuz eder. Mekkeli sadistler hırslarından çıldıracak gibi olur, işkence son haddine ulaştığında Bilal canının acısını “Ah! Of!” gibi ünlemlerle dışarıya vurmaz. Bu kadarcık bile olsa, sadistleri sevindirmez. Ama o da bir insandır kendini tutamadığı anlarda ciğerinin bütün gücüyle “Ehad!” (ALLAH TEK!) diye bağırır. İçinin yangınını dışarıya ancak o şekilde vurur. Ve Batha’nın, Ramda’nın kayalıkları zenci köle Bilal’in “Ehad! Ehad!” haykırışlarıyla çın çın öter. Haftalar, aylar boyu… Öyle günler yaşanır ki Müslüman oldukları için sahiplerinden ya da Ebu Cehil’in uzman ekibinden işkence gören kölelerin hepsi, Hz. Muhammed’in verdiği izne dayanarak, işkencecilerin istediklerini söyler, sadece Bilal hariç… O kölelere Bilal de aralarında olduğu halde toplu olarak işkence yapıldığı günlerde akşam olup da hava karardığı ve işkenceciler yorulup işin devamı ertesi güne bırakıldığı zamanlarda her zavallının, kendisi ziyaret edip, birkaç yudum su veren, sırtına ıslak bir bez koyan, ailesinden birileri olur, sadece Bilal hariç, onun hiç teselli edeni olmaz. Bilal, akşamları da yalnız geçirir. Ve zenci köle Bilal’in çilesi mutlu biter. Mekke putperestlerinin elinde işkence görmekte olan altı köleyle birlikte Rebah oğlu Bilal de Hz. Ebubekir tarafından sahibi Halef oğlu Ümeyye’den satın alınıp azad edilir. İslam’ı tercih edişi, aylarca işkence görmesi bir yana bırakılırsa, Bilal’e dünyada da büyük bir ödül kazandırır. Özgürlüğüne kavuşturur. Ebubekir ile Ümeyye arasındaki pazarlık ise ilginç bir seyir takip eder. Ümeyye Bilal için on altın ister, Hz. Ebubekir’den ve o da kabul eder. İş bittikten sonra Ümeyye, pişkin pişkin:

“Pazarlık etseydin bu siyah köleyi bir altına da bırakacaktım”der, Ebubekir’i duyarlılığına pişman etmeye çalışır fakat Ebubekir’in gülerek verdiği yanıt Ümeyye’nin içine oturur:

“Sen derdine yan! Eğer onun için yüz altın da isteseydin gözden çıkarmıştım, verecektim.”

Bu dönem içinde Hz. Ebubekir, servetinin büyük bölümünü işkence gören Müslüman köleleri özgürlüklerine kavuşturmak için harcar. Kadın ve erkek toplam yedi kişidir bunlar. Bu uğurda babası Ebu Kuhafe’yle bile karşı karşıya gelir. Hala bir putperesttir Ebu Kuhafe ve oğlunun yaptığı şeyin gerçek nedenini anlayabilme bilincinden de uzaktır. Sadece ALLAH rızası ve Müslüman kardeşliği için koca bir servetin harcanmasını aklı alamadığından oğluna çıkışır:

“Görüyorum ki” der, “bazı zayıf, işe yaramaz köleleri azad edip duruyorsun. Bari ihtiyaç duyduğunda işine yarayacak, zor zamanında yanında yer alıp sana güç katacak, kuvvetli adamları azad etsen!” Hz. Ebubekir:

“Babacığım!” diye cevap verir:“Ben bununla kendimi güçlendirmek değil Rabbimin rızasını kazanmak istiyorum!” Baba Ebu Kuhafe gene anlamaz, sadece dudak büker.

Bilal’in Hz. Ebubekir tarafından özgürlüğüne kavuşturulma haberinin Müslümanlar arasında veriliş biçimi ise Hz. Muhammed Devrimi’nin daha ilk yıllardan itibaren kurulu toplumsal düzeni ve egemen eşitliksiz yargıları dönüştürmede ne kadar etkin olduğunun bir kanıtıdır. Müslümanlar birbirlerine:

“Ebubekir efendimiz Bilal efendimizi özgürlüğüne kavuşturmuş!” diyerek olayı haber verirler.

