Fethedilen Mekke...
Zaman, Hicret’in sekizinci senesinin Ramazan ayıdır.
Hudeybiye anlaşmasına göre Mekke ile ittifak halinde olan putperest Bekroğulları kabilesi, Müslümanların müttefiki bulunan Huzaa kabilesine bir gece baskın düzenler. Baskında kullanılan silahlar Mekke putperestleri tarafından sağlanır. Ve yüzleri maskeli bazı Mekkeliler de baskına katılıp, masum Huzaalıları katleder. Şehrin yakınlarında yaşanan baskından canlı kaçabilen bazı Huzaalılar, Mekke’nin içindeki evlere sığınır, fakat harem bölgesinin dokunulmazlığına bile aldırmayan katiller, burada da işlerine devam eder ve toplam olarak yirmi üç masum katledilir. Ertesi gün bütün Mekke’yi derin bir pişmanlık kaplar ama iş işten geçmiş, Hudeybiye anlaşması, imzalanmasının üzerinden on sekiz ay geçtikten sonra Mekkeliler tarafından bozulmuştur. Olaydan haberi olmayan, Mekke’nin yöneticisi Ebu Süfyan, aceleyle Medine’ye gidip, anlaşmayı yenilemek ister. Çünkü artık Müslümanların Mekke karşısında kesin askeri üstünlüğü ele geçirdiğinin ve Hudeybiye anlaşmasının bozulmasından sadece Mekkelilerin zararlı çıkacağının farkındadır ama olan olmuştur bir kere…
Bu arada Huzaa elçileri de uğradıkları zulmü şikayet edip yardım istemek üzere Medine’ye gelmiştir. Hz. Muhammed ise zaten baskının yapıldığı gece olup bitenlerin haberini Hz. Cebrail’den almış bulunmaktadır. Fakat Huzaa’nın acıklı feryatları onu çileden çıkarır: “Eğer yardım etmezsem, yardım görmeyeyim!” der ve ekler, “Huzaalar bendendir, ben de Huzaalar’danım!” Hz. Aişe, Hz. Muhammed’in o anki halini anlatırken: “Kendisini daha önce hiç bu kadar kızgın görmemiştim!” diyecektir. Yine de hemen savaşa başvurmaz, Mekkelilere üç teklif sunar: Bekroğulları’yla olan ittifak anlaşmasından vazgeçmeleri, öldürülen yirmi üç Huzaalı’nın kan bedellerini ödemeleri ya da savaş etmeleri. Mekke, ne kibrinden, ne de servetinden taviz vermeyi göze alabilir ve o zaman da tek çıkış yolu kalır: Savaş.
Bu arada, anlaşmayı yenileme ümidiyle Medine’ye gelmiş bulunan Ebu Süfyan, tam bir zavallılık örneği sergiler. Önce kızı ve Hz. Muhammed’in eşi olan Hz. Ümmü Habibe’nin evine gider. Ümmü Habibe Ebu Süfyan’ı Hz. Muhammed’in minderine oturtmaz. Mekke’nin soylu efendisi! daha ilk saatlerde kızından gördüğü bu muameleyle, yerle bir olur. Ve sonra putperest kibri, her saat bir tokat daha yer. Hz. Muhammed, baskın olayına rağmen hiçbir şey olmamış gibi kabul edip anlaşmayı yenilemeye yanaşmaz. Ebu Süfyan sırayla Müslümanların önde gelenlerini dolaşıp, onların himayelerini sağlamak ve bu sayede Hz. Muhammed’e anlaşmayı yenileme teklifini kabul ettirmek ister ama çaldığı bütün kapılar yüzüne kapanır. Öyle ki en sonunda altı yaşındaki Hz. Hasan’ın bile şefaatine sığınmaya kalkışır. Durumu, çaresizlikten hezeyan denilecek bir hal almıştır. Hasan’ın annesi Hz. Fatıma tarafından kendine getirilir: “Benim yavrum, ne insanlar arasında birini himaye edecek yaşa gelmiştir, ne de ALLAH’ın Elçisi’ne karşı kimseyi himayesine alabilir!” Şaşkınlığın son derecesine gelmiş bulunan Ebu Süfyan, bunun üzerine Mescid’de herkesin önünde, Mekke’yi kendi kendisinin himayesine aldığını ilan eder. İki eliyle kendi kendine toka yapar, güya biri Müslümanları, biri de Mekkelileri temsil etmektedir. Sahabiler, Ebu Süfyan’ı hayretten büyümüş gözlerle seyrederler. Hz. Muhammed ise “boş boş konuşma” demenin kibarcası olarak: “Ey Ebu Süfyan” der, “bunu sadece sen söylüyorsun, bu sadece senin sözündür!” Mekke’nin efendisi olarak yola çıkmış bulunan Ebu Süfyan, bir zavallı olarak geri döner ve Mekke’de de kınanmaktan kendini kurtaramaz. Mekkeliler şehrin girişinde Ebu Süfyan’ı: “ALLAH’a yemin olsun ki biz, bugüne kadar senin gibi bir elçi görmedik. Sen bize ne savaş haberi getirdin ki savaşa hazırlanalım, ne barış haberi getirdin ki güvende olalım!” diyerek karşılarlar.