En amansız işkencelere uğratılanlardan biri de azadlı köle Ered oğlu Habbab olur. Bir demirci köledir, Habbab. Ona da standart metot olan Ramda kayalıklarında demirden gömlek giydirilip, kızgın güneşe bırakma cezası uygulanır. Farklı olarak da çıplak vücudu dikenler içinde sürüklenir. Bir gün yere ateş korları döşenir ve Habbab boylu boyunca onların üzerine yatırılır. Yıllar sonra bu olayı anlatırken:

“ALLAH’a yemin olsun ki” diyecektir, “o gün, o korlar ancak sırtımdan akan etimin yağlarıyla söndü!” ve o günün hatırası olan yumruları ölünceye kadar sırtında taşır. Yine yıllar sonra Hz. Ömer, Habbab’ın sırtını gördüğünde:

“Doğrusu ben hiç böyle bir insan sırtı görmemiştim!” der. Eski sahibesi Ümmü Enmar, Habbab’a sahip çıkan kimse olmayacağını bilmenin güveni ile ateşte kızdırılan demirlerle onun başını dağlar.

İşkencelerde erkek, kadın ayrımı gözetilmez. Özellikle köle kadınların hissesine, bu zulüm sağanağından büyük bir pay düşer. Bunlardan birinin ismi Zinnire’dir. Bizans kökenli bir cariye olan Zinnire ilk iman edenlerden olur. Hz. Ömer, kolları iki yana düşüp, öldü zannedilecek hale gelene kadar boğazını sıkar. Ebu cehil, yaptığı işkencelerle kör olmasına neden olur. Sonra da pişkin bir tavırla:

“Gördün mü?” der, “Lat ve Uzza senin gözlerini kör etti!” Zinnire, öyle bir anda bile onurunu korur:

“Hayır!” diye yanıt verir. “Onlar hiçbir şey yapamaz. Hiçbir zarar ya da yarar veremezler. Bu, göklerde verilmiş bir karardır. Ve dilerse benim Rabbim bana gözlerimi geri verecek gücü olandır!” Zinnire’nin gözleri ertesi gün açılır. Putperestler:

“Bu da Muhammed’in sihirlerinden biridir!” der.

 Zinnire de Hz. Ebubekir tarafından satın alınıp, özgürlüğüne kavuşturulur.

Lübeyne de bir cariyedir. O da Hz. Ömer’den çeker. Öldüresiye döver ve yorulunca da Lübeyne ile alay ederek dinlenir:

“Senden özür dilerim.” der, “Sadece yorulduğum için ara verdim. Biraz dinleneyim tekrar devam ederim.” Lübeyne’yi de Hz. Ebubekir kurtarır.

İşkence yüzünden gözlerini kaybeden kadınlardan biri de Guzeyye’dir. Diğerlerinden farklı olarak o, özgür bir kadındır. Devs kabilesine mensuptur. Erken bir tarihte Müslüman olan Guzeyye, dinini gizler ve ticaret bahanesiyle Kureyş kadınları arasına karışıp, İslam’ı anlatır. Fakat bir süre sonra eylemleri belirlenir ve o da Ebu Cehil’e teslim edilir. Ağır işkencelere uğratıldıktan sonra da Mekke’den sürülür. Kendi kabilesi olan Devs’e sığınır. Fakat bu, Guzeyye için her şeyin daha da kötüleşmesi demek olur. Kureyş egemenlerine yaranma isteğiyle Devsliler de işkenceye başlarlar ve Guzeyye kendi kabilesi tarafından kör edilir. Yine de yılmaz, İslam’ı anlatmaya devam eder. Ve sonunda kazanan Guzeyye olur. Yıllar sonra onun çalışmaları sonunda bütün Devs kabilesi İslam’ı kabul edecektir.

Bizans kökenli azaldı kölelerden Sinan oğlu Süheyb hafızasını yitirir, ne dediğini anlamaz bir hal alır.