Ebu Süfyan’ın eli böğründe Mekke’ye döndüğü sıralarda, Hz. Muhammed savaş hazırlıklarına başlamıştır bile. Ama çok gizli bir biçimde. En yakınları bile seferin tam olarak kime karşı olduğunu bilemez. O, çevredeki Müslüman çöl kabilelerine sadece şu haberi gönderir: “ALLAH’a ve ahiret gününe iman eden herkes Ramazan’da Medine’de hazır bulunsun!” Yaklaşık olarak yarısını Muhacirler ve Ensar’ın oluşturduğu on bin kişilik bir ordu toplanır. Kendisine ısrarla nereye gidileceğini soranlara: “ALLAH nereye gitmemizi dilerse, oraya!” cevabını verir.
Bu ordunun sıradan bir askeri kuvvet değil, bir Müslüman ordusu olduğu her haliyle belli olur. Mekke yolunda, yeni doğum yapmış bir dişi köpekle yavrularına rastlayan Hz. Muhammed, köpeklerin rahatsız edilmemeleri için başlarına bir nöbetçi diker ve ordu o noktaya geldiğinde, ikiye ayrılarak yoluna devam eder.
Mekke’ye yaklaştıklarında amcası Hz. Abbas da çıka gelir ve son Muhacir olarak tarihe geçer. Artık Mekke’de bir Müslüman casusa ihtiyaç yoktur çünkü şimdi Mekke bütünüyle Müslüman olmanın eşiğindedir. Kıyamete kadar…
Abbas’tan sonra amca oğullarından Ebu Süfyan da (bu meşhur Ebu Süfyan değil bir başkasıdır) küçük oğlu ile beraber yolda karşılarına çıkar. Amacı iman ve biat edip, özür dilemektir. Çünkü o ana kadar Mekke’de Hz. Muhammed’e en çok düşmanlık edenlerden biri olmuştur. Ve o anda da ne kadar samimi olduğu belli değildir. Hz. Muhammed, yüzünü çevirir, kendisini kabul etmek istemez. Çaresiz kalan Ebu Süfyan bir diğer kuzen, Hz. Ali’den yardım ister. Hz. Ali kendisine, Hz. Muhammed’in kapısını, Yusuf’un kardeşlerinin sözleriyle çalmasını öğütler. Ebu Süfyan bunun üzerine Hz. Muhammed’e: “V’ALLAH’i, ALLAH, seni bize üstün kıldı. Doğrusu bizler suçlu idik!” (12/Yusuf:91) der. Hz. Muhammed, tebessüm eder ve orada Yusuf olup, takip eden ayeti okuyarak cevap verir: “Bu gün size kınama yok. ALLAH sizi affetsin. O, merhametlilerin en merhametlisidir!” (12/Yusuf:92) Bir ayet, senelerce yaptığı bütün kötülüklere ağır basmış ve Ebu Süfyan hiçbir ceza görmeden bağışlanmıştır. Fakat Ebu Süfyan’ın kendisi, yaptıklarını unutamaz ve kendini ölünceye kadar bağışlayamaz. Müslüman olduktan sonra utancından bir kez bile başını kaldırıp, Hz. Muhammed’in yüzüne bakamaz. Onun önünde, hep başı eğik yaşar.
Amca oğlu Ebu Süfyan’ın ardından Mekke’nin efendisi, ünlü Ebu Süfyan da gelir. Mekke’nin fethinden önceki gece, o da İslam ordugahında, Hz. Abbas’ın himayesine sığınır. O sırada İslam ordusundaki her askerin, on tane kamp ateşi yakması emredilmiştir. Mekkeliler çevrelerindeki dağların tam yüz bin ateşin ışığıyla aydınlandığını görürler. Ve gördükleri şey içlerini karartır. Hz. Muhammed bu psikolojik taktikle, Mekke’nin topyekun direnme azmini büyük ölçüde ortadan kaldırmış olur. Ebu Süfyan’ın amacı, canını ve Mekkelilerin canlarını bağışlatmaktır. Hz. Muhammed, Hz. Abbas’ın himayesini kabul eder. Ebu Süfyan’a da İslam’ı anlayıp, düşünmesi için süre tanır. Ebu Süfyan o geceyi Müslümanların arasında geçirir. Sabah namazında, binlerce insanın uykudan kalkıp Hz. Muhammed’in etrafında kenetlendiğini, o abdest alırken su damlalarını havada kapışıp, yüzlerine gözlerine sürdüklerini görmek, Ebu Süfyan’ı hayretler içinde bırakır, gözlerine inanamaz. Hz. Abbas’a: “Ben bu güne dek ne Kisra’ya ne Kayser’e kendi halklarının böyle yaptıklarını görmedim. Kardeşinin oğlu kadar büyük bir hükümdar görmedim!” der. Hala hiçbir şey anlamamış olduğunu belli eder. Hz. Abbas onu düzeltir: “Ey Ebu Süfyan! Bu hükümdarlık değil peygamberliktir!” Yani onun hükümdarlığı altın tahtlara değil, gönüllere kurulmuştur. Ve hala sürmektedir.
Ebu Süfyan, günün ilerleyen saatlerinde yeniden Hz. Muhammed’in karşısına çıkıp imana doğru ilk adımlarını atar: “Ey Muhammed! Ben kendi ilahımdan, sen de kendi ALLAH’ından yardım diledin ve ben ne zaman seninle karşılaştıysam, hep senin bana galip geldiğini gördüm. Eğer benim taptığım ilahlar gerçek, seninki boş olsaydı, ben sana galip gelirdim!” Ölçüsünü hala güç ve galibiyet üzerinden alan Ebu Süfyan, Mekke’ye doğru harekete geçmiş bulunan İslam ordusunun maddi ihtişamını görmesi için, Hz. Abbas’ın refakatinde yüksek bir tepenin üzerine çıkartılır. Fetih ordusunun resmi geçidini seyreder. Ve daha sonra serbest bırakılır, Mekke’ye geri döner. Kabe avlusunda toplanmış, korku ve endişe içinde bekleşmekte olan Mekkelilere seslenir: “Ey Kureyş topluluğu! Müslüman olun, kurtulun!” Fakat o anda bile Mekkelilerin kibri ve kini korkularına ağır basar, Ebu Süfyan’ın üzerine yürürler: “Sus! ALLAH sana iyilik yüzü göstermesin. Sen elçilerin en kötüsüsün!” derler. Karısı Hind, Ebu Süfyan’a saldıranların başını çeker. Bir yandan sakalına yapışır, bir yandan da avazı çıktığı kadar çığırır: “Öldürün şu bunamış aptalı! Öldürün, çünkü o dininden döndü!” İslam ordugahında görüp yaşadıklarından sonra hiçbir şey Ebu Süfyan’ı heyecanlandırmaz, korkutmaz. Soğukkanlılığını sürdürür. Önce, kendisinin sakallarını yolmaya çalışan karısı Hind’in ellerini tutar: “Bırak sakalımı!” der, “Canımı kudret elinde tutan ALLAH’a and olsun ki, ya Müslüman olursun, ya boynun vurulur. Yürü evine!” Hind, sakinleşir. Ebu Süfyan daha sonra Mekke halkına yönelir: “Yazıklar olsun size! Kendi kendinizi aldatmayın! O, karşısında duramayacağınız, dayanamayacağınız ordularla üzerinize geliyor. Ve size şunu söylememi istedi: Benim evime sığınana, Kâbe’ye sığınana ya da kendi evine sığınıp kapısını kapatana dokunulmayacaktır.” Mekke çözülür. Birkaç maceraperest dışında herkes çil yavrusuna döner. Bir zamanlar Arap çölünün güçlü efendileri olan, kibirli Kureyş asilleri şimdi canını kurtarmak için birbirini çiğneyerek kaçışmakta, kapağı bir an önce evlerine atmaya çalışmaktadır. Hem de Kâbe’deki tanrılarını sahipsiz, korumasız bir başlarına bırakarak.