Ebu Fükeyhe, Ümeyye tarafından ayağından bir iple taşların üzerinde sürüklenerek Ramda işkenceliğine götürülür. İşkence sırasında efendisi Ümeyye, yanlarından geçmekte olan bir “Cual”, (osurgaç) böceğini göstererek:

“Benim rabbim şu ‘Cual’ böceğidir de, seni bırakayım.” der. Ebu Fükeyhe, Müslümanlık onurunu korur. Yanıtı:

“Benim Rabbim ALLAH’tır.” olur. Ve ekler: “Beni de yaratan, seni de yaratan O’dur. Ve Cual böceğini de O yaratmıştır.” Ümeyye deliye döner. Ancak öldüğünü zannederek Ebu Fükeyhe’yi bırakır. Onu da Hz. Ebubekir kurtarır.

Fakat Hz. Ebubekir bile kendini baskı ve eziyetten tamamen koruyacak halde değildir. “Kureyş Aslanı” denen Mekke’nin belalılarından Huveylid oğlu Nevfel, Ubeydullah oğlu Talha ile ikisini namaz kılmalarına engel olmak için iple birbirlerine bağlar. Nevfel korkusundan kimse onları çözmeye cesaret edemez. Bu halleri onlara yaşam boyu devam edecek tatlı bir anı ve bir de unvan kazandırır. “Ayrılmaz iki arkadaş” anlamında “Karineyn” denir. Talha, kendi ailesinden bile zulüm görür. Öz kardeşi Osman yetmezmiş gibi annesi Sa’ba bile onu Kâbe’nin yanında elleri boynuna bağlı, öz oğluna küfürler ve lanetler okuyarak önüne katar, aşağılar.

Avvam oğlu Zübeyr’e, amcası tarafından işkence yapılır. Amca Nevfel, son metot olarak, yeğenini bir iple bağlayıp bir hasırın içine sarar ve ikisini birlikte duvara asar. Sonra da altından hasırı ateşe verir, Zübeyr dumandan boğulacak gibi olur. Gün bitimine kadar yanmış hasırın içinde duvarda asılı kalır. Bu orijinal işkence bittiğinde, derisi dumandan simsiyah olmuş, gözleri de nar gibi kızarmıştır.

Hz. Osman da yine kendi amcası tarafından aynı cezaya uğratılır.

Fakat bütün bunlar putperestleri istedikleri sonuca götürmez. Anlık sarsıntılar hariç Müslümanların cesaretleri, gayretleri ve inançları zayıflamaz. Tam aksine güçlenir. Mekke putperestleri kendilerini çaresiz hissetmeye başlarlar. Bu gerçeğin bir kanıtı o günlerde Mesud oğlu Abdullah’ın Kâbe’de Kur’an okuması olur. Ufak tefek biridir Abdullah. Üstelik kendisini koruyacak güçlü akrabaları da yoktur. Ve Kâbe’de ilk defa açıkça Kur’an okuyan Müslüman olma onuruna sahip olmak ister. Arkadaşları kendisini vazgeçirmeye çalışırlar ama boşuna. Bir sabah Kâbe’nin karşısında ayakta durur ve “Rahman” suresini yüksek sesle ağır ağır okumaya başlar. Putperestler önce şaşırır. Okunan şeyin ne olduğunu anlayamazlar. Ve bu ölçüde bir meydan okuma da düşünebilecekleri şey değildir. Sonra anlarlar ve var güçleriyle çullanırlar Mesud oğlu Abdullah’a… O ise her yandan üzerine yağan tekme yumruk yağmurunun altında okuyabildiği kadar okur. Müslüman arkadaşlarının yanına döndüğünde yüzü gözü kan içindedir. Arkadaşları onun yerine de hayıflanır:

“Keşke bizi dinleseydin!” derler. Fakat Abdullah, halinden memnundur. Cevabı:

“O putperestler benim gözüme hiç bugünkü kadar zayıf ve zavallı görünmemişlerdi.” olur. Ve ekler:

“Yarın da gidip, aynı şeyi tekrar edeceğim.” Fakat bu kez arkadaşları önüne geçer, bırakmazlar.