Ve öğle olmadan İslam ordusu beş koldan Mekke’ye girmeye başlar. Şehrin banliyösü olan Zi Tuva’ya gelindiğinde Hz. Muhammed, ordusunu durdurup son kez gözden geçirir. Sonra da hareket emrini verir.
Devesinin üzerinde başı eğerinin kaşına değecek kadar eğilmiş, bu nimeti karşısında adeta ALLAH’a nasıl hamd edeceğini bilemez bir halde… Secde durumunda ve dilinde, sürekli tekrarlanan: “ALLAH’ım! Hayat ancak ahiret hayatıdır!” kelimeleri ya da arka arkaya okuduğu Fetih Suresi… Tıpkı, seneler önce Medine’de ilk mescidi inşa eder gibi… Tıpkı seneler önce, birleşik küfür orduları karşısında Medine hendeğini kazar gibi… Ve yeryüzünün, kelimenin her anlamıyla anası, merkezi, göbeği Mekke… Yeryüzünde ALLAH için inşa edilmiş ilk mescidin sahibi kutsal kent Mekke… Karşısında ise muzaffer ve kahredici bir ordunun başında, bu manzarayı seyretmekte olan insanlar tarafından kibirli bir komutan gibi algılanmamak için secde vaziyetinde bir önder, başbuğ, komutan… Mekke’ye işte böyle girilir… Ve Mekke, aslına geri getirilir… Mekke, yeniden İslam olur.
Mekke’ye ilk giren görevli Müslümanlar, arkadan gelen birliklere yüksek sesle ve sürekli olarak tekrar ederler: “Mekke’de her kim evinin kapısını üzerine kapatmış, silah kullanmaktan el çekmiş ise ona dokunulmayacaktır. Yaralılar öldürülmeyecektir. Arkasına dönüp kaçanlar takip edilmeyecektir. Esir alınanlar, öldürülmeyecektir. Hiç kimsenin malına el uzatılmayacaktır!” Bütün bu iyi niyet ve merhamete rağmen bazı maceraperest Mekkeliler birkaç noktada İslam ordusuna direnmeye kalkışır, yirmi kadar ölü bırakıp dağılırlar.
Şehre girildikten sonra ashabı Hz. Muhammed’e nereye inmek istediğini, konaklamak için hangi evi seçtiğini sorar. Onun aklına kendi evleri gelir. Biri babasından, biri Hz. Hadice’den kalma iki ev… Fakat ikisine de hicretten sonra kuzeni ve Hz. Ali’nin kardeşi Akil tarafından el konmuştur. O ana kadar küfürde ve Hz. Muhammed’e düşmanlıkta ayak direyen Akil tarafından… Hz. Muhammed, soruya soruyla cevap verir: “Akil bize oturacak ev mi bıraktı?” Fakat evler Akil’den geri alınmaz, yaptıkları yüzünden ona hiçbir hesap sorulmaz. Sessizce affedilir. Akil Müslüman olur ve her şey yerinde kalır, aynen devam eder. Çünkü İslam ve iman, her şeye bedeldir.