Bu kadar işkence ve zulümden sonra psikolojik baskı ve alay etme gibi eylemlerden söz edilip örnek verilmesi gereksiz olur. Yoksa bu durum hiç kimseye söz edilen tarzda eziyetlerin yapılmadığını düşündürmemelidir. Onlar, Müslümanlar için günlük yaşamlarının önemsiz bir parçası olmuştur.

Bu noktada insan aklına zorunlu olarak bir soru gelir: Nasıl olur da ALLAH bütün bunlara izin verir? Kendisine samimiyetle iman eden o bir avuç insanın, sadist putperestlerin elinde her çeşit zulmü ve işkenceyi yaşamalarına, sakat kalmalarına hatta ölmelerine göz yumar?

Bu ve benzeri sorulara verilecek ilk cevap, bu dünyanın bir sınav meydanı olduğudur. İkinci olarak ise, bilinmelidir ki Müslümanların dinlerini yaşamalarının ödülü ahirette verilecektir, burada değil. Daha kısa bir ifade ile bu dünya sınav yeridir; ahiret ise ödül. Ve bu konuya özel cevap ise yukarıda işaret ettiğimiz gerçektir: Hak, yumruklandıkça kuvvetlenir ya da tarih felsefecisi Arnold Toynbee’nin deyimiyle, yeni bir toplumsal oluşumu hedef alan saldırı ve baskılar onu ortadan kaldırmayı başaramazsa sonuçta daha güçlü kılar. Mekke Müslümanları da bu on sene boyunca yaşadıkları baskı ve saldırılar sayesinde polatlaşırlar, dinleri onlar için canları da dahil bütün varlıklarından daha değerli hale gelir. Ve sonrasında da ona göre sahip çıkarlar. Yaklaşık 1440 seneden beridir devam ede gelen İslam gerçeği de varlığını işte bu birkaç yüz kişiye borçludur. Ama bu  “çok özel” birkaç yüz kişiye…

Ve Hz. Muhammed’in tarihin bu dönemini okuyuşu da bu dönemde yaşanan işkenceleri yorumlayışı da – kendisi o işkencelerden hem fiziken, hem psikolojik olarak en çok etkilenenlerden biri olmasına rağmen – çok farklıdır. Sırtında ateş söndürülenlerden biri, Ered oğlu Habbab zulmün en ağır yaşandığı günler içinde Hz. Muhammed’e yalvararak bir dilekte bulunur:

“ALLAH’ın Elçisi!” der, “Ne olur, Rabbimize dua etsen de bu sıkıntıyı bizden artık giderse ve Müslümanları hâkim hale getirse!” Hz. Muhammed, oturduğu yerden toparlanır. Yüzünün rengi değişir. Kızmıştır. Cevabı kaşları çatık olduğu halde verir:

“Sizden önceki iman eden topluluklar öyle işkencelere uğratılmışlardı ki, testereyle vücutları ortadan ikiye ayrılırdı ya da demirden taraklarla etleri ve sinirleri kemiklerinin üzerlerinden taranırdı fakat onlar yine de dinlerinden dönmezlerdi.

ALLAH’tan korkun ve sabırlı olun. ALLAH bu işi mutlaka sonucuna ulaştıracaktır. Öyle ki bir insan tek başına devesine binecek ve ALLAH’tan başka hiçbir varlıktan korkmaksızın San’a’dan Hadramevt’e kadar gidecektir.”

Hz. Muhammed’in cevabında ilginç olan, işaret ettiği hedeftir. Vurguladığı şey sadece Müslümanlara ait bir başarı, hâkimiyet ya da siyasi bir zafer değil toplumsal asayiştir. O, bu cevabıyla işkenceleri çeken insanlara, katlandıkları zulmün hem nedenini hem de sonucunu açıklamış olur. Ve asıl dikkat edilmesi gereken hedefin ne olduğunu öğretir. Hem onlara, hem de kıyamet kopuncaya kadar yaşayacak bütün Müslümanlara…

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yazar:
Okunma sayısı : 1.000+
Yorum yapmak için giriş yapın veya kayıt olun