Hz. Muhammed yemeğini bir grup kölenin davetlisi olarak açık havada, toprağın üstüne oturarak yer. Kölelere özgü fakir ve sade bir yemektir bu… Zihinsel özürlü bir kadın kendisine laf atar: “Şuna bak!” der, “Kölelerle beraber ve köleler gibi diz çökmüş de yemek yiyor!” O, kadına döner, gülümseyerek cevap verir: “Çünkü ben de ALLAH’ın kölesiyim!” O gün aniden Hz. Muhammed’i karşısında gören fakir bir Mekkeli ise heyecandan kendini kaybedip zangır zangır titremeye başlar ve Hz. Muhammed tarafından: “Arkadaş! Sakin ol, korkma! Ben bir hükümdar değil, sadece senin gibi anası güneşte kurutulmuş et yiyen (o günün Arap kültüründe yoksulluk, sadelik ve tevazu ifade eden bir deyim) bir kadının oğluyum!” sözleriyle sakinleştirilir.
İslam düşmanlığını kendine iş edinmiş, Müslümanlara ihanet etmiş, insan öldürmüş, mal yağmalamış… Bütün bu suçları işlemiş bulunan bir grup putperest hakkında ise fetihten önce vur emri çıkarılmıştır. Çoğu yine de affedilir. Fakat Abdullah b. Hatal gibi bazıları Kâbe’nin örtüsünün arasına gizlenmiş olmasına rağmen bağışlanmaz. Müslümanlar, suçun, kutsal değerler sömürülerek, üzerinin örtülmesi, takvalarının suiistimal edilip, enayi yerine konulmaya çalışılmaları karşısında sessiz kalmaz. Hatal’ın oğlu, gizlendiği yerden çıkarılır, boynu vurulur. Çünkü yukarıda sayılan suçların hepsini işlemiştir. Ve Hz. Muhammed bilir ki, kobralara merhamet etmek, zehirlenmiş ya da zehirlenecek masumlara ihanet etmektir.
Öldürülmekten korkup kaçanlardan Ebu Cehil’in oğlu İkrime’ye ise dokunulmazlık sözü verilir. Hz. Muhammed, kendisini ayakta, gülerek karşılar, yanına oturtur. Ebu Cehil, Hz. Muhammed tarafından “Bu ümmetin firavunu” olarak nitelenmiştir. Oğlu, üzülmesin diye Müslümanlara onun aleyhinde konuşmaları yasaklanır. İkrime, gördüklerinden o denli etkilenir ki, iman ettikten sonra Hz. Muhammed’e İslam düşmanlığı yolunda gösterdiği gayretin, harcadığı servetin iki katını bundan sonra İlay-ı Kelimetullah için harcayacağı sözünü verir. Ve sözünde de durur. Kur’an’ı her eline aldığında: “Rabbimin Kitabı! Rabbimin Kelamı!” der, ağlayarak öpüp koklar, yüzüne sürer. Yaşamının sonunu da Doğu Roma’ya karşı İslam’ı savunurken, Yermuk ovasında şehid düşerek noktalar. Bir diğer kaçak, Safvan b. Ümeyye’dir ve o da bağışlanır. İman etmek için düşünmesi gerektiğini söyler, iki ay süre ister. Hz. Muhammed dört ay verir. Safvan da kazanılır ve kazanır.
Hz. Muhammed öğleden sonra Kâbe’ye gelir. Burada bir mucize daha yaşanır. Çoğu zemine çivilenmiş olan koca putlar, onun elindeki asanın bir işaretiyle devrilmeye başlar. Bu sırada asa onlara dokunmaz bile ama yine de hepsi sırtları ya da burunları üzerine yıkılarak binlerce parçaya ayrılırlar. Bu sırada Hz. Muhammed’in dilinde Kur’an’ın şu ayeti vardır: “Hak geldi, batıl yıkılıp gitti! Gerçekten batıl çok zavallıdır!” (17/İsra:81) Bu put kırma şenliğine Müslümanlar da katılır. Hz. Muhammed emir verir, taştan olan bütün putlar kırılıp parçalanır. Tahtadan olanlar ise kırılıp, odun olarak yakılmak üzere istiflenir. Böylece ilk kez bir işe yaramış olacaklardır. Ve bu olay, mana aleminde, insanların gönüllerindeki soyut putların da ancak Hz. Muhammed’in manevi kişiliğiyle yani onun sünnetinin, insanın ruhuna ve yaşamına etkin bir biçimde hakim olmasıyla kırılabileceğinin, işaretini oluşturur.
Hz. Bilal’in Kâbe’nin üzerine çıkıp ezan okuması, o günün zirvesi olur. Ve muhtemeldir ki, Bilal’in hayali seneler öncesine kayar. Kâbe’nin damından Mekke’nin sokaklarını seyreder. Zalimler tarafından işkencenin her çeşidini tattıktan sonra, boynuna bir ip geçirilip, ucunun çocukların eline verilişini sonra da bir alay, kahkaha, hakaret, tükürük ve tekme yağmuru altında, dört ayaklı bir canlı gibi kovalanıp, sürüklenişini hatırlar… Ve o Bilal, Medine’de ezan okunmaya başladıktan sonra senelerce hiç aksatmamış, her ezandan sonra İslam’ın Kureyş’e galip gelmesi için sessizce dua etmiştir. Sonunda Bilal’in duaları kabul edilmiş ve o gün gelmiştir işte. Kim bilir Bilal, o ezan için Rabbine nasıl bir hamd ile hamd eder?
Müslüman mücahidler fethin ilk gecesini sabaha kadar namaz kılıp, Kâbe’yi tavaf ederek, tekbir ve tehlil getirerek geçirirler. Rablerine, bu büyük nimetinden ötürü şükreder, en küçük bir şımarıklık ve taşkınlık göstermezler. Ve bu halleri, belki de bütün Mekkeliler içinde İslam’a karşı en soğuk duran Hind’in bile kalbini yumuşatır. Uhud’da Hz. Hamza’nın ciğerlerini parçalayıp yemeye çalışan Hind’in… Daha o sabah, “Müslümanlara direnmeyin” dediği için kocasının üzerine atılıp, sakallarını yolmaya kalkışan Hind’in… O samimi iman ve kulluk tablosu, Hind gibisinin bile yüreğini yumuşatmıştır. Ve bu durum bizler için, İslam’ı insanlığa anlatma adına çok önemli, çok değerli bir ölçü ve işaret içermektedir. Sabaha kadar evinden, Kâbe’de ibadet eden Müslümanların halini seyreden Hind, fethin ikinci sabahında Ebu Süfyan’a: “Ben gidip Muhammed’e biat etmek istiyorum!” der. Ebu Süfyan, duyduğu şey karşısında küçük dilini yutacak gibi olur. Hind onun şaşkınlığını şu sözlerle giderir: “ALLAH’a yemin olsun ki, ben Kâbe’de bundan önce hiç bu kadar samimiyetle ibadet edildiğini görmedim!” Ve az sonra Hz. Muhammed’e biat ederken de şunları ekler: “Ben iyice anladım ki, gerçekten ALLAH ile birlikte başka tanrılar da olsaydı, bu başımıza gelenlerden bizi korurlardı!” Hz. Muhammed, kendisine Müslüman olmakla üstleneceği sorumlulukları sayar. Bunlar İslam’ın temel ibadet farzları ile birlikte ahlaki/toplumsal nitelikli farzlardır. Hind’in ondan duydukları karşısında yorumu: “Anam, babam sana feda olsun! Sen bizi ne kadar şerefli, ne kadar güzel şeylere davet ediyorsun!” demek olur. Ve evine dönen Hind, ilk iş olarak eline bir balta alıp aile putlarını parçalar. Ve baltayı putun tepesine indirirken, ona son kez seslenir: “Meğer biz senin yüzünden nasıl bir gurur ve aldanış içindeymişiz!”
İkinci günden itibaren fetih ordusu, Mekke dışındaki karargâhlarına çıkartılıp şehirden çekilir ve Müslüman Mekke’ye yönetici olarak kendi içlerinden biri, daha dün iman etmiş bir genç atanır. Tarihte bunun ikinci bir örneği de olmayacaktır.
Takip eden günlerde, Hz. Muhammed özel görevliler gönderir, Mekke çevresindeki putları da ortadan kaldırtır.
Sekiz buçuk sene önce Hicret sırasında ALLAH, Hz. Muhammed’e bir söz vermiştir: “Kur’an’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan ALLAH, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir.” (28/Kasas:85)
ALLAH, verdiği sözde durandır.